BATUHAN ERDURCAN 21301855 TURK 101-13 ÖDEV 3-2 ALİ TURAN GÖRGÜ 12.10.15 DEĞİŞEN EVRENSEL BİR İKON Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Marilyn MONREO’ yu bir kez de izlemek yerine okumak, tanımak, belki de böylesine güzel bir kadınla tanışmak biraz da sohbet etmek istedim. Başardım da ama bu kez onu hırçınlğıyla değil, hırçınlığının ona verdiği ızdırapla sevdim. Şaşırdım kendime; bir kadını izleyerek değil okuyarak sevdim. Kendi kendine yazdığı notlarda zayıflıklarını farkederek sevdim. Aslında onunla yalnız kalmak istemiştim. Sayfalara başlamadan önce sanatsal bir kişiliğin bana elçi olacağını tahmin edememiştim. Zaman zaman araya gireceğini hakkında her şeyi bildiğimi sandığım bir kadını yeniden tanıyacağımı düşünmek planlarım arasında değildi. Her sayfada yeni bir dökümanla yeni bir Monroe tanımak da aklıma geldi desem yalan olacaktı. Her gün yalanlarla yaşamayı öğrenmiş bir kadına yalanlarla dolu bir hayranlık besleyemezdim artık. Kadınlara yalan söylemeyi sevecek adamlar bu satırlarda artık mevcut değildi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Ama bundan sonra Monroe sadece güzel sarışın değil, cinsiyetini arkasında bırakmış bir zeka olarak karşımdaydı. Öylece durduğu an, sanıyorum kadınları tanımanın zorluğunu fark ettiğim andı. Bütün bir dünyanın yanlış anladığı bir insanı tanıyamamış olmakta haklıydım belki de. Kadınları bu kadar anlamıyor oluşumuzun altında belki de emsalsiz oluşları vardı. Marilyn’in emsalsizliği gibi, herkes gibi, kadın gibi, insan gibi ama ulaşılmaz biri... Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Güzel olmak bunu hiçbir zaman haketmemişti ama benim gibi adamlar kadınlara haketmediklerini yapmayı bir zamanlar bu satırlardan uzaktayken severlerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Öyle kalmayı hiç istemedi, ama öyle olmayı öğrendi. Seçmedi ama benimsedi. Kandırmamıştı, anlatmamıştı ama sevmişti, bana kalırsa çok sevmişti. Önemli adamlar sevmişti mesela ama önemli olanlar tarafından sevilmeyi değil arzulanmayı öğrenmişti. Monroe’nun kendi hakkındaki düşüncelerinin aksine, güçlü bir kadın imajı çizmişti bu sayfalarda bana. Güçsüz bir adam olarak kendimi savunmadan duramazdım ama o kayıtsız kalabilmeyi başarabilmişti. Birileri onun kim olmasını istediyse o olabilmişti. Olduğu kişiyi sevmeyeceklerse, olmadığını sevmelerine izin vermişti. Güçlüydü, birilerinin sizi sevmesine, değiştirmesine izin vermek güç isterdi. Güç büyürken kalbinizden beslenir, sahiplendiğiniz sevgilerden vazgeçirmeyi severdi. Ve böyle kadınlar güçlü olma yolunda hırpalanmak için fazla güzeldi. Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Onun gibi kadınlar bilmezdi ama öyle güzelleri hırpalamak en çok da bizim gibi adamları üzerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Basit düşünen bir adamsanız 20.yüzyılın en büyük ikonuyla, öylesine güzel bir sarışınla tanışmak değil ona bakmak, sahip olmak isterdiniz. İstemişlerdi de ama unuttukları birşey vardı, bir kadına sahip olamazlardı. Onun aşkına, sevgisine, arzularına ve günlerine eşlik edebilmişlerdi sadece. Bir kadını sevebilir, kendinizi sevdirebilirdiniz ama o her zaman kadın olmaya, birey olmaya, kendi olmaya devam ederdi ve edecekti de. Evet, Marilyn’i kendi olarak sevmeyenler olmuştu, ona biçilen evrensel imajda yüzlerce aşk tükenmiş ve onu da tüketmişlerdi. Kameraları kendine aşık etmiş bir kadına yüzlerce insanın birşeyler beslemesi tesadüf değildi. Ancak bu kitapla yeni ve gerçek bir Marilyn’le tanışmak, onu anlamak sanki bir anda mümkünleşti. Ve inanın şimdi o eskisinden daha da güzel, daha da güçlü ve daha fazla ızdırabın içinde. Çünkü farketmesek de bir evrensel imajdan çıktı ve yine bir başkasının içinde. Ve yine kendi olmaya devam ediyor, kandırmadan, anlatmadan ama severek hem de çok severek ama bu kez tanımadığı adamları, benim gibi adamları. KAYNAKÇA Marilyn Monroe - Notlar - KitapGalerisi l kitapgalerisi. (n.d.). Retrieved October 11, 2015, from http://www.kitapgalerisi.com/Marilyn-Monroe-Notlar_179075.html Yalçın Arslan 21300458 Aslı Uçar TURK 102-26 04 Kasım 2014 BEN ÖLÜM Ben ölüm... Herkes korkar benden. Herkes tarafından dünyanın en kötü olayı olarak algılanırım. Gidenin ardından acının tarifsiz kaldığı cenazeler yapılır, benim yüzümden. İnsanlar, artık içlerine sığmayan acılarını dışa vurabilmek için yürekleri parçalayan ağıtlar yakarlar. Boğazlar düğümlenir, yutkunmak güçleşir. Gidenin acısı aylarca, yıllarca kalır geride kalanlarda. Zaman geçmek bilmez, yaşamak manasız hale gelir. Giden geminin yokluğuna bir türlü inandıramaz kendilerini limanda kalanlar. Bütün bu yaşattıklarıma rağmen, kulağınıza çok garip gelse de ben gerçekte iyi biriyim. Aslında benim bu kadar kötü algılanmamın sebebi en büyük düşmanım olan “yaşam”dır. Yaşamın uzunluğuna ve dışarıdan bakıldığındaki güzelliğine; yaşamdaki kısa süreli aşk, heyecan, mutluluk gibi duygulara aldanır insanlar. Oysa içine bakıldığında ne zorluklarla, acılarla, üzüntülerle doludur bu hain düşman. İnsanlar doğduğundan beri onlara sorumluluklar yükler. İnsanlar, bebekliklerinde zorla yemek yemek, uyumak zorunda kalırlar. Biraz büyüdüklerinde ilkokula başlamalarıyla birlikte, bitmek tükenmek bilmeyen en az 16 sene olup 25 ve üstü yıllara kadar çıkabilen eğitim serüvenine yelken açarlar. İlkokulda, lisede, üniversitede saatlerce bir sırada oturup ders dinlemek zorunda kalırlar. Ödevler, ders kitapları, sınavlar, küçük sınavlar en yakın dostları olur. Okulun onlara yüklediği sorumluluklardan kendilerine yeterince zaman ayıramazlar, eğlenemezler, arkadaşlarıyla vakit geçiremezler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi kalp kırıklıkları, aşk acıları, sıkıntılar da peşlerini bırakmaz. Ardından, yaşamın kurduğu bu oyunda var olmaya devam edebilmek için işe girerler ve ömürlerinin son yıllarına kadar gece gündüz demeden saatlerce çalışırlar. Daha sonra, evlenip çocuk yapmalarıyla birlikte bu kirli oyuna bir kişi daha kazandırırlar ve bütün zamanlarını sıkıntılara, zorluklara, güçlüklere göğüs gererek çocuklarını büyütmekle geçirirler. Yaşlanırlar, yaşamlarının son yıllarına doğru emekli olurlar. İki kuruş emekli maaşıyla bu oyun bitene kadar geçinmeye çalışırlar. Aslında, dışarıdan bakıldığında yaşam; aşk, mutluluk, heyecan, sevinç sembolü iken onun o üzerindeki parıltılı örtüyü kaldırdığınızda bütün bu bahsettiğim sorumluklar, zorluklar, acılar, güçlüklerden başka bir şey değildir. Bu sinsi düşman insanlara bu kadar ağır sorumluklar yüklerken, onlara türlü acılar, sıkıntılar çektirirken ben dünyanın en kötü şeyi olarak algılanırım; yaşam ise dünyanın en değerli ve güzel şeyi. Oysaki, ben yaşam gibi insanlara ağır sorumluluklar yüklemem; kalp kırıklıkları, kederler, zorluklar yaşatmam. Ben, onları bu kirli oyundan kurtarmak ve onların gözlerini açmak için didinir dururum. Bu uğraşının sonunda kısa bir an gelir; kalbin durması, nefesin kesilmesiyle yaşam sona erer. Yaşamın sona ermesiyle insanları, yaşamın yarattığı bütün zorluklardan, kirli oyunlardan kurtarıp onları sonsuz bir yolculuğa gönderirim. Ama bu asla görevimin bittiği anlamına gelmez. Ben, son bir kişi dahi kalmayana kadar bu kirli oyunla mücadele ederim. Ben ölüm… Ben asla kötü biri değilim. Bu anlattıklarıma rağmen sizin yine de fikrinizi değiştiremeyeceğimi ve yaşamın oynadığı bu kirli oyuna uymaya devam edeceğinizi biliyorum. Aslında sizlere de hak veriyorum. Yaşam, dışarıdan öyle güzel gözüküyor ki ona kanmamak elde değil. İşte bu yüzden siz hain düşmanıma kanmaya devam edeceksiniz, ben ise her zaman gözünüzde dünyanın en kötü olayı olarak kalacağım. Ancak, ben hiçbir zaman pes etmeyeceğim ve hep gizli bir kahraman olarak kalacağım. Sizi düşmanımın oynadığı bu kirli oyundan kurtarmak için sonsuza dek savaşacağım. Not: Yaşamın oynadığı bu oyuna kanmaktan son derece mutluyum. Sadece ölüme bir de bu açıdan bakmanızı istedim. Sudenur SOYSAL GÜZELLİK Mİ ÇİRKİNLİK Mİ HAVUZ BAŞINDA MANKENLİK Mİ? Güzellik insanların önem verdiği bir niteliktir. Gerek iç güzellik gerek dış güzellik olsun aranılan bir nitelik. Kimse çirkin olmak istemez ya da kimse çirkin bir karaktere sahip olmayı tercih etmez. Örneğin 2017’de sinemaya uyarlanmış, dillerde eskimiş Güzel ve Çirkin masalı da iç güzelliğin önemini vurgulamak amacıyla anlatılmış, kültleşmiş bir eser. Mesela hep yine geçmişten dilimize düşen “İç güzelliği yüzüne yansımış.” ifadesi de güzellik kavramını nasıl da yüceleştiriyor. Güzellik düşüncelerimizde illa ki iyilik, hoşluk sembollerini çağrıştırır. Bazıları bir gökkuşağı düşünür güzellik denilince. Bazıları kibar bir davranış düşünür. Bazıları sevgililerini düşünür. Bazılarının aklına Monet’nin bir eseri düşer. Güzellik kavramı böylesine çeşitlenmişken neden hepimizin ağzından aynı şekilde çıkıyor? Güzellik aslında nedir? Bu soruya verilen cevabı değerlendirirsek, güzelliğin sembolü güzel olmak için mi var olmuş yoksa biz ona güzel dediğimiz için mi güzel? Güzel olma amacıyla var olsaydı bir önceki soruya herkesin cevabı o olurdu değil mi? Bunca çeşitlilik güzel olan şeyi bizim güzel yaptığımızı ifade eder. Küçüklüğümüzden kalma bir oyuna dönüştürdük hayatımızı. Ebe seçilen çocuğun “Güzellik.” Diye bağırmasını duyuyor gibiyim. En güzelini seçerdi çocuklar arasından, yaftalardı onu bir bakıma. Artık o güzel olurdu. Biri bizi güzel diye etiketledikten sonra güzel olarak devam ediyoruz hayatımıza. Yeri geliyor biz ebe oluyoruz. “Çirkinlik.” Diye bağırıyoruz ve en çirkinini seçiyoruz. İşte o an o çirkin oluyor. Bu oyundan sonra artık o bir nitelendirmeye sahip oluyor: çirkin. Güzeli biz güzel yaptıysak bizim güzel yapmadıklarımız aslında bizim yüzümüzden güzel değiller. Güzel ve Çirkin adlı eserde de “Çirkin” karakteri biz onu güzelliğin tam tersi olarak gördüğümüz için çirkin, “Güzel” karakterini de biz kendi düşüncelerimizle güzel yaptık aslında. Bu etiketleri ne de kolay yapıştırıyoruz bazılarının üstüne. Canlı cansız nasıl da yargılıyoruz böylesine hissizce. Hayatın her dakikasını önyargıyla besliyoruz. Zaten çoktan düşüncelerle zehirlenmiş dünyaya bir de biz ne gözlerle bakıyoruz. Bakışımız değil zehirli olan görüşümüz. Yargımız, eleştirimiz dünyaya asit yağmuruymuşçasına yağıyor. Değdiği varlığı geri dönüşü olmazcasına etkiliyor. Üstüne üstlük yeni doğanlarımıza öğretiyoruz bu bakış açısını. Zehirli geçmişi geleceğe taşıyoruz. Güzellik yok aslında. Olmayan şeyin karşıtı da olamayacağı gibi çirkinlik diye bir şey de yok. Güzelliği biz yarattık. Biz yaftaladık güzelleri. Bir akrebi çirkin bulurken bir insanı güzel bulabilmemizin sebebi ne? İki varlık da kendine özgü, ikisi de biz onları etiketlemeden önce saf. Akrebin zehrinden korkuyorsak insanın da zehirli bir dili yok mu? Tarihte kaç kişi insan elinden ölmüş kaç tanesi akrebin sokuşundan? İkisi de tehlikeli, ikisi de aynı aslında. Bizim yargımız onları şu an bulundukları noktaya getiren. Eleştiriyoruz. Her varlığı birbirinden ayırıyoruz. Hepsini farklı farklı değerlendirip boş nitelendirmelerle anıyoruz. Bu yaptığımız da bir nevi ırkçılık değil mi? Yeri geliyor insan ırkını başka canlılardan ayrı tutuyoruz. Yeri geliyor milliyetimizi başka milliyetlerden üstün görüyoruz. Yeri geliyor cansız varlıkları üstüne akıl sarf etmezcesine sınıflandırıyoruz. Yeri geliyor tek bir olumsuz olayın sebebini onun tüm benzerlerine genelliyoruz. Yargılıyoruz. Biz varlıkları sınıflandırıyoruz. Sonra bizden sonra gelenlere varlıkları kendi nitelendirmelerimizle öğretiyoruz. Onlar da geçmişten başlayan bu amansız döngüye gelecek nesillerle devam ediyorlar. Buna bir dur demenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Hepimiz buna bir son vermeli ve objektif bir şekilde görmeyi sağlamalıyız. Hiçbir varlık bir başkasından üstün değil. Hiçbir şey tek bir kelimeyi yansıtmaz. Çirkin prens çirkin değil. Belle güzel değil. Güzellik güzel değil. Çirkinlik çirkin değil. Biz öyle dedik diye hiçbir şey öyle değil. Etiketliyoruz, etiketleniyoruz. Eleştiriyoruz, eleştiriliyoruz. Empati yapmıyoruz. Sempati duymuyoruz. Tek yaptığımız beyinsizce yargılamak. Geçmişten gelen nitelendirmeleri düşünmeden kullanıyoruz. Sırf bize benzemiyor, farklı diye ya da bize öğretilenlerle örtüşmüyor diye yeni nitelendirmelerle varlıkları kısıtlıyoruz. Bizim çirkin dediğimiz o noktadan sonra varlığını çirkin olarak sürdürüyor. Hâlbuki çirkin olan o değil onu çirkin yapan biziz. Mars’ta Yaşam mı? Hayatım boyunca evrende sadece Dünya’da yaşam olduğunun iddia edilmesini bencilce buldum. Evrende neden Dünya’dan başka bir yerde yaşam olmasındı ki? Evrende sadece bizim yaşadığımızı düşünmek, kendimizi evrenin sahibi olarak görmek bana mantıklı gelmiyordu. Dünya’da yaşam varsa başka gezegenlerde de olmalıydı ve biz başka gezegenlere seyahat edebilmeliydik. Bu hayallerim için Jules Verne’e bir teşekkür borçlu olabilirim, hayallerime bir kapı açtı bana daha çocukken. Ve bu hayallerin en büyüklerinden biri Mars’ta hayat olduğunu duymaktı. Bundandır ki ‘Marslı’ filmi vizyona girince çok şaşırmakla birlikte çok sevindim. Benim gibi düşünen başkaları da vardı. Hem de gezegeni bile benimle aynı düşünüyordu. Bu filmin kitap uyarlaması olduğunu duyunca kendime çok kızmıştım kitabı daha önce duymadığıma. Fakat o kadar merak etmiştim ki koşarak gittim filmi görmeye. Benim düşündüğümden çok daha farklı bir yaşamdı bu. Farklı bir yaklaşımdı uzayda hayat konusuna. Benim küçükken hayal ettiğim yaşam bizimki gibi orada da insanların, kentlerin, yaşam alanlarının olduğu bir hayaldi. Yaşadığımız hayatın aynısının başka yerde olduğunu düşünüyordum. Başka bir ülke gibi, başka bir gezegen. Çocuk aklı işte... Öyle bir yaşam olsa çoktan haberimiz olurdu diye düşünüyorum şimdi. Hayalimle çok örtüşmemişti film başta, fakat ilerledikçe ve aklıma yattıkça kendi hayalimden daha çok sevdim ve benimsedim. Mark Mars’ta tek başına kalakalmıştı ve hayatta kalabilmesi için besine ihtiyacı vardı. Elinde bulunanlar onu uzun süre hayatta tutabilecek miktarda değildi. Elindeki patateslerle daha fazla patates yetiştirmeye karar verdi. Bir bilim ve biyolojik gelişme tutkunu olan ben bu kararı verdiğinde ilk başta çok anlamsız buldum. Sonuçta Mars’ta su yoktu, bitkileri neyle sulayacaktı? Bunu bile mi düşünememişti filmi yapan veya kitabı yazan kişiler? Benim bile aklıma gelecek kadar basit bir şeydi bu. Yine saçma bir bilim kurgu film yapmışlar, diye geçirdim içimden. Fakat izledikçe beni etkilemeyi başardı; hatta öyle yerler geldi ki hayatla birleştirmeyi başardım bazı şeyleri. Mark o kadar bilgiliydi ki patatesleri sulamak için hidrojenle oksijeni birleştirip su yaptığında benim ilham kaynağım oldu bir anda. Benim için önemli olan o an o filmi izlerken bunun gerçek olup olmaması değildi. Önemli olan verdiği mesajdı. Yılmamak, vazgeçmemek. Her zaman bir çıkar yol bulabilmek. Benim için o an önemli olan Mars’ta yaşam değildi veya Mark’ın patates yetiştiyor olması da değildi. Benim filmde gördüğüm şey vazgeçmenin seni öldüreceğiydi. Çocukluk hayalimin gerçeğe döndüğünü izlemek için girdiğim filmden iki saat öncesine oranla daha dolu ve daha olgun çıktığımı hissettim. Bana bir şeyler katmıştı, o an ne kattığını dile getiremezdim sorsanız. Fakat üzerine düşündükçe anladım ki bana asla pes etmeme motivasyonunu aşılamıştı. Bazen insanlara hayatlarında bir şeyleri değiştirmesini söylemek yeterli gelmez. Onlara, bunu anlayabileceği bir şekilde göstermeniz gerekir. Bana da böyle oldu işte. Anlayabileceğim şekilde gördüm neden vazgeçmemem gerektiğini. Filmde ölmemek için, Dünya’ya geri dönebilmek için mücadele etti Mark, bense ondan hedeflediğin şeye ulaşmak için vazgeçmemek gerektiğini öğrendim. O mücadele ettikçe ben de kendi hedeflerime yaklaşıyordum sanki. İçimi kaplayan his buydu. Sonunda Mark yeterli süre boyunca hayatta kalmayı başarmıştı ve onu Mars’tan almak için astronot arkadaşları gelmişti. İşte bu azmin zaferiydi, yılmamak Mark için sonucunu vermişti. Hayatta kalmayı, evine dönmeyi başarmıştı. Belki izleyen başka kimse için bana ifade ettiği anlamı ifade etmeyecekti bu film. Belki de çocukken bu konuda fazla hayal kurmamdan kaynaklanmıştı fakat bu sadece bir film değildi benim için. Başarıya açılan bir kapıydı. ‘Azimle çalışırsan uzayda bile hayatta kalabilirsin, onun için hedeflerine ulaşmak için çok çalış Hilal’ demekti benim için. Bu etki bende aylardır sürüyor ve sürmeye uzun süre devam edecek diye düşünüyorum. Ben hayalime inanmayı bırakmadım, belki gerçekleşmedi ama bana daha büyük, daha önemli bir güç verdi. İnanmaktan vazgeçme. Bir Şehrin İki Yakasında "İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan şehirdir."1 - Mustafa Kemal Atatürk İstanbul, Konstantinopolis, Stanpol, Byzantion… Daha nice isimlerle anılabilecek kadim bir şehir. Bir Ankaralı olarak şehrin hızlı ve yorucu yapısına burun kıvırsam bile İstanbul, hem tarihi hem de içinde sakladığı mistik havasıyla beni kendine hayran bıraktırıyor. Belki İstanbul’u evim gibi sevemeyeceğim asla, ama orada atan 13 milyon kalbi, toprağın altında yatan acı, kader, mutluluk ve hasreti aklımdan çıkaramayacağımı da adım gibi biliyorum. Doğu ve Batı’yı bir araya getiren kadim İstanbul hepimizin içini yansıtmıyor mu zaten? Kendimizi ve aidiyetimizi yok saymamız mümkün mü? Kendimize katılacak bir saf ararken ikilemde kalmıyor muyuz? Türkiye’de vatandaşlara kendilerini nereye ait hissettiklerini sorsak hiçbir verinin ortaya çıkmayacağı, Doğu’nun Batı’ya, Batı’nın da Doğu’ya üstün gelemeyeceği bir sonuca ulaşırız. Bu sonuç bizi Türk halkının kalbine götürür; ‘’Doğu ile Batı arasında sıkışmışlık’’. Asla karar verilemeyecek, ezelden beri devam eden bu iç savaş kıyamete kadar sürecek beklide. Toplum olarak asla bir gruba alınmayacağız belki. Batı bizi barbar, Doğu’da kâfir görecek diye çekiniyoruz. Avrupalı bir düşman, Ortadoğulu güvenilmez bir komşu olarak hatırlayacak bu halkı. En büyük korkumuzda bu değil mi zaten? Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan gayr-ı Müslimlerin bu topraklardaki kültürlerini ve yerlerini uzun zaman önce belirlemeleri onları bizden ayırarak benzer içsel çatışmalara girmelerine sebep olmamakta. Özellikle, İstanbul’da yaşayan Rum ve Ermeni halkı için bu aidiyetsizlik geçerli değil. Biz yüzyıllardır birlikte yaşadığımız komşularımızın aksine hala kararsız bir şekilde taraf aramaktayız. İçimizde dönen tüm bu karmaşaya bakınca benim aklımda şöyle bir resim oluşuyor; koca İstanbul sanki bizim yüreğimizde doğduğumuz anda kurulmuş, tüm cümbüşüyle içimizde yaşamaya devam ediyor. Fuat Chausson’da İstanbul’u kalbinde taşıyanlardan. Aidiyet arayışı esrar âlemlerinden deliliğe uzanan bir yol kuruyor, İstanbul’da bu yolun bir durağı oluyor. ‘’Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.’’(Gülsoy, 291) Bu sözlerle anlatıyor kendi içindeki kaybı, bizim içimizde ki burukluğu, en kadim şehir olan İstanbul’un çaresizliğini… Belki ben de bir Fuat’ım, belki de siz de bir Fuat’sınız. Ben içindeki Doğu Batı savaşını umursamasam bir taraf seçsem ya da arayış içinde dolaşmaya devam etsem bile durum asla değişmeyecek, asla bir yere ait olmayacağım, kimse nedensiz yere arasına almayacak beni. ‘’Rahimler’’ benim için de ölü olacak. Zaten hayatın benim sorunlarına ayıracak vakti yok. Hayat ben bir karara varsam da devam edecek, toz olup vatanın toprağına karışsam da asla durmayacak. İtiraf etmek istemesek de bu hepimiz için geçerli değil mi? Kendimize yalan söylememiz neyi değiştirecek ki zaten? Murat Gülsoy’un yapıtı benim defalarca sorduğum sorulara yanıt vermedi. Ama bu soruların cevaplanması 1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. gerektiğini de düşünmüyorum zaten. Benim nereye ait olmam gerektiği cevaplanmasa bile ben hayatıma devam edebilirim. Aynı hayatın benim cevaplarıma ihtiyacı olmadığı gibi. Fuat’ın izlediği yolu geçirdiği hadiseleri ve dönemi düşündüğümde kendimin aynı yola girmeyeceğimi söylemem saçmalık olur. Benim bugün rahatça içimde bizi yiyip bitiren kararsızlığı yenebilmemin nedeni belki benden önce gelenlerin bu içsel savaşı benim yerime vermeleri ve boşa kürek çektiklerimi anlamak olmasıdır. ‘’ Tekerrür eden şey aslında tarih değil, işlenen hatalardır’’2 diyen II. Abdülhamid bu duruma parmak basmış olmuyor mu? Tek tekrar eden şey hatalarımız. Aidiyetsizliğimizi sona erdirme hatası bizi asıl yaralayan şey. Cevapsız soruların peşinden gitmeyi bıraktığımız zaman toplumca rahatlayacağımıza gönülden inanıyorum. Hem kim bilir o zaman geldiğinde İstanbul bile çaresizliğin zincirlerini kırar belki. Benim için Murat Gülsoy soru cevaplamamış olsa bile tüm yurdun içini kurcalayan ve benim uzun zamandır unutmuş olduğum ‘’Doğu’’ ve ‘’Batı’’ savaşını hatırlatmış oldu. Bir yandan Avrupa birliğine katılmak için Batı’ya uyum sağlama çabaları, bir yandan Doğuda ki nefret ve savaş. Hepsi hayatımızı bir şekilde ekliyor. Bu iç ve dış savaşlar süre dursun ben günübirlik olarak ‘’Gölgeler ve Hayaller Şehrine’’ gitmeyi ve boğazı izlerken içimdeki arayışı unutup gönlümdeki İstanbul’u ve içinde bulunduğum İstanbul’u bir araya getirmek istiyorum. Herkes Doğu ve Batı arasında karar vermeye dursun, ben anın tadını çıkaracağım. Zaten bir taraf seçmeye gerek var mı ki? Kaynakça: Gülsoy, Murat. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2014. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegân Yayınları, 2007. 2 Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegân Yayınları, 2007 Kutay Kalafat 21302082 TURK 101-52 Seda Uyanık Tanrıverdi 26.09.2014 AMİRİM Behzat amirimle, dört sene önce bir Pazar akşamı, televizyon dizisi sayesinde tanıştım. Öylesine samimi, öylesine bizdendi ki daha ilk dakikadan bağımlısı yaptı beni. Daha önce izlediğim hiçbir Türk dizisine benzemiyordu. Kadrosunda daha önceden de çok beğenerek izlediğim Erdal Beşikçioğlu, Nejat İşler, Ege Aydan gibi isimlere ekranda yeni olmalarına rağmen çok tecrübeli görünen Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal eşlik ediyordu. Hem benim gibi doğma büyüme Ankaralı olması hem de benim gibi Gençlerbirliği taraftarı olması Behzat amirimle güçlü bir bağ kurmamı sağladı. Uzun bir süre boyunca Behzat Ç.’yi sadece bir televizyon dizisi sanıyordum; ta ki internette kısa bir araştırma yapana kadar. İşte o zaman farkına vardım, Amirim sadece bir dizi karakteri değil aynı zamanda Emrah Serbes’in roman serisinin de baş karakteriydi. Yine tuhaf bir heyecan kaplamıştı içimi. Hemen bir kitabevine gittim ve iki kitabın birer kopyasını edindim: Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat. Önce serinin ilk kitabı olan Her Temas İz Bırakır’ı okumaya başladım. Kitap, dizi kadar hatta belki diziden de sürükleyiciydi. Ben; kitap okumayı beceremeyen, hemen sıkılan biri olmama rağmen inanılması güç bir biçimde iki günde bitirmiştim kitabı. Hatta kendime kızmış: “Neden bu kadar hızlı okudum da sindire sindire bir iki haftada bitirmedim ki?” demiştim, çünkü kitap diziden çok daha farklı bir tat bırakmıştı damağımda. Kitapla dizi arasında büyük farklar olmasına rağmen dizideki oyuncular o kadar iyi seçilmiş, o kadar iyi işlenmişti ki karakterler, kitabı okurken gözümde canlandırmak hiç de zor olmamıştı. Hiç ara vermeden ikinci kitaba, Son Hafriyat’a, geçtim. İkinci kitap da ilki kadar akıcı, samimi, içten ve sürükleyiciydi, işte o zaman anladım ki hiç bir şey tesadüf değildi ve bütün bunlar tamamıyla Emrah Serbes’in hayal gücü, yazı kabiliyeti ve insan kimyasını çok ama çok iyi anlaması ve işlemesiyle alakalıydı. Artık Emrah Serbes’in farkındaydım ve hemen araştırmaya koyuldum. Araştırdıkça daha çok sevdim Emrah Serbes’i. Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Teoremi ve Tarihi Anabilim Dalı Bölümü mezunu yazıyordu belki özgeçmişinde ama bence çok daha fazlası olmalıydı, sadece bir okulu bitirmek kadar basit olmamalıydı bu fenomeni yaratmak, en azından her mezunun böyle bir başyapıt yaratabilmesi bu kadar kolay olmamalıydı. Daha da çok araştırdıkça anladım ki zaten hiçbir şey göründüğü kadar basit değildi. Afilifilintalar’daki metaforlarına, kısa öykülerine bir göz gezdiren herkes demek istediğimi rahatça anlayabilir ( Daha sonra bu yazıları “Hikayem Paramparça” adlı kitapta topladı). Son olarak şunu söyleyebilirim, Emrah Serbes bir bağımlılıktır, bir kere yazılarının tadına varan kimse onu bırakamaz, ister roman, öykü, deneme ister dizi, film olsun hiç farketmez. Kitaba geri dönecek olursak, Son Hafriyat ilk kitaba nazaran Behzat amirimin biraz daha geride kaldığı, Red Kit’in ön plana çıktığı bir kitap. Ama sanılmasın ki Amirim eskisi gibi cinayet peşinde koşmayacak, Harun’a laf sokmayacak, “Saçma sapan konuşma la!” demeyecek. Biraz geç konuşacak ama konuşacak merak etmeyin. Biraz da Red Kit’ten bahsetmek gerek sanırım. Hani o Amerikan filmlerinde izlediğimiz kötü adam olmasına rağmen acayip bir karizması olan, zeki mi zeki, amacı uğruna ölmesi gerekirse gözünü hiç kırpmadan ölebilecek, bazen iyi adamlardan bile daha çok seveni olan karakterler vardır ya hah işte Red Kit öyle bir karakter, hem de yüzde yüz Türk malı. Red Kit kinini yıllarca içinde tutan, intikam peşinde olan bir adam. Bakalım bu özellikler Red Kit’in Behzat amirimden kurtulmasına yetebilecek mi? Savaş Asla Değişmez / Alptuğ Albayrak İnsanoğlu olarak hep daha fazlasını isteriz. Durumumuz iyi de olsa kötü de olsa bu böyledir. Tüm savaşlara bakarsak hepsinin başlıca sebeplerinden biri budur. Bu bir içgüdü olabilir mi? Daha fazlasını isteme içgüdüsü. Hiçbir şeye yetinememe, daha fazlasına sahip olma dürtüsü. Bu durum bazı kitap, film ve oyunlarda çok güzel bir şekilde dile getiriliyor. Mesela Dmitry Glukhovsky,nin yazdığı Metro 2033 adlı kitapta Dünya bir nükleer savaş sonucunda harabeye dönmüştür. Çok az kişi hayattadır ve hayatta olanlar yeraltında yaşamak zorundadır çünkü yeryüzünde radyasyon ve radyasyon sonucu oluşan canavarlar vardır. Böyle bir durumda beklenen nedir? Eğer mantıksal olarak düşünürsek insanların yapması gereken şey geçmişten ders alıp hiç olmadığı kadar birbirine tutunmasıdır. Ama bunun yerine insanlar yine savaşı seçmiştir. Daracık metro tünellerinde birbirleriyle savaşmayı. Ama bu bir kitap, gerçekte böyle olmaz diyebilirsiniz. İyimser bir yaklaşım olur bu. Ne yazık ki ben hiçbir zaman iyimser olamadım. Ve gelecekte de böyle bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu savaş istiyorum anlamına gelmesin. Ben de herkes kadar nefret ediyorum savaştan. Ama döngünün değişmediğini de biliyorum. Belki de bu yüzdendir ne zaman Fallout'taki “War, war never changes.”(Savaş asla değişmez.) lafını duysam tüylerim diken diken olur. Çünkü günümüzde de durum çok farklı değildir. Eğer şöyle bir bakarsak savaşların ana konsepti aynıdır. Özellikle günümüzdeki savaşlar için geçerli olan bir şey de çıkar uğruna yapılan savaşlardır. Bir toplumun çıkarı değil; bir veya birkaç kişinin çıkarı için. En kötüsü de bu birkaç kişi uğruna savaşanların durumdan bihaber olmasıdır. Onlar büyük bir değer uğruna savaştıklarını sanarlar. Çöldeyken görünen sanı gibi güzel gelir ama aslında gerçekte hiç de öyle değildir. Ne yazıktır ki kolaydır insanları kandırılması. Hitler’in propaganda bakanının da söylediği gibi: "Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar fazla olur." Bu konularda söylenen yalanlar da senin, benim söyleyeceğim yalanlardan çok çok daha büyüktür. Peki, nedir bizi savaşa sürükleyen. Her savaş için farklı bir neden söylenmiştir değil mi? Her tarafın farklı bir idealı vardır. Herkes haklıdır kendisine göre. Bazıları ise ne için savaştığı bilmez, sadece emre itaat eder. Burada çok önemli bir şey çıkıyor ortaya. Herkesin sorması gereken bir soru: “Neden?”. Bu soru benim gözümde diğer sorulardan çok daha önemlidir. Bir insanın kendisini sürekli bu soru ile sınaması gerekir. Çünkü insan düşünmesi gereken bir varlıktır. Düşünmediğimiz zaman insan olamayız. Bu soru da düşünme yolundaki en büyük engeli kaldırır. Yaptığı işlerde bir neden aramayan insanların bir robottan farkı kalmaz. Peki ya “Savaş barıştır.”(1984, George Orwell) diye sloganı olan bir partinin yönetimine ne demeli? Savaşı barışla aynı tutmak ve bunu tüm insanlara inandırmak işlenebilecek en büyük suçlardan birisidir herhalde. İşte buradan da yola çıkarak bazı insanları kandırmak kolaydır. Birkaç kafası çalışan, gerçeği kavrayan kişiden kurtulduktan sonra işler çocuk oyuncağıdır. Ve işin kötüsü bu sadece bir bilim kurgudan ibaret değil gibime geliyor. Beynin yıkanması, mantığın yok edilmesi gerçekte de olması olağan şeyler. Yani insanı insan yapan şeylerden ayrılması. Sadece insan görünümlü bir et parçası, bir kukla haline getirilmesi. İşin en kötüsü de bu süreci anlayamamak ne hale geldiğini kavrayamamak. Savaş, aslında içinde olmadan anlaşılamayacak bir şey. Ne kadar kitap okursak okuyalım, ne kadar araştırsak araştıralım asla yaşamadan hissedemeyeceğimiz bir şey. Sizleri bilmem ama ben pek de hissetme taraftarı değilim. Oyunlarda, filmlerde gördüğüm; kitaplarda okuduğum yeter de artar benim için. Bugünlerde benim şansımdan mıdır yoksa çok sık rastlandığından mıdır metrolarda çalan gençlere pek çoğunuz gibi geçen günlerde ben de denk gelme fırsatını yakaladım. Genelde Ankara'da gideceğim bir yer varsa metro kullanmayı tercih etmemin yegane nedenlerinden biri bile sayılabilecek olan bu güzel dinletilerden size de bahsetme gerekliliğini duyuyorum. Hiç beklenmedik bir yer ve zamanda bu güzel dinletiyle ilk karşılaşışım aslında sıradan bir metro yolculuğuyla başladı. Yine bazı gençlerin kulaklıklarını takıp çoğununsa oturup yalnızca varacakları durağa kadar hayatlarını gözden geçirmelerine yarayan o muhteşem sessizlik içerisindeki gergin boşlukta, bir gitar telinden çıkan sıralı notalar herkesin kulaklarını muhteşem bir müzik ziyafetiyle doldurdu. Gelen güzel müziğin sahibini bulmak için yolcuların gözleri birer birer çevresindekileri taradı ve en sonunda siyah giyimli elinde gitarı sanki evinde söylercesine bir rahatlıkla gitarına eşlik eden kızı buldu. Belki de çok yoğun ya da kalabalık hayatlarının içinde kendini unutmuş hâlde yaşayan bu insanlara, müzik dünyada hâlâ güzel şeylerin yaşandığına dair bir umut kapısı açmıştı. Çoğu yabancı kızın söylediği şarkıları dinlerken ben de kulaklıklardaki müziğe ara verip kızı dinlemeye başladım. Öncelikle gitardan çıkan çıplak notalar metro vagonunun duvarlarını yankılı bir sesle doldururken sonra bu yalınlığa amatör müzisyenin sesi dâhil oldu. Söylediğişarkılarla her kitleden insana hitap etmeyi planlamış olan kız bilindik notalar üzerinde parmaklarını gezdirirken tüm yolcuların da dikkatini toplamayı başarmıştı. Kimisi yerinde sessizce dinlerken kimisi de kendi kendine mırıldanarak şarkıya eşlik ediyordu. Müzik zevkiniz ne kadar farklı olursa olsun sizi kendine çeken şarkılar arasında duraklar hızla akıp gitti. Kızdan dinlediğimiz bu küçük konser boyunca metroda da oldukça sıcak bir ortam oluşmuştu. Bilirsiniz özellikle son günlerde yaşadığımız fazlasıyla hararetli dönemlerden sonra toplumca bir paranoya herkesin içinde gizliden gizliye baş göstermişti. Bu bombacı mıdır acaba, yoksa şu adam beni kesip en yakın çöp kovasına atar mı gibi evhamlardan birbirimizi unutmuş ve insanlığımızı soğutmuştuk. Ama vagonun içinde yankılanan müzik bir an bütün bu evhamları bir kenara bırakıp aslında birbirimizden o kadarda farklı olmadığımızı yeniden hatırlatmış gibiydi. Zaten şahsen ben neden toplu taşıma araçlarında ya da toplu yerlerde insanların yüzlerine ifadesiz bir maske takıp ne diye öyle gezindiklerini hiçbir zaman anlayamayan bir insanım. Niye bir insan bir başkasından bir günaydın ya da iyi akşamlar gibi küçük mutlulukları saklar veya bir diğerinin yüzüne insani duygularını göstermekten bu denlisine korkardı? İşte o gün, o vagonda çalınan birkaç nota beni hem bunları düşünmeye iterken hem de aramıza koyduğumuz mahkeme suratlı taş duvarların o kadar da kalın olmadığını göstermişti. Sıkıcı ve tekdüze olan alışılmış yolculukları oldukça eğlenceli konvoylar hâline getiren bu gençleri ise kendilerine olan özgüvenleri ve bu müthiş yetenekleri için tebrik etmek lazımdı. Sonuçta eline bir gitar alıp, herhangi bir metroya atlayıp, duraktan durağa çalmak kulağa tam gençlikte yapılacak yeterince çılgınca ama bir o kadar da eğlenceli bir iş gibi gelse de herkesin cesaret edebileceği bir eyleme pek benzemiyordu. Bu dinleti bittikten sonra birkaç kere daha metroda farklı farklı amatör müzisyenlere rastladım. Genel olarak şarkı repertuvarları fazla değişmese de ( bilindik Karadeniz türküleri ya da son zamanlarda oldukça popüler olan slow şarkılar) o sessizlik duvarını aşıp ortamın havasını daha sıcak bir aile ortamına çeviren bu insanların emeklerini en içten dileklerimle takdir etmekten kendimi alamıyorum. Özellikle son günlerde toplumca yaşadığımız gergin dönemler ve insanların birbirinden gittikçe uzaklaştığı günümüz düşünüldüğünde bu gençlerin yaptığı müzik herkesi bağdaştırmakta çok önemli bir rol oynuyor. Müziğin evrenselliğini kullanarak hem insanların arasında sıcak bir atmosfer yaratıyor hem de şarkılarıyla kulağınızın pasını siliyorlar. Bu başka şehirlerde nasıldır bilmem ama benim şehrim Ankara'nın sevilesi yanlarından biri denebilir. Bu genelde insanlarının soğukluğu ve sertliğiyle nam salmış Ankara'ya gelen yabancılar için de oldukça güzel bir paradoks. Aslında bu şehrin insanı soğuk değil, eğer müzik terimleriyle söylemek gerekirse yalnızca doğru tellere dokunmayı bilmek gerek. Zihnimizdeki Engin Deniz “Çocukluğumuzda sahip olduğumuz en büyük güç nedir?” diye düşündüğümde hayal gücünün önemi her şeyden daha çok ağır basıyor. Bir gün prenses olup prensini aramayı, ertesi gün kovboy olup atını gün batımına sürebilmeyi sağlayabilecek başka ne olabilir ki hayatımızda? Gerçeği ilk önce hayal gücümüz yardımıyla var edebiliriz. Ancak daha sonra dış dünyaya aktarabilir ve bir gerçeklik oluşturabiliriz. Fakat hiçbir şey mükemmel olamayacağı gibi bu büyük gücün olumsuz bir yanı da, büyüdükçe hayal gücümüzün zayıflamaya başlamasıdır. Bence bu durum insanları, keskin bir bıçak gibi, hayal dünyasını geniş tutabilen ve hayal gücü zayıf olanlar olarak ikiye ayırıyor. Gün geçtikçe, hayal gücümüz zayıflama tehlikesiyle daha da fazla yüz yüze geliyor. Buna rağmen, hayal dünyası rengarenk, canlı ve muazzam zenginlikte olan insanlar da var. Geniş hayal dünyası kişisel özellik ve yeteneklerle çok yakından ilişkili olmasına rağmen, hayal gücümüz tozlu birer raf olmaya da mahkum değil tabii ki. Çevremdeki insanlardan yola çıkarak yapabileceğim gözlemlere dayanarak, hayal gücü zengin diye nitelendirebileceğim kişilerin belli başlı ortak yönleri var. En çok yaratıcılıklarıyla öne çıkan bu kişiler daha birçok açıdan kendilerini hayatta başarılı kılacak özelliklere sahipler. Yaratıcı oldukları gibi, estetik anlayışları da yüksektir. Bulundukları her ortamda, katıldıkları her aktivitede, yaptıkları her işte özgün kişiliklerini ortaya koyarlar. Özgünlüğü sağlayabilmek adına yalnız çalışmayı da tercih ederler. Çevreye karşı duyarlı ve empati kurma yeteneklerini oldukça geliştirmiş olurlar. Hayal gücü sosyal yönleri geliştirdiği gibi analitik düşünceyi de etkiliyor. Gözlem ve analiz gücünü yükseltirken akıl yürütebilme ve problem çözme yeteneğini de artırıyor. Bilgi çağının da artık yaratıcı ve hayal gücü geniş insanları değerli kılmasının nedeni bu yetkinliklerin daha ender olmasıdır. Hayal gücüme daralma imkanı tanımamak adına çok çaba sarf ediyorum. Bunu sağlayabilmek için, hayal gücü ve yaratıcılık üzerine yapılan araştırmaları ve yazılanları yakından takip etmeye çalışıyorum. Genel olarak hayal gücünün genişliği ve yaratıcılığın aynı yönde ilerlediği üzerine yapılan yorumlara alışık olduğumdan, bu konunun farklı bir bakış açısından yorumunu gördüğümde, okuduğum diğer yazılardan daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Zülfü Livaneli Konstantiniyye Oteli adlı kitabında bir hayli konunun üzerinde dururken beni ayrıntı sayılabilecek bir cümle uzun uzun düşündürdü. Ana karakterlerden Emre Karaca’nın aforizmalarını okurken hiç beklemediğim bir konuyu, hiç tahmin etmediğim bir perspektiften önümde buldum: “Hiçbir şeyden korkmayan kişinin hayal gücü yok demektir.” (Livaneli 299). İlk okuduğumda çok da fazla anlam içermeyen bu cümle üzerine düşündükçe derinleşmeye, benim için hayal gücüne farklı bir boyut kazandırmaya başladı. Korkularımızın kötü tecrübeler, travma gibi yaşanmışlıklara dayanan nedenleri olduğu gibi bilinmezlikler de korkuların başlıca sebebidir. Tüm yönleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir konuda kaçınılmaz bir şekilde hayal gücümüz devreye giriyor. Eğer yeteri kadar geniş bir hayal gücüne sahipsek bilinmezin sonucunda olması mümkün senaryolar üretip korkular geliştirmeye başlıyoruz. İnsanoğlunun eski çağlarda doğa olaylarını yanlış yorumlayarak doğaüstü nedenlere bağlaması hayal gücünün ilk örnekleri diyebiliriz bence. Insanlar, gök gürültüsü, deprem gibi olaylara bilgi eksikliği ve çaresizlik içerisinde olağanüstü anlamlar yüklemiştir. Fakat zamanla mantıklı açıklamalar ve bilgi birikimi ile hayal gücünün ürünü olan yorumlardan uzaklaşılması ana karakterin aforizmasını kanıtlar nitelikte olduğunu düşünüyorum. Günümüz dünyasında yoğun tempo ve rutin gündelik yükümlülükler arasında kayboluyoruz. Bu sırada, en önemi gücümüz olarak kabul edebileceğimiz hayal dünyamızın çiçeklerini sulamayı unutuyoruz. Fakat yaratıcılık gibi bilgi çağının aranan özellikleri ancak geniş hayal dünyası ve gelişmiş hayal gücü ile elde edilebilir. Bizim için bilinmeyenleri korkuya dönüştürebilecek gücü olmasına rağmen hayal gücünü geliştirmemek kişinin kendi zararına olacaktır. Ekin Bayram Kaynakça: Livaneli, Ömer Zülfü. Konstantiniyye Oteli. İstanbul: Doğan Kitap, 2015 Yiğit Abbas YILMAZ MEVSİMLERİN RUHU Günlük hayatımızdaki koşuşturmacalar arasında pek fark edemesek de mevsimlerin bizim üzerimizde pek çok etkisi vardır. O günkü hava durumu nasılsa, bir anda kendimizi o havanın bize hissettirdiği duygular içinde buluveririz. Örneğin o gün yağmur yağıyorsa, herkeste bir depresiflik ve içine kapanma, hatta tabiri caizse bir bıkkınlık sezilir. Her ne kadar hava durumunun veya mevsimlerin bizi etkileyemeyeceğini veya günlük yaşantımızı çok fazla değiştiremeyeceğini düşünsek de durum bunun tam tersidir. Yaşadığımız çevre her mevsimde farklı bir çehreye bürünürken biz de kendimizi bu duruma adapte olurken buluruz. Yeryüzü, her mevsimle birlikte bize farklı bir yüzünü gösterir. Kâh umut doludur, kâh üzgün ve karamsardır. Bazen de o da bizler gibi ne yapacağını bilemeyen, kararsız biri oluverir bir anda. Mevsimlerin belki de en umut dolusu ve iyimseri olan ilkbahar, bizi çiçek açan ağaçlarıyla, yemyeşil ve tomurcuklanmış yapraklarıyla neşe içinde karşılar, hatta tüm sevecenliği ve neşesiyle bizi kucaklar. İlkbaharın bu pozitif enerjisi ister istemez biz insanları da etkiler ve bir anda hayata olumlu bakan, gelecekle ilgili iyimser düşüncelere sahip olan ve çevresine daima neşe saçan insanlar olup çıkıveririz bu güzel mevsimde. Rengârenk çiçek açmış ağaçlar bize yaşamanın güzelliğini, doğanın akılalmaz çeşitliliğini ve canlılığını hatırlatır. Ancak her mevsim, zamanı geldiğinde biter ve o geçiş dönemlerinde kararsız bir yapıya bürünür. Sabah hava çok güzel ve güneşliyken, aynı günün akşamı şimsekler çakıp yağmur yapabilir. Mevsim geçişlerinde bu kararsızlık ve dengesizlik elbette biz insanların yaşantısını da etkiler. İlkbahar da bu duruma üzülerek bir an önce görevini yaza devretmek ister aslında. Böylece mevsimlerin en rahatı ve belki de en tembeli yaz giriverir hayatımıza. Çoğu insanın tatil dönemine denk geldiğindne ve havalar çok sıcak olduğundan yaz da bu duruma ayak uydurur, tatilin tadını çıkarır ve bize güneşli, eğlenceli, biraz da uçarı yanını gösterir. Son iki mevsim ise ilkbahar ve yaza göre daha içine kapanık ve depresiftir. Sonbahar geldiğinde, yapraklar sararmaya ve dökülmeye başlar. Âdeta evren yaşlanmaya başlar ve yaşlanmayı hazmedemeyerek kızgınlığını, küskünlüğünü ve öfkesini bize yağmurlarla ve fırtınalarla gösterir. Ancak, bence sonbahar mevsiminin de kendine özgü bir güzelliği vardır. Her ne kadar bize öfkeli yüzünü göstermiş olsa da bu durum geçicidir ve kış geldiğinde mevsimler de bize huzurlu, sakin ve babacan yanlarını göstermeye karar verirler. Çünkü artık yaşlandıklarını kabul etmişlerdir ve bu durumla barışık olmayı öğrenmişler ve ruhu olan her varlık gibi onların da yaşlanabileceğinin bilincine varmışlardır. Kar yağarken, insanların içi o mükemmel beyazlık sayesinde huzurla dolar. Kış mevsimi bize âdeta yaşlanmanın çok doğal bir süreç olduğunu ve yaşamımızı huzur ve barış içinde geçirmemiz gerektiğini hatırlatır. Kış geldiğinde, ağaçların yaprakları dökülmüş olabilir, çiçek açmıyor olabilirler ancak yine de içleri umutla ve huzurla doludur. Çünkü her sene olduğu gibi bu mevsimin de geçici olduğunu bilirler ve sabırsızlıkla ilkbaharın gelmesini, yeniden o rengârenk ve capcanlı hallerine kavuşmayı beklerler. Mevsimlerin hiçbir zaman aynı kalmaması, bize de hayatımızda hiçbir şeyin daima stabil kalamayacağını, hatta tam tersine bazen değişikliğe ve yeniliğe ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. Durum böyleyken evrenin bizim iyiliğimiz için çalıştığı, yaşadığımız çevreyi daha güzel ve huzurlu bir yer haline getirmek için uğraştığını anlarız. Mevsimler de evrenin bu işleyişine ayak uydurarak biz insanlara bazen neşeli, bazen üzgün yanını gösterir, ancak her zaman bizi düşünürler ve bizim kendilerine rahat bir şekilde ayak uydurmamızı sağlamak için ellerinden geleni yaparlar. Biz insanlar da evrenin bu işleyişine ve mevsimlerin değişimine ayak uydururuz ve duygu, düşünce ve hissiyatlarımız mevsimden mevsime değişiklik gösterir. Ali Suvarioğulları ZOR DA OLSA DEVAM ETMEK Hayatımızın büyük bir kısmı zorluklara göğüs germekle geçiyor. Yaşımıza, yaşadığımız yere ve hayata göre öyle durumlar çıkıyor ki karşımıza, bazen çoğumuz çıkmazda kalıp umutsuz hissedebiliyoruz kendimizi. İçten içe o zorluğu aşabileceğimizi bilsek de bunun ne zaman olacağı, nasıl ve hangi koşullar altında olacağı soruları yiyip bitiriyor bizi. Kendime gelecek olursam, kısa zaman öncesine kadar, başıma gelen en küçük olay bile beni çabucak umutsuzluğa sürükleyebiliyordu. Çoğu kişinin basit olarak nitelendirebileceği durumlar, bana dünyanın en büyük zorlukları gibi geliyordu ve zamanımın büyük kısmını bunları düşünmekle geçiriyordum. Bazen de, her ne kadar bunların geçici sıkıntılar olduğunu ve emek harcarsam aşabileceğimi bilsem de, kendimi bir türlü motive edemiyor ve mutsuzlukla geçiriyordum günlerimi. Ne zaman ki bu zorlukların bize deneyim veren durumlar olduğunu anladım, o zaman onların üstesinden daha kolay gelmeye başladım. Olumsuz olayların hayatıma kattığı zorluklarla daha kolay mücadele etme sürecim Ali Lidar sayesinde başladı diyebilirim. Alengirli Şiirler kitabının “Kışa Rağmen Koş!” şiirinde çok güzel iki mısra vardı: “Kışa rağmen durma koş dökülsün son gazeller/ Eteklerinde artık taş yerine kar topla” (60). Şiir kitaplarının üzerimde etkisi her zaman yadsınamayacak kadar çok olmuştur, ama bu dizelerin yeri bende çok başka… O kadar umutsuz bir anımda okudum ki bu şiiri, beni hayatım hakkında düşünmeye ve üzerine kafa yorup zorluk sandığım olayları yeniden gözden geçirmeye itti. O aralar problemim, bir dersimden aldığım düşük nottu. Günlerdir bunun hakkında ne yapacağımı, ikinci sınavdan da düşük alıp dersten kalırsam ne olacağını, aileme nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. Sonra bu şiiri okudum ve “hayat devam ediyor” dedim. Artık üzerinde bir etkim olmayan bir durumun, gelecekte sebep olabilecekleri üzerine bu kadar kafa yormak yerine, bunu nasıl düzelteceğim hakkında düşünüp, düzeltmeye çabalamalıydım. İkinci sınavımın düşük olmasından korkmak yerine o sınava çalışmaya şimdiden başlamalıydım. Çaba göstermeden geleceği düşünmemin, bugünüme hiçbir faydası yoktu. Bense oturmuş günlerdir, başarısız olduğum bir sınav hakkında ne yapacağımı düşünüyordum. Buna kafa yorarak saatlerimi harcadığım o beş günde çalışsaydım, birçok eksiğimi kapatmış olurdum. Olumsuz bir şey oldu mu, bütün odağım o oluyor ve geriye kalan her şeyi bir anda unutuveriyordum. Kaygılı bir insandım yani, belki dünyanın yüzde doksanının sorun etmeyeceği şeyleri olması gerekenden fazla düşünüp beynimi yoruyor, vaktimi boşa tüketiyordum. Bütün bunları anlamamı da, ciddi anlamda bir şiirin iki dizesi sağladı. Belki de bilinçaltımda hep bildiğim ama kabullenemediğim bir gerçeği başka birinden duymak bana iyi geldi, bilemiyorum. Fakat bu şekilde bir uyarıya ihtiyacım varmış. Kendimi toparlamaya ve bundan sonra sorunlarım için üzülmeye değil, onları çözmek için çabalamaya karar verdim. Çok basit bir örnek üzerinden açıklamış olabilirim, ama hayatımın geriye kalanında hep aklımda olacak bir ders aldım. Ortalama yetmiş yıllık bir ömür yaşıyoruz ve dert edinip kafa yorduğumuz her şeyi belirli bir süre zarfı içinde unutuyoruz. Yarın bir gün unutacağımız bir şeyi düşünmek için kıymetli vaktimizi harcayıp kendimizi yormak hem bedenimiz hem zihnimiz için çok zor. Kendimizi bu olayın tekrarlanmaması için geliştirmek, bu olayı bir deneyim olarak görmek ve düzeltebileceksek durumu düzeltmeye çalışmak varken, değiştiremediğimiz durumlara takılı kalmak için hayat çok kısa. Bir alanda başarısız mı oldum? Olsun, bu benim yolumda bir engel olmamalı. Tüm engellere rağmen bunları aşmak için bir yol bulup yoluma emin adımlarla devam etmeliyim. Kışa rağmen durmamalı, koşmalıyım! Kaynakça Lidar, Ali. Alengirli Şiirler. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015. Kitap. Zerdali Ağacı Daha ufacık bir çocukken oynamak için çok fazla bir seçeneğimiz yoktu. Arkadaşlarımız bizim oyuncaklarımız, bahçelerimiz ve sokaklarımız ise bizim oyun alanlarımızdı. Çocukluğumun bir kısmı şehirde, bir kısmı ise köyde geçmişti. Şehirde geçen zamanım çok zevkli olsa da köyde geçirdiğim zamanlarım paha biçilemezdi çünkü çok geniş bir oyun alanımız vardı. Bütün çocuklar hiç bir kavga, kıskançlık olmadan vaktimizi geçirirdik. Gece vakti dışarı rahatça korkmadan çıkabilir, gün ağarana kadar saklambaç oynayabilirdik. Ailelerimizin gözleri arkada kalmazdı. Kendimizi kaybederdik âdeta saklambaç oynarken. Saklambaçta ebe olan arkadaş, herhangi birini başkası zannederek sobeler ise ‘çamlak çömlek patladı’ diye bağırırdık köy camiisinin önünde, tekrar başlardık oynamaya. Sırf çamlak çömlek patlatmak için bütün saklanan arkadaşlar hırkalarımızı birbirimize verirdik ki ebe bizi hırkanın sahibi sansın. Dedelerimiz yatsı namazından çıkar, bize tatlı tatlı sataşırlardı. Yerlerimizi ebeye söylerlerdi. Bütün köy koca bir aile gibiydik kısacası. Kocaman bir bahçemiz vardı, köyün bütün çocukları ile arada sırada bizim bahçemizde piknik yapar ve oyunlar oynardık. Koca bir zerdali ağacımız vardı bahçede. Oldukça yaşlı olan bu zerdali ağacına yıllar önce yıldırım düşmüş ve yarılmıştı. O günümüzde kalaslar ve çiviler ile yapılan ağaç evler gibi, doğal olarak şekil almıştı babacan ağacımız. Babacan diyorum çünkü çocukluğumuzda bizi hep kucaklardı, yaramazlıklarımıza ses çıkarmayan yaşlı bir dede edası ile kavuklarının arasında zıplayıp oyunlar uydurmamıza izin verirdi. Asker olurduk, ağacımız bize siper oluverirdi. Pilot olurduk, bu sefer uçağımız oluverirdi. Hayallerimizin en büyük destekçisiydi o konuşamayan ağaç. Evlerimizden küçük kilimler getirir sererdik içine oturabilmek için. Gölgesi bizi kavurucu yaz sıcaklarından korurdu. Bazen kendimizi kaybeder sabahın en erken saatlerinden, gecenin en geç saatlerine kadar sohbet ederdik ağacın içinde. Ağaç, köyün neredeyse tamamını görebilmemizi sağlayacak yüksekliğe sahipti. En tepesine her zaman ‘gözcü’ görevine bir arkadaşımızı koyardık. Başıboş gezen köpekler geldiğinde gözcü arkadaşımız haber verirdi bize, hemen ağacımıza sığınırdık, korurdu bizi. Bir dalına ise salıncak yapmıştık, birkaç metre halat ve iki adet yastık il , sıra ile sallanırdık salıncağımızda. Bazen daha arkadaşlarım gelmeden kitabımı alır giderdim ağaca, hem onu dinlemeye çalışırdım, hem büyük bir keyifle kitabımı okurdum. Belki de bu kadar kitap okumayı sevmemin sebebi, o ağaçta kitap okurken aldığım tarif edilemez keyiftir. Köyden her ayrılacağımız zaman koca bir kova suyu gider dökerdim dibine. Belki yetmezdi ona bir kova su ama benim içim biraz olsun rahat ederdi. Sonraki her gelişimde koşarak ‘’yerinde mi acaba?’’ diye bakmaya giderdim. Şimdilerde içim acısa da o zamanlar ehemmiyetini anlamadığımdan bana oldukça eğlenceli gelen bir olayı anlatmak isterim. Köyün imamının çocuğu Mehmet, birgün elinde küçük bir meyve bıçağı ile geldi bahçemize. ‘’Hadi ismimizi zerdali ağacına kazıyalım, yıllar sonra geldiğimizde isimlerimizi görür bu günleri hatırlarız’’ dedi. Yaklaşık 10 – 15 çocuk sıra ile aldı eline o bıçağı ve kazıdık isimlerimizi ağaca. Aramızdaki en beceriklimiz olan Ufuk, Günalan ( köyümüzün adı) hatırası yazısını kazıdı isimlerimizin hemen altına. Şu anda 21 yaşında, hayatımı düzene koymuş bir yetişkin olarak, zaman zaman köyü ziyaret eder çocukluğumu, anılarımı hatırlar hüzünlenirim. Çocukluğumun en büyük hatırası olan zerdali ağacı ve içine kazıdığımız isimler hâla o özlem duyduğum hatıralarımdaki gibi sapasağlam durmakta. Umarım zamanı geldiğinde çocuğumun da böyle güzel hatıralara sahip olmasını sağlayacak bir zerdali ağacı olur ve o da aynı dileği kendi çocuğu için diler… Ahmet Faruk Saz Vefanın Sıcaklığı Yaz sıcağının kavurduğu Antalya’da o gün yaptığımız hazırlık Alzheimer hastası olan aile büyüğümüzü ziyaret içindi. Vefa duygusu ile yola çıkan grubun sessizliğinin sebebi belki de geçmişten gelen anılarda kaybolmalarıydı. Yolda giderken onun bizi artık hatırlayamadığını ve tanıyamadığını düşününce yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirdi. Ömrümüzün bu anına kadar olan yaşanmışlıklarımızın içinde biriken iyilikleri yad ederek kara gün dostu olma sırası bizdeydi artık. Hepimizin başka anılarını paylaştığı koca çınarın bizlere yaptığı iyilikler onu yalnız bırakmamıza izin vermiyor, ismi anılınca yüzümüzde tebessüm beliriyordu. Ömer Amca hepimize emeği geçmiş yüz yaşına yakın koca bir çınardı. Yanına gelince ona sarılıp ellerinden sıkıca tuttum. Bana derin denizlerde kaybettiğini bulacakmış gibi baktı. Durdu, düşündü. Yüzündeki mahcup ifadeden anlamıştık bizi yine hatırlayamadığını. Kahvemiz bitince asra yakın zamanı görmüş gözleri sevgiyle ışıldadı. Onun yanından ayrılırken vefa duygusunun verdiği huzur ve sıcaklık yüreğimi sarmıştı. Asırlık çınarları gülümseten, dostluğun asaletine inanarak verilen emeğin sonucu olarak gönülden yapılan ikramdır vefa. Günümüzde az hatırlansa da bazen unutulsa da dostluk, sevgi ve hatır gibi değerlidir vefa. Hızla ilerleyen zaman makinesinin taşlarının öğütemediği, tozlu raflara kaldıramadığı bir duygudur. Çınar Ağacı filminde ömrünü evlatlarına adayan bir annenin vefayı kalbi yoruluncaya kadar görememesidir bana tüm bunları düşündüren. Kaybolmasın, hatırlansın, dostlukları sağlamlaştırsın istediğim için vefayı ve vefakârlığı yazmak istedim. Görülen iyilikleri unutmayarak aynısıyla veya daha güzeliyle karşılık verip kişinin kendisinin karşılık beklememesidir vefakârlık. İnsanlar arasında vefa yaygınlaşırsa toplumda güven ve huzur artar. Vefakâr insanlar dostluklarında sebat eder ve sözlerini yerine getirirler. Halden anlayarak söyletmeden yardıma koşmayı bilirler. İnce ve latif bir cevher olan dostluklarında kıymet bilirler. Bu kadar güzel değerleri içinde barındıran vefa, sadece dostlara değil, diğer milletlere ve geçmişe de duyulur. Ömer Amca, bizi hatırladığı zamanlarda cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk ve arkadaşlarını büyük bir gururla anlatıp onları hayırla yad ederek bize de geçmişe vefa duymayı öğretirdi. Vefanın en güzel örneklerinin yaşandığı Kurtuluş Savaşı’nda, Atatürk’ün bakanlarından olan Dr. Rıza Nur, hatıralarında, Hindistan Müslümanları’nın gönderdiği para ile ordunun ihtiyaçlarının karşılandığını yazar. Aynı dönemde Pakistan’dan gelen bir buçuk milyon sterlin Ankara Hükümeti’nce Büyük Taarruz’un mali kaynağı olarak kullanılmıştır. Pakistan ve Hindistan Müslümanları’nı yardıma sevk eden duygu, Osmanlı Devleti döneminde Türk milletinden ve devletinden gördükleri iyiliklerdir. Milletlerarası vefayı gösteren bu yardımları, Türk milleti de unutmayarak her iki ülkeye de zor anlarında yardım etmiştir. Bunlar bize vefanın milleti, dili ve ırkı olmadığını gösterir. Bir diğer güzel vefa örneğini ise yakın zamanda Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen bilim insanı Aziz Sancar, bu ödülü kazandığında yaptığı açıklamalarda kendisine ilk tıp eğitimini veren anavatanı Türkiye’ye ve Türk milletine minnettar olduğunu belirterek göstermiştir. İnsanı yücelten değerler içinde yer alan vefa duygusunun kaybolmaması için emek vermek, özen göstermek, sebat etmek, karşılık beklememek gerekir. Vefakâr insan, içinde kışın ayazında esen bir fırtına kopsa da, yüreğindeki yara sızlasa da, dost bildiklerini sırtında taşırken gülümseyebilendir. Üstüne dostun oturduğu taşın altında eli dururken onun hatasını küçük görüp elinin acısını ona hissettirmeyendir. İnsanı yücelten ve erdemli kılan duygulardan birisi olan vefayı kaybetmediğimiz sürece değerimiz artar. İyiliğini, yardımını gördüğümüz insanlara ve varlıklara karşı kalbimizde oluşan bu duygu, bizi pusulasını şaşırmış gemiden kurtarıp diğer insanlarla beraber, değerlerimiz ile yaşamamızı sağlar. KAYNAKÇA Çınar Ağacı. Yön. Handan İpekçi. 2011. Bursa, Türkiye: BKM Film, 2011. DVD. Ceren GÜVEN Güzellik Algısı Sorunsalı Güzellik nedir? Bazılarına göre dışı güzeldir bir insanın, bazılarına göre ise içi. Kimisi güzel bir çift göze hayran kalır, kimi ise dudaktan çıkacak birkaç anlamlı kelimeye. Peki hangisi doğdudur güzelliği tanımlamak için; hepsi mi yoksa hiçbiri mi? Aslına bakarsanız tanımlanabilir mi güzellik tam olarak? Bu dillere destan olmuş kelimenin var mıdır bir somut kavramı? Mesela benim için kalbin sıcaklığı ya da içten bir gülüş yeterlidir bir insana güzel demek için. Ama bir yandan da başka bir insan için hiçbir şey ifade etmez belki benim düşündüklerim. Peki bu durumda ne kadar doğrudur insanlara güzellik kavramını biçmek. Bir insanın beğenmediğini diğeri beğeniyorsa o insana güzel diyebilir miyiz? Ya da hakkımız var mıdır bir insana güzel veya değil demek için. Ne yani güzel demediğimiz bir insan çirkin midir? Eğer bir insan güzellik kriterlerimize uymuyorsa çirkin midir ya da kötü müdür? Değildir tabii ki de demek isterdim ama biz yani insanlar bazen acımasız ve nankör olabiliyoruz diğerlerine karşı. Mesala davranışlarını beğenmediğimiz bir insana karşı oluşturduğumuz önyargı kötülük değil midir aslında? Evet belki bunu kötülük için yapmıyoruz yada kimseyi kırmak değil amacımız ama karşıdaki insan biraz bile olsun anlarsa ona ön yargılı olduğumuzu ne hisseder? Açık yüreklikle söyleyebilirim ki ben hiç iyi hissetmem, biraz incinirim belki biraz üzülürüm. İşte tam burada empati devreye giriyor aslında benim için. Hemen diyorum ki ön yargılı davranmamalıyım belki beğenmediğim yönlerinin yanında bir çok güzel yönü de vardır. Belki beni daha iyi bir insan bile yapabilir diye düşürüm hep. Benim için bu olayın canlı örneği ise şuan dostum dediğim insandır. Onu ilk gördüğümde çok büyük bir önyargı oluşmuştu bende. Onun çok burnu havada bir insan olabileceğini düşünmüştüm. Ama gelin görün ki onu tanımaya başladıktan sonra bütün önyargım kalktı ortadan. Şimdi kesinlikle diyebilirim ki onun varlığı beni çok daha iyi bir insan yapıyor. İşte bu olay, karşıdaki insanın bir çok güzelliğini görmemi sağlar çoğu zaman. Aslına bakarsanız biraz da toplumumuzun hatası insanlara karşı ön yargılı olmak ya da güzellik derecelerine göre değerlendirmek onları. Keşke herkesi sadece insan oldukları için sevebilsek, önyargılarımızdan arınabilsek belki o zaman kimse zorlamaz kendini daha güzel olmak için ya da daha güzel konuşmak için. Kimse numara yapmaz belki de daha çok öne çıkmak için. Çünkü bilirler ki onları sadece kendileri oldukları yani bir insan oldukları için seveceklerini. O zaman belki de herkese güzel deriz çünkü herkesin vardır güzel bir tarafı. Belki bir gülüş, belki bir bakış, belki de birsöz. Sorsak mesela bir insana güzellik nedir diye? Belki bugün mavi gözler der, peki yarın aynı şeyleri söyleyebilir mi? Ben hiç sanmıyorum. Benim için güzellik sürekli değişen bir kavramdır. Benim için güzellik, güzel bir gülüştü dün ama şimdi bugün karşılaştığım o tatlı amca sayesinde tatlı bir çift söz oldu bir anda. Belki de yarın çok farklı bir özellik olacak. Bu insan doğasında olan bir özelliktir. Bir fikrin çok çabuk değişmesi sadece insanlara özgüdür. Bu bile bir güzellik değil midir aslında? Düşünsenize bir sürü şeyi sevebiliriz bir sürü şeyden hoşlanabiliriz belkide. Ve bu sadece bizim düşüncemiz olur başka kimse karışamaz. Bu satırları yazarken bir kez daha düşündüm güzellik nedir diye? Ama kesin bir yargıya varamadım yine. Çünkü bence güzellik herkese göre değişebilen, çok farklı algılanabilen bir kavramdır. Halil Cibran'ın çok güzel bir sözü var beni bu konu hakkında düşünmeye iten; "Çirkinlik diye bir şey varsa o da, gözlerindeki önyargılı ölçeklerdir". Bu güzel cümleden yola çıkarak diyorum ki güzellik kavramı belirli kalıplara sokulmamalıdır, güzellik herkestir, herkese göredir, kendine özgüdür yeter ki karşımızdaki insanı öryargısız değerlendirebilme cesaretini gösterebilelim. Önyargılarımızdan kurtulabilirsek eğer bir gün, inanıyorum ki bir güzel söz yetecek ondan sonra. ROXANE OLMAK ZOR “Ne yapmak gerek peki?” (Rostand) Tüm benliğinle dünyada yer edinebilmek mi yoksa gururunun derinliklerine sinip kendini gizlemek mi? Cyrano gibi bir aşık olmanın, aşkı için kendi duygularını hiçe saymanın anlamını kavramak güçtür. Peki ya aşk, Cyrano’nun kendini hiçe saydığı kadar yüce bir duygu mudur? Çirkin bir burnun bütün güzel duygulara mani olabileceğine inanmak güçtür. Koca bir kalbin yanında küçük bir kusurun yaşanabilecek tüm güzel anlara engel olması, gerçekler gün yüzüne çıktığında ise artık her şey için çok geç olması… Büyük bir ikilemin kapısını açar Cyrano. Güzellikle aklın sonsuz çatışması, kazananın belli olmadığı o zorlu yarış… Kendi duygularımızın başka bir bedende yaşaması, bize ait olan kelimelerin başka birinin dilinde hayat bulması ve gerçek sandığımız hislerin avuçlarımızın içinden kayıp gitmesi sevginin yüceliğini perde arkasında bırakır. Yaşanacak tüm güzel anlar ertelenir farkında olmadan. Bazen yetersiz kalan bazen ise her duyguya, düşünceye tercüman olan sözcükler bir kalbi çarptırabilecek kadar güçlüdür. Acı olan ise gerçek olan sözcüklerin görünüşün altında gizli kalmasıdır. Güzellik kimin nasıl gördüğüyle ilgilidir. Asıl mesele nasıl bakacağını bilmemektir. Sözcükler olmadan güzelliğin anlamsız olduğu anlar vardır ve bu anları yaşamak isteyen cesur insanların, çetin duygular karşısında zaaflarından utandığı zorlu zamanlar... Kelimeler ise en güzel aynadır bakmayı bilen için. Hepimiz farklı senaryoların başkahramanlarıyız. Özel kelimelerimiz, kurmaya çalıştığımız güzel cümlelerimiz var aslında. Kimimiz kaybeden, kimimiz defalarca düşen, kimimiz seven ama sevilmeyen ya da sevmeyi bilmeyen... Bazıları korkak, bazıları ise sesini duyurmak için sonsuza kadar bağıracak... Kendi çirkinliğimizin arkasına saklanmak ne kadar doğru? Belki dünyada ki tüm kötülüklerden daha güzeldir yüzümüz. Başka bir mevsimdir, başka bir iklimdir ve aslında her insan yeni bir renktir. Baktığımız yüzle duyduğumuz sesin bir olmaması korkutur elbet. Zordur gerçek sevginin kaynağının hangisi olduğunu anlamak. Sevginin yüceliği karşısında şapka çıkarır tüm duygular. Bilse sevgili gerçeğin yüzde değil gönülde olduğunu, aşk acı çekmekten öte yaşanılması gereken bir duygu olur çıkar karşımıza. Roxane bile yazılan mektuplara, Cyrano’nun kelimelerine aşık olmuştur fark etmeden. Söylenen sözler olmadan, duygular dile getirilmeden anlamsızdır tüm sevgiler. Yüzyıllardır çoğu aşığın en büyük dostudur edebiyat belki de, ya da dünyada var olmanın, gerçekten insan olmanın temelidir. Yeni notalarla kendi şarkını yazmak ve kulak vermektir müziğin ritmine. Notalarda dans etmeye çağrıdır kim bilir belki de. Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek de zor. Ama kim ister kayıp duygularla yaşamayı, sevdiğin insanı son nefesinde tanımayı? Kaybetmeyi göze alamağımız duygulara sahip çıkamayacak kadar korkak olmak, sesini duyurmak için çabalamak ama her şeye rağmen susmak... Herkes hayatında bir kez teslim olmak , karşılıksız sevildiğini bilmek ister. Sonsuz güven duygusunun içinde kaybolup, kim olduğunu nerede olduğunu unutmak ve kalbinin sesini dinlemek ister belki de sadece. Ya da kimsenin beğenmediği yüzü beğenecek birini arar insan. Herkesin görmediğini gören ve duygularını hakeden birini... Cyrano’nun kötü saatleri vardır. Kendini çirkin hissettiği kötü saatler... Aşkını içinde yaşar ve bilse bile gerçekte Roxane’nın kalbinin kendisine ait olduğunu, koca burnunun, gururunun arkasında saklı kalır yaşanmamış tüm güzel anlar. “ Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil, Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.” (Rostand) Sonsuzluk duygular için yetersiz bir kavram. Beden ayrılsa bile ruhtan, yaşamaya devam eder tüm güzel duygular. Başı boş gezen ruhlar, sahip çıkar yarım kalan sevgilere. Geride kalan en büyük tesellidir bu sevmeyi bilene. Ama yine de Roxane olmak zor, Cyrano’yu bulmak zor... Herkesin içinde var aslında bir Cyrano. Kiminin burnunda kiminin açılmayan gözlerinde kiminse duymayan kulaklarında, tutmayan bacaklarında. Çünkü var herkesin bir zaafı kimsenin görmesini istemediği, ömrünün sonuna kadar gizlemeye yemin ettiği. “Varsın boyun olmasın bir söğüt kadar. Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?” (Rostand) Herkesin hayatında var aslında bir Roxane. Sonuna kadar bağlandığı, yarım kaldığı, yarım bıraktığı... İşte bu yüzden Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek zor. Kaynakça: Cyrano De Bergerac. Edmond Rostand. Yön. Işıl Kasapoğlu. Çev. Sabri Esat Siyavuşgil. Cüneyt Gökçer Sahnesi. Ankara. “Cyrano De Bergerac (1950)” replikler.net y.y. 8 Haz. 2011. Web. http://www.devtiyatro.gov.tr Irmak KOCABAY 21602475 Hiç Değişmeyen Toplum Günün bütün yorgunluğunu atıp sakin ve romantizm barındıran bir film izleyeceğinizi düşünürken, aksine birden içine girdiğiniz diyaloglarla kendinizi toplumsal eleştiriler içinde bulduğunuz bir başyapıt Gün Doğmadan. “Buradan 300 kilometre ötede insanların ölmesi, kimsenin bu konuda ne yapacağını bilmemesi ya da bu konuyu umursamaması beni deli ediyor.” Celine’in tramvayda Bosna Savaşı’na atfen kullandığı bu sözler, 1995 yılından bu yana toplumda aslında hiçbir şeyin değişmemiş olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Kendisine ait olmayan sorunlara karşı kayıtsız kalan, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir hayatı sorgulamadan yaşayan bireyler… Şimdi belki 300 değil ama 1000 kilometre uzaklıkta tansiyonu düşmek bilmeyen bir coğrafyanın ortasında acımasız bir savaş devam ediyor. Günışığı görmemiş, özgürce ve doyasıya koşamamış çocukları olan bir coğrafya. Onlar kendilerine sığınacak bir yer, bir yurt ararken; biz sımsıcak evlerimizde, ailecek yediğimiz akşam yemeklerinde onlara sadece televizyon karşısında acımakla yetiniyoruz. Belki gerçekten ne yapacağımızı bilmiyoruz ya da gerçekten umursamak istemiyoruz. Ne yazık ki 21. yüzyılın insanları olarak insanlıkta gelebildiğimiz nokta buradan fazlası olamıyor. Sonra savaşın 21. yüzyılda aldığı başka bir şekline kendi sokaklarımızda şahit oluyoruz. Olmadığı söylenen bir savaşın figüranları olarak harcanıyoruz. Çünkü bugün şehirlerin göbeklerinde, hava limanlarında, otobüs duraklarında; içinde bombalar patlatılan bir yılın sonbaharındayız. Her bir sabahına yeni ölüm haberleriyle uyandıkça tepkisiz kalmaya başladığımız; ölümün istatistiksel bir öge haline geldiği zamanların. Ardı ardına patlayan bu bombaların aslında, masum insan bedenlerinden çok insani değerlerimizi paramparça ettiği bir kaos ortamındayız. Buna karşın ne bir mücadele ne bir başkaldırı söz konusu hayatlarımızda. Mücadele edemiyoruz. Mücadeleyi kime karşı yapacağımızı bilmiyoruz. Çünkü kimin iyi kimin kötü neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulamaktan aciziz. Medyanın bize dayattıklarını kabullenmekle yetiniyoruz. Kendi doğrularımızı seçemediğimiz sürece kazanamayacağımız bir savaşın piyonları olmaktan fazlası olamıyoruz. Toplumda derin yaralar açan, bizi gün geçtikçe daha da ayıran sorunları görmezden geliyoruz. Farklı seslere tahammül edemiyoruz. Farklı bir ses olmuyoruz, olamıyoruz. Kalıplara sığınıyor ve kendi fikirlerimizi değil söylemeyi düşünmekten bile çekiniyoruz. Ve bu da bizi iyiden iyiye sıradanlaştırıyor, "aynılaştırıyor". “Babam hayalperest tutkularımı sürekli olarak paraya odaklı mesleklere dönüştürüyordu.” Celine’in bu isyanı bize hiç de uzak değil. Bize büyüyünce ne olacağımız sorulduğunda hep bir meslek adı söyleme zorunluluğu hissettik. Bu mesleklerde kimimiz doktor kimimiz öğretmendik. Sonra bu meslekler daha çok para kazananlarla değişti mimar, mühendis, avukat oldu belki. Ancak doğru cevap asla verilmedi: Mutlu olmak. Herkesin asıl istediği mutlu olmakken neden cevabı başka yerlerde arama ihtiyacı hissettik? Hayallerimizi yaşamak mutlu olmaya yettiği sürece neden daha fazla para kazanmayı bir kriter haline getirdik? “İnsanlar sürekli teknolojik aletlerin ne kadar harika olduğundan, bize daha fazla zaman kazandırdığından falan bahsediyor. Kazanılan zamanı kullanamadıktan sonra ne önemi var ki… Mesela ben kimsenin “bilgisayar işlemcim bana zaman kazandırdı şimdi bir zen manastırına gidip biraz takılacağım.” dediğini duymadım.” Jesse’nin teknolojiye karşı tutunduğu bu tavır 90’lardan kalma olsa da günümüze çok daha net uyarlanabilir. Akıllı telefon çağının ulaştığı son noktada, elimizden düşmeyen bu aletler; hayatımızın bir parçası olmaktan çok hayatımızın ana yaşam maddesi olmaya başlıyor. Telefonu yanında olmadan nefes dahi alamayacağını söyleyen gençlerin bulunduğu bir dönemde daha da içimize kapanıyoruz. Tüm samimiyetimizden ödün verip daha mükemmeliyetçi olma yolunda narsistleşiyoruz. Sosyal medya hesaplarının bizi nasıl yönettiğine şahit oluyoruz. Böylelikle akıllı telefonlarımız bizden daha akıllı olmaya devam ediyor. İşte böyle karamsar bir toplum eleştirisi, tarihi Viyana sokaklarının görkemli ev sahipliğiyle eşsiz bir fikir şölenine dönüşüyor. Filmin beklenenin aksine romantizmi bir amaç değil araç olarak kullandığını açıkça gözlemlerken gün hiç doğmasın ve keyifli sohbet hiç bitmesin istiyorsunuz. Güneş tüm kızıl ve turuncu tonlarını yansıtırken şehrin üstüne, saatler önce birbirine tamamen yabancı olan iki kişinin duygusal vedasının bir parçası da siz oluyorsunuz; Yüzünüzde saf ve umut dolu bir gülümsemeyle. Kaynak Linklater, Richard. Gün Doğmadan. 1995. Columbia Pictures. DVD. Sena Özyapı Ecem Başak Albayrak, 1 CEVABINIZI ESİRGEMEK İSTEMEYECEĞİNİZ O AN Küçümsemekten utanacağım hayal gücünüzle kendinize bir oda yaratın. Kocaman olsun. O kadar kocaman olsun ki duvarları süsleyeceğiniz her bir eser hayal gücünüze daha da tapınmanızı sağlasın. Her bir eserinizi nefesini tutarak gözlemleyin. Hissediyor musunuz? O heyecanı, duygu birikimini, dolup taşmışlığı hissedebiliyor musunuz? 13 Şubat 2016 sabahında ben çok iyi hissettim. Nasıl mı? Yılda bir kez, Ankara ATO Congresium’da gerçekleşen 2. ARTANKARA – Çağdaş Sanat Fuarı bu güzel hisleri kalbime serdi. Sanatı, insanlığın müthiş büyüsüne kapılmış olan insanları ağırlayan bu fuar, birçok sanatçıya da ev sahipliği yaptı. Aynı zamanda hem sanatçının hem de ziyaretçilerin bire bir tanışmalarını sağladı. Ziyaretçiler âdeta sanat eserleri karşında kendilerindeki yeni benliklerini keşfettiler. Fuarın ambiyansı bir şölen edasında idi. Dünyanın birçok yerinden gelen sanatçılar, sanat eserlerindeki kültür çeşitliliğini de bir o kadar artırıyor. Ele alınmayan konu neredeyse yoktu. İnsanların kendilerini her türlü dünyada bulabilecekleri bir sergiydi. İnsanlığın acı gerçeklerinden tutun da renkli hayal dünyalarını gözümüze çarpıtan her türlü eser mevcuttu. “İsimsiz”, Raşit Altun. ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Ecem Başak Albayrak, 2 Raşit Altun’a ait olan bu sanat eseri fuarda bulunduğum süre içerisinde ilk gözüme çarpan tablo oldu. Renk bütünlüğünün birbiriyle karışımı beni bambaşka bir dünyaya götürdü. İlk bakışta gözümüze çarpan renkli, su balonu görünümlü cisim bana renkli bir maceraya giriş kapılarını açtı gibi hissettim. Tabloyu daha da yakından incelediğim zaman baloncuğun etrafında duran gölgemsi çizgilerin aslında insanlar olduğunu gördüğüm anda geçirdiğim şok inanılmazdı. Sanat eserine olan hayranlığım bir basamak daha arttı; çünkü sanat eserinin değerini anlamak adına kendisini daha yakından incelemek gerektiğini bana bu eser öğretti. Bu sayede hem çoklu görüş açısınınn büyüsüne kapıldım hem de eserin bana anlattığı hikâyeyi benimsedim; çünkü kendisi tam olarak arzuladığım hayatı temsil ediyor: Herkesin kendi renklerine doyamayacağı zevkli bir dünya. İnsanların böylesine bir dünya kurmasına yardım etmek için elimden geleni yapardım. Aynı Raşit Altun’un işe bu sanat eserini yapıp insanlara buluşturarak başlaması gibi. Sanat eserine baktıkça içimdeki coşku giderek artıyor. Umarım sizler de benimle aynı hisleri paylaşıyorsunuzdur. “İsimsiz”, Adil Kerem Sarıkaya ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümü öğrencisi Adil Kerem Sarıkaya’nın bu üç sanat eseri fuarın son kısımlarında yerlerini almışlardı. Bu sanat eserleri ile karşılaştığım anda nefesim kesildi. İnsanlığın çok farklı bir tarafıyla karşılaşmışım gibi hissettim. Bir kurtuluş Ecem Başak Albayrak, 3 mücadelesine ait üç yüz ile karşılaşmıştım. Arzuladığım renkli dünyanın geçiş sürecini acıyla fark ettim. Bir anda gerçek dünyanın ne kadar çirkinleşmiş yüzlerinin hayatlarımızı ellerinde tuttuklarını hatırladım. En önde duran heykel bana toplumun umutlarını kara bir örtüyle kaplayan diktatörleri hatırlattı. Gerek heykelin rengi gerek ise heykelin insanlara karşı bakışı, duruşu ve konumu bu hissiyatımı destekledi. Arkada duran iki heykel ise acılar içerisinde kendi benliklerini bulmaya çalışan iki insanı hatırlattı. Sanki maskeler onları öylesine kaplamış ki kendi benliklerini bulmaları için gölgelerini bir kenara bırakmaları gerekiyor. Sanırım bu toplumumuzun tam olarak ihtiyacı olan şey: kendi benliklerini bulmak. Bu heykeller kalbimin kabuk bağlayan yaralarını sızlatıyor. Bir yandan da kendi çabalarımı hatırlıyorum ve iyiliğimi bulmak adına bir umut kaplıyor içimi; çünkü biliyorum ki ben de böylesine bir süreçten geçmiştim. Toplumun da böyle bir süreçten geçmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bu şekilde daha iyi bir dünyaya sahip olacağımızı düşünüyorum. Bu sergide gördüğüm her eseri size açıklamak isterdim ama bazı anlar sözlere yetemeyecek kadar sihirliydi. Yazıya dökmeye çalıştığım an o fuardaki sanat eserlerinin bana verdiği hislere yazı başında da kapılırdım ve orada yapmak istediğim ama yapamadığım şeyi hatırlardım: cevap vermek. Doğru okudunuz. Orada ruhumu doldurup taşıran bütün sanat eserlerine bütün içtenliğimle cevap vermek isterdim. Hayâl gücüme güç katan bu eserleri selamlamak isterdim; çünkü sihirle kaplanmış bütün beyaz duvarları ancak böylesine bir eylemle onurlandırabilirim gibi hissediyorum. Umarım bir dahaki fuar geldiğinde bu isteğimi gerçekleştirebilirim. Eğer siz de kendinize ve insanlara cevap verme hakkınızı kullanmak isterseniz, bu sergiye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu terapiyle kendinizi baş başa bırakın ve insanlığınıza bir adım daha yaklaşın. Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 Başak Berna Cordan TURK 102/05 BUZUN ÜZERİNDE BİR DELİ İnsan yaratılışı itibariyle içinde mucizeler barındırarak dünyaya gelir. Milyonlarca farklı özelliğin sayısı milyarları bulan farklı dizilişinden birinin tek sahibi olarak var olmaya başlamak insanın hayatta gerçekleştireceği mucizelerin habercisidir. Bu mucizeler, insan hayatını yaşanılabilir kılan ve dünyanın ayaklarımızın altında döndüğünü bize hissettiren olaylar silsilesidir. Mucizeyi ise Hz. Musa’ya saygısızlık etmemek için denizi ortadan ikiye ayırmak olarak değil de bir et parçasının gerçekleştirdiği eylemler bütünü olarak nitelendirmek istiyorum. İlk nefes alışımız bir anne için mucize, bir baba için oğlunun kendi tuttuğu takımı desteklemeye başlaması bir mucize, bir öğretmen için öğrencilerinin okumayı öğrenmesi bir mucize. Sıradan eylemler gibi olsalar da bu fiillerin başlangıç kıvılcımı o kadar çarpıcıdır ki mucize ismini de bundan dolayı benden alırlar. Ancak bu çarpıcılık hayatımızın bir evresinde o kadar yoğunlaşıyor ki belki de kilometrekarelerce kara parçasından oluşan koca dünyamızın her noktasında bir kesimin öncelik görmesine sebep oluyor. Bu evre çocukluk olarak adlandırılır; pespembe, kapkaranlık, mutlu veya hüzünlü olarak nitelendirilebilir. Ancak çocukluğun ve çocukluktan çıkış zamanının milyarlarca insanın yaşamının en önemli -en mutlu değil- parçası olmasının sebebi, sahip olduğu mucizeleri hızlıca harcamasıdır. Yani hayatımızdaki her kilidin anahtarının basıldığı bir zaman dilimi oluşudur çocukluğu önemli kılan. Çocukluk dönemini yazının geri kalanında delilik dönemi olarak adlandırmak istiyorum. Ne de olsa çocukken yaptıklarımız birer delilik ürünüdür yetişkinler dünyasında. Şerbetçi 2 Sanki kendileri hiç deli olmamış gibi, sanki nefes alarak geçirdiği her 24 saatin birkaç saniyesinde o günleri, deliliği özlemiyormuş gibi davranmaları ilginç bir davranıştı. En ilginci buydu işte hepimiz çocuktuk neden yetişkinliğe geçiyorduk ki? Çocukluğumuzun son mucizesi miydi bu? Delilik olarak adlandırmamın sebebi, gerçekten de yaptığımız şeylerin pek azının farkında olmamız veya farkında olsak dahi farkında olmayan biri gibi yargılanıyor oluşumuz. Bu bilinçsizlik hâlinin kontrolü, soyadımızı aldığımız babamız ve kemiklerimizin derinliklerine sevgisini sütle aşılayan annemiz tarafından sağlanıyor. Bu kontrol edilme ve içimizdeki kontrolsüzlük isteği tıpkı buz tutmuş bir göl gibi. Anne ve babamız tarafından gölün üzeri buzla kapatılmış ve bazı kısımları onlar tarafından delinmiş. Buzun altındaki yaşam, saç telimizden parmak izimize kadar kodlanmış benliğimizden balıklar içermekte. Şanslı, diye tabir ettiğimiz çocuklar, ebeveynlerinin çocuklarıyla oynadığı Rus ruletinden sağ çıkanlardı. Peki, merminin çocukluğunu yani bütün yaşamını götürdüğü çocuklar ne yapmalıydı? Buzları kırmak çok temel bir içgüdü hâline geliyordu onlar için. Tekrar karşımıza çıkıyor işte, tabiri caizse bindiği dalı kesen, sıcak ayaklarını ölüm soğukluğundan ayıran buzları kırmaya çalışan bir deli. Buzları kırmaya başladığımız yaşlar, genellikle ergenlik çağıyla başlıyor ve çocukluğumuzun bitişini simgeliyor bu çağ. Korkunç bir bilinçlilik hâli sarıyor vücudumuzun her bir noktasını. Gölün her yerinde çatlaklar, her yerde kanlı yumruk izleri... İnsanı çıldırtan kararlar silsilesi. Çocukken yapılmış, içimize işlenmiş her şey bu kalın buz tabakasında. Altında neler olup bittiğini öğrenememek delirtiyor bizleri. Her şey o kadar pusludur ki o anlarda hiçbir şey net değildir ve en tehlikeli göz hastalığıdır bu yanılsamalar. Şerbetçi 3 Nefes alan, yürüyen, yemek yiyen tonlarca fiziksel mucizelere imza atmış bu et yığını yıllarca nasıl kontrolsüz olduğunun, nasıl da başkaları tarafından resmedildiğinin farkına varması o kadar acı vericidir ki… Çocukluk bu yüzden günümüz İstanbul’unda kaybolmak gibi: Tehlikeli, etkileyici ve acımasız. Boğaziçi’nin büyüsünün yerini milyonların ayak seslerinin korkutucu senfonisine bırakışı tıpkı okuduğumuz romanın peri masalıyla başlayıp bunun ardından gelen bir Stephen King hikâyesi ile bitişi gibi. Delilik gerçekten de tehlikeliymiş, gerçekten de bu deliliğin tedavi edilmesi gerekirmiş düşüncesine kapılıyor insan. Yetişkinliğe geçiş oluyor bu tedavi süreci. Bu tedavi düşüncesi bizden; kontrolümüzü sağlayan fikirlerin, kimselerin peşinden gitmeye devam etmemizi istiyor. Bu devamlılık çoğu zaman bize yüklenen ideolojiler, meslekler oluyor. Çoğunluğun tersine, bunlar gerçekten de bizim sahibi olduğumuz eşsiz genetik kodumuzla bir yapboz parçası gibi birleşiyor. Çoğunluksa malum hâlde yüzmeye çalışıyor boğulacağını bile bile. Buzu kıracak mısın, bir sonraki kışı mı bekleyeceksin, gölü donduranın kendi benliğimiz olduğuna mı inanacaksın yoksa delik deşik olmuş buz parçasının üzerinde yürümeye devam mı edeceksin ve bu yolculuk seni suya mı düşürecek yoksa hayalini kurduğumuz portakal çiçeklerinin içine mi götürecek? Bu sorular, sorgulamalar ve birtakım cevaplar Les Quatre Cents Coups(400 Darbe) filminde 12 yaşındaki Antoine tarafından önce perdeye ardından zihnimin unutulmayacaklar kısmına yansıtılıyor. Tam anlamıyla çocuk diyebileceğimiz Antoine, o yaşta o bilinçsizlik hâlinden kaçmaya çalışması, kendini ailesinden ve onu oluşturduğuna inandığımız çevresinden kopma çabası… Filmin son Şerbetçi 4 sahnesinde Antoine babası tarafından bırakıldığı ıslahevinden kaçar ve koşar, sadece koşar Antoine. Öyle bir koşuştur ki bu neye ulaşacağını bilmeden, nerenin son durak olduğunu kestirmeden yapılmış bir acil çıkıştır. Ama Antoine filmin ve koşusunun sonunda bana öyle bir bakış atmıştır ki bir çocuğun mucizelerinin bitişini, buz gölünün tam ortasında yapayalnız kalışını ve içinde bulunduğu dünyadan daha da soğuk bir hiçlik suyunun içine düşüşünü haykırır bu bakış. Çocukluk ve çocuklar neşe, mutluluk, kıvanç, gurur kaynağı olarak bilindiler ama hepimiz unuttuk o bakışları attığımız zamanı; hiçliği, endişeyi, küçüklüğü, dünyanın büyüklüğünü, suyun soğukluğunu… KİMİN İÇİN? Bütün hızıyla zaman, bütün büyüklüğüyle dünya, bütün hırslarımızla biz insanlar hayat karşısında oldukça duyarsız yaşamaya devam ediyor, kendi ‘ben’ imiz için çırpınıyor duruyoruz. Hayatta insana değer katan her ne varsa yarınımız uğruna heybemize atıyor, özümsemek yerine sadece bilmeyi tercih ediyoruz. Ancak aslında hayatın ne kadar yaşamaya değer, bencilce harcanmayacak kadar kısa, tek başına yaşanmayacak kadar küçük olduğunu unutuyoruz. İşte bütün bunları hatırlatan küçük bir odanın, küçük kalplerin ve kaybettikten sonra değeri anlaşılan küçük hayatlarımızın filmi “Room” adeta akıntıya kapılmış bizlere sadece durup nelere sahip olduğumuzu hatırlatan, benliklerimizi sorgulatan türden. Aynı zamanda sadece kendi bireysel ihtiyaç ve arzuları için yaşamak isteyen, bu bencil söylemleri oldukça sıklıkla ve ruhsuzca, bilinçaltına kazındığı üzere, dillendiren biz yeni nesle derin mesajlar da içeriyor. İşte bütün bunlar ruhlar üzerinde derin soru işaretleri bırakıyor: Ne için yaşıyor, nereye gidiyorum? Dünya tek kişilik ve sadece kendim için yaşamaya değer mi? Öldükten sonra bu dünya için bir anlam ifade etmeyecek ve hiç yaşamamış gibi olacaksam niye bugün buradayım? İnsanın kafasını kurcalayan adeta bir kurtmuşçasına düşüncelerine dolandıktan sonra onu içten içe tüketen bu sorular ancak varlığımızı, benliğimizi, isimlerimizi iyiye ve değerli hayatlara ittikçe yani bizler için adeta bir tetikleyici oldukça anlamlıdır. Aksi takdirde akıp duran hayatla birlikte tükenmek, hiç yaşamamışçasına ölmek kaçınılmaz sonumuz olacaktır. Bir annenin evladı uğruna ayakta kalması, evladını yaşatmak uğruna kendinden vazgeçmesi veya evladı uğruna yine evladından vazgeçmesi… Akıllarımızı dumura uğratmakla kalmayıp ruhlarımızı sıkıp bunaltan bu ikilemlerle yüz yüze geliyoruz ilerleyen sahnelerde ve kendimize şunu sormaktan alıkoyamıyoruz: Ben olsam ne yapardım? Sanki sadece bu durumda düşünmemiz gerekirmişçesine, sadece bu durumda değerlerimizi gözden geçirip, yaşama ihtimalimizin olmaması rahatlığıyla, en vicdanlı cevabı veriyoruz. Oysa her gün karşılaşmıyor muyuz bu iç burkan ikilemlerle? Patlayan bombalara ah vah ederek sadece vakit ve vicdan öldürmek mi, vaktimizi aksiyona döküp daha iyi bir dünya için vicdan muhasebesi yapmak mı? Bir şeyler öğrenirken, bir şeyler kazanırken sadece kendimizi düşünmemiz, insanlık veya indirgemek gerekirse toplumumuz adına hiçbir şey yapmamamız; bebeğini zulüm görmesine rağmen yanında tutup ondan yine onun için vazgeçemeyen bir annenin yaptığından farksızdır. Anne evladını nasıl yaşatmayı tercih edememişse bizler de insanlığı, bize ait olan toplumu yaşatmayı tercih edememiş olur, kendi benliklerimizle tükenip yok olmaya mahkûm olur ve çevremizi de buna mahkûm ederiz. Hayat akıp giderken küçük bir odanın ‘tepe penceresinden’ baktığımızda bu acelenin, koşuşturmanın, her şeyle tek başımıza mücadele etmeye çalışmanın ve bunu başarı olarak adlandırmanın ne kadar anlamsız olduğunu tekrar anlıyoruz. Kendimiz uğruna harcadığımız yılların başkaları için anlamı en fazla birkaç saat gözyaşı… Ancak başkaları için döktüğümüz en ufak gözyaşı damlası onlar için bir ömür, onlardan sonrakiler için bir umut kırıntısı olabilir böylelikle insan gözünde sınırlı olan hayat ruhlarda yeşerir ve sonsuzluğa kavuşur. İşte bütün bunlar bize açıkça gösteriyor ki, bizleri ve ruhlarımızı iyileştiren şey paylaşmaktır. Bilindiği üzere iyiye dair her şeyi paylaşmak güzellikleri arttırır; ruhumuzu bunaltan ne varsa yine paylaşmak içimizdeki güzellikleri arttırdığı gibi çevremizin kirlenmesine de engel olur. Unutmamalıyız ki, insan sosyal ve etkilenen bir varlıktır. Çevre ve olaylar insanların üzerine, insanlar da çevre ve olaylar üzerine tesir eder. Bu yüzden akmakta olan kum taneciklerini kendimize saklamanın bir fayda vermeyeceği açıktır. Ancak onları adeta bir tohummuşçasına yeryüzüne saçmak, yeşermeleri adına bir umut olmak ve hatta gölgelik veren bir ağaç olmak için başkaları uğruna toprağın altına girmek bizleri, hayatlarımızı anlamlı ve unutulmaz yapacaktır. Ancak bu şekilde zaman mekân kavramlarını aşabilir ve ancak bu şekilde ömrümüzü değerli hale getirebiliriz. Bir Leyla İle Mecnun Hikayesi Yoğun bir günün sonunda işten ya da okuldan çıkmışsınız boğucu akşam trafiğini atlattıktan sonra eve varabilmiş yemeğinizi yemiş günlük işlerinizi bitirebilmiş ve sonunda dinlenmeye vakit bulabilmişsiniz diyelim. Ne yapardınız ? Eminim ki çoğumuzun cevabı televizyon izlemek olacaktır. Yayın akışının büyük bir bölümünü kapsayan dizilerle karşılaşacağınız aşikar.Türk dizileri hakkında konuşmak gerekirse, benim gözümde tamamen insanları uyuşturmak ve sorgulamalarını engellemek için oluşturulup kurgulanan yayın kuşağıdır. “Zengin kız fakir oğlan, köylü Ege kızının yaşantısı, zengin fabrikatörün mutsuz ve şımarık çocukları” gibi basmakalıp ve sürekli tekrar eden temalara sahip bu dizilerin süresi en az 2-2.5 saat civarı. Sizce her hafta bu kadar uzun süreli bir yapım çekmek ne kadar sağlıklı ? Dizilerin sağlam temellere oturmamasının en büyük sebeplerinden biri uzun tutulan dizi süreleri. Senaristlerin her hafta yazması gereken bölüm süreleri yaratıcılıklarını zedeliyor ve yukarıda bahsettiğim basmakalıp temalara yönelmek zorunda kalıyorlar. Bu durumun oyuncuları ve dolayısıyla da yapımcıları etkilediğinden eminim. Bu olayların hepsi dizi kalitesini tamamen düşüren faktörler... Bu yazıda Türk dizilerinin ve yayın akışının yukarıda bahsettiğim gibi olan bazı temel problemlerin sebepleri nelerdir ve nasıl çözüm bulabiliriz sizlerle onu paylaşmak istiyorum. Dediğim gibi dizilerdeki temel sorunların başında dizilerin süresi bulunuyor. Kendi gözlemlerini dayanarak söyleyebilirim ki bu kadar uzun süreli diziler sadece Türkiye’de daha doğrusu bu çoğrafyada bulunuyor. Amerika’daki ya da Avrupa’daki dizileri ele alacak olursak sürelerinin ortalama 40-50 dakika olduğunu görüyoruz ve bu yapımlar dünya çapımdaki yapımlar özellikle ülkemizde de büyük bir kesime hitap ediyorlar. Aynı zamanda bu dizilerin elde ettiği gelirler bizim klişe dizilerimizden kat kat fazla. Peki çok değerli yapımcılarımız ve yönetmenlerimiz neden hala böyle yapımlar çekmekte ısrar ediyorlar? Benim düşünceme göre insanlarımızın bilinçlenmesini ve düşünmesini istemiyorlar. Çünkü dünya veya ülke gündemiyle alakalı bir konuda halkın bir fikrinin oluşmasını istiyorsanız 40-50 dakikalık dizide vereceğiniz bir mesaj hem diziye bir kalite katarken hem de amacı olan bir şeye dönüştürülmüş oluyor. Ama bizim ülkemizde 2.5 saatlik bir diziyle halkı uyutmak daha kabul edilebilir olarak görünüyor. Yapımcılarımız izlemesi gereken yol reklam gelirleri ve halkı uyutmak yönündeki amaçlarından vazgeçip işlerine odaklanmasıdır bence. Her hafta bir film çekmekten vazgeçip acilen dizi çekmeye başlamalılar. Dizilerimiz hakkında bahsetmiş olduğum diğer bir sorun da konu ve içerik kalitesiydi. Genel olarak dizilerimizin konularına baktığımda görüyorum ki hep aynı temalar üzerinden gidiliyor. Yukarıda örnek verdiğim yabancı dizilerin konuları hem kendine has hem de çok ilgi çekici ve olağan dışı konular. Sorunu senaristlerimizde olduğunu kesinlikle düşünmüyorum çünkü yeteneklerini sorgulayacak seviyede olmadığımı biliyorum. Ama konu kalitesi bakımından bu kadar düşük dizilerin ortaya çıkmasına da bir yandan başka bir sebep bulamıyorum. Ülkemiz gayet orijinal bir ülke. Ülke gündemimize odaklanıp oradan ilginç hikayeler üretmek hem daha gerçekçi hem de daha kaliteli yapımlara olanak sunacaktır. Sadece yapımcıları, yönetmenleri ve senaristleri de suçlamak onlara haksızlık tabi ki. Halkımızın da televizyon karşısında oturup uyuşmayı ve tüm hayatını televizyona göre ayarlamayı kendine yakıştırması da göz ardı edilebilecek bir şey değil. Televizyonda saçma evlilik programları ya da sıkıcı dizilerdense bizi sorgulamaya ve yaratıcı olmaya sürükleyecek yayınlar aramak bu sorunların düzelmesinde büyük bir rol oynayacağına eminim. Televizyon sadece bir eğlence ve kafa dağıtma aracı değildir bunu bilinçlenmek ve duyarlılık yaratmak için kullanmak mutlaka parlak bir geleceğe yol açacaktır. Koyun gibi yaşamayı bırakmak başkalarından çok bizim elimizde Berkay Özşeker 21601679 Her Şeyden Önce Sen Her gün, her hafta, her ay hayatımıza yeni insanlar giriyor ya da çıkıyor. Arkadaşlar, sevgililer, dostlar… Peki, bu insanların hayatımıza etkisi cidden ne boyutta? Bir insan hayatımızı ne kadar değiştirebilir? Geçenlerde izlediğim “ Me Before You” adlı film bunu ciddi manada sorgulamama neden oldu. Her şeye sahipken bir kaza sonucu boynundan aşağısı felçli kalan bir insanın ötanazi kararını etkileyecek boyutta bir etkiden bahsediyorum. Bu durum, hayatımızdaki insanları aldığımız kararları denetleyen bir kontrol mekanizmasıymış gibi görmeme neden oldu. Cidden, aldığımız kararlar ya da yaptığımız seçimler onlar tarafından denetlenip ne yapıp ne yapmamamız gerektiği söylenmiyor muydu? Farkında mıydık bu durumun ya da ne kadar etkileniyorduk bu durumdan bilmiyorum. Ama ortada bana ilginç gelen bir durum vardı. Hayatımıza giren her insanla biz de değişiyorduk. Yaşam şeklimiz, dünyaya bakış açımız, alışkanlıklarımız nerdeyse aklınıza gelebilecek her şey değişiyordu bize dair. Bu bizim değişim arzumuzdan daha çok “Eğer değişmezsem onu kaybedeceğim” düşüncesinin kafamızın içinde sürekli at koşturmasından kaynaklanıyor bence. Etrafıma baktığımda birilerini kaybetmemek için değişen her şeye ayak uydurmaya çalışan ama bunun karşılığında kendi benliğini kaybetmeye başlayan insanlar görüyorum. İşin komik yanı ise sen onu kaybetmemek adına değişirken, kendinden tavizler verirken en sonunda duyacağın şey yüksek olasılık “Sen çok değiştin” olup yine kendinle baş başa kalacaksın. İşte bu noktada sorgulamaya başlayacaksın. Seni sen olmaktan uzaklaştıran insanın hayatındaki yerini, onu kaybetmemeye uğraşırken kendi benliğini kaybedip onun hayatını yaşadığını fark edeceksin. Hiç kimse başkasının hayatını yaşamaya gelmedi ki dünyaya… İnsan biri için ne kendini değiştirmeli ne de birini değişmeye zorlamalı. Her şey bittiğinde kendi hayatına döneceksen ne diye bu değişim çabası anlamıyorum. Ortak noktalarda buluşup beraber kararlar almaktansa kendini bu hengâmenin arasında sürekli bir şeylere ayak uydururken bulmak mutlu edecek mi seni? Eğer edecekse durma devam et ama etmeyeceğini sen de biliyorsun. Hiçbir insan benliğini kaybetmekten mutlu olmaz çünkü. Seni sen yapan şeyleri bir başkası için değiştiremezsin. Bunlara toplumun kötü alışkanlık dediği şeyler bile dahil. İstediğin kadar biri için sigarayı bırak o gittiğinde geri başlayacaksın. Ne zaman ki aldığın kararları kendin için almaya başlayacaksın o zaman fark edeceksin biri için değişmenin aslında kendini kandırmaktan farksız olduğunu. Kendini kandırmaya devam ettiğin sürece olmadığın biri olarak yaşamaya devam edeceksin ve gün gelip dank ettiğinde “Ben ne yaptım?” ya da “Gerçek ben bu muyum?” dememek için kendine yalanlar söylemeyi bırak artık. Kim olduğunun, neler yaptığının, neleri sevip, neleri sevmediğinin farkına var. İnsanların karşına geçip “Bu sefer farklı, ben farklıyım, sen farklısın” demelerine aldanma. Farklı olmaya da çalışma kendin ol sadece. Bütün iyi ve kötü özelliklerinle kendin ol. Seni böyle kabul etmeyip seni değiştirmeye çalışacak insanları da hayatında tutma ve sen de onlarını değiştirmeye çalışma. Eğer uymuyorsanız birbirinize zorlamanın bir manası yok, sonuç olarak kimse kimsenin hayatında illa olmak zorunda diye bir kaide yok. Mesele karşındaki insanı zıtlıklarıyla kabullenebilmekte, onu olduğu gibi hayatında istemekte, değiştirmek için onu zorlamamakta. Böyle birini hiçbir zaman bulamadım ve asla da bulamayacağım diye de üzülme. Dünyada yedi milyar küsur insanız. Hadi bunun yarısıyla hemcins olsan geriye kaldı üç buçuk milyar insan. Elbet seni sen olduğun için isteyecek biri çıkacaktır. Çıkmadı mı? Yine üzülme bu sefer de eşsiz bir insan olmanın tadını çıkar. KAYNAK Moyes, Jojo. Me Before You. 2016. Metro-Goldwyn-Mayer. Film Görkem TÜZEL 21602845 YETİNEBİLMEK Hep en yüksekte ben olmalıydım, en iyi ben olmalıydım. Olmadığımda ne mi olurdu? Çıldırır, delirirdim. Hayatla ilgili bütün motivasyonumu kaybederdim. Yorucu değil miydi? Çok yorucuydu. Hatta bazen yatağıma uzanıp hiçbir şey düşünemiyordum. Bir insan için düşünememekten daha kötü ne olabilirdi? Bu konudan ne zaman birilerine bahsetsem ailemi suçlar, bu hırsın sebebini onlar olarak görürlerdi. Oysa ailem beni ne okulda ne de katıldığım yarışma ve etkinliklerde hiçbir zaman hırslı biri olmaya itmemişti. Beni kimseyle karşılaştırmaz, çalışmaya zorlamaz, en iyi olmam konusunda hiçbir eğilim göstermezlerdi. Nasıl her insanın bir ham maddesi olursa benimki de buydu. Kimisi ağırbaşlı kimisi yaramazken ben doğam gereği hırslıydım. Başlarda beni başarıya götürenin hırsım olduğuna inanmıştım. Ortaokulda sınav başarısına göre sınıflar ayarlanırken beni ilk sınıfta olmayı hak etmeme rağmen ikinci sınıfa koymuşlardı. Köpürdüm ve koşarak bunlardan sorumlu öğretmenin yanına gidip sebebini sordum. Yedi yıl geçse de aradan söylediği cümleyi asla unutamadım: “ Seni ikinci sınıfa koyduk çünkü o zaman daha çok hırslanıp çalışacağını düşündük. ” . Sinirim geçmemişti hatta artmıştı çünkü öyle olduğunu ben de pekala biliyordum. Düşmek, geride olmak beni daha da çok çalışmaya itiyordu, öyle de oldu. Günde en az üç saat ders çalıştım ve bir sonraki sınavda okul birincisi oldum. Benzeri bir durum da lisedeyken hazırlık sınıfımda yaşandı. Bir arkadaşım İngilizcede beni geçince bütün hafta dışarı çıkmadan çalışıp tamamen onu geçmeye uğraştım. Cümlenin son kısmı çok önemli çünkü kendim için çalışmadım, onu geçmek için çalıştım. Hırsımın beni ileri taşıdığını fark ettiğim o yıllarda onu daha da benimsedim. Yeni bir ortamda, yeni insanlarla tanıştığımda kendimle ilgili anlatacağım ilk şey hırsım ve onun sayesinde elde ettiğim başarılarım olmuştu. Farkında değildim, bu hırs beni çok yanlış yerlere götürüyordu. Son duraktı: mükemmeliyeçilik. Dedim ya farkında değildim. Farkınaysa çok acı vardım. Yine hazırlık yılımda o zamanlar çok yakınım olan bir arkadaşımla bir grup çalışması sebebiyle tartıştım. Onu öyle sinirlendirdim ki sınıfı terk etti ve tam kapıdayken bana tek bir cümle söyledi: “Yeter bu mükemmeliyetçiliğin, herkes hata yapabilir. “ . Çok utandım. İnsan kendisiyle ilgili farkında olmadığı bir gerçeği başkasından duyunca o insandan uzaklaşır. Ben de hızla soğudum o arkadaşımdan ; ama günlerce aylarca düşündüm. Şimdi bile arada aklıma gelince içimi sıkar bu sözler. İçimdeki canavarla tanıştığım gün, o gün oldu. İnsanın hamurunu tamamen bozup baştan yapması ve o hamurun tekrar şekil alması, şeklin tutması mümkün müdür? Bunu bilmiyordum ama denedim, hala deniyorum. Bu yolda bana en önemli adımları arkadaşlarım ya da ailem attırmadı. Hiç beklemeyeceğim, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir insandı. Aklıma gelmezdi çünkü tanımıyordum bile. Lise ikiydim, bir proje sebebiyle tanıştım Hasan Ali Toptaş’la. Bir ay boyunca onun Gölgesizler romanını okuduk ve daha sonra kendisini ODTÜ’de ağırlayıp onunla kitap hakkında konuştuk. Hasan Ali Toptaş’la okul projesi dışında iki kez daha konuşma fırsatı yakaladım. Biri TED Ankara Koleji’ nin edebiyat sempozyumuydu. Birçok yazarla tanışmıştım ama Hasan Ali Toptaş farklıydı. Taşrada büyümüş, sonra kitaplarıyla taşranın dışına fışkırmış bir çocuktu o. Farklıydı benden. Ben olsam daha da enginlere koşmak için can atar daha iyisi için çabalardım. Küçükken kafasında çıkan bir yara sebebiyle onunla dalga geçilince içine kapanmış, uzaklaşmıştı somutluklardan. Ben olsam benimle dalga geçen çocukları yenebileceğim yollar arardım. Birkaç kitabı basılmamış reddedilmişti. Ben olsam en iyi olamadığımı düşünür ve pes ederdim, o etmemişti. Farklıydı benden, çok farklıydı. Hata yapmak, düşmek onun için olağandı. Birçok yazar gibi kendini kelimelerin efendisi, sayfaların hükümdarı olarak görmüyor aksine kendini kitabın altında ezmekten çekinmiyordu. Bu yüzden “Bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır.”(Toptaş 222) diyordu. Oysa hükmetmek benlikti, yönlendirmek, istediğim yoldan gitmesini sağlamak. İpler benim elimde olmalıydı. Evet bana örnek olabilecek birçok insan vardı bu konuda. Düşmeyi, en iyi en güzel olmamayı kabullenebilen birçok insan vardı ama çok azı Hasan Ali Toptaş gibi bunu diliyle söylemeden belli edebiliyordu. “Kendimi herhangi bir yere ait hissetmiyorum.Ne bir şehre, ne bir ülkeye, ne de dünyaya.”(260) diyordu kitapta.Benim de asıl sorunum buydu. Tüm bu hırsın, çabanın, mükemmeliyetçiliğin sebebi ait olabilmek, ait hissedebilmekti. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız isimli söyleşiler kitabını okurken bunun bir kez daha farkına vardım. Kitapta yer alan söyleşilerde anlattıklarını kendinden de dinlemiş olduğum için okurken onun sesiyle canlandı kafamda. Kendinden emin ama egoya gidecek kadar yüksek olmayan, zaman zaman titreyen sesini duydum kulaklarımda. Önsözde “ Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi.” (9) yazmıştı. Oysa onu üç kez kendi ağzından dinlemiş bir insan olarak ben, çok konuştuğunu düşünmüyordum. Ben çok konuşurdum asıl. Eğer o kendi öz ve sade anlatımını çok görüp bundan rahatsız oluyorsa benim başımı taşlara vurmam gerekirdi. Kendini anlatırken de büyüklükten , fazlalıktan kaçıyordu. Oysa ben kendimi enginlere sığdıramaz, taşırırdım. Hep en önlerde, başlarda olma arzum beni büyük yargılara yönlendirirdi. Sonradan anladım ki Toptaş’ın söyleşilerden birinde söylediği gibi “Yargılar iyi bile olsa, her zaman korkunç[tu]. ” (11). Bu bana Yunan septist Timon’un “epokhe” yani yargıyı askıya alma terimini anımsattı. Timon’a göre ataraxia yani en yüksek mutluluğa ulaşmanın yolu yargıyı askıya almaktır. Toptaş’la Timon arasında böyle bir bağ kurup ideolojileriyle benim için değerli olan bu iki insanı aklımın bir köşesine koydum. O günden itibaren her türlü büyük sözden, “En iyi benim.” demekten, “Yapamadım.” demekten ve en önemlisi “Yapamazsam bu benim için son olur.” demekten vazgeçtim. Beni yıkanın yapamamak değil, yapamadığım zaman her şeyin biteceği kararına varmakmış, onu anladım.Toptaş yine söyleşilerinden birinde “Ben, kendim olacağıma gölgem olmak isterdim.Hayatın içinde solgun solgun dolaşmak.Her herkese dokunmak hem de kimseye dokunmamak. Ağırlıksız olmak... Belki başka bir Hasan Ali vardır da ben onun gölgesiyimdir.” (27) diyor. Bu satırlardan sonra ben de kendimden biraz daha uzaklaşıp gölgeme yönelmeye karar verdim. Üstümdeki ağırlığı bunun kaldıracağından şüphem olmadı. Hayatın içinde bir koşuşturma, bir kazanma isteği olmadan “solgun solgun” dolaşmak, size nasıl anlatayım, çok rahatlatıcıydı. Sabah o gün nasıl ön plana çıkacağımı düşünmektense sabah beşte kalkıp güneş doğarken esen hafif rüzgarı hissetmeyi tercih ettim. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız'daki satırları okudukça daha da farkına vardım, beni bu konuda etkileyen insan Hasan Ali Toptaş'tı. Toptaş bulutların üstünde olmaya meraklı değildi, sadece bulutların üstünü görse ona yeterdi. Ben de yetinmeyi öğrendim onunla. Kaynakça: Toptaş, H. A. (2014). Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız. İstanbul: İletişim Korkut 1 Cemre Korkut 21202427 Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı TURK 102-1 Başak Berna Cordan 13.07.2015 İNSANA VERİLEN SAFÇA DEĞERİN GÜCÜ John Steinbeck’in, Amerika tarihindeki en büyük ve sıkıntılı göçünü ele alan kitabı Gazap Üzümleri’nde birçok ailenin yaşadığı dramı, Joad ailesi üzerinden anlatmıştır. Ailenin büyük oğlu Tom Joad, cezaevinden çıkıp ailesinin yanına döndüğünde California’ya gitmek için olan yolculuklarının telaşını görür ve ilk başta bu yolculuğa karşı çıkar. Ancak ailesi artık makineli tarıma geçilmesiyle çiftlikte insan gücüne ihtiyaç duyulmadığını ve bu nedenle yaşadıkları çiftlikte bulunamayacaklarını açıklayarak Tom’u ikna ederler. Yolculuk başında her aile gibi Joad ailesi de California’da daha iyi bir yaşama, hatta belki refah içinde olacak bir yerleşik yaşama sahip olma umuduna sahipti. Yolculuk ilerlediğinde karşılaştıkları sorunların yanı sıra sıcak ve dayanılmaz hava koşulları, büyük aile üyelerinin kaybı ve daha birçok sıkıntı bu umutlarını kırmaya başlamıştır. Büyük California göçünde çiftçilere sözü verilen yaşamın bedeli ilk başta göç edenlere sadece uzun bir yolculuk olarak gözükmüştü. Ancak yolculuk devam ettikçe yaz mevsiminin kavurucu özelliği, aileler genelde kalabalık olduğu için erzaklarının yetmemesi, aile büyüklerinin koşullara olan dayanıksızlıklarından dolayı vefat etmeleri, hamilelerin ve çocukların dayanma gücünün şartlar zorlaştıkça azalması ve bazı dış etkenler aslında California’da iyi bir yaşama sahip olmanın o kadar da kolay olmadığını göstermektedir. Yolda karşılaştıkları sıkıntılar ve yolculuğun birçok sebepten dolayı çekilmez hale gelmesinin sonucu olarak çoğu ailenin çatlamasına yol açan göçün sonunda sözü verilen yaşama ulaşılamaması da yaşanılan yolculuğun en can alıcı noktası olsa gerek. California’da umdukları imkânları bulamadıkları gibi, fabrikaların normalde çalıştıklarının iki katı işçi alması ve daha çok kâr elde etmek için işçi aranıyor ilanları karşılaştıkları boşa çıkan vaatlerin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. İşçilerin karın tokluğuna bu fabrikalarda çalışmayı kabul etmesi de göçte insanların nasıl bir sefalet çektiğini ve sonucunda ise ellerinde avuçlarında kalanları, zaten parçalanmış olan ailelerini daha da parçalanmaması için korumak uğruna kabul ettiklerini özetler niteliktedir. Korkut 2 Daha büyük bir açıdan değerlendirilecek olursa, Amerika’nın bu göçü kapitalizmin sonucu olarak emekçi insanların mutlu olamayacağı, emeğinin veya kitapta da ele alındığı gibi vaat edilenlere ulaşılamayacağı bir sistem uygulandığı görülmektedir. Hızlı bir sanayileşmenin başlangıcına ayak uydurmayı amaçlayan, sanayi öncesinde geçimini topraktan sağlayan ailelerin bu süreçte nasıl mücadele ettiklerini ve sıkıntılar içinde nasıl perişan olduklarını özetlemektedir Gazap Üzümleri. Yolculuk sırasında insanların morallerini yükseltmek amacıyla düzenlenen eğlencelerine hükumetin askerleri tarafından müdahale edilmesi de sistemin katı bir şekilde uygulandığının bir göstergesi olabilecek niteliktedir. İnsanlar her şeye rağmen ufacık şeylerle mutlu olabilecekken buna bile müdahale edilmesi, hükumete göre bu insanların umut denen bir şeye asla sahip olmaya haklarının dahi olamayacağı şeklinde yorumlanabilir. Kapitalizmin bu insanların sevkini ve inancını ilk başta yüksek tutup daha sonrasında her türlü ufak kazançla da yetinebilecek duruma düşüren oyunları karşısında çoğu insan yaşadığı yerdeki yönetime ve sisteme olan inancını yitirmektedir. Bu rağmen bazı insanlar ileride daha iyi bir hayata sahip olacakları düşüncesiyle morallerini yüksek tutmaktadırlar. Bu tip insanlar mücadeleye ve ailelerini bir arada tutmak için ve hem kendisi hem de ailesi için daha iyi bir gelecek sağlamak amacıyla çaba sarf etmeye devam etmektedir. Kapitalizmin kölesi olmayı kabul etmek yerine, karşılarına çıkan ya da kendilerine sunulan kısıtlı imkanları en iyi şekilde değerlendirip, oldukları seviyeden emekleriyle yükselip gelinebilecek en iyi seviyeye gelmek için çalışırlar. Ancak bu şekilde, kapitalizmi kabul etmeyip, onu görmezden gelerek; daha doğru bir deyişle de kapitalizmin katı sistemini kabul eden bir sistemin parçası olmayı reddederek hem huzura hem de başarıya, ufak adımlarla da olsa ulaşma olasıklıklarını elde edebilir duruma gelebilirler. Gazap Üzümleri’nde de bu ufak adımlar insanların karşılaştıkları zorluklar karşısında bile yola devam etme çabalarıyla özetlenebilir. Umutlarını yitirmek istemeyen insanlar kayıp verseler de, hem ailevi hem de bireysel olarak yıpransalar da, birbirlerine verdikleri değer ve moral sayesinde yola devam etmek için direnmektedirler. Yolculuklarının sonunda umduklarını bulamayacakları olasılığında bile sevdiklerine tutunup onları hayatta tutabilecek daha iyi yaşamın o küçük olasılığının peşinden gitmeye devam etmektedirler. Kitabın sonunda Joad ailesinin hamile üyesinin açlıktan ölmek üzere olan hiç tanımadığı bir adamı emzirmesi, her insanın yaşamının bir değeri olduğunu temsil Korkut 3 etmektedir. Kapitalizmin sert ve kırılamayacağı düşünülen zincirlerine karşın, saf ve çıkarsız insanların birbirlerine hayatlarını devam ettirebilmesi için yaptıkları iyilikler ve yardımlar devam ettikçe, kapitalizm denilen sistemin timsahları, hiçbir zaman asıl amaçlarına ulaşabilecek kadar güçlenemeyecektir. Beni Siz Delirttiniz ! Normal ne demek? Kim belirliyor en normal olanı? Fark ettiyseniz “en” normal olanı dedim. Nasıl yani? Normal olmanın da mı “en” i var? Çok ilginç değil mi? Yaptığımız hareketlerin, giydiğimiz kıyafetlerin, aklımızın en ücra köşesinden geçen belki çok çılgınca belki de toplumda çok ayıplanacak düşüncelerin normal olup olmadığını başkalarıdan öğrenmek. Bana söyleyin kim koydu bu “normal”in kriterlerini! Hayır, anlamadığım nokta şu benimle ilgili en ufak fikrin yokken sen kimsin ki giydiğim kıyafetten ya da saçımın şeklinden benim anormal olduğum tanısının koyuyorsun? Benim görüşümde insanoğlu her daim mükemmeli kovalayan ancak mükemmel zannettiği şeye ulaştıktan sonra onu normal olarak nitelendiren, adeta küçük bir çocuğun abur cubur dükkânında en sevdiği şekeri aldıktan sonra daha fazlasını ve daha renklisini istemesi gibi, aç gözlü bir varlıktır. Ancak, kimsenin fark edemediği konu, ne kadar toplum içinde yaşasak da, her birimiz birer bireyiz. Hepimizin mükemmel olarak kabul ettiği ve ulaşmaya çalıştığı hedefi birbirinden farklı. Her bir bireyin keyif aldığı ve kendine yaşam tarzı olarak kabul ettiği şeyler farklı olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Herkesin ulaşmayı hedeflediği şeyler aynı olsaydı, kalıplardan çıkan sabunlardan ne farkımız olurdu ki? Tabii ki hedeflerimiz, sevdiğimiz ya da ilgilendiğimiz şeylerde benzerlik olabilir ama benim lafım o “popüler kültür” adı altında, o kültür diye nitelendirilen sabun kalıplarına o kalıplara uymayan kişileri sokmaya çalışanlara. Size ne kardeşim? Siz popüler kültürün kölesi olmaya devam edin ama bırakın o modaya ya da artık ne olarak nitelendiriyorsanız o şeye başkalarını uymaya zorlamayın. Bırakın o adam kendi tarzını koysun, sizden farklı düşünsün. Ha eğer size zarar veriyorsa yaptıkları, yargılayın hatta yerin dibine sokun ama ucu size dokunmayan her değneği kendinize doğru çekmeye çalışmayın. Bu düşüncelerimin oluşmasını sağlayan büyük etkenlerden biri de yakın zamanda okuduğum, Oktay Uludok’un, 40 Şizofrenden Bir Öykü adlı yapıtı oldu. Yazarın kendi kafasında dolanan kırk farklı karakterin her birinin düşünceleri ve hayata bakış açıları o kadar farklıydı ki, bir an dönüp kendime baktım benim bile aklımdan dile getiremeyeceğim birçok düşünce geçerken, ben kimim de insanları düşüncelerine göre yargılayacağım? Kitabı okuduktan sonra hayata ve hayatın içindeki “normal” kavramına bakış açım tamamen değişti. Herkesin normal olduğu bir ütopya düşünün. Her ne kadar ütopya desem de, öyle bir yerin distopya olduğunu anlamak için profesör olmaya gerek duyulacağını hiç sanmıyorum. Herkes normal olduktan sonra, normal olmanın kendisi anormal olmayacak mı? Şimdi aklınızda bir bahçe canlandırın, eğer o bahçe sadece sarı lalelerden oluşsaydı mı daha güzel görünürdü, yoksa birbirlerinin arasına karışmış manolyalar, laleler, menekşelerin oluşturduğu bir bahçe mi? Belki o sarı laleler çoğunluğu oluşturabilir ama o bahçeyi güzel yapan her bir çiçeğin bir arada olmasıdır. İşte o sarı laleler toplumdaki çoğunluğu oluşturuyor, diğer çiçekler ise çoğunluğun kendilerini göre normal saymadıkları bireyleri. Sonuç olarak, evet ben sizen farklı düşünen bir deli olabilirim ya da sokakta acıyarak baktığınız anormal çocuk ama bana sakın yaklaşıp da sizin normal olarak içerisinden kendinize göre normal sayılan gözlüğü takmaya çalışmayın. Çünkü kendim sürekli şunu soruyorum: “normal olmanın kendisi ne kadar normal ki?”. Gün gelir benim düşüncem ya da hareketlerim size zarar verir, o “gözlüğü” takan her bir kişinin suratıma okkalı birer tokat atmasın izin vermezsem namertim ama hiçbir şey yokken beni kolumdan tutup kendi dünyanıza çekmeye çalışmayın çünkü sizin dünyanızda benim için oksijen yok. O “normal” olarak gördüğünüz dünyanızda ben yaşayamam. Ha bu arada bana deli gözüyle bakanlara da bir çift lafım var: “ beni siz delirtiniz! ”. -Berk Mehmet Gürlek Kaynakça Okay Uludok, 40 Şizofrenden 1 Öykü Ege Marangoz Marangoz - 1 21402342 TUR 101 Section 20 Başak Berna Cordan Ödev 5 16.12.2014 MASKELİ DEVRİM Voila! Evet, kendisini gayet iyi tanıyoruz. Dünyanın neresinde iyi ya da kötü amaçlı bir devrim ya da var olan düzeni yıkma çabasında olan insan varsa hepsinin yüzlerindeki maskelerde görüyoruz onu; gerek haber bültenlerinde, gerek gazetelerde, gerekse sokak eylemlerinde… Kendisi, günümüz dünyasının despotizm ve baskıyla savaşı için, başka birçok soyut söylem ve basmakalıp ideolojik kaygılardan ziyade, daha evrensel, daha somut bir maskot, bir idol. Ve gerçek adını bile bilmiyoruz. Onu sadece sarfetmiş olduğu tek bir rumuzla tanıyoruz: V. Peki sırrı ne? Adını, yüzünü bile bilmediğimiz, kurgusal bir karakter olduğunun farkında olduğumuz maskeli bir adamın, insanlar üzerindeki tüm bu nüfuzu nereden geliyor? Bu soruya sağlıklı bir yanıt bulabilmek için, her ne kadar kendisi daha eski ve ilk formu yine İngiliz Alan Moore ve David Lloyd’un yarattığı nispeten meşhur çizgi romanın baş karakteri olsa da, kendisinin dünya ile en büyük çaplı etkileşimine bakmamız gerekiyor: James McTeigue’nin epik filmi V for Vendetta’ya. Filmin konusu, esasen 2020’li yılların sonunda kaotik bir dünyada, halkı terör ve salgınlardan kurtulmak için despot ve faşist bir yönetimden medet uman karanlık bir İngiltere’de, içten içe memnuniyetsizlik duyan ancak baskıdan korkan Evey isimli bir kızın, gizemli, sofistike ve hayatının tek bir amacı olan, ismi V olan bir adamla tanışması ve hayatının bu tanışıklık sayesinde geçirdiği radikal değişim. V, Evey’i kurtarıyor, ona yeni bir yol gösteriyor, ve ona acı çektirerek korkusuzluğun gerçek bedelini öğretiyor. Gerçekten de, elindekileri takdir etmeyi bilen, korkusuz, özgür ve bir şeyleri değiştirme gücüne sahip bir birey ya da bir toplum ancak acı, yokluk ve bunalımla harmanlanabiliyor. Ne yazık ki biz, günümüz insanları olarak çoğunlukla hayatı bilinçsiz bir bakış açısıyla irdeliyoruz ve bize edilen kötü muamele ve dayatılan yaptırımlara sırf toplumun huzuru bozulmasın diye ses çıkarmıyoruz. Ancak savaşlarımızda bu kadar seçici olmak iyi değil; filmde de açıkça gördüğümüz gibi, düzene ve barışa kavuşmak uğruna bizi insan yapan temel duygu ve özgürlükleri göz ardı edebiliyor ve onlara saygı duymayanlara ses çıkarmayı gerekli görmeyebiliyoruz. Ta ki bıçak kemiğe dayanana dek; peki ya o zamana kadar hakkını aramadıklarımız sonunda onları aradığımızda artık orada değilse? Filmin, ve o maskenin nüfuzunun bu denli etkili olmasının sebebi, bu sorunu adamakıllı, dolandırmadan ele alması ve çözüm yolunu göstermesi. Çözüm aslında basit: “Dayatmalardan ve onları dayatanlardan korkmayın, onlar ancak sizin izin verdiğiniz sürece varlar.”. Filmdeki despot iktidar bunun mükemmel bir örneği. Sözde birliğe ve düzene ( korku asla gerçek bir birleştirici amacı olamaz zira) bir saldırı tespit ettiği anda onu bastırmak için bildiği tek davranış şekline başvuruyor: şiddet, sansür ve yıldırma. Ancak bu nihayetinde Marangoz - 2 onun sonu oluyor, çünkü tüm bu eylemler korku yaratmak için var, ancak korkunun kaynağını gören ve onu defedenleri korkutmaya çalışmanın faydası ne olabilir ki? Silahlarla korkutmaya çalıştığınız insanlar korkuyu asıl yaratanın silahın içindeki kurşunlar olduğunu, onlar bitince savunmasız kalacağınızı biliyorsa onlara karşı ne yapabilirsiniz? Elbette böyle bir düşünce yapısını benimsemek kolay değil, yukarıda belirttiğim gibi buna giden yol acılar ve zorluklarla dolu. Ancak ödülü paha biçilemez; zira ancak bunu başardığınız an tamamen özgürsünüz ve hiçbir sınır tanımıyorsunuz demektir. Maskesindeki mistik, alaycı gülümsemenin altında acı çeken ve sadece kendisi için değil, acı çekmiş ve küçük düşürülmüş tüm yol arkadaşları için insanlık adına intikam alma isteğiyle yanıp tutuşan bir adamın ironisi en sağlam bu şekilde anlatılabilir ve anlaşılabilir. Ve siz de kendsinin izinden gitmek, onu ilham almak istiyorsanız, sizi sonuna kadar takdir ediyor ve bir gece 1812. Overtür eşliğinde, havai fişekleri izlerken o maskeyi değil, onun altındaki kurşun geçirmez fikirleri görmenizi diliyorum. AŞK Türk romancılığının önemli bir parçası, Servet-i Fünun Edebiyatı’nın en önemli ismi olan Halit Ziya Uşaklıgil’in en çok tanınan eseridir Aşk-ı Memnu. Romanın yazılmasının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın, günümüzde hâla popülerliğini ve önemini korumaktadır. Öyle ki, geçtiğimiz yıllarda Halit Ziya’nın bu önemli eserinden uyarlanılarak bir dizi bile yapıldı, ancak romanın ana konusu dışında kısmının dizide pek de iyi yansıtıldığını söylemek doğru olmaz. Zaten bir eseri okumanın verdiği hazzı televizyon veya sinemada yakalamak oldukça zordur. Bunun sebebi ise, okuduklarımızı kafamızda canlandırarak hayal gücümüzle ulaştığımız noktalara, bir şeyleri izleyerek varmamızın mümkün olmamasındandır, çünkü sinema ve televizyonda başka insanların bize sunduklarını takip etmek mecburiyetinde kalırız ve bu durum hayal gücümüzü belirli bir noktada tutar. Okumak ise kendi zihnimizde canlandırmamıza açıktır. İlk olarak Batı etkisinden önce sade ve kaba olarak nitelendirilen Türk romancılığı, Halit Ziya Uşaklıgil’in ardında yeni bir soluk kazanmıştır âdeta. Aşk-ı Memnu içerisindeki güzel betimlemeler, süslü ve ustaca anlatımı ile dikkat çekiyor. Romanın belirli bir karaktere sahip olduğu okudukça anlaşılıyor. Olaylar arasında yapılan çevre betimlemeleri çok ayrıntılı ve güzel. Örneğin bir oda betimlemesinde kendinizi o odanın içinde hayal edebiliyorsunuz ve betimlemeler doğrultusunda sanki ortada durup kafanızı sağa, sola çevirdikçe detayları kendi gözlerimizle görüyormuş hissine kapılıyorsunuz. Çevre tanımlamasının bu denli kuvvetli olması okurken aldığınız hazzı arttırıyor ve olayları takip etmenizi kolaylaştırıyor. Elbette Halit Ziya’nın tek başarısı bu değil. Çevre betimlemelerinin yanı sıra insanların betimlemeleri de harika. İnsanlar her ne kadar aynı şeyleri okusalar da zevkleri doğrultusunda farklı şeyler hayal ederler. İnsan yüzünün güzelliği görecelidir nasıl hayal edildiği her zaman tahmin edilemez fakat benim fikrime göre Halit Ziya’nın başarılı ve güzel betimlemeleri romanın karakterlerinin fiziki yapıları ve hareket etme biçimleri konusunda birçok insana benzer düşünceler hissettirmiştir. Buna ek olarak karakter analizleri ve duygusal betimlemeler de çok etkileyici. Mesela Bihter ve Behlül isimli karakterlerin düştüğü zorlu durumlar sırasında yaşadıkları gergin anları sanki o anı kendiniz yaşıyormuşçasına kalp atışlarınızda hissedip gerilebiliyorsunuz. Günümüzde gazetelerde okumaya, televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz entrikalı olayları Aşk-ı Memnu’da okuduğumuzda o dönemde her şeyin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman geçmişi bu günki dünya olarak göremeyiz fakat bu günki gerçekler o zamanlarda da vardı. Eskiden insanların bilgiye ulaşabilecekleri yollar okudukları şeylerden elde ettikleri yada başkalarından duyduklarıydı. Halit Ziya eserleriyle insanımızın yaratıcı düşünmesine ve olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşabilmeyi göstermiştir. Bu anlamda Batılı tekniği Türk romanına faydalı olmuştur. Çevre ve karakter analizleri doğrultusunda okuyucunun hayal gücünün gelişmesine, farklı ve detaylı düşünebilmesine yardımcı olmuştur. İkinci olarak eski Türk romancılığının basit ve sade yapısından farklı olarak Aşk-ı Memnu’da özenle hazırlanmış süslü, sanatlı ve şiirsel bir anlatım mevcuttur. Bu özenle hazırlanmış, ince ince işlenmiş sanatsal anlatım çok zor ve usta işidir. Aşk-ı Memnu’nun önemi bu şekilde daha da artmıştır, ancak bu değerli özellikler maalesef romanın dili günlük hayatta kullandığımız dilden uzak ve oldukça ağır bir dile sahip olmasına neden olur. Halit Ziya Uşaklıgil bunu fark ederek daha sonradan eserini kendisi sadeleştirmiştir. Buna rağmen günümüzde Aşk-ı Memnu’yu yeni baskılarda mevcut olan küçük açıklayıcı notlar ve bazı kelimelerin anlamlarının günümüzdeki karşılığı olmadan yüzde yüz anlayabilmek mümkün değil. Bu olayda eserin yazılmasının üstünden yüz yıldan fazla zaman geçmesinin de etkisi var fakat, dilin anlaşılmazlığının asıl sebebi süslü ve sanatlı anlatımların yoğun biçimde kullanılmasıdır. Okuma konusunda çoğu ülkenin gerisinde kalmış durumdayız ve bu konuda çok ilerleme kat edemedik. Her şeye rağmen Aşk-ı Memnu gibi bizim için önemli olan ve örnek teşkil eden eserleri okumalıyız. Eser yüz yılı aşkın süre önce yazılmış olmasına ve çok ağır bir dile sahip olmasına rağmen edebiyatımız için bu denli önemli bir eseri günümüz insanının okuyabileceği hale getirmek için çalışan insanlarımız olmasından dolayı çok memnunum. Böyle olayları önemsemeli ve kıymetini bilmeliyiz. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanının kesinlikle okunması gerektiğini düşünüyor ve herkese tavsiye ediyorum. İlteber Ayvacı 21301365 TURK101.41 Ben birine hiç mektup yazmadım... Ben hiç birine mektup yazmadım. Kalemimi kelimelerimin hâkimiyetinden çıkarıp duygularımı kâğıdıma aktarmadım, aktaramadım. Hele ki birine, ona karşı hissetlerimi içimde barındırdıklarımı hiç mi hiç mektup yazarak söylemedim, söyleyemedim. Çünkü hep korktum. Evet doğru duydunuz korktum. Ben duygularımdan onların gücünden korktum. Hangi insan tereddütsüzce yazabilir ki duygularını? Yada hangi insan sansür koymadan yaşar kendi benliğinde.. ve o benliği başkasına açar. Sanırırım bu nedendir ki Franz Kafka’ya karşı hayranlık duymaya başladım. Bir erkeğin – gerçi cinsiyet fark etmeyen duygular ortaya girince- hiçbir kısıtlayıcı unsur olmadan kendini ifade etmesi ve bunu sevdiği kadına aktarması belki de cesaretin aşk tarafından kırıldığının en güzel kanıtlarından biridir. Sonu ne olacak nasıl olacak kavuşabilecek miyiz demeden nasıl yaşınılıyorsa o an, olduğu gibi öylece ifade etmek belki de bu hayattaki en güzel ve özel yeteneklerden biridir. Aşkın iki kişi arasındaki bağdan ötürü ortaya çıktığı söylense de insan aslında kendi bencilliğini ve en önemlisi yalnızlığı bırakamayan bırakmaya korkan br varlıktır. Birazcık insanların içine girdiğinizde onları keşfetmeye başladığınızda bunu çok kolayca farkına varabilirsiniz. İşte ben de o insanlardan biriyim. Hayatımda ne olursa olsun kendimi düşüncelerimi sansürsüzce başkasına açmakta o kadar çok zorlanıyorum ki bu yüzden hayatta bencil yanımı ve yalnızlığı seçen benliğimi yaşıyorum. Ama bir kez de olsun mektup yazmayı deneyeceğim ve bu mektubum kısa ve öz olacak. Tahmin edebiliyorum kime olduğunu merak ediyorsunuz haklısınız da merak etmekte ama bu birine değil bir hisse bir duyguya ben Franz kafka ile Milena’nın sahip olduğu adını imkânsız koyduğum aşka mektup yazacağım. …. Nasıl başlayacağım nereden başlayacağım bilemiyorum. Aklımda o kadar düşünce o kadar his o kadar cevaplarını arayan sorular var ki hepsini harmanlayıp sunmak şimdi çok zor geliyor bana. Ne de olsa ilk defa mektup yazıyorum. Hele ki şimdi karşımda imkânsız olunca daha da birbirine karışıyor kelimelerim. Merak ediyorum ve soruyorum sana.Sen imkânsız, imkânsızlığı barındıran aşk! nasıl bu kadar kuvvetli bir güce sahipsin? Nasıl oluyor da sonu belli olmayan bir yolda insanları bir araya getiriyorsun? Hani insanoğlu kendine armağan edilen beş duyusunu kullanarak bişiler elde etmek ,onları yaşamak ister ya sen nasıl oluyorda onlara gereksinim duymadan ruhları bir araya getirebiliyorsun? Şimdi karşındayım küçük bir çocuk gibi. Âdeta o küçük çocuğun babasından beklediği cevaplara açlığı gibi açım simdi senin cevaplarına. Kendi benliğimde yalnızlığımda kaybolurken nasıl oluyor da birini hayatımın ayrılmaz parçası yapabiliyorsun. Ey aşk sana soruyorum sen nasıl kavuşmanın imkânsız olduğunu bile bile insanları kendi kölen haline getirebiliyorsun? .. Denedim ama yine olmadı.Ne olmadı diye soracaksınız biliyorum.Görmediniz mi hâlâ? sorular soruyorum hala kendimi ifade edemiyorum. Belki gerçek hayatta bunu birine karşı yapmak zor gelecek bana ben Franz Kafka’nın kendine ait güvenine,sevgisine sahip olamayacak kadar güvensiz hissediyorum ama deneyeceğim ne olursa olsun bir kez daha.. …. Ey aşk! Ey imkânsızı her zaman kendine idol olarak benimseyen aşk işte karşındayım. Ben sana senin sahip olduğun güce körü körüne tutkuyla bağlıyım. Ey aşk önünde diz çökmeye hazırım. Beni de imkânsızlığın içine alsan da içtenlikle yaşamaya hazırım. Çünkü anladım ki bu aşk iki kişiden çok iki ruhun arasında .. ve anladım ki senin gücün insanlaeın ruhlarından aldığın özütlerde saklı. İşte karşındayım bir Franz Kafka veya Milena değilim ama en az onlar kadar sana saygım, büyülü gücüne tutkum var. Ve eminim ki günün birinde seninle hesaplaşacağız ve bu sefer sen imkânsız olmayacaksın. … Her ne kadar tam aktaramasam da bir şeyler söyleyebilmek de güzel. Franz Kafka ve Milena aşkkı gözlerin görmediği kalplerin ise göz görevi gördüğü ruhlarının evlerini oluşturduğu kalemlerinden dökülen kelimelerin ise bu eve giden yolların taşlarını meydana getirdiği dillere destan bir aşktır. O kadardır ki onlar aşkın ismini imkânsız değil, imkânsızın ismini aşk koymuşlardır,. Korkuyu Beklerken Hayaller kuruyorum. Mutlu olduğum, içinde hüzün barındırmayan ve kısa bir süreliğine de olsa hayatımı mükemmelmiş gibi gösteren hayaller. Gerçekliğe dönmek, o kusursuz hayallerden sıyrılmak zor oluyor elbette. Bambaşka bir dünyanın içindeyim çünkü. Kendi hayatımda olan biten ne kadar olumsuzluk varsa yok oluyor birden. Yenilgilerim, kaçışlarım, çaresizlik içinde sürüklenişlerim, başarısızlıklarım, kayıplarım… Hepsi yok oluyor. Bunların yerini saf mutluluk ve huzurdan ibaret bir hayat alıyor. “Evet, mutluyum artık!” diyorum. Sonunda istediğim hayata, yaşamak istediğim o rüyaya kavuşuyorum. Hayaller her zaman mutlu eder beni. Hayallerimden uyanıp dünyama açtığım zaman gözlerimi, kendimi uçsuz bucaksız bir mutluluk denizinde yüzmüş gibi hissederim. Kitaplar da böyledir işte. Bir kitabı okuyarak kim bilir kaç farklı hayal denizinde kulaç atmışımdır bu zamana kadar? Kaç kitabın içerdiği hayali kendi hayalim bilip mutluluk duymuşumdur? Belki de yüzlerce. Evet, okuduğum kitaplarla mutlu olan bir insanım. Her hikâyeden kendimi mutlu edecek çıkarımlar yaparım. Kendi hayatımdan farklı hayatlara tanık olma şansını yakalıyorum böylece ve farklı insanların mutluluklarıyla mutlu oluyorum. Kitap okumaktan beklentim de farklı insanların yaşamlarındaki bir parça hâline gelip onlarla mutlu olmaktır fakat yakın zamanda bu beklentimi yerle bir edecek bir kitapla tanıştım: Oğuz Atay-Korkuyu Beklerken. Onca beklentim, mutluluk hayalim bu kitapla yok oldu gitti sanki. Mutlu hayaller beklerken öyle bir karmaşanın içinde buldum ki kendimi hikâyelerden sonra uzun süre kendime gelemedim. Karakterler negatif kişilerden oluşuyordu: Mutsuz insanlar, dışlananlar, çaresizlik içinde intihara sürüklenenler, akıl sağlığını yitirmiş olanlar… Şaştım kaldım içinde bulunduğum vaziyete. Gerçek dünya zaten birçok sorunu barındırıyordu ve böyle hikâyelerle kendimi daha da üzmek istemiyordum. Kitapları okumadan bırakmak huyum değildir. Kendimi ikna ettim ve başladım yeniden okumaya. Bazen bunalarak bazen içim sıkılarak okudum fakat insan sonradan anlıyor Oğuz Atay’ın yapıtlarının değerini. Bir türlü dikiş tutturamayan onca insanın öyküsüne rağmen zevk alarak okuduğum kitaplardan biri oldu Korkuyu Beklerken. Her sayfada diken üstündeydim. “Acaba bu hikâyedeki bahtsız kişi kim?” sorusu sürekli beynimi meşgul etti. Gerçeklikten uzaklaşmaya çalışan insanları tanıdım Atay’ın hikâyelerinde. Çoğu zaman da öyle hayatlara tanık oldum ki dünya bu insanların suratına kapılarını çoktan kapatmıştı. Çaresizlik içindeydi herkes. Yaşamak zor, ölüm kurtuluştu. Yadırganan, toplumun dışına itilen o kadar insan gördüm ki bu hikâyelerde kendi hayatıma – sadece monotonluğundan şikâyet ettiğim hayat- şükreder oldum. En çok Unutulan’dan etkilendim mesela. Öyle büyük bir çaresizlik ve sessiz yakarışlar gördüm ki Unutulan’da, kendi hayatımı sorguladım. Belki benim de üzdüğüm birileri vardı bu dünyada. Sonucu hikâyeki gibi ağır olmasa da belki istemeden zarar vermiştim insanlara. Peki ya öyleyse bunun pişmanlığını yaşayacak mıydım? Yoksa hayatıma kaldığım yerden devam mı edecektim? Babama Mektup öyküsündeki gibi yıllar geçtikçe babama mı benzeyecektim yoksa? Korkuyu Beklerken’i okurken hayatımı sorgulamamak mümkün değildi. Belki biraz fazla hayal ürünüydü hikâyeler ama ben de yaşıyordum zaman zaman çaresizliği, arada kalmışlığın dayanılmazlığını, yalnızlığı ve başarısızlığı. Kendi hayatımı sorguladım durdum böyle. Kendimi hikâyelerdeki kahramanlarla kıyasladım. Meğer kitaplar sadece mutluluktan ibaret değilmiş. Bir kitap, içinde ne kadar farklı duygu barındırıyorsa ve insana kendini sorgulatıyorsa insanda sonsuz bir etki bırakıyormuş. Bu sefer hayaller yok. İnsanın kanını donduran bazı talihsiz hikâyeler var. Kendini ifade edemeyen, gerçeklerin acımasızlığından kaçmaya çalışan, dünyadaki yerini bir türlü bulamayıp çaresizlik için kıvranan insanlar var. Bu hikâyeler sayesinde insanlığın karanlık yüzünü gördüm ve anladım ki kitapların görevi sadece mutlu edip, mutlu hayaller kurdurmak değilmiş. Bir kitabın düşündürmesi ve o kitabı okuyan insana kendi hayatını sorgulatması gerekliymiş. Bir kitaptan etkilenmek böyle oluyormuş aslında. Alışılmışlardan ve kalıplardan sıyrıldım Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’i ile. Yaşamak ile yaşamamak arasındaki ince çizgide gidip gelen ve kaplumbağa misali kabuğunda yaşayan onca insanın hayatına tanık olmamı sağlayan Oğuz Atay’a bir teşekkür borçluyum, öyle değil mi? ANORMAL OLAN KİM? Sabah kalk, okula git, ödevlerini yap, ders çalış ve tekrarla… Derslerine sıkı çalış, öğretmenlerinin anlattıklarını ezberle ve sınavda aynılarını tekrar et. Tebrikler, sınıf birincisisin! Peki neden sınıf birincisi olmak için çabalıyoruz, birinci olmasak ne olur? Neden sürekli bir yarış içerisindeyiz? Aynı şeyler, aynı konular hakkında yarışıyoruz. Hayal gücümüzün, farklı bakış açımızın bir önemi yok; sadece bize söylenenleri yapmalıyız ve bize söylenenleri yapabilmek zorundayız, çünkü bunları beceremeyenler aptal olanlardır(!). Bir çocuk düşünün, dokuz yaşında. Ona söylenenleri anlayamıyor, okumakta ve yazmakta zorluk çekiyor fakat uçsuz bucaksız bir hayal dünyasına sahip. Etrafındakileri bu hayal dünyasına göre yorumluyor ve başkalarının göremediği şeyleri görebiliyor. Ama derslerinde başarısız olduğu için etrafındaki çoğu kişi tarafından aptal olarak nitelendiriliyor ve onunla alay ediliyor. Taare Zameen Par isimli bu film bana böyle bir çocuğun ne kadar eşsiz birisi olduğunu ve yapabileceklerinin sınırının olmadığını fark ettirdi. Toplumumuzda belirli kurallar, normlar var ve bütün insanların bu kurallara uyması, bu normları itiraz etmeden kabul etmesi bekleniyor. Ancak böyle bir beklenti içine girdiğimizde bütün insanların birbirinden farklı olduğu gerçeğini göz ardı etmiş oluyoruz, insanların özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Eğitim, bu normların oldukça yaygın olduğu toplumsal alanların başında geliyor. Bütün bu normları kabullenip, herkesin yaptığı şeyleri yapmamız isteniyor. Öğrenciler sanki birer yarış atı gibi görülüyor, sürekli birbirimizden daha iyi performans göstermemiz bekleniyor. Özellikle anne ve babanın böyle bir beklenti içinde olması öğrenciyi büyük bir stres altında bırakıyor. “Acaba başarısız olursam, anne ve babamı hayal kırıklığına uğratırsam ne yaparım?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bu şekilde öğrencileri sürekli bir yarış içinde tutan eğitim sistemini doğru bulmuyorum. Çünkü her insan farklı düşünür, farklı hayal eder ve farklı davranır. Her insanın kendisine özgü bir yeteneği vardır. Her insanın aynı şekilde davranmasını beklemek yerine kendilerine özgü yeteneklerini açığa vurmalarına fırsat verilen bir eğitimin gerektiğini düşünüyorum. Filmde de bu konu çok etkileyici bir biçimde ele alınmış. Bu etkileyici senaryo, özel yeteneklerini açığa vuran insanların dünyayı değiştirerek daha iyi bir yer haline getirebileceğinin farkına varmamı sağladı. Her insanın içinde dünyayı değiştirebilecek çok özel bir kişinin yattığını anladım, yeter ki onu dışarı çıkarabilecek bir fırsat bulsun. Anormal kavramına bakış açınızı değiştiren bir film bu. Anormal olarak nitelendirilen birinin aslında kendisine özgü özelliklerini sergilediğini anlıyorsunuz. Onları anormal olarak nitelendirerek onlara haksızlık ettiğimizi anlıyorum. Anormal olanlar aslında onlar değil, birbirini taklit eden insanlar, yani bizleriz. Toplumsal kurallara uygun hareket etmeye çalışırken kendimize özgü özelliklerimiz kaybediyoruz ve birbirimizi taklit ediyoruz. Ayrıca filmdeki kahramanımız Ishaan’ın “normal” olarak tanımlanan dünyaya uyum sağlamasında çok büyük emeği olan öğretmenin de bizim için bir model olması gerektiği kanısındayım. Öğretmenler, çocukların sahip olduğu bu yetenekleri sergilemesinde çok önemli etkenlerdir. Öğrencilerin bakış açılarını genişletmekte ve hayal dünyalarını açığa vurmalarında hayati rol oynarlar. Bunun gibi daha çok öğretmene ihtiyaç duyuyoruz bu yüzden filmdeki öğretmen karakteri bizim için önemli bir model. Özetlemek gerekirse, bu filmi izledikten sonra toplumumuzda bulunan belirli kalıplara uygun yaşamaya çalışarak eşsiz özelliklerimizi yok ettiğimizi anladım. Özellikle eğitim alanındaki bu kalıplar çocukların bu eşsiz özelliklerini açığa çıkarmasına engel oluyor, hayal dünyasını ve özgürlüğünü kısıtlıyor, belki de dünyayı değiştirecek kişiliklerin oluşmasına engel oluyor. Daha iyi bir dünya için bu kalıpları yıkmalı, kendimiz olmalıyız ve bize özgü olanı açığa vurmalıyız. Ahmet Canberk Baykal BAZEN SIKICI, HER ZAMAN GERÇEK AŞK Cümlelere “keşke” ile başlamak gibi can sıkıcı durumlar vardır ya hani, maalesef bazı cümle başlarına bu kelimeyi getirmeden başlayamadığınız kötü durumlar da vardır. Okumayı bitirdiğim anda Milena’ya Mektuplar da bende kocaman bir “keşke” halini aldı. Dedim ki keşke yalnızca Kafka’nın yazdığı mektuplar değil de, ona karşılık olarak Milena’nın yazdığı mektuplar da olsaydı. Çünkü gerçek hayatta da nasıl yüz yüze yapılan bir konuşmada karşı tarafı dinleyememek insanlar için çok büyük bir eksiklikse, böylesine büyük bir aşkta da karşı tarafın sessiz kalması o derece sıkıntılı bir durum. Hatta daha kötü bile diyebiliriz ya da en kötüsü... Kafka’nın aşkı gibi bu denli güçlü ve müthiş bir aşkla sevdiğimiz kişiden karşılık alamamak son derece olumsuz bir durum olsa gerek ki bu da bizi oldukça kötü etkiler hatta bunalıma bile sokabilir; kısacası ruhsuz bir insan haline gelebiliriz. Kafka’nın yaşadıkları da sanırım bunlardan ibaret. Milena’ya Mektuplar, ruhu fazla huzursuzlaşan hatta ruhsuzlaşan bir aşk adamının yaşamış olduğu ikilemleri, güvensizleşmeyi açığa çıkaran tarzdaki mektupların kitabı olmuş. Karşılıklı aşk yaşayan tarafların çözebileceği özel olayları barındıran bu kitap, edebi anlamda Franz Kafka’nın başka yapıtlarına göre biraz daha alt düzeyde kalmış bence. Kafka, gerçek hayatında atlatılması zor dönemlerden geçmiş bir insan olmasına rağmen, kendine kalmasını isteyebileceği bir olayı bizim büyüte büyüte izlememize müsade etmiş. Bu durum kimine göre ilgi çekici bir hal alabiliyorken kimine göre de sıkıcı olabilir. Bana biraz sıkıcı geldi ama bu sıkıcılık içerik anlamında değil. Bu kitapta sadece Kafka’nın kendisini ve yaşadığı aşkı tanıyorsunuz. Gerçi zaten tüm kitaplarda yazardan bir parça vardır ya da bütün kitaplar yazarın bir parçasıdır ama bu “aşk” dediğimiz mevzu bizim farklı bir kimliğimizi ortaya çıkarır. Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabında da onun ortaya çıkan diğer kimliğini tanıyorsunuz. Bana sıkıcı gelen olay bu. Edebi anlamda sıkılmak istemezseniz bu kitabı okumadan önce Kafka’nın kendini anlatmadığı diğer kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Aslında Milena’ya Mektuplar bir aşk kitabından ziyade bir “Franz Kafka’yı ve onun aşkını tanıma” kitabıdır ve oldukça ayrı bir alanda yürümektedir. Bir de korku unsuru var tabii. Kitabı okuduktan sonra korkunun ne kadar kötü bir duygu olduğunu anladım. Huzursuz olma durumu da diyebiliriz buna ama kitabın yazarı Franz Kafka olduğu için her türlü duyguyu, düşünceyi hatta en derin aşkı bile bulabiliyorsunuz bu kitapta. Gerçek hayatta karşılaştığınız durumlara karşı nasıl hareket etmeniz gerektiğini bilmek için, okunması oldukça faydalı ve gerekli kitaplardan biridir Milena’ya Mektuplar. Okunması aynı zamanda ilginç de kitaplardan biridir çünkü yazarının, tüm kağıtların ve tüm yazıların ortadan kaldırılması gibi bir vasiyeti vardır. Böyle bir vasiyeti bulunan bir adamın, aşkına yazmış olduğu mektuplarını okuma duygusu; gerçekten ilginç... Bu eserin başka bir açıdan da farklılığı var. Milena’ya Mektuplar’ı okuduktan sonra başka hangi mektup kitabını okursanız okuyun, bu kitaptaki mektuplar aklınızda kalıyor. Yani bu mektuplardan dolayı insan diğer mektuplarda da Franz Kafka tarzı yazılar bekliyor. Başta da söylediğim gibi sadece tek taraflı bir aşkın anlatıldığı bu eser başlarda sizi sıkabilir hatta yazarın kendisini okumaktan tüm kitap boyunca bile sıkılabilirsiniz o yüzden benim tavsiyem Milena’ya Mektuplar’ı okumadan önce Kafka’nın daha farklı türdeki kitaplarına biraz göz atmanızdır. Birkaç farklı kitaptan sonra bu kitaba yönelmek eminim herkesi daha fazla tatmin edecektir. Aybars KARASU, 21200733 Turk 101-1 Milena’ya Mektuplar/Franz KAFKA 23.10.2014 YAŞAMIN SATIR ARALARI, AMERİCAN BEAUTY 26.09.2014/Ilgın ÇAMOĞLU/21301978 Bir öyküde, bir romanda, bir filmde ya da bir sanat eserinde satır aralarına ne kadar çok şey sığdırılabilir? Yaratılmış karakterlerin yaşamları, gerçek hayata derinlemesine dokunabilir mi? Bana bu soruları sorduran, şu güne kadar yaptıklarımı sorgulatan bir film izledim geçen akşam. Üzerine saatlerce düşündükten sonra Sam Mendes’in yönetmenliğini yaptığı, 1999 yapımı ödüllü “American Beauty” filmini yalnızca bir film olarak adlandırmanın haksızlık olduğuna karar verdim. Çünkü herkesin hayatını bir yerden yakalayabilmiş, içinde sayılamayacak kadar çok mesaj olan, insan zayıflıklarını muhteşem karakterlerle birleştiren, üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek bu yapım yalnızca bir film değil, insan hayatına gizlenmiş satır aralarıdır belki de. Filme daha yakından baktığımızda, her karakterin zayıflıkları olduğunu ve bu zayıflıkları saklamak için başka karakterlere büründüklerini görüyoruz. Karakterlerin yüzlerindeki bu maskeler, onları güçlendirmek yerine mutsuz ve daha zayıf bireyler hâline getiriyor aslında. Böylelikle kurdukları ilişkiler, aile yaşantıları, istedikleri ve yaptıkları da sorunlu oluyor. Örneğin, Burnham ailesi ilk bakışta her şeye sahip, güzel bir yaşamları olan bir aile gibi gösteriyor kendini. Ancak kapıdan içeri girdiğimizde, muhteşem güllerle kaplı bahçelerinin ve oldukça iyi görünen aile ilişkilerinin kocaman bir maske olduğunu görüyoruz. Anne Carolyn, başarı takıntısını gizlemeye çalışan, hırslarının içinde boğulmuş, yaptığı iş dışında hiçbir şeyden memnun olmayan dağılmış bir kadın. Baba Lester, çalıştığı işten memnuniyetsiz, kendine özgüveni azalmış, eşine saygı duymayı bırakmış ve istediklerini gerçekleştirememiş bir adam. Evin çocuğu Jane ise, kendini beğenmeyen, ailesini sevmeyen ve ailevi sorunlarıyla baş edemediği için savrulan, kaybolmuş küçük bir kız. Filmdeki diğer çarpık aile ise Fitts ailesi. Anne akıl sağlığı yerinde olmayan, konuşmayan, kendi yarattığı dünyasında yaşayan bir kadın. Baba Colonel, kendi zayıflığını gizlemeye çalışan ve bu yüzden oğluna çok yüklenen, kendiyle barışamamış homoseksüel bir asker. Oğulları Ricky ise, baba baskısından kaçışı uyuşturucu kullanıp satmakta bulan, kendiyle yüzleşmekten korktuğu için sapıklık derecesinde insanları röntgenleyen, psikolojik sorunları olan bir çocuk. Bahsettiğim karakterlere bakarsak eğer, çok çarpıcı bir sonuçla karşılaşıyoruz. Bu karakterlerden hiçbiri kendiyle yüzleşemiyor, kendini sevemiyor ve hepsi bir maske takıyor, sonrasında da her biri başka yerlere savruluyor, sorunlu ilişkiler içerisine giriyor. Kimisi kızının arkadaşına karşı çarpık hayaller kuruyor, kimisi kırılganlığını gizlemek için yalan söylüyor, kimisi de aldatıyor. Filmde hayatın güzelliklerini en çok görebilen, onlar için yaşadığını söyleyen Ricky bile aslında sadece gerçeklerden, gerçek güzelliklerden saklanıyor. Film birçok çarpık hayatı birleştirmiş senaryosunda. İnsanların gerçekleştiremedikleri hayallere ve bunlardan kaynaklanan mutsuzluklarına, kendi sorunlarından kaçmak için başka karakterlere sığınmalarına, korkularıyla yüzleşemedikleri için maske takmalarına ve en önemlisi tüm bu hayat karmaşası içerisinde gerçek güzellikleri kaçırmalarına değinmiştir. Ve asıl vermek istediği mesaj ise şudur: Ne zaman öleceğimizi bilemeyiz, belki yarın belki yıllar sonra. Ancak zaten önemli olan aslında ne zaman ya da nasıl öleceğimiz değildir. Önemli olan, ölmeden önce hâlinden memnun olabilmek ve “Harikayım!” diyebilmektir. Ve eğer bir insan sabah uyandığında kendini mutlu hissetmiyorsa, başka birinin hayatını yaşıyorsa ne zaman öleceğinin bir anlamı yoktur, o zaten yaşamıyordur. Her ne kadar senaryosu çarpık olarak adlandırılabilecek potansiyele sahip olsa da, filmi incelerken ya da üstünde düşünürken yapılması gereken şey satır aralarını okumak. Senarist bize yozlaşmış Amerikan yaşantısını göstermeye çalışmıyor aslında. Asıl başarmaya çalıştığı, çarpıcı olayları anlatıyormuş gibi görünmekle beraber, her insanın içinde duyabileceği güvensizlikleri, korkuları ya da kaçış isteğini bu filmin her dakikasında göstermek ve insana yaşadığı hayatı sorgulatmak. Film bittikten sonra insan düşünmeden edemiyor; “Hayatta istediğim yerde miyim?”, “Kendim için neler yapıyorum?”, “Korkularımdan saklanıyor muyum?”, “Gerçekte ben kimim?”. 1 Ezgi Hamuryen Turk102 Section21 Gönenç TUZCU 09.10.2014 Gerçek Aşkların Arasına Mesafe Girmez Ne vakit gerek dizisi gerek filmi yapılsa her alanda ve her zaman ses getiren yapıtlardan biri oldu şüphesiz Çalıkuşu. Usta yazar Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden takvimlerin 1922’yi gösterdiği yılda çıkan eşsiz romanlarından sadece biridir. Okuduğum bu roman genç, yaşlı, âşık hatta âşık olmayan her kesime hitap edebilecek ve dahası sayfalarında insanın kendisini bulabileceği hayattan bir kesit gibidir. Kitabın genel bir özetinden söz edecek olursak eğer roman Anadolu’da geçen hem tatlı hem de acıklı bir aşkı konu edinmiştir ve aynı zamanda bu aşk üzerinden de o zamana dair bilgiler de veriyor. Çalıkuşu samimi aşk hikâyesiyle, üslubuyla ve o tarihlerin güzel yaşantısıyla okurken hiç sıkılmadığım tabiri caizse bir solukta bitirdiğim bir roman oldu. Neredeyse hiç şüphesiz ‘’böyle aşk kaldı mı ?’’ diyerek Feride’yle Kamran’ın arasındaki kusursuz aşka her sayfada şahit oldum. Feride’nin içinde hiçbir zaman büyümeyen çocuk ruhunu kendime benzetmem romanı benim için daha anlamlı ve sürükleyici kıldı. Bazı kitaplar var ki 2 insanı anılarına götürür Çalıkuşu da bunun en iyi örneklerinden biri. Herkes çocuktu yaramazdı belki ama bazı insanlar büyünce bile en ciddi olması gereken yerlerde dahi çocuk ruhlarına teslim olur. Okurken Feride’nin Kamran’a karşı beslediği ciddi duyguları bile arkadaşlarına yaptığı oyunla ortaya çıkarması beni hem güldürdü hem de bu denli çocuk oluşuna inandırdı. Bence Feride’nin arkadaşlarına Kamran konusunda olmadık bir yalan söylemesine gerek yoktu ama Ferideydi o âşık olamaz bağlanmaktan da ödü kopardı. Feride genç bir kız olarak Kamran’la olan ilk ciddi ilişkisinde çocukluk yapmaktan bir türlü vazgeçemiyordu. Bence bunun sebebi Feride’nin temiz kalpli saf bir kız oluşundandır çünkü çocuk ruhlu kalan kimse her zaman masum biridir. Fakat romanda yer yer gördüm ve anladım ki bu çocukça davranışlar beraberinde güzel bir ilişkinin bozulmasına sebep olan sorunları da getiriyormuş. Örneğin, bence Feride’nin Kamran’la olan münasebetinde ona karşı olan çocukça davranışları Kamran’ı yoruyordu ve akabinde de ayrılıklara sebep oluyordu. Bana göre Feride’nin Kamran’la Münevver arasındaki sözde ilişkiyi 3.bir şahıs tarafından duyduktan sonra Kamran’ı hiç dinlemeden düğüne 3 gün kala köşkü terk etmesi yaşına göre yapılabilecek en büyük çocukluktu. Bu kadar keskin kararlar vermeden önce insanların karşı tarafı dinlemesi gerektiğinin taraftarıyım çünkü bazı şeylerin geri dönüşü olmayabilir. Sevgi ve aşk bulunması en zor yitirilmesi de en kolay şeydir o yüzden emin olmadıkça vazgeçmemek lazım. Feride’nin yıllar sonra bile o eve dönmemesinden onun ne kadar gururlu ve inatçı bir kız olduğunu anladım. Böyle güzel bir bayanın tek başına yaşamasının günümüzde de olduğu gibi o zamanda birçok zorluğu vardı elbette. Fakat bugün de Feride gibi güçlü bayanlarımız yalnız yaşamanın gerektirdiği zorluklara göğüs gererek “kadın zayıftır” kanısını toplumumuzda hızla değiştiriyorlar. Ne tek başına bunca yıl yaşamanın zorlukları ne de sıla özlemi en zor olanı biricik Kamran’ından severek ayrılmasıydı onun için. Kader denilen anne karnından çıkar çıkmaz yazılandır. Onların kadirinde de kavuşmak yazılmıştı bir kere. Bana göre gerçek sevginin arasına mesafeler girmez ki zaten onlar da mesafelere ve daha önce yaptıkları evliliklere rağmen hep birbirlerini sevmişlerdi. Bazen başka bedenlere yöneliş gerçeklerden kaçıştır. Çalıkuşu’nu okuduğum süreç içerisinde anladım ki ne kadar gerçeklerden uzağa gidersek gidelim kaderimizden kaçamayız. Son olarak bazen biraz acı çekip olgunlaşmadan güzel olan şeylerin kıymetini anlayamayacağımızın kanısına bu romanla vardım. Batuhan Baş Zaman Dediğin Nedir Ki? Zaman dediğimiz olgu, fikrimce birçok kişi için farklı anlamlara gelebilir. Kimi insanın aklına yeni bir başlangıcı getirebilir ya da yeni gözlerini açan bir canlıyı. Zamana olumlu yaklaşamayan kimi insan içinse zaman ölüm demektir belki de. Fransız yazar Jean Chesneaux, “Zamanı Yaşamak” adlı kitabında zamanın ona neleri çağrıştırdığını anlatmış. Zaman kavramının akla siyasi olguları getirebileceğini hiç düşünmezdim ama Fransız yazar bunun mümkün olabileceğini bile göstermiş kitabında. Zamanın nasıl hızlı geçtiğini herkes bilir ama yazar, onun yanı sıra zaman kavramına akla gelemeyecek anlamlar katmış. Kitabı okuduktan sonra oturup düşünüyor insan zamanın neyi ifade ettiğini. Benim için zaman ne demek? Bence zaman, doğumdan ölüme kadar geçen süreç içindeki başarımlarımızdır. Zamanın sözlük anlamı, “Bir işin veya bir oluşun, içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit” olarak geçer Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Ben bu tanım içerisindeki yapılan işi ya da var olan bir oluşumu, başarılan bir iş ile değiştirmek istedim yukarıda yaptığım yeni zaman tanımında. Zaman kavramı bir işin başarısızlığı ile kaybolan bir olgu değil midir? Hatta vakit kaybetmek, vakit öldürmek, vakit harcamak gibi zamanın boş yere kullanılması anlamında kalıplar vardır Türkçemizde. Bu kalıplar, zamanı doğru kullanırsak bir işi başarabileceğimizi göstermez mi bize? Başka bir deyişle, zaman beraberinde başarı getirirse zamandır denemez mi? Zaman için yaptığım bu öz fikirli tanımım, geçen zamanın başarılı olmadığı sürece kaybolacağını savunuyor. Ben, bu tanımımla yeni bir yaklaşımda bulunuyorum zamana. Başarılı olmak göreceli bir kavramdır hepimiz için. Kimisi hayaline kavuşmak olarak görür başarıyı. Kimisi hayal kurmaz, anlık bir eylemi başarıdan sayar. Kimisi anlık bir eyleminin sonuçlarını başarıdan sayar. Kimisi sonuca bakmaz, eylem başarılı olsa da sonuç başarısızdır ve aslında zaman boşa gider. Kimisi anlık bir eylemi başaramazsa zaman kaybolup gider. Kimisi ise hayaline kavuşamaz, hedefler yalan olur, koskoca bir ömür sonsuz gelir ve diğer ihtimallerde de olduğu gibi zaman yine kendini bulunduğu yerden siler. Başarılı olamayan insanları zamanın kendisi istemez. Neden zaman bu insanları bulundurmaz ki kendi içinde? Zamanın içindeki başarısız insanlardan bahsetmeyen biziz. Zamanı buna biz zorladık, o vermedi bu kararı. Başarısız insanları anlatmak bahsetmeye değmeyen hikâyeler gibidir. O hikâyelerden bahsetmek bile zamanı boşa harcamaktır, başarısızlıktır. Boş bir muhabbet olur yapılan sohbet. Geçen süreç, insana hiçbir şey katmadığı için başarısızdır, ölüdür. Zaman, içinde başarıları taşır geleceğe. Başarı mı zamanı var eder yoksa zaman mı başarıyı? Peki, her ikisi de birbirinden besleniyor olabilir mi? Düşünmeden, bu sorunun derinine inmeden cevap verirsek zamanın başarıyı ortaya çıkardığı aşikâr. Bu cevap mantıksız, tamamen yanlış bir cevap değil ama başarının zamanı var edebileceğini de göz önünde bulundurabiliriz. Zaman olmasaydı, yapacağımız bir iş olmazdı hayatımızda ki bu başarının olamayacağı bir dünya demek olurdu. Hareketsiz, duraklamış bir dünyadır başarının olmadığı dünya. Dolayısıyla başarı olmadan da zaman olmaz. Başardıklarımız, bizim zaman içerisindeki yolculuğumuzun yakıtıdır. Nasıl bir arabanın yakıta ihtiyacı varsa zaman içindeki yolculukta ilerlemek için de bizim başarı ile beslenmemiz lazım. Bu da başarı olmadan zaman içerisinde kaybolacağımızı gösterir. Zaman olgusuna başka bir bakış açısı ile bakmayı denedim sizlerin huzurunda. Jean Chesneaux gibi zamanı farklı bir yere koydum. Zaman kavramının bana ilk çağrıştırdığı şey başarı olduğu için başarının, zaman kavramının var olmasında büyük bir etkisinin olduğunu gördüm. Zaman kavramına başarılı ve yeni bir yaklaşımda bulunabildim mi diye düşünüyorum şuan. Eğer bu anlattıklarım başarılı bir inceleme değilse kendi yazıma göre zaman kayboldu demektir. Beni zaman içerisinde var eden başarı zaman değilse, başarısızlığım beni zaman içerisinde yok etmiş olur eğer zaman başarı demek değilse. KAYNAKÇA: Chesneaux, Jean, Zamanı Yaşamak Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük Su BULU YABANİ BEYİN On binlerce yıldır, yüz binlerce insan, bin, binlerce... Gereksiz sayılar bunlar. Diğer sayfaya geçtiğimizde aklımızda bir önceki sayfada bir sayı olduğu bile kalmıyor, bırakın sayının kendisini. Bu yüzden diğer yazdıklarına odaklanmak zorundayız roman yazmaya soyunmuş felsefeci psikoloğun. İnsan beyninin geçmişten bugüne neler değiştirdiğinden çok, kendisinin nasıl değiştiğine odaklanarak bir kitap yazılmasının gerekliliğini fark ederek bize Evcilleşmiş Beyin adlı kitabını yazmayı uygun görmüş Bruce Hood. İnsan beyni ona göre kendini taşıyabileceğimiz büyüklükte tutmaya devam ederken, mükemmelliğinden de hiçbir şey kaybetmemeye uğraşmış. Evrim sürecinde vücudumuzun dikleşmesi ve küçülmesi beynin küçülmesine de sebep olsa, sorun çözme yeteneğimiz artmış ve olaylara bakış açımız genişlemiş. Zeki yaratıklar büyük beyinliymiş evet ama insan küçük beynini de maksimum düzeyde verimli çalıştırmayı başaran yegâne varlıkmış. Yine de Hood’un bahsettiği değişime bilimsel değil de insancıl yönden bakarsak ne göreceğimiz daha büyük bir soru. İnsan beyni insan değiştikçe değişti. Peki insan çağlar boyu nasıl değişti? Beynimiz bizi olduğumuz insan mı yaptı yoksa olduğumuz insana dönüştükçe beynimizi şu anki haline gelmeye mi zorladık? Evcilleştirme hayvanların beyinlerini küçültüp düşünce yapılarını tamamıyla değiştiriyorsa, bizim evcilleşmenin çok ötesinde büyüklüklerde yaşadığımız sayısız değişimler, beynimizde nelerin değişmesine yol açmıştır? Sorunun cevabını bilim adamlarına değil, beynimizin kendine sormak gerekiyor. Bilim kurgu filmlerindeki yaratıcılar ve onların nihai soruları gibi hayal ettiğimiz kafalarımız, bize tam da burada engel olmak istiyorlar işte! Aslında sorabiliriz ama onlar bunu bilmemizi, kendi yeteneğimizin farkına varmamızı istemiyorlar. Hood da hiç alışık olmadığımız türdeki kitabını o kısımda biraz bilim kurguya çeviriyor zaten. Daha alışıldık bir dille yazılmış sayfaların arasında, beynimizin derinlerinden bir yıldırım çarpması gibi geliyor daha büyük soru: Kontrol kimde? Kafamın içine bilmediğim şeyleri uzaktan yerleştirmeye çalışan bir yazar, beynimizi uzun vadede istek ve ihtiyaçlarımıza göre şekillendirdiğimizi söylerken, içimden kararlarımı etkileyen beynin gücünü yabana atmamam gerektiğini söyleyen sesler yükseliyor. Tam bilmediğim bir konuda uzun düşünmeye zorladığım beynimin de ısrarıyla bağırmaya yeltenirken bitiyor kısa kitap. O an anlıyorum kitabın da yazarın da beynimin de benden hiçbir şeyi sorgulamamı beklemediğini. Sadece gerçekleri önüme koyup öğrenmemi istiyorlar. Devamını getiremediğim yerlerde de yeni kitaplar okumamın zorunluluğu yapışıyor yakama. Kitap bitse de cevabını bulamadığım soru yine de tekrar geliyor aklıma: İnsanın yaşadığı değişimi mi yaşıyor beyin? İnsan acımasızlaştıkça beyin de bir ‘fury’ dövmesi yaptırıyor mu sağ lobuna? Ya da hiç duymadığı bir şeye şaşırırken adamın biri, beyni de içerde esnermiş gibi açıyor mu kılcalların arasını? Birbirini şekillendirdiğini söylediğimiz iki şeyden biri hakkında gram bilgimiz yok ve varsayımlarımızı yine de hiç değiştirmeden ilerletiyoruz. Bilim bu kadar çaresiz kalıyorsa, beynimiz on binlerce yıldır bize yaşamadığımız şeyleri izletiyor olamaz mı? Haberimiz bile olmaz! Daha korkutucusu, bu konuda otorite sandığımız kişilerin bizim sorduğumuz soruları bile soramıyor olmaları. Hem normalden fazla deliyim ben! Kim durduracak şimdi beynimden gelen ve daha da şiddetlenen bağırtıları? Kim benim normalden farklı olmayan ama bana hep normalden farklı seçenekler sunan beynim hakkında kitap yazacak? On binlerce yıldır hakkında öğrendiğimiz şeylerin ceviz kabuğunu doldurmadığı beynimiz hakkında okumaya çalışıyoruz kendimize sormak yerine. Yaptığımız, ölmek üzere olan insanları tartıp, öldükten sonraki ağırlıklarıyla karşılaştıran ve ruhun ağırlığını bulacağını sanan bilim adamınınkinden farksız. Bilimi olmaz beynin. Cevaplamak istediği zaman zaten siz sormasanız da cevaplar. Nasıl mı? Önce ölülerin ruhlarını tartmaya çalışmayı bırakmanız lazım... Murtaza Üzerine Bir Avuç Düşünce / Mehmet Günçavdı 22 Eylül 2014 Orhan Kemal... Toplumcu gerçekçi, devrinin aynası, yazılarıyla bizi büyüleyen büyük üstat. Toplumun içinden çıkmış, halkla beraber acı çekmiş, halkla beraber büyümüş bir yazarımız. Hemen hemen hepimizin roman ve öyküleriyle tanıdığı Orhan Kemal, aynı zamanda Büyük Bekçi Murtaza’nın da yaratıcısı. Murtaza ki ne Murtaza! Okuyan hepimizi fabrika nemine boğan, kah güldüren kah düşündüren kara mizah. Kitabın kapağını kapattığımızda kulağımızda çınlayan “Almışım amirlerimden terbiye, görmüşüm kurs!” repliğinin sahibi Bekçi Murtaza’yı anlatır bu başyapıt. Ülke genelinde binlerce satmış, halen yeni baskıları yapılan, Orhan Kemal’in ibaresiyle ilk başta uzun hikaye olan ama uğraşlarla romana dönen bir eser. Murtaza hayattan ilginç beklentileri olan, dayısının kahramanlık hikayelerinden etkilenip dayısı gibi olmaya çalışan ama şartlar el vermediği için elinden gelenin en iyisini yaparak bekçi olan bir kişi. Bekçilik görevini bir vatan görevi olarak gördüğü için kıdemli bir asker gibi davranır ömrü boyunca. Kendi iyi niyetince ülkeyi ileriye götürecek tek şeyin disiplin olduğunu düşünür. Bu düşüncenin getirisi sonucunda insanlara emretmeye, onları disiplin altına almayı düşünür. Bu baskıcı tutumundan dolayıdır ki kimse sevmez Murtaza’yı, karısı ve çocukları bile. Murtaza ise sevgisini ve umudunu küçük oğlu Hasan’a verir. Büyük oğlu Hasan’ın onda yarattığı hayal kırıklığını küçük Hasan’ın gidereceğine inanır. Bununla birlikte küçük Hasan babasının ona karşı sevgisini kullanmaktan ileri gitmeyerek, babasını hoş sözlerle kandırıp gerçekte bambaşka bir kişilikle hareket eder. Kitap boyunca katı bir aile babası olarak görülen Murtaza’nın aslında ailesine karşı bir şevkat hissi vardır ama Murtaza disiplinci yapısından taviz verip de bunu gösteremez. Bu disiplinci tutumdan dolayı kızının ölümüne neden olur istemsizce ama kızı ölmeden önce sarfettiği çabadan, parasının son kuruşuna kadar kızı için harcamasından nasıl bir aile babası olduğunu anlayabiliriz. Murtaza her ne kadar Balkan göçmeni olsa da bu özelliğiyle bir Anadolu erkeğini çağrıştırır bize. Murtaza tip olarak tam görevini yansıtır. Geniş omuzları ve gövdesi, sürekli çatık kaşları ve pos bıyığıyla klasik bir bekçi imajı canlandırır zihnimizde. Bu sert duran mizacından dolayıdır ki insanlar şaşırmaz zaten Murtaza’nın karakterine. Bunun birlikte sertliği içinden gelmez Murtaza’nın. İdealleri ve görevi yüzünden böyle görünmek zorundadır. Zira her ne kadar dışarıdan sert, gözü pek gibi görülse de Azgın üzerine yürüdüğündeki tavrı bize Murtaza’nın aslında çok da cesur bir karakter olmadığını gösterir. Murtaza’nın davranışları insanlara örnek teşkil eden davranışlar olarak görülse de aslında kurallara bu denli bağlı olmanın kötü sonuçlarını rahatlıkla görebiliyoruz. Kurallara uymanın her zaman mutluluk getirmeyeceğini, aksine insanı toplumdan uzaklaştıracağını gözler önüne seriyor Murtaza. Paraya tamah etmeyen kişiliği Murtaza’yı onurlu biri kılarken aynı zamanda ondan çok şeyler götürüyor. Göç ettikten sonra diğer hemşerileri gibi mal, mülk peşinde olsa belki annesini parasızlıktan kurtarabilecek belki de kızı bir fabrika köşesinde çalışmak zorunda kalmayıp daha uzun yaşayabilecekti. Kitap bitince insanı ikileme sürükleyen bir nokta bu. Paraya tamah edip onurundan kaybetmek mi daha iyi, yoksa paraya önem vermeyip onurlu bir şekilde yaşamak mı? Elbette ki cevabı kişiden kişiye göre değişir ama Murtaza’nın karşılaştığı üzücü olaylar bizi biraz da paradan yana düşünmeye itiyor. Dönemin siyasi çekişmelerini görebildiğimiz kitapta aslında siyasetin ne gibi kötü amaçlara hizmet edebileceğini farkediyoruz. Uzun uğraşlar sonucunda fen müdürünün aklına bir türlü giremeyen işçiler, siyasi farklılıkları kullanarak fen müdürünün Murtaza’ya karşı düşüncelerinin değişmesine neden oluyorlar. Halbuki Murtaza bir partiyi ya da düşünce akımını savunmuyor, Murtaza sadece kendisinin üstü olarak gördüğü insanları destekliyor. Bununla birlikte sırf kendine rant sağlamak için Murtaza’ya karşı isyan başlatan Nuh’un halkın gözünde nasıl büyüdüğünü şaşkınlıkla görüyor ve aslında politikada başarılı olan insanların halkı en iyi kışkırtan insanlar olduğunu fark ediyoruz kitapta. Aslında onurlu olmanın siyasette pek önem ifade etmediğini, önemli olan şeyin kitlelere duymak istediklerini söylemek olduğunu gerçekçi bir kurguyla yüzümüze vuruyor Orhan Kemal. Sonuç olarak “Murtaza” dönemini başarılı bir şekilde yansıtan, yeri geldiğinde derin derin düşündüren, yeri geldiğinde gerçekçi şiveleriyle okuru kendi içine çeken bir Türk roman klasiğidir. Yayımlanmasının üzerinden 62 yıl geçmiş olmasına rağmen hala içinde günümüz gerçekleriyle karşılaşabileceğimiz roman, kahramanı Murtaza üzerinden toplum eleştirisi yapan Orhan Kemal’in nadide bir eseridir. YAPAMAYACAĞIM HİÇBİR ŞEY YOK! Django Unchained izledikten sonra ben… Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, bir resmi incelerken ve bir fotoğrafa bakarken kendimi oradaki insanların yerine koymak, onların neler hissettiğini anlamaya çalışmak ve bir şekilde hissetmeye çalışmak benim için hobi gibi bir şey. Django Unchained izledikten sonra da tam olarak bunu yaptım. Kendimi Django’nun yerine koydum ve ekranda kendimi görmeye çalıştım. Bunu yaparken de aklımdaki tek soru “Ben olsam ne yapardım?” oldu. İntikamı, hırsı, özgürlüğe ulaşma isteğini ve bu amaçlarla üstesinden gelinen her türlü zorluğu, adil bir yaşam ve aşkına kavuşmak için göze alınabilecekleri ve bir insanı harekete geçirebilecek her türlü şeyi hissettiğimi söylemekten hiç çekinmiyorum. Hayatım boyunca sevmediğim kızgınlık-öfke-nefret üçlüsünü bile aynı anda bünyemde barındırabileceğimi fark ettim ve aslında neden bu üçlüyü sevmediğimi de tekrar görmüş oldum. Django, zenci bir köleydi ve başkaları için göze aldığı şeyler gerçekten kanımı dondurdu. Ben de yıllarca hor görülmüş olsam, dışlansam beni hor görenleri, ırkçılıkla dünyayı yönetebileceklerini sananları, insafsızları gözüm kapalı öldürürdüm sanırım... Belki bu davranışımla onlardan bir farkım kalmazdı ama yine de diktatörlüğün ve kötülüğün devam etmesine göz yummaktan iyidir diye düşünüyorum. Mutlak güç ve gücün yanından ayıramadığı tutkunun da tadını almadım değil filmde. Gücü elinde tutmaya çalışırken insanları- yani zencileri ve köleleri- ölüme sürüklemek neden diye çok düşündüm. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyor aklım almıyor gerçekten. Güce sahip olmak, sürekli söz geçiren olmak, liderlik vasfı olmadan liderlik yapmaya çabalayan insanları anlamakta bir kez daha güçlük çektim. Ya bende bir sorun var, bütün bu anlamsızlıkları anlayamadığım için, ya da diğer insanlarda bu anlamsızlıkları anlamlı hâle getirmek istedikleri için. Filmi izlerken gözüme 1800’lü yıllarda Amerika’nın (film Texas’ta geçiyor) sosyal düzeni gözüme çarptı. Böyle tarihî şeyleri değerlendirirken o çağda yaşıyormuş gibi değerlendirmek gerekir bunun farkındayım ama ben hiçbir zaman bunu yapamadım ve yapma taraftarı olduğumu da söyleyemem. Kölelik ve ırkçılık bana göre hiçbir çağda kabul görülmemesi gereken iki şey. Sen güçlü ol diğerlerini ez, dışla ve hatta öldür ama onların hiçbir hakkı olmasın, ses çıkaramasın ve ölmemek için sana itaat etsin. Oh ne güzel dünya. O zamanlarda empati diye bir şey yok muydu sanki? Bence yaşayan herkes empati kurabilme yeteneğine sahip, yeter ki istesin. Gerçi bu güç sahibi sevgili(!) insanlar azıcık vicdanlı olsa öldürmezlerdi, dünya barışı için yaşarlardı. Maalesef öyle olmadı ve bu saatten sonra olacağını da hiç sanmam. Güçlü olmak çok güzel ve karşı konulamaz bir his ve eminim ki herkes bunun farkında ama güç illaki kötü amaçlarımızda kullanılmak için değildir değil mi? En basitinden ülke yönetiminde rol alanlar düşünülebilir sonuçta çoğu ülkede güç onların elinde. Barışçı bir cumhurbaşkanı olsa ve gücünü barışı, adaleti, eşitliği sağlamak için kullansa fena mı olur? Tabii ki de hayır. Sahip olduğumuz her şeyi kötüye kullanmaya çalışsak vay hâlimize yani… Şunu da itiraf etmeliyim ki, filmde beni cezbeden şey kesinlikle Django’nun sessiz sakin ve çok zaman geçmesine rağmen aldığı intikamları ve bana verdiği o eşsiz heyecandı. Zaten “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” diye boşuna dememişler! Adalet ve özgürlük taraftarı olayım ama adil ve özgürlükçü olmayanı öldürüp bu işten kurtulayım düşüncesi çok yersiz bir düşünce. Amdem br yola baş koydun, en azından sosyal düzene de birkaç rötuş yap da birkaç değişime öncülük et. Her ne kadar özgürlüğü savunsa da tamamen bencillik etmek bu olsa gerek. Anladım ki güç herkesin gözünü kör edebiliyormuş. Ben olsam, halkı örgütler, bilinçlendirmeye çalışır ve ayaklanma çıkartırdım. Aman ben paçayı kurtardım geri kalanını başkası düşünsün tarzı düşüncelerle de kimsenin karşısına da çıkmazdım. Her zaman olduğu gibi, aşk (koşulsuz bir şekilde yaşanan tabi ki) gözlerimin önündeydi. Âşık olduğum, hayatımı birlikte geçirmek istediğim biri için hemen hemen her şeyi göze alabilecek biriyim ben. Henüz öyle bir şey yapmadım, yapamadım ama sevgilimin işkence çeke çeke öleceğini bilsem herhâlde bir dakika bile düşünmeden onu kurtarmak için her şeyi yapmaya ve her zorluğu aşmaya çalışırdım. Belki bu çok aşırı fedakârlık ve gereksizlik olarak nitelendirilebilir ama seven anlar bence. Anladım ki güç bazı insanlar için sahip olunabilecek en yüce şeymiş ve hayatlarının odağına gücü koyan insanlar için başka şeyler hiç mi hiç önemli değilmiş; bir insan başkalarının ne hissedeceğini, ne düşüneceğini hiç umursamadan da hayatını devam ettirebiliyormuş ve aşk her zaman her şekilde hiçbir koşul beklemeden yaşanabiliyormuş… İnci / Kamil KARADAĞ Bu kitap ile birlikte insanların gerçek yüzlerini görme imkânı buldum. İnsanoğlu var olduğundan beri değişmeyen tek bir şey vardı… Ne kadar doyumsuz oldukları. Belki de bu insanlığın suçu değil de yaşadığımız dünyanın zalimliğinin bir sonucu hatta bir zorunluluğudur. Gelen tavsiyeler üzerine okuduğum yazarı John Steinbeck olan İnci adlı kitabın beni nasıl etkilediğini sizlerle paylaşmak isterim. Aslında bugüne kadar beni gerçekten etkileyen kitap sayısı oldukça azdır. İnci adlı bu kitap da bunlardan birisi. Bu kitap sayesinde çevremdeki her şeyi bir kez daha sorgulama fırsatı buldum. Kitap sayfa sayısı bakımından diğer romanlardan oldukça kısa olmasına rağmen kitabın içeriğinin hiç de öyle olmadığını okuyan herkes fark edecektir. Bir kitapta yaşanılan olayların gerçekliği beni her zaman o eseri okumaya itmiştir. Yazarın gözlem yeteneğinin bir hayli güçlü olduğunu da yaptığı betimlemelerden anlıyoruz. Roman Kino adında yoksul bir inci avcısı ve ailesinin başından geçen olayları anlatmakta. Aslında her şey Kino’nun denizden büyük bir inci çıkartmasıyla başlıyor. Bu kitapta paranın kokusunu aldıktan sonra değişen doktor gibi adaletsiz bir dünya yer almakta. Aslında bu dünya bizim çok yakından bildiğimiz bir dünya… Doktorun “Yerli çocukların akrep ısırmasını tedaviden başka işim mi kalmadı? Doktorum ben, baytar değil.” sözleri ise bu adaletsizliği kanıtlar nitelikte. Yoksul insanların hayatlarının bir inci kadar değeri olmadığını düşünen bir zihniyetten nefret ediyorum. Gözü paradan başka bir şey görmeyenlerin insanlık için her zaman utanç kaynağı olduğunu düşündüm. Romanı okurken bu tür olayların gerçekte de yaşandığını bilmek romanı çok daha etkili hale getirdi benim için. Denizin sunduğu bir hediye olarak görülen incinin onlara güzel bir hayat sunacağını düşünen Kino ve ailesi, yanıldıklarını çok geç anladılar ve elbette sonunda bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Bu eseri okurken gözümüze çarpan bir şey de apaçık bir sınıf ayrımı olduğudur. “Karıncalar çalışmaya başlamışlardı bile. Kimileri büyük, parlak ve kapkara gövdeli, ötekiler küçük, daha açık renkli, ama hepsi tez canlıydılar. İri bir karıncanın kazarak hazırladığı kum tuzağından kaçıp kurtulmaya çalışan küçük bir karıncayı izlerken Kino düşünüyordu. Tanrı karıncaları yaratırken bile ayrım gözetmişti.” cümleleri bu konuda haksız olmadığımı gösteriyor. İnsanların böylesine acımasız ve para düşkünü olmasını sağlayan şeyin içinde bulundukları bu durum olduğunu düşünüyorum. Doktor bu kadar hırslı ve açgözlü olmasaydı belki de Kino ve ailesi hayalini kurdukları hayata kavuşabileceklerdi. Kitabın son kısmında gözünü para hırsı bürümüş insanlardan kaçmanın bir kurtuluş yolu olduğunu düşünen bu aile yaşadıkları yerden ayrılma kararı alıyorlar fakat peşlerindeki insanlar inciye sahip olabilmek için bir bebeğin ölümüne sebep oluyorlar. Ben de dahil kitabı okuyan çoğu kişi mutlu bir son bekliyordu belki de ama bu zalim dünyada bu denli kötü insanlar varken iyilerin hayatta kalması pek de beklenen bir şey değildi aslında. Zenginlik insana şan, şöhret ve güzel bir hayat sunabileceği gibi sizi yıkıma uğratarak daha dibe vurmanızı da neden olabilir. Belki de hayatınıza şekil verecek kişi çoğu zaman sizin düşmanınızdır. Para ya da değerli bir eşya… Kesinlikle hiçbiri bir insanın hayatından daha değerli değil, olmamalı da… Değerli bir eşyanın insanlara sadece mutluluk ve huzur getirebileceğini düşünmek en başından beri bir hataydı. Bize huzur ve mutluluk sunacağını düşündüğümüz şeyler belki de tam tersi bir amaç için hayatımıza girmiş olabilirler. İki karton kapak arasında yaşanan umut ve hüsranın harmanlandığı bir dünya… Mehmet Çakmak 1 21302354 TURK101-13 / 6. ödev – Son metin Başak Berna Cordan 10.12.2014 AMERİKAN GERÇEĞİ Amerikan Güzeli, 1999 Amerikan yapımı 5 dalda Akademi Ödülü’ne layık görülmüş bir filmdir. Yönetmenliğini o yıllarda adını çok duyurmamış, sonraları Hayallerin Peşinde filmini de yönetecek olan Sam Mendes yapmıştır. Filmin başrollerinde ise 2 Akademi Ödüllü Kevin Spacey, 4 adaylığı bulunan Annette Bening gibi isimler vardır. Film orta yaş krizine girmiş bir babayı, başarı peşinde koşan bir anneyi, ergenlik döneminde bir kız çocuğunu anlatır. Bir süre sonra olaylara uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle iki yıl tedavi görmüş bir oğlan ile onun dışarıdan homofobik görünüp aslında gey olan albay babası da dahil olur. Amerikan Güzeli çok iyi bir materyalizm eleştirisidir. Filmin geneline nüfuz eden tüketicilik ve hırs konuları aile çerçevesinde senarist tarafından güzel ele alınmış, yönetmen tarafından ise bizlere başarılı bir şekilde aktarılmıştır. Tüketicilik günümüzde birçok insanın mücadele ettiği veya bağımlısı olduğu önemli bir kavramdır. Pek çok insan bir başkasından daha zengin, prestijli veya herhangi bir açıdan daha üstün görünmek adına ihtiyacı dahi olmayan birçok şey alıyor. Üstelik çoğunlukla da ne kadar para verdiklerini sorgulamaksızın muhtemelen etikette yazan fiyatı hak etmeyen fakat bir yerinde insanlar tarafından “prestijli” olarak nam salmış markanın logosu bulunduğu için o fiyata Çakmak-2 birçok alıcı bulabilen ürünleri alıyorlar. Tüketmek bundan bir süre önce “ihtiyaç” kelimesiyle ilişkilendirilirken, yani insanlar ihtiyacı olmadığı sürece bir şeyler satın almaktan kaçınırken, günümüzde “zevk” veya “gösteriş” kelimeleriyle daha çok örtüşmeye başlamıştır. Peki neden? Neden insanlar kendilerinin oturup rahat edecekleri bir kanepe yerine misafir geldiğinde nereden aldıklarını söyleyip gösteriş yapabilecekleri bir kanepe almak istiyorlar? Neden insanlar daha kalitesiz olmasına rağmen göğsünde küçük bir amblem bulunan bir tişörte aynı renk ve daha kaliteli bir tişörtün iki katı para veriyorlar? Tüketim çılgınlığı gitgide büyüyor ve önlem alınmazsa da böyle devam edecek çünkü insanlar mutluluğu başkalarının onlar hakkında iyi şeyler söylemesinde arıyor ve bu yüzden etikete içerikten daha çok önem veriyor. Çakmak-3 Hırs ise tüketim konusuyla ilişkilendirilebilecek, bu çılgınlığın nedenleri arasında sayılabilecek önemli bir husus. Nitekim insanların başkalarına kendilerini beğendirme çabası tamamıyla hırslı olmanın bir sonucudur çünkü hırs, insanın başarıyı arzulaması ve rekabeti hayatının her alanına dahil etmesi demektir. Ders veya sınav gibi alanlarda hırslı olmak belli bir seviyeye kadar faydalı olsa da insanın hırsı hayatının merkezine koyması hem kendine hem de etrafındakilere büyük zarar verir çünkü insan başarılı olmak adına her şeyi yapmayı mübah görür ve yanlış şeyler yapabilir. Filmde de Carolyn Burnham’ın evli olmasına rağmen sırf başarılı olma uğruna saygın bir iş adamı ile yatması veya ailenin küçük kızının arkadaşı Angela Hayes’in havalı görünmek için herkese yalan söylemesi, bu kişilerin hırslarına engel olamamalarından kaynaklanır. Filmin yapıtaşlarından bir diğeri ise aile. Amerikan rüyası, Amerika’da herkesin mutlu, güzel ve refah içinde olduğunu savunan mükemmelliyetçi bir görüştür. Hollywood yapımı filmlerde de genelde villada oturan, zengin, köpekleri olan ve herkesin güzel veya yakışıklı olduğu ailelerle bu fikir aşılanmaktadır. Amerikan Güzeli’nde ise bu kavrama yöneltilen çok net bir eleştiri vardır. Dışardan mutlu ve refah içinde görünen bir ailenin içten içe çöküşünü konu alır. Her şeyin o kadar da mükemmel olmadığını, sorunların her zaman var olduğunu gösterir. Mutlu olmayan bir aileye sahip mutlu olmayan bir babanın kendi mutluluğu adına yaptığı bazı atılımlar ailesini yıkıma sürükleyecek ve herkesi olduğundan daha mutsuz hale getirecektir. Amerikan Güzeli, günümüzdeki insan ilişkilerini ve bu bağlamda şekillenen insan psikolojisini konu alan başarılı bir yapıttır. Tüketicilik, hırs gibi herkesin sıkıntısını çektiği konuları Çakmak-4 anlatan film, ailenin toplumun yapıtaşı olmasından da faydalanarak güzel bir toplumsal eleştiri yapmakta ve insanı kendini sorgulamaya itmektedir. TARİHE YOLCULUĞUM Diana Gabaldon'ın Yabancı ile başlayan, şimdilik 6 seriden oluşan kitaplarını okumak ilginç ve düşündürücüydü. Bu serinin kitaplarını okurken beni en çok etkileyen Claire'in geçmişe yolculuğu oldu. Her şey Claire’in bir kaya oyuğundan geçerek kendisini XVIII. yüzyıldaki vahşi bir savaşın ortasında bulmasıyla başlıyordu. Merak edip kendime sordum: “Acaba geçmişe yolculuk mümkün olsaydı, ben hangi yüzyıla gitmek isterdim? ”. Beynimdeki saatin çarkları geriye dönmeye başladı. Önce aklıma Türklerin Anadolu’ya geçmeleri geldi. Malazgirt Savaşı’nı düşündüm. Kendimi bir savaşın ortasında düşünmek hiç hoşuma gitmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, savaş ortamını hayal etmeye bile pek dayanamadım. Kan, ölüm, bağrışmalar, metal sesleri… Çok fena oldum. Sonra düşündüm acaba atalarımız niye gelmişler bu topraklara diye, mecburiyetten mi yoksa kalplerinin sesini dinledikleri için mi? Orta Asya’daki anayurdun olumsuz şartları göçe zorlamıştı deniyor. Ben buna çok katılmıyorum. Sanki gideceğiniz yerde size hoş geldiniz, buyurun diyecekler! Ben bu göçlerin nedeninin insanın ruhunda var olan keşfetme ve merak duygusu olduğuna inanıyorum. Bu duygu bence hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Hepimizde var olduğuna kesinlikle inandığım bu duygu sayesinde tarihte yeni yerler bulundu, yeni yurtlar kuruldu. Anadolu kapılarına atalarımızı yönlendiren de budur sanırım. Malazgirt Savaşı’nın 1071’de yaşandığını hatırlayınca o kadar eskiye dönmeyi tercih etmemem gerektiğine karar verdim. Evimizin salonunda, duvarda asılı padişah tuğralı seramik tabağı görünce Osmanlı dönemine gitmemin daha doğru olacağını düşündüm. Öyle ya, üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorlukta yaşayacaktım. İçimden bir ses “Fatih mi, Yavuz mu, Kanunî mi?” diye sordu. Tereddüt ettim. Burada seyirci joker hakkımı kullanmak istiyorum. Evet, söyleyin bakalım, hangisini seçeyim? Üçü de muhteşem zaferler ve topraklar kazanmışlar. Savaş, hep savaş! Yok, sanırım bunlar da bana göre değil. Savaşları, çatışmaları hiç sevmiyorum. Başkasına sebepsiz yere zarar vermeyi doğru bulmuyorum. Günümüzde de çatışma ve savaşların hiç eksik olmaması aklın kaba güce hâlâ tam olarak üstün gelemediğini gösteriyor bence. XXI. yüzyılda bunların yaşandığına inanamıyorum. Aklını kullanarak uzayda yol alabilen insanın günümüzde savaşları önleyecek yolu bulamaması beni çok şaşırtıyor. Her gün ekranlarda gördüğümüz çatışmalar sizi de rahatsız etmiyor mu? Kuşkusuz etmeli… Aklımızı ve gücümüzü bilim, sanat ve insani değerleri geliştirmeye daha çok vermiş olsak belki de bu kadar savaş yaşanmazdı. Nitekim Cumhuriyet öncesi tarihimize baktığımda; üzgünüm, ama bazı savaşlardaki önemli zaferlerimiz dışında fazla övünecek eserlerimiz, buluşlarımız olmamış gibi. En muhteşem dönem olan Kanunî döneminde bile acaba hangi keşfi yapmışız, neleri icat etmişiz? Sonraki dönemlerimizde, tüm dünyada kabul görmüş kaç tane bilimsel kitap yazmışız? Neyin patentini almışız? Buna ben çok iç açıcı bir yanıt veremiyorum ne yazık ki. Şanlı tarihimizdeki başarılarımız sadece kazanılan savaşlardan ibaret olmamalı. Bilim, sanat, spor ve teknoloji gibi önemli alanlarda tarihe not düşecek daha çok başarıya ihtiyacımız olduğuna eminim. Cumhuriyet ve Atatürk ile bu yola girdiğimize ve her türlü aksaklığa rağmen bu yolda ilerlediğimize inanıyorum. Bu nedenle, iyisi mi ben o kadar eskiye değil, Atatürk’ün dönemine gideyim… Modern Türkiye’nin kuruluşuna tanıklık etmek müthiş bir deneyim olurdu benim için. Hem Atatürk’le karşılaşıp sohbet eder hem de bugünkü ülke ve dünya sorunlarına ilişkin bilgi verip onun önerilerini alırdım. Barışı sağlamak ve insanlara daha faydalı olmak umuduyla yapmak isterdim bunu. Çünkü kalkınma barış ortamında olur, savaş ortamında değil. Hemşire Clair’in geçmiş zamana yaptığı ilk yolculuğunda, kendini bulduğu o ilkel ortamda, mesleki bilgisini kullanarak mucizeler yaratması ve sonra günümüze dönerek doktor olup tekrar geçmişe dönmesi ve sevdiklerini tedavi etmesi gibi ben de hastalanan Atatürk’e ilaç vermek isterdim. Belki sağlığına kavuşurdu da dünya tarihinin akışını biraz olsun barış yönünde değiştirebilirdim böylece… Bütün bunlar güzel, ama birden endişelenmeye başladım. Sanırım geçmişe yolculuk çok da iyi bir fikir değil. Çünkü hangi devirde yaşarsak yaşayalım zorluklar ve güzellikler hep birlikte var olacaktır. Bugünün sorunlarından kaçıp geçmişe sığınmak istemediğim gibi bugünkü teknolojilerden de uzak kalmak istemiyorum. Her şeyin çok karanlık göründüğü dönemlerde bile mutlaka insanın yüzünü güldürecek olaylar vardır diye düşünüyorum. Aynı şekilde, çok mutlu dönemler de can sıkıcı ve üzücü olayları içlerinde barındırır bence. Örnek vermek gerekirse; Mondros Ateşkes Antlaşması gibi bir hüzünden Cumhuriyet, modern bir ulus ve devlet doğdu… Öyleyse günümüze odaklanıp barış ve huzur için daha çok kafa yormamız daha doğru olur bence. Değiştiremeyeceğimiz geçmişle ilgili hayaller kurmaktansa etki edebileceğimiz geleceği biçimlendirmek daha mantıklı olur görüşündeyim. Hem bence insanlık ve bu Dünya hâlâ varsa yine de barış savaşa üstün gelmiş demektir. Bazen ben de geçmişteki güzelliklere kavuşmak veya geçmişteki yanlışları doğrularıyla değiştirmek arzusunu kalbimde hissetsem de her an akıp gitmekte olan zamandaki yolculuğumuzun yönünün hep geleceğe doğru olduğu gerçeği sanırım hiç değişmeyecektir. Beni duydun mu Claire? Hikmet Çağan Şahintürk Baki 1 Yağmur Baki 21102595 TURK 102- 11 Ahmet Kaya 09.12.2014 Son Durak Ön yargı… İnsanların bakış açılarını kısıtlayan durum. Ön yargılarımızdan kurtulmamız gerekmiyor mu artık? Zenci ve iri olduğu için bir insan her türlü suçu işleyebilir mi? İki küçük kıza tecavüz ettiği ve öldürdüğü düşünülen fakat karanlıktan korkan bir zenci ve iri olan adam. Hani bir durum vardır ve insanlar der ki; ben gerçek olanı gördüm, kendi gözlerime mi yoksa sana mı inanacağım diye. Bu şekilde küçük düşünmek kötü olmaktan başka bir şey değildir. Ya senin gördüğün şey gerçek değilse, ya gözlerin yanılıyorsa nereden bilebilirsin ki? Asıl önemli olan görünenin altında bilinmeyeni görebilmektir. Birinin nasıl biri olduğunu bilmeden, onun gerçek düşüncelerini umursamadan yargılamak, suçlamak ve ölüme sürüklemek çok kolaydır. Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan ve yönetmeni Frank Darabont, “Yeşil Yol” 1999 yapımı olan filmde, insanlara birçok duygu yoğunluğunu yaşatmıştır. Ölüm, hastalık, iyilik ve kötülük konularını insanların içine işleyen bir biçimde gözler önüne sermiştir. Bu hikâye, görevi hapishanedeki idama mahkûm edilmiş suçluları son yolculuklarına uğurlamak olan Paul Edgecomb’un ve suçsuz olduğu halde idam mahkûmu olan John Coffey arasında geçmektedir. Yeşil yol… İdam mahkûmlarının son yolculuğu olarak görülen işte o; hapishane yolu! Ölüm, her insanın elbet bir gün yaşayacağı bir durumdur. Fakat insanın ölüm tarihini, saatini ve ne şekilde öleceğini bilmesi çok farklı bir durum olsa gerek. Öyle bir ortam düşünün ki suçluların ölümünü izlemeye gelen seyircilerle dolu ve içinde kocaman bir elektrikli sandalyenin bulunduğu, idam cezasına çarptırılmış kişilerin acımasızca cezalandırıldığı bir oda. Ölüm yavaş yavaş yaklaşır onlar için. Yalnızca birkaç dakika sürecek ve beyinlerinden başlayarak tüm vücutlarına elektrik verilecektir. Söylenilen tek bir söz vardır o sırada; o bir katil, o kötü ve suçlu bir insan. Bu yüzden onlara göre, acımasızca ölmeyi hak ediyordurlar. Peki, gerçekten hiç suçu olmayan ve sadece iyilik yapmaya çalışırken, yanlış anlaşılan bir insanın o sandalyeye oturması kararını veren insanlar kötü ve suçlu olmuyorlar mı? İşte bu noktada insanlar karşılarındaki insanları dinlemeyi denemeli, önyargılı olmamalı ve sadece gördüklerini zannettikleri olayın ne anlama geldiğini bilmeden inanmamalıdırlar. Filmde, John Coffey; işlediği inanılan bir suç yüzünden idam edilmeye mahkûm edilmiş biridir. Olağanüstü bir güce sahip, çevresinde bulunan rahatsız insanların sağlığına kavuşması için yardım ediyor ve gücünü bu yönde kullanıyordur. Ayrıca iri bedenine rağmen çok büyük, yumuşak sadece sevgi barındıran bir kalbe sahiptir. Herkes onu acımasız bir katil olarak görür ama aslında acımasız olan kendileridir. Karanlıktan korkan ve sürekli ağlayan bir insan nasıl iki küçük kıza zarar verebilir ki? Yanlış bir anlama insanın ölümüne bile neden olabilir. Bu olay günümüzde bile olabiliyor. Suçsuz olduğu halde hapishane de yatan birçok insan var. İnsanlar, sadece kendi bildiklerine inanıyorlar. Başkalarının nasıl olduğu, ne düşündüğü hiç önemli bile değil. Gerçekleri görmek, görmeyi istemek çok önemli iyi bir insan olabilmek için. Çünkü suçsuz insanlara inanmadığımız ve gerçekleri görmeye çalışmadığımız zamanlarda onları kaybetmeye devam edeceğiz. Bu filmde en çok etkilendiğim yer Coffey’nin “lütfen ışıkları kapatma karanlıktan korkuyorum patron” dediği yerdi. Keşke toplumumuzda her suçlu onun gibi iyi bir insan olabilse. Bu yüzden, böyle iyi insanları kaybetmemeliyiz ve onları tekrar topluma kazandırmalıyız. İnsanların hayatları boyunca yaşadıkları iyi ve kötü şeyler vardır. Bu şeyler bizi takip eder ve bizimle beraber geleceğimize ta ki bugüne kadar gelir. Şimdi nasıl biriyiz iyi mi kötü mü? İyi insan olmak çok da kolay değildir. İyi insan, önyargılarından arınmış, insanları dinleyen ve onları direk suçlu olarak görmeyen kişidir. İnsanları direk yargılamak yerine, onları anlamak ve dinlemek gerekmektedir. “Yeşil Yol” işte bu noktada bize birçok mesaj vermektedir. Filmde çok fazla etkileyici sahne vardır ve başından sonuna kadar duygulandıran bir filmdir. İçimizdeki Tanrıçalar Oldum olası kitap okumayı severim. Kitapların beni dünyanın farklı yerlerine götürüp bir tur attırdığını, bana farklı insanları ve hayatları, yaşamın benim görmediğim taraflarını anlattığını düşünmüşümdür hep. Aynı zamanda kendimi aramayı da severim kitaplarda. Karakterlerin kişiliklerinden, söylediklerine, giyimlerine kadar her şeylerinde kendimi ararım. Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ını okuduğumdaysa satırların arasında sadece kendimi değil tüm kadınları buldum. Temelkuran öyle güçlü anlatmış ki bizi, her sayfada kendimi tekrar tekrar bularak kitabı tamamladım. Küçümsendiğimiz, ötekileştirildiğimiz, objeleştirildiğimiz, yerimizin genellikle erkekler tarafından belirlendiği, onlar tarafından sınırlarımızın çizildiği bu dünyada kadın olmak ne zor ve meşakkatli bir iş oysaki. Hakkımız olanı bile bir lütufmuş gibi alıyoruz. ‘‘El âlem ne der’’ diye düşünüp her gün mahalle baskısına maruz kalıyoruz. Zor iş kadın olmak, çok zor. Her birimiz en az bir kere demişizdir belki de keşke erkek olsaydım diye. Kadınlığımızdan utandığımızdan değil, canımızdan bezdirdiklerinden. Ve bu sadece erkeklerin yapmış olduğu bir şey değil, tüm suç onlarda değil. En kötüsü de kadının kadına yaptığı baskı. Hatırlıyorum da lisemdeki aşırı muhafazakâr müdür yardımcısı dizlerimde olan okul eteğimi görüp ‘‘eğer başına bir şey gelirse nedenini başka yerde arama’’ gibi bir söz söyleyip tüylerimi diken diken etmişti. Böyle bir söz 16 yaşındaki bir kıza nasıl bu kadar rahat söylenir inanamamıştım. Oysa beni en iyi onun anlaması gerekirdi, o da bir kadın. Biz kadınlar beraber çekiyoruz sineye tüm yaşananları. Bize laf atılıyor sokaklarda, biz ikinci sınıf insan muamelesi görüyoruz, birbirimizi en iyi biz anlıyoruz. Hemcinsim bile böyle kolay bir şekilde yargıladıktan sonra insan oturup iki kere düşünüyor. Ne zaman kadınlar kurtulacak bütün bunlardan? Ne zaman gerçekten eşit olacağız diğerleriyle? Erkeklerin baskısına ise hepimiz alıştık artık. Ne acı böyle bir şeye alışabilmemiz. Sessiz kalmayı aşıladılar bize, susmayı. Oysa hak ettiğimizden çok az bile kötü davranıldığında HAYIR diyebilmemiz lazım. Dünyadaki sınırlarımızı kendimiz belirlememiz gerekiyor eğer onlara izin verecek olursak kaybolacağız çünkü. Birçok dinde, millette kutsal sayılan anneler, ‘‘Cennet annelerin ayakları altındadır’’ denen anneler ve tüm müstakbel anneler boyunduruk altında yaşamaya mahkûm kalacak sesimiz çıkmazsa çünkü. Oysa Temelkuran’ın dediği gibi her kadının içinde bir tanrıça var, mucizeler yaratmayı bekleyen. Bir kadın sevdikleri için dünyayla savaşacak kadar güçlüdür. Bir kadının aşil topuğu ise sevdiklerinden gelen darbelerdir. Aksi takdirde içimizdeki tanrıçayı kimse yenemez. O güçlü, fedakâr, sevgi dolu kadınlar hapsediyorlar tanrıçalarını. Soluyor kadının çiçekleri, gençlikleri, güzel tebessümleri kadına dayatılanlar yüzünden. Milyonlarca kadın katlediliyor dünyada durmadan, hepimizin içindeki tanrıçayı tek tek avlayıp öldürüyorlar. Boş bir kabuktan ibaret kalıyoruz günden güne, eksiliyoruz. Tek çaremiz var o da bu tavra izin vermemek. Gerek erkeklerin baskısına, gerek diğer kadınların baskısına susmamamız gerekiyor. Biz bu tavrı sineye çektikçe, yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyorlar çünkü. Böyle gördüler, böyle büyüdüler, böyle eğitildiler çünkü. Bunu değiştirmek bizim elimizde. İçimizdeki tanrıçayı yaşatmak adına HAYIR demek sadece bizim elimizde. Yazımı çok sevdiğim ve hayatımda uygulayacağıma söz verdiğim bir alıntıyla bitiriyorum. “Bir: Asla yapmadığınız bir şey için özür dilemeyin. İki: Kendinizi gereğinden fazla açıklamaya çalışmayın. Üç: Asla başarılarınızı hafife almayın. Dört: Hiçbir zaman lafa 'Yanlış düşünüyor olabilirim ama...'diye başlamayın. Beş: İstemediğiniz sorulara asla cevap vermeyin. Altı: Hayır demekten kaçınmayın. Yedinci kuralı ise kendiniz koyacaksınız. Bu her tanrıçanın hakkıdır.” Kaynak: Ece Temelkuran – Düğümlere Üfleyen Kadınlar Serra Çetin İnsanlık Dramı Başrolleri Kurtlar Vadisi dizisi oyuncularından oluşan Kurtlar Vadisi Filistin 2010 yılında Raci Şaşmaz tarafından çekilmiştir. Kendinden önce çekilmiş olan Kurtlar Vadisi Irak gibi yüksek bütçeye sahiptir. Filistin ile İsrail arasındaki savaşı konu alan film savaş sırasında Filistin halkının çektiği hüznü ve sıkıntıyı açıkça gözler önüne seriyor. Kurtlar Vadisi’nin film serilerini bir sosyal sorumluluk projesi olarak da tanımlayabiliriz. Kurtlar Vadisi Filistin insanların vicdanına dokunmayı ve savaşın getirdiği vahşeti göstermeyi amaç edinmiştir. Ülkemizi derinden etkilemiş olan Mavi Marmara olayı ile başlamıştır film. İnsan hakları savunucusu olduğunu iddia eden ülkelerden hiç biri Filistin halkına yardım eli uzatmaya cesaret edememiştir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nden İnsanı Yardım Vakfı aracılığıyla Filistin halkına yardım etmeyi amaçlayan bir kafile yola çıkmıştır. Olay kafilenin şehit edilmesi ile sonuçlanmıştır. Filistin’e yardım etmekten aciz olan ülkeler Mavi Marmara olayında da acizliğini sürdürmüştür. Film bu insan katliamına sebep olan komutanı öldürmeyi planlayan özel ekibimizin serüvenine odaklanmıştır. Özellikle 2000 yılından sonra büyük gelişim gösteren film sektörünün en yeni olanakları kullanılarak çekilmiştir film. Filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar bu kalite göze çarpmaktadır. Önceki Kurtlar Vadisi filmlerine kıyasla film müziklerinde ve görsel kalitede yüksek derecede bir artış olduğu aşikâr. İsrail Devletinin gerek dini gerek politik sebeplerden dolayı var olmakla ilgili korkuları artmıştır. Kendilerine vaat edildiğini düşündükleri bölgelerdeki Arap nüfusunun İsrail halkını istememesi bu işgalin ana nedeni olarak gösterilebilir. İnsan haklarını göz önünde bulundurmadan insanları hayvanlardan daha aşağılık varlıklar olarak görmeleri de dünya genelinde hep tepki çeken bir husus olmuştur. Ne var ki kapitalist gücü elinde bulunduran bir güce karşı ne yapabilirsiniz ki… Dünya genelinde yardım seferberliği ilan edilmesi gerekirken ne Müslüman ülkeler ne de komşu ülkelerinden yardım alamamıştır Filistin. Dünyanın bu acı işgale sessiz kalışı kabul edilecek bir durum değildir ve bu olay insanlığın çıkarları doğrultusunda ne kadar ileri gidebileceğini göstermektedir. Mavi Marmara’daki insanlarımızın da şehit edilmesi ve bu olaya Türkiye Cumhuriyeti dâhil hiçbir ülkenin ses çıkaramaması da ayrıca düşünmemiz gereken başka bir noktadır. Mavi Marmara’daki kafile şehit olacağını bilerek bu yolculuğa çıkmışlardı fakat “bir mumun yanması binlercesine umut ışığı yakar” düşüncesi hâkimdi. Bu olay kısa süreli bir paniğe yol açsa da, yeteri kadar çok insan kitlesini etkileyememiştir. İsrail Devletinin çocuk, kadın veya erkek ayırmadan Filistin halkına zulüm etmesi ancak kendilerine dönecek bir zulümdür. Koşullar ne kadar zor olsa da Filistin halkı direnişini sürdürmüştür. 2014 yılında tekrar Filistin ve İsrail arasında çatışmalar olmuştur. Bombalanan Filistin halkı hâlâ direnişini sürdürmektedir. Mısır’ın Filistin’e açılan yardım tünellerini kapatmasına rağmen boynunu eğmemiştir. Bu köklü direnişe rağmen dünya genelinde hâla Filistin halkına yardım eli uzatan bir ülke olmamıştır. Yardım eli bulamayınca ellerini birbirine kenetleyen Filistin halkı haklı davasında bir gün aydınlıklara elbet çıkacaktır. Savaşların dünya üzerindeki vahşeti artırdığı açıktır. Ayrıca insanların katledilmesi hukuk ve hak düzenlerini altüst etmektedir. Zulüm gören de zarar görüyor, zulmeden de zarar görüyor, çocuklar öldürülüyor hatta hapishanelere atılıyor. Uluslararası insan hakları ve uluslararası hukuk düzeni bu kadar ileri seviyedeyken bu kadar çok yıkıma neden olan savaşlar neden çıkıyor ya da bu savaşlara neden engel olmak için hiç adım atılmıyor? Anlaşılması gerçekten güç ve insanların üstünde çokça düşünmesi gereken sorulardır. Taha Alli 21302489 Türkçe 101-48 Vincent van Gogh’u “Yıldızlı Geceler”de Yaşatmak... 26.09.2014 / Side İnaç Bugün aldığım bu defter, görür görmez beni bundan üç yıl öncesine, 2011 yılının haziran ayına götürdü. İlk yurt dışı deneyimimi yaşadığım o yaz, sürprizlerle ve bir o kadar da tesadüflerle doluydu. Tüm bu deneyimlerime ev sahipliği yapan ülke ise dünyanın en ünlü ve en çok beğenilen sanatçılarından biri olan Van Gogh’un doğup büyüdüğü Hollanda’dan başka bir yer değil. İşte benim Vincent van Gogh ile gerçek anlamda tanışmam o yaz gerçekleşti. Doğduğu yer, insana yaşanmışlıklarını katar; böyle büyütür, şekillendirir insanın hayatını. İnsan da öyle bir canlıdır ki; başarılarını, eserlerini, yarattığı her şeyini kısacası tüm kimliğini bırakır onu bugünkü insan yapan yere. Vincent, belki de o uçsuz bucaksız lale bahçelerinde tanıştığı renklerle güneşi sarıya, gökyüzünü maviye boyadığı ilk resimlerini çizerken ileride “Van Gogh” imzasıyla çocukluğunu geçirdiği yerin gururu olacağından habersizdi. Hollanda’ya gittiğimde okulda öğrenilen, kitaplardan veya internetten okunanların aslında ne kadar eksik kaldığını fark ettim. Öğrendiğimiz her şeyin ne kadar yüzeysel olduğunu gördüm. Van Gogh’un doğduğu yerin Hollanda olduğunu elbet biliyordum ama ben bu gezide fark ettim ki sadece bir isim olarak değil; bir coğrafya olarak Hollanda, Van Gogh’a bir hayat sunmuş, onu lale bahçelerinde büyütmüş. Bu gibi detaylar, bana onun hayatını derinlemesine inceleme fırsatı sundu. Hakkında duyduklarımdan, okuduklarımdan çok farklı bir Van Gogh’la tanıştığımda, her şeyin yerinde ve tamamen doğru, detaylı bir şekilde öğrenilmesi gerektiğini anladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Vincent van Gogh’un her yaşıyla, her eseriyle ve her bakış açısıyla tanıştım; en önemlisi de onu her açıdan anlamaya çalıştım. Amsterdam’ın merkezinde yer alan “Van Gogh Müzesi”, dikkat çeken mimarisiyle birlikte ünlü ressamın hiç keşfetmediğim sözleriyle, eserleriyle kısacası hayatına dair tüm detaylarla beni buluşturarak ilk girdiğim andan itibaren büyüledi. Müzenin bu büyülü havası koskoca bir günümü sıkılmadan orada geçirmem için yeterli oldu. Vincent van Gogh’u “Yıldızlı Geceler”de Yaşatmak... 26.09.2014 / Side İnaç Müzede geçirdiğim bu büyüleyici günün akşamında arkadaşlarımla birlikte film izlemeye karar verdik. Seçtikleri film, Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Paris’te Gece Yarısı” adlı filmdi. Filmin afişini görene kadar Paris’te geçen sıradan bir romantik komedi olduğunu düşünmüştüm. Afişi gördükten sonra, bu filmin sıradan bir film olamayacağını anladım. Afişteki arka plan, birkaç saat önce müzede gezerken Van Gogh’un en çok beğendiğim tablosu olan “Yıldızlı Geceler”di. Müzede bu tabloyu ilk gördüğümde, karamsar olduğum zamanları düşündüm. İçim sıkıldığında hep gökyüzüne baktığımı ve yıldızların ışıltısının bana hep umut verdiğini düşündüm. İşte bu tablo, gördüğüm an içimdeki umudu canlandırmaya yetmişti. Sonra Van Gogh’u düşündüm, bu tabloyu nasıl bir bağlamda, nasıl bir psikolojiyle yaptığını merak ediyordum. Açıklamasını okuduğumda, bu manzaranın Van Gogh’un Paris’te kaldığı hastanede, odasından görünen manzara olduğunu öğrendim. O zaman tabloya baktığımda hissettiklerimin, Van Gogh’un duygularıyla benzer olduğunu anladım. İnsan bazen olduğu yerden, etrafındakilerden hatta kendinden bile kaçmak ister. Ben o an ilk defa, kendimden yıllar önce, bambaşka topraklarda yaşamış bir insanla aramdaki mesafelerin kapandığını hissettim. Aynı duyguları hissedebilmenin, ortak şeyler paylaşabilmenin zamanın ve mekanın ötesinde bir eylem olduğunu o gün anladım. Bu afişi gördükten sonra, filmi büyük bir merakla izledim. Filmin hissettirdikleri, bir anlamda tablonun bende uyandırdığı duygularla benzerdi. Evlenmek üzere olan bir çiftin Paris’e gitmesini ve orada başlarına gelen olayları anlatan film, izleyenleri zamanda geriye götürerek Hemingway, Salvador Dali gibi ünlü isimlerle tanıştırıyor. Ana karakterin sarhoş bir halde Paris’te kaybolması ve ünlü isimlerle birlikte zamanda yolculuğa başlaması, günümüze geçememesi bana tablodaki döngüyü hatırlattı, gökyüzündeki yıldızların döngüsü... Hastane odasının penceresinden gördüğü manzarayı yansıtan Van Gogh’un bu tablosunun, bitmek bilmeyen, geri dönüşü olmayan bir geceyi yansıtmak için bu filmin afişine seçilmiş olabileceğini düşündüm. Van Gogh’la geçen koca bir günün ardından bu filmi de izlemek, her şeyi daha da pekiştirdi. Ben artık biliyordum ki; ne zaman umutsuzluğa kapılsam ‘gökyüzündeki yıldızlar’, bana umut vermek için ışıldayacaklar. Evin Kutlay Bil ama Yap da Çok bilen çok mu yanılır yoksa eninde sonunda yanılmaktan, yanlış çıkmaktan korktuğu için hiç mi risk almaz? Ne hissettiğini ve nasıl hissettiğini bilen birisi nasıl olur da bir şey, gerçekten de bir şey her şey olabilir bu, yapmadan durabilir veya yapmadığını bilerek yaşayabilir? Ama gerçekten de günlük hayatımızda da bu böyle, en bilgililer sadece biliyor ve tabi ki bilme ve farkında olmak çok önemli erdemler fakat somut bir harekette veya var olan durumu daha iyiye götürme çabasında olmadıktan sonra bilmeyle cahilliğin pek bir farkı yok aslında. Bence bu bilme yapma ikilemin en güzel altını çizen eser Lois Lowry’nın The Giver’ı çünkü her ne kadar aktarıcı, bence ona böyle seslenmek en doğrusu, anılara ve gerçek duygulara sahip olsa da onları sadece bir sonraki vasisi Jonas’a geçiriyor. Düşünün bazen neler olabileceğini bilmek sizin de cesaretinizi kırmaz mı, o başlangıç vuruşunu yapmaktan alıkoymaz mı sizi? Beni koyar, hatta bazen veya çoğunlukla “keşkelerimin” ana kaynağını yapmayı arzu edip de kafamdaki sorular ve zihnimden hesapladığım onlarca potansiyel kötü sonuçlar sebebiyle yapmadıklarım oluşturur. Bu durum bence sadece benim için geçerli değil, sonuçta yadsınamayacak “cahil cesareti” diye bir şey var. Peki, bu durum neden böyle? Bence cevap basit ama uygulayabiliyor muyum o tamamıyla ayrı bir sorunsal, muhtemelen hepimiz bir şeyi yapıp yapmamaya karar verirken “En kötü ne olabilir ki?” sorusunu kendimize soruyoruz. İşte farklılıklar burada ortaya çıkıyor cesur azınlık genelde bu soruyu geçiştirirken sözde bilgili ve farkında çoğunluk ise başkalarının tecrübelerinden, filmlerden kısaca her türlü kaynaktan öğrendiği felaket senaryolarını aklına getiriyor. Ama aslında bizim özellikle şu an, ne yaptığını bilen cahillere ihtiyacımız var. Neden mi? Çünkü şu an öyle zorlu ve akıl almaz zamanlar geçiriyoruz ki en cesurlar bilgi, akıl ve sağduyu sahibi olmadan sokaklara fırlamaya dünden razı olan cahiller. Yalnız burada entelektüeller cahillerin pervasızlığını suçlamakla kabahatlerinden bu kadar kolaylıkla sıyrılamazlar çünkü bir şey yapmayıp kenardan “cıklamak” aslında en büyük suç. Bence bu durdum şöyle işliyor: Daha bilgisiz olanlar yani kaybedecek şeyi az olup onları riske etmeyi göze alanlar inandıkları şey uğruna risk almaktan çekinmiyorlar. Cıklayan bilgililer ise kendilerine çok değer verdikleri için böyle bir riski almaya tenezzül etmiyorlar. Ama belki de bilgili olmalarının temel nedeni kendilerine verdikleri değerdir. Doğru bildiklerin uğruna savaşmayacaksan ansiklopedilerce bilgiye zihninde en sahipliği yapmanın anlamı nedir? Tribündeki seyirci olmanın ne gereği var, önemli olan sahaya çıkıp oyununu kendi bildiğin doğrularına göre oynamak bütün mesele. Tabii ki söylemek gerçeğe uygulamaktan çok daha kolay. O zaman bir yerden başlamak lazım, peki nerden? Bence ilk olarak, başkalarının tecrübelerini harfi harfiyen uygulamaktan vazgeçilmeli, yok işte “O böyle dedi sonra ona şöyle yaptılar” gibi cümlelere kulaklar tıkanmalı, “O oysa ben de benim ve benim doğrularım, benim bilgilerim ve benim yöntemlerim farklı, bu nedenle sonuçta farklı olacak.” cevabı verilmeli. Diyelim ki bir riske girdin ve doğru olduğuna inandığın şeyi yaptın ve sonuç sana önceden olacağını söyledikleri şekilde gerçekleşti, o zaman sen yine de kazançlısın çünkü en azından çaba gösterdin. Bence cahil yani bilgisiz olanla, bilgili ama yapmayan arasında pek bir fark yok çünkü eninde sonunda bilgili olan da “hayat cahili” oluyor. Sadece bilip susmak ya da var olan durumu onaylamamak bence iki yüzlülüktür çünkü sen elinde belki de en değerli araç olan “bilgiyi” elinde bulunduruyorsun ama sadece onu bulunduruyorsun. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak için kullanılmadıkça bilmek sadece nefes alan ansiklopedi olmaktır bence ve onun için zaten internet var. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır ama en önemlisi harekete kazandırıldıkça yaşamın ayrılmaz bir parçası olur. Sadece “aktarmak” yetmez, risk alıp ellini de kirletmek lazım çünkü hiçbir sanat eseri sanatçısının elleri kirlenmeden oluşmaz. Mehmet Selim Özcan O İş Bende Olmamalı Bugün salı ve şu an kütüphanedeyim. Her zaman olduğu gibi işlerimi son güne hatta son saatlere bırakmanın vermiş olduğu sıkıntı var üzerimde. Zamanımı düzgün kullanamıyor olabilirim. Ya da zamanımı yapmak istediğim şeylere ayırdığımdan yapmak zorunda olduğum yükümlülüklerime vakit kalmıyor da olabilir. İstediğim gibi yaşamaya çalışmamın beni zor durumda bıraktığının da farkındayım. Peki, böyle yaşamaya devam edecek miyim? Muhtemelen. Pişman olacak mıyım? Kesinlikle. Zorunluluklarım yüzünden üzerimde saçma bir baskı hissediyorum. Haz etmediğim olaylara ayak uydurmaya çalışmaktan yoruldum. Gereksiz sorumluluklardan daraldım. En mutlu anlarımda gelecekte yaşayacağım olası zorlukları ve zorunlulukları düşünmekten de nefret ediyorum. Hayatımı kontrol eden tek etkenin benim tercihlerim olmasını istiyorum. İsteklerim olmuyor ve ben gitgide farklılaşıyorum. Peki, bu farklılık bana zarar veriyor mu? Çok. Bu gidişatı durdurabilecek miyim? Sanmıyorum. Farklılaşmama bağlı olarak belli bir haftalık rutinim var. Kendim kurmadığım, yapmak istemediğim işlerimin hepsini zorla yaptığım bir rutin. Şu an o rutinin en zorlu ve sıkıcı günündeyim. Yazmak istemediğim bir yazıyı, yazmak istemediğim bir üslup ve konuyla yazıyorum. Nasıl yazmam gerektiği hakkında oturup düşünmek için vaktim vardı. Ama dediğim gibi, yapmak istediklerim arasında oturup düşünmek yoktu. Ne yazık ki yazdığım yazıda kitabın içeriğinden bahsetme zorunluluğum var. Kitap, iki apartman sitesinin birbirleriyle yaptığı gereksiz münakaşaları anlatan ve sırf para kazanmak için üzerinde hiç düşünülmeden yazılmış anlamsız bir yapıt. Kısacası okuyan her insana zaman kaybı. Genellikle başladığım kitapları yarıda bırakmadığımdan bu kitabı da bitirme zorunluluğu hissettim ve bitirdikten sonra aklımda tek düşünce vardı: Bu kitap Türkçe ödevi için uygun bir kitap değil. Bu düşünce biraz canımı sıktı. Gereksiz bir kitap okumuştum ve kitap, ödeve konu edebileceğim herhangi bir orijinallik taşımıyordu. Başka bir kitap daha okuyabilirdim. Hatta kitap bile değil, bir film seçip filmin içinde geçen evrensel temayı klişelerle doldurup anlatabilirdim. Fakat sonra kitabın başlığının garip bir şekilde ilgimi çektiğini fark ettim. O yüzden şu an okuduğum kitabın sadece başlığından yola çıkarak içimi dökmeye çalışıyorum. Biraz daha bahsedersem hissettiğim şeylerden, rahatlayacağıma inanıyorum. Rahatlık bana başarı sağlayacak mı? Hayır. Başarı bana rahatlık sağlayacak mı? Umarım. Rutinlerim belki değişir. Benim asıl gelecek için de hedeflerim, planlarım var. Ama canımı sıkan şey, bu hedef ve planlarıma ulaşmak için ilerlemem gereken yolun kendim tarafından çizilmemiş olması. Tabii ki kendi yolumu çizebileceğim hedefler belirlemek de benim elimdeydi. Yapmadım. Yapamadım daha doğrusu. Çizeceğim yolun mükemmel olmaması ihtimalinden korktum. Seçimlerimi yaparken kendime yeterince güvenmiyorum belki de. Şimdi de göze alamadığım kararların sonuçlarından yakınıyorum. Sanki zorunluluklarımı başkası bana dayatmış gibi. Farkındayım böyle bir dayatma olmadığının. Kendim seçtim onları. Bir bakıma yine kendim çizdim yolumu. Tabii çizdiğim yol başka insanların çizdiği yolla birleşen ufak bir patika gibiydi ve başka insanların yolları benim yollarım, onların istekleri benim zorunluluklarım haline geldi. Yol düzgün bir yere varacak gibi mi? Evet. Yoldan sapmak istiyor muyum? Hem de nasıl! Başka bir yola sapmak da riskli aslında. Çünkü genel olarak hazır olmadığım değişikliklerin bana duygusal ve fiziksel acı verdiğini düşünüyorum. Bu yüzden en ufak sürprizlerden bile, iyi kötü fark etmez, hoşlanmam. Yapmak istemediğim bir iş bile olsa, önceden durumdan haberdar olup kendimi hazırlamak isterim. Büyük ihtimalle bu isteğim hayatta gerçekleşmeyen isteklerimden en büyük ve en acı olanı. Çünkü kontrolümde olmayan çok şey yaşadım ve gerçekleşmesine mani olamadığım bu olaylar beni çok yıprattı. Yıprandığımı belli ediyor muyum? Asla. Yıprandığımı anlayan var mı? Bilmiyorum. Bir zorunlu olarak yaptığım işi daha bitirmek üzereyim. Yazının ilk hali böyle değildi tabii. Bazı kısımları değiştirmek zorundaydım çünkü kendimi anlatırken aşırıya kaçıp, yazdığım yazının belirli kriterlere göre değerlendirileceğini unutmuşum. Yine de keyif almadım desem yalan olur. Yazarken kendimle alakalı çok şey öğrendim. Şimdi önemli olan, öğrendiğim bilgiler ışığında nasıl bir hayat sürdüreceğim. İstemediğim işlerin beni değiştirmesine izin verecek miyim? Zorunluluklarımdan kaçmak istemeyi sürdürecek miyim? Tercihlerimin getirdiği sonuçlardan yakınmayı bırakıp, daha düzgün tercihler yapmaya uğraşacak mıyım? Sürekli başıma gelen sürprizlere alışmaya çalışacak mıyım? Bu soruların cevabını dürüstçe verebilecek miyim? Mustafa ASLANBAY Mutluluk İçin Unutmak Duygusal travmalar yaratabilecek olaylar yaşadığından beyin anomalisi olan bir adam düşünün. Bahsettiğimiz bu adam tıpta “Blunted Affect” olarak tabir edilen hastalığa sahip. Gündelik hayatı herkes gibi fakat adamın eksik duyguları var. Yani bütün insanlarda bulunan ego, dostluk, aşk, pişmanlık, öfke, kıskançlık, nefret gibi duygulardan yoksun. Olası yaşanabilecek kötü durumlar için beyin duygulara kapatılmış. Aslında yaşanan olayları travmatik düzeye ulaştıran hastanın beynidir. Her insanın olaylardan etkilenme derecesi farklıdır. Hasta birey ise istemsizce beynine uyum sağlar. Tuhaf geliyor kulağa. Böyle biri olabilir mi ki dediğinizi duyar gibiyim. Aslında bu adam yaşadığı travmalardan dolayı duygularına ket vurmak zorunda kalmıştır. Her şeyi hissediyor fakat manevi anlamda hiçbir şey hissetmiyor. Duygusal küntlük yaşıyor diyebiliriz. Bir nevi duyarsızlaşma ya da çevreye yetersiz tepki verme durumudur. Çevrede olan bitene “Ben zaten hissetmiyorum” gözüyle bakar. Herkesin yaşadığı duygusal çöküntüler olmuştur. Bu çöküntüler akıl sağlığı normal olan bir bireyde duygulara ket vurma boyutuna ulaşmaz. Normal birey çöküntüyü en az hasarla atlatmaya çalışır. Hastalığa sahip olan bireyse duyguları unutarak acıların dineceğini zanneder. Onun için mutlu olabilmenin tek yolu unutmayı başarabilmektir. Yok sayılan şeyler kişiye acı vermeyecekmiş gibi unutabildiği kadar mutlu sayar kendini. Ondandır ki duyguları eksik yaşar. Unutmak bu birey için bir kurtuluştur ancak sistemsel olarak gerçekleştiğinden kendini duygusal dünyada kaybeder. Karmaşık gibi gözükse de durum unutmaktan ibaret. Travmanın boyutuna göre değişen bir kayıtsızlık vardır hastada. Özellikle aşka bağlı olan travmalar çok güçlüdür. Duygusal dengenin bozulmasındaki en önemli faktör olduğu düşünülmektedir. Karşılık bulamayan aşklar, yaşanamayan aşklar, yarım kalan aşklar... İnsanoğlunun kolay atlatamadığı çöküntülerdir. Mutluluğu doruklarda yaşama hevesinde olan insan, aşkı mutluluğun nirvanası zanneder. Oysa aşk, zannedilenin aksine mutluluğu kursakta bırakır. İnsan aşkla sağlayacağı mutluluğa hep geç kalır. Bu geç kalınmışlık cereyanda bırakır kişiyi. Acısı unutulmaz hale gelir. Tabi kimin için unutulmaz? Bahsettiğimiz adam için değil tabi ki. Adamımız unutarak mutluluğa ulaşıyor. Unuttuğu kadar var sayıyor kendini. Gerçekten mutluluğa ulaşıp ulaşmadığı, yöntemin doğruluğu fikrimce tartışmaya açık değil. Ne de olsa psikiyatrik bir rahatsızlık söz konusu. Sadece tüm bunlar aklıma şu soruyu getiriyor; hasta unutmaya çalıştığını da unutabiliyor mu? Bu soru kafamı kurcalamaya devam ederken size en az aşk travmaları kadar bahsetmekten zevk aldığım çocukluk travmalarından bahsedeceğim. Çocukluk travmaları duyarsızlaşmada ciddi bir pay sahibi. Çocukken yaşananlar hiç silinmez akıllardan. Henüz yeni yeni hayatı anlamlandırmaya çalışan gözlerin gördükleri, ileride neler yaşanacağının fragmanı gibidir. İlk gösteriminden itibaren kurgusuyla hayretlere düşürecek filmin fragmanı... Çocuk, ani duygu değişimlerine bebeklikten alışkındır. Fakat anlamaya başladığı hayatta ani değişim istemez. Yıpratan duygu değişimlerine yer yoktur küçük dünyasında. Olmamalıdır da. Olması durumu anomaliyi tetikler. Nihayetinde çocuk duyguların en temizini yaşar. Onun körpe yüreğinde açılacak yara duygularının saflığını etkiler. Kimi zaman saflığını etkilemekle kalmayıp travmalara yol açar. Tüm bunlar elde edemediği hayalleri olan birinin ya da çocukluğunu duygu değişimlerinde boğularak geçirmiş birinin portresini çizer akıllara. Ressam siz değilsiniz. Ressam portrenin sahibi. Herkes kendi portresinin ressamı. Akıllara çizilen portrenizden siz sorumlusunuz. Asla bu demek değildir ki insan kötü deneyimlerinin tek sorumlusudur. Sadece ortaya çıkan sonuç kişinin ta kendisidir. Sonuç olarak bu hastalığı anlamak ve çözmek için bir roman yazmak gerekebilir. İyi kaynaklar incelendiğinde güzel veriler toplanacağına eminim. Psikolojik yönleri dışında insana kendini hatırlatan yanları olduğundan hem bir araştırma konusu hem de yaşamdan bir parça aslında. Yusuf DÜZEN Bağımlılık mı? Bu yazımda sizlere bağımlılıktan söz etmek istiyorum. Daha doğrusu bağımlı bir arkadaşım hakkında konuşacağım. Bağımlılık neymiş bir bakayım dedi. Bağımlılık, bir nesneye, kişiye ya da bir varlığa duyulan önlenemez istektir yazıyor Vikipedide. Peki gerçekten önlenemez mi? Kime göre önlenemez? Bana göre bir kişi eğer bağımlıysa biraz da olsa farkındadır bu bağımlılığının. Ama bundan vazgeçmek istemez belki de. Belki de başkalarının onun bağımlısı olduğunu düşündüğü şey onu mutlu eden tek şeydir, kim bilir? Onun hayattaki bazı şeylerden kaçış şeklidir o bağımlılık olarak adlandırılan olay. Bu bağımlılıklar, alkol, sigara, kumar, oyun, yemek, seks, alışveriş ve benzeri olgular olabilir. Ama bazen bu bağımlılık daha fazlası olabilir ve can sıkabilir. Mesela oda arkadaşım Serkan’dan bahsedeyim. Serkan bir CTIS öğrencisi. Kendisi sabah on birde uyuyup akşam beşte kalkıp bir bağımlılığın artık yazılımla vücut bulmuş hali olan LOL oyununu saatlerce bıkmadan oynuyor ve hatta onunla ilgili videolar, yayınlar izliyor. Yemek ve uyku düzeni bozuk değil çünkü yok! Sabahlıyor, uyumuyor, yemek yemiyor azimle oynuyor. Ve bağımlı olmadığını iddia ediyor. Geçen günlerde bırakma kararı aldı ve sadece otuz saat dayanabildi. Görseniz otuz saat onun için aslında çok büyük bir başarı. Günde en az on iki saatini bu oyuna ayırıyor, hatta uyumadığı ve derste olmadığı her dakikayı desek daha doğru olur. Onu bir kota canavarı olarak adlandırabiliriz. Bir ülkenin internet verilerini tek başına değiştiren bir insan kendisi. Serkan’ı aslında Çin’e yollamak lazım. Mesela Çin’de gençlerin bilgisayar başında günde 3 saatten fazla zaman harcamamaları için düzenlemeler yapılıyor. Çünkü kabaca on milyon bağımlı genç olduğu söyleniyor.Nüfusu on milyon olmayan ülkeler var! Ama Serkan bir haftada Çin’de ortalama bir şehrin genç nüfusunun bilgisayar başındaki maksimum zaman geçirme hakkını tek başına kullanıyor! Aynı zamanda interneti sömürerek Bilkent’in muhteşem internetinden yüksek hızda faydalanmamızı da önlüyor. Artık hareketleri, konuşması ve hatta bakışları farklılaşmaya başladı. Ödev yapacağım dediğinde ilk başta hayrete düştük ama baktığımızda oyun oynarken arada bir de ödev kağıtlarına bakıyordu. Bu adamla nasıl koca bir yıl geçirilebilir ki? Diğer oda arkadaşımız Sümer bu sene ilk defa yurtta kalıyor. O da Serkan’la aynı bölümde ama o Serkan’dan farklı. Şu an Sümer, Serkan’a İngilizce dil bilgisi anlatmaya gitti ve Serkan oyun oynuyor. Durum içler acısı. Sadece üç hafta oldu ama tüm yurt Serkan’a acımaya başladık. Yanına muhabbet etmeye gidip insan olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz ama bizi tersleyip oyun oynadığını ve rahatsız etmemizi istemediğini söylüyor. Çaya çıkalım diyoruz izdivaç programında sınıyor kendini. Bağımlılığı insani bağlar kurmasını, onları geliştirmesini önlüyor. Hatta bu oyun yüzden sevgilisinden ayrılmış ve hiç pişman değil. Oyun aşkının bir eşten daha önce geldiğini savunuyor ve bu konuda oldukça ciddi. Psikolojik destek alması gerektiğini, hayatın bu kadar da bir metre karede geçmeyeceğini anlatmaya çalışıyoruz. Ama biz bunları anlatırken hâlâ ekrana bakıyor ve söylediklerimize en ufak bir tepki bile vermiyor. Dışarı çıkmaya hatta tuvalete gitmeye eriniyor. Tuvalete adeta ışık hızında gidip geliyor. Onu bu oyuna bağlayan şey ne olabilir ki? Serkan sadece buz dağının görünen ufak bir parçası. Onun gibi ne kadar yardım eli bekleyen, kendini hayattan soyutlamış insan var acaba? İnsanın bazen hayattan kaçmak, insanlardan uzaklaşmak, farklı şeyler yapmak istemesi normaldir. Ama neden ruhunu bir alete satar? Neden körü körüne ona bağlanır. Tüm bunların cevabı Serkan’da olabilir ama bizimle konuşmadığı için bilmiyoruz… Berkay Erkan SORGULUYOR MUYUZ? Neden güveniyorum, neden umut ediyorum, neden seviyorum neden ağlıyorum… Peki, neye inanıyorum, daha önemlisi neden inanıyorum? İnsanın ayırt edici özelliği aklıdır, dolayısıyla sorgulama yeteneğidir. Bu yüzden ısrarla, bir kalıba sokmaya çalıştığımız tüm o düşünce topluluklarımızı önce beyin süzgeçlerimizden geçirmeye davet ediyorum hepimizi. Dinleri dogmatik kurallar bütünü olarak göstermeye çalışan tüm bakış açılarını ezip geçerek sorgulamaya en çok ihtiyaç duyulan asıl alanın inançlarımız olduğunu önümüze koymak istiyorum. Ancak bu şekilde zihinlerimizi sürekli soru soran bir çocuk gibi açık tutabileceğimizi ummalıyız. Önce inanç kavramı nedir sorusunu soralım o zaman. Eyüp Erdoğan’a göre, “inanç, nesnel olarak yeterli kanıtlara sahip olmayan bir anlatıyı öznel olarak yeterli bulmaktır”(İnanç Uykusu, 2016, 21). Yani somut bir heykel yok elimizde; marifet kanıtlar olmadan delillerin peşinde iz sürerek hakikati aramakta öyle görünüyor ki. Benim tanımıma göre ise inanç, her öznenin yaşamının o anına kadarki birikimleri, izlenimleri, deneyimleri ile kalıtsal birtakım özelliklerinin bir araya gelmesi ile şekillenen çok yönlü bir kavram. Bu tanımda ise öyle bir özellik var ki beyinlerimizi sorgulamaya açmamızın gerekliliğini gözler önüne seriyor: izlenimler. Nasıl yani izlenimler? Platon’un mağara metaforunu hatırlayalım. Mağaradaki insanlar gerçekliklerin sadece gölgelerini görebiliyorlar. Biz de yetişme sürecinde bir mağarada yetiştiysek düşüncelerimiz o mağaranın bizlere sunabileceği kadar kısıtlıdır işte. Bu bağlamda, neden-sonuç zinciriyle sağlam bir şekilde güverteye bağlanmamış, yalnızca adeta bir gelenek gibi aşılanmış davranışlar maalesef kişinin inancının temellenmesinde negatif bir rol oynuyor. Çünkü bu davranış kalıpları ileride kafa karışıklıklarına ve pişmanlıklara yol açabiliyor. Bunun yerine ise her taşı üst üste koyarken mantık çerçevesinde ilerlemek var. Kulağa çok daha akıllıca geliyor. Bir birey dininin gereklerini yapıyorsa veya yapmıyorsa önce nedenini öğrenmeliyiz. Eğer inançlı bir birey değilse bunu nelere dayandırıyor ve gerçekten objektif kalabiliyor mu, yoksa en korkuncu, gözleri açık mı uyuyor? Öte yandan inanıyorsa, bir yola kendini adadığını düşünüyorsa bunun sebeplerini saf bir biçimde zihninde canlandırabiliyor mu? Ne olabilir olası olumsuz senaryolar? Sevapları toplayıp kumbarasına mı atacak? Yoksa yukarıda bir yerde olduğunu düşündüğü tanrısına iyi mi görünmeye çalışıyor? İslam dinindeki abdesti yakından incelemek istiyorum. Namazlardan önce abdest alınır. Sorguladık mı neden? Temizlik gibi görünüyor ama şunu hatırlatayım suyun olmadığı yerlerde kumu yüze kola sürerek teyemmüm denilen bir abdest çeşidi de var. Bilimsel olarak düşünüldüğünde vücuda sürülen bu su, kum maddeleri statik elektriği boşaltmaya yardımcı oluyor. Bu somut örnekte anlatmaya çalıştığım nokta bakış açımızı geniş tutabileceğimizden şüphemiz olmaması gerektiğidir. Genel olarak ise benim gözlemlerimce, değiştirilmemiş dinin gerekleri insanların ancak hakikati arayışlarında kolaylaştırıcı birtakım çalışmalardır. Bu çalışmalar bütünü-ibadet olarak da daraltılabilir- önerilerden ibarettir, zorlama değildir. İşte bu noktada şu farkı görmemiz gerekiyor: bu ibadetleri şekil olarak robotlar da papağanlar da yapabiliyorsa insanı ayırt eden bir özelliği olmalıdır. Tam burada devreye düşünmek yetisi giriyor. Beyinlerimizin bize sunduğu muhteşem sorgulama kabiliyetimiz bizi ileriye götürebilecek olan faktör olarak gün yüzüne çıkıyor. İnsan düşünüyor, ilişkilendiriyor, sonuç çıkarıyor, ders alıyor. Tüm anlattıklarımızı toparlamak gerekirse, “İnanç Uykusu” nun verilmek istenen ve açıkçası tüm içtenliğimle katıldığımı söylemem gereken mesajı kitabın son satırlarında şöyle ifade edilmiş: “İyi olan ister doğal ister yapay olsun, ister halis ister tahrif edilmiş olsun bir dine neden inandığını ya da inanmadığını merak etmek ve anlamaya, öğrenmeye çalışmaktır”(155). Mavi Limon ve Sorgulayan Çekirdekleri Kültürümüzde epey yer edinen o güzide satıcıların “Abicim, tanesi elli kuruş be ya, veriyim bi’ file?” sözleriyle özdeşleşen limonlarımızı bilirsiniz hepiniz. Ama bu limon biraz farklı, masmavi kabuğuyla sizi içten içe meraklandırıyor tabi. Ama ikiye bölüp derunisini görmeniz için de doğru cevaplamanız gereken bir sorusu var sizlere: “İçimin de dışım gibi mavi olduğunu iddia ediyorum, dediğimin doğruluğuna inanıyor musunuz?” İhtirasla limonun içini görmek isteyen bir birey olarak cevabınız ne olurdu? Kanaatimce insanların ekseriyeti bu soruya trajik bir şekilde evet cevabını verecektir ve bu şaşılası limonun içini görme şerefine maalesef erişemeyecektir. İçinde sorgulayan kıpır kıpır çekirdekler ihtiva eden limonumuz, kesilip çekirdeklerini dökme fedakârlığını yalnızca böyle bir önermeye hiçbir kanıt olmadığı için inanmayıp hayır diyenlere gösterecektir, aynı Bertnard Russell’ın “Sorgulayan Denemeler” kitabına daha ilk cümlesinden bu paradoksal gözüken doktrini kabul ederek başlamamız gerektiğini söylediği ve bunun günümüzün problemli dünya düzenine temelden bir değişim ve gelişim getireceği yönündeki uzlaşmacı tezlerini sunduğu gibi. Kitabı okumaya başladığınız gibi, hiç olmadığı kadar sorgulamaya kalkışmanız ve bunun sonucunda nöronlarınıza kadar hissettiğiniz huzur sizi sonbahar rüzgârındaki kızıl yapraklar eşliğinde bir yolculuğa çıkarıyor ve şimdiye kadar kapalı camlar ardından etrafa ilgisiz yaptığınız seyahatlerden farklı olarak yoldaki tüm duraklarda duran üstü açık bir arabada, politikadan dini inançlara, geçmiş deneyimlerden geleceğe yönelik tutarlılığı çok yüksek tahminlere kadar limon ekşisinin biraz da acımtırak olan birçok tonunu tatma imkânı sunuyor. Yolculuk boyunca da, aynı limonların sadece ılıman iklimlerde yetişmesi gibi, yazarın da tartışılan konulara Pyhrro’nun savunduğu abartılı kuşkuculuk yerine ılımlı ve tamamıyla tarafsız yaklaşımı sizi ütopik ve sadece hayalini kurabileceğiniz bir dünya kavramından soyutlayıp, bir an önce uygulamaya geçirmek istediğiniz ve etrafınızdaki insanlardan limonlara kadar tüm canlılara anlatma isteğiyle dolduğunuz fikirlere bürüyor ve içinize sığmayan bu fikir yığınının taşan kısmı gözlerinizdeki parıltıdan okunuyor. Belki de benim yetişme tarzım kitap hakkındaki görüşlerimin abartılı görünmesine sebep olmuş olabilir. Yanlış hatırlamıyorsam henüz iki veya üç yaşımdayken annemin bana yaratıcının çok büyük olduğunu söylemesi üzerine ona boyu iki metreden uzun olan komşumuz Uzun Ömer kadar büyük olup olmadığını sormam bir ihtimal bendeki limonun erkenden mavileşmeye başladığının ve çekirdeklerinin entropisindeki çabucak artma isteğinin göstergesidir. İnançları gündüz düşlerine benzeten bir yazarı dini, politik veya herhangi bir inancına sıkıca bağlı bir fert iki farklı şekilde değerlendirebilir, bu farklılık da sıkıca kelimesindeki ince ayrıntıda gizlidir. Eğer sıkıca kelimesi savunduğu şeyi bırakmama isteği ve kendini doğru yolda görme arzusu ise, bu kitapta geçen “gündüz düşleri” benzetmesi okurun kitabı elinden fırlatmasına bile sebep olabilir, bu gruptaki insanların limonları hep sarı kalacaktır ve belki de içi hiç açılmadığı için tadı başka üstün insanlar tarafından belirlenecek ve hep öyle kalacaktır. Buna mukabil eğer sıkıca kelimesi kişinin inancını sorgulamadaki sıklığını ve görüşlerinin kendine özgü olma konusundaki hassasiyeti belirtiyorsa yazarın bu benzetmesi onun inandığı şeyde bir kusuru keşfetmesine yol açsa bile inancını sorgulamasından dolayı elde edeceği kazanç bu olumsuzluktan kat be kat fazla olacaktır ve o şahsın limonunda kendine has yeni bir çekirdek oluşmasına ve bu nedenle de limonunun tadının değişmesine ve limon bahçelerindeki çeşitliliğin doğal olarak artmasına sebep olacaktır. Zaten beyaz rengi güzel kılan içinde çeşit çeşit tüm renkleri barındırması, dünyayı güzel kılanın da türlü türlü renk, dil, kültür ve yaşam tarzına sahip insanları barındırması değil midir? Daha hiç bahsetmediğim; yazarın Çin’e olan haklı hayranlığı, politikada aslında batı ülkelerdeki bağnazlığın ve fanatikliğin ummadığımız kadar çok olması, faydacılık ve milliyetçilik gibi kavramlarının göreceliliğinden dolayı tercih edilmemesi gerektiği, bilimin doğaya verdiği önem kadar insanın kendisine de değer vermesinin zorunluluğu gibi dikkat çeken hususlar; denemelerdeki tek renk ve genel geçer kalıplar yerine bizde yalnızca sarı değil, sarı ve mavi arası nihayetsiz tonda limoni fikir çeşitliliği oluşmasına imkân sağlıyor. Faydalanmamak ne haddimize… Fatih Serdar Sağlam 21300972 AYCAN ERGİN Ekmek Karası Sevgi “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ancak çok basit bir sanatı unuttuk: Kardeşçe yaşamayı…”(Martin Luther King) Neydi kardeşçe yaşamak sahiden?.. Neydi kardeşlik? Neydi sevmek? Sorgusuz sualsiz... Karşılıksız ve baki... Neydi insanı insanca bağrına basmak? Hepsini unuttuk. Her şeyi yaktık yıktık, çürüttük de keşke diyorum keşke çocuklarımıza dokunmasaydık, zehrimizi bulaştırmasaydık onların gözleri sebepsizce gülen masum yüzlerine, karışmasaydık o masum çocuk sevgilerine, karışmasaydık kardeşliklerine. Yapamamış insanoğlu, onları da almış dipsiz karanlık kuyusuna... Ölmeye yüz tutmuş, gün sayar olmuş ağacın, dibinde ne var ne yoksa kurutuşu gibi yakmış kavurmuş. Ona muhtaç olan en zararsızı bile, melek yavruları bile, düşünmeden kurutmuş geçmiş. Dipsiz kuyusuna kendi gidemez, ölümün sessiz sonsuzluğuna yalnız varamaz olmuş. Çığlığıyla herkesi başına toplar onları da yanında götürür olmuş. Bu sıralar en çokta çocukları kurutmuş, çocukları çağırmış sessiz sonsuzluğuna, dipsiz karanlıklarla dolu kuyusuna. Ne yazık... Oysaki ne çok şey öğrenebilir insanoğlu bir çocuktan... Ne çok şey edinebilir ondan... Sevginin en masum hali gibi, kardeşliğin en güzel yanı, en doğru yolu gibi... Nasıl yaşanır kardeşçe? Nasıl sevilir? En güzel onlar gösterir! En güzel onlar hatırlatır! Tuna Akçay ödüllü fotoğrafıyla adeta bunu kanıtlamak istemiş, susun demiş susun! Onlar konuşsun, onların masumluğu konuşsun, dünya sussun, insanoğlu sussun, sadece dinlesin bir kere olsun dinlemeyi, öğrenmeyi bilsin, sevgi nemenem bir şeydir tadına varsın demiş ve adeta bir kareyle dünyayı, anı susturup gözyaşlarına kutup yıldızı olmuş. Durmuş da nereden aklına gelmişse sormuş, dünyanın en güzel cevabını alacak olduğu soruyu sormuş; “Söyle bakalım, kardeşini ne kadar seviyorsun?” Ve cevap, insanın içini sarmaş dolaş bir sıcaklıkla doldurup taşırıveren, gözlerini sevginin masumluğuyla ıslatan bu kareye dönüşüvermiş. Çok da güzel, pek de ala olmuş. Ekmeğin karasına bulanmış masumlukları... Ellerine bulaşmış, masumlukla bulanmış ekmeğin karası... Ama o kararan elleri kadar kimse olamamış masum. O ekmekler ne kadar kararmışsa o kadar taşlaşmış insanoğlunun kalbi... O kadar sevemez olmuş kendinden başkasını. İsrail askerleri tarafından vurulan Gazzeli bebeği... Suriye'de IŞİD saldırılarında yıkılan binadan çıkarılan biraz daha şanlı olsa da bunu bize alabildiğine sorgulatacak diğer bir miniği... Herkesin çok çok iyi bildiği ve sözde içini dağlayan; ama bir daha hatırlama zahmetinde bile bulunmadığı, ülkesinde yaşanan amaçsız savaştan kaçıp kurtulma yarışında yenik düşen masum, küçücük, minik bedenini yaşamın ve savaşın yorgunluğu; ölümün dinginliğiyle ege sahillerine kavuşturan Aylan Kurdi bebeği... Ve daha nicelerini... Sevemez olmuş insanoğlu! Sevmek nedir bilmediğinden, kardeşçe ve insanca nasıl yaşanır bilmediğinden onca masum melek olmuş. Her biri kendi cennetine kavuşmuş. Melekler azaldıkça da, bu dünya daha da çekilmez olmuş. Bu fotoğraf karesi bu kadar çirkinliğin arasındaki güzellileri anımsattı, gülümsetti, gözden akan yaşçıklara yol açıverdi. Dinlendirdi, durdurdu düşündürttü. Mutluluk, sevgi, dostluk ve kardeşlik, sıcacık bir ekmeğin lezzeti gibi hala dillere destan dedirtti. Bir şey oldu sonra. Bu küçücük kareyi hayranlıkla süzerken cama konuvermiş küçük, yalnız kelebeği fark ettim. O camdaki kelebek olsaydım da yalnızlığımı onların sıcaklığıyla sarsaydım dedim içimden, bir damla düşüverdi gözümden. Benim de kardeşim var, var da uzaklarda biraz. Hem çok da iyi anlaşamıyoruz, öyle çok da sevmiyor gibi beni zaten. Ben mi? Ben çok seviyorum. Sevilmez mi can zaten, sevilmez mi ömürlük dost. Ama abla olmak; daha çok sevmek, daha az sevilmek demek olsa gerek. Olsun! Bu kadar çirkinlikler arasında sevilmek de güzel sevmekte. Ne kadar sevildiğinin ya da ne kadar sevdiğinin ne önemi var? Sevilmeden de sevebilsek, özde kardeş olmadan da kardeş olunabileceğini artık öğrensek yetmez mi? Bu iki masum minik gibi, ekmeğin karasına saklanmış masum sevgilerimiz olsa yetmez mi? Yeter de artar bile! Yararlanılan Kaynaklar Fotoğraf http://i.internethaber.com/images/gallery/7034/1.jpg UYKUMUN YANINA GİTMEK Sabahıngene olmuş beşi.Ahbapolduğum karanlıkla muhabbetimizdebitti.Sessiz sessizbirbirimizebakıyoruz. Sanki misafirlikte“ehadi kalkalım” kısmına gelinmiş deev sahibi“dahakarpuz kesecektik”diyor.Kendileriyle muhabbetimizokadar iyi ki uyku beni kıskanıpterk etti. Hergece aynı terane. Sanki gündüz dertleryokmuş gibi geceye de derdi ben ekliyorum. Uyuyamıyorum. Saat oluyor bir,iki, üç,dört, beş.Karanlıktazaman dahahızlı geçiyor.Aynı zamanda daha sessizve sakin. Haftanınbir ya daiki günübarışıkolabiliyorum uykuyla. Kötübirilişkimizvarama birbirimizden kopmamız imkansız.Uykunun önceden beni yenilediğini,dertlere karşı her gece beni dahadirençli kıldığına inanıyordum. Sonrabaktım, geceleri dedertlenmeye başlamışım. Sınavlar,hatunlar bana darbe vurdukçauykuma güvenim kalmadı. Neredeydi oeski uyku? Hani hergece beni dertlerden kurtaran okoca yürekli sevgili? Yediay önce bunabir silleçaktım. Ogünden beri ayrıyız.Gene dekıyamaz gizliden okşar saçlarımı dabiranda bilincimikaybederim. Gözlerimi açtığımdasabah olur. Gerçekten düzelmek istedim onunla. Psikiyatriste gittim. Sebebini sordu doğal olarak. Sınavda birsoru birsorudurdeyip gece beşlere kadar çalıştığımgünler,YGS ve LYS’min aradan aylar geçmesinerağmen imkansız vekomik denilecek seviyede kötügeçtiği günler,planlarımındışına sapınca neyapacağımı bilemeyip detasa aradığım günler, günler,günler.Bir seneoldu. 365gün.300günden fazlasının4-4.5 saat uykuyla, 100gün civarının2-3 saat uykuyla geçtiğini söyleyebilirim.İnsanı okadar dakötüyapmasa dabir yerden sonra, eninde sonundailginç birnoktaya geliyorsunuz. İnternette araştırma yaparken az uyuyan bilim insanlarınınlistelendiği birsite görmüştüm.YokSigmunt Freud dört saat uyurmuş da, yok DaVinci sabah namazından sonrakahve çekirdeklerini sek içermiş de.Derdim içimden buadamlar nasıl yaşıyor. Hayat nelere gebeymiş.Psikiyatristegitmeden önce, iki haftaboyunca günde 1.5-2 saat uyku ileyaşadım.Vebuadamları bilimadamı yapan şeyi çözdüm. Oilginç noktaşuki, gün24saat, ben uyuyorum 2saat, bu22saat nasıldoluyor?Az buzdeğil.Psikiyatriste gitmesebebim banagünlükyaşamımda birsıkıntıçıkardığı için değildi üstüne üstlük. Sanki7saat uyumuşgibi gayet dikkatli, güniçindeaktivitelerden yorulmayan biriydim. 22saat ne yapacaktım ben. Bunun için gittim. O bilim adamları yapacak şeyler buluyorlar. Birşeylere çabalıyorlar.Benim iseoara derslerim yoğunlaşmamış,odadakilerle pek tanış değiliz, birazyalnızım, yeni gelmişim üniversiteye. Ne yapabilirdim?Beni uykuya barıştır dedim doktora. Eczanede satılan küçükpembeşekerleri uykuya hediye edersem banadöneceğini söyledi .Pek severlermiş.Gerçekten deöyle oldu. Fazlahediye vermeyeyim de ilerdebeklemesin dedim kendimce. Çıtayı fazla yükseltirsem sürekli isterbuhuysuz dedim. Huyu kurusun. Geneküs bana. Bu sefer de okulunve O’nunderdi bastıbana. Kıskandı dertleri, boynunu büktüvekoşarak uzaklaştı gene.Amasorun bende. Farkındayım. Sorun ne mi?Onu daOnur Çalı anlatsın,ne güzel demiş öyküsünde, “Şimdiye kadar yanlış yapmıştım. Uykuyu çağırmaya çalışmıştım. Oysa yapmam gereken şey,uykumun yanınagitmekti.”(Çalı 87). ccccccccccccccccccccccccccALINTILANMIŞKAYNAKLAR Çalı,Onur.HumaKuşları.1.sted.İstanbul:AlakargaYayıncılık,2015.87.Print. GÜZELLİKLER KIYISINDA Ay ne kadar da güzel bir şeysin sen. Gözlerimi alamıyorum senden. Ben böyle bir güzellik görmedim. Bayıldım resmen sana. Bir çocuk. Bir kız. Belki bir çiçek. Çok düşük ihtimal ama belki de bir köpek. Muhtemelen bunlardan birinden bahsettiğimi düşünüyorsunuz. Aklınızda ilk canlanan şey bunlardan biri değil mi? Mümkün mü başka bir şey olması? Bir araba? Yok canım canlı bir şeyden bahsediyorsunuz işte. Peki öyle olsun. Peki ya bir erkek? Ay erkeğe güzel denir mi yakışıklı derdiniz o zaman. Bir tişört olamaz mı mesela? Bir tişörte de bu kadar iltifat biraz fazla. Siz ne düşündünüz bilmiyorum ama ben bir taştan bahsediyordum. Hayır o takıcıların sattığı rengarenk olanlardan da değil, bildiğiniz her gün yolda geçerken rastladığınız, belki arada ayağınızla şöyle bir vurduğunuz ya da ''Off araba da amma sallandı ne taşlı yolmuş'' diye feryat ettiğiniz ama güzellik kategorisinde düşünmeyi aklınıza bile getirmediğiniz taştan bahsediyorum. Garipsemeyin öyle. Herkesin ilk aklına gelecek ''güzelliklerin'' dışında bir şeye güzel demek suç mu? Hep herkes gibi düşünüp onların kabul ettiği doğruları mı benimsemeliyim. Çok yaygın bir inanış güzelliğin göreceli olduğu yönündedir. Güzellik göreceli deyince insanlar yalnızca güzelliğin kriterinin tartışılabilir olduğu algısına sahip. Aslında neye güzel demek istediğimizi de biz seçmeliyiz. Bir sandalye, bir köpekbalığı hatta bir havalandırma borusu bile biz istersek güzel olabilir. Bu algının olmayışının asıl nedeni güzelliğin yalnızca alışkanlıklardan ibaret olmasıdır bence. Eğer bir resim yerine bir pencereye güzel demeye alışmış olsaydık o zaman hep pencere sergilerine gidip hayran hayran pencereleri yorumluyor olurduk. Geçenlerde son yüzyılda değişen güzellik algısıyla ilgili bir video izledim. Videoda kadınların kıyafet ve yüz tiplerini değiştiriyorlardı. Videoyu hiç yadırgamadan izledim çünkü mutlak bir güzellik olduğu fikri benim de zihnime işlemişti. Daha sonra okuduğum ''Mucize (Palacio, 2012)'' isimli kitap bu konuyla ilgili bilinçaltımda oluşmuş olan tüm yapıları yıktı geçti. Hikaye aslında dış güzelliğin iç güzelliğin sınırlarını yıktığını göstermek için yazılmış. August adında on bir yaşında herkesten farklı görünen bir çocuğun kendini toplumun güzellik algıları çerçevesinde çirkin kabul etmesi ve bu duruma alışmasıyla insanlara iç güzelliğin önemini keşfettirmesini anlatıyor ancak ben bu konuya farklı bir pencereden bakmayı tercih ediyorum. Bence toplumun on bir yaşındaki bir çocuğa böylesine sabit bir bakış açısı kazandırarak kendini toplumun fikirlerince bir yerlere yerleştirmesine neden olmak çocuğun perspektifini kısıtlamaktan başka bir işe yaramıyor. August'un ''çirkinliğini'' kabul edip iç güzelliğe inandırılması yerine kendi farklılığının güzelliğini fark etmesi gerektiği ve ana fikrin bunun temeline kurulmasının daha sağlam bir mesaj vereceği kanısındayım. Böylece güzellik kavramının doğru kullanılışının herkesin güzel kabul ettiğinden ziyade öznel bir değişkenliğe sahip olduğu gerçeği daha net bir biçimde aktarılmış olurdu. Sonuçta güzellik bu kadar sübjektif bir kavramken onu genel geçer algılarla kısıtlamak çok çelişkili değil mi sizce de? August bu durumu çok basit bir şekilde açıklamış:'' Benim sıradan olmamamın tek sebebi kimsenin beni öyle görmüyor oluşu'' August toplumun algısının ona bir değer biçtiğini bilse bile bunu kabulleniyor. Toplumun kendince oluşturduğu güzellik algısı ise aslında kusursuzlaştırma dürtüsünden geliyor. Bu nedenle kusursuzluk ve güzelliği aynı kefeye koyuyorlar ama farkında değiller ki bir şeyin güzelliğinin kriteri kusursuzluk değildir. Neyi güzel olarak değerlendireceğiniz yalnızca size kalmıştır. Alışkanlıkların veya başkalarının sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Kendi güzelinizi kendiniz belirleyin. Kaynakça Palacio, R. (2012). Mucize. Londra: The Bodley Head. Merçe Kaan Olcay 21602289 GEÇMİŞ YORGUN GÖZLER GELECEK HIZLA YAKLAŞAN SANİYE İBRESİ Hayatımızda hep üç farklı zaman dilimi olmuştur: geçmiş, gelecek ve şimdi. Her zaman endişemizin gelecek olduğunu düşünürüz; sonuçta nelerin olacağını ne tahmin edebiliriz ne de bilebiliriz. Ama ya bu yaşadığımız zaman dilimi hakkında neler hissediyoruz? Aslında şu an yaptığımız her davranış, aldığımız her karar bir şekilde geleceği etkilemez mi? O zaman bizim esas endişemiz şu yaşadığımız an olmalıdır, geçmişteki pişmanlıklarla gelecekteki umutları birleştiren bu bilinmez ve karışık an. Bu anın ne kadar içindeyiz peki? Bu anı yaşarsak mutlu olabilir miyiz yoksa geleceğe odaklanarak yaşamamız mı doğru? Yaşamımızdan her saniye bir anda gelecekten şimdiye dönüşüp aynı anda da geçmişteki bir anı haline gelirken, biz ne yapmalıyız? Kimi insanlar vardır, hayatı anı anına yaşar. Onlar üç zaman dilimine sahip değildir; her şey yaşadığı anda biter. Bu saniyeyi ne kadar eğlenceli yaşarsa o da o kadar tatmin olur hayatından. Bir şey denemek isterse dener, çünkü zaten şu an yapmazsa ne zaman yapacak, öyle değil mi? Geçmişten kalma pişmanlıkları, gelecekle ilgili bir planları yoktur. Tıpkı zamanın aktığı bir nehir gibi nereye gittiğini bilmeden, önüne çıkan her engelin üstesinden aynı şeyi tekrarlayarak aşmaya çalışarak ve sonunda nereye varacağını bilmeden akar. Aktığı yol önemli değildir, esas önemsediği şey akarken yaşadığı adrenalin, heyecan ve yoğun duygulardır. Bu kişiler sınıfın hazırcevap öğrencisi, partilerin aranan yüzü ve şehrin kalp kıranı olarak farklı hayatlarda ama aynı kişisel özelliklerle karşımıza çıkabilir. Hayat felsefesi “Şu an yap, sonra hatırla.” Olduğu için onlara o “sonra” asla gelmez; çünkü o sonranın arkasında gerçeklerin bulunduğunu bilir. Şu anın ardında bilinmezliğin uçurumunun dibine bakmaktan korkarlar aslında. Sonranın ardında alınması gereken kararlar, yerine getirilmesi gereken sözler ve mutlu edilmesi gereken insanlar vardır. Ama aslında amaçları yalnız bir kurt gibi kendi efendileri olmak ve kimseye bağlı kalmadan herkesin hayatından bir yel gibi geçip bir şeklide herkeste bir iz bırakmaktır. Öte yandan bunun tam tersine yaşayan insanlar da vardır. Geleciği şimdi gibi yaşayan, bilinmeze bağımlı insanlar. Bu kişiler için endişeler hep gelecek üzerine kuruludur. On yıl sonra nerede olacağı, gelecekte nerede okuyacağı, beş yıl sonra kendini nerede gördüğü soruları bu insanların en korktukları sorulardır. Her şey düzenli ve programlı olmalıdır; yaşanacak tüm olayların olabilecek tüm sonuçları, varılabilecek bütün yolları düşünemezlerse asla mutlu olamazlar ve düşüncelerini sürekli bu programı oluşturmak için harcayarak kendilerini yorarlar. Aslında bu insanlar da gelecekten korkmaktır, ama onlar geleceğin gerçeklik payından değil, geleceğin bilinememesinden korkarlar. Tıpkı düzen hastası insanlar gibi düzeni belli olmayan olaylar, böyle bir yaşam şekli onlar için dayanılmazdır. Bu yüzden bu kişiler tekdüze aynı hayatı yaşamı yaşamayı tercih ederken, anı yaşayanlar her günün farklı olduğu bir hayatla ancak mutlu olabilir. Her iki kişilik aslında birbirinden çok uzaktadır; ama eğer bu karakterle bağlı iki ayrı kişi karşılaşırsa çok güzel sonuçlar da ortaya çıkabilir. Anı yaşayan geleceği ve gerçekçiliği, geleceği yaşayan da şimdinin değerini anlayabilir. Şu an dökülen yaşlar gelecekteki olayların mutlu bir habercisi olabilir, fakat bunu ne a-şu an yaşayan kişi görebilir ne de gelecekle ilgilenen bir diğeri. Biri şimdiki üzüntüye odaklanır, diğeri ise şu anın aslında geleceğe ne kadar etkisi olduğunu fark edebiliriz. Ama yan yana olamadıkları sürece bu olay gerçekleşemez, birbirlerini Ying ve yang gibi tamamlamaları lazımdır. Hayatı ne geçmişte bıraktığımız “keşke”ler ile ne gelecekte planladığımız “acaba”larla doldurmalıyız. Her ne kadar anın içinde bulunmak da önemli olsa da her şeyi ayarında ve gerektikçe yaşamalıdır. Sonuçta kimse biraz eğlenmeye hayır diyemez, ama önemli olan bu eğlencenin sonrasında varacağı yeri de bilmemiz lazım. Kimse son durağının nere olduğunu bilmediği bir yolculuğa çıkmaz. Hayatımızda hep ”A “ noktasından “B” noktasına karşı bir yarış vardır, ama B noktasını göze alamadığımız sürece A noktasından da yola çıkamayız. Buna benzer şekilde sadece A noktasının çevresinde dolanan kişi de B noktasını hiçbir zaman bilemeden boş bir şekilde yaşam geçirir. Her zaman dilimi kendine has özelliklere sahiptir; bu yüzden sadece birine bel bağlayarak yaşamak bir hata olur. Hayatımızın her anı çok kıymetlidir; geçmiş hatırlatıcıdır, şimdi muhteşemdir ve gelecek doğacak güneşlerle doludur. Kayan her yıldız geçen yeni bir saniyedir ama bir kişi her anı kendinden emin olarak ve korkmayarak ancak sevebilir. http://wmuk.org/post/no-spectacular-now-was-not-directed-john-hughes Kaynakça Ponsoldt, James. Muhteşem Şimdi. 2013. 21 Laps Entertainment. Film. Kasideyi kim yazmalı? Açıkça söylemek gerekirse, gezi kitaplarını pek de sevmem. Bir alanı kendin gezmek varken ikinci elden o keşif hissini yaşamaya çalışmak, çok güzel bir yemeği mikrodalgaya atıp aynı lezzeti vermesini beklemek gibi bir şey benim için. Atıyorum, Barselona’yı anlatan bir kitap olsun. Yazar La Rambla caddesini arşınlayıp, Sagrada Familia’ya kasideler yazıyor. Onun kelimelerinden Barcelona’nın ruhunu hissetmektense, o kasideleri yazanın kendisi olmasını kim istemez ki? Tabii söylemek lazım ki, hukukçular eğer bir şey için “kural olarak” derlerse, o kuralın kesinlikle bir veya birden çok istisnası vardır. Diyeceğim odur ki, Friedrich Schrader’in kaleminden çıkan az çok gezi kitabı sayılabilecek İstanbul da benim bu kuralıma bir istisna oldu. Kitap, büyük hayranlık duyduğum bir şehre bambaşka bir zamanın merceğinden bakıyordu, bu beni ne kadar çok etkilemiş olsa da, sanırım kitabın beni kendine bu kadar âşık etmesinin sebebi İstanbul’a duyduğum büyük hayranlığı tekrar tekrar körüklemesiydi. Ama düşünmeden de edemedim, neden bazı uzamlar bizim için özeldir ve onlara bu kadar bağlanırız? Eninde sonunda uzayda belli bir hacmi kaplayan bir kütle yani ama şimdi İstanbul’a ucuz bilet bulmak için çekilen çileler de az değil. Bağlanırız tabii İstanbul’a falan ama inkâr edilemeyecek bir gerçek var ki o da insanların mobil oluşudur. Bir kişi hayatına bir kıtada başlayıp, kıtaların tozunu aldıktan sonra kendisini çok farklı köşelerde bulabilir. Ama geçtiği her yerle, adımını attığı her toprak parçasıyla özdeşleşmez. Esasında toprak parçasıyla özdeşleşmez galiba ama o toprağın yetiştirdiği insanlara, yemeklere, kültüre bağlanır. Peki, o kültürü neden içselleştirir? Neden saçma sapan bir anda insanın canı çok belirli bir şekilde kokan bir yemeği ister mesela, hatta aşerir? Bu sorunun cevabı da anılarımızda gizli. Ya da en azından benim için öyle. Bir yerde benim duygu dünyamda ne kadar güzel bir iz bırakmışsa benim için o kadar bağlayıcı oluyor. Buna katılabilecek kişilerden biri de Virginia Woolf olurdu sanırım. Keza Woolf da on üç yaşına kadar gittiği yazlığı, anılarında hep daha az sıkıntılı daha güzel bir yer olarak kaldığından daha sonraları yazmak için tekrar gitmiş. Orası onun biraz daha güvenli hissettiği bir mekân olarak kalmış olmasa hayatında olan biten her şeyden kurtulmaya gitmezdi diye düşünüyor insan. Tabii Schrader kalemi bir başka soruyu daha kafalara üşüştürüyor. Kitabında İstanbul’un seneler önceki yerelleriyle sokakta ayaküstü yapılmış sohbetleri (belki de röportaj da denebilir) okudukça kültür olgusu hakkında da düşünmemek elde değil. O kadar farklıyız ki birbirimizden… Her şehir hatta her ilçe o kadar biricik, o kadar kendine has ki acaba gerçekten birbirimize bağlı olduğumuz daha geniş çaplı bir kültür var mı diye kuşku duymadan edemiyorum. Yani “Türk kültürü” deyince ne anlamak lazım acaba? Ege yöresinin birçoğu sarışın mavi gözlü vejetaryen olmaktan bir tık uzaktaki insanlarının oluşturduğu kültürden mi bahsediyoruz acaba yoksa İç Anadolu’nun bağrından kopmuş kara saçlı kara gözlü bir yerlere yetişmek için hep pek bir acelesi olan insanlardan mı? Ankara’da bile Çayyolu’nda oturan birinin “kültür” olarak yansıtacağı şey eminim ki Batıkent’te oturandan fersah fersah uzak olacaktır. O zaman ne kültüründen bahsediyoruz ki? Bir sürü farklı şiveyle konuştuğumuz ortak dilde belki de bizi birbirimize bağlayan. Tabii sadece bir resmi dil var ama onlarca başka dil de konuşulmuyor değil ülkede. Kitap okurken kafaya birbiri ardına doluşan küçük küçük sorular kadar eğlenceli bulmaca az vardır. Ama İstanbul konusuna dönmek gerekirse, belki de bu şehir için söylenmiş en güzel söz Yahya Kemal’den çıkmıştır. Bilirsiniz bu hikâyeyi elbet... Sormuşlar Yahya Kemal’e Ankara’nın en çok neyini seversiniz diye, cevap şahane: İstanbul’a dönmesini severim. Kaynakça SCHRADER, Friedrich, İstanbul: 100 Yıl Öncesine Bir Bakış, çev.: Kerem Çalışkan, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2015 BAK BİRİ DAHA KAYBOLDU, GÖRMEMEYE NİYETLİ GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE... Athena'nın en büyük hatası 21.yüzyılda yaşayan bir 22. yüzyıl kadını olması ve bu gerçeği hiç gizlememesiydi... Deidre ''Edda'' O'Neill Varoluşumuzdan beri herşeyin kadından geldiğini bildiğimiz halde neden bütün filmlerde Tanrı erkek karakter olarak gösterilir? Neden Tanrı denilince erkekmiş gibi düşünürüz? Ataerkil toplum yapısı yüzünden mi yoksa hayal gücümüzden mi? Erkek ırkına bu gücü kim verdi? Kim erkeğin daha kudretli olduğunu beynimize yerleştirdi? Antik Yunanlar bile her şeyin Gaia adı verilen titandan geldiğini bilseler de , neden oğlu Zeus'a ibadet ederlerdi? Bilinmez...Fakat körü körüne inanılır! Aksini savunan ve güçlü kanıtları olan insanlar da antik çağlardan beri dışlanmış,''cadı-büyücü'' denmiş ve vahşice katledilmiştir.Tıpkı ''Portobello Cadısı'' olarak anılan Şirin Halil,namıdeğer '' Athena'' gibi.. Hayatını sevmeye ve sevginin gücüne adamış,karşılaştığı her türden zorluğa göğüs germiş ve bunları Tanrı'dan, ona göre ''Yüce Ana''dan, bir lütufmuş gibi kabul eden bir kadın olarak karşımıza çıkıyor Athena.Yaptığı her işte başarılı olan,gerçekten tanıyan herkesin etkilenebileceği kusursuz güzellikte bir kadın...Yaşama amacını erken yaşlarda keşfeden ve bu amaç için elinden gelen her şeyi yapan,bir yandan da tek gerçek aşkı oğlu için kendini paralayan bir kadın... Dünyada binlerce yıldır değişmeyen tek bir şey olduğunu anlatıyor bu hikaye bize.Yobazlık! Fakat bizler,yine de her şeyin değiştiğine bir şekilde kendimizi ikna ederiz.Ne de olsa kendine yalan söyleyebilme becerisine sahip tek canlı varlık türü bizleriz! Yobazlık diyordum ; değişmemiş! Nedeni de sürü psikolojisi! Toplumumuz yüzyıllardır bize ne dayattıysa körü körüne inanmışız,araştırmak,dinlemek ve bildiklerimizin yanlış olduğununun söylenmesi hayal kırıcı ve zor olduğundan ; sadece eskiden beri bildiğimizin doğruluğuna inanmayı seçmişiz.Bu uğurda canlar almışız.Dinsiz demişiz,cadı-büyücü demişiz,ama hiç dinlemeden.Sürgün etmişiz,öldürmüşüz.Bizim bu iflah olmaz yobazlığımız bizi daha da köreltmiş.Athena gibilerin dünyadan olamayacağını düşünmüşüz.Onun yüceliğini,bilgeliğini görememişiz.İnsanlığa yardım edebilecek canlı-kanlı biri varken,biz ölülerden, hacılardan- hocalardan,azizelerden medet ummuşuz.Yardımını geri çevirmek bir yana dursun, bir de onun inanç özgürlüğü ve özel hayatını hatta yaşama hakkına bile saygı göstermemişiz,katletmeye hallenmişiz ! Peki kim bu Athena ? Romanya'da bir çingene tarafından yetimhane kapısına bırakılıp,Lübnan'lı ; politik olarak güçlü bir aile tarafından evlat edinilen bir kız ; çocukluğundan beri savaşın içinde büyümüş,hayatın birçok zorluğunu çok erken yaşta tatmış bir yavrucak.Herkesten farklı olduğu için her zaman dikkat çeken büyüleyici bir genç kadın Athena ! Tanrının nitelikleri ve varoluşu hakkındaki gerçeği daha genç kızken öğrenen Athena,daha o yaşta ne yapması gerektiğini, dünyevi gerçeklik dışında, kendi manevi dünyasını nasıl yaratacağını görmüş ve birçok kişiyi bu konuda aydınlatmış birisidir.Dokunduğu her hayatta güzel izler bırakmış,insanlara kendileriyle ilgili gerçekleri ; içlerindeki gücü göstermiş bir kadındır.Peki,insanların Athena'yla derdi neydi ? Sadece yobazlıkları! Dünyadaki tek gerçekliğin sevgi olduğunu söylese de sadece nefretle karşılaşmış,anlattıklarının gerçekliği yadsınamaz olsa da dışlanmıştı Athena.Bizler ona bunu yaptık ! Ne kadar medeni olduğumuzu söylesek de,yobaz bizler! Onu görevinden,hayatının amacından zorla koparmışız biz! İnandığı herşeyi terk etmesine zorlamışız hunharca.. Eksik olmasınlar,başımızdaki din adamları tıpkı sahnesini paylaşmak istemeyen,yaşlandığı için ona duyulan ilginin azaldığını düşünen ve bu korkuyla yanıp tutuşan kart assolistler gibi, genç yetenekli ve gerçekten dindar bir kadının önünü kesmişler ! Bizler, birçok şeyi kolay kabul edemediğimiz gibi bizden ayrı da olsa yaşamasına izin vermiyoruz.Müdahale edip,zarar veriyoruz.Sırf inandığımız şeylerin doğruluğunun mantıklı bir şekilde inkar edilmesine katlanamadığımız için...Yobaz geldik,yobaz gidiyoruz... Alper Topcuoğlu YILDIZLARARASI YOLCULUĞUN PERDE ARKASI Yıldızlararası(Interstellar), belki de bu yılın vizyona giren en etkileyici filmi olabilir. Sadece bilim kurgu hayranlarını değil, tüm sinema severleri üç saate yakın bir film süresi olmasına rağmen koltuklarına çivilemeye başardı. Bu kadar etkileyici ve popüler bir film hakkında yazmak yalnız bana zevkli gelmemiş olsa gerek ki, vizyona girdiği günden beri internet ortamı filmi anlatan yazılarla dolu. Kimisi filmde kullanılan bilimsel kavramların (solucan deliği, karadelik, Einstein’in izafiyet teorisi gibi) birebir fizikteki anlamlarıyla örtüştüğüne değinmiş hayranlıkla. Kimisi filmdeki duygusallıktan, aile bağlarından veya sevgiden etkilenmiş. Kimi yazılar ise filmin aslında havada kalan sorular içerdiğini, ucu açık bırakıldığını belirtip filmi eleştirmeyi seçmiş. Belki biraz kibirli bir söylem olacak ama ben bütün bu yorumlardan, film eleştirilerinden çok daha farklı ve gerçekçi bir açıdan filme bakacağım. Bence film baştan sona kapitalizmin ve kapitalizmin sıcak yuvası olan Amerika’nın reklamını yapıyor. Hem de bunu o kadar etkili ve kusursuz bir yolla yapıyor ki, filmi izlerken farkına dahi varamıyoruz. Modern bilimin insanda uyandırdığı merakın, gelecekteki dünyanın bilinmezlerinin ya da bir baba ile kızının arasındaki duygusal ilişkinin ardına saklanan bu sessiz propaganda, birkaç adım uzaklaşıp tüm tabloya dikkatlice baktığınızda gözler önüne seriliyor. Film aslında tam karşı tarafta yer alıyormuş gibi başlıyor. İnsanoğlunun aşırı tüketimi, doğayı hor kullanması, kaynaklarını acımasızca harcaması başına öyle bir sorun getirmiş ki artık yerküre bir sonraki nesle yaşam sunamayacak hâle gelmiş. İnsanlar tarlalarında sadece mısır yetiştirebiliyor. Hayat kalitesi bugün olduğundan çok daha kötü bir durumda. Bütün teknolojik lükslerimizden, akılllı telefonlarımızdan, son model arabalarımızdan vazgeçmek zorunda kalmışız. Tabî ki NASA’nın yaptığı uzay araştırmaları da çok fazla kaynak tükettiği için askıya alınmış. Tam bugün yaptığımız hataların, aşırı tüketimin Dünya’mıza zarar verebilme potansiyeline sahip olduğunu düşünmeye başlamışken, ana karakterimiz bütün haşmetiyle film kurgusunda boy gösteriyor. İnsanoğlunun bilim ve teknolojiyle doğanın hatta evrenin oluşturduğu bütün zorlukların üstesinden gelebileceğine inanan eski bir astronot ve mühendis olan kahramanımız, film boyunca hırslı, biraz bencil, karar verirken oldukça materyalist ve faydacı düşünen, sürekli başarıyı ve gelişmeyi,ilerlemeyi savunan bir figür olarak kapitalizmin insanoğluna aşılamaya çalıştığı özellikleri birebir taşıyor. “Beşinci boyuttan varlıklardan gelen yardım” fikriyle bize Tanrı kavramını sorgulatan film, bitime yakın bazı bilimsel gerçekliklerden faydalanarak, fiziğin cevap veremediği soruları da hayal gücüyle kurgulayarak aslında o varlıkların da etkisiz olduğu ve insanoğlunu kurtarmak için gelen yardım elinin de aslında yine insanoğlunun eseri olduğunu ilan ediyor. Yok olan Dünya’dan kaçmayı başaran insanlar yeni bir yaşam alanı kurmayı da başarıyor ve kaynakların tükenmesi, iklim değişiklikliği, aşırı tüketim gibi günümüzdeki endişelerin hiçbirinin insanoğluna mâni olamayacağı vurgulanıyor. Filmde Dünya’dan sadece kilometrelerce uzak değil, aslında görelilik teorisine göre yıllarca da uzakta olan bir gezegene giden astronotların neden Amerika bayrağını indikleri tepeye diktikleri ise oldukça düşündürücü. Dünya yok olmak üzere iken ve insanoğlunun tek ve oldukça imkânsız gibi duran bir kurtuluş şansı varken, bir milletin ya da ülkenin kimliğini, sembolünü taşımaya devam etmek ne kadar doğru bir davranış? Tüm insanlığın kurtuluşu ya da tüm dünyanın yok oluşu gibi imalarda bulunan filmin tüm dünyayı Amerika olarak görüp tüm insanlığı da Amerika vatandaşları olarak algılaması da bir o kadar düşündürücü. Söylemek istediklerim Yıldızlararası’nın kötü bir film olduğu ve izlenmesini tavsiye etmediğim demek değil. Gerçekten de son zamanlarda izlediğim ve beni heyecanlandıran ender filmlerden. Film, üstüne düşünebileceğiniz, merak edip araştırabileceğiniz, arkadaşlarınızla sohbetlerde bahsedebileceğiniz pek çok konu sunuyor. Tüm bunlara rağmen filmde yapılan kapitalizm ve Amerika reklamının da farkında olmak bir o kadar önemli bence. Elif Ilgın YAPICI 21502094 BİR YOLCULUĞUN HER ANINI YAŞAMAK İlk kez ailemle başka şehre gitmek için yola çıktığım günü unutamıyorum. Hızla akan yolu, ilk kez gördüğüm ve neden bizim yaşadığımız yerde böyle şeyler yok diye hayıflandığım altın sarısı bozkır manzaralarını, önce çok küçük bir parçası sonra bir anda büyüleyici biçimde bütünüyle ortaya çıkan uçsuz bucaksız düzlüklerin yarattığı hissi bugün gibi hatırlıyorum. Belki de çocukluğumda böylesine büyülendiğim için çok seviyorum yolculuğa çıkmayı. Bu nedenle Antonii Tabucchi’nin, Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar kitabını büyük bir iştahla okudum. Onunla dünyayı gezerken, nihayet bu konuda beni anlayan birisi var diye düşündüm ve bu düşünce ile çocukluğumun saf duygularını bana yeniden yaşatan yazara derin bir hayranlık duydum. Özellikle kitabın adındaki yolculuk ayrımını ve bu ayrımın nedenlerini çok iyi bildiğimi düşünüyorum. Örneğin Kapadokya’ya iki kez gittim ve ikisinde de sanki ilk kez görmüş gibi büyülendim. İkinci gidişimde zerre azalmayan heyecanımın sebebi elbette o yerin muhteşemliğinden çok ilkinde farklı, ikincisinde farklı bir insan olmam ve gördüğüm manzaranın da buna göre değişkenlik göstermesiydi. Tabucchi, bunu fark ettiğini bildiğim tek insan oluşuyla beni çok etkiledi. Yolculukları ben de iki sürece ayırıyorum. İlki gideceğin yere varma, yani yol süreci. İkincisi ise hedefe ulaştığın ve vardığın yeri keşfetme süreci. Her ikisinden de büyük tat alıyorum. Yoldayken, o an, yolculuğa çıkmış olmamın bilgisi tuhaf bir biçimde mutlu ediyor beni. Yoldaki çizgilere bakmak, bozkır, deniz, uzun bitkiler, kısa bitkiler, göçmen kuşlar ve birçok şey... Tüm bunlar aslında düşüncelerimin arka fonu oluyorlar. Yanından geçtiğimiz traktörlerin, koca koca tarlaların içinde minicik görünen insanların düşüncelerime dokunduğunu hissediyorum. Kendimi orada hayal ediyorum, bir tarladayım ya da bir traktörün arkasında seyir halindeyim. Nasıl olurdu acaba? Böylece yol boyu, nereyi görsem orada olmaya heveslenerek, değişik hayallere dalarak ilerliyorum. Bunların yanı sıra, yolculuk sürecinin her anından keyif almak ve sizi o andan koparacak her türlü gerçekten uzak, hayata dair tüm kaygıları geride bırakmış olmak ferah bir duygu veriyor insana. Kaygılar yaşadığınız yerde kalmış, siz hepsini uyutup, yolculuğa çıkmışsınız gibi. Evden çıkarken epey birikmiş çöpleri atmayı ya da bir banka kartını unuttunuz diyelim, geri dönemeyeceğinizi biliyorsunuz ya, işte harikalık burada. Olan oldu rahatlığı. Çünkü ben çoktan gittim… Bir yere vardıktan sonraki süreçte de yine benzer duyguları yaşar insan. Eğer yolcuysanız, garip bir özgürlükle donanırsınız. Bugün hiçbir şey yapmadan denize bakacağım diyebilir ya da bütün gün yeni yerin sokaklarında keşfe çıkabilirsiniz. Size kalmış. Kimseye bir şey açıklama derdiniz yok. Yolcuyum ben dersiniz, ne istiyorsam onu yaparım! Bu duyguları derin şekilde yaşayabilmek için, Tabucchi’nin de belirttiği gibi, karın ağrısı gibi fiziksel sıkıntılardan arınmak, yol yorgunluğu üzerine duş almak gibi ihtiyaçların hepsini gidermek gerekir. Hemen, tüm sorunları ve ihtiyaçları, yanınızda taşıdığınız bavulla birlikte odaya bırakıp dışarıya çıkmalısınız. Artık gerçek anlamda özgürlüğü tatma vakti, kimse tutamaz sizi! Bir yolculuğun ne zaman biteceğine ise yolculuk devam ederken karar verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Belli bir dönüş tarihi olduğunda hazda azalma yaşanması kaçınılmaz. Bu nedenle ne zaman dönmem gerektiğini bilsem de bilmezlikten gelmeye çalışırım. En uygun dönüş vakti, evi özlediğinizi fark ettiğiniz gündür. Ergenlikte ailemle çıktığım yolculuklarda zavallı annemle babamın başının etini az yemedim bu yüzden. “Odamı özledim, gitmek istiyorum!” Umarım bu cazgırlığımı sevimli bulmuşlardır. Uzun lafın kısası bir yolculuğun dönüşü de, diğer tüm aşamaları gibi önemlidir. Buna da dikkat ederim. Şimdiden geleceğimi görebiliyorum, yolculuk fikriyle yaşayacağım ben. Bir sigara molası gibi ihtiyaç hissedeceğim buna. Kim bilir, belki de Tabucchi’nin ruhunu hissedebilmek için, onun izlediği güzergâhı izlerim. Bunu düşünmek bile şimdiden heyecanlandırıyor beni… BENIM AKLIMDA Bilkent Ortaokulu’nun Çok Amaçlı Salon’unda bir hafta süre ile açılan Enes’in Aklında sergisinin ardındaki Enes benim. 6 senedir resim dersime giren hocam ile beraber açmıştık. Yaptığım tüm tablo, heykel, ahşap oymalarının bir arada sergilendiği bir galeri açmak ve bu galeriyi sadece benim adıma yapmayı bana 6. sınıftan beri teklif ediyordu ama ben bir türlü zaman bulamıyordum ve hep geciktiriyordum her zaman yeni şeyler ekleyebileceğim düşüncesiyle. Tam da bu nedenden dolayı 8. sınıfın sonunda açabilmiştik sergiyi. Okul müdürü birinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar öğretmenler dahil herkesi Çok Amaçlı Salon’a davet etmişti. Ben açılışın akşam yapılacağını sandığım için öğlen teneffüsünde resim atölyesindeydim ve önlüğümle bir yağlı boya tablo üzerinde çalışıyordum. Hiç beklenmedik bir şekilde bir arkadaşım atölyenin kapısını açtı ve herkesin beni beklediğini söyledi. Ardından ben şaşkınlıkla önlüğümü bile çıkaramadan bir üst katta sağda olan Çok Amaçlı Salon’a koştum ve açılış konuşmasını ellerim boyalı bir şekilde resim önlüğü ile yaptım. Eğer planlasaydım bu kadar yerli yerine oturamazdı herhalde. Her ne koşulda olursa olsun, insanın kendi sergisinin yani sadece kendinin eserlerinden oluşan bir açık sergisinin olmuş olması çok büyük bir ayrıcalık. İnsanlar genelde bu tür olaylara bir grubun parçası olarak katılırlar ama benimki bireysel olarak tüm yükünü benim sırtladığım bir olaydı ve bu nedenle benim ve ailem açısından çok özel bir dönemdi. Sürekli kendi sergimin başında oturuyordum ve insanlardan gelen soruları cevaplıyordum. Bu insanın egosunu okşayan bir durum. Onlarca insanın kendi vakitlerinden ayırıp sadece ve sadece senin emeğini incelemek için toplanması gerçekten de alışılmış bir durum değil. Bu önemseniyor olma duygusu her şeye bedeldir benim için. Çok sıradanmış gibi gözükse de bir şahsın emek harcadığı şeye başkalarının ilgi göstermesi çok sihirli bir durum. Bu ilgi gösterme eyleminin ilk aşamalarda bir yorum yapma veya eleştiri sunma tarzında olması gerekmiyor bile, sadece üç hafta uğraşıp yaptığım bir heykele birinin yakından bakması veya dokunması bile fazlasıyla yeterli oluyor bu duyguyu uyandırmak için. Belki de bir mühendis olmamı sağlayan şey budur. Ortaya insanların ilgi gösterecekleri, fayda sağlayacakları, sevecekleri, vakit geçirecekleri ve kim bilir belki de hayatlarını emanet edecekleri bir ürün koyma gücüne sahip olmak. Sanat bölümlerini nedense hiç aklımın ucundan bile geçirmedim. Ömrümün sonuna kadar çıplak bir şekilde sanatla uğraşmak ve kendimi bu konuda geliştirmek bana çok uzak gelen bir durum. Bana göre, sanat bir araç olmalı, ortaya konulan ürünün bir sıfatı olmalı, kendisi değil. Potansiyel bir bilgisayar mühendisi ve geçmişte bu konu üzerinde çok proje ve çalışma yapmış biri olarak söyleyebilirim ki sanatçı bir kişilik, bu iş dalında insanı diğer milyonlarca mühendisten ayırabilecek bir şey. Steve Jobs bunun çok bariz bir örneği. Steve Jobs ’un eseri olan Apple ve Apple ürünleri hiçbir teknik açıdan piyasada lider olmadı ama her zaman piyasanın rakipsiz kralı oldu. Bunun tek bir açıklaması olabilir o da Steve Jobs ‘un idealist sanatçı yönü bir diğer bakış açısından ise basitlikteki güzelliği görebilme gücü. Bugün, Apple firması dünyanın ülkeler dahil en güçlü 10 ekonomisinden birisi. Yaratıcılığın ve sanatçı ruhun bir sıfat olarak yapılan mesleğe ne kadar değer katabileceğini kanıtlayabilecek bundan daha güçlü bir kanıt olabileceğini sanmıyorum. Orta okulda bir sergi açmak ile Steve Jobs olunur demiyorum ama bu kesinlikle solda sıfır bırakılabilecek bir olay değil. Bilkent tarihinde ilk defa Sanat Gecesi zamanı bir sınıfın hatta bir yaş grubunun yerine sadece bir öğrencinin sergisinin açılması hiç de alışılmış ya da küçümsenebilecek bir şey değil gerçekten. Bazı insanlar sanatın gereksiz ve hiç kimseye faydası olmayan bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bence yanılıyorlar. Sanat direkt olarak insanın duygusal sağlığına hitap eden bir kendini ifade etme çeşidi. Bunu diyen insanlar da evlerini süslüyor, duvarlarını renk renk boyuyorlar, yüzlerce çeşit kıyafet alıp dövmeler, makyajlar yapıyorlar. Hepsinin ortak amacı kendini ifade edebilmek ve biz insanlar kendimizi ifade etme yeteneğimizi yitirirsek hepimiz birbirimizin kopyası oluruz ve bizi biz yapan özelliklerimizi sadece nüfus cüzdanımızda yazanlara indirgemiş oluruz. Enes Yıldırım 21602725 Section 36 Alkın Tolga KAYBOLAN NESİLLERE AĞIT Hayattaki gayelerimizin, koşturmacalarımızın aslında bizi şekillendiren düzene ait sanrılar olduğunu düşündüğüm, devasa bir toplum içinde gitgide bireysel faydacılığa saplanmamızdan bir kez daha tiksindiğim bir akşam okumaya başladım Abim Deniz’i. Can Dündar’ın, Deniz’in -erkek kardeşi başta olmak üzere- birçok yakınının anlattıklarıyla oluşturduğu dupduru ve iç yakan bir kitaptı bu. Amaçları yalnızca aydınlık bir toplum, bağımsız bir ülke ve eşitlik olan, döneminin tüm aydın gençlerinin hikâyesiydi bu aslında, Denizler özelinde yazılmış olsa da. Yalanlarla, hilelerle, intikamcı duygularla bile mütevazı bir toplumsal hareketin önüne geçemeyen, nihai çareyi gencecik insanları darağacında sallandırmakta bulan haşmetli (!) devlet büyüklerinin de tarihe bıraktıkları bir utanç vesikasıydı ayrıca. İnsanların nasıl bu kadar acımasızlığa, körlüğe saplanabildiklerine daima hayret eden ve bunlara asla anlam veremeyen biri olan ben, devasa bir öfke duygusunun içinde buldum kendimi bir kez daha. Ama yine de dönüp dolaşıp en çok kendimi, bizleri sorguladım. İnsani duygularını kaybetmiş, acımasız bir kitleye öfkelenmenin ya da kaybettiğimiz güzel insanların arkasından yalnızca ağlayıp durmanın pek bir manası kalmıyordu çünkü. Esas önemli olan şey, bizim ne yaptığımızdı. Sahiden bu kadar çaresiz miydik, bu kadar teslim olmuş muyduk her gün küfrettiğimiz düzene ve onun temsilcilerine? Daha güzel, hakkaniyetli, aydınlık günleri umut ederek kendi hayatlarından bile tereddütsüz vazgeçebilmiş insanların ardından, nasıl da kolaylıkla yenilgiyi kabullenmiştik, bırakmıştık doğruluk arayışını! Zamanla halkına ve tüm dünyaya dair ümitlerini yitiren ve bireyciliğe yönelen çoğu kişide olduğu gibi, ben de fazlasıyla ümit ve iyimserlik sahibiydim aslında bir zamanlar. Yirmi yaşına bile henüz basmamış bir insanın, bir zamanlar ümitlerinin olduğundan ve bunları zamanla kaybettiğinden dem vurması bile vaziyetin vahametini gösteriyor aslında. Daha gençliğinin başında, sesinin en gür çıkması gerektiği yaşlarda çoktan ununu eleyip, eleğini asmasına sebep veren bu karamsarlık nereden geliyor insana? Bunu salt kişisel tembelliğimize bağlamak çok da akıllıca değil elbette. Belki de kısıtlı ömürlere sahip bireyler olarak, ömrümüzü bir şeyleri değiştirmek ve devrimler gerçekleştirmek uğruna heba edeceğimizi düşünüyoruz. Hoşumuza gitmese de mevcut yozlaşmış düzene her gün küfretsek de belirsiz yarınlar için mücadele ederek belki de hayatımızı karartmaktansa, mevcut durumun devamlılığını ehvenişer sayıyoruz. Bununla da kalmıyor, hayatımızın kurtuluş yollarını da hep bu düzenin gösterdiği noktalarda arıyoruz. Kendimizi entelektüel açıdan geliştirmekten ziyade hayatı yüksek not ortalamalarıyla, muhteşem kariyerlerle, mevkilerle, makamlarla anlamlandırmaya çalışıyoruz, zira toplum düzeninin bizden beklediği tam olarak bu. Fakat bunun yanında, bu düzenin yanlış olduğunu ve değişmesi gerektiğini düşünmekten de vazgeçmiyoruz. Zaten bunun kanıtı da bizlerin aksine sistemin dayattıklarını reddederek ilerici fikirlerini eylemlerle de göstermiş ve kendi devrimci hayatlarını topluma bağışlamış insanlara duyduğumuz hayranlık. Bu yürekli insanları yâd ederek, kendi yılgın ideallerimizin de arkasından el sallıyoruz, bir bakıma hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olmalarına gözyaşı döküyoruz. Fikirlerinin toplumun çoğunluğu için yok hükmünde olduğunu bilmek, toplumu aydınlık günlere taşımak için sunduğun çözümlere en başta toplumun ta kendisinin karşı durduğunu görmek, yılgınlıkların en büyüğü belki de. Bu gerçeği Denizler de, ideallerinin peşinden koşup hayatını sistemin zalimliğine kurban veren diğer birçok devrim gönüllüsü de muhtemelen biliyordu. Buna rağmen, fikirlere kurşun işlemediğini göstermek istediler insanlara. Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi romanının kahramanı Sydney Carton’un bile bile giyotine gitmesi gibi, Pir Sultan Abdal’ın zalim Hızır Paşa’ya boyun eğmeyip idama yürümesi gibi, onlar da inandıkları değerlerden son ana kadar vazgeçmediler. Dönemin şartlarında toplumun onları haklı görmeyeceğini, peşin yargılarla olumsuz biçimde yaftalayacağını bildikleri hâlde, ileri nesillerin onları haklı çıkaracağını, mücadeleyi nihayete erdireceğini öngördüler. Yazık ki tarih onları haklı çıkardı ama yeni nesillerde mücadeleyi sürdürecek motivasyonun zerresi kalmadı. Onların nesli, fikirleri uğruna can verip kaybolurken, bizim neslimiz ise yenilgiyi kabullenişiyle, sonsuz karamsarlığıyla kayboldu. Onların neslinden geriye ise, ölümsüz fikirler ve bu kubbede bırakılan bir hoş seda kaldı. Bir de Attilâ İlhan’ın yazdığı, insanı oturduğu koltuğa çivileyen şu dizeler var elbette: “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı / hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı / gittiler akşam olmadan ortalık karardı” (İlhan 79) Kaynakça: İlhan, Attila. Tutuklunun Günlüğü. İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1973. BASİT BİR EYLEMDEN ÇOK DAHA FAZLASI: KOŞMAK Koşmak insana bir şeyler katabilir mi? Yoksa koşma eylemi son derece basit, gereksiz ve insanı yormaktan başka bir işe yaramayan bir eylem midir? Bana soracak olursanız, kulağa çok basit gelen bu eylem aslında insan için son derece önemlidir. Koşmak, bir insanın hayatta sahip olduğu en önemli şeye, sağlığına, katkı sağlayacak bir eylemdir. Günümüzde birçok insan, sadece bir yerlere yetişebilmek için koşar. Hiç kimse koşma eyleminin sağlığına katkıda bulunacağını aklına getirmez. Peki, son derece basit olan bu eylemi kaçımız sağlığımıza faydalı olacağını düşündüğümüz için gerçekleştiriyoruz? Koşma eylemini sadece bir yerlere yetişmek için gerçekleştirmekten vazgeçme zamanımız sizce de gelmedi mi? Bana göre bu eylemin başka faydalarının da olduğunu iyice anlamamızın vakti çoktan geldi. Günümüzde, birçok insan çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya. Obezite, kalp krizi gibi çeşitli hastalıklar insanlar için ciddi tehditler oluşturabiliyor. Koşmak, bu tür tehditleri büyük oranda azaltabilir ve insanı daha sağlıklı hale getirebilir. İnsan, gelecekte başına gelebilecek tehlikeleri çoğu zaman göz önünde bulundurmaz fakat bu tehlikeler gerçekleştiği zaman da büyük bir pişmanlık duyar. Peki, gelecekte sıkıntı yaratabileceğini bildiğimiz bu tehlikeleri önlemek bizim elimizdeyken, neden bu tehlikeleri önlemeye çalışmayalım? "Acı kaçınılmazdır, fakat acı çekmek bir tercih meselesidir." (Murakami 17). Bana göre yazar, Koşmasaydım Yazamazdım adlı eserindeki bu sözüyle, acıların insanın başına gelmesinin kaçınılmaz olduğunu, fakat bu acıları çekmenin veya çekmemenin insanın elinde olduğunu vurguluyor. Yani insan, aslında gelecekte çekeceği acıları çekmeyi kendisi tercih etmiş, zamanında bu tercihini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemiş oluyor. Bu noktada kişinin, çektiği acıyı hak ettiğini bilmesi gerekir çünkü yaptığı tercih, kişiyi bu acıyı çekmeye mahkum ediyor. Koşmak, sadece sağlığa katkı sağlamaz. İnsan koşarken kendini daha mutlu, daha özgür hisseder. Bu noktada kendimden bahsetmek istiyorum. Koşmayı, yürümeye tercih ederim çünkü hem işlerimi daha kısa zamanda bitirebilirim, hem de etrafımda yürüyen onlarca insan arasında kendimi farklı hissederim. İşlerimi daha kısa zamanda bitirmek konusunda daha önce yazdıklarımla çelişmiş olabilirim, fakat insanın yürüyerek yolda zaman kaybedeceği de yadsınamaz bir gerçek. Bütün bunların yanında insan, koşmanın sağladığı tek faydanın zamandan tasarruf olmadığını bilmelidir. Mesela koşma eylemini alışkanlık haline getirmiş bir insanın kondisyonu, birçok insana göre daha yüksektir. Bu kişi yorucu bir iş yaptığında veya bir yere yetişmek için koşmak zorunda kaldığında diğer birçok insan gibi nefes nefese kalmaz. Tabii ki koşmasının önünde diz ağrısı, kalp ve damar sorunları veya başka rahatsızlıkları bulunan insanları tenzih ederim. Sonuçta bu insanlar koşmamayı kendileri tercih etmediler, bu sebepten bu insanlar koşmadıkları için gelecekte karşı karşıya kalabilecekleri sağlık sorunlarını da hak etmiyorlar. Sonuç olarak,eğer bir insanın koşmasının önünde hiçbir engel yoksa, kişi sağlıklı bir gelecek için koşmalıdır. Haruki Murakami, Koşmasaydım Yazamazdım adlı eserinde koşmanın kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlatıyor ve bir yazarın yazmak için sürekli oturduğu, bu yüzden de sağlıksız olduğu algısını ortadan kaldırıyor. Yazı yazmak ile koşmak arasında neredeyse hiçbir ilişki bulunmamasına rağmen, bir yazar bile koşmanın mesleğine birçok katkısı olduğunu savunuyorsa, bu eylemin insana gerçekten büyük katkılarda bulunabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. İnsanlar sadece yorulmamak için bedenlerini koşma eyleminden mahrum etmemeli, geleceklerini de düşünmelidirler. Koşma eylemini gerçekleştirdikleri andan itibaren çok kısa bir zaman içerisinde, bu eylemlerinin karşılığını alacaklarını bilmeli, koşma işini basit ve gereksiz bir eylem olarak görmekten kaçınmalıdırlar. Tabii, bu eylemi gerçekleştirmek için de insanın önünde sağlık sorunları gibi sorunların bulunmamasına da dikkat edilmelidir. Kaynakça Murakami, Haruki. Koşmasaydım Yazamazdım. İstanbul: Doğan Kitap, 2013. Baskı. ERDEMOĞLU 1 Hasan Emre Erdemoğlu Ali Turan Görgü TURK 101 Sınıf 26 23 Aralık 2014 SON KURŞUN Belinde silahı, sırtında kamburu, topallayan adımlarla peşimizden geliyor. Tutuculuğu ve kuralcılığıyla üzerimize korku salıyor. Aklına estikçe silahını çıkarıyor, sürgüsünü çekiyor, güvenliğini kapatıyor. Tamamen amaçsız, üzerimize bir sıkıyor, iki sıkıyor, üç sıkıyor… Bizler, onun bu davranışındaki suçun ne olduğunu bilmemize rağmen barışın üstüne süzülen kurşunların darmadağın ettiği hayatları ve yitirttiği umutları içi boş gözler ve soluk bir yüzle; öte yandan vicdanımızın yüzsüzlüğüyle izliyoruz. Bahsettiğim kişinin kim olduğunu soracak olursanız o kişi doğuda töre cinayetlerine sebep olan, sokaklarda sevgiye ve yemeğe aç sokak çocuklarını barındıran, çingenelerin alnına hayatları boyunca hor görüleceklerini yazan toplum kurallarımız ve önyargılarımız. Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adını verdiği öykü kitabı ile kamburu çıkmış toplumsal kurallarımızın hayatlarımızla nasıl oynadığını ve bize yapıştırılan etiketlere sessiz kalma eylemine nasıl boyun eğdiğimizi gösteriyor. Sevgi Soysal’ın usta kalemi bize gerçeklikten ve yaşanmışlıklardan fazlasını sunmuyor ama öykülerindeki yoğun dili, öyküden öyküye değişen bakış açılarıyla toplumumuzun her kesiminden bireyin, toplumun yaşantısıyla olan savaşını anlatıyor. Sadece içindeki özlü gözlemlerinin bile Barış Adlı Çocuk’u kütüphanede mutlaka bulunması gereken bir kitap yaptığı düşüncesindeyim. ERDEMOĞLU 2 Delikli Nazarlık farklı sınıflardaki insanların kendilerine ve çevrelerine olan bakışlarını anlatıyor. Sevgi Soysal, yazısını Roman ağzından şekillendirerek öyküsünün altına başarılı bir imza atıyor. Onun öykülerinde absürt gerçekliği bulabilirsiniz. Nice bireyler vardır, Necip gibi iyi bir aileye doğmuşlardır ve bu nice insanlar toplumun insanlardan beklediği davranışlardan muaftırlar. Nice insanlarda doğdukları andan itibaren ailelerinin, arkadaşlarının ve çevrelerinin haksız hor görmeleriyle karşılaşırlar. Delikli nazarlıktan süzülen gözler “değivermez” insanlara; önyargılarımızın ve yaşadığımız olumsuzlukların üstümüze sıktığı kurşunlardır canımızı yakan. Beni en çok düşündüren soru niye nazarın hep mazluma değdiğidir. Nazarlığı Necip delmiş olmasına rağmen, nazar Roman çocuğa değmiştir. Gerçek hayatta da suçu güçlünün işlemesine rağmen günah keçisinin mazlum insanlar olduğunu görüyorum. Böylece hayat ve toplumsal kuralların güçlü için çalıştığı çıkarımına varıyorum. İlk öyküden bir çıkarım yapmış olmanın verdiği cesaretle, karakterlerin gözünden tecrübelerini edinmeyi, hayatın adaletsizliği hakkında farklı bakış açılarını görme umuduyla başka bir öyküye atlıyorum. Deli Tank ve Çocuk gün batımı manzarası, serin rüzgârları ve yılbaşı akşamının ruhu ile beni içeriye çekiyor. Yoksul çocuğun kirli tırnaklı ve yoksul eli kalbime dokunuyor. Yılbaşında bir oyuncağa erişme umuduyla, mutlu olabilme umuduyla, cam vitrinin önünde dikilen çocuğu üstündeki karı delmeye çalışan bir kardelene benzetiyorum. Bu kardelenin üstüne basarak yürüyen insanları gözümün önüne getirebiliyorum, kardelenin üstüne her basılışında insanların çehreleri daha da silikleşiyor. Ufuktaki tank yok olan insanlığın ve insanlığı yok eden normların, davranışlara bir tepki olarak deliriyor ve bütün nefretini gündelik hayatın üstüne kusuyor. Sevgi Soysal kirli ellerinde temiz bir yürek tutan çocuğun erişilmez hayallerini ve insanların duyarsızlığını anlatarak beni içinde yaşadığım toplum adına bir kez daha utandırıyor. Barışın üstüne süzülen kurşunlar bir çocuğun hayallerini erişilmez kılıyor, başka bir insanın hak etmediği suçlamalara ve önyargılara mahkûm olmasına neden oluyor. ERDEMOĞLU 3 Toparlamadan önce size Hanife’den ve onun temsil ettiklerinden bahsetmek istiyorum. O on beş yaşında, büyük bir insan olma hayalleri olan genç bir kız çocuğu. O, töre cinayetine kurban giden, bazı insanların koyduğu kuralların üstümüze sıktığı kurşunların gerçek hayatta da bizi öldürdüklerinin en çarpıcı örneği. Kadına verilen değerin ne kadar ayaklar altında olduğunu görmek beni ne yazık ki çok üzüyor. Hanife’nin tek suçu içinde bulunduğu kültüre aykırı yaşayıp kendisi olmaktı. Sırtında kamburuyla töreler, ilahi bir suç işlediğine inanmışçasına bütün kurşunlarını üstüne sıktı da sıktı. Hanife’nin canı çıktı da çıktı. Öldürüldüğünü gören masum küçük çocuk ağabeylerini taklit etti ve ölünün başına taşı attı da attı. Zamanında Diyarbakır’da yaşamış biri olarak Hanife’yi okumayı bitirirken gözümden bir yaş süzüldü. Bunun sebebi bütün bu insanların yaşadıklarını başımdan geçirmiş olduğumdan veya bizzat onların yaşantısına şahit olduğumdan veya Sevgi Soysal’ın öykücü damarının beni etkilemesi değildi. Bunun sebebi bu öyküleri okumadan önce hayata bunları hissedemeyecek kadar boş gözlerle bakmamdı. Şu an kulağımda Shakespeare yankılanıyor: Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan. Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? (…) Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine Kötülere kul olmasına iyi insanın (…) Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. (Shakespeare) ERDEMOĞLU 4 Toplumumuzun kurallarını hep yanımızda topallayan, kamburu çıkmış, usa sığmayan davranışlara sahip, önüne gelenin ruhuna silahlarıyla korku salan bir insana benzetebiliriz. Ama inandığım şey, çevremizde barışı ve mutluluğu istiyorsak, son kurşunu “yaşamak kaygımıza” sıkmalıyız. Yaşamın içinde ama onu dışarıdan gözleyen bir kitap Barış Adlı Çocuk. Son kurşunu sıkabilmiş olan usta yazar Sevgi Soysal’ın kaleminden… ERDEMOĞLU 5 Kaynakça Shakespeare, William. Goodreads. tarih yok. Web. 07 Aralık 2014. . Soysal, Sevgi. Barış Adlı Çocuk . İstanbul: İletişim Yayınevi, 2012. Basılı. Elif Gökçen Toksoy GÜNEŞ RENGİNE BOYANMIŞ UMUTLAR Yine oturmuşken sessizliğimle ben, bir gecenin karanlığında terasta… Dinlerken yalnızlığımla sessizliğimi ve içimde soldurmamaya çalıştığım umutlarımla izlerken gökyüzündeki yıldızların solgun ışığını… Sokaktan gelen karanlığı delen seslerle irkildim. Bir adam çok sevdiğini haykırarak söylediği; ince, narin, kırgın bir kadını hırpalayarak itekliyordu. Sessizliğimi acıyla delen sevgi sözleri doğru muydu? Doğruysa bu sevgi sözleri, o gördüğüm şey neydi? Neden onu dövüyordu? Hangisi gerçek, hangisi yalandı? O sırada şairin şu dizeleri geldi aklıma: “Biteviye söylenmiş, söylenecek yalanlardan yorgun dünyayı bir tablo gibi seyrederiz.” (Asuman Susam, Kemik İnadı, 31) Evet, duyduğum tekdüze söylenmiş bir yalan, gördüğüm ise çok acı bir tabloydu ve ben de bozdum sessizliğimi haykırırcasına. Demiş ya şair: “Önce sesten sonra sözden geçmeliydik o boşboğaz dilbaz lafazan beylik sözden gözümüz değer değmez dünyaya kulakta işitsindi susunca yoktuk hayatta kalmak içindi gevezelik” (Asuman Susam, Kemik İnadı) Ben de gördüm o narin kadının çırpınışını, “Seni seviyorum.” diyenin onu ne kadar kırdığını. Tabii ki susmadım çünkü susarsam yoktum,hemen bildirdim gerekli yerlere onlar yetişti. Evet o hayattaydı fakat örselenmişti, kırılmıştı ve kaybetmişti umudunu sevgiye dair, bu durumdaki birçok kadın gibi. O gece hiç uyumadım, hiç konuşmadım ve yazarın dediği gibi: “Önce sesten, sonra sözden vazgeçtim.” (Asuman Susam) Karanlık gittikçe artıyor, sessizlik terasta üşüyen bedenime yorgan oluyordu. Ta ki sabahın ilk ışıklarına kadar. Artık, yalnız yıldızların solgun ışıkları yavaş yavaş sönmüş. Güneş, aydınlık ışıklarıyla sessiz terasımı ve umutsuz gönlümü birden aydınlatmıştı. Mutlak bir şeyler yapılmalıydı. Hiç uyumadan hazırlandım. Her zaman severek gittiğim üniversiteme, biraz yorgun, üzgün ve düşünceli olarak yola koyuldum. Hep haberlerde izlediğim bu şiddet olaylarını o gece canlı yaşamıştım. Evet bu gerçeğin kendisiydi. Yaşadıklarımı arkadaşlarımla paylaştım. Arkadaşlarımla düşünüyor, bu içine bir türlü sığamadığımız koca dünyada nasıl duyurmalı bu sessiz çığlığı insanlığa, nasıl değiştirebilir o masum kaderler diye parçalıyorduk kendimizi. Günler geçti çaresiz ve sessiz. Derken bir gün dünyanın bir ucundan da duyulan, bizim sessiz sandığımız çığlıklar artık insanlığı harekete geçirmiş ve bizim gibi düşünen insanlar birleşmişti. BM Genel Sekreteri’nin kadına karşı şiddete son vermek için tüm dünyayı bir araya getirmeyi hedefleyen Unite kampanyası tüm dünya devletlerini sivil toplum kuruluşlarını ve bireylerini kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti önlemeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlayan girişimler için kaynak yaratmaya davet ediyordu. Biz de Bilkent Üniversitesi öğrencileri olarak hemen koştuk. Bu koşuş, benim için, o gece terasta şahit olduğum kadına ve sevgiye karşı yapılmış şiddetten kaçış, umuda, sevgiye ve insanlığa koşuştu. Dünya Gönüllüler Gününde -5 Aralık 2016 Pazartesi- “Kadına Şiddete Hayır!” dedik. Arkadaşlarımla, o kocaman yüreklerle, kampüs bahçemizde… Hepimiz boyandık renklerle, olmasın dünyamız o geceki gibi simsiyah karanlık diye, olsun istedik insanlık rengarenk. Güneş rengine boyandık hep birlikte dolsun gönüller umutlarla sevgiyle diye. O gece uzun zamandır hasret kaldığım bir huzurla uyudum. Bir şeyler yapabilmiştim sonunda, umarım son bulurdu bu şiddet. Artık sadece akan çeşmelerle konuşmuyorduk akşam üstleri ,ağızdan ağza uçmuş büyümüş ve büyülenmiştik yazarın dediği gibi sessizliğin sesi tüm dünyada duyuluyordu ve yazılıydık artık. Ertesi gün tüm arkadaşlar yine ordaydık ve hepimiz çok mutluyduk birbirimizle paylaştık geceki huzurumuzu ve söz verdik bugün, bundan sonra da çalışacaktık insanlık için. Bizden beklenen buydu zaten, anlamıştık yaptıklarımızı, anlattığımız tüm insanların gözlerinden. Evet çalışmalıydık. Biz çalışacaktık, zamanın içene kaçmış taşları ayıklamak için. Hani yazar diyor ya: “Zamanı parçalara ayıramayız ama zamanın içine kaçmış taşları ayıklarız.” Benim için de öyleydi bu çalışma. O gece yaşananları, zamanı parçalayıp ordan çıkaramam ama bundan sonraki taşları ayıklarım belki de. Bu gece hava çok soğuk, çıkmayacağım terasıma. Duymayacağım belki olacakları dışarıda ama ümit edeceğim bitsin bu kavga.  Susam, Asuman. Kemik İnadı. İstanbul: Can Yayınları 2015 Anıl Furkan Postacı BAMBAŞKA İNSANLAR, AYNI TÜRKİYE Kendini dünyanın en zeki insanı zanneden kibirli bir profesörden, köyünden İstanbul’un göbeğine yeni gelmiş bir gence çok iyi okullarda eğitim görmüş bir otel sahibinden, eğitimsiz, cahil ve sonradan görme eşine kadar toplumun hemen hemen her tabakasından insanın anlatıldığı bir kitap, Konstantiniyye Oteli. Zülfü Livaneli’nin diğer kitapları gibi, bu kitabı da sade, abartmalardan ve ağır sözcüklerden oldukça uzaktır. Bir otel açılışında, bir salonda yer alan insanları anlatıyor yazar teker teker. Hepsinin hayatlarına, yaşayış biçimlerine, bulundukları sınıfa değiniyor ve sonucunda bir odada bile ne kadar farklı kültürden olan insanların bulunduğu ortaya çıkıyor. Kitabı okuduktan sonra, yazarın gözünden düşünmeye başladım ben de etrafımı. Aslında çevremizde çok farklı insanların olduğunun farkına vardım. Aynı okulda okuyor olsak da, aynı arkadaş grubunu paylaşsak da birbirimizden çok farklı geçmişlerimiz var. Birimiz Türkiye’nin bir ucundan geliyoruz, başka birimiz öbür ucundan. Birbirimizi daha önce görme, tanıma olasılığımız sıfıra yakın. Ama hayat, aynı kitapta olduğu gibi bizi bir araya getiriyor ve ortaya rengârenk bir tablo çıkıyor. Bambaşka düşüncelere sahibiz, hayata bakış açılarımız belki birbirimizden çok ayrı, ilgi alanlarımız, boş zamanlarımızda yaptıklarımız çok değişik ama bir şekilde hepimiz birbirimize uyum sağlayabiliyoruz. Birbirimizi etkiliyoruz, kavga etmek yerine yanımızdakini anlamaya çalışıyoruz. Herkesin derdi, sıkıntısı, mutluluğu birbirinden çok farklı, ama tam da bu şekilde hepimiz tablonun bir rengini oluşturuyoruz. Yazar da aslında kitapta bunu anlatmaya çalışıyor. “…İki kıtaya yayılmış olan İstanbul şehri, metal, kükürt, kurşun, egzoz gazı ve karbon fırtınasına tutulmuş; on binlerce otobüs, metrobüs, vapur, taksi ve arabayla seyahat eden on bir milyon yolcusuyla, tehdit edici soluklarını gizlemeye çalışan bir yanardağ sanki. On bir milyon yolcu, on bir milyon küçük hikâye taşıyor eve dönerken. Milyonlarca tutku, milyonlarca dert, milyonlarca geçim sıkıntısı, milyonlarca dua, milyonlarca sevda, milyonlarca korku, milyonlarca özlem...”(Livaneli, 19). Aynı benim etrafımı gördüğüm gibi, aslında yazar bu durumu bir şehre bakarak yapıyor. Benim etrafımdaki birkaç kişidense o, milyonları görüyor. Yine okuduktan sonra kafamda oluşan ikinci bir soru ise, bu karmakarışık toplum yapısının bizim ülkemize mi ait olduğu? Tabii ki Amerika gibi çok büyük ülkeleri kastetmiyorum, ama Avrupa ülkeleri gibi küçük ülkelerde bir salonda bu kadar faklı insan aynı anda bulunabiliyor mudur acaba? Çünkü bizim ülkemizdeki bu durum sürekli olan bir durum. Bir kafeye gittiğimizde, yolda yürürken bir sokakta, bir alışveriş merkezinin tuvaletindeki hemen hemen her insan birbirinden çok ayrı hayatlar yaşıyor, hepimizin geçmişi birbirimizden çok farklı şekilde oluşmuş oluyor. Acaba bu ülke mi bizi bu duruma getiriyor, yoksa diğer ülkelerde de durum aynı mı? Bunu oranın bir vatandaşı olmadan anlamamız çok zor. Belki de her ülkenin, her kültürün kendine göre böyle bir karmaşası vardır, ama ne boyuttadır, yaşanmadan bilinmez. Ama bence Türkiye’nin bu karmaşık ülkeler sıralamasında kesinlikle başlarda yeri var. Sonuç olarak, Konstantiniyye Oteli, toplumun hemen hemen her tabakasındaki bir insana değinerek ülkemizin, özellikle de İstanbul’un ne kadar karmakarışık bir şehir olduğunu anlatıyor. Birbirinden çok farklı insanların bir araya gelişlerini ve bir şehirde yaşamaya nasıl çalıştıklarını anlatıyor. Zülfü Livaneli, toplumu çok güzel bir şekilde izlemiş ve yorumlamış, bu yüzden gerçek hayata baktığımızda da yanı tip insanları, aynı toplum sınıflarını çok rahatlıkla ayırt edebiliyoruz. Okumayan herkesin, okuması dileğiyle. Farkında Olmadan Geçen Hayatlar / Ece ZALOĞLU “ Günaydın! Ve olur ya belki sizi göremem ; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.” Her yeni güne böyle başlıyor Truman Burbank ve akşam evine döndüğünde komşularının yerinde olmama ya da kendisinin evine dönmeme ihtimaline karşın bütün iyi dileklerini önceden iletiyor onlara fakat bilmediği bir şey var; Truman’ın bütün günü, ayı, yılları hatta tüm hayatı bir yönetmenin elinden çıkan bir senaryo kağıdına bağlı ve her şey planlı. 1998 yapımı, başrolünde Jim Carrey’nin sadece komik bir yüz olmadığını bize kanıtlamasına olanak sağlayan Truman Show adlı bu Peter Weir filmi sadece bir film olmakla kalmayıp günümüz modern topluma ve onun tüketiciliğine yönelik bir eleştiri niteliği taşıyor. Truman’ın bütün hayatının programın yapımcısı tarafından yönetilmesi, günümüz modern çağında hayatımıza devam edebilmemiz için sistemin dayattığı olguları takip etmemiz bir başka deyişle sistem tarafından köreltilip yönetilmemizin bir yansımasıdır adeta. Günlük hayatın telaşında durup düşünecek vakit bulamasak da, bizim hayatlarımız da Truman’ınınkinden farksız olduğunu söylemek mümkün bana kalırsa. Toplumu oluşturan bizler yine kendi yarattığımız sistem ve kurallarca kısıtlanıp, bir düzene sokuluyoruz. Oysaki zaten bütün bunları oluşturan bizler değil miydik? Kontrolün elimizde olduğuna inandığımız bir zamanda yaşıyoruz belki ama çok azımız gerçekten hayatının kontrol panelini elinde tutabiliyor. Her geçen gün hayat koşulları değişiyor, bu koşullarda hayatta kalabilmek için ise ancak adapte olabiliriz. Düzene uyum sağla, sivrilme, sakin bir hayat yaşa… Bu zamanda ayakta kalabilmek için bize dayatılan bu yaptırımlardan sonra gerçekten hayatlarımızın kontrolünün bizde olduğunu söylemenin mümkün olduğunu düşünemeyiz sanırım. Beklentiler, sorumluluklar ve zorunluluklar hayatlarımızı şekillendiriyor fakat bunları var edenler de bizleriz. Kendi oluşturduğumuz olgular tarafından yönetiliyor ve kısıtlanıyoruz yine de özgür olduğumuza inandırıyoruz kendimizi çünkü bizden beklenen her şeyi gerçekleştirdik, mutlu olmalıyız değil mi? Fakat ne yazık ki mutluluk da bize gittikçe uzaklaşan bir kavram haline gelmeye başlıyor. Yaşadığımız bu tek düze hayatlarda, her gün yapmamız gerekeni yapıp, akşam olunca elde edebilmek için canımız pahasına çalıştığımız evlerimize geri dönüyoruz ama mutlu değiliz. Oysaki bütün bu yüklere de o evi alabilmek için katlanmıştık. Mutsuz oldukça elimizdekiler değerini yitiriyor, yitirdikçe yenisine olan açlığımız artıyor böylece daha çok çalışıp yenisini almak istiyoruz ve tebrikler; işte karşınızda bir türlü kurtulamadığımız kısır döngümüz. Bu kısır döngünün bir parçası haline gelmemize neden olan tek etken olarak kendimizi suçlamak da tabi ki doğru olmaz. Medya ve kitle iletişim araçları bize istediklerimiz sunarken bir yandan da daha fazlasına muhtaç gibi hissetmemize neden oluyor. Her ne kadar medyanın bizi etkilediğinden bahsedecek olsak da medyanın rotasını belirleyenler de yine bizleriz. Bu yüzden daha uzun yıllarca toplum ve medya birbirini etkilemeye devam edecektir. Bir gün bu çemberin dışına çıkmamız mümkün olabilecek mi? Bunu söylemek zor, buna rağmen unutmamalıyız ki kendimizi bu çemberin içine hapsedenler zaten en başından beri biziz. Daha fazlasına olan açlık ve içinde bulunduğumuz bu tüketim hırsından kurtulabilirsek belki biz de kendi Truman Şov’umuzdan bir çıkış yolu bulabiliriz. En nihayetinde, hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bu dünyada, her şey için bir sonun var olduğuna eminim. Kendi kendimizi tutsak ettiğimiz bu düzen ve sistem de bir gün geçerliliğini yitirebilir, gözümüzü bürüyen bu açlık ve hırs bir son bulabilir ve işte o zaman hepimiz kendi hayatımızın yönetmen koltuğuna oturabiliriz. Hayatınızın senaristinin siz olmanız dileğiyle… Kaynak < http://www.imdb.com/title/tt0120382/?ref_=nv_sr_ > Müge Özdemir HAYALLERE VEDA Ayak bastığımız, yaşamımızı geçirdiğimiz bu topraklardan bugüne kadar kaç kişi gelip geçmiştir? Sayısını belki tam olarak bilemiyoruz ama milyarlarca olduğu kesin ve belki de bizden sonra da bir o kadar insan daha doğacak, yaşayacak ve ölecek. Bu dünyaya gelmiş, yaşayan milyarlarca insandan sadece biriyiz. Şu an, şu dakika bizimle birlikte yaşamakta olan, nefes alıp veren, belki yeni doğan, belki ölmek üzere olan milyarlarca insan var. Hayatımda bir şekilde var olan veya tanıdığım insanların toplamını bu sayı ile kıyasladığımda o kadar küçük kalıyor ki… Aslında bu kıyası yapamıyorum bile. Milyar kelimesi sadece bir kelime olarak canlanıyor zihnimde. Bırakın o kadar çok insanı tanımayı sayının gerçek anlamını, karşılığını tasavvur bile edemiyorum. Belki de insan doğasının verdiği içgüdüyle bu koskoca dünyanın çok küçük bir parçası olduğumu, önemli ve etki sahibi bir insan olsam da olmasam da tıpkı benden önce gelip geçen diğer insanlar gibi bir gün unutulup eskilerde kalacağımı çok düşünmüyorum. Zaten böyle olması da gerekiyor hayata tutunup bir şeyler yapabilmek, başkalarının hayatını ve kendi hayatımızı değiştirebilmek için. Kendi doğumumuzla başlayıp ölümümüzle bitiyor bu serüven ve her doğumla yeni bir kahraman doğuyor. Herkes kendi serüveninde başrolü oynuyor, serüvenin kahramanı oluyor. Tıpkı romanlar, tiyatrolar gibi çoğu zaman birbiriyle alakası olmayan hepsi kendi içinde ayrı bir dünya barındıran serüvenler… Mesela bir romanı okumaya başladığımda o serüvenin oluşturduğu dünyayı fark ediyorum ve hiç alakam olmasa bile o dünya beni içine alıyor. Kitabı okurken belki yaşanmış belki de sadece kurgu olan serüveni âdeta yaşıyorum ve o süre içinde elimin altında farklı bir dünya var oluyor. Gerçek yaşamların romanlardan, hikâyelerden ve tiyatrolardan bir farkı yok aslında bu açıdan. Herkes kendi serüveninin kahramanı ve bu serüven bitene kadar çabalayıp bir şeyler yapmaya çalışıyor kendi küçük dünyasında. Herkesin farklı şartları var serüveninde ve farklı beklentileri. Hikâyelerin başlangıcını belki biz seçemiyoruz ama hikâye ilerledikçe yaptıklarımızla, söylediklerimizle ve en önemlisi hayal ettiklerimizle yön veriyoruz hikâyelerimize. Bence her serüveni farklı kılan ve kendi içinde başarılı bir hikâye olmasını sağlayan umut etmemiz ve hayallerimiz için ne kadar çok çabaladığımızdır. Tıpkı Knut Hamsun’un Açlık romanındaki karakter gibi bir hayalimiz, amacımız ve hayatımıza vermek istediğimiz bir yön vardır. Belki bu amaç kitaptaki gibi başarılı bir yazar olabilmektir veya başarılı bir fotoğrafçı. Hedeflerimiz ve serüvendeki yönümüz ne olursa olsun o yöne gitmeye çalışmak ve şartlar ne olursa olsun elimizdeki imkanlarla bu yöne yani hedefe ulaşmaya çalışmak serüvenimizin başarılı olmasını sağlayan şeydir aslında. Belki ulaşırız bu hedefe, ideale belki de kitaptaki gibi ne kadar çabalasak da veda etmemiz gerekir hayallerimize. Belki ilk bakışta bütün çabalara rağmen istediğimiz şeye ulaşamamız başarısızlık gibi gözükebilir. Özellikle hayatımızın yani serüvenimizin iç yüzünü bilmeyen ve dışardan bir bakışla bizi değerlendiren diğer insanlar bu olayı çok kolay bir şekilde başarısızlık olarak adlandırırlar. Aslında bizi başarılı yapan bu serüvende hedefe ulaşmak değildir hedefe ulaşmaya çalışırken yaptıklarımızdır yani şartlar ne olursa olsun bu hedef için ne kadar çabaladığımız, ne kadar emek harcadığımız ve bu süreçte kişiliğimizi ne kadar koruyabildiğimizdir. Bence doğru olduğunu düşündüğümüz ve kişiliğimizi oluşturan değerlerden ayrılmadan hedefimize ve kendimize olan inançla ilerlemeye çalışmamızdır bizi başarılı kılan. Eğer bütün bunları yapmışsak hedefe ulaşsak da ulaşamasak da dünya için küçük olan ama bizim için kendi dünyamızı oluşturan bu serüvende başarılı olabilmişiz demektir. EDEBİYAT KADAR GERÇEK Güzel müziğiyle ve güzel romanlarıyla tanıdığımız Zülfü Livaneli, Edebiyat Mutluluktur adlı eserini edebiyata dair, içinde edebiyat kavramını içeren her konuda yazdığı denemelerini toplayarak oluşturmuş. Bu konuların aralığı epey geniş, yani sırf ismine bakılarak Zülfü Livaneli’nin kitabının her cümlesinde “edebiyat şöyle güzel, edebiyat böyle güzel, edebiyat bana mutluluk veriyor” ana temasını kullandığını kesinlikle söyleyemeyiz. Kitabın ana teması çok geniş bir anlamıyla “edebiyat”, Zülfü Livaneli tarihteki yazarlardan, onların ideolojilerinden günümüzdeki edebiyata kadar pek çok konu hakkında insana okudukça genel kültür anlamında da çok şey kazandıracak bir kitap bahşetmiş bizlere. Kitap çok hoşuma gitmiş olsa da başlık seçimini beğendiğimi söyleyemem, çünkü edebiyat mutluluk değildir sadece, bazen aksine hüzün bile olabilir en derin manalarıyla yaşadığımız… Birkaç kelimeyle tanımlamayacak olsaydım edebiyatı, ‘gerçeklik’ derdim, ‘kendi gerçekliğimiz’, diğer gerçekler gibi her zaman aynı olan gerçekler değil ama, bambaşka bir gerçeklik, insandan insana ve hatta zamandan zamana değişen… Edebiyat, insanın duygusallığının, hislerinin somutlaştırılmasıdır bir ölçüde. Bazen o kadar yoğun bir hale gelir ki içimizdeki duygular, paylaşmak isteriz bunları bir şekilde. Ancak her zaman anlatamayız her şeyi diğer insanlara, en yakınımızdakiler de olsalar çekiniriz, başka bir şeyler ararız ve en yakınımızdaki kaleme uzanırız, sonra kâğıtlara anlatırız içimizden geçen her şeyi, en doğal haliyle, hiçbir yargılanma veya sorgulanma korkusu olmadan, ötesi hiçbir korku olmadan aslında. Beyaz kâğıt sorgulamaz hiçbir hatamız için bizi, ben sana demiştim diyerek her şeyi daha da kötüye götürmez zaten fazlasıyla kötü hissettiğimiz anlarımızda, haklı olma çabası gütmez hiçbir zaman, dinler yalnızca bizi ve duygularımızı hapseder içinde. Oysa ‘aldatıldım’ diyemeyiz her zaman çevremize, insanların bizi acizmişiz ve çaresizmişiz gibi görmesinden korkarız, utanırız; eski sevgilimizi halen unutamadığımızı dile getiremeyiz bazen, oysa yazabiliriz kâğıtlara rahatlıkla içimizden geçeni, hem de en doğal halleriyle, korkmadan. Bir gece yatağımıza yattığımızda hissettiğimiz derin yalnızlığı anlatırız kâğıtlara, yapmacık hayatımızdan ayrılırız bir an için, ne geçiyorsa içimizden onu yaşarız kendi edebiyatımızda, asıl benliğimizi ve gerçek fikirlerimizi anlatırız önümüzdeki kâğıtlara. İlk kez gördüğümüz bir kızın gözlerinin güzelliğini anlatırız kalemimizle, kendisine anlatamayacak kadar utangaç ve arkadaşlarımıza anlatamayacak kadar yalandan bir hayat yaşarken, boş kâğıtlara karşı çekinmeyiz asla. Anne sevgimizi, baba sevgimizi anlatamayız onlara tam olarak, yaşımız geçtikçe çocukça olduğunu düşünürüz bazı şeylerin, çocukça olmamak için “seni çok seviyorum” demeye çekiniriz onlara, kâğıtlara döneriz yine, onlara dökeriz en çocuksu ve saf, ancak ‘gerçek’ duygularımızı. Kim olduğumuz önemli olmadan hepimizin sahip olduğu yegâne dostumuzdur edebiyat. Kömür parçalarından yapılan bir kalemle yazmaya kalksak git düzgün bir kalem bul demez boş kâğıtlar bize, kendisine yazı yazan ellerin rengini önemsemezler, kimlik sormazlar bize nereli olduğumuzu ya da kim olduğumuzu öğrenmek için, baştan aşağı süzmezler bizi görünüşümüze göre değerlendirmek için, çünkü eşitliktir edebiyat, biz insanlar gibi önyargıları yoktur ırka, zengine, fakire, ten rengine… Hiç kimseyi öldürmez, bir odanın içine tıkmaz insanları hayatlarının sonuna kadar, siyasi ve fikirsel suçlar yoktur asla edebiyat için, en güzel insandan daha güzel ve en iyi kalpli insandan daha iyidir o. Edebiyat, muhtemelen dünyadaki diğer her canlıdan daha duygusal olan (zaman zaman da diğer her canlıdan daha duygusuz, daha acımasız olan) biz insanların tek sadık dostudur daima yanımızda olacak olan. Yapmacık olduğunu bildiğimiz ama öyle değilmiş gibi davrandığımız sözde dostlarımızın gözlerinde gördüğümüz kıskançlık hissini görmeyiz kitaplarda, kâğıtlarda; laf olsun diye sorulmuş “ne oldu neyin var üzgün görünüyorsun” sorularına maruz bırakmaz bizi edebiyat; en sadık dostumuzdan daha sadık dostumuzdur; her hatamızı şüphesiz affedecek olan tek dostumuzdur hatta. Bazen elimizde kalan tek şeydir yaşamı çekilebilir kılan, bazense mutluluktur yazdıkça gülümsememize sebebiyet veren, hüzündür bazen gözyaşlarımız dağıtırken mürekkebini kalemimizin… Hepsinin ötesindeyse, duygudur edebiyat, en içimizden geldiği gibi, en doğal haliyle en saf duygularımızdan oluşan… Berkan KILIÇ 21302071 TURK 102- 06 Sevim Gözcü EZEN 21.12.2014 Ece Cerah 21400969 Kimin Ruhu Hiç hayatı sorguladığınız oldu mu? Acaba var oluş sebebimiz ne, bu hayatta bir şeyleri başarmak için mi doğduk yoksa başkalarının başarımları altında ezilmek için mi nefes almaya devam ediyoruz soruları, hayatın belli noktalarında insanın kafasında yankılanabiliyor. Şüphesiz bu anlar genelde insanın mental olarak zayıfladığı durumlarda ortaya çıkar. Biz her ne kadar etten kemikten oluşan canlılar olsak da veya bilimin bize gösterdiği biyolojik bilgilerden fazlası olmasak da aslında yaşamımız sadece fizyolojik açılardan ilerlemiyor. Çünkü bizler ruhlarımız olmadan birer makine gibiyiz. Ruh kelimesini tanımlamak ise bu kelimeyi kullanmak kadar kolay değil ne yazık ki. Fizyolojik olarak vücudumuz gerekli işlemleri yerine getirdiğinde; kalbimiz kan pompalayıp ciğerlerimiz nefes aldıkça yaşamımızı sürdürebiliyoruz. Ancak ruhumuz gerektiği gibi işlemezse, sanki bu fizyolojik reaksiyonlar bir yönden eksik kalıyor, sanki canlılık unsurunu veren faktör ortadan kaybolup boş varlıklar haline bürünüyoruz. Hayatı sorguladığımız anlar ise ruhumuzun en güçsüz olduğu anlarla paralel olarak ortaya çıkar. Bunu anlamak için ise öncelikle ruhumuzu keşfedip kendimizi bir bütün olarak algılamamız gerekiyor. Peki ruh dediğimiz bu soyut kavramı nasıl tanımlamalıyız? Şüphesiz böylesi soyut kavramlar herkes için farklı kelimelerde vücut bulur. Ruh benim için bedenimin ortasındaki parlak bir ışıkken bir başkası için içindeki bir sestir belki de. Dolayısıyla insanların aklında farklı şekilde canlanan soyut kavramları ortak bir paydada tanımlamak zor bir iştir. (Bunu en iyi yapan kişiler ise şairler olsa gerek. )İşte bu sorun üzerine biraz akıl yorarak bir sonuca ulaşmaya çalıştım. Ruh unsuruyla en iyi uyuşan şeyin bir başka soyut unsurumuz olan kişilik olduğuna karar verdim. Aslında ruhlarımızın biçimi kişilik adını verdiğimiz insani özelliklerimizde ortaya çıkıyor. Kişilik tam olarak soyut bir kavram değil aslında çünkü hareketlerimiz altında dışarıya yansıyan bir biçimi vardır. Sanki bir arabanın fiziki özellikleri dışında ne kadar hızlanabildiği gibi biz insanların da saçı, gözü dışında hangi limitleri zorlayabileceğimiz kişilik özelliklerimiz ile anlaşılabilir ancak. Bu yüzdendir ki kişilik hayat damarımızdır. Kimimizinki iyilik dolu olurken kimimizinki ise kötülük barındırır ve bu bizlerin hayat akışını şekillendirir. Bazen ise kişiliklerde yaralanmalar ortaya çıkar ve bu sorunlar bloğumun başında bahsetmiş olduğum hayatı sorgulama evresinden yola çıkarak sonumuz olmaya kadar götürebilir bizleri. Bunu engellemenin yolu ise kişiliğimizi hayat tecrübemiz doğrultusunda güçlendirmek ve en doğru şekilde oluşturmaktan geçmektedir. Ağaç yaş iken atasözünden yola çıkarak bu yanımızın henüz genç yaşlarımızda şekillenmeye başladığını belirtmek gerekir. Bu yıllarda en doğru şekilde gelişmek gerekiyor ancak birçoğumuzun yaptığı bir yanlış var; genç yaşlarımızda yaşadığımız ikili ilişkilerimiz yüzünden henüz gelişmekte olan kişiliklerimizde derin yaralar oluşabiliyor ve bunun sonucu olarak ilerde hasarlı bir ürün çıkıyor ortaya. Bu ikili ilişkileri sadece sevgili olmak anlamında düşünmeyin, annemiz veya babamızla olan ilişkilerimiz sonucunda bile bu hasarların ortaya çıkma olasılığı mevcut. Bu konuda en büyük sorun ise, kendimizi savunmasız bırakıp kendi benliğimizi bir başkasının hareketlerine, düşüncelerine bağlı hale getirmektir. Halbuki bizler kendi içimizde birer bütün oluşturmaya yetecek tüm parçalara sahibiz. Elbette karşımızdaki insanın duygularına değer vererek yaşamamız bizlerin birer ruhu olduğunun göstergesidir ancak ruhumuzu bir başkasının duygularına bağlamak ise bambaşka bir sonuç doğurur. Bu durumda ruhumuzu oluşturan kişiliğimizin aslında kendi elimizde değil bir başkasının elinde durduğunu kabullenmiş oluruz. Aslında ne insanlar kalıcıdır ne de hissedilen duygular bizi daima takip eder. Her bir üzüntü her bir sevinç bizler için birer tecrübe olmaktan ilerisine geçmemelidir. Bizler bu dünyaya elbet bir amaç için geldik ama iyisiyle ama kötüsüyle. Amacımızı asla başkasının amacına bağlı tutamayız çünkü bu durumda kendi yolumuzdan sapmış oluruz. Benliğimizi kaybedip kendi kişiliğimiz içinde ruhumuzu bulamadığımızı fark ettiğimiz anda ipin ucunu kesmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunu yapması söylemesi kadar kolay olmasa da aslında insan kendi içinde özgür olduğunu fark ettiği anda zincirleri birer birer kırılmaya başlıyor. sen gideli kim’den türetilen ne kaldı niçin yorgunu bir akıldan ne’liğim kemiğimin tozu gizlenmişi açık ediyor rüzgâr bir kaçak gibi terliyor ellerim aynanın içine kaçmış sen’i bekliyorum Asuman Susam dizelerinde tam olarak bu durumdan bahsetmiş. Birisi gidince biz kalmalıyız çünkü biz o kişi gelmeden önce de vardık ve elbet gittiğinde de olmaya devam edeceğiz. Bizler birer amaç için bu dünyadayız ve bu amaç doğrultusunda yaşanılan tecrübeler sadece kişiliğimiz yani ruhumuzu yontup şekillendirmek için yaşanıyor. Buna bağlı kalırsak amacımızdan şaşarak her şeyi sorgulama yoluna doğru yokuş aşağı sürüklenebiliriz. Biz kimse değiliz, biz içimizdeki ruhuz ve bir bütün olarak kendi zincirlerimiz dışında kimseyle bağlı değiliz. Bizler ruhumuz olmadan birer kimseyiz. KAYNAKÇA 1) Susam, Asuman. (2015). Kemik İnadı .İstanbul: Can Yayınları Erdoğan Yağız Şahin Yeni Bir Distopya Günümüzde kişisel gizlilikten bahsedilebilir mi? Birçok kişinin hissettiği gizlilik kaygısı aslında hepimizde olması gereken bir şey mi yoksa bir paranoya mı? Bu ve benzeri soruları birçok kişi 2013 yılındaki NSA sızıntıları sonrasında kendisi için cevapladı, araştırmaya başladı. Saklanacak Yer Yok, bu sızıntıların arkasındaki hikâyeyi ve sızıntı sürecini anlatıyor. İlk bölümde NSA sızıntılarını yapan Edward Snowden’ın gizlilik ve güvenlik konusunda gazeteci Glenn Greenwald’a verdiği talimatlar, ne kadar kolay takip edilebildiğimizi ve izlenebildiğimizi gözler önüne sermekte ve güvenli bir iletişim için okuyucuya da bir rehber olduğunu düşünüyorum. Kitapta yalnızca Amerikan vatandaşlarının değil, dünyadaki hemen hemen herkesin izlendiğine dair kanıtlar ve belgeler bulunmakta fakat halen birçok kişi gizliliğimizin nasıl bir tehlike altında olduğunu anlayabilmiş değil, nasıl bir tehlike ile baş başa olduğumuzu anlamak için herkesin bu kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum. Bahsedilen belgelerin açığa çıkmasından sonra birçok kişi, topluluk yaşam tarzını buna göre değiştirmeye başladı ve bu olayın dünya üzerinde çeşitli yeni siyasi akımların çıkışını dahi tetiklediği görülebilir, Korsan Partiler gibi. Günümüzde gizlilik hakkında en büyük problemlerden birinin gizliliğin canavarlaştırıldığı veya önemsizleştirildiği olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi telefonlarının dinlenmesini, çeşitli otoritelerin erişebildiği bir işletim sistemi kullanmayı, tüm e-posta ve mesajlarının başkaları tarafından okunabilmesi ihtimalinin kendisini etkilemeyeceğini düşünüyor hatta oyun konsollarının kamerası tarafından izlenebilme potansiyelini bile önemli biri veya suçlu olmadığı için normal gördüğünü söylüyor. Peki gerçek bu mu? Sıradan vatandaşların saklayacak bir şeyi yok mu? Bu argümana Edward Snowden “Gizleyecek bir şeyim olmadığı için özel hayatın gizliliği umrumda değil demek, söyleyecek bir şeyim olmadığı için ifade özgürlüğünü umursamıyorum demekle aynı şey.” [1] diyerek bir karşılık veriyor. Dünyanın dört bir yanına NSA(ABD Ulusal Güvenlik Dairesi) ve GCHQ(Birleşik Krallık dijital istihbarat kurumu) tarafından izleme teknolojisi satıldığı ve bunun çeşitli ülkelerde devlete veya hükümete muhalif seslerin susturulması ve saptanması amacıyla kullanıldığı bilinmekte. Bu gidişle dünyanın distopik, özgürlük olmayan bir yere dönüşebileceğini düşünüyorum. Aslında bunları George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına benzetmek oldukça kolay, sadece tele- ekranları kendimiz alıyoruz. Basına sunulan dokümanlarda Facebook, Twitter, Yahoo!, Microsoft, Google gibi dev şirketlerin NSA ile anlaşmaları olduğunu ve kullanıcılarının kişisel verilerinin hiçbir şüphe olmadan verildiğini görüyoruz. Peki neden hayatımızı bu şirketlere teslim etmeye devam ediyoruz? Hayatımızı bu şirketlerin servisleri üzerinden devam etmeye zorlandığımızı söylemek pek de zor olmamalı. Facebook kullanmayan bir öğrenci ders notlarına ulaşamıyor, yurt dışına giden birisi yine Facebook veya Google+ gibi bir platformun yardımı olmadan kolayca barınak ihtiyacını karşılayamıyor, hayatlarımızı sosyal ağlar üzerinden yürütüyoruz, birçok kişi Whatsapp dışında bir iletişim aracı bile kullanmamakta lakin kimse düşünmüyor, neden hiçbir maddi getirisi olmayan bu uygulama Facebook tarafından 19 milyar dolar karşılığında satın alındı. İnsanların bir kısmı ise bu durumun farkına varıp, bu duruma alışıp kendilerine otosansür yaparak yaşamlarına devam ediyorlar fakat kitapta da üstünde durulduğu gibi, eğer her dediğinizin, her yazdığınızın değerlendirileceğini düşünüyorsanız artık aslında özgür bir birey olmadığınız da söylenebilir. Edward Snowden’ı bir 21’inci yüzyıl kahramanı olarak gördüğümü söyleyebilirim, harika bir kariyer, yaşam, ilişki, zengin ve güzel bir hayat yaşarken bunların hepsini riske atıp bir kaçak hayatı yaşamak zorunda kaldı ve hâlâ yaşıyor. Fakat amacına ulaştı, bir yankı uyandırdı ve fedakârlıkları boşa gitmedi, kitapta belirtildiği üzere en büyük endişesinin bu olduğunu söylüyor Edward Snowden. Artık gizlilik konusunda yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir, istihbarat çalışanlarının bile doğruyu yapmak pahasına her şeyinden vazgeçtiğini görebiliyoruz. Yararlanan Kaynaklar [1] Snowden, Edward Joseph. "Reddit" y.y. 21 Mayıs 2015. Web. 2 Ekim 2017. DAMLA ARSLAN Kendime Saygım Var Çünkü Aldatmıyorum Günümüzdeki ikili ilişkilerin ne kadar samimiyetsizleştiğinin farkındayız. İnsanların hiçbir şeyden memnun olmadığını, sık sık hayal kırıklığına uğradıklarını, öfke ve üzüntü ile harmanlanan duygularıyla hareket ettiklerini biliyoruz. Bunun nedeni hayatlarımızın otomatikleşmesi mi yoksa beklentilerimizin tam olarak karşılanmaması mı? Ya da ilişkilerden ne istediğimizi bilememek mi? Ama neden ne olursa olsun ikili ilişkilerin en büyük kabusu “aldatılmak” yani “sadakatsizlik”. Birini aldatmanın nedenleri -ki bence daha çok bahaneleri- nelerdir? Mesela bir kadın neden aldatır? Hemcinsleri olarak ne kadar utansam da söylemek zorundayım ki; çevremde şahit olduğum insanların sayısına bakarsak aldatan kadın oranı bir hayli fazla. Birçoğu monotonlaşan ilişkilerinden yakınıyor tıpkı Linda gibi. (Coelho,2014). Düzenli bir evliliği, kendini seven bir eşi, güzel bir işi hatta ve hatta iki tane çocuğu olmasına rağmen Linda bir türlü mutlu olamıyor. Hayatında heyecan ve adrenalin istiyor ve tesadüfen karşılaştığı eski sevgilisiyle yasak bir ilişki yaşıyor. Evet Linda gibi birçok kadın yasak ilişkilerin verdiği heyecanla yaşadıklarını hissediyorlar ve sözüm ona monotonlaşan hayatlarına kendilerince renk katıyorlar. Bunun eşlerine yaptıkları haksızlıktan ziyade kendilerine olan saygısızlıklarının farkında bile değiller. Üstelik bir kadın başka bir kadına bunu nasıl yapar, nasıl bu kadar bencil ve acımasız olur cidden bunun da bir açıklaması yoktur. Peki kadının yanı sıra bir erkek neden aldatır? Aslında kadınlardan farklı olarak onların bahaneleri daha fazla. Onlar kadınlar gibi monoton hayatlarına heyecan aramıyorlar, mesela, nasıl olsa, o beni seviyor yani elimin altında güveniyle aldatabiliyorlar ya da eşim, sevgilim bende çok problem buluyor ve bu yüzden ben de mutluluğu başka kadınlarda arıyorum diyorlar. Ama en kapsamlı ve açıklayıcı sözcük “doyumsuzluk”. Her çiçekten bir bal alırım anlayışıyla ne kendine ne de kadınlara saygı duymayan birçok erkek var. Kabaca anlatmak gerekirse dünyanın en güzel kadınıyla bir gece bile geçirtseniz o erkek diğer gün başka bir kadına bakar. Bunlara ek olarak bir erkek genellikle kendinden yaşça küçük bir kadınla birlikte olur, bu hem psikolojik hem de bedensel bir durumdur. Genç ve daha güzel bir kadınla ruhlarını da bedenlerini de tatmin ederler, çünkü eşlerinin ve hayatlarının onları yıprattığını söylerler. Bunlar bilindik nedenler ama yanı sıra farklı bahaneleri var mıdır, bilinmez. Fakat, kendilerine saygısı olmadıklarını ve büyümediklerini söyleyebiliriz. Aldatmanın asla mazur gösterilebileceği bir bahanesi, haklı bir gerekçesi yoktur. Asla tolere edilebileceği bir tarafı yoktur. Bir insanı aldatarak önce kendimizi kandırıyor, saygımızı yitiriyor, karşımızdaki insanın hayatını mahvediyor ve hatta başkalarını aldatmaya meyilli hale gelen canavarlar yaratıyoruz. Bunları yapmaya hiçbirimizin hakkı yok. Karşımızdaki insanın ilişkilere olan bakış açısını, insanlara olan güvenini, hayat neşelerini çalmaya hakkımız yok. Ve hele ki bir insana bunları yaptıktan sonra bir sonraki ilişkimizde sadakat beklemek gibi bir hakkımız hiç yok! Hakkımız olmamasına rağmen yaptığımız bu eylemle -aldatmak- kadın erkek fark etmeden aldatan, aldatılan insan sayısı da artıyor. Bu insanlar affedilmeli mi affedilmemeli mi bu eşlerine, sevgililerine kalmış ve herkes Paulo Coelho’nun Linda’sı kadar şanslı da değil çünkü her zaman onun eşinin sevdiği gibi sevilmeyebilirsiniz ve zaten de sevilmemelisiniz. İcra edilmiş bir eylem olmasa bile, yani ilişkiniz varken aklınızdan başka birini geçirmek, hayal kurmak bile aldatmaktan sayılıyorken, sadece kendinize ve partnerinize biraz saygılı olun yeter. Bu yüzden eğer farklı şeyler istiyorsanız, eğer sıkıldıysanız ya da mutlu değilseniz; AYRILIN efendim, en azından kendinize olan saygınız olur ve bir insan olarak, diğerlerinin gururunu kırmadan, düzgünce yaşayabildiğiniz için, huzurla uyuyabilirsiniz. Kaynakça Coelho, P. 2014. Aldatmak. İstanbul. Azra Matbaası. Abdulkadir Kayalı 21701668 İki Farklı Dünya ve Mutluluk Ne kadar mükemmel, ne kadar kusursuz bir yaşantımız olduğunu çocukların oyuncakları gördüğünde ağlamasıyla anladım. Kenya’ya gitmek için hazırlanmaya başlamıştık. Gitmeden önce Kenya’yla alakalı hiçbir fikrimiz yoktu ve oraya tek gidiş amacımız yardım bekleyen insanların bir nebze yaralarına merhem olmaktı. Kim bilebilirdi ki gerçeklerin “görünenden” daha acı olduğunu. Havalimanında bizi karşıladılar, akşam olduğu için hiçbir şey seçilemiyordu ve bazı ana yollar dışında neredeyse hiçbir yerde ışık yoktu. Geceyi geçireceğimiz yere geldik, ilk görünüşte sevmesek de amacımız zaten gezi yapmak olmadığı için çok önemsemedik. Sabahın gelmesini heyecanla bekliyordum. Sabah mutfaktan gelen tıkırtılarla uyandık, ev sahiplerimiz bize kahvaltı hazırlamaya çalışıyorlardı. İlk başta çok sevinsek de sonradan hepimiz birbirimize baktık ve duygulandık. Ellerinde bizim önümüze koyacak pek de bir şeyleri yoktu. Onlara hiçbir şey belli etmeden önümüze ne konulduysa yedik. Yedik dediğime bakmayın, boğazımızdan hiçbir şey geçmedi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yanımızda getirdiğimiz eşyaları yavaş yavaş dağıtmak için teneke evler denilen bir bölgeye doğru yola çıktık. Bölgeye girdiğimizde bütün insanlar bize o kadar acımasız ve korkutucu bakıyordu ki, size anlatamam. Meğerse bunun nedeni beyaz olmamızmış. Önceden gelen bütün beyaz insanlar mutlaka bir zarar verip gittiği için insanlar çok ön yargılıymış. Gideceğimiz yer bir Müslüman yetimhanesiydi. Yetimhanenin görüntüsü Türkiye’dekinden çok farklıydı. Bir yetimhane gibi değil de daha çok çamurdan dört tane duvar gibi duruyordu. Biz içeriye girer girmez bütün çocuklar saklanacak yer aradı; Ta ki biz yanımızdaki getirdiğimiz yiyecek ve giysileri çıkarana kadar. Anlamışlardı ki biz kötülük için değil iyilik için gelmiştik. Oradaki çocukların mutluluğunu görmeliydiniz. Onlar kıyafetleri deniyor yiyecekleri yiyorlardı ve biz de kenarda çok derin bir şekilde düşünüyorduk: Türkiye’de bu durumda olan insanlar var mıydı gerçekten? Açım diye yolun kenarında dilenenler aç mıydı? Ya da o çok zengin olup, çok lüks arabalara binen insanlar hiç mi bilmiyordu buradaki insanları? Dünya iyiliğe bu kadar aç mıydı? Geçen hafta annemin emek emek yaptığı ama benim beğenmeyip yemediğim yemeği ben nasıl unutacaktım? Nasıl bu kadar Kör olabiliyorduk? Çocukların cıvıltıları mutlulukları arasında dalmışken, bir tane ufaklık bizi uyandırdı. Şimdi oyun vaktiydi. Oyun oynayacaktık. Aslına bakarsanız çocukların oyun oynaması kadar doğal başka bir şey yoktur, ama ben oyun oynayacağımızı duyunca çok şaşırmıştım. Sadece anlayamıyordum bir çocuğun nasıl hiçbir şeyi olmaz ama oyun oynayabilecek kadar heyecanı olur. Oyunlar oynadık, şarkılar söyledik ve gün batmadan oradan ayrıldık. Kendimi düşünmekten alamıyordum. Çok büyük bir bolluk içinde yaşıyorduk ve komik bir şekilde her zaman şikâyet edebilecek bir şeyler bulabiliyorduk. Acaba o yetimhanedeki çocuklara bizim imkânlarımız verilseydi neler yaparlardı? Anladım ki bizim için çok kıymetsiz çok basit olan şeylerle tarifsiz bir mutluluğu yaşayabiliyorlardı. Bizim dünyamızda tüketimi arttırabilmek için “mutluluk” slogan olarak kullanılırken, onların dünyasında ise ufacık şeylerle gerçek mutluluk nasıl yaşanıyordu. Bizim dünyamızda mutluluk sanal bir kavram seviyesine düşmüşken, onların dünyasında yaşanılan, hissedilen bir kavramdı 1 Abdulkadir Kayalı 21701668 İki farklı dünya, kim ne derse desin bu dünyalar birbirinden o kadar uzak kutuplardaki ortası yok. Ya zengin var mutluluğunu sanal yaşayan; Ya da zengin olmayan ama basit şeylerle çok mutlu olabilen. İki dünyayı da oluşturan biziz. Bakarız ama görmeyiz, görürüz ama yapmayız. Şimdilik sadece unutmayalım, kimilerinin beğenmedikleri, kimilerinin görünce mutluluktan ağladığı hayalleri olabilir. 2 Melisa Rabia Çelik Gömlek Seçerken Bile İki Defa Dener İnsan… İnsan ömrünün 75 yıl olduğunu varsayarsak, bu sürede ne kadar çok anı birikir değil mi? Hatta bizim hatırlamadığımız anılar da başkalarından duyulur. İlk yürüyüş anıları anlatılır anneler babalar tarafından, bu hikaye bitmemişken hemen ilk anne veya baba deyişe geçilir. Sonra okula ilk başlayış, ilk ağlamalar hiç unutulmaz. İlk öğretmenine çoğumuz aşık olmuşuzdur. İlerleyen zamanlarda hayat daha da zorlaşır ve anılarımız ciddiyet kazanır. İşte bu anlar hayattaki kırılma noktalarımız olarak ifade edilir. 18 yaşlarından birkaç sene önce ilk lise aşkıyla başlar hayattaki kırılma anları bazıları için. Şöyle bir deli dolu aşk yaşamak üzereyken ya karşılık göremez ya hakkettiğiniz ilgiyi bulamaz ya da her şey güzel başlarken bir anda karşı tarafın yaptığı kötü bir şey olur ve ilişki biter. Ergenlik döneminde bir insanın hayatında yaşayaceğı en kötü olaylardan biridir bu eğer ki hayata dair pek fikri yoksa. İşte o anda o süreci atlatma zamanı hayattaki ilk kırılma anlarından biridir, çünkü o dönem lisenin son zamanlarına çok yakınken olur ve ikinci kırılma dönemi olan üniversite seçiminde çok önemli rol oynar. Dönemi ne kadar çabuk atlatırsanız süreç o kısa sürer, bu da sizin üniversite sınavına o kadar iyi hazırlanmanız ve o kadar iyi bir üniversite tercihi yapmanıza olanak sağlar. Üniversite sınavı iyi veya kötü bir şekilde geçtikten sonra hayattaki kırılma anlarından en kuvvetlilerinden biri gelir; tercih dönemi. Hak verirsiniz ki, en azından 5 sene kadar yaşayacağınız yeri belirlemek ve bundan sonraki hayatınızda sizinle beraber olacak mesleği seçecek olmak yeterince ciddi bir andır. Sadece meslek belirlemek değildir bu; belki eşinizle orada tanışacaksınız, belki de bulduğunuz işe göre hayatınızı o şehir odaklı kuracaksınız. Bu nedenle verdiğiniz kararı çok iyi irdelemeniz gerekmektedir. Peki ya diğeri nedir sizce? Tabiki evlilik. Evlilik hayatta atılan en büyük adımlardan biridir. Önceki süreçte geçirilen evreler de önemli anlardır kesinlikle, çalışacağınız sektörü, şirketi belirlemek, ileriye yönelik planlar doğrultusunda hareket ederken doğru kararlar vermeye çalışmak gerçekten zor adımlardır ama hiç biri evlilik kadar ciddi olamayacaktır. Şöyle bir düşünün, nasıl olabilir ki zaten çünkü işinizi bir anda bırakıp yeni bir şeyler yapabilirsiniz ya da şirketinizi değiştirebilirsiniz. Bu konuda tamamen özgürsünüz demektir. Peki ya hayatı çift kişilik yaşamaya başlamak? Hayatınıza yeni birini eklemek, başka bir karakterle aynı evde yaşamaya başlamak, çocuğunuzun annesinin veya babasının kim olacağına doğru karar vermek… Bunlar size nasıl anlamlar ifade ediyor? Birini seçtiğiniz zaman onunla çok mutlu olursunuz, birlikte bir ya da birkaç çocuk dünyaya getirirsiniz. Evliliği tam anlamıyla yerine getirmiş olursunuz artık, çünkü bütün vakitler onlarla birlikte geçecek demektir. Her şey güzel giderken, sıkıldığınızı fark ettiniz ya da bu hayatı eşinizle yaşamak istemediğinizi biraz geç farkettiniz diyelim. Ne olacak? İşinizi bıraktığınız gibi bırakabilir misiniz eşinizi, çocuğunuzu? Kesinlikle imkansızdır, birilerine bağlı olmak, hayatı bölüşmek bambaşkadır. İşte bu yüzden hayattaki en büyük kırılma anı eşinizi seçerken yaşadığınızdır. İyice düşünmelisiniz. Hem aklınızla hem de kalbinizle bir karar vermelisiniz. Bu iki karar organınız da aynı ismi işaret ediyorsa ne olur ne olmaz tekrar düşünmeniz gerekir. Çünkü bu gerçek anlamda en tehlikeli virajdır hayatta yaşadığınız ya da yaşayacağınız. Bana gelecek olursak… Ben henüz bu hayatta 20. yılımdayım ve sadece üniversite seçimi sırasında ilk virajımla karşılaştım. İlk virajı başarıyla tamamladığımı düşünüyorum, çünkü seçimimden de şu anki hayatımdan da oldukça memnunum. Ama Aile Fotoğrafı kitabının da bana bundan sonraki seçimlerimde de olumlu yönde katkısı olacağı aşikâr. Kaynakça: Görkem, Kerem. Aile Fotoğrafı.İstanbul. Sel Yayıncılık, 2016. Saros Körfezi’nde Şarkılara Boğulmak Yazın boğucu sıcağında, deniz ve şarkıların altında ruhunu dinlendirmek kadar güzel bir şey olmasa gerek; en azından Saros Körfezinin şirin bir kasabasında yapılacak olan bu festivalle ilgili haberi duyunca aklıma gelen ilk düşünce buydu. Bir yıl kadar önce Zeytinli Rock Festivali’nde yaşanılan izdihamı düşününce yazı biraz müzik ve eğlenceyle doldurmak için aklıma daha iyi bir alternatif gelmiyordu zaten, bu fırsatı kaçıramazdım. Lisedeki yakın dostumu aradım ve ona teklifimi sundum, Ağustos’umun ilk haftasını başka bir şeye ayıramazdım. Planlar yapıldı, çadırlar alındı; geriye bir tek bir hafta daha beklemek kaldı. Spontane gelişen bu kararın ardından 2 Ağustos’ta çıktık yola. Bir günü arkadaşımın evinde geçirdikten sonra sabırsızlıkla kamp alanına kendimizi attık. Uzunca bir sıra, biraz izdiham derken çadırları kurup kendimizi serin sulara attık. Bu noktaya kadar izdiham ve kalabalıkla geçen festival daha başlamadan bizi yeterince yormuştu. Tek umudumuz konserin coşkuyla başlayıp bizi yorgunluğun kollarından çekip çıkartmasıydı. Konserin ilk gününde bizim tüm bu beklentilerimizi bir anda karşılayacağını öncesinde hayal bile edemezdim. Müzik tek sahneden tüm kollarını kumsalın etrafına atmış, tüm dinleyenleri her dakika biraz daha kendine çekiyordu. Cuma gününün sakinliğini Cumartesi aramak imkansızdı. Her gün saat 4’te başlayan bu müzik şöleni bizi her gece 2’ye kadar hiç yalnız bırakmadı. Hafta sonu kasabanın civarındaki yerleşimlerden gelen insanlarla kalabalık biraz daha arttı. İkinci günün akşamında kumsalın öteki ucunu görmek artık imkansızlaşmıştı. Başlangıçta rahatlatıcı ve sakin olacağını düşündüğüm bu festival bir anda insanın tüm enerjisini bir akşamda çıkartıp ertesi güne hiçbir şey bırakmayan bir şoka dönüştü. Heyecanı ve coşkuyu yaşamak güzeldi ancak ertesi günün sabahı asla bir önceki akşam kadar güzel olamayacaktı. Sabahları akşamın coşkusu, kendisini tüm herkesle birlikte sakin ve soğuk denize atarken; biz de kendimizi kasabayı dolaşırken bulduk. Her zaman gelmediğimiz bir yerdeydik sonuçta, hevesimizi alalım diye çıktık yola. Ancak geç de olsa fark ettik ki böyle bir festival için uygun bir yer değildi Erikli. Müzik güzel ve Erikli’nin denizi rahatlatıcı olsa da kasaba altyapı açısından 3 günde berbat bir hale gelecekti. Bir ucunda festival yapılsa da bu kasaba yazlık bir mekan olmaktan çok sakin bir kasabaydı. Her ne kadar belediyenin niyeti bu festivale destek vermekle burayı daha ilgi çekici bir yer haline getirmekse de beklentiler gerçeklerle örtüşmüyordu. Sık sık yaşanan elektrik ve su kesintileri bizi her gün biraz daha yorsa da akşamın gelişi bizi bu dertleri düşünmekten biraz daha uzaklaştırıyordu her seferinde. Tüm coşkunun ve eğlencenin ötesinde, bu 3 günde neler yaşanmadı ki... İlk gün Bülent Ortaçgil nostaljik şarkılarıyla eskinin müziğini ve kendi hamurunda yoğurduğu tüm duyguları herkese bir kez daha yaşattı. Manga da keza daha yakın dönemdeki sanatçılardan biri olmasına rağmen en eski albümlerinden sevilen parçalarla ve yeni albümündeki hareketli şarkılarla bizi kendimizden geçirdi. Leman Sam gerek kendi performansı gerekse Selçuk Balcı ile birlikte düetiyle festivalin tüm coşkusunu bambaşka bir seviyeye çıkardı. Duman her zamanki gibi gecenin en geç saatine kadar bizi müziğinden mahrum bırakmadı. Son gün ise öncesinde Yeni Türkü, sonrasında Moğollar ve Hayko Cepkin; sakin geçen bir akşamüstünü tüm şarkılarıyla renklendirdi. Önce sakin bir nostaljiye boyadılar kumdan tuvali, ardından rock müziğin coşkulu heyecanına. Moğolların kurucu üyesinden Cahit Berkay’ın doğum gününü de kutlamadan olmazdı. Yorucu ama güzel geçen 4 günün ardından Trakya Fest bize çok güzel anılar bıraktı. Denizi ve havası diğer sahillerden biraz daha farklı olan güzel Erikli kasabasında bu festivalin gelenekselleşmesinden daha iyi güzel bir dileğim olamaz, yaz adına. Festivalin tüm enerjimizi bizden almasına rağmen bize yaşattıklarından sonra bir kez daha o anlara dönmek için daha güzel bir yol olamazdı, bir kez daha Saros’un sularında müziğe boğulmaktan başka. Onur Mermer İSİM: Berkay Can Baydar NO:21302217 BAŞKA BİR DÜNYA Yine sıradan bir geceydi benim için. Yalnızlığıma gömülmüş, mutsuzluğun alışagelmiş sıradanlığı içerisinde her akşam yatmadan önce dinlediğim arabesk müziğin verdiği mazoşist mutlulukla uyuyakalmak üzereydim. Çok karanlıktı ve soğuktu, önümden neşeli insanlar geçiyordu. O kadar mutlulardı ki onlara katılmak istedim ama hareket edemiyordum. Adım atmak istedim, koşmak istedim fakat olmuyordu, yapamıyordum. Bir çıkmaz içindeydim, bütün vücudum kaskatı kesilmişti, ağlamak istedim onu da yapamadım. Aniden el ele tutuşan bir çift üstüme gelmeye başladı, bağırmaya çalıştım, yardım istemeye yeltendim, o da olmadı. Leyla diye sesleniyordu, gözlerinden kız arkadaşına ne kadar aşık olduğu belli olan esmer çocuk. Uzun boylu, kahverengi gözlü sert görünümlü biriydi, gözlerinin altındaki kırışıklıklardan genç yaşta olmasına rağmen çok şey yaşamış gibi görünüyordu. Turuncu saçlı çok güzel bir kızdı Leyla. Çocuk hızlı adımlarla üstüme geldi, sanırım sesimi duymuştu. Ama bir anda üstüme oturdu, fakat hiç acı çekmemiştim, nedense ayaklarıma bir ağırlık çökmemişti. Ne oluyordu, neydim ben, nasıl bir oyun içerisindeydim? Rüya mıydı yoksa bunların hepsi? Leyla bir anda ağlamaya başladı, olmaz diyordu çocuğa, yapamam bunu diyerek ağlıyordu. Çocuk ısrar ediyordu ama Leyla yanaşmıyordu bu duruma. Ne tartışıyorlardı acaba, neydi dertleri? Leyla kalktı sonra uzaklaştı oradan. İsmini duyamadığım çocuk kalktı sinirle, deniz kenarına gitti, haykırmaya başladı yaşayamam ben, olamam onsuz dedi ve sigarasını yaktı. Çok sigara içen görmüştüm ama o çare arıyordu yükselen dumanlarda, yardım edin bana der gibi bakıyordu. Sigarasını attı denize, ters tarafa doğru gitti. Ben hala duruma anlam verememişken başka bir çocuk geldi ve üstüme oturdu. Neden üstüme oturuyordu herkes, neydim ben? Kafayı yemek üzereydim, bağırmak haykırmak istiyordum ben de ama olmuyordu, içime ağlıyordum sessizce. Çocuk küfretmeye başladı, kendi kendine kızıyor gibiydi. Bir çıkmaz içine girmiş gibiydi, insanların bencilliğine kızıyordu. Kızma demek istedim ona, kızma sakın onlara. Bencillik yaratılışımızda yok muydu? Nasıl kızarız insanlara insan oldukları için. Bencil olmayana kızmak lazımdı aslında dünyanın en iyi oyuncuları oldukları için. Sonra farkına vardım, ben bir banktım deniz kenarında duran. Sevmiştim bank olmayı zamanla, bir sürü insanın derdine ortak olmuştum onlar hiç farketmeden. Birçok arkadaşı vardı eski benin ama çok yalnızdım, yalnızlık kusuyordum. O kadar sahteydi ki her şey mutsuzluğum spontanlaşmış hayatımın bir parçası olmuştu, mutluymuş gibi rol yapıyordum hayata. Şimdi ise hayat güzeldi, insanlar benle herşeyini paylaşıyorlardı, hepsinin en yakın arkadaşıydım. Bazen yakın bir dostları, bazen çok değer verdikleri sevdikleri oluyordum. Doğallardı bana karşı rol yapmıyorlardı. Tam mutluluğun gerçek anlamını bulmuş, hayatta ilk kez olduğum kişiyi sevmişken bir adam geldi sessizce. Ağlamıyordu ama her halinden belliydi büyük sıkıntıları olduğu. Yeter diyordu, yaşamak istemediğini söylüyordu. İsimler sayıyordu, kaybetmiş gibiydi hepsini. Nasıl giderler, nasıl bırakırlar beni diyordu. Yaşamanın anlamı kalmamış onun için, bunu sayıklıyordu. Bir yandan dur demek geliyordu içimden, ama diğer tarafım haklı diyordu, niye yaşıyoruz ki bu yalan dünyada diyerek bastırıyordu adamı durdurmak isteyen tarafımı. Sonra kalktı adam denize doğru yürüdü. 60 yaşlarında, bembeyaz saçlı uzun sakallı biriydi. Elinde gazeteye sarılı şişesinden bir yudum daha aldı, yere sert bir şekilde fırlattı daha sonra şişesini, kırılmıştı şişe. Sonra yavaşça denize bıraktı kendini. Şaşırmıştım, kolay mıydı bu kadar? Bekledim çıkmasını. Dakikalar geçtikçe bir ses yükseliyordu ama farklı bir yerdendi sanki. Adam çıkmıyordu denizden, o çıkmadıkça ben de vücudumu hareket ettirebiliyordum. Çıkmadı o hüzünlü adam. Bende dönmüştüm eski dünyama. Bulamamıştım mutluluğu yine, bir bank olsam bile mutsuz olabiliyordum, gözlerimi açıp beni dürten arkadaşımı görünce anladım ki gerçek mutluluk diye bir şey yokmuş. Ömer Mesud Toker 21302479 Türkçe 101 – 3 Ali Turan Görgü 6. Ödev – Final PLÜTON ÖĞRETMENİM! DERS: SEVGİ KONU: SEVGİNİN GÜCÜ Merhaba Dünyalılar. Benim adım Plüton. Uzun bir süredir “Sevgi” öğretmeniniz sizlerle birlikte değildi. Ben de birkaç haftalığına onun yerine size öğretmenlik yapacağım. Bugünkü konumuz uzun süredir hasret kaldığınız ve en büyük eksikliğiniz “sevgi”nin gücü. … * onedio.com * - Oo Dünya duydun mu, seninkiler bizim Plüton’a uğramışlar. - Duydum tabii de bizimkilerin boş işleri işte ya. - Öyle deme oğlum, sen adamı küçük gör, gezegeden sayma, her fırsatta ez falan ama o hala sana küsmemiş ve sevgisini gösteriyor. Bu iş öyle herkesin yapabilceği iş değil; harbiden babayiğit gezegenmiş bizimki. … Birkaç gün önce NASA’nın dokuz yıl önce uzaya gönderdiği “New Horizons” adlı uzay aracı, hep küçümsediğimiz hatta gezegen bile saymadığımız Plüton gezegenine en yakın mesafeye ulaşarak bu “cüce gezegen”in fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflar sosyal medyada büyük ilgi gördü. Bu ilginin sebebi ise gezegenin üzerinde görünen kalp. Olan bunca şeye rağmen hala bize gönlünü açmasıyla Plüton herkesin sevgisini kazandı. Düşünsenize. Eğer bize sevgisini göstermemiş olsaydı hiç bu kadar popüler olabilir miydi? Tabii ki hayır. Aslında Aşık Yunus olayı çok güzel özetlemiş “Sevelim sevilelim!” diyerek. Sadece seversen sevilirsin ve sevilirsen seversin. Plüton bunu bize birkaç gün önce öğretti ama bu Dünya’yı güzel ve herkesin mutlu olabileceği bir yer haline getirebilmemiz için ondan öğrenmemiz gereken daha çok şey var. Herkesin mutlu olabileceği bir yer demişken dünyayı yaşanamaz, insanların nefret ettiği kötü bir yer haline getiren şeyler nelerdir sizce, savaşlar mı, kıtlık mı, ırkçılık mı veya daha başka sorunlar mı? Peki bu problemlerin temel sebebi ne sizce; empati yapmamak mı, bencillik mi? Bence asıl neden sevgisizlik. Bir insan severse sevdiğinin duygularını anlamaya çalışır yani empati yapar. Kendinden geçer, sevdiği için yaşar ve bencillikten eser kalmaz. Eğer biz de Plüton gibi tüm Dünya’ya kalbimizi açabilirsek, gerçekten seversek işte o zaman her renkten, her dinden çocuklar uçurtmalarını beraberce uçurabilecekler ve ne savaş, ne açlık, ne fakirlik kalacak; hepsi yeryüzünden silinecek ve Morgan Freeman’ın “İnsanlık Afrikalı bir anne çocuğuna ‘Tabağındaki yemek bitecek!’ diye bağırdığında kurtulacak” sözü sözde ve hayallerde kalmayacak, gerçekleşecek. Bu yazdıklarımın sadece hayallerden ibaret süslü sözler olduğunu düşünenler varsa eğer lafım onlara. NASA’nın bazıları tarafından “boş iş” olarak görünen bu fotoğraflama işi bence sadece bir başlangıç. Dokuz yıldır Plüton bize en büyük eksikliğimizi göstermeyi bekliyordu ve birkaç gün önce bize ilk dersini verdi. Bize “Sevginin Gücü”nü gösterdi, sevgi o kadar güçlüydü ki tek fotoğrafla tüm dünyanın gönlünü fethetti. Tek fotoğrafı bile bu kadar güçlü olan sevgi niye bizi değiştiremesin ki ya da neden herkesin mutlu olabileceği bir dünyanın temeli olmasın? Dediğim gibi Plüton öğretmenimizden öğreneceğimiz çok şey var ama başlamak bitirmenin yarısıdır derler. Plüton bize ilk dersini verdi devamı da gelecek. Ha bu arada unutmadan, Plüton öğretmenimiz “Öğretmenim bayramda ödev mi yapılır hiç!” dememize rağmen “Bu ödev için en güzel zaman bayram zamanı…” dedi ve bayram tatili ödevi verdi. Hepimizden dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun Dünya’daki tüm insanları hatta evrendeki canlı cansız tüm varlıkları sevmemizi istedi. Mutluluğun anahtarının burada gizli olduğunu söyledi. Ve eğer bu ödevden on üzerinden on alırsak “İnsanlık” dersinden direkt geçiyormuşuz; bence bu fırsatı kaçırmamalıyız. Andaç Ünal Yalnızlık Hapishanesi Bir an için size en yakın insanın elli milyon kilometre uzakta olduğunu hayal edin. Doğduğunuz gezegene bir daha asla ulaşamayacağınızı düşünün. Yaşamak için sınırlı kaynaklarınızın kaldığını hesaba katmıyorum bile. Korkunç değil mi? Andy Weir’in romanı ​ Marslı’nın ana kahramanı Mark Watney’nin başına gelen de tam olarak bu durum. Mark, Mars’a giden bir araştırma ekibinin botanikçi üyesi. Mars’ta beklenmedik bir fırtına çıktığında, öldü sanılıp Mars’ta bir başına bırakılıyor. Romanın devamında Mark düştüğü bu bahtsız duruma rağmen şaşırtıcı bir şekilde sakinliğini koruyor ve yaşaması için gerekli olan mantıklı hamleleri yapmaya devam ediyor. Tabii ki zaman geçtikçe hem fiziksel hem psikolojik olarak yıpranıyor. Yaşadığı en yıpratıcı duygunun ölüm korkusu olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat zamanla yalnızlık duygusu baskın geliyor. Yalnızlığın bir insanı ne kadar etkileyebileceğini, nasıl insanın psikolojisini değiştirebileceğini ve yaşama isteğini zehredeceğini görüyorsunuz. İnsanın sosyal bir canlı olduğunu düşünürseniz, yalnızlığın insanı bu kadar kötü etkilemesi hiç şaşırtıcı gelmiyor. Fotoğraf: Marslı 2015 Yalnızlığın psikoloji üzerine etkisini incelemek için çok uzaklaşmanıza, marsa gitmenize, gerek yok. Y jenerasyonu olarak yalnızlığın 21.yy’da insana olan etkisini her köşe başında görebiliyoruz. İnsanlar artık kalabalık içinde yalnız bireyler. Bilgi çağı insanların yalnızlıklarını azaltmak yerine şaşırtıcı bir şekilde insanlar arasına büyük duvarlar örüyor. Peki artan yalnızlık insanlık için kötü bir hadise mi? Bence durumun iyiye gitmediği kesin, ama öncelikle yalnızlığın tek bir birey üstüne etkisini incelemek istiyorum. Bu konuda incelenebilecek en iyi örnek yani yalnızlığın psikoloji üzerine kötü etkisine en büyük gerçek hayat örneği Genie takma isimli kız olabilir. Genie yirmi aylıkken babası(!) tarafından bir odaya kapatılıyor. On üç yaşına kadar hiç kimseyle iletişim kuramıyor (Reynolds, 428). Şans eseri yetkililer durumunu fark ediyor ve insan denilemeyecek babasının elinden kurtarıyorlar. Fakat iş işten geçmiş oluyor. Sosyal olarak izole bir şekilde çocukluğunu geçiren Genie geri dönülemez hasar alıyor. İnsanlardan uzak bir şekilde yaşayan zavallı kız düzgün konuşamıyor, düzgün yürüyemiyor, zihinsel ve fiziksel gelişimini hiçbir zaman tamamlayamıyor. Tabii ki Genie uç bir örnek ve günlük hayatta yalnızlık her insanı bu kadar etkilemiyor. Ama Genie sosyalliğin insana etkisiyle ilgili önemli bir ders veriyor: İnsan, insan olmadan yaşayamıyor. En basitinden insanlar olarak bir şeyi başardığımızda anlatabileceğimiz birisini arıyoruz; bizi tebrik edecek, mutluluğumuzu paylaşacak birisini. Ya da üzgün olduğumuzda yaslanabileceğimiz bir omuz, bazen fikir danışabileceğimiz bir akıl arıyoruz. Bazen de sadece eğlenmek, vaktimizi geçirmek için bir dost arıyoruz. Bu aradıklarımızı bulamadığımızda hayatlarımız monotonlaşıyor. Hayatımızı paylaşabileceğimiz birisi olmayınca, hiçbir şeyden keyif alamıyoruz. Rus bir yazarın da dediği gibi, "Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.". Hayat yalnız yaşandığında çölde susuz kalmak gibi bir eziyete dönüşebilir. İnsan uzun süre kimsesiz kalınca zihninin içinde bir hapishanede yaşıyor olduğunu düşünebilir. Nasıl hapishane insanın psikolojisini kötü yönde etkileyebilirse yalnızlık da insanı öyle etkileyebilir. Yalnızlığı hapishaneye benzetiyorum çünkü ben de bu kodese hayatımın kritik anlarından birinde bilerek girdim. Etrafımdaki insanları bilerek uzaklaştırdım. Kendimi diğer insanlardan koruduğum bir surdayım sandım. Aslında bubi tuzağının içindeymişim. Tuzaktan ku​rtulup özgürlüğüme kavuştuğumda ise aynı ​Esaretin Bedeli’indeki Brooks gibiydim; uzun süre hapisten sonra çıktığında yaşama uyduramayan birisiydim. Brooks alışamadığı dünyada yaşamaktan vazgeçti, şanslıydım ki benim problemlerim oldukça küçüktü ve yaşamıma rahatlıkla geri döndüm. Her insan benim kadar şanslı olmayabilir, bazı insanların problemleri oldukça büyük olabilir yalnızlık sadece bu problemleri kötüleştirir. Yine de bir süre tek başına kalmayı, sonuçlarını öğrenmesi için herkese tavsiye edebilirim. Bir şeyin değerini ancak kaybettikten sonra anlayabilirsiniz. Başka insanların değerini de ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyoruz. Fakat yalnızlığı hep kayıp olarak düşünmek karamsarlığa girebilir. Bazen ona ihtiyacımız olabilir. Ben sakinliğe ihtiyacım olduğu için yalnızlığın hapsine girmiştim. İnsanlardan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı dolayısıyla kendimi yalnızlaştırdım. Başlarda da mutlu etti, rahattım. Sonunda kafamı dinleyebilmiştim. Bazı insanlar ıssızlığı bu sebeplerden sevebiliyor. Her insan yalnızlıktan aynı derecede etkilenmiyor. İnsanlara harcayacağı vakti; kitaplarını okumaya, hobilerini geliştirmeye, bilim yapmaya veya sanata harcamayı tercih edebiliyor. Mutlu oldukları sürece oldukça tercihleri hakkında kötü yorum yapamam. Yalnızlık böyle durumlarda özgürlük olabiliyor. Yalnızlık insanlara ihanet etmiyor. Yalnızlık hayal kırıklığı yaşatmıyor. Yalnızlık aldığınız kararlara karışmıyor. Yalnızlık sırtınızdaki sorumlulukları azaltıyor. Eğer yalnızlık sizi kötü etkilemiyorsa, yalnız yaşamaktan gocunmuyorsanız; bu bir problem değil. Yalnız yaşamanın da kendine göre avantajları var. Yakın bir arkadaşım sinemaya yalnız gittiğini söyledikten sonra onunla “Aaa! Kıyamam yalnız mı gidiyorsun?”, diye şakalaşmıştım. O da beni “En azından keyifle filmimi izleyebiliyorum ve iki bilet parası vermek zorunda değilim.” diye susturmuştu. Kendince haklıydı, ikimiz de halimizden memnunduk. Yalnızlıktan memnun olabilirsiniz, ama bu yalnızlığın dipsiz bir çukur olabileceğini değiştirmiyor. Kontrol edilmediğinde insanlar içine bir kara delik gibi çekilebilir. Ne olursa olsun insanlar tamamen yalnız bırakılmamalı. Genie’nin yaşadıkları başka bir insanın başına gelmemeli. Aynı zamanda insanlar sıkboğaz edilmemeli. Bazı insanlar sosyal ilişkilere diğerlerinden daha az ihtiyaç duyabilir. Her insan birbirinden oldukça farklı ama hiçbir insan tamamen yalnız değil, olmamalı. Kaynakça: ​ Darabont, Frank. ​Esaretin Bedeli. Film. 1994. Reynolds, Cecil R. ve Elaine Fletcher-Janzen. ​Concise Encyclopedia of Special Education: A ​ Reference for the Education of the Handicapped and Other Exceptional Children and Adults. ​NJ: John Wiley & Sons. ​ Scott, Ridley. ​Marslı. Film. 2015. ​ Weir, Andy. ​Marslı. Roman. 2014. İthaki Yayınları. Montaigne; Kendinizi Bulabilmek Montaigne Denemeler’i okurken insan düşünmüyor değil “ bu kitabı acaba ben mi yazdım” diye. Denemeler’de görüp hissedebildiğiniz çoğu şeyi Montaigne’de değil kendinizde bulabiliyorsunuz. Aynı zamanda kitap okuyucuya oldukça sıcakkanlı ve içten mesajlar içerebiliyor ki bu durum kendinizi büyüklerinizin anlattığı hikâyeleri dinlerken girdiğiniz moda sokabiliyor. Mesela kitabın başında okuyucuya diye bir bölüm var ve şöyle bir cümle içerir; “Kitabımın özü benim: boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl kârı olmaz.”(33) Bence muazzam bir şekilde samimiyet kokan bir cümle okurken tebessüm etmiştim. Montaigne’in denemelerini okuduktan sonra fark ettim. Her zaman kendimden söz etmekten sakınıp kaçınmışımdır toplum içinde hep başkalarının benim hakkımda konuşmasını beklemişimdir. Neden mi? Çünkü ne zaman kendimden bahsetsem, sanki kendimi övüyormuşum gibi hissederim ki bu toplumumuzda pek hoş karşılanacak bir şey değil. Bu yüzden hayatımız boyunca tıpkı benim yaptığım gibi “ben” demekten kaçınırız bir çeşit adet. Oysa ne kadar hoş bir zamirmiş “ben”. Kendinden söz etmek bencillik olarak algılansa bile, ben bu kitabı okuduktan sonra kendimden söz etmeyi sevdim çünkü şunu fark ettim; hayatımı duyduğum gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatamayacaksam ne anlamı var ki nefes almamın? Birileri bir şeyleri etik olarak yasakladı diye ben de böyle düşünmek zorunda mıyım? Ayrıca siz bir doktora sen hastalarından kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisine göre söz edeceksin diyebilir misiniz? Diyemezsiniz aynı mantık bu konuda da geçerli… Bu “bencillik” toplumsal yapıdan kurtulmamı, birey olarak hayatı sorgulamamı ve kendimi bazı şeyleri yapmaya programlanmış ve o bazı şeylerin ötesine geçemeyen bir makineden çok insan gibi hissedebilmemi sağladı. Zaten Montaigne’in anlatmak istediği şey de tam olarak bu. Ben sadece biraz daha modern bir dille söyledim kısaca özeti şu: Kendinizi olduğunuz gibi gösterin: Mesela sararma, aksırma tıksırma bedenin bir kısmını, onu da şöyle böyle, gösterebilir. Önemli olan bunları gösterebilmek değil, kendinizi, öz benliğinizi gösterebilmek. Montaigne denemelerinin her birinde ünlü yazarların veya düşünürlerin sözleriyle kendini doğrulamayı çalışmış ve bence başarmışta. Aynı zaman da bir konudan diğerine çok iyi geçişler yapmış. Mesela aşktan bahsedip onu mantıklı bir şekilde din ile harmanlayabilmek her baba yiğidin harcı değil gibi. Bu şunu benziyor; balığın ağaca tırmanma yeteneğine göre onu değerlendirmek gibi fakat Montaigne balığa önce karada nefes almayı öğretmiş sonra ağaca tırmanmayı öğretmiş en son ise değerlendirebilmiş ve bunu hakikaten yapabilmiş. Bu verdiğim örneği çok uç bir nokta olarak görebilirsiniz lakin kelimelerle dans edebildikten sonra balığı ağaca da tırmandırabilirsiniz. Dostluğu Montaigne kadar iyi açıklayabilen birini daha ne gördüm ne duydum. Öyle saf ve orijinal bir anlatımı var ki dostluğu en uç nokta yaşamış biri olsa gerek diye düşünülebilir lakin dostluğun tanımını ruhların derinden uyuştuğu karıştığı ve kaynaştığı tek bir beden olarak yapıyor yani; birini söylediğin zaman diğeri hemen aklına gelir “rakı ile balık” gibi. Aristoles’in de dediği gibi “Ey dostlarım dünyada dost yoktur…” Her hangi birini düşünün ki onsuz bezgin ve yorgun ve hissedin kendinizi, siz onun ile bir elmanın yarısı gibiydiniz. Onun yokluğunda kendinizi yeryüzünde varlığınızın yarısından en aziz parçasından yoksun gibi hissedin. İnsanlar kendilerini Montaigne’in denemelerinde çok kolay bulabileceklerdir lakin kaçımız yazdıklarını uygulayabiliyoruz? Kaçımız benciliz veya kaçımız böyle bir dostluğa sahibiz? Montaigne hayallerimizi ve istediklerimizi bize sunan bir yazar düşünceleri hayalperest ama güzel. Mertcan Yılmaz 21201138 Kaynakça Montaigne. Denemeler. Beyoğlu-İstanbul: Cem Yayınevi, 1994. Not: Hocam kitabın içinde bulunan Aristoles’in sözünü kullandım. Bartu Özcan BEŞ DUYU Hepimiz bu dünyada duyularımız sayesinde yaşıyoruz. Benzin istasyonlarının boğaz yakan kokusuyla, gece içine girdiğimizde içimizi üşüten yorganın soğukluğuyla, çikolatanın o dilimize mutluluk saçan tadıyla, her duyduğumuzda bizi hüzünlendiren o şarkının tınısıyla, o çok güzel küçük çocuğun gözlerinin görüntüsüyle varız. Hayatımıza anlam katan, devam etmemizi sağlayan duyularımızla algıladıklarımız aslında. Bizi mutlu eden şeyler de bunlar. Mesela ben kendimi koku duyusu olmadan hayal edemiyorum. Bütün anılarım, aşklarım, hissettiklerim ve geride bıraktıklarım hep kokuyla kayıtlı zihnimde. Duyduğum her koku bana farklı bir zamanı, anıyı hatırlatıyor. Aynı şekilde geçmişte yaşadıklarımı düşündüğümde o kokuları hissediyorum. Ben tek bir duyuma bile bu kadar bağlıyken tüm duygularımdan birden vazgeçmek çok korkutucu bir fikir. Yeryüzündeki Son Aşk filmi işte bahsettiğim, bütün 
 duyuları kaybetme durumunu ele alıyor. 
 Ben kokulara bağımlı bir insanım. Ama bence aslında herkes biraz öyledir. Koku duygusunun hafızayla çok güçlü bir bağlantısı var. Mesela sevdiğinizin kokusu sizi duygudan duyguya sürükler. Hem en mutlu olduğunuz hem de en çok acı çektiğin zamanları hatırlatır. Midendeki kelebek, boğazındaki düğüm karnına atılmış o yumruk duygusunu sana hatırlatan hem o insanla ya da anılarla özdeşleştirdiğin kokulardan kaynaklanıyor. Filmde bütün duygular sırayla, parça parça yok oluyor. İlk kaybolan duyu da koku oluyor. Belki de en yıkıcı etkiyi yapan da bu oluyor. Koku duyularını kaybetmeden hemen önce insanlar onları çok etkilemiş olan anılarını hatırlayıp sinir krizine giriyor. Aşık olduğun kişinin, annenin, çocuğunun ya da en sevdiğin çiçeğin, çikolatanın kokusunu son kez duyuyor olma fikri insanı dehşete düşürüyor. Belki de kokusunu kaybetmek sevdiğimiz o şeyleri de kaybedebileceğimiz yanılgısına düşürüyor bizi. O kokuyu kaybetmekten korkuyor, sevdiklerimizin kokusundan 
 uzaklaşmak istemiyoruz. 
 Mesela âşık olduğun insanın yüzü senin için yeryüzündeki en güzel görüntü olabiliyor bir anda. Gerçekte nasıl göründüğünün, toplumun onu nasıl algıladığının ve başka insanların onu güzel bulup bulmadığının hiçbir önemi olmuyor senin için. Sevdiğin için çok güzel geliyor o sana. Gözlerini kapattığında gördüğün görüntülerdir aslında seni etkilemiş olanlar. İşte sevdiklerinin yüzü, aldığın bir demet çiçeğin görüntüsü, dalıp gittiğin o manzara gece uyurken bile gözünün önüne gelenlerdir. Filmde görme duyusu ancak sevdiğin insanı gördüğünde yok oluyor. Bir bakıma, gördüğün en son şeyin sevdiğinin yüzü olması çoğu insanın hayali. Ama bir yandan dünyada veda etmesi en zor olan görüntüye kapatıyorsun gözlerini. Kaybedilen başka bir duyu da dokunma. O kadar zor ki karşındakine sarılamamak., ihtiyaç duyduğunda birinin seni kollarına aldığını hissedememek. Karşındakine dokunmak, eline küçük bir dokunuş bile olsa samimi olduğunun, yanında olduğunun önemli bir göstergesi bence. Bundan mahrum kalmak oldukça zor. Tam karşında duran insana dokunmak Bartu Özcan isteyip dokunamamak, sarılmak isteyip sarılamamak insanın içine oturur. Sevdiğin insanı öpememek aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmak gibi. Birbirine güven ve huzur verememek demek. Bütün duyuların birer birer kaybolduğu bir dünyada iki ruh tanışıyor. Susan ve Michael duyularını yavaş yavaş kaybederken bile aşkı var olduğunu kanıtlarcasına seviyorlar birbirlerini. Kokusunu sürekli alamadığın, gözlerindeki ışığı göremediğin, sesini duyamadığın, ortak şarkılar paylaşamadığın, dokunamadığın birine de delicesine âşık olabileceğini, paylaşacak bir şeyler bulabileceğini gösteriyor. Varlığımızı sağlıyor dediğimiz o duyular olmadan da tutunabildiğini gösteriyor film. Ben hala kendimden emin değilim. Hala bana sanki duyularımı kaybettiğimde aynı insan olarak kalamayacağım gibi geliyor. Ama demek ki duyularının yokluğuna bile katlanmanı sağlayacak insanlar girebiliyormuş hayatına. Bartu Özcan Öğrencinin adı: Yunus Umeyr Kılıç Öğrenci Numarası: 21301404 TURK 101-10 09.12.2014 BİTMEYEN ÇİLE Adanmış bir ruhun bitmez, tükenmez şiirleri... Okumakla bitirilemeyecek kadar derin ve tekrar tekrar okumakla yeni manalara açılan tükenmez şiirler... Onun şiirleri ne bir hayal ve ne de bir rüyanın parıltısı , onlar yalnızca hakikatin ta kendisi. Çekirdeğinden doğduğu bir fikrin hakikatleri ve uğrunda yazılan bir davanın yalnızca nazma dönüşmüş gerçeklerdir Çile. Kelimeler satırlara sığmaz da taşar, içindeki manalar fazlaca gelir de taşınmaz yalnızca bire satırda. Aklın , hayalin, ruhun ve de kalbin ortasına yerleşir ancak ondaki manalar. Bu sıkleti de ancak bunlar kaldırabilir. Bir fikir uğruna dünyalara meydan okumuş, bundan vazgeçmesi uğruna ona sunulanları elinin tersiyle itmiş bir şair Necip Fazıl. Bir dava ki uğrunda girilen zindanlar, çekilen çileler Necip Fazıl'a bir deste gül gibi olmuş. Davası uğrunda çektiği çilelerin hepsi ona hoş gelmişti. O bütün varlığıyla adamıştı kendini bu yüce davaya, otuzundan sonra şereflenmişti bu davayla. Lakin onun için yeni bir doğuş olmuştu bu dava. Hayatının bundan önceki kısmını bir lahzada silmiş ve de çöplük olarak nitelendirmişti. Hayatının çilesi de bundan sonra başlamıştı. Fakat ne zindanlar ve ne de çekilen çileler onun ruhuna sıklet vermemişti. O davası uğrunda bunların hepsini göze almıştı. Çünkü onun bedeni azap çekse de, ruhu gül gülistan olurdu bu davada. Hayatı ona zindan, yaşamayı ona çile yapmışlardı kalemle ona karşı gelemeyenler. Bu acılar onun iliklerine kadar işlemişti ki Zindandan Mehmed'e Mektup'ta bunu okuyucuya dahi en derin duygularla hissettirebilmiştir. Zindanı âdeta yaşatırcasına anlatan ve çektiği acıları içine bürüyen Necip Fazıl şiirin sanatsallığından da hiç taviz vermemiştir. Bu çilesini bu şiirde şiirin nazmına öylesine işlemiştir ki çekilen bu acılar okuru dahi şevke getirmiştir. Bu zindan dünyaları ona kapatmışsa da Allah'a ulaşan bu yüce yolu asla kapatamamıştır. Üzerlerine koca duvarlar, kalın demirler çekilse de bunların hiçbiri onu Rabb'ine ulaştıran yol olan duadan alıkoyamamıştır. Çektiği bunca çileye dayanağı da gönlündeki iman ve yüce Rabb'iydi. Sakarya Türküsü bir başkadır onun dilinde. Şiirin ve sanatın belki de zirve yaptığı bir şiir... Lakin bir sanat ki Allah davasının topluluğuna bağlı bir sanat... Yalnız kulağa hoş gelen bir şiir değil aynı zamanda ihtiva ettiği manalarla da bir farklıdır Sakarya Türküsü. Sakarya onun dilinde âdeta Necip Fazıl'ın ruhunun tecessüm etmiş bir hali gibidir. Öz yurdunda garip bir Sakarya Necip Fazıl'ın ta kendisidir. Sakarya onun ruh ikizi olmuştur şiirde. Onu anlamak da Sakarya'yı anlamaktan geçer. İstanbul'u sevmek ve tanımak ancak Canım İstanbul'u okumakla mümkündür. Onu okumayan ne İstanbul'u sevdiğini ve ne de onu hakkıyla tanıdığını iddia edebilir. Öylesine içten anlatılmış ki İstanbul, şayet İstanbul'dan bihaber bir insan dahi okusa Canım İstanbul'u, İstanbul'a hayran olmaması imkân dâhilinde değildir. Bu şiir her yeni okunuşunda insanı İstanbul'a bir kez daha hayran eder. Onu okudukça ne bir bıkkınlık gelir ve ne de bir bezginlik. O yalnızca yeniden okumaya şevk ve iştiyak verir ve İstanbul'u bir kez daha insanın gönlünün başköşesine oturtur. Böyle bir şehre de böyle bir şiir yakışırdı zaten. Bu şiirleri ne kadar anlatmaya çalışsak da yine onlardaki sanatın ustalığını dillendirmeyi başarmış sayılamayız. O ustalığı görmek ancak o şiirleri yüzünden okuyup o sanatı tadabilmekle mümkündür. Her bir şiir farklı bir âleme açılan bir pencere gibi insana yeni yeni dünyaların kapısını aralar ve şiiri tekrar tekrar okudukça o dünyalar çok daha net anlaşılır. Fakat ne kadar çok okusak da bu Çile'yi okumakla bitiremeyiz çünkü bir sonraki okuyuşta anlaşılacak bazı manalar kalacaktır elbet. Ama tek çare ise bir daha okumaktır bu şiirleri. OLASI HAYATLAR Kader birçok kutsal sayılan dinde de olduğu gibi insanlar için önceden belirlenmiş olaylar dizisi midir yoksa insanların kendi verdikleri kararlarla çizdikleri yol mudur? Bu iki seçenek günümüz insanının yaşama şeklini belirliyor. İnsanlar bu seçeneklere göre ikiye ayrılıyor, ilk seçeneğin doğru olduğunu düşünenler her şeyin önceden belli olduğuna inandıkları için hiç sitem etmeden şükrederek mütevazı bir şekilde hayatlarına devam ediyor. Ben de geriye kalan insanlar gibi kaderin ikinci seçenekteki şekilde tıpkı Jared Leto'nun başrolü olduğu Mr.Nobody isimli filmdeki gibi olduğuna inanıyorum, yaptığım her şeyin sonucu iyiyse de kötüyse de tamamen benden kaynaklı olduğunu ve bazı olayların gerçekleşmesi gerektiğini, bu olayların kimlerin başından geçeceğini insanların verdiği kararların belirleyeceğin düşünerek yaşıyorum tıpkı filmdeki araba kazası olayı gibi. İkinci seçeneği biraz daha net anlatmak gerekirse bu tür bir kader inancını bir ağaca benzetmek hiç de yanlış olmaz. Kökten gövdeye doğru yükselerek giden dalsız kısmı bilinçli kararlar alamadığımız bebeklik ve çocukluk dönemine yani değiştirilemez her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığı döneme, ağacın dallandığı kısmı ise ergenlik ve sonrasındaki bilinçli aldığımız kararlarla kendimize çizdiğimiz yola benzetebiliriz ve aynı zamanda sonbahar geldiğinde yapraklar dökülecek ilkbahar geldiğinde açacak ancak hangi dalın neresinde açacağı ise tamamen gelişen olaylarla yani ne kadar yağmur yağdığı, ağacın ne kadar güneş aldığı gibi değişkenlerle ilgilidir. Verdiğimiz karar bizim yönümüzü belirleyip hayatımızı şekillendiriyor ve en sonunda dalın bittiği yere kadar gelip ölüyoruz. Ama ölmeden önce kendimize hep pişmanlıklarımızla ilgili “ya o olay farklı gelişseydi o zaman nasıl bir durumda olurdum” gibi ve benzeri sorular sorup hayal ediyoruz tıpkı filmde son ölümlü insan olan Nemo’nun yaptığı gibi. Aynı zamanda bir başka açıdan da bakarsak yaptığımız olayların hep bir sonucu olduğunu görüyoruz ve bu da bizi yine pişmanlıklarımıza itiyor ve bize kaderimizi sorgulatıyor, bunun filmdeki örneği de Nemo karakterinin pantolonların fiyatlarını değiştirip iki pantolondan pahalı olanı daha ucuza satın alması sonucunda bir işçinin kovulması ve onun işsiz olması nedeniyle evde oturup kaynattığı yumurtadan dolayı oluşan yağmur damlasının düşüp telefon numarasını silmesi olarak görüyoruz. Bazıları bu olaydan karma olarak bahsediyor ve hayatlarını buna göre şekillendiriyor. Ben bu tip bir kader inancı ve karma arasında aslında pek bir fark görmüyorum. İkisinde de yaptığımız işlerin sonucu bizim hayatımızı şekillendiriyor, karmaya göre iyilik yapıp iyilik, kötülük yapıp kötülük bulurken, diğer inanca göre iyilik yapmamızın bizi büyük ihtimalle iyi yönde etkileyecek bir sonucu olacağını düşünüyoruz. Bu filmde karmaya uyup bu tip bir kader inancına uymayan şey ise filmin son sahnesidir. Son ölümlü olan Nemo’nun satrançta bazen en iyi hamle hamle yapmamaktır demesi üzerine bir ailenin parçalanışının tam ortasında kalan Nemo’nun seçim yapmamayı tercih etmesidir. Yapabileceği her seçimden doğacak her türlü sonucu göz önünde bulunduran Nemo hiçbir şeyi seçmemenin onun için en doğrusu olacağını seçiyor çünkü bazı şeylerin gerçekleşmesi gerekir. Düşündüğü, ihtimal verdiği olaylar onsuz da gerçekleşecek ama o bunların hiçbirinin içinde yer almak istemedi çünkü bazen belirsizlik hayata yol vermek için en doğru yoldur. Tahmin edilemez şeyler bu uzun hayat yolunda insanlara heyecanı ve merakı tattırır. Bu filmde işlenen kader inancı gibi bir inanca sahip olan insanlar hayatta hep beklenmedik şeyleri isterler bu yüzden ihtimalleri düşünüp kendilerini hazırlarlar ama gerçekleşen şey farklı olduğunda şaşırıp mutluluğu veya hüznü tatmaya çalışırlar bu onların yaşamlarına anlam katan şeydir. İnsanlar hep bir şeye tutunmak ister bazıları dine, bazıları düşüncelerine, bazıları kadere tutunur ve ona uygun yaşarlar. Önemli olan hangisinin doğru veya hangisinin yanlış olduğu değil insanın yaşadığını hissetmesidir. Furkan YÜCEL AYLAN Fakirliğin toplumda yarattığı sorunları George Orwell'in Paris ve Londra'da Beş Parasız adlı eserini okuyunca, kafamda her gün dönüp dolaşan ama hesaplaşamadığım, hep tanık olduğum yoksulluğa dair görüntüler canlanıp durdu. Alışmış mıydım yoksulluğa tanık olmaya? Yoksa kendi duygularımı koruma altına mı almıştım? Orwell, yoksulluğun ağır koşullarını kitabıyla bana yaşatmıştı. Hayatımda tutunduğum şeylerin aslında ne kadar kolay yok olabileceğini hissettirmişti.Oysa her gün yaşadıklarım benim için aynı kararlılıkla devam ediyor. Yarın temel ihtiyaçlarımı karşılayabilecek miyim? Hiç öyle bir kaygım yok. Sadece kendime ait daha uzak geleceğe dair kaygılar yaşıyorum ama yarın için değil. Kendimi diğer yaşamlardan, sorunlardan, gazetelerden yalıttığım zaman her şey güllük gülistanlık benim için. Ama öyle değil, çünkü biliyorum içimde bir ağırlık var ve ben her gün bu ağırlıkla yaşıyorum. Bazen tam gülemiyorum bazen tam ağlayamıyorum. Her gün kafamın içinde dönüp durmasa da beni üzen bir şeylerle mutlaka karşılaşıyorum. Erkekler tarafından öldürülen kadınlar. Anlam veremiyor ve kafamda bir yere oturtamıyorum. İşsizlik yüzünden kendini ve ailesini öldürenler, kendisini canlı bomba yapabilecek kadar yaşamdan kopmuş insanlar, evleri bombalanan ortada kalan çoluk çocuk. Daha bir sürü şey... Hepimiz eşit doğmuştuk. Bu eşitlik bence rahme düştüğümüz anda yok edilmişti. Dünyanın bir tarafı yakılıp yıkılırken eşitlikten söz etmek ikiyüzlüce geliyor bana. Bu ikiyüzlülüğün içinde ise en çok çocukları görüyorum. Her gün sokaklarda ve caddelerde karşımıza çıkan yoksulluğa mahkum edilmiş çocuklar. Her gün dilenciliğe zorlanan refüjlerde avuç açarak mesai yaptırılan çocuklar haber olmaya bile layık değiller. Göz göze gelemiyorum. İşte o zaman bütün duygularım, güvenli iç dünyam tepe taklak oluyor. Baksam da görmesem mi, yoksa görüp de duymasam mı veya yok sayıp devam mı etsem? Hayır yapamıyorum. Yoksulluğu içimin derinliklerine kadar hissediyorum. Tüm dünya liderlerinin dayattığı bu yoksulluğu hep birlikte görerek bilerek bize yaşattıklarını ve bizi bu duruma alıştırmaya çalıştıklarını da biliyorum. Sürekli suçluluk duygusu ile arabama binmek, rahat yaşamak ve yoksul çocuklarla göz göze gelmek. Bu çelişkiden kurtulmaya çalışmak kolay değil. Kolay değil suçluymuş gibi yaşamak, kadere bağlamak, ben de insanım, aynı koşullarda ben de olabilirdim, ama değilim demek. Hepimiz alıştırıldık işte, arkamızı dönüp kendi hayatlarımızı yaşamaya. Suriyeli mültecilerin deniz yoluyla kaçmaya çalışırken sürekli ölüleri kıyıya vuruyordu. Yarın gene, ertesi gün gene. Tüm dünya ile birlikte ben de bakıyordum. Beni hipnozdan çıkaran Aylan bebeğin kıyıdaki cansız bedeninin fotoğrafı olmuştu. Ben kalbimin derinliklerinden vurulmuştum işte o an. Aynı anda tüm dünya fark etmişti ölümü. Avrupalılar sokmamışlardı mültecileri kendi ülkelerine. Aylan bebek kafamın içindeki bu zırıltıyı daha çok ortaya çıkarmıştı. Bu gibi olayları duymak hiç Aylan bebeğin görüntüsü kadar etkilememişti beni. Böylesine acı bir sona doğru hangi aile bebeğiyle denize açılır. Demek ki son umuttu. Yalnızca hayatta kalabilmenin en son çaresiydi bu çürük tekneler. Aylan bebek kıyıya vurmuştu işte. Şimdi gözlerimin önünde ve hepimiz ortağız bu çaresizliğe. Kendime soruyorum. Ben bu yoksulluğun bu sefaletin ne kadarından sorumluyum? Ne yapmam gerekiyor. Artık görmemek duymamak istemiyorum. Yoksulluğun sefaletin sonlandırılması için benim duygularımın bir yararı yok. Daha fazla acımam bu insanları çaresizlikten ve yoksulluktan kurtarmıyor. Yeter artık diyerek haykırmak istiyorum. Ama nereye kime...Bütün ülkeyi kana bulayıp sonra da ölen insanları bize seyrettirenlere... Nasıl bir insanlıktır bu. Bu insanlık beni yaşama yabancılaştırdı. Demek ki kendine yabancılaşmak buymuş. Kabuğuma çekilmemin, sadece kendi yaşamımdan sorumlu olmanın ve olan biten her şeye kulaklarımı tıkamamın sebebi işte. İstemiyorum yoksulluğu, savaşı ve masum çocukların ölmesini… Kaynak ORWELL, George. Paris Ve Londra'da Beş Parasız. Çev. Berrak Göçer. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2015 sözcü gazetesi. aylan-bebegi-tasiyan-jandarma. 6 eylül 2015. Aylan bebeğin fotoğrafı Defne Ceren Ergen 21602950 EDEBİYATIN GELİŞTİRİLMESİ Nezih Oktar’ın Denizin Tadı Tuzunda adlı şiir kitabı genel olarak bende bir yüzeysellik duygusu oluşturdu. Bir Egeli olarak gerçekten denizin, deniz kenarı kasabasının yerlisi oluşumdan dolayı bir utanç oluşturduğunu söylesem sanırım abartıyor olmam... Sadece genel hayatınızda rahatça, bir eliniz yağda bir eliniz balda bir halde, hayatınızın zorluğunun sadece gazetelerden okuduğunuz ve bunun çevresinde geliştirdiğiniz bir siyasi görüş ve sosyal hayatınızda aldatıldığınızı zannettiğiniz durumlar dışında oluşturmadığınız bir derinliği olmayan hislerden oluşan şiirlerden başka bir şey göremedim. Her insanın derdi kendine büyüktür. Başkalarına anlattıklarında da onlarda oluşan hislerin ve öfke ya da sevincin oluşmasını beklerler. Biri sizi bıraktığında, biri size ihanet ettiğinde, biri hislerinize karşılık verdiğinde çevrenizdeki herkesin sizinle oluşturduğu duyguları paylaşmasını beklersiniz. Bu gayet doğaldır. Bireyselcilerin bile çoğu bu genel hissi bulundurur içlerinde. En azından benim “hayat tecrübemde” hatta kendi içimde bile bunu yaşadığım çok olmuştur. Bir tutarsızlık da almış başını gidiyor. Aynı hayatta olduğu gibi. Bir şiirinde bulunan iktidara kötü şeyler söylerken, bir yandan da bireyselci yanını konuşturarak sevgilisinin onu aldatmasından dolayı oluşan üzüntüsünü belirtmiş. Ben pek bir şey anlayamadım. Pek bir duygu oluşturduğunu da, edebiyatın oluşturması gerektiğine inandığım, söylemem pek mümkün değil. Öyle hızlı bir biçimde okudum ki, sanırım kendi rekorumu kırmış oldum. Bende oluşturduğu yegâne his yine şiirin kaybolduğu, insanların gerçek hislerden arındığı bir edebiyat oluşmakta olduğu hatta oluştuğu. Bunun nedenlerini daha fazla düşünmeye başladım bu kitap sayesinde. Eğitim, okutulan eserler ve sosyal çevre. Bunlardan kaynaklanan entellektüel ayrımlar da olayı daha farklı boyutlara taşıyor. Daha fazla konudan konuya atlamaktansa kitaba geri dönelim. Oktar’ın dili sanki oturup şiirlerinde de belirttiği gibi rakı masasında otururken dostlarıyla konuştuğu kısa cümlelerden oluşmuş gibi. Aklına gelen gelişigüzel cümlelerin birleşimi ve kâfiyelerin de eklenmesiyle yazılmış birkaç şiirden ibaret. Eğer gerçekten elle tutulur ve gerçek duyguları içeren eserlerin oluşturulmasını istiyorsak, üstüne oturup daha fazla düşünülmeli, sadece entellektüel birikimlerden kaynaklı değil ancak hayatın çoğu yönüne değişik perspektiflerden bakılması gerektiğine inanıyorum. Edebiyat sadece günlük hayattan toplanacak duygular ve olaylardan kaynaklanmamalı, dile de dikkat edilmeli. Gündelik konuşmalardan oluşan değil, gündelik konuşmalardan bazılarını barındıran eserler üretilmeli. Buna gerçekten gönülden inanıyorum çünkü Oktar’ın karaladığı dörtlükler kimsede bir duygu, bir farkındalık oluşturacak yazılar değiller. Edebiyatın insanlarda farkındalık oluşturması, onları etkilemesi gerekir. Geçmişte yaşadıkları ya da hayal ettikleri yerlere götürmesi gerekir. Rakı masasında oturup lümpence düşüncelerini yazmaktansa tek bir duygunun oluşturduğu binlerce hayallerden bahsedilmeli. Ama elbette bu sürecin de biteceğine inanmak lazım. Çiçekler de baharda açar, kışın solar. Her zamanın bir geçişi vardır. Ancak akıntıya karşı çıkanların da olması vazgeçilmezdir. Geçmişte de bu böyle olagelmiştir. Bazılarınızın edebiyat özneldir dediğini duyar gibiyim. Buna tüm benliğimle katılıyorum. Bunlar da benim düşüncelerimdir. En azından Oktar’ın kitabı gibi kitaplar okuduğumda oluşan düşünceler. Böyle kitaplardan kaçınmak için elimden gelen her şeyi yaptım ve yapmaya devam edeceğim. Çünkü hatalarının (kendi gözümde) düzelmesi için eleştirilmeleri ve geliştirilmeleri gerektiğine inanıyorum. Gerçekten insanları etkileyen, topluma bir şeyler katan nesnelerden oluşur sanat. Tek bir insana değil sadece, öznel algılayışlarıyla binlerce kişiye dokunmalıdır. Ben bu kitabın öyle olabileceğine inanmadım. Bunlar da benim öznel görüşlerim. Umarım bu süreçten çıkar, günümüz yazarlarında bir farkındalık oluşturulabilir. Bunu yapacak olanlar da edebiyat ile derinden ilgilenen tarihine kendilerini adamış insanlardır. Kaynakça: - Nezih Oktar, Denizin Tadı Tuzunda, Etki Yayınları, 2015 - Resim: http://www.dr.com.tr/Kitap/Denizin-Tadi-Tuzunda/Nezih- Oktar/Edebiyat/Siir/Turk-Siiri/urunno=0000000642488 Ceren EĞİLLİ 21201889 TURK101-Section54 Vedat YAZICI KATIKSIZ AŞK Ortaokul zamanlarıma denk gelir Nâzım Hikmet ile tanışmam.Babamın çok geniş bir kütüphanesi vardır.Sanırım üniversite yıllarından beridir biriktirdiği,özenle sakladığı kitaplar bunlar.O zamanlar en büyük zevkim her defasında yeni bir kitap keşfetmekti.Bir gün Nâzım Hikmet kitapları ilgimi çekti.Elime Piraye’ye Mektuplar kitabını aldığımda ne doğru düzgün Nâzım Hikmet’i tanıyordum ne de Piraye’nin kim olduğu hakkında bir fikre sahiptim.Nâzım Hikmet’i biraz araştırınca ne büyük bir şair olduğunu keşfettim.Tam bir aşk adamı olduğunu gördüm.Sadece bir kez değil defalarcaâşık olmuş bir adam.Yazdıkları yüzünden başı belaya girmiş bir adam.Çok büyük aşklar yaşayan bir adam.Ama şüphesiz ki en büyük aşkı Piraye’yeydi.En güzel şiirlerini Piraye’ye adadı.Nâzım Hikmet hapishaneye girdiğinde bu büyük aşk yine aşk dolu mektuplarla doludizgin devam etti. Bir kadın düşünün ki on üç yıl boyunca iki çocuğuyla sevdiği adamı sabırla bekleyen,sevmekten hiç vazgeçmeyen.Bir aşk düşünün,bir aşk ve birbirini deli gibi seven iki insan.Tek iletişim araçları bu mektuplar.Saf aşkı anlatan,dünyada sayılı yapıtlardan.Hatta bana göre bir başyapıt.Özlemi,kocaman bir özlemi anlatan mektuplar.Bu devirde birbirinden uzak ikiinsan iki ay bile ilişkilerini sürdürecek çabayı,özveriyi gösteremezken,koskoca on üç yıl.Sefalet içinde geçen on üç yıl…Nâzım’ı hapishanedeyken ayakta tutan şey buydu belki de.Yazmak… Nâzım Hikmet gibi bir adam ancak yazarak hayata tutunabilirdi zaten.Nâzım hayatı boyunca çok kadın sevdi,onlarca şey yazdı bu kadınlara ama kendisinin de söylediği gibi Piraye’ye yazdığı mektuplar,bu mektuplara eklediği şiirler yazdıklarının en ustası değilse de en yalansızlarıdır.Yalansız,süssüz,sanatsız ama en sahici.Nasıl seviyorsa öyle.Sadece aşk mektupları olarak düşünmeyin bunları.Bir mahkûm ve çaresizliğini haykırışı her satırda.Özlemini,umutsuzluğunu,umudunu…Sadece güzel şeyler de söylemedi Piraye’ye bu mektuplarda.Gün geldi ve kendisini hapishanedeyken sık sık ziyarete gelen halasının kızı Münevver’e âşık oldu.Gururlu adamdı,bunu Piraye’ye kendisi söylemeliydi ve öyle de yaptı.Yine bir mektupla her şeyi itiraf etti Piraye’ye.Onca aşk mektubu,özlemin yakıp kavurduğu onca mektuptan sonra böyle bir mektup almak nasıldır kim bilir…Adına onca şiirler yazdığı kadını bir mektupla terk etmek peki?Piraye bozguna uğrar.Nâzım pişman olur tabi sonra ve pişmanlığını da mektuplarla dile getirir.Gel der Piraye’ye.Gelmezse kendisini öldüreceğini söyleyecek kadar ileri götürür işi.Piraye dayanamaz ve gider.Her aşk gibi bu aşkın da sonu var elbet.Nâzım Hikmet hapishanedeyken açlık grevi sırasında durumu kötüleşir ve hastaneye kaldırılır.Piraye yine yanındadır tabi.Ama hastaneye Münevver’in gelmesiyle Piraye orayı derhal terk eder ve bir daha birbirlerini asla görmezler… Piraye yıllarca kocasını sabırla,aşkla hep beklemiştir.Belki de bu aşkı efsane yapan da aralarındaki bu mesafelerdir.Sürekli özlemek ama söyleyemeyip bunu mektuplara dökmek.Bu aşk bu şekilde bitmeyi hak etmemiştir bana göre.Ama bize bu aşktan geriye öyle güzel mektuplar kaldı ki,insan Nâzım’ın hapishanede olmasına biraz da sevinmeden edemiyor.Nâzım Hikmet’le ve onun büyük aşkı Piraye’yle tanışmam böyle oldu işte.Ben şiiri bu kitapta mektuplara iliştirilen şiirler sayesinde sevdim ve Nâzım Hikmet benim de şiir yazmama vesile oldu.O şiirleri okuduktan sonra şair olmamak ne mümkün zaten?Onun için Nâzım Hikmet benim için gerçekten önemlidir ve ben aşkın nasıl bir şey olduğunu bu mektuplar sayesinde öğrendim.Öyle bir aşk ki ne mesafeler,ne kanunlar,ne başka insanlar engel olabilmiştir bana göre.Piraye Nâzım’dan sonra bir daha evlenmemiştir ve ne olursa olsun adına böyle büyük bir şair tarafından böyle güzel şiirler,mektuplar yazıldığı için çok şanslıdır.Nâzım’a gelince ona böyle şiirler yazdıran bir kadına sahip olabildiği için asıl büyük şansa sahip olan odur. BİR UMUT Yer Arnavutluk’ta bir göçmen kampı ve aynı zamanda yüzbinlerce masum insanın savaştan kaçıp gitmek istediği yer. Belki sadece sıcak bir yemek için, belki sadece barınmak için ama kesin olan bir şey var ki bütün bu çabanın arkasında sadece kocaman bir umut ve o umutun arkasında ise barış ve huzur var. O zaman iki yaşında olan Agim Shala sadece o tel çitleri aşmakla yükümlü insanlardan biri değildi. O savaşın bizlere, aslında ülkelere ve o ülkelerin halklarına zararını göstermekle beraber, biz büyüklerin, çocukların hayatını yani, kendi ırkımızın geleceğini nasıl tehlikeye attığımızın bir göstergesiydi. Kendime bazen soruyorum biz ne yapıyoruz ? Ya da ben bu korkunç ve rahatsız edici olan olayları dünyamızdan silmek için ne yapıyorum ? Belki fazla kötümserim ama ne zaman televizyonu açsam, ne zaman gazete okusam kesinlikle yaşadığımız yüzyılın bu tür olaylara yakışmadığını ve ivedilikle son bulmalarını diliyorum. Sadece bir dilekte de bulunuyor olabilirim. Çünkü sizin de bildiğiniz üzere insanlık, yani bizler daima bir umudun arkasında yaşamaya alışmış durumdayız. Sürekli içinde bulunduğumuz bu tarz olayların bitmesi için çabalıyor, ya da sadece umuyoruz. Bu fotoğraf çekildigi zaman büyük ihtimalle küçük Agim’in olan bitenden haberi yoktu. İşin bir kötü ve üzülesi tarafı ise kuşkusuz onun ve onun gibilerin ailelerinin olan olaylardan ya da kaybedilen canlardan hiçbir şekilde bir bilgilerinin olmayışı. O anda muhtemelen sadece kendilerinin ve çocuklarının hayatını savaştan kurtardıkları için mutluydular. Başka bir deyişle, belki onlar umudun bir basamağının tırmanılmasının vermiş olduğu haz ve sevinçle yaşanan facianın boyutlarını görmekte zorluk çekiyorlardı ama bir umut sayesinde geleceklerine bakabiliyorlardı. Dünyanın hemen hemen her noktasında umudu bir tarafından yakalayabilmiş insanların Dünya’ya bakış açılarının diğerlerine kıyasla daha farklı ve aynı zamanda daha iyimser olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Fakat buna ne sebep oluyor ? Biz insanları, geçmişe ve diğer insanlara göre ne daha iyi hissettiriyor ? Bütün bu soruların cevabı “UMUT” denen o kelimenin altında yatıyor ve toplumlar o kelimenin vermiş olduğu rahatlama ve gevşeme haliyle kendilerini dış dünyadan bir nebze de olsun soyutlayabiliyorlar; ya da kendilerini öyle yapmış sanıyorlar. Bu, tüm insanlar arasında olan yanlış bir yargı olabilir. Çünkü toplumlar eğer kendi problemlerini kendi uğraşılarıyla çözebilirlerse, fikrimce, umudun getirmiş olduğu o rahat ama bir o kadarda geçici duygudan daha kalıcı bir rahatlığı ve huzuru ellerinde bulabilirler. Kim bilir ? Belki ben yanılıyorumdur. Tabii, insanın avuçlarının içinde ufacık da olsa bir umut barındırması hiç de kötü bir şey olmasa gerek. Milyonlarca insan o duyguyu tadabilmek veya tutunacak bir dal bulabilmek için günümüzün stresli, işyeri ve ev arasında kalmış ortamında çabalamakta ve kendini yormakta. Peki neden bunca insan bu duyguyu arıyor sorusunun bir cevabı var. O da kendi işimizi kendimizin yapamayacağı korkusu olmalı. Çünkü insan doğal olarak bir şeye tutunmak ve ona bağlanmak ister ve geri kalan tüm çalışmalarını da geri plana iterek kendisini bir kulvara sokma çabasıyla daha iyisini aramaya başlar. Tüm bu çaba ile birlikte elbette bir gün başarının, ya da başarısızlığın kapısını çalmak mümkün olacaktır ama mühim olan mesele, o kapıyı geç çalmamakta yatıyor. Aslında ne zaman bir umut bizim hayallerimizi süslese, kendimizi o anki durumumuzdan kurtarıp başka düşuncelere, hayallere kapılmamıza ve o anki durumu geçici bir süreliğine ortadan kaldırmamıza yardımcı oluyor. Oytun Ege AYTAÇ KAYNAKÇA Guzy, Carol. The Plight of Kosovo Refugees. 1999. Fotoğraf. Kosova- Arnavutluk Sınırı. Tolga Talha YILDIZ TOPLUM VE MÜZİKAL Geçtiğimiz haftalarda Bilkent Müzikal Topluluğu’nun müzikal gösterisine katıldım. Hayatımda daha önceden canlı müzikal gösteri görmemiştim. Müzikale dair bilgim sadece izlediğim müzikal filmlerden elde ettiğim bilgi kadardı. Kısacası bu konuda fazla bir bilgim yoktu. Ama müzikali izledikten sonra sahne sanatları arasında en güzeli ve en zahmetlisinin müzikal olduğunu anladım. Çünkü müzikaller diğer sahne sanatlarından daha çok takım işi gerektiriyor. Mesela bir müzikal koro kendi içinde bir uyumludur, her birey korodaki diğer insanların ne yapacağını bilir ve kendi hareketini de elinden geldiğince yapmaya çalışır. Koronun dansına eşlik eden orkestrada da böyle bir ahenk gözlenir. Her orkestrada olduğu gibi müzik enstrümanlarının uyumu vardır. Bu uyumun sayesinde müzikalde mükemmeliğe yaklaşılır. Herkesin kendi üzerine düşen işi elinden geldiği kadarıyla yapması müzikal eserin ortaya çıkmasını sağlar. Müzikallerde de tiyatroda olduğu gibi anlatılan bir konu olur ama bu konu dans ve müzik çevresinde işlenir ve seyirciye sunulur. Benim gittiğim müzikalde birden fazla müzikalden alınmış parçalar vardı, müzikalin genel bir konusu yoktu ama her parçanın kendine ait bir konusu vardı. Mesela parçaların birinde bir genelevin polisler tarafından basılmasını anlatıyor. Devamında ise genelev çalışanlarının ve müşterilerinin genelevi bir yardım kuruluşu gibi göstermeye çalışarak durumu kurtarmalarından bahsediyor. Başka bir parça ise Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu başkanlarından Alexander Hamilton’ın hayatını anlatıyor. Ama ilk paragrafta da belirttiğim gibi bu parçaların başarı ile işlenmesi için müzikale katılan her bireyin birlik içinde hareket etmesi ve kendi sorumluluğunu yerine getirmesi lazımdır. Bu müzikal konsepti, hayatla benzerlikler bulundurmaktadır. Bir toplumun refah seviyesinin artmasını sağlamak için toplumu oluşturan her bireyin kendi sorumluluğunu yerine getirmesi buna bir örnektir. Belirli toplumsal fonksiyonların yerine getirilmesi için bireylerin takım işi yaparak işleri bölüşmesi de buna benzerdir. İsterseniz bu benzerlikleri biraz açalım. Mesela yaylı çalgıların telli çalgılarla uyumundan çıkan ses orkestranın bir kısmını oluşturur. Ama müzikaldeki müzik sadece bu iki grubun sentezinden oraya çıkmaz. Toplumda benzeri bir uyum herkesin birlikte çaba verdiği toplum kuruluşlarında gözlenir ve bu kuruluşlar toplum fonksiyonlarının bir kısmını oluşturur. Müzikal, orkestra ve koro gibi iki ayrı ögenin uyumundan ortaya çıkar. Toplumda ise toplumu oluşturan ögeler ikiden fazla olabilir. Mesela toplumu oluşturan her birey, bireylerin özel hayatı, toplum kuruluşları gibi kısaca söyleyebiliriz. İşte bütün müzikal ögelerin uyumundan muhteşem bir eser oluşur, toplumda ise ideal bir toplum ortaya çıkar. Herkesin kendi üzerine düşen görevi yerine getirmesi ve refah seviyesinin yükselmesinden bahsetmiştik. Peki bir bireyin görevi nedir, daha doğrusu bir ögenin görevi nedir? Çünkü toplumda ögeler daha önceden dediğimiz gibi sadece tekil bireylerden ibaret değildir, bireylerden oluşan kuruluşlar da birer ögedir. Bir ögenin görevi o ögenin hangi işte en iyi olduğuna göre belirlenir. Mesela bir bireyin özel konularda –enstrüman çalmak, bilimsel düşünmek gibi- bir yeteneği varsa o bireyin görevi yeteneğini kullanabileceği bir iştir. Müzikalde de öyle ya, insanlar kendi yeteneklerine göre iş bölümü yaparlar. Kurumlara ise belirli işlevi yerine getirebilmesine göre görev verilir. Mesela bir sağlık kuruluşu insanları barındırabilir, hastaları iyileştirebilir ve bu yüzden sağlık kuruluşu ünvanını almıştır. Orkestra, bir orkestranın gerektirdiği koşulları sağladığı için orkestra görevini üstlenmiştir. Sonuç olarak nasıl müzikalde bir görev dağılımı yapılıyorsa aynı şekilde toplumda da bir iş bölümü vardır. Müzikalin her bir ögesi kendi görevini yerine getirdiğinde eser mükemmelliğe yaklaştığı gibi toplumda da her bir öge kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğinde toplum da ideale yaklaşır. Umarım çoğu insan yakın zamanda bu basit mantığın farkına varır ve herkesin kazanması için kendi üzerine düşen görevi yapar. İrem Aylin DURU KADIN OLMAK Kadının toplumdaki yeri nedir ve daha önemlisi ne olmalıdır? Bu soru tüm zamanların en çok tartışılan, üzerine milyarlarca kitap, makale yazılan konusu olsa da sanırım uygulaması sadece sözde kalan bir konu. Özel olarak konuşmak gerekirse ülkemizde kadının önemi ve erkeklerle eşit olması gerekliliği sadece 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde hatırlanır ve daha ertesi gün olmadan tekrar unutulur. Bir kadın olarak üzülerek söyleyebilirim ki çoğumuz ne kendi haklarımızın, toplumda asıl olmamız gereken yerin tam olarak farkındayız ve oraya ulaşmak için çabalıyoruz ne de erkekler bizi orada görmek için istekli. Peki, istenmiyoruz diye bize yüzyıllardır dayatılan, erkeklerin –olmayan- üstünlüğünü kabul edip topluma mal edilmeye çalışılan eril düzene boyun mu eğmeliyiz? Cevap tabii ki kocaman bir hayır! İnsanoğlu başka hiçbir hayvanda olmayan ilginç bir kusura sahip: Dişisini hor görmek, ona zulmetmek... Kaynağını ta milattan önce, insanoğlunun tarımla tanışmasıyla fiziksel gücün avantaja dönüşmesinden aldığını tahmin ettiğim bu kusur maalesef modern çağda ve bu çağda yaşayan bazı evrimleşememiş akıllarda da mevcut. Erkekliğin ölçüsünün kadına yapılan eziyetin büyüklüğüyle orantılı olduğunu düşünen, kadının emeğini ve ömrünü sömüren ama bunun karşılığında ona saygı duymak yerine yaşamak, kişi dokunulmazlığı gibi temel haklarına dahi el uzatan bu zihniyet ne yazık ki aramızda ve kadınlarımızın hayatına karabasan gibi çökmeye devam ediyor. Biz, kadın olarak bu zulme ses çıkarmadıkça da bu zihniyetin her geçen gün daha ahlaksız ve kan donduran şekillerde daha çok hemcinsimize eziyet etmesi, hatta onları gözlerini bile kırpmadan katletmeyi sürdürmesi çok da şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak kanserli hücrelerin sağlam vücudu tek bir organdan başlayarak ele geçirmesi gibi, kadına yapılanların önünde sonunda tüm toplumu etkileyeceği unutulmamalıdır. Olaya biraz derinlemesine yaklaşıp herkesin ilk öğretmeninin, kişiliğini oluştururken yanında bulunan rol modelinin annesi olduğunu gerçeğini göz önünde bulundurursak, sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmak için kadının birey olarak özgür, güçlü ve toplumda en az erkek kadar saygın bir yerde olmasının gerekliliği aşikârdır. Görevlerinden sadece birinin bile toplumu temelden değiştirebileceğini göz önüne serdiğimize göre, diğerlerini de layıkıyla icra edebilmesi için, kadını eğitmenin ve tüm haklarını kullanabildiği eşitlikçi bir ortamda yaşamasını sağlamanın o toplum için ne kadar elzem olduğu artık bizim için su götürmez bir gerçektir. Aynen Murathan Mungan’ın Güne Söylediklerim adlı eserindeki bir denemesinde ifade ettiği gibi: “…Türkiye doğusuyla, batısıyla, aslında kendisiyle barışacaksa, demokratik ve laik değerler esası üzerinde yükselen bir arada yaşama kültürü inşa edecekse, bu ancak köprüdeki kadınların çoğalmasıyla, toplumsal ve siyasal yaşama daha etkin katılımıyla mümkün olacaktır.”(83) Erkek hegemonyasının ortadan kalkması, kadınların sosyal hayatta daha fazla aktif olması için çok büyük bir adım olsa da, yıllardır süregelen eril bir düzenin içinde rüzgârın savurduğu kuru yaprak misali oradan oraya savrulan kadının da bu ezikliğini üzerinden atması, kendi sınırlarını zorlaması ve hayatın tüm alanlarında çabalayarak kendi yerini oluşturması en büyük çözüm olacaktır. Çok büyük bir ihtimalle bunu yaptığımızda bugüne kadar süregelen ve işlerine gelen düzeni bozduğumuz için, kölelerini, kaba ama durumu tüm çıplaklığıyla açıklayan bir tabirle, mallarını ellerinden aldığımız için başta belirttiğimiz zihniyet karşı çıkacaktır ama tarih boyunca bütün köklü değişiklikler sancılı olmuştur ve biz kadınlar bu yola baş koyarsak aşamayacağımız engel kalmayacaktır. Unutmamalıdır ki hiçbir şey baskılara boyun eğmek ve sabretmekten daha zor değildir. Şimdi karar verme zamanı: Ya toplumda gittikçe normalleşmeye başlayan kadına şiddet ve kötü muameleye karşı hak ettiğimiz yer için savaşırız ya da kendi hayatımızı başkasının kuklası olarak sürdürürüz. Kaynakça Mungan, Murathan. (2015). Güne Söylediklerim. İstanbul: Metis Yayınları. ALTIN YÜREKLİ GÖRÜNMEZ İNSANLAR Bir insan tipi vardır, kimseyi kırmak istemez. Kibardır, anlayış göstermeye çalışır. Karşısındakini sinirlendirmeden, üzmeden tepkisini göstermeyi dener. İşte bence hayatta en çok yıpranan, en çok kahrı çeken bu insan tipidir. Üzerine çok gidilir. Nasıl olsa karşı koymak istemez denir. Hoşgörü göstermesi salaklık ibaresi olarak görülür, kötüye kullanılır. Bu benim çevremde gözlemlediğim bazen de kendimde hissettiğim durumdur. Betimlemem belki biraz eksik, belki biraz abartılı ama düşüncem bu yönde. Giorgio Bassani, Altın Gözlük’te sanki benim bu düşüncemi sözcüklerle resmetmiş gibi hissetim okurken. Doktor Fadigati sanki bu bahsettiğim insan tipinin bir portresiydi. Onun üzerinden geçen her bölümde, acaba bu sefer kabuğunun dışına çıkacak mı, acaba bu son damla mıydı diye heyecanlandım ama hep benim beklentilerimin aksine kendisi gibi olmaya devam etti. Homoseksüel kimliği alay konusu olduğunda sinirlenmedi, kimseyle tartışmadı; sevgilisi onu kullanıp bütün malvarlığını da yanında götürerek onu terk ettiğinde de sinirlenmedi, onu suçlamadı; insanlar onun dış görünüşüyle yargıladığında da ağzını açıp tek bir sert sözcük bile sarf etmedi. Yalnız ve kırılmış bir insan olarak dünyaya veda ettiğinde muhtemelen sadece kitabın geçtiği dönemde 20’li yaşlarında olan Giorgio Bassani tarafından hatırlandı. Bassani’nin anlattığı üzere “… bir kişiden gelebilecek iyi tek bir söz, sıcak bir bakış, içten bir gülüş için gerçekten her şeyi yapmaya hazırdı.”(Bassani, 33) ama ne yazık ki Fadigati’nin samimi ve yardımsever olmaya çalışması hep hüsranla sonuçlandı. Hak etmiş olduğuna inandığım takdirlerin hiçbirini de görmedi. Ama o doğru olduğuna inandığını uygulamaktan asla vazgeçmedi. İşte bazılarımız sert olamıyor ve bazılarımız da sert olamamayı seçiyor. Ama dışarıdan baktığımda ikisini ayırt edemiyorum ve doğal olarak ikisi de beni aynı oranda üzüyor. Bir nevi hak yenmesi durumu bu. Doğru ya da yanlış tarafta olması fark etmeksizin, karşılıklı kibarlık ve hoşgörü arayan bir insan kırılmış oluyor böyle durumlarda. Sanki iyi niyeti seçmek hayatta hep üzülen taraf olmaya denk gibi gözüküyor. Dünyanın bazı bölgelerinde iletişim düzeyi bunu kaldırabilecek toplumlar var. Doğru. Ama olmayanlar çoğunluğu ve dolayısıyla genel izlenimi oluşturuyor diye düşünüyorum. Diplomatik çözüm arayan bu insan tipinin sesi çoğunluğu oluşturan bu toplumlarda baskılanıyor ve sanki bu insanlar yalnızlığa, çaresizliğe kapılıyor gibi hissediyorum. İnsanlığı modern zamanda, modern toplumda bir arada tutan çimento karşılıklı saygı diye düşünüyorum. Eskiden sahip olduğumuzdan çok daha fazla düşünce akımına, ideolojiye, yaşam biçimine sahibiz insanlık olarak. Çeşitliliğin bir getirisi olarak da bunlar birbiriyle sürekli çatışma içerisinde. Muhtemelen insanlık tarihi boyunca çoğu ortaya atılan ve atıldıktan sonra da yanlış görülüp savaş açılan ve yok olan düşünce döngüsü şu an sahip olduğumuz kısmi saygı sayesinde bugün uzlaşım içinde varlığını sürdürebiliyor. Bu insan tipi saygı kavramını günlük hayatta uygulamaya çalışan bir örnek aynı zamanda. Evet çoğunlukla zarar görüyor, eziliyor bunu yapmaya çalışırken. Ama bir yandan da yeni fikirler, yeni bakış açıları ekiyor olmalı başka zihinlere çünkü varlığı hâlâ gözlenebiliyor. İşte bu insanlar yılmadığı, kendini 1 Utku Türkbey yalnız olarak görmeye başlamadığı sürece insanlık üretmeye ve ürettiğini yaşatmaya devam edecek. Çoğunluğunu, bu hassasiyeti benliğiyle kavrayıp davranışlarıyla bütünleştiren kişilerin oluşturduğu bazı toplumlar söylediklerimin kanıtı niteliğindedir. Dönüşümün iletişimsel yönü olarak baktığımda bu uzlaşım becerisi, insanı üst insana taşıyacak köprü işlevi görebilir diye düşünüyorum. Üst insan derken kastettiğim, Nietzsche’nin tanımından bağımsız olarak: birbirini anlayabilen, karşısındakinin düşüncesine saygı göstermeyi bilen, tepkisini kibarca ortaya koyabilen, hoşgörü sahibi insandır. Başka birçok erdem bu üst insan tanımının altına eklenebilir ancak iletişim baz alındığında bu özellikler ön plana çıkmaktadır. Üst insana evrimle sürecinin en büyük destekçisi de bahsettiğim ve yazımın başlarında zayıflık olarak da gözüken ama değeri kavranamamış bu kibar, saygılı insan tipinin özelliklerinin toplumun geneli tarafından benimsenmesidir bence, bir Doktor Fadigati hoşgörüsüne sahip olmaktır. Altın yürekli bu insanlar ne zaman görünmez olmaktan çıkarsa işte o gün daha özgürce düşünebilir ve yaşayabiliriz. Kaynakça: Bassani, Giorgio. Altın Gözlük. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016. Baskı. 2 Utku Türkbey Oya Kaptanoğlu Bergama Müzesi, Tarihi Eserler ve Kültürel Miras Bir günlük kısa bir Berlin gezisinde ziyaret ettiğim Pergamonmuseum, yani Bergama Müzesi, bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Müze küçük objelerden tapınak parçalarına kadar tarihin çeşitli dönemlerinden kalma bir çok eser barındırıyor. Bunların arasında Türkiye, Irak, İran, gibi birçok ülkeden taşınmış sunaklar, sur ve kapı parçaları, mihraplar, heykeler,günlük eşyalar sergileniyor. Arkeolojik alanları gezmeyi hep sevmişimdir. İştar Kapısı'nı, Milet Agora Kapısı'nı veya Mşatta Sarayı'nı görünce de hissetiğim hayranlık hiç de yabancı gelmiyor. Binlerce yıl öncenin imkanlarıyla inşa edilmiş muazzam eserler... Bunlar kim bilir kaç kişinin emeğiyle ortaya çıkmış yapılar. Ellerinde ne olanaklar vardı ki de bu seviyede, geçen binlerce yılı aşıp bize ulaşabilen bir projeye atıldılar? Kaç mimar tasarımından sorumluydu, kaç işçi bu kocaman taşları yonttu, kaç zanaatkar bu işlemelere tüm yeteneğini döktü? Peki onları canla başla çalışmaya iten neydi? Ailelerinin karnını doyurmak veya bir tanrıya hizmet etmek bir yana, geleceğe kendimizden bir şeyler bırakma, adımız unutulsa bile yaptıklarımızı çağlar sonrasına duyurma isteği insanlığın değişmeyen arzusu. Heykellerin, rölyeflerin arasından geçerken bu “sokak”tan benden çok önce geçmiş insanları hayal etmeye çalışıyorum. Onların yaşantıları nasıldı? Bir günlerini nasıl geçiriyorlardı? Benim onları düşündüğüm gibi, kendilerinden önce gelenler onların da akıllarını kurcalıyor muydu? Dünyanın bambaşka bir döneminde yaşamış olsalar da bizden gerçekten de çok mu farkılardı? Pek de sanmıyorum. Dünya ne kadar büyük bir hızla değişiyor olsa bile, insan doğası sabit kalıyor. İnsanlar gelip geçiyor, duygularını, davranış biçimlerini geleceğe aktarıyorlar. Bambaşka ortamlarda, bambaşka olaylar yaşıyor olabiliriz ama hissettiğimiz sevgi, öfke, üzüntü, umut, çaresizlik bizlerden yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamlarını sürdürmüş insanlarla ortak noktamız. İnsanlığın bilgi birikimi günden güne, çağdan çağa artsa da her birimiz sıfırdan başlayarak yaşıyoruz. Geçmişin deneyimleri bize aktarılabiliyor olsa da hepimiz bunlarını kendimiz, bireysel olarak terkarlayacağız. Bizden önce gelenler gibi biz de yavaş yavaş adım atmayı öğreneceğiz, gelişeceğiz, hatalar yapacağız, aşık olacağız, fedakarlıklar yapacağız, bu dünyaya bir iz bırakmış olarak gözlerimizi kapayacağız. Bu sadece birinin çevresinin, yakınlarının hatırasında yer etmesi kadar küçük bir şey de olabilir, dünyayının işleyişini değiştiren, tarihe damgasını vuran kişilerin yaptıkları boyutta biz iz de olabilir. Günümüz insanının ne kadar değiştiği, dünyanın artık geri dönüşü olmayacak bir yolda ilerlediği gibi konular hakkında birçok şey duyuyoruz. Ama ben bu değişimin bize özgü olduğunu düşünmüyorum. Bizden önceki nesiller de teknolojinin hızla geliştiği dönemlere tanık oldular. Bizden önce hem iyi, hem korkunç yıllar yaşandı. Büyüklerimizin bizim yaptıklarımıza karşı olduğu gibi onların büyükleri de onları eleştiriyordu. Bunlar gayet doğal, sonuçta biz bu dönemin çocukları olarak doğup büyüdüğümüz, bize tanıdık olan bir dünyada yaşıyoruz. Bizler yaşlandığımızda da dünya başka bir hal alıyor olacak. Biz de çocuklarımızın, torunlarımızın alışkın olduğu fakat bize yabancı gelen özellikleri olan bir dünyada yaşıyor olacağız. Biz de onları eleştireceğiz, onlar da bize tepki verecek. Televizyona rağmen radyonun hala kullanılması gibi bir dönemi paylaşan farklı nesiller olacağız. Biz ve dedelerimiz gibi küçük ölçekte veya biz ve binlerce yıl öncesinin medeniyetleri gibi büyük ölçekte karşılaştırma yapılınca ortaya çıkan sonuç, ortam ve durumlar birbirinden alaksız olsun olmasın, insanoğlu hep aynı dürtülerle hareket ediyor olduğu. Konu ne kadar farklı olsa da hissettiklerimizi, içimizde uyanan duyguları geçmişin insanlarıyla paylaşıyoruz. HAYATA HİÇ YUKARIDAN BAKTINIZ MI Bu eser sayesinde yazar Stefan Zweig ile oldukça hoş bir tanışmam oldu. Zweig, gerek yazım biçimiyle gerekse okuyucunun dünyasına aşılamak istedikleriyle bu kadar ünlü olmayı kesinlikle hak eden bir yazar. Hayatınızın kontrolünün size ait olmadığını, sadece bir video oyunu olduğunu ve kendinizin de sadece o oyundaki sıradan bir karakterden ibaret olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Ben sık sık böyle düşünürüm. Eminim ki ara sıra siz de böyle düşünmüşsünüzdür. Eğer ki hiç böyle düşünmediyseniz lütfen bu yazıyı okurken kendi yaşamınızın kontrolünün, tıpkı bir video oyunundaki gibi, bir başkasının elinde olduğunu hayal edin. Hukuk ne için vardır sizce? Suçlulara cezasını vermek için mi? Peki ya vicdan, o ne için vardır? Kendi kendimizin öz denetimimizi sağlamak ve kötülükten kaçınmak için var olduğunu söyleyebiliriz sanırım. O halde her hakim, savcı ya da avukat vicdanlıdır diyebilir miyiz? Sanıyorum ki çoğu kişi bu soru için “hayır” cevabını verirdi. Demek istediğim şu ki, vicdanımız bize “doğru olanı” yapmamızı söylerken kanunlar ise bize “kanuna uygun olanı” yapmamızı söyleyebilir. Bizim için doğru olan şeyler her zaman kanunlara uygun olmayabilir ya da tam tersi kanunlara uygun olan şeyler bizim için her zaman doğru olmayabilir. Öykümüzdeki Bayan Henriette’i ele alalım. Bayan Henriette sadece iki saat öncesinde tanıştığı Fransız genç bir adam ile birlikte aynı günün akşamında sırra kadem basıyor. Bayan Henriette’in kocası ise bu durum karşısında hem üzüntüden hem de çaresizlikten küplere binerken çifti tanıyan ve onlar ile aynı pansiyonda kalan diğer insanlar ise Bayan Henriette hakkında hemen kötü fikirler ediniyorlar. Bayan Henriette’in, birlikte kaçtığı genç Fransız adam ile ilk defa bugün kaldıkları pansiyonda tanışmış olabileceğine inanmayıp, ikisinin uzun bir süredir beraber olduklarını ve hatta Bayan Henriette’in fahişe ruhlu bir kadın olduğunu iddia ediyorlar. Kitapta anlatılanları bu şekilde özetleyebilirim sanırım. Bu tarz olayları günümüzde azınlık bir kitle olağan karşılarken büyük bir çoğunluk ise bu tarz olaylar karşısında sert bir tutum sergileyip bu tarz olayların ahlak dışı olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu eserdeki anlatıcımız ise insanların duyguları liderliğinde yaptığı davranışlar için yargılanmamaları gerektiği düşüncesini savunmakta. Yani benim deyimimle “hukukçu değil doğrucu” bir insan anlatıcımız. Anlatıcımız aşk gibi güçlü duyguların en uyumlu insanı bile baştan çıkarabileceğini dolayısıyla duygularına kapılan insanların her zaman mantıklı görüneni yapamayabileceğini savunuyor. Ben de kendimin anlatıcımızla benzer düşünce yapısına sahip bir insan olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Çoğu zaman hırs, tutku, nefret, aşk, intikam gibi güçlü ve insanın kontrolünü elinden alan ve tıpkı bir video oyunundaki bir karaktermişizcesine davranmamıza sebep olan bu etmenlerin etkisindeyken yaptıklarıma sonrada pişman olsam da olmasam da diğer insanların bu tür davranışlarımı eleştirmesi çoğu zaman hiç ama hiç hoşuma gitmez. Bu genel geçer bir durum mudur bilmiyorum ama bu tarz duygular -özellikle de nefret duygusu- altındayken yaptıklarımın neredeyse hiçbirini sonradan hatırlayamıyorum. İnsan daha önce saydığım bu tarz duygular etkisindeyken tabiri caiz ise beyni adeta kendini inzivaya çeker ve davranışlarının sonucunda olabilecekleri düşünmeden fütursuzca hareket eder. Özetlemek gerekirse Stefan Zweig’in bu öyküsü doğru ile yanlışı, ahlaklı olan ile ahlak dışı olanı, iyi ile kötüyü, mantıklı ile mantıksızı ayırt ederken karşımıza çıkan ince çizgilerin iyi bir harmanı olmuş diyebilirim. Kaynakça: Zweig S., (2015), Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlar Mert AYDIN Beliz SUNSAL Geçmişin Işığıyla Geleceği Aydınlatmak Tarih… Çoğumuzun daha T’sini duyduğunda irkildiği, öğrenmekten kaçtığı “ders”. Aslına bakarsak ezberci eğitim yüzünden ders olarak gördüğümüz bu kavram bizim hayatımızın, varoluş sebebimizin ta kendisi. Maalesef okul hayatımız boyunca-çoğu bilgiyi ilk kez duyduğumuz, tanımaya başladığımız yerde- tarih tabulara dayatılarak, kalıplara sokularak öğretilmeye çalışıldığından bizler için sevilesi değil kaçılası olmuştur. Sokağa çıkıp rastgele üç beş insana tarihi bir konu hakkında bir şey sorsanız, tarihe özel ilgileri yoksa büyük ihtimalle doğru bir cevap veremezler ya da sadece ezbere girmiş birkaç yılı söyleyebilirler. Kulağa ne kadar da acı geliyor değil mi? Bu kadar şanlı, kutsal, şerefli bir geçmişe sahip olmamıza rağmen ona yabancı uzak büyüyoruz. Hemen aklınızda “Okulda öğrenemiyorlarsa, dışarıda kendileri okuyarak, araştırarak öğrensinler!” cümlesi canlanabilir. Ne yazık ki; okulda içinizde bu konu hakkında bir sevgi uyanmazsa, ilgi çekici bir nokta yakalayamazsanız dediklerinizi yapmak pek de mümkün olmuyor. Sonuç olarak geçmişi bilmeyen ve bu nedenle sebep-sonuç ilişkisini kuramayan, sorgulamayan bir nesil yetişiyor. Kısacası insanlık yozlaşıyor ve bu yozlaşma sadece tek bir kuşakla sınırlı kalmayıp etkisini arttırarak diğer nesillere de aktarılıyor. Böylece tarih de yaşanan olaylar da unutulmaya yüz tutuyor. Şimdi bir dakikalığına her şeyin farklı olduğun düşünün! Alternatif bir tarih eğitiminin var olduğunu ve uygulandığını hayal edin. İşe yarar mı sizce? Bence yarar! Sunay Akın’ın Nihat Sırdar’ la birlikte sahneye çıktığı “Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi” adlı gösteride daha da iyi anladım. Sunay Akın sahip olduğu tarihi bilgileri öylesine yaşayarak ve ilgi çekici noktalarından yakalayarak anlattı ki benim için hep kaçılası olan tarih bir anda ilgi çekici olmaya başlamıştı. Atatürk’ün, o dönemdeki askerlerin ve milli mücadelede önemli yere sahip kişilerin hayatlarından öylesine anlamlı kesitler anlattı ki; daha önce duysam tarihle bağdaştıramayacağım şeyler benim için bir anda tarihin kendisi oluvermişti. Çünkü ilk defa tarih bir kalıba sokulmaya çalışılmamıştı. Gösteriden çıktıktan sonra sorgulamaya başlamıştım ben de bu sistemi ve ilk defa o gün kendim gerçekten isteyerek okumak için tarih kitabı araştırmıştım. Öğretmenlerimin bana on iki yılda öğretemediği bilgileri, aşılayamadığı tarih sevgisini bana Sunay Akın vermişti. Sahip olduğumuz bilgileri geliştirecek, içimizdeki duyguları yeşertecek de ezber değil gerçekten öğrenme ve anlamaymış. Öğrencilerin gözünü korkutarak “Gelecek ders şu sayfalardan sözlünüz var.”, “Sınavda şu üniteler çıkacak.” demek öğrenciyi ezbere yöneltmekten başka bir işe yaramıyor maalesef. Olayları ilgi çekici yönünden yakalayarak anlatmak ya da başka alternatifler denemek daha başarılı olabilir. Bu alternatifler arasına şu an okulumuzda verilen tarih dersi de örnek gösterilebilir çünkü o derste de kalıplaşmış bilgileri vermek yerine öğrencinin bilgiyi araştırarak gerçek bir öğrenme sağlanması amaçlanıyor. Görüldüğü üzere, gerçekten öğretmeyi amaçlayan ve ilgi uyandırabilen her girişim; ezbere dayalı, kalıplaşmış bilgilerden daha başarılı olmuştur en azından ben ve aynı görüşe sahip olduğum birkaç kişi için. Belki ben de böyle bir gösteriye gitmeseydim ya da bu okulda tarih dersi alma şansım olmasaydı, ülkemizdeki tarih eğitimi ve öğretiminde doğru bilinen yanlışları fark edemeyecektim. Fakat şu an kendimi az da olsa şanslı hissediyorum yirmi yaşımda da olsa daha geç olmadan birileri bana tarihi başka bir bakış açısıyla tanıttı. Mutluyum çünkü artık tarihi ezberlemeden, nedenini ve nasılını anlayarak öğrenebiliyorum. Heyecanlıyım çünkü artık ben de öğrendiğim bilgileri benden sonraki nesillere aynı tutkuyla aktarabileceğim. En önemlisi umutluyum çünkü azda olsa tarihi sadece sınavda sormak ve bir şeyleri ezberletmek için değil geçmişe ışık tutarak geleceğimizi aydınlatmak için uğraşan insanlar var. Umarım bir gün hepiniz tarihi gerçekten öğrenmenize ve anlamanıza yardımcı olarak geleceğinizi aydınlatan insanlarla karşılaşırsınız. Kaynakça “Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi” Sunay Akın, Nihat Sırdar. İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu. İzmir. 7 Eylül 2016. H. Merve Arslan 21302346 HAYALİ MELEK Contrast/ Guillaume Provost Hayali arkadaşlar... Yaptığınız yanlış seçimlere ve hatalara bakmaksızın sizi severler. Bilmiş gibi konuşmak yerine bir adım atmanıza yardım ederler. Çoğu insanın hayatlarının yarattığı baskı ve korkudan kaçmak için seçtiği yegâne yoldur hayali arkadaş yaratmak. Bazen yalnızlıktan saklanmak için yaratır insanlar hayali arkadaşlarını, kimi zaman da başa çıkamayacağı bir görevde yardımcı olsunlar diye çağırırlar onları yokluktan dünyamıza. Contrast da böyle bir hayali arkadaşın hikâyesini anlatan bir oyundur. Küçük yaşta bir kızın hayatın omzuna yüklediği onca derdi paylaşmak için yarattığı hayali arkadaşın, onun hayatını nasıl da düzene soktuğunu anlatır. 1920’lerde geçen hikâye Didi isimli, annesiyle yaşayan bir kızın annesiyle az zaman geçirmesi ve babasız büyümesi gibi sıkıntılarıyla başa çıkabilmek amaçlı yarattığı Dawn isimli arkadaşının sıra dışı yeteneklerini fark etmesiyle başlar. -Oyunda Dawn’ı biz canlandırıyoruz ve Didi de bizden ne istediğini söylüyor.- Bu hayali arkadaş insanlar gibi üç boyutlu olduğu zaman başkaları tarafından görülemiyor fakat istediği zaman da diğerleri gibi iki boyutlu bir gölge olup Didi'nin dünyasındaki insanlar gibi görünür, normal birisine dönüşebiliyor. Hikâyenin başlarında parçalanan dünyalarında babasını bulması için Didi'ye yardım eden Dawn hikâyenin ileriki safhalarında öyle şeyler yaşar ki bu evrenin Didi'nin hayal gücünden başka bir şey olmadığını anlar. Bu oyunu bitirdiğimde bunalımda olan küçük bir kızın hayalleri olarak görsem de sonra saklanmış olan bir mesaj dikkatimi çekti. Ya biz de birer hayali arkadaşsak? Nasıl bilebiliriz ki bu dünyaya başka bir çocuğu mutlu etmek, dertlerine ortak olmak için gelip gelmediğimizi? Normal bir hayat yaşadığımızı düşünmemizin tek sebebinin o çocuğun daha farkına varmamış olmamız mümkün değil mi? Belki de hepimiz başkalarının şans melekleriyizdir. Yoldan geçerken ona çarpıp gideceği yere birkaç saniye geç gitmesini sağlayıp onu ölümden kurtarmak için yaratılmışızdır. Belki de insanlığa olan inancını kaybetmiş birisine uzatacağınız bir şekerle onu tekrar hayata kazandırmak için var olmuşuzdur. İnsan olduğumuza inanmamızın tek nedeni o çocuğun insan gibi davranan bir arkadaşa ihtiyaç duyması olabilir. Nasıl emin olabiliriz ki yaşadığımız dünyaya başrol için geldiğimizden? Belki de hikâyenin bir yerinde ortaya çıkan basit bir yardımcı roldür bizimkisi. Arka plan boş kalmasın diye sokakları doldurmak için bile dünyaya gelmiş olabiliriz bir başkasının hayali arkadaşıyla ortak dünyasına. Bu anlattıklarımın doğru olmadığını kanıtlayamayacağımız gibi doğruluğunu desteleyecek birçok anımız vardır hepimizin. Eminim ki hayatınızda tanımasanız da sevdiğiniz birileri vardır. Bir otobüste hiçbir neden yokken sohbet edip sıkılmasına engel olduğunuz kişiler ya da paraya ihtiyacı olduğu zaman, bir daha karşılaşmayacağınız ve parayı size geri ödeyemeyeceği halde düşünmeden paranızı verdiğiniz birileri… O an sahne sizin gibidir. Kamera size dönmüş o bir hareketi yapmanızı bekler. O parayı uzatıp, konuşmayı başlatıp başrol oyuncusuyla, var olmanızın nedenine yardım etmeniz ile kendinizi önemli hissedersiniz. O andan sonra kamera onunla kalır ve siz de sıradan hayatınızı yaşamaya devam edersiniz. Bir ömür o sahneyi hatırlarsınız, hep gözünüzün önünde. Belki de o sizin yaradılış amacınızdır. Bulmacalar ve aksiyonla dolu olan bu oyun 20’li yılları seven insanlar için mükemmeldir. Müzikleri, çizgileri, duruşları bile sizi o zamana çeker ve içinden çıkılması imkânsız bir tuzak gibi orada tutar. Fakat başka bir insan için var olmaktan korkuyorsanız oynamanızı tavsiye etmem. Çünkü bir şeyleri daha net görebilmek, gerçekleri fark etmek her zaman iyi bir şey değildir. Selen  KÜRKÇÜOĞLU   21502692   İmdat Polis! Bir süredir ekranlarda polisiye dizilerin fazlasıyla arttığını fark ettim. İzlenme oranlarının oldukça yüksek olması, insanların da beğenerek bu yapımları takip ettiğini gösteriyor. Ne yazık ki ben kendimi bu cenah içerisinde göremiyorum. Yaşadığım olaylar yüzünden psikolojim öyle bir noktaya geldi ki polislere iyi düşüncelerle bakamıyorum. Gerek Gezi Parkı sürecinde yaşananlar, gerek sonrasında medyana gelen katliamlar polislerin bendeki yerini fazlasıyla değiştirdi. Bu sebepten annemin bana zorla okutmaya çalıştığı polisiye romanı okumak tam bir işkenceydi. Ahmet Ümit’in kaleme aldığı “Beyoğlu’nun En güzel Abisi”, Nevzat Komiser’in çözmeye çalıştığı bir cinayeti konu alıyor. Tıpkı dizilerdeki gibi iyi bir polis Nevzat. İşini layıkıyla yapıp, onurlu bir şekilde yaşıyor. Ancak konu polisler olunca bu durum bana artık hiç inandırıcı gelmiyor. Kendimde oluşan bu ön yargılar beni fazlasıyla rahatsız etmekte. Gerçekten onlara karşı olan fikirlerim değişsin istiyorum ancak izlediğim her haber ya da gördüğüm her olay polislere karşı olan öfkemi daha da bilemiş oluyor. Özellikle son yıllarda polis kavramının iyice yozlaştığını düşünüyorum. Küçükken polis demek benim için güven demekti. Duyduğum her polis telsizi beni mutlu ederdi. Başıma hiçbir şey gelmez, felaketler beni burada bulamaz derdim. O üniformaların içinde hep kendimi hayal ederdim. Şimdi ise tam tersi bir yerdeyim. Polislerin de benden haz etmediğine eminim. Artık onları görmek bile sinirimi bozabiliyor. Acaba saldıracaklar mı, acaba beni de gözaltına alacaklar mı diye kendimi yiyip bitiriyorum. Önlerinden geçerken hep başımı eğiyor, onların gözlerine bakamıyorum. Artık polislere güvenemiyorum. Elbette hepsi çok kötü diyemem ama benim zihnimde polis kavramını o kadar karaladılar ki olumsuz düşüncelerime engel olamıyorum. Hiçbir meslek üzerinden insana kin duyulur mu, demeyin ne yazık ki ben duyuyorum ve ne yazık ki artık polis olmanın siyasi bir anlam teşkil ettiğini düşünüyorum. Eskiden bana göre insan istediği her mesleği icra edebilirdi. Arkasında hiçbir anlam aramazdım. Ancak Selen  KÜRKÇÜOĞLU   21502692   bugün gelinen noktada tam tersini savunuyorum. Belirli meslek gruplarının belirli insanlara hizmet ettiğini düşünüyorum. Bu yargım da tecrübe ettiğim olaylar sonunda oluştu. Örneğin ben polis akademisine asla alınamayacağımı biliyorum. Gerek siyasi görüşüm, gerek duygu ve düşüncelerim hatta okuduğum kitaplar bile etkilemekte bu durumu. Hâl böyle olunca polis olmanın arkasında da bir neden arıyorum. Ayrıca toplumda bu kadar kötü bir etki bırakırken hâlâ polis olmayı istemenin bir sebebi olmalı. Sonuçta neredeyse toplumun yüzde ellisini karşısına almak demek. Elbette bu fedakârlıkların bir karşılığı olması gerek. Polislere karşı tutumum aslında Türkiye’nin de bir fotoğrafı . İçinde bulunduğumuz bu kaos durumunun çarpıcı bir örneği hatta. Bir taraf bu cenaha küfürler ederken, kin ve nefretle bakarken, hatta görünce yüzüne tükürürken diğer taraf polisleri el üstünde tutuyor. İşte, Türkiye’nin iki kutbu. “Peki, gerçekten kim haklı?” diye sormayın, objektif olamam. Elbette onlar da emir kulu diyebilirsiniz ama ben bir yorum yapamam. Sadece sizlerle aynı fikirde olmadığımı söyleyebilirim. Artık öyle bir noktaya gelindi ki emirleri uyguluyorlar diye düşünemiyorum. Çünkü onların yerine kendimi koyunca ben asla böyle bir düzene tamam demezdim diyorum. Ya ayrılır ya istifa eder ya baş kaldırırdım, kendimi biliyorum. Çünkü onurlu bir yaşam sadece içimdeki duygularla sınırlı değil, ben çevremdeki insanlara karşı da onurlu bir çerçeve çizmeliyim. Kendi içimde melek gibi olup, dışarıdakilere hayatı cehennem ediyorsam ne anlamı kalır iyiliğin, güzelliğin. Selen  KÜRKÇÜOĞLU   21502692   KAYNAKÇA Ümit, A. (2015). Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. İstanbul: Everest Yayınları. İDEALLERİ UĞRUNA ÖKSÜREN ÇOCUKLAR / ALİ YASİN VERGİLİ Kitaptan ve bende bıraktığı etkiden söz etmeden önce Emrah Serbes'ten bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Onun kitaplarındaki ergenler ve o ergenlerin çevreyle uyumu ve ya uyumsuzluğu, ilişkileri çok gerçekçi bir biçimde ele alınıyor. Bu kitabı okumamda daha doğrusu Emrah Serbes okumamdaki en büyük etken bu 'kendi ergenliğimizi' elimizdeki kitaba serili bir şekilde bulma isteğim. Her türlü duyguyu doruklarda yaşadığımız o günleri anımsattı bana yazar başkahramanı Çağlar İyice ile. Deliduman'a gelecek olursak, eseri yine bir ergen olan Çağlar İyice'den, onun ağzından dinliyoruz. Kardeşi Çiğdem'i ve ona duyduğu aşkı, arkadaşı Mikrop Cengizi, Tc Sinem Uzun'u, güzel sesini hafızasından atamadığı eski sevgilisini, her şeyi ama her şeyi ondan dinliyoruz biz. Çağlar İyice konuşur, biz dinleriz 'reis'. Dikkatimi çeken konulardan biri de, hatta belki de kitabın üzerine kurulmuş olduğu konulardan biri olan Çağlar'ın kız kardeşine duyduğu 'ağbi' aşkıydı. Onun sahip olmadığı özellikleri ona bahşetme durumu. Bu, eşine rastlanmaz, çok büyük bir sevgi. Belki de iki kardeşin babadan uzak yaşamaya zorunda kalmalarına bağlı bir durum. Ve ya Çağlar'ın da dediği gibi 'tamamen freudyen bir yaklaşım'. Her şeyi bilir Çağlar İyice, her şeyi bilir çünkü 17 yaşındadır o. Belediyenin işleri ondan sorulur, siyasetten anlar, Freud bilir, tam bir klasik ergendir o. Burda kitaba getirilen genel bir eleştiriye değinmek istiyorum: "Emrah Serbes aforizma kasmaya çalışmış." Öncelikle şu ayrıma iyi varılmalı, Emrah Serbes mi yoksa Çağlar İyice midir büyük büyük konuşan ve her şeyden emin olan? Tekrar etmek gerekirse romanın başından sonuna konuşan kişi Çağlar İyice'dir ve bu eleştiriyi getiren insanlara önerim kitabı bir daha okusunlar ve bu gözle okusunlar. Böylelikle aforizma kasmaya çalışanın yazar değil, ergenliğini dorukta yaşayan bir çocuk olduğunu görecekler. Babasının evden uzak oluşu Çağlar İyice'ye onun yaşında hiç de gerekmeyen bir rol vermiştir. 'Evin erkeği' olmak. Annesi depresyondadır. Çağlar'ın kardeşi küçük, babası uzakta. Çağlar üstlenmek ister bu sorumluluğu, 'eve reislik etmeyi'. Annesiyle çatışır bol bol çünkü Çiğdem ve hayalleri kendisine emanettir, nitekim bu uğurda her şeyi göze de alır. Hiç sevmediği bir yarışmaya başvurur, kardeşi için hiç sevmediği dayısından ricalarda bulunur, hayal kırıklığının vermiş olduğu öfkeyle kendisinin üç katı adamlara rest çeker, kardeşini sosyal medyada duyurmak için denemediği yol kalmaz, onun için derin bir korkunun, hiç yaşanmamış bir tecrübenin ortasına atlar: Gezi Parkı'na. Son kısımlarda biraz Gezi'ye değinir yazar. Gezi'nin renkliliğine, içinde ve ya dışındaki tartışmalara, çatışmalara değinir. Çağlar İyice kardeşini aramaktadır. Önce babasını bulur hesap sorar sonra kardeşini bulur ve Mikrop'tan hesap sorar. Bir otele sığınırlar ve dışarıda kıyamet kopmaktadır Mikrop ve Cengiz iki romantik ergen dayanamazlar ve atarlar kendilerini sokağın ortasına, atmalıdırlar da. Bir yandan “iktidarla” çatışırlar bir yandan da birbirleriyle Çiğdem'e olan sevgilerini yarıştırırlar. Gururludur ikisi de "Tek başıma da kalsam, dünyanın bütün hükümetleri ve onlara oy verenler bana karşı da olsa, dünyanın bütün hükümetlerine karşı ayaklananlar ve onlara destek verenler bana karşı da olsa; bütün dünya, yedi milyar küsur insan tek tek bana karşı da olsa..." diyeceklerdir. Derler de hatta kalabalık bir polis ordusundan dayak yerken tekrar ederler bu sözcükleri, bu sözcükler onların iç monologlarıdır artık. Gecenin tüm dinginliğini acı çığlıklarıyla her gece 4'te bozan martılara ve Çağlar İyice'ye selam olsun. Kaynak Serbes, Emrah. Deliduman . İstanbul: İletişim Yayınları, 2014 AZINLIĞIN ZENGİNLİĞİ Eşitsizlik hayatın her alanında küçük varlıkları yutan korkunç bir canavardır. Bu canavarı oluşturan etmenlerden en büyüğü ise kuşkusuz paradır. Dünya üzerindeki servetin yüzde kırklık kısmına sadece yüzde birlik kısmın hakim olması, hiç şüphe yok ki herkes için korkutucudur. Arada böyle bir uçurum varken hala bir kısım insanın eşitliğin olduğunu düşünmesi trajikomik bir hal alır. Örneğin aynı sınıfta okuyan, aynı zeka seviyesine, aynı hırsa sahip iki çocuk düşünelim. Bu iki çocuktan birinin ailesi bahsettiğimiz yüzde birlik kısımda olursa iyi bir iş bulabilme ihtimali diğerine göre onlarca kat artacaktır. Peki diğer çocuk ailesinin geliri düşük diye canavar tarafından yutulmaya mahkum mudur? Mevcut kapitalist düzende cevap ne yazık ki evet oluyor. Sanayi Devrimi ile son haline bürünen kapitalizmin dünya üzerinde artık geçerli bir sistem olmadığı çok açıktır. Hiçbir zaman insana ve hayata değer veren bir düzen olmamasına rağmen bugüne kadar zengin kesim tarafından muhafaza edilebilmiştir. Ancak yirminci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki savaşlar ile sonun başlangıcına gelmiştir. Günümüzde savaşlar şekil değiştirmiş olsa da, Ortadoğu coğrafyasındaki kanın sorumlusu, son üç yüzyıldır olduğu gibi kapitalizmdir. Şu ana kadar aklımıza sadece bireyler arasındaki farklar gelmiş olabilir. Fakat patronun işçiyi sömürdüğü gibi büyük devletler de yıllar boyunca küçük devletleri, hatta yeri geldiğinde bütün bir kıtayı sömürmüştür. Hatta günümüz kapitalist şirketlerinin temelinin atıldığı ilk dönemlerde, devletlerden önce şirketler başka topraklardaki ekonomik kaynakları kullanabilmek için ordular hazırlardı. İngilizlerin Hindistan’ı işgali de bunun örneklerinden biridir. Tabii ki yıllar içinde sömürü şekli ve büyüklüğü de değişmiştir. Bunun en büyük örneklerinden biri kuşkusuz Afrika olacaktır. Yıllarca kapitalist devletlerin sömürüsüne ve eziyetlerine maruz kalan Afrika günümüzde hala toparlanabilmiş değildir. Yer altı kaynakları yüzünden toprakları işgale uğrayan, insanları köle edilen Afrika halklarının hali, kuşkusuz kapitalizmin en karanlık yüzünü göstermektedir. Hal böyle olmasına rağmen Ortadoğu’da son nefesini vermekte olan kapitalist sistemi savunmak için bazı destekçileri, “yoksulların sefaletten kurtulması için zenginlerin daha zengin olması gerekir” gibi argümanlar kullanmaktadır. Yıllarca bütün zenginliği elinde toplayan bir grubun daha da zenginleşmesi nasıl bir farklılık doğurabilir diye bir düşünmek gerekir. Şunu unutmamak gerekir ki kapitalizm de feodalizm gibi insanlığın geçmekte olduğu bir dönemdir. Bunu insanlığın kaderi olarak görmek ve koşulsuz kabul etmek çok yanlış olacaktır. İnsanların farkındalıkları eski çağlara göre inanılmaz seviyelerde ve artmaya devam ediyor. Hal böyleyken devletler politikalarını halkın istek ve arzularına göre belirlemek zorunda kalıyor. Kendi halkını gözetmeyen devletlerde ise doğal olarak çözülmeler başlıyor. Böyle bir çağda devletlerin sağlaması gereken en önemli şeylerden biri özgürlük ve eşitlik haline geliyor. İskandinav ülkeleri özellikle sosyal devlet konusunda oldukça ileriye gidiyor ve çıtayı yükseğe taşıyorlar. Bütün vatandaşlarının haklarını gözetirken, zengin kesim ile daha fakir kesim arasındaki uçurumu küçültmek için çalışmalar yapılıyor. Sonuç olarak insanlığı yaşayan bir organizma olarak görmeli ve tıpkı ergenlik veya çocukluk gibi kapitalizmin de geçilmesi gereken bir dönem olduğunun farkına varmalıyız. Zenginliği, gücü, parayı değil eşitliği, özgürlüğü ve mutluluğu ön plana çıkarmalı, insanların hayatlarını belirlerken aileleri yüzünden geride kalmalarını veya aileleri sayesinde ilerlemelerini engelleyici çözümler bulmalıyız. Devletleri ve politikaları yöneten tek bir padişah olmadığını unutmamalı ve her birey gibi bu konuda üzerimize düşeni yapmaktan kaçınmamalıyız. Çünkü önemli olan ergenliği atlatmak değil, ergenliği nasıl atlattığımızdır. Andaç Dölek 21602171 Dilara Özyön ÇEKME O TUĞLAYI EMRAH ABİ Deliduman… Deliyürek benzeri bir kelime, anlamı da aşağı yukarı aynı, delikanlı, hayta. Delidumanların ortak özellikleri birdenbire ortalığı kaplayıp, kısa bir süre sonra görüntüden kaybolmalarıdır. Emrah Serbes de aslında deliduman bir adam. Biz onu öyle bir kitapla tanıdık ki, bundan sonra ne yapsa olay olur, adam asi, adam işini biliyor dedik. Her Temas İz Bırakır mı peki Emrah Abi? Demek ki neymiş, her temasın iz bırakamıyormuş okuyucunun üzerinde. Keşke Behzat Ç.’nle kalsaydın aklımızda. Emrah Serbes’ in 2014 yılında piyasaya sürdüğü Deliduman’ı iki haftalık tatilimde okuma fırsatı buldum. Beklentim o kadar yüksekti ki belki de bu nedenle, bende çok derin izler bırakamadı bu kitap. Aslında akıcı üslubu olan bir yazar kendileri, fakat akıcılık her şey demek değil. Mantıklı, ilgi çekici bir kurgu oluşturamadıktan sonra akıcılığın da, üslubun da, o güzel güzel sözlerin de boşa gidiyor. Adam öyle bir kitap yazmış ki; devlete, siyasete, insanlara olan sinirini sanki benden çıkarıyormuş gibi hissettim okurken. Bazen “lan ben sana ne yaptım” dediğim oldu. Üstüne bir de kitap günlerce okunamadı tarafımdan, yarısından sonra artık bitse de kurtulsam dedim. Çünkü kitap kendini tekrar etmeye başladı. Gezi de gezi, gezi de gezi… Yemin ederim insanı her şeyden soğutuyorlar. İnsanlar o kötü günleri unutmasın, ölen insanları unutmasın ama bu şekilde insanı bezdirerek de hatırlatmayın arkadaşım bu olayları. Sanki yazar kafasından uydurmuş Gezi diye bir olay, onu anlatıyor gibi geldi. Bir an böyle bir olay mı olmuştu diye şüpheye bile düştüm. Çok kışkırtıcı bir kitap olmuş, Gezi olayının tamamen kötü yanlarını anlatmış ve hep çok uçlarda yaşayan insanları destekler bir hali vardı. Gezi olayında hepimizin yüreği yandı, hepimiz sokaklara döküldük çünkü insanlar öldü ve hem ruhen hem fiziksel açıdan yaralandık, bir halk olduğumuzu bir toplum olduğumuzu hatırladık, dükkânına yani ekmek teknesine zarar gelen insanlar da oldu. Bunları kimse unutamaz. Gezi olayını herkes bir şekilde destekledi bir açıdan bile olsa. Ama bu kitapta yazar insanları kışkırtmak ve tekrar aynı acıların yaşanmasını ister gibi bence çok ağır hatta yersiz olan bir tavır takınmış. Bu kitapla ilgili, beni en rahatsız eden durum bu oldu. Hatta kitabı almaya bir arkadaşım ile gittim ve bana “alma çok sıkıcı, mantıksız bir kitap” dedi. Ben Emrah Serbes’ in kötü yazabileceğine inanmayıp aldım ve inatla bitirdim. Tabii ki her kitap okunmalı, her kitap insana bir şeyler katar, her zaman bunu söylemişimdir. Ama gerçekten yazar nasıl minaresine kılıf hazırlamış onu gördüm. Yani demek istediğim, bu adam bu kitabı resmen hıncını çıkarmak için yazmış ve kılıf olarak da öyle saçma öyle mantıksız bir kurgu yaratmış ki kapakta Emrah Serbes yazmasa inanmam bu kitabı onun yazdığına. Saçmalık şu; Çağlar İyice, başkahramanımız ve onun yeteneksiz, Micheal Jackson olmaya çalısan kız kardeşi… Bir kere bu iki karakter çok saçma. Benim de abim var ben de bir kız çocuğuyum ben ne kendi ilişkimizde ne de başka bir abi kardeş ilişkisinde böyle bir şey görmedim, duymadım. Adam her saniye kardeşini düşünüyor âşık gibi, beynini yemiş gibi. Böyle bir hayat yok yani, okuyanlar ya da okuyacak olanlar anlayacaktır beni. Bir de neymiş efendim, tomanın önünde dans edip ünlü olacakmış bu kız bilmem ne. Arkadaşım ruh hastası mısınız siz? İnsanların kafasına biber gazı fırlatılıyor ve insanlar ölüyor o alanda, sen dokuz yaşında bir kızı nasıl oraya götürür de nasıl orda dans etmesine müsaade edersin? Ben anlamıyorum ki, koyun can derdinde, kasap et derdinde resmen. Bir de saçmalığı kitabın sonuna saklamış Emrah abimiz. O ayrı bir mesele zaten. Çağlar İyice yani bizim başkahramanımız, onun bir en yakın arkadaşı var ki Mikrop Cengiz adam ruh hastası. Emrah Abi tutuyor bu yirmili yaşlardaki Mikrop Cengiz’ i, dokuz yaşındaki Çağlar’ın kardeşine âşık ediyor. Ya Allah’ınızın aşkına yazmayın şöyle şeyler. Bu nedir, bu nasıl bir düşüncedir? Okurken gözlerime inanamadım, gözler okuyor ama akıl almıyor resmen. Ben dar görüşlü bir insan değilim, geleneklerime bağlıyım hatta Türk kafası dedikleri kafa bende de var fakat her şeyi okuyabilirim ki okuyorum da. Ama benim böyle bir şeyi aklım almaz, ben böyle bir şeyi okuyup da üzülemem yani. Lütfen insanların duygularının sömürülmediği, mantıklı, kışkırtıcı olmak yerine kararı okuyucuya bırakan yazılar, kitaplar yazsın yazarlar. Özellikle de kalemine aşık olduğumuz yazarlar! Türk Edebiyatı o kadar güzel, o kadar zengin ki üzerine bir tuğla da yazarlarımızın koyması gerektiği yerde resmen birer tuğla da onlar çeker olmuşlar o güzelim yapıdan. Gerçekten çok üzüldüm, kocaman bir hayal kırıklığı oldu benim için. Emrah Abimizin de dediği gibi; “Okudukların yaşadıklarını değiştirir, değiştirmese bile farklı bir gözle görmeni sağlar.” Lütfen hayatımızı olumlu yönde değiştirebilecek, bakış açımızı değiştirebilecek kitaplar yazdığın döneme dön ve onlar kadar olmasa da onlara paralel olan kitaplar yaz abi. Kaynakça Söz alıntısı için; Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İletişim Yayınları, 2009:123 Yeşim AYDIN DOYUMSUZLUK Günümüz dünyasının yaşam temposuna kendini kaptırmış olan insanoğlu, ne yazık ki doyumsuzluk noktasına ulaşmış durumda artık. Kimisi kendi ekmeğinin peşinde; herkesle aynı standartları paylaşan, mutlu bir aile ile hayat yaşarken, öte yandan bazıları ise lüks içinde; herkesten farklı olan o imrenilesi hayatı yaşıyor. Hayatın bizi sunduğu olanaklar ve içinde bulunduğumuz yaşam şartları ne kadar farklı olursa olsun, insanlığın tek bir problemi var artık; sürdürülen hayat biçiminden memnun olunmaması. İşin ilginç tarafı; deyim yerindeyse dünyalara bedel parası, mutluluğu, sağlığı veya hepsine birden sahip olan insanların yine de doyumsuzluk noktasında olmalarıdır. Bu memnuniyetsizliğin ve doyumsuzluğun aşk teması üzerine konu edildiği Aldatmak kitabı ile hayatımızın ilerleyişine ve içsel dünyamızdaki iniş çıkışlara benzer örnekler bulabiliyoruz. Gerçek hayatta örneklerine rastlayabileceğimiz bu tür kitaplarda, aynı veya benzeri durumları yaşayan tek insanın siz olmadığınızı düşünür ve yalnız olmadığınızı hissetmenin rahatlığını duyarsınız içinizde. Okurken içe dönük bir sorgulama yapar ve düşünmeye başlarsınız; benim hayatımda neler oluyor veya ben bu durumu yaşadığımda nasıl hissetmiştim gibi. Her insanın başına gelen veya gelebilecek olan “aldatma” durumunun ele alındığı bu kitapta; aldatma süresince bireyin hayatındaki iniş çıkışlar, yaptığımız eylemler sonucu ruhsal durumumuzda meydana gelen depresyon ve bireyin bu kötü durumdan kaçma isteği, herkesin kendinden bir parça bulabileceği türde yazılmış. İhanet etme durumunun çiftler ve evlilikler üzerindeki yıkıcı etkisi herkes tarafından bilinirken, birey bu davranışı sergilemekten kendini alıkoyamıyor. Bu durumun sebebi olarak zannediyorum ki içimizdeki sönmüş ve tekrar alevlenmeyi bekleyen duygular etkin rol oynuyor. Hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz bu duygular bizi yanlış yapmaya itiyor. Kendi içsel dünyamıza psikanaliz yaparak sorunu saklandığı yerde bulup çözmek, kendimizi kaybetmiş bir şekilde dışarılarda bir yerlerde çözüm yolu aramaktan aslında daha kolay bir iş. Bir insana duyduğumuz aşkı, sevgiyi, tutkuyu her zaman ilk günkü seviyede tutmak çok zor bir iş belki ama istenildiğinde tüm bu sönmüş duyguları tekrar alevlendirip hayatlarımıza dâhil edebilmek mümkün. Yeniden aşık olmayı istemek ve mutluluğu başkasında tatmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm olmayacaktır birey için çünkü elbet bir gün bu yeni heyecanlarda içimizde bir yerlerde sönüp gidecektir. Bir zamanlar sevdiğiniz, deyim yerinde ise uğrunda ölmeyi göze aldığınız insanları ruhsal veya fiziksel yolla aldattığınızda, öncelikle fark etmeniz gereken şey şudur ki siz önce kendinize ihanet etmişsiniz. Aldatma eylemenin kökünde bireyin kendi iradesinin var olduğunu düşünürsek bu durum zaten hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Tam da bu noktada, yani bireyin kendi iradesi ile kendisine ihanet ettiği noktada insanın aslında ne kadar nankör olduğunu ve ben merkezli düşünerek hareket ettiğini görürüz; ne kadar bencil olursak o kadar da doyumsuz olacağımız olgusu da yadsınılamaz bir gerçek haline gelir. Kendi irademiz doğrultusunda yaptığımız eylemin etkisi, sefası veya cefası ister küçük ister büyük olsun; birey her zaman hayattan ne istediğini, ne beklediğini ve kendini hayata karşı hangi yollarla ispat edeceğini bildiği sürece asla yanlışa düşmez. Öncelikle kendi içimizde sağlamamız gereken istikrar durumu, daha sonrasında elimizde olanlar ile yetinmeyi de bize öğretecektir. Para, kariyer, aşk, tutku veya aklınıza gelebilecek olan her türlü maddi ve manevi konularda bizi hata yapmaya iten doyumsuzluk faktörü içimizdeki nankörlük duygusunun evrimleşmiş bir halidir ve kendi içimizde çözmemiz gereken bir olgudur. Elimizdekilerin kıymetini bilmeyerek onlara ihanet etme durumu, kendimizi kandırmak ve çevremizdekileri de bu yönde etkilemek adına yapılmış bir yanlıştır aynı zamanda. Hırslı olmak ile doyumsuz olmak arasındaki farkı anlamakta güçlük çeken veya bildiği halde bu farkı göz ardı eden bireyler olduğumuz sürece hiçbir zaman sağlıklı bir toplum yaratamadan varlığımızı sürdürmeye devam edeceğiz. Kararıyoruz Yirmi birinci yüzyılın gençleriyiz. Daha öncesi hakkında, büyüklerimden duyduklarım, fotoğraflardan gördüklerim dışında fazla bir bilgim yok. Ama o edindiğim bilgileri şöyle bir harmanladığımda; o dönemlerde insan ilişkilerinin daha samimi ve bağların daha güçlü olduğu, maneviyatın maddiyattan daha ön planda tutulduğu ve değerlerin şimdiki gibi hızlıca tüketilip de bir yenisinin aranmadığı zamanlar olduğu şeklinde fikir yürütebiliyorum. Nitekim, büyüklerimin de hep eksikliğini hisettikleri ve bunu dile getirdikleri, yeniden canlandırma çabasında oldukları eski değerler bunlar. Anlayabiliyorum, maddiyat maneviyatın yerini alsın istemiyorlar, maneviyata verdikleri değeri maddiyata veremiyorlar, içlerinden gelmiyor. Birkaç sıcak aile ziyaretini, en pahalı hediyelere tercih edecek insanlar onlar. Ne zamandan beri bu böyle süregeliyor, nasıl başladı bu gidişat, neden böyle, sorulacak çok fazla soru var. Sanayileşme ve onun beraberinde gelen tüketim çılgınlığı, bize bencillik, bireysellik ve materyale bağımlılık mı aşıladı? İnsanların eşya içinde boğulduğu, eskiyenlerinin anında atılıp yerine yenisinin alınabildiği, kalıplarla binlercesi üretilen nesnelerin o maneviyat boşluğunu doldurmasının hedeflendiği bu yeni dönem neden bizi böylesine mutsuz insanlar haline getirdi? Bize teknoloji ve ucuz sanayi ürünleri verirken karşılığında paradan fazlasını aldı çünkü. Dünya küçüldü, hayat hızlandı, insanlar çabuk sıkılır oldu. Değerli olanın bile, kendisini ispatlayabilmek için şekilden şekle girmesi, ilgi çekebilmesi, sürekli değişim ve gelişim halinde olması gerekti. Yoksa an meselesi olurdu değerini kaybetmesi. Çünkü insanlar harcamaktan, kaybetmekten korkmaz oldular. Yaşamı bir katman daha yüzeysel yaşayıp derinleri kurcalamaktan kaçındılar. Düşünme, sorgulama, hissetme fonksiyonlarını da yavaş yavaş devre dışı bırakmaya başladılar. Ne kadar reddetseler de; sorgulamadan, bir şeyleri değiştirmek adına tüm kapasitelerini kullanmadan kabullendikleri hayatı ve onun getirilerini yaşadılar, hala da yaşamaktalar. Karakterlerini ve kişisel özelliklerini de bir kenara bırakıp kodlanabilir, yönlendirilebilir, mutlu veya mutsuz edilebilir tek tip robotlar haline gelmekteler. Elbette hepsi aynı anda gerçekleşmiyor. Bir domino taşı dizisi gibi, hepsi bir sonrakinin sebebi oluyor sırasıyla. Fakat en baştaki taşın ne olduğunu kestiremiyorum. Sebebine bütünüyle inmedikçe bir çözüm üretemiyorum. Sadece, kendimdeki ve diğer insanlardaki boşluğu dolduracak olanın yeni bir kıyafet, son model bir telefon veya bir araba olmadığını biliyorum. Onlar yalnızca zihnimizi oyalıyor, boşluğun önüne geçiyor ve böylelikle bir süreliğine o boşluğu görmüyor, onun varlığını unutuyoruz. Dolayısıyla da değeri, o boşluğun üzerini örttükleri için onlara layık görüyoruz. Derken, bir yerden sonra onlara da alışıyoruz ve eskisi kadar opak olmamaya başlıyorlar zihnimizde. Yavaş yavaş yeniden beliriyor boşluk. Ardından, bir önceki yöntem tekrarlanıyor. Yeni bir materyal, yeni bir nesne gerekiyor. Opaklığının daha kalıcı olması için tercihen daha pahalı bir nesne ve sonunda ne olacağı, önceden kestirilebilen ve sürekli kendini tekrarlayan bir senaryo içinde dönüyoruz. Bu girdapta döndükçe de, kararmaya başlıyoruz. Kendimize has özelliklerimizi yitiriyor, sonucunda da kendimize yabancılaşıyoruz. Bu gidişatı başlatan neydi, bilmiyorum; ama kendi kendine son bulmayacağını biliyorum. Ona ancak özgür iradenin son verebileceğini düşünüyorum. Ilgın Seymen’in eseri, bütün bu düşünceleri zihnimde oluşturabildiği ve içimde oluşan farkındalığın peşinden gitmemi sağlayabildiği için son derece anlamlı geldi bana. İnsanları çekici kılanın artık, yüzlerindeki makyaj katmanı, sıktıkları parfüm veya kullandıkları bakım ürünlerinin başarısı olması, dillendirilmediği müddetçe eminim ki kimse tarafından garipsenmeyecektir. Aşık olunan insanın kokusunun onun ten kokusu değil de; her kozmetik dükkanında bulunabilen bir parfüm olması, doğallığın rağbet görmemesi, görmesi halinde bile yine kimyasallar ile sağlanması da muhtemelen kimseye ironik gelmeyecektir. Dilerim ki bu böyle sürmez, büyükler maneviyatın değerini yeni nesillere kavratmayı başarabilir. Umarım ki günün birinde, mutluluğun maddiyattan ziyade maneviyatla sağlanabileceği anlaşılabilir. Ilgın Seymen – Love in the 21st Century http://www.ilginseymen.com/#/love-in-the-21st-century/ ÖLÜMÜN KARŞISINDA İNSAN Ölümün hayattaki en kötü şey olduğunu düşünüyorsanız, bilin ki yanılıyorsunuz. İnsanı kendisi yapan şey, hayatı boyunca çevresindekilerle girdiği etkileşimlerden, sohbetlerden okuma ve izlemelerden kendine oluşturduğu bir yapı, bir dönüşümdür. Konuşulan herkes, her konu, her duygu insanın çevresiyle ortak olarak inşâ ettiği bu yapıya eklenen bir tuğladır. Karşılıklı ilişkiler böyle oluşur. Ölüm ise o yapının bir cam parçası gibi yerle bir olmasıdır hayatta kalan için. İnsanı çaresizliğe ve yasa süren şey artık bu dönüşümü göremeyecek, hissedemeyecek ve kontrol edemeyecek olmasıdır. Ölümün kendisinden ziyâde, kendi içinden, ruhundan bir parça kopmasını izlemek zorunda kalmıştır kişi ölümle birlikte. İnsanı kedere boğan en kötü şey aslında ölümün kendisi değil, yakın olduğu birinin ölümünün karşısında - yapayalnız- kalmasıdır. Bu düşünceyi, çok sevdiğim teyzem hayatını kaybettiği zaman pekiştirmiştim kafamda. Küçüklüğümden beri bizim evde benimle oynar, beni parka götürür ve ağladığımda kucaklari sevindiğimde benimle birlikte zıplardı, dertliyken teselli eder, ne olursa olsun hep yanımda olurdu... ölene kadar. O kara günden sonra hayatımda ne kadar çok şeyin değiştiğini anlamıştım; karın ağrısından hastaneye giden teyzem, kanser olduğunu öğrenmişti ve durumu o günden sonra gitgide kötüleşti. Gözümün önünde, o hayatını bana adayan büyük kadının ardarda tedavilerden sonra ruhunu kaybetmesini izledim, zamanla farkettim sadece o değil, benim de bir parçam zamanla ölüyordu. Ölümünden sonra, “Kurtuldu.” diye düşünmek istedim, onunla mutlu olabilmek istedim ancak her attığım adımda onun ağrıyan yerleri benim vücudumda ağrı yapıyordu. “Ölenle ölünmez.” derler. Ölenle ölünür, çok da güzel ölünür, yaşarken ölünür, ayakta ölünür... Cemil Kavukçu’nun O Vakit Son Mimoza adlı eserinde okuduğum Zamansızlık isimli hikâyesi, yaşadığım bu durumu bana yeniden anımsattı. Hikâyede Erhan Bey, annesinin yavaş yavaş ölümünü büyük bir hüzün ve çaresizlikle izlerken hastanede beklediğim günler aklımda canlandı. Alzheimer hastası annesi için “Ormanda tek heceli bir sesle belli aralıklarda öten kuşu nasıl anlayamıyorsam annemi de anlayamıyordum.” (p.71) diyen Erhan Bey, içimde kalmış duyguları tekrar yeryüzüne çıkardı. İnsanlar doğar, büyür ve ölürler zaman içerisinde. En kritik evre ise büyüme evresidir. Büyüme, insanı ölüme hazırlıksız bırakır. Hayat iyi olan her şeyin iyi devam edeceği üstüne insan beyninin kişi için oluşturduğu bir ilüzyondur. Gece yatarken insan sabah kalkınca ailesini göreceğini düşünerek yatar. Okula arkadaşlarını göreceğini bilerek (?) gelir. Hayata yaşam hep olacakmış gibi bakar. Ölüm bu ilüzyonu yaran bir pençe gibidir. Gerçekliği dalga gibi çarpar insanın yüzüne. Anılar, mutluluklar, acılar, sevinçlerdir o dalga. Yumruk yemişe döner, kaçmaya çalışır insan, reddeder hayatın aslında böyle olduğunu ölümü görünce. Ben de kaçmaya çalıştım. Kabullenmenin ilk aşaması reddetmektir. Odamda oturdum saatlerce, hastaymış, o gün gelememiş gibi davrandım teyzem... Kim kaçabilir ki ölümün kapkara gerçekliğinden? O farkındalık kapısını geçtikten sonra, bir daha geri dönemez insan. İstese bile dönemez, eriyip kaybolmuştur ruhunun bir parçası. Ruhunun kaybolan yerleri acı ile dolmuştur, rahat bırakmaz onu artık geceleri. “Ölenle ölünmez.” derler. Ölenle ölünür, çok da güzel ölünür. Ölümü görmeyenler, yaşayanla yaşayan ölüyü birbirinden ayıramazlar. O gerçekliği tatmamışlar, hayatın yarattığı yapay koşuşturmacanın içinde bir oraya, bir buraya savrulurlar. Karşıdakini kaybetmenin o insana verdiği acı onu büyütür ve gözünü açar. İnsan zamanla büyümez, zamanla büyüyen kördür. O yapı çökmüş olsa dahî, çökerken uyguladığı baskı zemini sağlamlaştırmıştır. Gözlerden süzülen her gözyaşı, aslında bir anıdır. Onu bir daha göremeyeceğini bilmenin acısıdır gözyaşlarının yerine dolan. Kaçamazsın, saklanamazsın, ölürsün. Kaybettiğine üzülür, geri gelmeyeceğine ağlar, hatıralarda kaybolur, biraz daha ölürsün. Aslında sen, gerçek hayatı görürsen ölürsün; hem büyürsün, hem ölürsün. Ayhan Okuyan Altın Kural: Yalnızlık Yalnızlık, isim kökü yalından gelir. Kısaca süssüz, sade ve özüm der. Zihnimizde canlandırdığı negatif etkisinin aksine kökü gibi yumuşak ve sakinleştirici bir yanı vardır. Tabii bunların hepsi benim kafamda oluşturduklarım. Aslına bakarsanız yalnızlık hep ayıplanmış ve hakir görülmüş bir olgudur. Sanki bir zayıflık bir eksiklik gibi lanse edilir. Peki, kim böyle resmetmiştir bizlere? Sosyal medya tabii ki de. Diziler, magazin ve evlilik programları, pop şarkılarımız (içi vıcık vıcık aşk dolu ne yazık ki), Instagram, Twitter, vs. Adeta size hâlâ sevgiliniz yok mu yoksa yalnız mısınız? Sakın yalnız olmayın! Gidin birini bulun der gibi. Bulaşıcı bir hastalık gibi günden güne güçleniyor ve hasta olan kimse çözümü aramak için uğraşmıyor. Hâlbuki çözüm belli yalnızlık. Oh be ne güzel bir şey diyeceksiniz çözümü bulunca çünkü tecrübeyle sabit emin olun çok daha mutlu ve huzurlu oluyorsunuz. Herkes çift olacak diye bir kanun ya da kural yok. Siz farklı olun. Tek olun, güçlü olun. Neden böyle diyorum biliyor musunuz? Çünkü daha kendimizi tanımadan başka birini tanımaya çalışıyoruz hatta hayatımızın merkezine koyuyoruz. Sonra bir ay geçiyor belki de bir yıl bakıyoruz ki meğerse hiç tanımamışız karşımızda ki kişiyi. Bir başka örnek ise sevgili sandığınız kişinin sürekli size kısıtlamalar getirmesi. Bazısı hoşlanır bu durumdan.( nedenini hiçbir zaman anlamamışımdır)Sürekli size bunu yapma şunu yap bunu giyme şunu giy der durur. Sizde, sen benim hayatıma karışamazsın! Demeniz gerekirken, tamam aşkım nasıl istersen deyip kenara çekilirsiniz.( sözüm meclisten dışarı)Cem Şancı ne güzel de söylemiş Yalnızlık Doktorası kitabında“ Çünkü modern dünyada aşk artık prangamız, sevgilimiz ise gardiyanımızdır.” Sen çok yaşa emi Cem Şancı. Resmen kendi hapishanemizi yaratıyoruz. İnsanlar bizi yargılar diye. Güzelim yalnızlıktan vazgeçiyoruz. Değer mi Allah aşkına? Hep aşktan bahsettik. Şimdi de biraz kariyer üzerine odaklanalım. Yalnızlık kariyer için de olmazsa olmaz. Eğer iyi bir iş ve saygınlık istiyorsan. Çok sıkı çalışmalısın. Özellikle de üniversite. Kendimden örnek vermem gerekirse, okul notlarımın yüksek olmasını istiyorum çünkü iyi ve rahat bir hayat için. Bu yüzden her boş zamanımda Cafe Break’te arkadaşlarımla oturup sohbet edip, gülüp eğlenmek yerine gidip çöl sıcağına sahip( mevsimlerden kış bile olsa) kütüphanede ders çalışıyorum. Yani kısacası anlatmaya çalıştığım yalnızları oynuyorum. Ancak bir noktaya açıklık getirmem gerekirse. Yalnız olmayı ben seçiyorum. Geleceğim için, mutlu olabilmem için çünkü istesem her zaman sosyalleşebilirim. Hatta etrafım bomboş olsun yine gidip sosyalleşmenin yollunu bulurum ama her zaman yalnız kalamam. Kısaca Halit Ziya’nın dediği gibi “Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.” Evet, bence de bir lüks. Hele ki günümüzde adeta para ile eş değere sahipken. Şöyle düşünün ne zaman tek başınıza çimlere uzanıp gökyüzünü izlediniz. Belki aramızda birçok kişi ben her gün yapıyorum diyebilir ama kendim için söylemem gerekirse bir elin parmaklarını geçmiyor. Diğer bir taraftan her şeyin aşırısı gibi yalnızlığın da fazlası bozuyor bünyeyi ne yazık ki. Doktorların tavsiyesi gibi çok sık kullanmamakla birlikte arada bir tercih etmekte fayda var. Doğamız gereği midir bilinmez ama fazla uzun süre yalnız kalamıyoruz. İlla ki yanımıza bir eş, dost, hısım, akraba arıyoruz. Hadi onları da bulamadık diyelim başlıyoruz bir yerlere bir şeyler çizmeye ya da yazmaya çünkü duygularımızı ve düşüncelerimizi bir yerlere aktarmak, paylaşmak istiyoruz. Belki de kötü geçen bir günün sonunda bozulan moralimizi düzeltir umuduyla biriyle oturup konuşuyoruz ya da daha etkili bir çözüm olan annemize gidip sarılmamız yetiyor. Kısaca konuyu özetlemek gerekirse yalnızlığı Antep fıstıklı sütlü çikolataya benzetelim. Eğer çok yersek kilo alırız ki bu bizim için hiç iyi olmaz ama ayda bir kere tüketsek bizden iyisi yok. Çağrı Yasmin ÇABUK Ezgi TAŞYÜREK FITRAT DEYİP GEÇMEYİNİZ İnsan hayatının çok ucuz olduğu bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. İnsanlar iş yerlerindeki ihmaller yüzünden yok yere hayatlarından oluyor ve neredeyse hiçbir önlem alınmıyor hele de maden ocaklarında. Haberlerde şöyle başlıkları çok sık görür hale geldik: “Maden ocağında göçük meydana geldi, 5 kişi hala göçük altında”, “Madende yaşanan göçükten son haber: işçiler 10 gündür göçük altından çıkarılamadı”, “Maden ocağını su bastı, işçiler mahsur kaldı”… Sürekli bahsedilen bir konuya insanlar alışırmış, alıştık bu haberlere ve dahası tepki vermemeye başladık. Ben de alıştığımın farkında olmaksızın Şermin Şahin’in kaleme aldığı Kadın Olsanız Anlar Mıydınız? kitabındaki Ölüm Kuyusu adlı öykü sayesinde bu durumun farkına vardım. Maden kazasında göçük altında kalarak hayatını kaybeden bir madencinin oğlu tarafından çarpıcı bir dille anlatılanlar beni bu alışkanlık durumundan çekip kurtardı. Düşünsenize babanız bir madende istemeye istemeye çalışıyor. Haliyle orada çalışmanın bedelini ağır bir şekilde ödüyor ve siz, küçücük bir çocuk olmanıza rağmen her şeyin farkındasınız. Ne kadar acı o ölüm kuyusuna girip yerin metrelerce altında iş güvenliği olmadan çalışmak ve çalıştırılmak. Maddi imkanınız olsa bir dakika kalmayacağınız yerde senelerce gece gündüz demeden çalışmak... Her işin kendine göre bir zorluğu vardır ancak meselenin bu olmadığının farkındayız sanırım. Çünkü maden çıkarmanın ne kadar zor olduğundan ya da madenciliğin ne kadar zor bir meslek olduğundan bahsetmiyorum. Madenciler için iş güvenliğinin olmaması ve yeterli şartlar altında çalıştırılmamaları değinmek istediklerim. Genç kahramanımızın ağzından anlatılan bir anıyı örnek vereceğim bu durumu özetlemesi için. Kahramanımızın babasının madende çalıştığı günlerden bir gün derbi varmış ve ara ara oradaki megafondan maçın durumunu sormuşlar yukarıdakilere. Daha sonra ise maçın sonucuna hep birlikte sevinmiş ve sabaha kadar şakalaşarak çalışmışlar. İlerleyen günlerde bu durumdan haberi olan yönetim o megafonu söktürmüş oradan. Yeryüzü ile bağlantıyı sağlayan tek iletişim aracı olan megafon... İhtiyaç duyulduğu anda o megafonun varlığı madencilerin hayatta kalması için çok büyük bir faktörken onun oradan sökülmesi yöneticilerin çalışanları umursamadığının kanıtıdır. Varsayalım ki bir sıkıntı çıktı yeryüzü ile irtibatı nasıl sağlayacaklar? Yani onlar orada ölüme mi terk edilmiş oldular? Bunun gibi birçok zaafiyet söz konusu bu iş yerlerinde. Bu zaafiyetler sonucunda bir kaza yaşandığında ise ülkemizde olanlar daha acı. Çünkü iş güvenliğini sağlamayan yöneticiler suçlu olarak görülmüyor. Bunun yerine ölmek madenciliğin fıtratında var diye olay direkt kadere bağlanıyor. Peki, ihmaller yüzünden yaşamını yitiren insanların ailelerine ve hayallerine ne olacak? Yetkililerin bunları düşündüklerini hiç sanmıyorum. Eğer düşünselerdi bugün Soma’da hayatını kaybeden 301 madencinin çalıştığı maden ocağına yaptırım uygulanır, eksikliklerinin giderilmesi sağlanırdı. Ancak orada işçiler hala yetersiz şartlarda çalıştırılmaya devam ediliyor. Hatta yaşamını yitirenlerin akrabaları ve tanıdıkları orada onların yerine çalışıyorlar. Çünkü çalışabilecekleri başka bir iş yok, Ezgi TAŞYÜREK hayatlarını sürdürmek ve ailelerine bakmak için orada çalışmaları gerekiyor tıpkı kahramanımızın babası gibi. Bu öyküde hayali okuyup babasını o illet yerden kurtarmak isteyen daha 17’sinde olan bir çocuğun çaresiz kalışına şahit oldum. Çünkü o okuyup büyük adam olacak, babasını madende çalıştırmayacaktı. Felaketten sonra ise babasının yerine orada çalışmayı düşündü. Çünkü annesine bakması gerekiyordu, öyle ya o çalışmazsa kim eve ekmek getirecekti? Kim bilir belki de babasının yaşadıklarını o da yaşayacaktı. Peki, bizler yine kaderlerinde bu varmış diye geçiştirecek miydik? Eğer bizler bu ihmallerin peşine düşüp hesap sormazsak adını bilmediğimiz nice insanın hayatı yitip gitmeye devam edecek ve böylece insanların ölümünde bizlerin de katkısı olacak. Bu durumda kalmayı istemiyorsak bir an önce harekete geçmeli, bir sonuç alana kadar bu davadan vazgeçmemeliyiz. Kaynakça Şahin, Semrin. Kadın Olsaydınız Anlar Mıydınız?. İstanbul: Aralık Yayınları, 2014 Pelin Sayın Yirmi Dört Saatlik Hayat Stefan Zweig’ in, diğer kitaplarında olduğu gibi, psikolojik incelemeleri ağır basan kitabı, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, bir kadının yaşamını tamamen değiştiren, unutamadığı yirmi dört saatte neler yaşadığını anlatıyor. Olay, Fransa Riviera kıyısında küçük bir pansiyonda evli ve iki çocuk annesi bir kadının, yalnızca birkaç saattir tanıdığı bir adamla, tutkuları uğruna bütün sorumluluklarını, eşini, çocuklarını terk etmesi ile başlıyor. Pansiyonda kalan diğer misafirler kendi sıradan hayatlarının ortasında yaşadıkları bu büyük şok ile toplumun ahlak değerleri çerçevesinde kadını eleştirirken, yalnızca bir kişi, kendisi aynı zamanda kitabın devamında da olayları bize aktaracak olan anlatıcı, tutkularının peşinden giden bir kadını yargılamanın yanlış olduğunu savunur. Yine bu pansiyonda kalan altmış yedi yaşındaki Mrs. C, yıllar önce kendisinin de benzerini yaşadığı ve büyük pişmanlık duyduğu, kimseye anlatamadığı yirmi dört saatlik hikayesini, pansiyonda kadını yargılamayan tek kişiye, bu adama anlatmaya karar verir. Kadın, çok sevdiği kocasını kaybettikten sonra ağır bir bunalıma girer ve kendini ülke ülke gezmeye verir. Monte Carlo’ da bir kumarhanede ellerine bakarak büyülendiği ve saatlerce izlediği adamda, kendisinin içinde ölmüş olan duyguları bulur. Bu duyguları başkasının ellerinde, yüzünde, mimiklerinde bulması, kendisine itiraf edemese de içindeki arzuyu uyandırır ve kadın, yaşadıkları bir günün ardından bu adama aşık olur. Bu bir gün, sonrasında bütün ömrü boyunca kimseye anlatamayacağı bir pişmanlık olacaktır. Hayattan hiçbir beklentisi kalmayan bir kadının, sonrasında kendisine büyük hayal kırıklığı yaşatacak bir adamı hayata döndürme amacı, bana hepimizin bir amaç uğruna yaşadığını hatırlattı. Bazıları için bu amaç dünyayı gezmek olabilir, bazıları için daha iyi bir yaşam, bazıları için de belki bir aşk. Elbette bizi hayata bağlayan tek bir amaç olmayabilir, birden çok amacımız da olabilir. Bizi bu amaçları gerçekleştirmeye iten tutku, bazen tıpkı Mrs. C’ nin yaşadığı gibi olumsuz sonuçlar getirebilecek kararlar aldıran bir saplantıya dönüşebilir. Tutku, bazen hayal kırıklığını da beraberinde getirir. Buna rağmen kitabı okurken, tutkusunun peşinden giden bu kadında kendinizden bir şeyler bulup yaptığı seçimde ona hak veriyorsunuz. Yazar, yoğun anlatımıyla sizi tamamen kitabın içine alıyor ve kendinizi kadının yerine koymadan edemiyorsunuz. Yaptığı psikolojik incelemelerde, kendinizden ve hayattan birçok örnek bulabiliyorsunuz. Bunların yanı sıra, toplumun ahlak değerlerine karşı eleştirel tavrı tüm kitap boyunca hissedebiliyorsunuz. "... ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum." cümlesiyle yazar, iki yüzlü ahlak anlayışına karşı çıkar. Kitabın sonlarına gelirken hem sonunu merak edip hem de bitmesini istemediğim bir kitap oldu. Koskoca bir yaşamda, hiç unutulmayan bir yirmi dört saati okumak, kitabın sonunda kendi hayatımızı sorgulatıyor. İyisiyle kötüsüyle, her gün aldığımız kararların sonuçlarını yaşıyoruz. Çoğumuz hayatımızda radikal değişiklikler yaratmayacak seçimler yaparak yaşadığımız konforu ve hissettiğimiz güveni korumaya çalışıyoruz. Sıradan yaşamımızda, hayatımızı tamamen farklı bir yöne sürükleyecek kararları alacak cesareti gösterememek belki de çok normal. Acaba istediğimiz böyle mantığımızın dışında, sadece tutkularımızın peşinden giderek, hiç unutulmayacak yirmi dört saat yaşamak mı yoksa sıradan gündelik hayatımızın verdiği güven mi? Elbette buna cevap vermek çok zor, aldığınız kararın sonuçlarının bizde pişmanlık yaratmayacağını bilsek belki de tutkularımızın peşinden gitmek daha kolay olurdu. Kaynakça : Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015 HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045 DERS: TURK-102 / SEC:016 ÖĞRETMEN: ALİ TURAN GÖRGÜ 08.03.2015 CESUR SANDALYENİN EVREN SERÜVENİ Stephen William Hawking... Fiziği bana sevdiren adam; daha doğrusu evreni anlamamı, onun hakkında korkmadan sınırsız hayaller kurabilmemi sağlayan müthiş kozmolog. Tekerlekli sandalyesinden uzayın derinliklerine ulaşabilen bir dahi. Dini nedenlerden dolayı çoğu insanın cevap vermeye dahi cesaret edemediği şeyleri özgürce formüllere dökmeye çalışan bir cesur. Hatta egosu olmayan bir cesur; çünkü bazen kendi kurduğu teorileri utanmadan çürütüp yeni teoriler ortaya koymuş birisidir kendisi; yani hatalarını kabul etmek onun için basit bir şeydir. Her Şeyin Teorisi bize bu müthiş bilim adamının hayat öyküsünü bütün çıplaklığıyla sunan bir biyografi filmidir, aynı zamanda Hawking’in değerli kitaplarından birine verdiği ismi taşır kendisi. Hawking’i çok övüyormuşum gibi görünüyor değil mi? Peki, ben bu adamı neden bu kadar çok seviyorum? Belki anlatınca siz de onu çok seveceksiniz ya da en azından sizde bir merak uyandırabilirim onun hakkında. Çok film izleyen birisiyimdir ve tabii ki izlediğim filmlerin arasında birçok biyografi filmi bulunmakta; fakat Her Şeyin Teorisi şimdiye kadar izlediklerimden çok farklı. İzlerken dikkat ederseniz diğer filmlere nazaran ne müzikle ne de derin drama sahneleriyle izleyiciyi etkilemek gibi Taşbaş 2 bir çaba sarf edilmiş. Sahneler çok basit; fakat yine de bizim için çok görkemli bir hale gelebiliyor. Nedeni tamamen Hawking’in öyküsüyle ilgili. İzlerken biz yüklüyoruz sahnelere müziği ve duyguyu; çünkü her şey ortada, senaristin ya da diğer görevlilerin fazladan bir şey yapmasına gerek yok. Daha net açıklamak için size biraz filmin içeriğinden, yani Hawking’in hayatından bahsedeyim. Matematiğe âşık olmasına rağmen Oxford’da böyle bir bölüm olmayınca fiziğe yönelmiş ilerleyen zamanlarda da kozmoloji, yani evren bilimi üzerine çalışmak için Cambridge’e gitmiştir. Filmimiz buradan başlar. 20’li yaşlarda ALS hastalığına yakalanır ve hayatı tamamen değişir. Şaka yaptım aslında değişmez; çünkü o ideallerinin peşinden sonsuza dek gitmeye yemin etmiştir. Şunu yazarken bile ellerim titredi ve duygulandım; çünkü büyük bir irade öyküsü vardır. Hastalığı öncesi tanıştığı eşi hastalığına rağmen onunla evlenmiş ve ona dünyalar güzeli 3 çocuk vermiştir, beraber koşup oynayamadığı 3 çocuk. Aslına bakarsanız Hawking’i çok sevmeme rağmen özel hayatıyla ilgili bu tarz ayrıntıları film sayesinde öğrendim. Beni en çok etkileyen yanı ise şu hastalık meselesiydi. Onun ALS hastası olduğunu biliyordum; ama bu konu hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Sonra neden böyle bir şeye odaklanmadığımı düşününce ona karşı hayranlığım bir kat daha arttı. Hawking aslında hiç hasta olmamıştı. Daha doğrusu bize bunu hiç hissettirmedi; çünkü kendi de kabul etmek istemedi bunu. Filmdeki şu acı çektiği sahneleri atsalar, neredeyse şüphe duyulacak hastalığından mustarip olduğuna. Teorileri, yazdığı kitapları, konuşmaları... Sanki bütün dünyayı gezmiş, hatta uzay yolculuğu yapmış bir insan gibiydi, hâlbuki hastalığının ilerleyen zamanlarında konuşma yeteneğini bile yitirmiş bir ALS hastasıdır kendisi. Peki, Hawking bunu nasıl başardı? İdealleriyle... Filmde bir sahne var ki her şeyi özetleyen. Doktoru Hawking’e kaslarının işlevlerini kaybedeceğini ve yaklaşık 2 sene içinde öleceğini söylediğinde Hawking beynine bir şey olup olmayacağını sorar ve doktordan hayır yanıtını almak onun için yeterli olur. En büyük emeline ulaşabilmesi için bir engel yoktur; çünkü bilinci yerinde olacaktır. Her şeyin teorisi... Basit ama şık görünümlü bir formülle evreni açıklamak... İşte Hawking’in başarısı burada yatar. Elinde kalan son şeyleri hedefleri uğruna sonuna kadar kullanmayı seçmiştir. Hastalık duygusuyla uğraşmak yerine hayal gücünü ve azmini kullanmış ve bu da onu sandalyesinden kaldırıp evreni dolaşmasını sağlamıştır, beyniyle... Taşbaş 3 Hawking’in ideallerine bağlılığının dışında hayran olduğum hatta birçok kişiyi de peşinden sürüklemesine neden olan şey olduğunu düşünüyorum, o sınırsız hayal gücüdür. Öyle bir şey yapıyor ki fiziği hayal gücünün yoldaşına çeviriyor. Fiziği zevkli ve tartışılabilir bir konu haline getiriyor ki bu da çoğu insanın öğrencilik hayatından itibaren açlık duyduğu bir şey. Bu yüzden peşinden birçok insanı sürükler Hawking; çünkü fiziği tek düze bir şekilde formüllerle değil de o formülleri hayatımızdaki yerlerine koyarak anlatır. Eğer izlediyseniz filmde de fark edersiniz bunu hemen. Çevresindeki insanlar onun sayesinde o kadar rahat öğreniyor ki o karmaşık görelilik ve kuantum gibi zımbırtıları. Zımbırtı dediğime bakmayın, aslında hiç de öyle değiller. Tabii ki Hawking’in konuşmalarını vs.yi takip etmeseydim bana da karışık gelmeye devam edeceklerdi. Aslına bakarsanız bunlar üzerine konuşmak aşırı zevkli. Fiziğin kendisi zevkli; fakat ne yazık ki aldığımız eğitim tarzı bizi bu zevkten mahrum bırakıyor, hatta ondan gittikçe soğuyoruz. Fizik çevremizi anlamamızı sağlayan temel bilimlerden birisi ve biz onu terk ettikçe aslında çevremizi de terk ediyoruz. Düşünmek yerine ezbere yöneltiliyoruz ve ezberlenen şeylerin çabuk tükendiği gibi biz de tükeniyoruz. Bazen hayalini kuruyorum medeniyetlerin altın çağlarını, hani şu herkesin bir şeyler icat ettiği, insanı, doğayı tanımaya çalıştığı zamanları. Keşke diyorum o dönemlerde yaşasam. Teknoloji aşığı olmama rağmen varsın internet olmasın, yeter ki ezberlemek yerine konuları tartışabileceğim bir zamana gideyim ya da Hawking’le oturup onun o “Her Şeyin Teorisi”ni bulmaya çalışmasını izleyeyim, edebilirsem yardım edeyim; çünkü eğer beyni tükenmediyse eminim ki hala o formülü keşfetmeye devam ediyordur. Kaynakça Marsh, James. Her Şeyin Teorisi. 17 Şubat 2015. Web. 25 Şubat 2015. Ayşenur Yazıcı KENDİ YAŞAMLARIMIZI KEŞFETMEK Şikâyet ettiğiniz yaşam belki de başkasının hayalidir demiş Tolstoy. Başka insanların pencerelerinden içeriye bakmakla o kadar meşgulüz ki bizim kapımızın önünde bekleyenleri fark edemiyoruz bile. En azından kendi açımdan söyleyebilirim ki; yaşamımdan, sahip olduklarımdan hatta kendimden o kadar bıkkınım ki güzel olan şeyleri görmekte zorlanıyorum. Hep eksik olanı, hep başkasında olanı; bende olmayanı istiyorum. Oysa dışarıda belki de benim sahip olduklarımı kazanmak için çaba sarf edenler var. Aynı şekilde benim de her şeyimi feda etmeye hazır olduğum, gıpta ettiğim, kıskandığım, yan gözle baktığım yaşamlar da var ama içlerinde; dışarıdan gösterdikleri ihtişamı taşımıyorlar. Bana büyülü gelen o diyarlar yakınlaştıkça sadece bir seraptan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. O yolda ilerlemek, sonunda gözüken o büyülü dünyaya gitmek için yakıcı bir hırsla ilerliyorum. Hatta ben bazen yoldan savrulsam bile, ilerlemek yerine geriye sürüklensem bile umursamıyorum. Sırf bir ışığın göz kamaştırmasına kanıp vazgeçemiyorum. Bütün bu çabanın sonunda, nihayet o ışığa sahip olduğumda ise ışığın elimi yaktığını ve git gide karardığını gördüğümde eskisinden de bin kat daha mutsuz ve umutsuz oluyorum. Mutsuz oluyorum, çoğumuz oluyoruz çünkü büyük istekler her zaman bir bedelle gelir ama biz bunu bilmiyoruz, farkına varamıyoruz kaybettiklerimizin, sadece ödülün bizi cezbetmesine izin veriyoruz. Bir yolda hiç durup durmadan koşmak bizi ancak yorar ve etrafımızdaki güzellikleri fark etmemize engel olur. Bir yolun tadı ancak yavaş yavaş her şeyi görüp benimseyerek çıkarılabilir. Hırsa kapılıp başkasının hayatlarına uzanmak için atılan o koşar adımlar kimseye fayda vermez. Onun yerine bu yolda gösterdiğim çabayı sahip olduğum güzellikleri görmeye ve onları geliştirmeye gösterseydim başka hayatların içinde bir figüran olmayı hayal etmek yerine kendim olabilirdim. Ben hep kazandığım bir şeylerin benden bir şeyler götürdüğüne inandım. Başarılı olmak, yüksek notlar almak için çok çalıştığımda bana ihtiyacı olan insanlara, sevdiklerime zaman ayıramadım ve onları kaybettim. Sonunda başarıya ulaşıp da etrafıma bakınıp bunu paylaşacak kimsem olmadığında mutsuzluğun ve çaresizliğin ne demek olduğunu, sahip olduklarımın kıymetini anladım. Hep fazlasını istemekle o kadar kördüm ki, sürekli hayaller kurdum eğer bir gün dileklerim gerçekleşirse ne yaparım diye ama bu sırada bunun tam tersinin de olabileceğine hiç olasılık vermedim. Eğer kendi kendine yetmeyi bilen, elindekilerle mutlu olmayı becerebilen bir insan olarak kalabilseydim ya onları kaybedersem diye bir aklımdan geçirseydim onları kaybetmemiş olabilirdim. Onları kaybetmek benim en büyük korkum olurdu ama aynı zamanda bu olasılığı düşünmek bana onları kaybettiğimde bununla nasıl başa çıkabileceğime dair fikirler de kazandırırdı. Tek başıma da hayatımı sürdürebileceğimi bilmek bunu ispatlamak bana güç verebilirdi. Kendime olan inancımın artması da bana gerçekten ne istediğimi, asıl hedefin asıl hayalin ne olduğunu gösterirdi. Hedeflerimizi kesin olarak belirlemek ve o yolda ilerlemek bizi biz yapacak en önemli şeylerden biridir. Belki siz de benim gibi içten içe en aşağı tabak diye tabir edilen insanların hedeflerinin küçük olduğunu, tek gayelerinin hayatta kalabilmek olduğunu sanıyorsunuzdur ama aslında durum öyle değil. Eğer bir insan en dipteyse zaten gidecek başka yeri yoktur mecburen yukarıya tırmanır ama her şeye sahipse, zirveye yerleştiğinde bundan sonraki adımı kestiremez ve kutup yıldızını kaybeder. Bu yüzden de başka insanların hayatları ona cazip gelir. Hayaller o zaman net olmamaya başlar ama en dipteyken her şey net gözükür, işte o an başka insanların sahip olduklarıyla ilgilenmek yerine gerçekten de ne yapması gerektiğini, aslında içinde ne istediğini keşfeder çünkü orada artık sadece kendisiyledir. Beste YILMAZ SÜPER KAHRAMAN Baba olmanın değerini fizyolojik sebeplerden dolayı hiçbir zaman anlayamayacak birisi olmam babanın değerini anlayamayacağım anlamına elbette ki gelmiyor. O baba ki, gölgesi dinlenecek bir liman, varlığı sırtını her daim dayayabileceğin bir çınar. Öfkesi sanki bir volkan patlaması gibidir ama lavları gıdıklar sadece minik kızını, yakamaz kızamaz o bana. O gülünce kuşlar şarkı söylemeye başlar onun kahkahaları ile birlikte. Ağlayınca neler olur bilemiyorum çünkü yanımda ağlamayacak kadar güçlü durmaya çalışır kendince. Düşünür ki onun gözyaşları yanaklarını ıslatmaz sadece, beni yaralar. Baba olmayı anlayamayacağım belki ama onun değerini anlayacağım her zaman. Küçük bir kız çocuğuyum belki de onun gözünde ne kadar büyüsem de. Nasıl olmayayım ki zaten? Ben hâlâ onsuzluk kâbuslarıyla kan ter içerisinde uyanırken, o rüyalarımda hâlâ canavarlar gördüğümü düşünüyor. Böyle düşündükçe beni daha çok korumak istiyor hâliyle. Büyüdüm demek de işime gelmiyor çoğu zaman. Hatıralarımın başkarakterini, düşlerimin süper kahramanını, ilk aşkımı, beni yalnızlıkla yüzleştirmeyen tek gerçeğimin sevgisini masum şımarıklıklarımla ödüllendirmek istiyorum hep. Şımarabilmek içinse büyümüyorum hiçbir zaman. Evet, farkındayım tabii ki, herkesin babası kahraman, herkesin babası kutsal... Ama bazen o kadar alışıyorum ki babamın varlığına ve varlığının bana verdiği mutluluğa yokluğunun hayali bile bir kara delik olup boğuyor beni. Korktuğum hayaller ise bir solukta okuduğum Babamın Ardından kitabında Müge İplikçi’nin kaleminde vücut bulmuşlar. Babasını kaybetmiş bir ailenin, temeli sarsılmış bir bina gibi her şeye rağmen hayata devam edebilme hikâyesini okurken kendimi de hikâyenin kahramanlarının yerine koymadan edemedim. Çoğu zaman değerini bilmediklerimiz geldi aklıma sayfalar akıp giderken. En son ne zaman babama sarılıp onu çok sevdiğimi söylediğimi düşündüm. Veya hangi sabahtı en son “günaydın babacım” diyerek onu öpüp uyandırışım hatırlayamadım. Büyüdükçe sevgim mi azaldı diye sorgulamaktan alıkoyamadım kendimi. Bir şeyden emindim, yokluğunun hâlâ yeri doldurulamaz bir boşluğa sebep olacağı babama olan sevgim bir an bile azalmadı ama ben büyüdükçe sanki aramızdaki mesafeler de azalmayacak bir engele dönüştü. İnsanlar büyüdükçe her ilişkisi de böyle masumiyetini kaybeder mi diye düşünmeden edemedim. Nitekim masal anlatmasını isteyen şarkılar kulağımda tatlı bir melodiyken önceden, şimdi ise içimde acıya sebep olan özlem şarkılarına dönüştü. Kısacık bir masaldı çoğu zaman istediğim başrolünün ve senaristinin babamın olduğu. O anlatırdı, ben dinlerdim… Bitmesin diye uykusuzluktan gözlerimi açamayacak hâlde olsam da direnirdim. Ben ne kadar gözlerimi açık tutarsam o kadar uzardı kahramanlıkları anlattığı hikâyelerde. Şimdi ise hayat denen ırmağın şiddetli sularında ancak verdiği öğütlerin kulağımda kalan son kırıntılarıyla savrulup gidiyorum. Hikâyelerini dinlediğim yorganımın altı kadar sıcak olmasa da o güzel anılarımız, üstü tozlanmış bir çeyiz sandığı gibi her an sağlam, mağrur ve dimdik ayakta yer tutuyor hayatımda. Büyümekten korkardım bunlarla yüzleşmekten korktuğum için. On dokuz yaşımda, şarkılara konu olan gençliğin en güzel çağlarında, büyümek zorunda olmak mı daha korkutucu, yoksa hiç büyüyememekten korkmam gerekiyor mu bilemiyorum. Lakin belki de aldığım her nefes kadar gerçek, yediğim her lokma kadar kutsal babamın yokluğunu, bir bu kadar gün daha tecrübe etsem bile korkuyla karşılayacağımdan eminim. Yılların acımadan sertleştirdiği kalbimde hâlâ sıcaklığını kaybetmeden fokur fokur kaynayan bu sevginin tek somut gerçeğini, babamı, elimden daha fazla tutamayacak, saçlarımı daha fazla okşayamayacak hâlde düşünmek, yarattığı korkuyla kaskatı kesilmeme sebep oluyor bir anda. Sonra bu korkudan yine ona sığınıyorum, şimşek çakar çakmaz yanına koştuğum günlerdeki gibi. Onun beni her şeyden koruyabileceğine, bir pelerini olmasa da gücünün her şeye yeteceğine güvenerek. Babam yapar, diyorum. Burada olmasa da o bunu bile bir şekilde halleder. Kaynakça: İPLİKÇİ, Müge. Babamın Ardından, İstanbul, 2015. Muhammet Fatih Ulu Hayata Dair Algı Kapıları adlı kitabında Aldous Huxley, insanlardaki zihin yapılarının çeşitliliğinden bahseder. Bir sanatçının dünyayı nasıl gördüğünü anlıyor olamayacağımızı konuşur, ki sadece sanatçınınkini değil, bir mühendisinkisi olsun, veya bir bilim insanınınkisi. Hiç fark etmez, bizim anlayamadığımız herhangi bir meslek dalına ait bir bireyin düşünce sistemini, hayata bakış açısını hiçbir zaman tam anlamıyla bilemiyor oluşumuz, insanların zihinsel olarak fazlaca çeşitlilik hâlinde olmasındandır. Bu da bana göre muhteşem bir çeşitliliktir. Hayat denilen olgu, özünde aynıdır. İnsanlar olarak hepimiz canlıyız, duygularımız var, soluyoruz ve yaşıyoruz. Fakat genelden bireye indiğimizde, o muhteşem çeşitliliğe rastgeliyoruz. Evrenin sistemi, kanımca, her yerde benzer. Gezegenleri, galaksileri genelleştirebiliriz. İnsanlarda genelden bireye indiğimize benzer, evreni genel olarak baz aldığımızda ve özele doğru indiğimizde, gezegenlere vardığımızda, yine karşımıza muhteşem çeşitlilik ortaya çıkar. Yazar A. Huxley, Algı Kapıları'nda bizleri kaktüsün kökünden yapımı sağlanan meskalin adlı bir madde ile karşı karşıya getiriyor. Bu madde, beynimiz hariç glikoz kullanan organlarımızda glikoz emilimini artırarak beynimize giden glikoz miktarını düşürüyor. Beyne az miktarda giden glikoz da beynin biraz daha az çalışmasını ve beynimizin sırf ego tatminliğine yönelik olan düşüncelerimizin otomatik olarak olmamasını sağlıyor. Kullanıcıyı mekân ve zamandan ayırıyor. Bizi varlıktan bir miktar uzaklaştırıyor. Bir zamanlar önce bulunduğumuz sonsuzluğa bir nebze de olsa yaklaştırıyor. Şu ana kadar A. Huxley'den edindiğim bilgiler çerçevesindeki izlenimlerimi paylaştım. Sırada mevcut bilgilerimle A. Huxley'den edindiğim bilgilerin bir araya gelmesinden sonraki oluşan düşüncelerimi aktaracağım. Huxley'in belirttiği meskalin maddesinin kullanım sonuçları aslında bizlere hiç yabancı değildir, hepimiz biliyoruzdur sonuçlarını. Kanımca bu maddenin, insanlığın var oluşundan bu yana süregelmiş olan binlerce ve üç büyük dindeki buyruklarla -din tarafından söylenmiş olan ve insanların gerçekleştirmesi gereken buyruklarla- bir ilgisi var. Bu buyruklar, kendi kelimelerimle, bireyin evrimin bir oyunu içerisinde olmasından kaynaklanan içgüdülerinin terbiye edilmesini sağlayabilir. Buyruklar sayesinde ise birey, hayatı rol alan bir oyuncu gibi yaşamasından ziyade kendi hayatında yönetmen olur. Bu da, buyrukların bireye evrimsel yönelimin hayatın amacı olmadığını öğretmesiyle ve asıl amacın ise hayatın ta kendisine odaklı olması gerektiğini göstermesiyle gerçekleşir. Bireyin yaşama amacının kendi doygunluğuna ulaşması ile sadece hayatı başlı başına yaşaması arasında fazlaca fark vardır. Buyruklar da vermiş olduğum ikinci öncüle ortam hazırlamaya çalışır. Bu sayede birey, kendisi yerine hayatı kaideye almış olur. Örneğin İslam dininden bir örnek verelim. Çoğu Müslümana göre sükûnet içerisinde kılınan bir namaz insanı sakinleştirir, yatıştırır. Namaz kılmanın sakinleştirici etkisinin arka plandaki nedenlerine gelecek olursak, Kaplumbağa Terbiyecisi'ndeki terbiyeci gibi sükûnet içerisinde namaz kılan bir insan da kendi öz isteklerini terbiye etmiş olur. Bu sayede sakinleşme, kabul etme ve şimdiki ana odaklanma gerçekleşir. Sadece İslam'da değil, diğer bütün büyük veya küçük; unutulmuş dinlerdeki ibadetler de buna benzer şekildedir. Bireyin içgüdülerinden gelen istekleri yatıştırmaya, dolayısıyla bireyi sakinleştirmeyi sağlama amaçlıdır. Meskalin adlı madde de buna benzer, bireyin içgüdüsel isteklerini arındırır. Fakat bunu beyne oksijen gidişini engelleyerek, yani kimyasal yoldan yapar. Fakat din bunu psikolojik yönden çözmeye çalışır. İnsan olmamız yanında belki birçok “kişisel” hazzı getirse de toplumsal olarak “bir” olmamızı engellemek gibi dezavantajları da mevcut. Kişisel hazlarımız evet var, lâkin Adam Philips adlı yazarın da Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü adlı kitabında belirttiği gibi her bir haz karşılığında o hazı elde edememe riskini oluşturur. O hazı elde edemediğimiz takdirde egomuz tatmin olmaz ve bizde bir boşluk oluşur. Bundan dolayı insan olmamız büyük bir risktir. İnsanın sonsuzluktan indirgenmiş bir yapı olduğunu söyler A. Huxley. İlginç olarak A. Huxley, duyu organlarımızın seçici olduğu fikrine, yani çevremizden bazı şeyleri ancak duyu organlarımızla seçip algıladığımız ve anladığımız fikrini reddeder. Aksine A. Huxley, duyu organlarımızın bizleri çevremize hapsettiği ve sonsuzluğun anlamını, algısını duyu organlarımızın eleyici rolü olduğundan ötürü kaybettiğimizi belirtir. Fizikçi Lawrence Krauss'un da dediği gibi hepimiz yıldız tozuyuz, ve bazılarımız da aynı yıldızın tozunu paylaşmakta. Bütünden parçaya indirgendik, sonsuzluktan sonsuzsuzluğa doğru. “Algı kapılarımız” daraldı. Yaşadığımız müddet, edindiğimiz önyargı miktarı kadar daha da daralmakta. Açmak için sağlıklı bir zihin ve beraberinde sağlıklı bir zihniyete sahip olmamız bir gereksinim. Daha sonra mütevazı bir biçimde yaşamalıyız ki sağlıklı bir Muhammet Fatih Ulu zihniyet yaratabilmek için verdiğimiz uğraşlar boşa gitmesin. Sade bir yaşam sürmeliyiz kanımca, ancak o zaman meskalin adlı maddeyi kullanmadan bile etkilerini anlayabiliriz. Hani Mevlana der ya, içmeden sarhoş oldum, tam da bunun gibi. İşte o zaman insanlık için bir gereksinimden doğan dinî buyrukları gerçekleştirmeden tesirlerini hissedebiliriz. Dünya aslında bir, bu çok bariz fakat görene. İnsanlar kendi aralarında her ne kadar farklı olduğunu, bir mühendis bir bahçıvandan ne kadar farklı olduğuu düşünürse düşünsün, bu farklılıklar üzerine düşünmenin hüsran olacağı farklılıklar, değersiz ve az. Tüm dinlerin de kökeninin benzer olduğunu söylemez mi Richard Dawkins, insan her yerde insan sonuçta. Bilim, bizler öldükten sonra gömülürsek eğer çürüyeceğimizi söyler. Buna göre, sonraki olayları da tahmin etmek mümkün. Sonra, ufak parçalarımızı bir bitki, belki de toprak tarafından kendisine katacak. Daha sonrasında ise bu bitki, farklı bir insan tarafından yenilecek ve atomlarımız artık o insanda olacak. Kim bilir, bizim atomlarımız önceden neyin, kimin atomlarıydı. Hiçbirinin sahibi yok, tüm canlılar sanki değişmeli olarak hayat oyununu oynuyor. Dinde de denmez mi öldükten sonra dirileceğimiz. Bu diriliş bireylerce farklı algılanabilir, ama önemli nokta bilimsel bilgilerden yola çıkarak elde ettiğimiz bilgilerle tutarlı bir sonun verilebilmesinin mümkün olduğu. Atomlarımız belki bir başka bedende vuk'u bulacak ve ruhumuz ezelden beri bulunduğu sonsuzluğa geri dönecek. Her ne kadar da insanlar arasında gürültü patırtı olsa da hepimizin üzerine dil döktüğü husus aynı kapıya çıkmakta. Ama maalesef çoğu insan, hor gördüğü bir başka insanla aynı kapıya çıkmayı idine -popüler adı ego, egosuna- yedirememekte. Herkes çocuk olsa hiç savaş olur muydu? Bence olmazdı, çünkü çocukken önyargı yoktu, hor görme neydi bilinmezdi. Bilinçaltlarımız temizdi, “algı kapılarımız” ardına kadar açıktı. Fakat şu anda, yaşama telaşemiz ve hırsımız bilinçaltımızda dururken, barışı sağlamak ne yazık ki pek de mümkün gözükmüyor. Fakat kanımca insanlar bilimi, özellikle psikanalizi anlamaya başladıkları zaman, umalım ki popülerleşsin, dünyayı daha barışçıl bir gelecek bekliyor diyebiliriz. Kaynakça Adam, Philips. (2015). Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü (Selin Siral, Çev) İstanbul. Huxley, Aldous. (2013). Algı Kapıları (Mehmet Fehri İmre, Çev.) Ankara. Çağrı BAYRAM YERALTINDAN BİR NOT İnsan ne kadar kendisi, ne kadar bir başkasıdır ki? İstekle baktığım aynalar ne kadar doğruyu söylüyor? O güzel söylemlerin üstündeki parlak örtüyü kaldırıp baktığımızda görünür gerçek. Herkesin bir bataklığı var, derin bir kuyu gibi. İçine girdi mi çıkamaz insan. Umutsuzluk gibi, ağlamak gibi, kahkaha atmak gibi... Burası benim bataklığım. İçinde milyonlarca ağıt var. Kafası karışmış bir cüceyim ben yahut üstün yetenekleri olan bir dev. Ben aslında çok da iyi biriyim. Dürüst, çalışkan, yetenekli... Bu kadar yeter, daha fazla yalan söylemeyeceğim. Yalancı, aksi, hırçın, tutarsız biriyim ben. Ben aslında ben değilim, kendi bataklığımda sürünen bir “böcek” gibi, benliğimin bir anlamı yok. Varlık ya da yokluk bu pis kokan malikânede aslında bunun da bir önemi yok. Bu dünyanın bütünüyle böyle bir yer olduğunu düşünüyorum işte. Karanlık, soğuk, rutubetli... Sislerin ve karmaşıklığın dünyası... Değişen ruh hâllerinin bir yansıması gölgeler. Gölgeler, bir var bir yok gibiler. Sevgiler bir var, bir yoklar. İnsanlar çoğu zaman yok, bazen gölgeleriyle buradalar. Evet, yanlış görmüyorsunuz, tüm bunları karşımda tüm hissizliğiyle duran kırmızı sandalyeye anlatıyorum. Onun nezdinde kalbime, akciğerlerime, yorgun gözkapaklarıma ve bıraksam kalkıp önce hızla bu şehirden, sonra da bu dünyadan koşacak olan bacaklarıma anlatıyorum. Benden ayrı hayalleri olan ruhumla aynı bedene hapsedilmiş gibiyim. Birbirimize muhtaç ve mecbur iki düşman gibi… Anlaşamıyor ve nefret ediyoruz birbirimizden. Bedenim ve ben… Bu sandalye de bizden nefret ediyor. Zaten biz de ona bayılmıyoruz. Yalnızlığımın doruklarında uçarken ben, iki kelamı dinletmeye zorladığım bir meta bu, düştüğünde kalkacak mecali bile yok. Onu adam yerine koyduğuma sevinmeyip bir de edalı bakışlarla küçümsüyor hikâyemi. Bak sen şu arsıza. Daha önce hiç böyle öfkelenmemiştim sanıyorum. Tek elimle itekleyip düşürüyorum onu yere. Artık bu sonsuz sözleri ona anlatmıyorum. Gerçi ben neyi anlatıyorum ki. Ya da kime anlatıyorum. Kendimi mi, kendim olmayışımı mı? Burası benim yeraltım işte. Bu oda, bu dört duvar, bu loş ışık. Burası da benim dünyam. İçeri girdiğimde ruhumun kapısını açıp serbest bırakıyorum onu. Kâh o lanet sandalyenin üzerine oturuyor, kâh yerdeki halı desenleriyle haşır neşir oluyor. Ruhum paramparça oluyor o an, öyle bir dağılıyor ki toplamak bazen günlerimi hatta haftalarımı alabiliyor. İşte toplayabildiğim kadarıyla yazıyorum size bunları. Zavallı bedenim, onu dağıtma imkânım yok. En fazla farklı şekillerde oturuyorum koltuğa. Tek değişiklikleri bu. Bense en çok ruhumun serbest olduğu zamanları seviyorum. Her şeyi düşünüyormuş gibi oluyorum o an ama hiçbir şey düşünmüyorum. Her şeyi söylüyor gibi yazıyorum ben. Sadece, sadece yazıyorum. Kelimeler de anlam veremiyor bazen benim bu ruh hastası hâllerime. Aslında beni bir tek fonda çalan akustik gitarın içli sesi anlıyor, o da yanlış anlıyor. Benim en duygulu olduğum yerde başlıyor hızlı ritimlerine, benim en sustuğum yerde konuşmaya kalkıyor. Ne münasebet deyip oturtuyorum onu da yerine. Bu bataklığın sahibi benim diyorum ona. Yalnızca ben söylemeli, yalnızca ben düşünmeli, yalnızca ben ağlamalıyım. Böyle de bencilim işte. Herkes olduğum kadar kendimim. Burası benim bataklığım. Burası benim karanlığım. Burada gündüzler soğuk ve parçalı bulutlu, geceler ise daha da soğuk ve kar yağışlı. Ben gündüzleri hiç sevmem. Kırmızı sandalye en çok gündüzleri sever. O yüzden onu daha da sevmem. Ben geceleri de sevmem. Mavi kalemim de geceleri sevmez, onu da en çok ondan severim. Tanıştırmayı unuttum galiba. Mavi kalemim, benim can yoldaşım. Sevdiğim tek dinleyicim odur. Hatta bu dünyada sevdiğim tek varlık da olabilir. Acı gerçek şu ki, bir gün o da bitecek ve ben yenisini almayıp yalnızca onun inzivasına çekileceğim. Acı çekmek de bir yaşama tarzı aslında. Hayata dolu tarafından bakmaktan daha da üstün bir tarz hem de. Daha dayanıklı oluyor başta insan. Daha kabullenebiliyor gerçekleri. Güneşli, parlak yaz günlerinde bile acı çekerim ben, çünkü bir yerlerde kardan adamlar eritiyor muhtemelen. Acılar büyütür insanı, bazen de küçücük yapıp buruşturup atar bir köşeye. Burası benim bataklığım, burası karmaşanın en yoğun olduğu masa. Bu kâğıt, defalarca buruşturulup atılanlardan sonra buruşturulmamasına karar verilmiş son kâğıt. Karşıdaki aynanın bir önemi yok. Görünen siluetin bir anlamı yok. Gündelik mevzular arasında kaybolup şuursuzca bağıran bir çocuk var zihnimde, yaşlı bir bilgeye kafa tutuyor. Bir çocuk ne kadar kafa tutabilirse o kadar tutuyor, bir bilge ne kadar çok şey bilirse o kadar biliyor. Mavi kalemim ne zaman biterse bu yazı o zaman bitiyor. Varoluş ve yok oluş arasına sıkışmış bir devim ben ya da yeraltımda kaybolmuş ve pis kokmaya mecbur kalmış bir cüce. Şimdi hızla uzaklaşmalı buradan. Ruhum daha da dağılmadan, bu koku benliğimi daha da sarmadan. Kaynakça Yeraltından Notlar. Dostoyevski, Fyodor Mihaloviç. Tiyatro. Nur Ecem Kulak 21502915 Flaşlar İçindeki Işıksız Ya ş am Yalnızca kendi devrinin değil, tüm zamanların idolü olmuştur Monroe. Ölümünün üzerinden geçen elli dört seneye rağmen, günümüzün yıldızlarından bile daha fazla söz ettirir adından. Yetimhanede yaşayan ufacık kız çocuğu Norma Jeane’den, tüm hafızalara adını kazıyan Marilyn Monroe’ya dönüşme hikâyesi beni her zaman çok etkilemiştir. İşte bu dünya yıldızının hikayesinin bilinmeyen tarafları gözler önüne seriliyor Marilyn Monroe, Notlar kitabında. ‘‘Tıpkı bir madalyon gibi, Marilyn’in de iki yüzü vardı. Işık saçan sarışının aydınlık yüzü ve eksiksiz bir hayatın özlemini çekip iş, arkadaşlıklar ve aşk ilişkilerinde daima hayal kırıklığına uğrayan, fazlasıyla FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $1mükemmeliyetçi bir insanın karanlık yüzü.’’ diyor Stanley Buchthal ve Bernard Comment kitapta. Kolay sayılamayacak bir hayatı vardı Norma’nın. Babasını hiç tanımayan ve yetimhanede büyüyen, sırf yetimhaneden kurtulmak için daha on altı yaşındayken âşık olmadığı bir adamla evlenen gencecik bir kızdı. ‘‘Onunla ilişkim, yalnız geçirdiğimiz ilk geceden beri güvensiz. Aslında başta onla asla kalmazdım ama klasik müziği sevmesi ve entellektüelliği beni etkiledi.’’ diyor Norma, daktiloyla yazdığı notlarında. Ne kadar değişik duygular içinde olduğunu anlamak çok güç. Hiç tanımadığı bir adamla evlenen 16 yaşında bir kıza göre kulağa çok olgun gelen notları, aptal sarışın etiketi yapıştırılmaya çalışılan bir kadından çok daha fazlası olduğunu kanıtlıyor bana. Eşi Marilyn’in boy boy fotoğraflarını görmeye dayanamayıp sürekli sinirlense de, ona boyun eğmeyip hedeflerinden vazgeçmemesi de ne kadar güçlü bir genç kadın olduğunun göstergesi. Onun yaşındaki, yetimhanede büyümüş, sevgi görmemiş ve sonunda bir adamın onu sevdiğini, kendisinin de onu sevebileceğini düşünen çoğu kadın böyle bir durumda pes ederdi sanırım. Niagara, Erkekler Sarışın Sever, Milyoner Avcıları filmleriyle iyice üne kavuştu Marilyn. Eşiyle de boşandı tabii. Filmleriyle birlikte parayı ve mücevherleri çok seven aptal sarışın etiketi iyice üzerine yapıştırılmaya çalışılıyordu. Kendisi bu durumu ‘‘Ben kimseyi kandırmadım. İnsanların kendilerini kandırmalarına izin verdim sadece. Kimse, gerçekte kim olduğumu, ne olduğumu öğrenmeye zahmet etmedi. Benim için bir karakter yarattılar. Onlara karşı çıkacak gücüm yoktu. Belli ki, olmadığım birini seviyorlardı.’’ sözleriyle açıklıyor aslında. Kimse onun gerçekte nasıl bir insan olduğunu merak etmemiş ve filmlerinde gördükleri sürekli gülücükler saçan kadın olarak tanımış. Aslında o hâlâ, ‘‘Marilyn nasıl yazılıyor onu bile bilmiyorum ben.’’ diyen ufak hüzünlü kız Norma’ydı. Ne kadar güçlü bir kadın olduğunu görsek de, sorunları kim bilir ne kadar çoktu ki Marilyn’i defalarca intihara sürüklemiş. O da diğer birçok insan gibi alkole ve sakinleştiricilere koşarak bulmuş kendince çözümünü. Pek uzun olmayan hayatı boyunca ruhsal problemler peşini bırakmamış. Bu kadar parası ve şöhreti olan bir kadının neden mutlu olamadığını anlamak güç olabilir uzaktan seyreden birçok kişi için. Şımarıklık olarak düşünürüz hepimiz. Ama bu kitapta Marilyn’in notlarını ve şiirlerini okuyunca, nasıl ve neden böyle bir mutsuzluk içinde olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Kalabalık içinde yalnızlığın ve kendisi gibi davranamamanın, hep mutluymuş gibi gözükmenin ne kadar zor olduğunu ve onu ne kadar yıprattığını kolayca görebiliyorsunuz. Sürekli ruhsal bunalımlar içinde olmasına rağmen bunu profesyonel yaşantısına yansıtmaması ve kariyerine yönelik motivasyonu Marilyn’in bana göre en takdire şayan özelliklerinden biri. Bunun yanında, zirveye çıkmasındaki diğer FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $2önemli unsurlar da sürekli güzel olmadığına dair paranoyası ve yaşlılık korkusuydu. Hepimiz kimi zaman güzel olmadığımızı düşünürüz ama Marilyn’inki öyle basit bir düşünceden ibaret değil, güzel olmadığını düşündüğü günler evden çıkmayacak kadar büyük bir takıntı. Herkesin onu seksilik, güzellik, zariflik, incelik sözcükleriyle bağdaştırdığını düşünürsek, bu çok da yersiz bir takıntı değil. Onun konumundaki herkes eğer güzel görünmezse imajının yerle bir olacağını düşünebilir. Üstelik insanların onun gerçekte kim olduğunu bile umursamadığını, sadece güzel ve seksi olması gerektiğini de varsayınca, bu aslında tamamen haklı ve onu zirveye taşıyan bir takıntı olmuş. Başarı, şan, şöhret hepimize uzaktan çok güzel gözükse de, Norma’nın hayatını daha derinlemesine öğrenince bunun ağır bedelleri de olduğunu çok yakından görmüş oldum. İstediği üne, hatta belki daha fazlasına kavuşmuş ama bu bedelleri yaşadığı ruhsal bunalımlarla ödemiş. Ufacık bir çocukken, bir anda tüm dünyanın arzuladığı, herkesin kendi kafasında yaratıp inandığı kadın hâline gelmeyi tabii ki kolay sindirememiş ve o da erken yaşta şöhrete kavuşan diğer birçok isim gibi hayatını sonlandırmış, bizi de hem karakterinden hem de kariyerinden öğrenebileceğimiz birçok şeyden mahrum bırakmış. Yıllar geçmesine rağmen hepimizin hayatını etkilemeye devam eden bir isim olduğunu düşünüyorum Marilyn’in. Herkesin bu hayattan kendine bir şeyler çıkarması dileklerimle… Kaynakça: Marilyn Monroe, Notlar, Artemis Yayınları, Ağustos 2014 FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $3 RABİA BIÇAK  21301651  16.10.2014  TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV  ASLI UÇAR  Kabus  Genç adamın duyduğu tek şey o tuhaf biplemeydi. Sahi nereden geliyordu bu tuhaf ses neden  kendinden başka kimse bu sesi duymuyormuş gibiydi. Duyuyorlarsa bile rahatsız olduklarına dair en ufak  bir tepki bile vermiyorlardı. Kimi zaman kesik kesik bazen ise tiz bir çığlığa dönüşen bu ses geceleri bile  etrafta yankılanmaya devam ediyordu. Başta etrafındakilerin sağır olduklarını düşündü ama sonra fark  etti ki en az kendisi kadar sağlıklı işitiyorlardı. Aslına bakarsanız duymadıkları sadece o tuhaf sesti.  Önceleri insanlara anlatmaya çalıştı genç adam ama tuhaf ve boş bakışlardı tek karşılaştığı. Bir gün  dayanamadı ve o sesi başkaları da duysun diye siren gibi gezinmeye başladı. İnsanların kendisini  anlamlarını istiyordu, bu sesin gerçek olduğunu. Belli ki onun etraftaki insanları bilinçlendirmeye  çalışmasından rahatsız olan o tuhaf beyaz üniformalılar onu susturmaya hatta uyutup bağlamaya, odalara  kapatmaya başladılar.  Evet o ses gerçekti o zaman ve kendinden başka kimsenin duymuyor olması ise muhtemelen genç  adamın zihin gücünden yahut başkalarında bulunmayan muhteşem yeteneklerinden kaynaklanıyor  olmalıydı. O hücrede kaldığı süre boyunca genç adam bu konu üzerinde kafa patlattı ve vardığı sonuç  kendinin ve etrafındaki insanların uzaylılar tarafından kaçırılmış olduklarıydı. İnsanlara giydirdikleri o tuhaf  elleri kolları bağlı giysiler de muhtemelen kendilerini incelerken insanlar zorluk çıkarmasın diye vardı.  Verdikleri yemekler ve ilaçlar da insanlar üzerinde deneyler yapabilmek için onları yaşayan zombilere  dönüştürmelerini sağlıyordu. Ama genç adamın üstün zekâsı bütün bunlara direnmiş ve o biplemelerin  aslında kendilerine mors alfabesiyle dünyadan mesaj gönderen bir kişiden olduğunu çözmüştü.  Kendilerini kurtarabilecek yegane kişinin ismini bir türlü hatırlayamasa da onu bir şekilde tanıyordu.  Hatta eline kalem verseler gülüşüne, kahkahasına, saçlarında yansıyan güneş ışınlarına, gamzesine kadar RABİA BIÇAK  21301651  16.10.2014  TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV  ASLI UÇAR  resmedebilirdi onu. Eğer görevleri bu kadar hayati olmasa ona aşık bile olabilirdi. Hep o ilaçlardan  olmalıydı adını hatırlayamaması. Biliyordu çok eskiden beri tanıyordu onu öyle ki içindeki eksik parçaları  bile sanki o tamamlıyordu. Fakat açıklayamadığı bir duygu uyanıyordu içinde ne zaman aklına ‘O’ gelse.  Sahi ne olmuştu da ayrılmışlar? O lanet beyaz üniformalı uzaylılar! Nasıl fark edememişti kaçırıldığını  bunca zamandır. Verdikleri ilaçları almamaya ve mümkün olan en kısa zamanda onunla bir yolunu bulup  irtibata geçmeye karar verdi. Ona bir şekilde ulaşacaktı ya da o kendisini bulacaktı, bundan emindi.  Aksi imkânsızdı, çünkü ona öyle çok bağlıydı ki bu bağ sayesinde mutlak olarak onun gönderdiğini  bildiği sinyalleri bir tek kendisi duyabiliyordu. Öyle kuvvetliydi ki bu bağ onun sayesinde hücrede kaldığı  gecelere ve bu hapishaneye katlanabiliyordu. Geceleri onunla kavuştuklarının hayalini kuruyordu hep onu  ilk gördüğünde nasıl davranmalıydı nasıl selam vermeliydi nasıl gülümsemeliydi. Resmî mi olmalı samimi  mi bir türlü karar veremiyordu. Her ne kadar birbirlerini yıllardır tanıdıklarından emin olsa da sonuçta  buradaki insanları kurtarmak onların göreviydi bu yüzden herkesin içinde koşup ona sarılması uygun  olmazdı ama sonrasında onunla doya doya hasret gidereceklerdi. Emindi genç delikanlı o da kendisini  düşünüyordu, arıyordu yoksa o sinyalleri neden göndersin. Tabii ya kesinlikle öyleydi.  Günler ilerledikçe delikanlı ilaçlarını almayı kesti ve zihninde ona dair görüntüler daha da netleşti.  Kendine dair kimi fotoğraflar da canlanmaya başladı. Bazen gece rüyalarında onu da kendini de  üniforma içinde görüyordu. Rüyalarından yola çıkarak delikanlı kendisin de onun da dünyanın istilasında  uzaylılara karşı savaşan takımda ortak çalıştıkları sonucunu çıkardı. Bir saldırı esnasında genç adam onun  kaçmasını sağlamış fakat kendisi esir düşmekten kurtulamamıştı. Ama buradan kurtulduklarında yeniden  beraber olacaklardı; sonsuza kadar. RABİA BIÇAK  21301651  16.10.2014  TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV  ASLI UÇAR  İlaçlarını almayı bıraktıktan bir ay kadar sonra genç adamın zihni artık çok berraktı. O onun  nişanlısıydı ve ikisi de istila karşıtı direnişte görevli subaylardı. Dünyanın istilasından hemen önce  nişanlanmışlar ama evliliği savaş sonrasına ertelemek durumunda kalmışlardı. Biplemeler de anılarla  beraber gün geçtikçe artarak devam etti. Genç adam bütün dikkatini seslerin şifrelerini çözmeye ve olası  bir kaçış yolu aramaya verdi. Zamanla ailesini, annesini, yaşadığı şehri, kardeşlerini, her şeyi hatırlamaya  başlamıştı. Bu arada dikkat çekmeden etrafta keşifler yapıyor ve uzay gemisinin yahut kendilerini  tuttukları gezegendeki hapishanenin açıklarını arıyordu. Bilinci geri geldikçe sahip olduğu duyuların da  keskinleşmeye başladığını hissetti. Her ne kadar uzay gemisi dünyaya benzer yapılmış olsa da beyaz  üniformalıların donukluğu ve etrafndaki insanların tuhaf hareketlerinden buranın dünya olmadığı  anlaşılıyordu. Genç adam haftalar boyunca uzaylıların rutinini ezberledi ve kendine titizlikle hazırlanmış bir  kaçış planı hazırladı. Tek problem kimlik okutularak açılan kapıydı, onu da beyaz önlüklülerden birinden  aşıracaktı. Sabahları herkes uyurken etrafı gezen yaşlı bir beyaz önlüklü vardı kendine hedef olarak onu  seçti ve ertesi sabah harekete geçmeye karar verdi.     Ertesi gün gün ağarmaya başladığında odaya giren beyaz önlüklü ama çıkan genç adamdı.  Heyecanlı ve hızlı adımlarla ilerleyen genç adam için ilk hedefi kolay olmuştu. Asıl problem kapıda  bekleyen iki iri beyaz önlüklüydü. Neyse ki birisinden horlama sesleri yükseliyor diğeri ise önündeki  ekrana dalmış oturuyordu. Genç adamın yaklaştığını fark etmediler bile, kilitli kapıyı geçen genç adamın  özgürlüğüne bir adım kalmıştı. Amacı ana kapıya ulaşıp uzay gemisinin yerini ona bildirmekti. Böylelikle  yardım getirebileceklerdi. Heyecanına yenik düşen genç adam hızla ana kapıya doğru ilerledi. Uzaylılar  onun kaçtığını fark etmiş olmalılardı ki arkasından ayak esleri ve bağrışmalar duymaya başladı. Son anda  üzerine atlayan iki uzaylıdan güçlükle kurtulan genç adam soluğu ana kapının dışında aldı. Bu uzay gemisi RABİA BIÇAK  21301651  16.10.2014  TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV  ASLI UÇAR  ne kadar gerçekçiydi böyle suni güneş gözlerini kamaştırıyor hatta sabah meltemini teninde hissediyordu.  Arkasından koşturan insanlara ve o tanıdık siren sesine aldırış etmeden koştu. Yüz metre ilerde büyük  bir kapı daha vardı. Kokpit mutlaka onun arkasından olmalıydı, evet evet mutlaka öyle olmalıydı.    Belki de o korna çalmasaydı o kamyon o sokaktan o anda geçmeyip o arabayla karşılaşmasaydı  o kornaya basmayacak ve genç adam o kapıya ulaşıp dünyayı kurtarabilecekti ve ‘O’na o eksik  yarısına, biriciğine kavuşacaktı. Oydu onun hayatının anlamı kurtuluş mücadelesindeki tutanağı her şeyi.  Onun gülümseyişiydi tek görmek istediği, o korna çaldı. genç adamın zihninde bu sefer çok değil sadece  altı ay öncesine dair anılar berraklaştı. Fakat genç adam hatırladıklarını kaldıramadı , yığılıp kaldı.  Uyandığında genç adamın tek hatırladığı şey o bip sesiydi yine.  Altı ay öncesi..  Gözlerinin rengi geldi bir an gözlerinin önüne, saçlarından yansıyan gün ışığı, sahi ne güzel  gülümserdi biricik sevgilisi. Bir an için o muhteşem gülüşü canlandırdı zihninde, istemsizce şu anda  dağılmış olan o yüzün gülümsemeye çalıştığında alacağı komik ve bir o kadar ürkütücü surat canlandı.  Genç adam dayanamadı patlattı kahkahayı. Ambulansın siren seslerine karışan kahkahayı dışarıdan  duyan kimse olmadı sadece genç adamın hemen yanında oturan ve sevgilisine tuhaf tüpler bağlayan  sağlık görevlisinin aklından genç adamın da bir sakinleştiriciye ihtiyacı olabileceği geçti. Ne de olsa daha  beş dakika öncesine kadar el ele dolaştığı kız şimdi önündeki sedyede darmadağın olmuş halde  yatıyordu. İkisinin de dikkatini dağıtan şey kesik kesik makinadan gelen biplemelerin tiz kulak  cırmalayan kesiksiz ve  henüz yirmilerinin başında olan bir canın artık yaşamadığını ilan eden o tuhaf ses  oldu. Ambulanstaki iki sağlık görevlisi genç kızı hayata döndürmek için her şeyi yapmalarına rağmen  genç kızın kalbi bir daha ne sevgilisi için ne de bir başkası için atmamak üzere durmuştu. Araç hastaneye RABİA BIÇAK  21301651  16.10.2014  TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV  ASLI UÇAR  ulaştığında ambulans görevlilerine bir ceset ve saniyeler içinde etrafındaki hiçbir şeye tepki veremez  duruma gelmiş o tiz bip sesini tekrarlayan genç adamı teslim ettiler. Genç adamın hayatı boyunca sürecek  olan kabusu henüz yeni başlıyordu... Vitrinlerdeki Tanıtım Şimdiki dünyamızda neredeyse en önemli şey hâline geldi “vitrinde olmak”. Tamamen tanıtım üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladık. Bunun nedeni de teknoloji dünyasının hayatımızda ve kültürümüzde yaptığı etkiler ve değişiklikler. Hâlbuki önceleri herhangi bir şeyini övmek bile hoş görülmezdi. Şimdi ise yaptığı iş ne olursa olsun tanıtmaya değer mi diye düşünmeden her şeyi ön plana çıkarmaya çalışanlar da az değil. Teknoloji sayesinde insanların daha fazla gezmeye ve veya araştırmaya imkânı oluyor. Ben de sürekli ilginç yerleri araştırmaya çalışıyorum tatillerimde nereye gidebilirim, nerede daha keyifli vakit geçirebilirim diye. Hatta araştırmasam bile ister istemez gözüme takılan televizyondaki farklı yöreleri tanıtan programlar bana araştırmalarımdan daha fazla yeni bilgi sunuyor. Başlarda bu programlara iyi nazarla bakmıyordum ve “bunları yapanların hiç mi işi gücü yok daha yararlı bir şeylerle uğraşsalar” diye düşünüyordum. Fakat daha sonra sıkıntıdan oturup programın tamamını izlediğimde gerçekten öğretici ve merak uyandırıcı olduğunun farkına vardım. Bu programlar genelde canlı olduğu için bende bıraktıkları etkiler de fazla oluyor. İçimde buralara gitmek için uyanan istek her yeni tanıtılan yerde, tanıtıcının yürekten sunduğu ve oranın halkıyla içli dışlı olduğunu gördüğümde daha da artıyor. Hem bu vitrine çıkarılan saklı yerleri kendilerini popüler dünyadan muhafaza edebilmiş olmalarından dolayı hem de buraları bulup ortaya çıkaranları tebrik ediyorum. Bazen de farklı programlarda çok öncelerden kalma eski ögeleri bulup, kazıp tanıtıyorlar. Onlar da çok ilginç oluyor. Mesela eski zamandaki kaşık yapısıyla şimdiki farklı özelliklere sahip. Öncekilerin çukuru daha küçük, daha az yemek alabiliyorsun ve tahtadan yapılmış. Ayrıca insanlar bu kaşıkları yanında taşıyormuş. Bir yere davet edildiğinde ise kaşığın hazır, yanı başında! Aslında tanıtılan sadece maddi şeyler değil. Herkesin kültürü, inancı kendine göre en doğrusudur ve ona hak ettiğini düşündüğü değeri veriyor insanlar. Tanıtımcılar vitrine çıkarılan yerlerdeki yaşayışlara, aile ilişkilerine, toplumsal düzene de yer veriyorlar araştırdıkları ve tanıttıkları yerler hakkında. O zamana baktığında onlar en doğrusu öyle diye düşünmüş ve ona göre kurmuş ve yaşamış. Böyle bilgileri öğreten vitrincilere, tanıtımcılara artık teşekkür eder oldum. Her yeni gün ufkumu genişlettikleri ve başka dünyadan olanlara karşı önyargımı kırdıkları için… Her yapılanın ve yaşayışın bir sebebi olduğunu ve rastgele olmadığını öğrettikleri için… Belki de vitrine çıkarılması gereken en önemli şeyin fikirlerimiz olduğunu anladım tanıtımlar sayesinde. Her insanın ayrı bir dünya olduğunu ve kafalarda nice fikirler olduğunu gördüm tanıtım sayesinde. Aklımın ucundan bile geçmeyen konularda yenilikçi, üzerinde hariçten bir çizik bile olmayan pırlanta gibi fikirlerin vitrine konulmasıyla karşılaştım bazı zamanlarda… Aslında bu “vitrine çıkarma” işi toplumu maddi ve manevi etkiledi. Tanıtılan yerlerdeki insanların kendine olan güveni arttı ve değerli olduğunu hissetti. Yaşadığı mekânın, yetiştirdiklerinin ve kullandığı eşyaların asıl kıymetine anladı. Bu değerin bir parçası olduğunu bilip ona göre devam ettirdi yaşamını. Şimdiki toplumda köylüye karşı bakış yavaş yavaş değişmekte. Artık “nerede yaşıyorsun” sorusuna gururla “köyümde” cevabını veren insanlar görür olduk. İnsanlar artık teknoloji çılgınlığından bunalıp gerçekten oksijen almaya, köy kokusu solumaya ihtiyaç duyar oldu. Ben de öyleyim. Her yıl gittiğim ve genellikle bir hafta kaldığım köyüme gitmeyi iple çekiyorum. Çocukluk zamanlarımda öyle değildi ama… Çünkü orda televizyon, bilgisayar veya bisikletim yoktu. Lakin şimdi anladım neyin ne olduğunu, neye değer vermem gerektiğini ve telafisini yapmaya çalışıyorum gittiğim o haftanın her gününü dolu dolu yaşayarak… Gerekirse uykusuz kalıp fakat boş zaman geçirmeyerek… İnsanların genel olarak hoşlanmadığı birileri de vardır bu tanıtım işinde. Şüphesiz benim de hoşlanmadığım… Bunlar da şüphesiz ya kendi reklamını yapmaya çalışanlar veya faydalı bir iş yapmadığı halde bunu dünyanın en önemli işi gibi göstermeye çalışanlar. Çoğu kişinin yaptığı gibi ya bu kişileri geçiştiriyorum yahut ciddiye bile almıyorum. Lafları bir kulağımdan girip öbüründen çıkıyor. Çünkü vitrine çıkarma olayını yanlış anlamışlar ve bunun farkında bile değiller. Bana düşen ise her zamanki gibi her şeyin “iyisine” bakmak. Bu şekilde tanıtımın faydalı bir şey olduğu kanaatine varabilirim. İstesek de istemesek de bunlarla yaşar olduk. Umarım ileriki zamanlarda insanlar vitrinde olmanın kötü tarafını göstermezler… İsmail Nurullah Mutlu Kaynakça: Mustafa Kutlu. Vitrinde Olmak. 1. Baskı. Dergah Yayınları. 2015. Nazlıcan Aktürk MALEFİZ Çocukluğumuz bizi bu diyardan alıp, çok farklı hayal dünyalarına taşıyan, büyüklerimizden dinlediğimiz ve okuduğumuz masallarla geçmiştir çoğunlukla. Bu masallarda iyiler hep kötülere karşı savaşır ve istisnasız bu savaşın galibi olurlar. Bilinen klasik masallarda olaylar daima iyilerin etrafında döner. Dolayısıyla masallardaki kahramanlar hep iyilerdir. Kimse, masallardaki kötülerin geçmiş yaşamının nasıl olduğunu merak etmez ve yaptığı büyük zalimliklerin asıl nedenini sorgulamaz. Çünkü bilinçaltımız kötüleri her zaman, koşulsuzca kötü olarak algılar ve onları savunacak bir taraf bulmak için uğraşmaz. Sanki masallardaki kötü karakterler kötü olarak doğmuş ve o şekilde büyümüşlerdir ve tek amaçları dünyayı, kıskançlık, fesatlık ve bencillik gibi kötü duygular besleyerek, iyilerin başına yıkmaktır. Günümüzde, gerçek dünya ile masallar arasında hiçbir ilişki bulunmamaktadır. Aslında bizler bilinçaltımızda bunun ayrımına vardığımız için masallardaki karakterlerin yaptıklarını sorgulamıyoruz. Peki eğer bir senaryo yazarı bunu düşünür de, dünya klasiği olan bir masalı bir de masaldaki kötü karakterin açısından ele alıp incelerse ve bunu beyaz perdeye aktarırsa ortaya nasıl bir sonuç çıkar? İki gün önce seyrettiğim Maleficent (Malefiz) filmi klasik "Uyuyan Güzel" masalının günümüze daha çok yaklaştırılmış hali. Gerçek dünyayla, filmde anlatılan masal arasında bu kadar büyük benzerlik olmasının nedeni hayattaki renklerin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığından kaynaklanıyor sanırım. Çünkü bu film bize iyilerin zaman içinde, yaşadığı olayların etkisiyle bir zalime dönüşebildiğini, bir zalimin aynı zamanda bir kahraman olabileceğini, aşkın bir erkek ve bir kadın arasında sınırlı tutulmasının zorunlu olmadığını gösteriyor. Yani tamamıyla insanların genel bakış açısını değiştirebilecek ögeler barındıran, çarpıcı bir yapım. Filmin adından da anlaşılacağı üzere," Malefiz " Uyuyan Güzel masalında, prensesi sonsuz uyku büyüsüyle lanetleyen kötü perinin adı. Film Malefiz ' in yaptığı bu acımasız büyünün nedenini, geçmişte prensesin babası tarafından kandırılıp, çok büyük bir kötülüğe maruz bırakılmasının ardından öfkesine yenik düşerek yaptığı sonucuna bağlıyor. Yani klasik Uyuyan Güzel masalından farklı olarak, bu büyüyü, sebepsiz yere yapmıyor. Filmin gerçek hayatla olan bağlantısı verdiği mesajlar yönüyle çok kuvvetli, fakat bu film, bir masaldan uyarlanması nedeniyle içinde sihir ve büyü gibi olağanüstü ögeler de barındırıyor aynı zamanda. Bu yüzden diyebiliriz ki, film, aynı zamanda görselliğiyle de son derece dikkat çekici bir yapım olma özelliğine sahip. Filmdeki oyunculuklar da filmin genel anlamda başarılı bulunmasında önemli bir paya sahip. Özellikle Angelina Jolie' nin filmdeki performansı muazzam. " Malefiz " tipini o kadar başarılı bir şekilde canlandırmıştır ki, film boyunca kendimi onun yerine koydum ve "Malefiz" tipinin yaşadığı heyecanları, mutlulukları, üzüntüleri ve kimi zaman da hayal kırıklıklarını adeta onunla birlikte yaşadım. Hatta rahatlıkla söyleyebilirim ki, Angelina Jolie, neredeyse filmi tek başına götürüyor. Filmde " Uyuyan Güzel " tipini canlandıran yeni nesil oyunculardan, Elle Fanning' in performansı Angelina Jolie' nin yanında yetersiz kalıyor ne yazık ki... Uyuyan güzelimiz Aurora' nın kral babasını canlandıran Sharlto Copley' in oyunculuğu da oldukça başarılı. Başta Malefiz' in biricik aşkı olan, daha sonra kral olabilmek için çocukluk aşkı Malefiz' i feda eden kral, bize iyi bir insanın hırslarına yenik düşerek zamanla ne kadar zalimleşebileceğini de gösteriyor aynı zamanda. Film hakkında son olarak söylemek istediğim, görselliğiyle ve verdiği mesajlarla birlikte son dönemlerde izlediğim en etkileyici filmlerden birisi olduğu ve yeni jenerasyona, hayatın renklerinin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığı mesajını vermesi ve onlara daha gerçekçi bir bakış açısı kazandırması yönüyle kesinlikle izlenilmesi gereken bir yapım olduğu... KAYNAKÇA: Maleficent. Dir. Robert Stroomberg. Perf. Angelina Jolie, Elle Fanning. IMDb. IMDb.com, n.d. Web. 25 Nov. 2014. Bir Uçurtmanız Olsun Büyülü gerçekçilik beni her zaman etkileyen bir akım olmuştur, Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık eseri, Mihail Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve şimdi de Kaan Murat Yanık’tan Uçurtma Mevsimi. Kitabın içeriğinden bahsetmeyeceğim, çünkü hiçbirimizin düşünceleri, algıları aynı olmadığı için herkesin alacağı tat farklı olur. Basit cümlelerle anlatmak gerekirse, modern dilde yazılmış bir masal denilebilir. Eser yaşamla ilgili çok fazla şey sunuyor, ama aynı zamanda anlatımı düşsel öğelerle süslemiş. Beni hiç olmadığım bir dünyaya götürüp aslında çok tanıdık olduğum duygularla yüzleştirdi. Düşsel gerçeklik ile ilgili bir şeyler okuyunca aklıma aşktan daha düşsel gerçekçi bir duygu gelmedi. Hayatta her zaman iyi şeylerin olmadığını gösteren gerçekçi anlatımıyla içinde bulunduğumuz toplumsal sistemi de sorgulattı bana. Fakat bu eleştirel bakış açısı aşk teması kadar yoğun değil. Aşkın odak noktası haline getirip anlatmaktansa, yaşamın gerçekliğinin arkasında tutmayı tercih etmesi çok etkileyici ve düşündürücüydü. Aşka farklı bir bakış açısından, başka bir boyuttan bakmamı sağladı. Aşk hep arka planda bir figüran gibi kalmaya devam ederken hızla yaşanan, tüketilen hayatlarımızı yansıttığını düşündüm. Hem tarihi figürlerin öne çıktığı hem de popüler kültürde birçoğumuzun tanık olduğu hızlı yaşayıp çabuk tüketen toplumun sonucu olan yalnızlık var. Özellikle büyük şehirlerde aslında herkesin deneyimlediği ya da gözlemlediği bir şey metropol yalnızlığı. İnsanların hırslarının kurbanı olduğu, elde etme ve yükselme savaşı içinde barış ve fedâkarlığı unuttuğu bugünlerde yalnızlaşma çok da şaşılacak bir durum değil. Modern zaman, aşkı kendi kalıbına uydurmaya çalışarak modernize etmeye çalıştıkça yapay bir şeye dönüştü aşk. Kendi doğallığından ve saflığından uzak, kapitalizm ve metropol yaşamı ile sınanan bir kavram şu an. Hâlbuki, masallarda ve öykülerde, hatta annelerimizin ve babalarımızın anılarında ne kadar da büyülü gelirdi bize. “Babama âşık mıydın?” sorusunu hiç sormamış küçük bir kız yoktur herhalde. Bizi büyüleyen bu hikâyelerden sonra geldiğimiz nokta “Adını koymayalım” cümlesinin sponsor olduğu ikili ilişkiler. Durum böyle olunca aşk tabii ki arka fonda kalır, çünkü hissetmenin ve hislerimizi olduğu gibi göstermenin gurursuz ve gereksiz bir davranış olarak karşılandığı bu toplumda aşkın temel bir öge gibi görünmesi saçma olurdu. Biraz keskin ve genelleme yaparak eleştiriyor olabilirim modern çağ ve metropol aşklarını, ama benim çevremde gördüğüm ilişkiler bu şekilde. Strateji yaparak ve hesaplar üstüne ilişki kurmak bile daha iyi bence bu durumda, çünkü en azından ortada bir çaba var. Diğer türlüsü “İstemem yan cebime koy” gibi geliyor bana. Aşkı eskilerdeki gibi hayatının merkezine koyup fedâkar olmak mı, yoksa herkes kendi hayat koşuşturmacasındayken arka fonda tutması mı daha çok mutlu ediyordur, bilemiyorum. Ama ne kadar modernleşsek de, bu modernizmin mekanikleşmeye doğru gitmesinden korkuyorum. Düşler, hayaller ve masallar bize sevginin, barışın, mutluluğun varlığını hatırlatıyor. Teknolojiyle beraber sanal ortama taşıdığımız ilişkilerimizin geleceği için bu düşsel anlara ihtiyacımız var. Gerçekliğin içinde, dört mevsimin arasında yorgun düşmüşken herkesin ihtiyacı olan aslında bir uçurtma mevsimidir. Düşlerimiz için oturup nefes aldığımız huzurlu bir an, masallara inanmak için küçük bir mola. Belki de günümüz dünyasında masallar eskisi kadar büyülemiyordur bizi, gerçekçiliğin ve hırsların peşinde koşturup dururken hayal kurmayı, düşlere inanmayı unutuyoruz. Mücadele, koşuşturma, yarışlarla dolu hayatın arasında mola verip bir uçurtma uçurmayı unutmamak dileğiyle. Kaynakça Yanık, Kaan Murat. “Uçurtma Mevsimi”. İstanbul: Kapı Yayınları: 2015 Ayrıksı ve Bütün Halk ve aydınlar. Gösterilmiş nice çabalara rağmen oldum olası hep kopuk olmuşlar birbirlerinden. Öyle ayrışmışlar ki yaşadıkları ülkelerden başka ortak özellikleri kalmamış. Hayattan beklentileri, zevkleri ve hatta konuştukları dil bile o kadar farklılaşmış ki, birbirleriyle iletişemez hale gelmişler. Bu çok iddialı bir genelleme gibi dursa da, ne yazık ki gerçeklik payı oldukça yüksek. Dünyaya bakış açımız, durumu önlenemez bir şekilde bu hale sokuyor. Birbirimizi gerçekten anlayamıyoruz, dolayısıyla da diğer grup üzerinde etkimiz yok denecek kadar az. Çift yönlü olarak da böyle bu. Görünmez duvarlarla ayrılıyor gibiyiz. Farklılıkların bulunması elbette ki kaçınılmaz ama bu tam bir kopuş olması gerektiği anlamına kesinlikle gelmiyor. Aynı ortamda yaşayıp bu kadar ayrık olmamız bir eşikten sonra sıkıntılı da olacaktır. Birbirleriyle konuşamayan insanlar birlikte ilerleyemezler ne de olsa. Aydın olmanın getirdiği sorumluluklardan biri ve belki de en önemlisi, genel vaziyetle çelişse de, halkın gelişimi ve ilerlemesi için itici güç olmak. Aydınlar bu bağlamda, kendilerini halktan soyutlamak, ayrıksı oluşlarını ön plana çıkarmak yerine tam tersine davetkar olmalılar bence. Kendi benimsedikleri farklı bakış açılarını “gelişmişliklerini” gösteren bir silah olarak kullanmak yerine, bu renkliliğin halka da bulaşmasını sağlayacak bir dili, bir duruşu benimsemeliler. Dediğim şeyler günümüz durumuyla kıyaslanınca hayal gibi duruyor olabilir ama neden gerçekleşemesinler ki? Bir şeylerin değişmesi için bir yerden başlanması lazım. Olması gerektiğini düşündüğüm şey, aydınla sıradan insanı ayıran kalın çizginin bir anda ortadan yok olması değil, bu zaten imkansız olurdu. Gereken şey, bu çizginin suluboyayla yeni boyanmış gibi, yumuşak bir şekilde iki tarafı da içine alacak şekilde yayılması, genişlemesi. Koyu renkli duvarımsı karakterini de kaybederek renklenmesi ve iki tarafın arasında iletişimi ve etkileşimi yeniden mümkün kılması. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda halkbilim ve halkbilimciler diğer aydın kesimlere kıyasla çok ilginç bir noktada kalıyorlar. Ne de olsa, aydınlar olarak ayrıştıkları toplumu gözlemliyorlar. Bu kopukluğu yok edercesine, çok ciddi başarılar elde ettikleri de bir gerçek. İçinde bulundukları durumu bir avantaja çevirerek objektif bir dış gözlemci olarak dışardan bakabilmişler büyük topluluklara. Kalan zamanlarda da bu uzaklığı kırıp birbirlerine ulaşmayı, birbirlerini anlamayı başarmışlar. John Berger, kendisiyle yapılan bir söyleşide, göçmen işçileri incelediği kitabı Yedinci Adam’ı, yıllar sonra İstanbul’da bir gecekondunun kitaplığında gördüğünde hissettiği duyguları şöyle anlatıyor: “Yedinci Adam’ı o kitap rafında görmek köşeyazarlarının, edebiyat eleştirmenlerinin övgülerinden çok daha değerliydi benim için. (…) Duygulandırıcı olan şey, o kitabın, anlattığı insanlar tarafından bilinmesi, kabul görmesiydi. Çıktığı eve geri dönen bir kitaptı.” (15) Yukarıdaki örnek de Berger’in deyişiyle uzatılacak elin kimi zaman tutulacağının bir göstergesi. Bu da demek oluyor ki, bu iki grubun etkileşimde bulunması, birbirlerinden bir şeyler öğrenmesi ve birbirine katkıda bulunması pekala mümkün. Bunu tüm aydınlara genellemek de bence mümkün. Farklılıktan ve uzaklıktan güç alarak arada bağlar kurulması şart. İki grubun da kendi mekanizmalarını kurup birbirlerinden soyutlanmalarındansa, bazı şeyler ortak kılınabilmeli. Berger’i bu kadar mutlu eden de tam olarak bu ortaklığın sağlanabilmiş olması. Birbirini dışlayan ve sürekli çatışma içinde olan iki topluluk yerine, birbirine daha sıcak bakan, birbirine bir şeyler katan, birbirinden öğrenen ve birbirinden destek alan iki topluluk olabilmek mümkün. İçinde yaşadığımız çağda, sağlıklı ve güçlü bir toplum olabilmemizin formülü de bu bence. Ufuk Usubütün Kaynakça: Berger, John ve Yücel Göktürk. İstanbul’dan Gelen Telefon. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. Akın Cem Tokgöz Karanlıkta Yaşayanlar Bugün neler yapacaksınız? Sabah erkenden sıcak yatağınızdan çıkacak, kahvaltı yapmaya vakit bulamadan kendinizi dışarı atmaya çalışacaksınız. Hepimizin bir koşturması var sonuçta öyle değil mi? Kimimiz işine, kimimiz dersine geç kalıyor. Öyle sağda solda kaybedecek hiç mi hiç vaktimiz yok. Bazılarımız şanslı. Mesela arabasına binip vakitsiz yağmurdan kaçabilirken bir diğerinin otobüsü nasıl kaçırdığına gülebiliyor. Eninde sonunda ulaşıyoruz ama gitmemiz gereken yere. Sonra? Mesai bitince aynı tempoyla evin yolunu tutuyoruz. Evde de bizi bekleyen ağır bir tempo var çünkü. Günün sonunda yatağa girip de kafanızı yastığınıza koyduğunuz an başlıyorsunuz düşünmeye… Ne kadar da yorulmuşsunuz? Güzel bir uyku çekmeli, yarın sabah sizi bekleyen bütün sorunlara hazır olmalısınız. Bütün bu temponun içinde gözünüze çarpan, kulağınıza çalınan bir tuhaflık yok mu? Bugünlerde her şey çok kolay bizler için ama sizin bunları zaten bildiğinizi, başınızda tonla sorun varken kolaylıklar hakkında zamazingolar dinlemek istemediğinizi tahmin edebiliyorum. Merak etmeyin bu sefer sizden bahsetmeyeceğiz. Karanlıkta yaşayanlardan, gölgelere saklananlardan, çoğu günler farkına varmadıklarımızdan bahsedeceğiz. Paris ve Londra’dan, parasızlıktan, George Orwell’in gözümüze soktuğu ama bizim inatla görmek istemediğimiz hayatlardan, üç kuruşun hesabını yapanlardan… Kendi hayatlarımızla o kadar meşgulüz ki çoğu zaman etrafımızda olup bitenden bihaber yaşıyoruz. Vakit bulamıyoruz, dikkat edemiyoruz, bazen ise geçiştiriyoruz. Çünkü geçiştirmek kolay, arkamızı dönüp yürümek hatta vakit kaybetmeden oradan hızlıca uzaklaşmak daha da kolay. Hızlı yaşamaya o kadar çok alışmışız ki atacağımız her adımın hesabını yapar olmuşuz. Bencil olmayı yaşam biçimi kabul etmişiz. Fakirliğe, açlığa, hastalığa tahammül edemez, zorbalığa boyun eğer olmuşuz. Fedakârlıkları, iyilikleri unutmuşuz. Bencillik dedim ya aslında kendi kendimize yaşamaya fazla alışmışız. Bizden başkasının varlığını kabullenmek zor gelir olmuş bugünlerde. Evet, fazlasıyla suçlu fazlasıyla haksızız. “Paris ve Londra’da Beş Parasız”ı okuduktan sonra anladım ne kadar acımasız yaşıyormuşuz meğer. Bizler, kendimizden başkasına vakit ayıramayanlar olarak ve güçsüzlere her geçen gün daha da çok darbe vuranlar olarak suçluyuz. Suçlama konusunda üstüme yok şimdiye kadar. Hani nerde çözümün diyebilirsiniz. Çok da hak veririm size. Zamansız yaşıyoruz derken oldukça ciddiydim. Çünkü ben de vakti olmayanlardanım. Farkındalık yaratmaya çalışırken farkına varamayanlardan, kendi yarattığım karmaşanın içinde yolunu bulamayanlardan, kendinden başkasına yardım edemeyenlerden… Paris’in sokaklarında fink atma şerefine erişenlerdenim ben de. Karanlıkta yaşayanları görmeden, göremeden, oldukça büyük bir bencillik ve dikkatsizlikle o dar sokakları yavaş yavaş yürüyerek yarattım zamansızlığımı ben. Şimdi kalkmış diğer bütün bencillere kafa tutuyorum. Farkındalık mı bu şimdi? Acı dolu bir kitap bu bahsettiğim ya da bahsetmeye çalıştığım. Acısından çok verdiği vicdan azabı beni en çok bunaltan. Tıpkı buradaki sözcüklerin sizleri bunaltması gibi. Ama işte farkındalık. O insanların açlık ve sefalet karşısında sanki hayata inat, azimle yaşamaya çalışmalarını görmek içimi parçalamaktan başka neye yaradı diye soruyorum kendime. Kitap 1933’de yazıldı belki ama bugün hâlâ kitaptaki o insanların yerini tutan başkaları var. Aynı zorbalığı sürdürenler, aynı hikâyeden şikâyet edenler var. Onlar var olmasına varlar belki ama o günden bugüne fedakârlık adına büyük adımlar atamadık işte bizler de. Kimseyi kurtaramadık, kurtarılamadık ama hep de bekledik. O birinin sesimizi duyup da bir anda belirmesini, yoktan var olmasını. Beklemekle de yetindik. Aradan geçen onca zamana rağmen bugün hâlâ bekliyoruz. Bahanelerimizin bir gün bitip de başkalarının dertlerine ortak olduğumuz o geleceğin gelmesini… Karmaşık Duygular ve Naçizane Farklı Gözlemler ile Sonbahar Sonbahar; herkes için karmaşık duygular taşıyan bir mevsim! Adına şarkılar ve şiirler yazılan mevsim. Sonra bunları ticarete döken insanlar... Düğünlerin patlama yaptığı mevsim. Malum kış geliyor ve ‘’canlı sobalar’’ lazım. Romantizmin hat safada olduğu aylar. Bununla beraber sevgiliye alınan hediyeler, sevgilinin olmayışı durumunda arayış içine giren insanlar, sonbahar depresyonları, melankolik haller, bunalımlar, hüzünler... Canlı doğanın yavaş yavaş bir şekilde içine büründüğü zamanlar. Diğer taraftan sebze ve meyvenin en bol ve en çeşitli olduğu zamanlar. Annelerin kışlık pazar koşuşturmaları. Malum karda kışta sıcak tarhana çorbası ve turşu olmazsa olmazlardandır. Kışlık elbiselerin gardroplardan çıkma zamanı. Okullar açılır, alışveriş telaşı ve eksiklikleri tamamlama günleri. Bütçeleri zorlayan, telaşın hep üst seviyede olduğu günler. Günlerin kısalıp gecelerin uzadığı zamanlar, yağmurlar, kışın ayak sesleri ve daha nice karmaşık duygular... Bütün bu karmaşanın içerisinde yaşadığımız duyguları nasıl özetleyebiliriz ki? Saf bir sosyolojik deney yaptım ve bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Karşılaştığım birkaç kişiye şu soruyu sordum: ‘’Sonbahar denilince aklınıza gelen ilk üç kelime nedir? ’’ İnanın çok ilginç, sıradışı ve bir o kadar gerçekçi yorumlar geldi. Ama insanlar hangi duyguları yaşıyor diyecek olursanız, gerçekten kafam çok karıştı. Herkes farklı, herkes orijinal fikirli. Hatta çok zıt denilebilecek bakış açıları olanlar da var. Hüzün, özlem, korku, bıkkınlık, isyan, telaş, öfke... Tüm bu duygular insanların paylaştıkları yorumlar arasında. Üstüne bazen kontrolsüz duygu geçişleri de mevcut... Nasıl mı? Sabah saatlerinde sorduğum soruya verilen cevaplar; genellikle karamsarlık, hüzün ve endişe doluydu. Kuruyan yapraklar, yaprakların dökümü, soğuk, yağmur, kışlık elbiseler, kahverengi tonları, üşüyen insanlar, telaşlı koşuşturmalar ve buna benzer haller. Öğle saatlerinde tok karınla alınan cevaplar biraz farklı. Duygular çoğunlukla hüzün, özlem, biraz sevinç, günlük monoton haller, nostalji içerikli bol sözler... Yine doğal gaz fatuları, kışlık yiyecek ve elbiseler, gardrop değişimleri, okul masrafları, bahçe hasatları, telaşlar... Akşam saatlerinde ise yoğun bir melankoli, nostalji, romantizm, öfke ve telaş. Bunlar genellikle yoğun olarak dile getirilen duygular. Verilen cevaplar, sorulduğu zamana göre farklılık gösterdi, maddi duruma göre sınıflandırıldı, yaşa göre çeşitli cevaplar verildi. Örneğin: sabah sorulan soruya (sonbaharı üç kelime ile tarif edin) ; neredeyse herkes dökülen yaprak dedi, hüzünlü haller var diye. Fakat sokakları süpüren çalışan arkadaşlar ‘’ Bu bizim işimiz, bıktık artık bu yapraklardan. Soğuk havada sabahın köründe topladıktan sonra öğlen saatlerinde de aynı! Ama çok şükür, bir işimiz var... ‘’ Duygu geçişleri, karmaşası hepsi bir arada. Öğlen saatlerinde pazara giden teyzeler: Her şey ne kadar bol, çeşit çeşit sebze ve meyveleri karıştırıp şükrederken diğerleri de pahalılıktan, sıkış tokuştan, kalitesizlikten bahsedebiliyor. Birileri sevinç ve telaşla alabildiklerine saldırırken mahcup bir şekilde tadımlık isteyenler de var. Akşam olup insanlar evlerine gittikleri zaman, hele bir de karınlarını doyurduktan sonra verilen cevaplar benzer: Ne kadar güzel renkli yapraklar, uzaklara dalmışcasına camdan bakarak söylenen sözler. Yarın daha farklı kıyafetler giyebileyim diye telaşlar, bugün de karnımız doydu şükürler. (Sanki sabah üşüyüp isyan eden onlar değilmiş gibi) Bu kadar mevsimsel duygu yoğunluğu; tıbbi, hormonal, psikolojik veya felsefi açılardan incelenebir muhakkak, ama muazzam olan aynı kişide birkaç duyguyu aynı anda yaşayabilmek... Sonbahar tartışmasız bir şekilde duyguların tavan yaptığı mevsimdir. Seversiniz ya da nefret edersiniz, hepsi boşuna. Süregelen bir doğa olayını kabullenmek zorunda herkes. Eğer üşüyen kuşları ve hayvanları görüp üzülebiliyorsan, yeni mahsul üzümden nasıl bir şarap olacak diye merak ediyorsan, özlemle yazı anıp tekrar geleceğini biliyorsan... Gayet normal, sağlıklı ve duyarlı bir insansın demektir. İnsanı insan yapanda zaten yaşadığı duygulardır. Bana ve eyleme gelince: Sonbahar babam için masraf ayları, zaruri mesailer yapma zamanı. Telaş, yorgunluk, zorunluluk ama ben ve kardeşimle ise gurur duyma zamanı. Annem için okulda öğretim yılı başlama stresi, ev işlerinin de yorgunluk ve bıkkınlık mevsimi. Benim için ise... O da bana kalsın... Ferhat Mutlu 21600806 İFLAH OLMAZ KARAMSARLIĞIM Karamsarlık üzerine bir yazı yazıp yazmamak konusunda uzun bir süre tereddütte kaldım. Neden mi? Zihnimdeki karamsarlık kavramı alışılagelmiş olandan biraz farklı. Bu kelimenin yarattığı çağrışımları tam olarak yansıtabilir miyim emin olamadım. Lakin “Dülger Balığının Ölümü” beni cesaretlendirdi. Sait Faik’in öyküleri hep böyle değil mi zaten? Sizi önce bambaşka bir hayal dünyasına götürerek, tüm duyularınızla bu hayal dünyasını hissetmenizi sağlar, ardından beklenmedik bir gerçekle baş başa bırakır. Hayallerden arınmış salt bir gerçeklik kalır ellerinizde. Satırlar ilerler, öykü biter. Zihninizdeki çağrışımlar ve bu çağrışımların yarattığı sorular bitmez. Cevapları bulmak da yetmez. Zaten Sait Faik’in sizden bulmanızı istediği cevapları bulmuşsunuzdur. Cevapların amacı sizi düşündürmektir. Sait Faik, muhakkak bir şeyleri sorgulamanızı istiyordur. Amacı sizin rahatınızı bozmaktır. Arkanızı döndüğünüz, görmezden geldiğiniz ama kanlı canlı bir şekilde orada duran gerçeklere dokunmanızı, varlığını tüm benliğinizle hissetmenizi ister. Eğer başarılı olursa vay hâlinize. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz sizin için. Zihniniz siz fark etmeden bazı kavramları öyküyle içselleştirir ve unutulmaması gerekenler köşesine bir güzel yerleştirir. Zihnim “Dülger Balığının Ölümü” ile karamsarlık kavramını içselleştirdi. O zaman ben de zihnimdekileri kelimelere dökerek; soyutluktan kurtarıp, başkalarının rahatını kaçıracak bir gerçekliğe dönüştüreyim. Karamsarlık nedir? Binbir rengin arasında siyah-beyaz fotoğraflar çekmekte ısrar etmek mi? Toprağa can veren yağmura öfkelenmek mi? Hep şikâyet etmek, hiç şükretmesini bilmemek mi? Elindekilerin kıymetini bilmek yerine, hep sende olmayanı istemek mi? Mutluluk bir adım ilerideyken, onu ıraksamak mı? Belki de bu süslü sözlere hiç gerek yok. Karamsarlık aslında tanımlaması oldukça basit bir kavram. Yaşadığımız çağda gerçeklerin farkında olmak, karamsar olmaktan farksız. Olup biteni gören her göz yaşlı. Yaşadığı dünyanın farkında olan herkes yaralı. Kapanmayan, kabuk bağlamayan yaralarla savrulup dururken; birbirimize çarptıkça fark ediyoruz, yaralı sayısının büyüklüğünü. Bu ağır bilanço, çağımızın en büyük hastalığı karamsarlığın somut bir örneği. Tepeden tırnağa yaralıyken, kim gülümseyebilir ki hayata? Mutlu olanlar sadece farkında olmayanlar veya her şeyin farkında olup deliliğe vuranlar. Deliliğe vurmak ne güzel bir kaçış bu cehennemden. Ölü çocuklar coğrafyasında, kanla çizilen sınırların içinde; her şeyin farkında olup, öylece hayatına devam etmekten çok daha onurlu bir hareket delirmek. Oysa çoğumuz çabalıyoruz delirmemek için. Her gün üçüncü sayfa haberlerinin içinde yaşamaya kendimizi alıştırmak için takdire şayan bir çaba gösteriyoruz. Ne ilginç bir gayret. Hepimizin kocaman hayalleri var, çünkü hayallerimiz olmazsa birer hiçiz. İçinde yaşadığımız dünyadan tek kaçışımız hayallerimiz. Başka bir dünyanın, başka insanların, bambaşka bir yaşamın hayalini kurup gerçekliğimizden uzaklaşıyoruz. Oysa gelecek bugünümüzün bir yansıması olacak. Bu gerçeğe de arkamızı dönüyoruz, gözlerimizi kapatıyoruz. Sait Faik’in hayatlarımıza girip gerçekliği suratımıza çarpmasını bekler gibiyiz sanki. Lakin eminim, gerçeği suratımıza çarpsa; biz de onun suratına bir güzel çarpar, onu uzak diyarlara sürgüne yollarız. Tıpkı gerçekleri su yüzüne çıkartmak için savaşan her aydınımıza yaptığımız gibi. Çünkü biz çok iyimser insanlarız. Karamsarlardan, gerçekleri yüzümüze çarpanlardan hiç hoşlanmayız. Anlaşılır gibi değiliz. Tek çare var: şarkılardan, şiirlerden süzüp geçirmek her şeyi. Öğrenilmeyi bekleyen onca eşsiz bilgiye, gelmiş geçmiş tüm yazarlara, şairlere, bilim insanlarına selam vererek; uçsuz bucaksız kumsalda basabildiğim tüm kum tanelerine basmak için çabalamak. Aşka, sevgiye, dostluğa umudumu bağlamak; hayatı güzelleştirme çabasını görev edinmek. Anın değerini bilmek; hayattalarken hâlâ, tüm sevdiklerimi abartarak sevmek. Her şeye rağmen yaşamın önünde diz çökeceğim. Tutunmak için elimden geleni yapacağım. Karamsarlığı asla elden bırakmadan, her şeyin farkında ama sessiz bir yaşam süreceğim. Ta ki delirene kadar. Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin. -Oğuz Atay DEFNE BAŞUSTAOĞLU Ezgi Nur Güngör İ ız Hayalimiz: Geçmiş mkans ığı onun ulaşı ığı ğ ı ı Güzel bir hayalin varl lmazl na ba l d r bence. Çünkü bir hayal ne kadar ışı ğ ığı ız bir geçmişin uzaksa bize, ona k veren ö eler daha da parlar gözümüzde. Ait olmad m ı ıp orada yaşama hayali de bu duruma en çok imkan sağ güzelliklerine kap l layan örnek galiba. Bu ı ı ı ı ı ı hayal de bizlere nostalji tutkusu olarak aktar l r. Fakat bu tutku baz lar m z n içinde büyüyüp o kadar güçlenir ki yaşadığı ı ı m z zaman n güzelliklerine bir perde çeker. Ve bizim üzerimizde hipnoz olmuşçasına geçmişte yaşama isteğ ı ı i uyand r r. ı şeyleri unutturmaya başlar bize. Hayatı ı ı Bu hipnoz etkisi de beraberinde baz m z n kilittaşı olan şeyleri, yani bizi biz yapan öğ ğ eleri. Unutturur insana ona kendi kimli ini ı ı ğ ğ ğ kazand ran n büyüdü ü çevre ve ça oldu unu. Ben de hep isterim daha eski zamanlarda, ı ıklaştı ığı insanlar birbirinden koparan ve yapmac ran ileri bir teknolojinin olmad bir yerde yaşamayı ğu, anneannemin, dedemin yaşadığı ı . Herkesin daha kendi halinde oldu o tatl yaşamayı ı ı ı akşamları komşularla dolup taşan zamanlarda isterim. Mesela onlar n hep anlatt klar ı ı ı ı ı ğ ı ğ ı evlerde, topluluk kavram n n temellerinin s ms k ve görünmez bir iple ba l oldu u o ortam ı ğ ğa? Sanki bizim yaş ığı ı ğ merak ederim. Böyle anlat nca çok güzel geliyor de il mi kula ad m z ça ınki hazineymiş gibi. Geçmişi sevmek güzel şey ama bu noktada oraya ait bir çöplük de onlar ığı ı ı ı ı olmad m z kabul etmemiz gerekiyor san r m. Bize o hazinenin içinde sonsuza kadar yaşayabilirmişiz gibi gelse de gerçek öyle değ il malesef. Çünkü biz kabul etmek istemesek de ğ ı ı ı çöplük olarak gördü ümüz o zaman n temelini at yoruz, o biziz asl nda ve birbirimizi var ı ı ğ ı ı ğ ediyoruz. Kendi zaman m zda bir yandan eski samimiyetin yok oldu undan yak n rken di er yandan şimdiki zamanı ğ ı ı ı n bize sundu u imkanlardan yararlanman n keyfini ç kar yoruz. Mesela yaşadığı ı ı ğ ıkla gidebiliyoruz başka bir ülkeye arkamı ı ığı ı m z zaman n getirdi i rahatl zda b rakt m z insanlarla haberleşebileceğ ı ı imizi bilerek. Çünkü görmek istiyoruz farkl yerleri fakat ayn zamanda bu şekilde oluşan topluluk içinde birbirimizden uzaklaştığı ızdan şikayet ediyoruz. m O ğümüz geçmişte bunun gibi birçok şeyi yapamayacaktı ğ hazine olarak gördü k. E er o zamanda yaşasaydık, eminim o geçmiş de bizi tatmin etmeyecekti. Bizim geçmişte yaşayamayacağı ı ğ ı ı m z gerçe inin yan nda bir de asl nda o hayalini ğ ığında yaşayan insanları ı ı ı kurdu umuz zaman aral n da kendi zamanlar ndan memnun olmad klar ği var. Çünkü bence insanlar yaşadı ı ı gerçe klar çevrede hep bir eksiklik ar yorlar. Belki de insanlar ı ışan insanlara indirgemeliyim bu durumu. Bu olarak genellemeyip hayat na bir anlam katmaya çal ı ı ı bir şekilde gözlemlerler. Bu gözlemler de doğ insanlar çevrelerinde olup bitenleri ayr nt l al ı olarak eksiklik aramaya iter bizleri. Woody Allen, filmi Midnight in Paris'te bize aç kça göstermiş aslında bu durumu. Filmde ana karakter olan Gil'in geçmişte tanıştığı ğ ve o çok de er ğ ı ın da kendilerine göre daha da geçmişe gitmek istemeleri, kendi verdi i yazarlar n, ressamlar yaşadı ı ğ ındaki eleştirileri güzel bir şekilde örnekliyor bize bu duru klar ça hakk mu. Gelecek ı ı ğı ı ğimize göre güzeli geçmişte aramak kalı zaman n da nas l bir yer olaca n bilemeyece yor bizlere, ı ğ iyi birer gözlemci olan insanlara. Fakat bu s rada unuttu umuz bir gerçek oluyor tabii. O gemişi bizzat bizim gözlemleyemediğ ğ ılanlara geçmişi imiz gerçe i. Sadece bize aktar ğ ğ ö renebildi imizi unutuyoruz. ı ğ ğ ğ ığı Bütün bunlar gözden geçirdi imizde e er biz bizzat o istedi imiz zaman aral nda yaşasaydı ı ğı ı ı ı ı k o zamanda da fazlas yla eksiklikler bulaca m z anlayabilmemiz gerekiyor san r m. ı ın en başı ğim gibi bu hayalin ulaşı ığı ı Ve yaz n nda söyledi lmazl da gözümüzü boyamamal , onun üstüne bir perde çekmemeli. Bence bizi geçmişe yönlendiren çağı ı ı m z n eksikliklerindense, kendi ı ı ı ıl güzelleştirebileceğ ı ı zaman m z bizim nas imize odaklanmal y z. Bu eksiklikleri gören herkes ırsa belki de ulaşılamayan hayalimiz yerini başka güzelliklere bı ı ı ı buna odaklan rak r. T pk 'in sonunda Gil'in geçmişe olan sevgisini ayrı ı ı Midnight in Paris bir yere koyup kendi zaman n n ına yeni insanlar katarak keşfetmeye başlama ı güzelliklerini hayat s gibi. Kaynakça: Allen, Woody. Midnight in Paris. 2011. Mehmet Gökhan Şimşek  TURK101­54  21401407    ALT SINIF, ÜST SINIF, TEMELDE FARK NE?        12 mıntıka, 24 çocuk, 1 galip. Suzanne Collins’in geleceğin Kuzey Amerika’sını hayal ettiğinde  aklına gelenleri yazıya dökmesiyle son zamanların en popüler serilerinden biri çıktı ortaya. Açlık  Oyunları, insanların zihnindeki karanlık geleceğe ışık vuran, modern bir distopya olarak  değerlendirilebilecek bir seri.     Kitabın ana teması sınıf farkı ve bundan doğan problemler. Panem ülkesinin başkenti Capitol’de  kalan üst sınıf insanlar ferah içinde yaşar ve gönüllerince eğlenirken mıntıkalardaki alt sınıf olarak  görülen insanlar zor koşullar altında çalıştırılıp köle haline getiriliyorlar.      Sınıf farkı, tarihte daha baskın ve daha görünür bir haldeyken günümüzde daha şeffaf bir  şekilde de olsa sürmekte. Alt, orta ve üst sınıf olmak üzere sınıflandırılıyoruz hepimiz.  Mesleğimiz, yaşadığımız evin boyutu, kullandığımız arabanın markası sınıfımızı ve dolayısıyla  yaşamımızı belirliyor. Bunun yarattığı baskıyla daha iyi maaşlı bir iş, daha büyük bir ev, daha  büyük bir araba için çabalıyoruz hayatımız boyunca. Amacımız, sözde “sınıf atlamak”.      Toplumun genelini baz alacak olursak, insanların değerini kişiliğiyle değil, parasıyla ölçmeye  başladık. Sokakta belirli markaları giyen, sahte (veya toplumda geçen tabirle “çakma”) ürün  kullanan, “smartphone”u olmayan insanlara ezici gözlerle bakılıyor. Şu anda “Hayır, ben hiç böyle  yargılarda bulunmam.” diyor olabilirsiniz ama toplumun size zorla kabul ettirdiği önyargılarla siz  de farkında bile olmadan çeşitli insanları görmezden geliyorsunuz. En son ne zaman  ayakkabınızı cilalayan amcayla veya sizi gideceğiniz yere götüren taksiciyle sohbet ettiniz?  Kaldırımları süpüren, çöp toplayanlara “Kolay gelsin!” lafını bile esirgiyoruz. Beynimizde farkında  bile olmadan insanları sınıflara bölüyoruz ve davranışlarımızı buna göre düzenliyoruz. Bizim  sınıfımızda olmayan insanlarla ilişkiye geçmiyoruz.     Sınıflandırma, bu yazıda odak noktası olarak ekonomik durumu almama rağmen pek çok  alanda yapılabiliyor. Sosyal, siyasal, kültürel anlamda birçok ayrım, birçok sınıf söz konusu. En  basit örneklerden biri eğitim seviyelerine göre gruplandırılma. Bir insanın zeka seviyesinin eğitim  seviyesiyle doğru orantılı olduğu görüşü baskın toplumlarda. Göz ardı ettiğimiz şey ise herkesin  aynı şartlarda yetişmediği faktörü. Küçüklüğünden beri tarlada yetişmiş bir çiftçi ve botanik veya  ziraat üzerine yüksek okul bitirmiş bir insanın arasında büyük bir fark var gibi algılanıyor. Ancak  pratik bir çalışmada çiftçi diğerlerine göre çok daha iyi bir iş çıkarabilir, bir botanikçinin çiftçiden  öğreneceği birçok yeni şey olabilir. Gerekli eğitimi okulda almamak bir insanı bilgisiz veya  eğitimsiz kılmaz.      Hakkında bahsedilmesi gereken diğer bir sınıf da işçi sınıfı. Özellikle 19.yüzyılın sonu ve  20.yüzyılda ortaya çıkan işçi sınıfıyla beraber yeni problemler ortaya çıktı. Hammadde ihtiyacı için  çalışan işçilerden fabrikada çalıştırılan işçilere kadar birçok insan bu sınıfta yer alıyordu.  Kendilerine yapılan haksızlıklara karşı isyan eden işçilerin direnişi ekonomik düzene yeni haklar  ve yeni terimler kazandırdı.     Tarihte sınıf sistemine karşı birçok ayaklanma görülüyor: Eski Yunanlılarda pleblerin soylulara  karşı ayaklanmasından 2011’de başlayan Mısır ayaklanmalarına kadar birçok örnek var.  Günümüzde sınıflar siyasi açıdan eşit olsa da sosyal statü bakımından eşitlik söz konusu değil.  Tarihteki olayların aksine, bu durumun herhangi bir başkaldırıyla çözülmesi mümkün değil.  Başkaldıracak belirli bir makam yok çünkü. Sınıf kavramı toplumun genelinin zihninde var olan bir  şey ve bir fikre karşı çıkmak belirli bir yasaya veya belirli kişilere karşı çıkmaktan daha zor.      Peki ya sınıflanmayı ortadan kaldırmak için ne yapılabilir?      Normal işleyen bir toplumda, komünizmin çok yaygın olmadığı göz önüne alınırsa,  herkesin  aynı şartlara sahip olamayacağı, herkesin aynı maaşı alamayacağı ortada. Birçok toplumsal  sorun gibi, sınıflanmayı önlemek için yapılacak en temel şey eğitimden geçiyor. Çocuk yaşlarında  insanlar arasındaki fark azaltılırsa, yargılamak yerine sevmek teşviklenirse daha bütüncül, daha  dayanışmalı bir toplum oluşturulabilir. Eğer gerekli şekilde harekete geçilmezse zaten şimdiden  kısmen Panem’e benzeyen dünya daha da kötü yönde ilerleyecek. Belki şu anda yetişkinlerin  düşüncelerini değiştirmek zor ama eğitime verilen önemle gelecek nesillere daha iyi bir toplum  bırakma şansı, şu andaki haliyle ilerlerse tamamen Panem’e dönecek dünyayı değiştirme şansı  bizim elimizde. Açlık Oyunları’nın gelecekte sadece edebi bir distopya olarak anılmasını  sağlamak bizim elimizde. Burak Coşkun 21400827 TURK 101-60 Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner HAYATA DAİR BİR PEMBE FİLM “Kaybedenler Kulübü”, Mehmet Ada Öztekin ve Tolga Örnek’in yazdığı, Tolga Örnek’in yönettiği seyircilerine alışılmışın dışında bir yaşam tarzını anlatan bir sinema filmidir. Filmin adına aldanmayın, kaybeden yok aksine kazananları gördüm ben filmde. Sadece izlenmesi için değil seyircilerine bir şeyler anlatmak için yapılan filmleri hep takdir etmişimdir. Yazarlar yüzlerce sayfada okurunu etkileyebilir, şairler düşüncelerini aktarmak için yüzlerce dize yazabilir ancak senaristlerin seyirciyi etkilemek için belirli bir düşünceyi anlatmak için sadece bir buçuk saati vardır. Mehmet Ada Öztekin ve Tolga Örnek’in bu konuda başarılı olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Film, birbirinin sohbetinden keyif alan iki insanın radyo programını ve bu iki insanın yaşamını konu alıyor. “Bir hayat ne kadar farklı olabilir ki?” sorusuna cevap niteliğinde iki yaşam öyküsü görüyoruz filmde. Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı’nın bir hobi olarak başlattıkları radyo programı zamanla Türkiye çapında her çeşit insanın dinlediği bir program haline geliyor. Ben radyo programının film izleyicilerine seslenmek için kullanılan bir araç olduğunu düşünüyorum. Mete ve Kaan mikrofon başında konuşurken, filmi izleyen Türk halkına seslendiğini düşünüyorum. Toplumun aksayan yönleri tüm açıklığıyla toplumun yüzüne çarpılıyor. Bizler en küçük bir olayı bile büyüten, sorun haline getirebilen insanlarız. Kaan ve Mete bakın ne diyor bize: “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” Seyirci bu soru üzerine bir durup düşünüyor. En azından ben düşündüm. Gerçekten de ölüm kadar ciddi bir şey ile karşı karşıya iken neden en küçük şeyleri bile sorun ederiz ki? Filmde gördüğümüz Burak Coşkun 21400827 TURK 101-60 Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner karakterlerin hayatı bu soru ile o kadar uyumlu ki, gerçekten de söyledikleri gibi bir hayat yaşıyorlar. Kaan, okunmayan kitapları basan bir yayınevinin sahibi. Mete ise plaklarla ilgilenen, aileden gelen parayla yaşamını sürdüren bir karakter. Her ikisi de umursamaz tavırlarıyla seyircinin dikkatini çekiyor. Hiçbir şeyi ciddiye almamaları sadece kendi hazlarını düşünmeleri seyirciyi özendiren başlıca özelliklerinden. Mete de Kaan da gerçekten de ölümün olduğu dünyada ölümden başka hiçbir şeyi ciddiye almayan iki tipleme. Bu iki karakterin Türk toplumunda eleştirdiği bir diğer konu ise insanların başkalarının istediği hayatı yaşamaları. “Toplum, koleje girmeyi bir değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir, koleje girmek için yarışır, üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe girmek için yarışır, özel bir kadınla evlenmek için yarışır, devamlı bir yarış ve kazanma zorunluluğu…” Mete program esnasında kurduğu bu cümlelerle bireyleri şekillendirmeye çalışan toplumu ve toplumun şekillendirdiği bireyi eleştirir. Bence pek de haksız sayılmaz. Eğri oturup doğru konuşalım, hepimiz bu söylenilenlerde kendimize dair bir şeyler bulmuşuzdur. Örneğin ben; on dokuz yıllık hayatımda hep yarış içerisindeydim. İyi bir liseye girmek için yarıştım, en başarılı olmak için yarıştım, üniversiteye girmek için yarıştım. Peki, ben mi istiyorum yarışmayı? Hayır. Bizleri yarıştıran toplumun ta kendisidir. Her ne kadar itiraf etmesi zor olsa da hepimiz bize sunulan hayatı yaşıyoruz, istediğimiz hayatı değil. Filmde beni en çok etkileyen bölüm de burasıydı zaten. İlk kez bir film hayatın gerçekliklerini yüzüme vurmuştu. “Kaybedenler Kulübü’nde toplumda yaşayan bireylerin hayatları eleştiriliyor ancak bence filmdeki karakterlerin hayatı da eleştiriyi hak eder nitelikte. Hayat, filmde seyirciye Burak Coşkun 21400827 TURK 101-60 Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner gösterilen hayatlar gibi alkolden, cinsellikten, boş dolaşmaktan mı ibarettir? Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Kaan ve Mete’nin insanları eleştirirken özeleştiri yapmaktan kaçındıkları ortada, neredeyse hiç ayık gezmemek midir sorunların çözümü yoksa sorunları çözmek midir? Ayrıca filmdeki karakterlerin bir ortak özelliklerine dikkat çekmek istiyorum. Mete ve Kaan varlıklı ailelerin çocukları olarak dünyaya gelmiş ve hayatlarını böyle sürdüren iki karakterdir. Deyim yerindeyse yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındadır. Hal böyleyken toplumu oluşturan insanların iyi hayat için çalışmaları ve bunun için yarışmalarını anlamaları beklenemez. Atalarımız boşuna dememiş “Tok açın halinden anlamaz.” Dolayısıyla Mete ve Kaan, Türkiye gerçekliğinde yaşayan insanların bu koşuşturmasını anlayamaz. Film, her ne kadar hayata dair olsa da hayatı çoğunlukla pembelikleriyle anlatmaktadır. Film karakterlerine yaptığım bu eleştiri onların yaşam biçimlerine ve fikirlerine hiç katılmadığım anlamına gelmiyor. Şahsen Mete’ye de Kaan’a da fazlasıyla özendim. Ben de onlar gibi umursamaz biri olmak isterdim. En küçük bir soruna “boş ver gitsin” diyebilmeyi isterdim. Ancak bu hiç mümkün olmayacak çünkü onlar bir filmde oynayan iki karakter ben ise hayatı yaşayan bir insanım ve ne yazık ki filmler gerçek hayata pek benzemez. Hayatta Kalmak Hayatta kalma içgüdüsü, bütün içgüdülerin arasından en güçlü olanıdır. Çünkü diğer içgüdüler bu içgüdü olmadıkça anlamsızdır. Bütün canlıların hayatta kalmak için elinden geleni yapmasının temel nedenidir. O içgüdü ile balinalar okyanusları aşar, Kuşlar kıtaları kat eder… Sadece hayvanlara özgü de değildir. Gülün dikenli, mantarların zehirli olması da hayatta kalmak içindir. Bu içgüdünün kendisini en bariz şekilde gösterdiği canlı ise insandır. Diğer canlılar gibi sadece yaşamakla kalmaz, yaşamı sorgular, eleştirir. Neden yaşadığı sorusuna cevap arayan bilinen tek canlıdır. Bütün bunlar onu yaşama daha çok bağlar. Yaşama içgüdüsüne en güçlü şekilde sahip olan insan için daha da öte bir gerçek aynı zamanda hayatta kalmak konusunda çok başarılı olmasıdır. İnsanların büyük şehirlerde yapay bir yaşam biçimini benimsediğini görerek insanların o şehirler olmadan yaşayamayacağını düşünmek bir hatadır. Çünkü o şehirleri doğanın ortasında kuran, yükselten insanlardır. İnsan Afrika’dan bütün dünyaya, çöllerden buzullara kadar yayılarak hayatta kalmak konusunda ne denli başarılı olduğunu tartışmasız olarak ortaya koymuştur. Çevre değişimleri pek çok hayvan türünün sonu olurken insanlar sallarla okyanusları geçmiş ve hayatta kalmıştır. Bu düşüncelerin aklımdan en son geçtiği zaman Andy Weir`in yazdığı Marslı romanını okuduktan sonrasıydı. Kitabın hemen arkasından filminin de çıkmasına şaşırmadığımı söylemeliyim (yaklaşık tüm kitap sonrası filmlerde olduğu gibi kitap filme göre daha güzeldi). Okurken hikayenin ana karakteri olan Mark Watney`in hayatta kalma azminden etkilenmekle beraber aklıma şu düşünceyi getirmeden edemedim: Kitaptaki olaylar Marsta geçiyordu. Ancak insanlar gerçekten hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ediyorsa insanların başka gezegenlere kadar gitmesi biraz anlamsız olmaz mıydı? Bu soruyu yalnızca yaşama içgüdüsüyle açıklamaya çalıştığım zaman ortada ciddi bir eksiklik olacağını anladım. Marsta geçen bir yaşam savaşını tek başına yaşama içgüdüsüyle açıklamak büyük bir hata olurdu. Düşününce fark ettim ki insanın diğer bir içgüdüsü hayvanların aksine neredeyse hayatta kalma içgüdüsüyle eşdeğerdi. İnsan merakından bahsediyorum. İnsanı tehlikeleri görmezden gelip keşfetmeye zorlayan his… İnsanın anlamsız problemlere kafa yormasını sağlayan, insanı sürekli gelişmeye iten his… Daha önce bu keşfetme isteğinin hayatta kalma içgüdüsünü bastırabileceğini düşünmemiştim. Ancak şimdi fark ediyorum ki, Macellan`ın dünyayı dolaşmasından insanların Ay`a ayak basmasına kadar bütün keşifler insanın merakını tatmin etmeyi hayatta kalmaktan daha önemli görmesinin bir sonucu. Belki çok yakın bir gelecekte olmayacak, ancak insanların dünyayla sınırlı kalmayacağına, bir gün başka gezegenlere, hatta başka yıldızlara, galaksilere gideceğine inanıyorum. Bunu nasıl yapacaklarına dair hiçbir fikrim yok. Ama neden yapacaklarına gelince cevaba ihtiyaç olacağını düşünmüyorum. Bence hiçbir şeye ihtiyaçları olmasa da insanlar sadece meraklarını tatmin etmek için gözleri kapalı akıl almaz riskler almaya devam edecekler. Watney kurtulmuş olabilir. Ancak kurtulamayanlar da olacaktır. Peki ya o zaman insan kazalardan ders çıkarıp tehlikeli merakından vaz geçebilecek mi? Hiç zannetmiyorum. İnsanlar, belki de en bu açıdan en mantık dışı hareket eden canlı. Başka hiçbir canlı gökyüzüne, okyanuslara bakıp bu geçilemez ve geçilmesi anlamsız görünen sınırları geçmeyi aklından geçirmez. Üstünlüğü de varsa işte buradadır. İnsan merakı sayesinde var olanla yetinmez, bilimin ve sanatın kaynağı işte budur. Hayatta kalma içgüdüsünün en köreldiği canlı insandır. Sadece yaşamaya çalışmak onun için anlamsızdır. Merakını tatmin etmek, sınırları aşmak ister. Yaptıklarının tehlikesini önceden kestiremez. Kafasına göre davranır, sadece tehlike apaçık görünür hale gelince hayata tutunmaya çalışır. Bu her zaman işe yaramaz. Yiğit Ege BAYİZ 21602582 Emre Sülün Neden İdeal İnsana Ulaşmamalı? İnsanların ve insanlığın başına bela olan yedi günahtan bahsedilir ve bunlardan biri de açgözlülüktür. Sanırım açgözlülük bir günah olmaktan öte insanın doğasında yer alan bir özellik çünkü şimdiye kadar tanıdığım insanlar arasında daha fazlasına veya daha iyisine sahip olmayı istemeyen birisine neredeyse hiç rastlamadım. Bence açgözlülüğe çok benzeyen hatta açgözlülüğün bir yanı etkisi olarak sayabileceğim bir kavram var: mükemmeliyetçilik. Mükemmeliyetçiliği, açgözlülüğe benzetmemin sebebi, tıpkı açgözlülük gibi hep daha iyisine ulaşma duygusu. Gözlemlediğim kadarıyla bu duyguya sahip insanlar çoğu zaman, normal olanla yetinmeyip daha iyisini yapma ya da daha iyisine ulaşma duygusu içindeler. Dahası, açgözlülük gibi mükemmeliyetçilik de insanlığa zarar verme potansiyeline sahip. Yönetmen koltuğunda Andrew Niccol’ün oturduğu 1997 yapımı Gattaca filmi1, mükemmeliyetçiliğin benliğimize ne kadar büyük zararlar verebileceğini güzel bir şekilde ortaya koyuyor ve ideal yani mükemmel insanların egemenliği altında olan bir dünyada insanlığın nasıl da yok olduğunu bizlere gösteriyor. Örneğin, filmde Vincent’ın çektiği acılar eminim ki sadece beni değil filmi izleyen herkesi derinden etkilemiştir. Böylesine mükemmel insanların yaşadığı bir dünyada doğal olarak herkes yani her mükemmel insan, kendisi için en iyisine ulaşmaya çalışıyor ve bunu yaparken de başkalarının varlığını adeta görmezden geliyor. Yani insanlar fiziki ve ruhsal açıdan mükemmel olsa da sahip oldukları mükemmeliyetçilik duygusu ve hırsları yüzünden daha da fazlasını talep ediyor. Aslında bu, mükemmeliyetçiliğin büyük bir kısır döngüden ibaret olduğunu göstermesi açısından çok güzel bir örnek. Daha doğrusu kısır döngü değil de sonu olmayan bir istekler zinciri. Filmdeki mükemmel(!) evrene ulaşmak için büyük bir teknolojik gelişimin gerçekleşmesi gerektiği aşikar. Kısaca özetlemek gerekirse, genetik bilimindeki önemli keşifler ve bu keşiflerin önayak olduğu icatlar, insanların genetik yapısını 1 Gattaca, 1997 https://www.imdb.com/title/tt0119177/ değiştirmeyi mümkün kılmış ve bu sayede engelli veya genetik olarak dezavantajlı bireylerin sınıflandırılabildiği bir düzen ortaya çıkmış. Yani mükemmel insanların olduğu bir dünya yaratılmaya çalışılmış. Bana kalırsa bu noktada daha önce karşılaşmadığımız önemli bir etiksel problem ortaya çıkıyor çünkü insanların mükemmelleştirilmesi günlük hayattaki varlıklarımızın ya da niteliklerimizin mükemmeleştirilmesinden çok daha farklı bir şey çünkü varlıkların herhangi bir aklı bulunmazken insanların duyguları ve düşünceleri var. Filmdeki bu durum ahlaki olarak beni çok rahatsız etti ve gelecek hakkında biraz endişeye sürükledi çünkü sürekli gelişen teknolojinin Gattaca gibi bir dünyayı karşımıza çıkarması hiç uzak bir ihtimal gibi durmuyor. Hele bir de mükemmeliyetçiliğin ve açgözlülüğün ne kadar yaygın olduğunu düşündüğümde bu endişem biraz daha artıyor. Bence Gattaca gibi bir dünya, ideal olmayanların aşağılandığı bir dünya olmaktan öte aynı zamanda insanların hırslarının bir kölesi olacağı, sürekli birbirini ezmeye ve birbiri üzerinde üstünlük kurmaya çalışacağı bir dünya olur. Bu ise, hiç şüphesiz barışı ve huzuru yok edecektir. Üstelik bu genetik modifikasyonların, idealleştirme kisvesi altında insanları tektipleştireceğini düşünüyorum çünkü ideal olan tektir, geri kalanlar bu idealin altında sıralanırlar. Dolayısıyla herkesin en iyi olduğu yer aynı zamanda herkesin birer kopya olduğu yerdir. Filmdeki, ideal insanı yaratma düşüncesi esasen üstün Alman ırkını yaratmaya çalışan Hitler ve Nazi bilim adamlarının düşüncelerine çok benzemekte. Böyle bir fikrin bir caniden çıkmış olmasına da şaşırmamak gerek tabii. Sahip olduğu güç konusunda gözü doymak bilmeyen birisinin, liderliğini yaptığı insanların özellikleri konusunda da gözünün doymaması çok normal. Açgözlülük duygusunun cani insanların elinde bunun gibi tehlikeli bir silaha dönüştüğünü düşündüğümde umuyorum ki Gattaca gibi bir yer bizim için sadece filmlerde görebileceğimiz bir distopya olarak kalır. FETHİ TAHA ÇEVİK SIRADAN BİR FANTASTİK Ransom Riggs’in 2011 ‘de yazdığı “Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları” serisini yeni okuma imkânı buldum. Seri üç kitaptan oluşuyor. Sırası ile ser”i Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocuklar”, “Gölge Şehir”, “Ruhlar Kütüphanesi”şeklinde ilerliyor. Kitap elime geçtiğinde herkes bu serinin yeni Harry Potter olduğundan bahsediyordu. Harry Potter gibi iddialı bir seriyi bu kitap serisi ile kıyaslamak yanlış ama ufak tefek benzerliklerin olduğu da su götürmez bir gerçek. Kitabın başka kitaplar ile benzerliklerini geçersek elimizde basit bir dille anlatılmış, fantastik bir kitap kalıyor. Ama kitap bize beklenmedik bir şey sunuyor o da; kitabın içinde bulunan büyüleyici fotoğraflar. Kitabın içinde bulunan fotoğraflar hem inanılmaz farklı hem de yazarın söylediğine göre farklı yerden toplanmış ve neredeyse hiç rötuşlanmamış fotoğraflar. O yüzden insan kitabı okurken fotoğrafların gerçekten ne anlama geldiğini merak etmeden duramıyor. Kitapların oldukça yalın bir dili var. Ama özellikle son kitaba doğru olayların fazla uzadığını, bazı bölümlerde neredeyse hiçbir şey olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. O yüzden seriyi ardarda okumak zor olabiliyor. Özellikle üçüncü kitap okuyucuyu sıkabiliyor. Bunun yanında kitabın içindeki betimleme yoksunluğu kitapların sanki filme çekilmek için yazıldığını hissettiriyor. Karakterler bir parça yüzeysel kalıyor. Bazı olaylar çok hızlı bazı olaylar ise çok yavaş ilerliyor. Hatta bazı yerlerde “şu bölümü hiç yazmasa olurmuş” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Kitaplar kesinlikle kötü değil, başarılı ama basit bir kurgusu var. Sürükleyici ve heyecan verici. Fakat fantastik edebiyatın güzel betimlemelerinden uzak. Fantastik edebiyat betimlemeye ihtiyaç duyar çünkü kişinin hayal ettiği var olmayan bir dünyanın içine okuyucuyu sürüklemesi gerekmektedir. Bu yüzden uzun tasvirler, olay ve yer betimlemeleri gerekir. Öyle fantastik edebiyatlar vardır ki bir müddet sonra o dünyanın gerçek olduğuna kendinizi inandırırsınız. Fakat bu kitapta eksik olanın, beni kitaptan uzaklaştıran şeyin tam da bu betimleme eksikliği olduğunu düşünüyorum. Hollywood için yazılmış, gene her şeye kadir bir başrole odaklanmış bir kitap ile karşılaşıyoruz. Özellikle genç okuyucu kitlesine hitap eden başrol kahramanlıkları pek çok insana sıkıcı ve imkânsız gelmeye başlamış durumda. Karakterlerin aniden inanılmaz güçlenmesi, kimsenin yapamadığı şeyleri yapabilmesi ama bu ağır yükün altında ezilmesi hikâyesi o kadar çok tekrarlandı ki insan yeni bir şeyler aramaya başlıyor. Eski edebiyatın hatalar yapan insanlarının yerini hatasız gençler almış durumda. Sanki yeni fantastik edebiyat 18. yüzyılın romantizm akımını yeniden yaratıyor. Bir iyi bir kötü konuyor, tüm kurgu kötüyü yermeye iyiyi yüceltme üzerinden oluşturuluyor. Kötülerin hikâyesi basit, temeli olmayan birkaç cümle ile geçiştiriliyor. O yüzden belki de bu sıkıcılık ve gerçek dışılık yavaş yavaş anti kahraman devrini oluşturmaya başlıyor. Nitekim sinemada da fantastik edebiyatta da yavaş yavaş anti kahramanların hikâyesi anlatılmaya başlandı bile. Bu kahramanlar bize daha yakın, daha anlayabileceğimiz karakterler oluyor. Bu seriye yeniden dönersek kesinlikle okunabilir bir seri. Ama kendinden önceki eserler ile kıyaslamak oldukça yanlış. Çünkü fantastik edebiyatın benim için temel taşlarından olan birkaç önemli öğesi eksik. Elimizdeki hikâye sürükleyici fakat karakterlerin ve mekânların yüzeysel kalması sebebi ile ne yazık ki sanki bir film senaryosu okuyormuşsunuz hissini veriyor. Kitabın içindeki en önemli nokta hikâyenin o ilginç fotoğraflarla birleştiği anlar. Bu hikâyeyi gerçekten faklı kılıyor. Hatta fotoğraflar öyle farklı ki bazen hikâyeyi neredeyse gerçekçi, inanılabilir kılıyor. Belki de yazar fotoğraflar ile desteklediği hikâyesinde betimleme kullanma ihtiyacını bu yüzden hissetmemiş. Heyecan üç kitapta da hiç bitmeden devam ediyor hatta bazen kitabın içindeki o koşuşturmaca okuyucuyu yoruyor. İyi bir çok satanlar kitabı olduğu düşünülüp fazla beklentiye girilmez ise oldukça iyi bir seri okuyabilirsiniz. Gümrükçüoğlu 1 İstanbul Her zaman özgür ruhlu bir insan oldum. Hiçbir zaman tek bir yere veya tek bir eşyaya bağlı kalmadım. Benim için her şey gelir ve giderdi. Her şey gelip geçiciydi. Hatta bu düşünceme o kadar bağlıyım ki aslında, karakter olarak da bunu özümsedim. Öyle ki, iyi ya da kötü biri olduğumu bile söyleyemem. O an, nasıl olmam gerekiyorsa hep öyle davrandım. Hep bir bukalemun gibi renk değiştirdim, duygularımı değiştirdim, kendimi değiştirdim. Benim için sadece beyaz veya sadece siyah diye bir şey yoktu çünkü. En önemlisi de, bu karaktere en çok bağlı kalmamı sağlayan da asla ve asla yaptıklarım için pişmanlık duymamamdı. Her zaman yapmadıklarımdan pişmanlık duydum. Karakterimin bu değişkenliğinin bir uzantısı olarak ise hiçbir zaman kendimi tek bir yere ait olarak da göremedim. Hep daha fazla yeri görmek, keşfetmek istedim. Başka insanların gözünden yaşayıp, hissetmek, görebilmek istedim. Belki de bu hayatta beni en çok mutlu eden, en çok sevdiğim özelliğim de herkesin gidip de baktığı yerlerde, herkesçe bilinen yerlerde kimsenin fark edemediği küçücük detayları görebilmem oldu. Aslında yavaş yavaş oturmaya başlamış karakterimle şunu kesin olarak söyleyebilirim ki bence ben bir gezginim. Hiçbir yere ait değilim, her yere aitim. Bütün dünya benim evim. Diğer bir yandan her ne kadar bir yanım böyle hissetse de, Dünya’yı keşfetme aşkıyla yanıp tutuşuyor olsam da, küçük yerlerde uzun süre kaldığımda da hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu olamadım. Bana en çok ev gibi hissettiren yerler büyük şehirlerdi. Ne bileyim, Berlin’de evimde gibi hissettim en çok ya da New York ya da Paris, belki de Tokyo… Devasa, ölçek dışına çıkmış o gökdelenlerin arasında gezmeyi sevdim en çok. O kadar yüksek yapıların arasında, insan olarak ne kadar ufak ve güçsüz olduğumuzu fark etmeyi sevdim. Dolayısıyla, mimarlık okumaya başladığımdan beri de bu düşüncem yüzünden sürekli eleştirildim.Gümrükçüoğlu 2 Dünyada bu kadar büyük ve gelişmiş birçok şehir varken, ne kadar ilginçtir ki etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığım yegâne şehir ise her zaman İstanbul oldu. Benim gözümde İstanbul o kadar büyük, görkemli ve karmaşık bir şehir ki… Hatta belki de Dünya içinde ikinci bir gezegen. Bütün o karmaşıklığıyla, çarpıklığıyla, inip çıkan dik yokuşlarıyla güzel belki de. Herkes sevemez İstanbul’u. Hatta birçoğu da nefret eder, gözlerinde büyür. Çok isterdim kendi gözümden gösterebilmek o insanlara. İsterdim ki benim gördüğümü görsünler, benim gibi büyülensinler. Ne kadar üzücü ki, birçoğuna sorsanız tek gördükleri trafiği olur. Benim için öyle değil ama. İstanbul, benim gözümde insana attığı her adımda bir tarih kitabından başka bir paragraf anlatır. Göreceğiniz her taş, her duvar o paragrafın kelimeleri, harfleridir. Keşke herkes duyabilse o duvarların, o sokakların neler söylediğini. Hele ki İstiklal Caddesi’ni bir dinleyebilse insanlar keşke. O kadar çok şey anlatıyor ki orası. Her bina bir başka tarihin parçası: Roma, Yunan, Osmanlı… Hepsinden öte, aralarında dağlar kadar fark olan doğu ve batı kültürünün bu kadar çok kesişip birbirine harmanlandığı şehir orası. Yaşadığımız bu uçsuz bucaksız Dünya’da bunu görebileceğiniz tek şehir hatta. Diğer bir yandan da denizi… O koskocaman, masmavi boğazı büyülemez mi bir anda insanı? Alıp götürmez mi başka diyarlara? Ben her o maviyi gördüğümde o kadar yoğun duygular yaşıyorum ki. Zaten bir İstanbul sabahında en sevdiğim şeydir kıyı boyunca yürümek. İnsana o kadar farklı duygular yaşatır ki, içine çeker sizi. Belki de beni en çok etkileyen denizidir İstanbul’un. Beni içine çekmesi, bana hissettirdikleri, kendi düşüncelerimde boğulmam ve bazen de geçmişimden beni kovalayan düşüncelerimi o denizde boğmam… Dünyanın her yerine gidebilirim belki, ama İstanbul gibi beni kendine bu kadar aşık edebilecek bir şehir daha bulabileceğime inanmıyorum. Hazal Gümrükçüoğlu 21400232 TURK101-005 Özgen1 Göksu Özgen 21201014 Turk102-9 Aslı Uçar Kan Bağı İnsanların doğumundan bu yana değişmeyecek olan tek şeyi ismidir, soyudur. Soyumuza bağlı olan bu insanları sevelim sevmeyelim hayatımızdan çıkarmamız imkansızdır. İçinde bulunmadığımız ortamlarda bizi bir bakıma temsil etmektedir aile fertlerimiz. Bu denli yakınındaki bir insanla eğer aramızı iyi tutmazsak hayatı kendimize zindan etmekten başka bir şey yapmayız. Eğer yanıbaşımızda sürekli olarak rahatsız olduğumuz bir kişi veya durum varsa hayatımızı ne kadar rahat devam ettirebiliriz ki? Ama bu böyle denildiği kadar kolay olmuyor. Sevmediğiniz bir özelliği bir arkadaşınızda gördüğünüz zaman ona bir şans verirsiniz, yine işe yaramazsa belki ikinci şansı da verebilirsiniz ancak bu öyle sonsuza kadar gitmemektedir. Bir noktadan sonra o arkadaşınızı hayatınızdan çıkarmak hiç de zor olmaz, bu en sevdiğiniz insan olsa bile... Böyle bir durumu hepimiz yaşamışızdır çünkü arkadaşlarımızı biz seçeriz ancak aile fertleri denince işler değişmektedir. Seçme olanağı kimseye tanınmamıştır. Dünyaya gelmeden önce bellidir o ve hayatımızdan çıkarmak nerdeyse imkansızdır. Çıkardığımız takdirde mutlaka bir şeyler eksik kalacaktır. Yerini başka bir şey alamaz. Başkabir insan yok aynı kanı taşıdığın. Kan bağının buunduğu insana zaten ister istemez bir yakınlık duyarsın, hani kan çeker derler ya aynen tam dedikleri gibi. Bu yakınlık beklentiyi de arttırmaktadır. En eksik hissedilen anda yardımına koşulan ve belki de derman bulmayı umduğumuz insan kan bağımız olan insandır. Bu konuda en çok dayanışmanın sağlanmasına yol açan şey ise arkadaşlığın kan bağıyla birleşmesidir. Demek istediğim bir aile fertiyle arkadaş gibi olduğumuz zaman ihtiyaç durumunda ondan daha iyi bir destek, yardım bulamayız. Aynı aileden olmanın verdiği bir özellik ise temel konulara verilen tepkilerin aynı olması, o konular Özgen2 hakkında aynı görüşlere sahip olmasıdır. Bunu bilmek aynı duygulara sahip olduğunu bilmek insana güç verir. Çoğu insan kötü bir durumda, çaresiz kaldığında suçu kendisinde arayabilmektedir. Birarkadaşının vereceği tavsiye veya öneri pek etkili olmayabilir, birey kendi duvarları yüzündenarkadaşını engellemektedir. Ancak aile ferdi o duvarın nasıl geçileceğini iyi bilmektedir.Bundan dolayı onun söylediği her kelime çok etkili olabilmektedir. Kan bağı arkadaşlık duygusu ile güçlenince çok etkili olmaktadır. Ancak baba oğul ilişkisinden daha güçlü bir şey yoktur. Bir baba oğlu küçük yaştayken neye ihtiyacı olduğunu, neyi istediğini bir bakışından çıkarabilir. Bu özelliğin çocuğun büyümesiyle kaybolduğu düşünülse de gerçek değildir. Ancak görev değişimi olduğunu inkâr edemeyiz. Birey kaç yaşında olursa olsun babasının gözünde hâlâ kucağına aldığı hâliyledir. Belki baba hâlâ oğlunu anlamaya devam ediyordur ama ek olarak babasını anlayan bir oğul da çoktan yetişmiştir. İkisi de birbirinin neye ne zaman ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmektedir. İşte yukarıda bahsettiğim yardıma ihtiyaç durumunda dile getirmeden , sözünü dahi etmeden anlayıp yardıma gelen bir baba veya oğul asla seçilemez değiştirilemez. Tam da bu özelliğin vurgulandığı Rocky Balboa filminde desteğe ihtiyaç duyan bir babanın oğlundan destek almadığında sonra ise destek geldiğinde ruh halinin değişimine vurgu yapılmıştır. Benim en çok etkilendiğim sahne olan oğluyla konuşma sahnesi tüm bu anlattıklarımı doğrular niteliktedir. Birçok arkadaşlıklar olabilir, bazen bize ailemizden de yakın gelebilirler. Ancak hiçbir şey kan bağının verdiği sıcaklığı sağlamamaktadır. Aile fertlerini düşünmeden hayatından çıkaranların içinde her zaman bir boşluk kalacaktır. Kan bağı arkadaşlık bağından çok daha güçlüdür, istesek de kopması imkânsızdır. Özellikle de bir baba oğul ilişkisi... Alara Deniz Özkan İMRENİLESİ AŞKLAR Henry Miller ve Anais Nin arasındaki ilişkiyi, 1990 yapımı Henry & June isimli filmde izleyip öğrenmiştim ilk olarak. Anais Nin’in tutkuyla yazdığı günlükleri, sırları ve edebiyat alanında –bence hayat ve cinsellik konusunda da- kendisine bir rehber aradığı sırada Henry Miller ile karşılaşması hem onlar için hem de dünya edebiyatı için büyük bir şanstı. Bu harika ikiliyle ilgili epey araştırma yapmıştım. Sonunda geldiğim noktada Gunther Sthulmann’ın derlediği mektuplara ulaşmıştım: Edebi Bir Tutku – Anais Nin ve Henry Miller’ın Mektupları. Henry Miller, henüz yolunu bulamamış ya da yoldan çıkmış genç kadınlar için bulunmaz bir öğretmen ve aynı zamanda iflah olmaz bir çapkın. Onun hemen her metninde yüzündeki kurnaz ve bilge ifadeyi hissetmek, görmek mümkün. Anais Nin ise aslında evli bir kadın ancak henüz istediği şeyin ne olduğunu bilemeyen, tuttuğu günlüğün edebî değeri olup olmadığı konusunda kaygılı genç bir kadın. Böyle bir tabloya baktığımda, Henry ile Anais’in karşılaşmasında bir ilahî gücün parmağını aramamak abes geliyor bana. Onları incelediğimde, birbirlerinden başka hiçbir şeyle uyumlanamayan iki kayıp parçanın nihayet Paris’te bir araya geldiklerini görebiliyorum. Dolayısıyla aşkın ve tutkunun izleri onlara dair her şeyde bir mecburiyet gibi ortaya çıkıyor, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da. Birbirlerini anlayan ve birbirleri üzerinde doğal bir ilaç etkisi yapan insanların ilişkileri beni her zaman heyecanlandırır, garip bir imrenme duygusuyla dolmama sebep olur. Çünkü herkes arar ya da bekler, kayıp parçasının bir gün karşısına çıkacağı ya da onu bulacağı an’ı. Buna inanmak ister, çünkü hayal etmesi bile güzeldir. Özellikle yol gösteren, bunu yaparken şımarmayan genelde doğruları işaret eden bir erkek her genç kadının gözdesidir. Böyle birisiyle henüz karşılaşmasam da içimde o kişiyi bulacağım inancını hep saklı tutuyorum. Henry ile Anais’e baktığımda ve bir de yaşadığım ülkedeki gerçeklere, onların her türlü sırrı paylaşma rahatlarına çok şaşırıyor ve özeniyorum. Bahsettiğim kayıp parçanın benim için en nadide özelliklerinden birisi de burada gündeme geliyor. Çünkü hiçbir zaman rahat hissedemedim kendimi, hep bir şeyler yüzünden yargılanacağımdan, kenara atılacağımdan korktum. Bu korku nedeniyle isteklerimi, hayallerimi açıkça dile getiremedim. Yabancıların kültürleri ile bizim kültürümüz arasındaki fark bunun sebebi, tek tek her birimizin kötü niyetli yargıçlar olmamız değil. Ancak durum çok da karamsar değil, biliyorum ki belli şeylerin üstesinden gelebilmiş, her türlü düşünceye açık yığınla insan var burada da. Alara Deniz Özkan Henüz kendimizi ispat etmeye çalışmaktan birbirimizin elini tutmaya fırsat bulamasak da biraz daha büyüyünce bunu da başarabileceğimize inancım tam. Anais Nin ve Henry Miller arasındaki ilişkide insanı kıskançlığa sürükleyen bir başka önemli detay ise belli bir konuda birlikte hareket etmeleri, birbirlerini beslemeleriydi benim için. Bazen bir erkek bakış açısına ihtiyaç duyuyorum. Yolumu kaybettiğimde, başka, benim gibi olmayan birisinin nitelikli sözleri çok işe yarıyor. Böyle bir tamamlayıcılık, bir ilişkide iki kişiye ortak bir yolda ilerliyorlarmış hissi verir işte. Kendimce düşüncelerimi, çalışmalarımı gösterebileceğim, onlarla ilgili yapıcı eleştiriler duyabileceğim, aynı şekilde başka bir gözle benim onun çalışmalarına eğilebileceğim birisiyle ilişki kurmak isterdim. Tek başına bir şeyleri yapmaya çalışmak zamanla hevesimi öldürüyor. Beni gerçekten önemseyen ve destekleyen, yardımcı olmak isteyen birisinin varlığını bilirsem, işte o zaman hevesimi hiç kaybetmem diye düşünüyorum. Çünkü öyle bir durumda bizi biz yapan şey, tam da uğraşlarımız olacaktır, uğraşlarımızın, birbirimizi desteklemenin üzerinde yükselecek bir ilişki kurulacaktır. Henry ile Anais’in yaptıkları şey buydu ve bugün bile bakıp imreniliyorsa, doğru ilişkinin formülünü bulmuş olmalılardı; bir tarafın, diğerine uyum sağlaması değil, birlikte büyümek, birlikte ilerlemek. Kaynakça Gunther Sthulmann. Edebi Bir Tutku Anais Nin ve Henry Miller’ın Mektupları. İstanbul: İthaki Yayınları, 2016. Hayatımıza  Yön  Veren  Bir  Duygu:  Aşk     İnsanlar  yeni  bir  konuya  gireceklerinde  her  zaman  tanım  yaparak,  daha   doğrusu  tanımlayacakları  kavramı  sorgulayarak  başlarlar  işlerine.  Ben  de  bu   sefer  öyle  başlayayım  o  zaman:  Nedir  bu  aşk  dediğimiz?  Karşımızdaki  kişiye   (belki  de  bir  nesneye  hatta  belki  de  bir  düşünceye)  tutkuyla  bağlı  olmak  ve  ona   karşı  büyük  bir  sevgi  beslemek  mi?  Vücudumuzda  meydana  gelen  bir  takım   kimyasal  olaylar  dizisi  mi?  Yoksa  yüzyıllardır  gerek  büyük  düşünürlerin  gerekse   sıradan  her  insanın  kafa  patlattığı  çıkmaz  bir  yol  mu?  Aşk  acı  mıdır  yoksa  tatlı   mı?  Bana  sorarsanız  aşk,  sorduğum  soruların  hepsini  birazcık  barındırıyor   kendisinde.  Aşk  hakkında  sorulacak  sorular,  söylenecek  sözler  bitmiyor;  bu   kadar  büyüleyici  bir  kavram  olmasının  sebebi  belki  de  budur.  Tanımlamamı   bitirdiğime  göre  yazıma  başlıyorum.   Yukarıda  da  bahsettiğim  üzere  insanlar  aşkın  ne  olduğu  hakkında  pek  çok   fikir  üretti.  Yine  pek  çok  insan  gibi  aşk  denilince  bizim  de  aklımıza  “sevgi”  gelir   herhalde.  Belki  sevgiden  çok  bağlılık.  Pes  etmeyiş.  Zorluklara  kendi   potansiyelinden  çok  daha  fazla  ve  çok  daha  uzun  süre  dayanabilme.  Tıpkı  bir   kadının  doğum  yaparken  vücudunda  oksitosin  hormonu  salgılanması  sonucu   normalde  bayılacak  düzeyde  hissettiği  acıya  tüm  gücüyle  göğüs  gerebilmesi  gibi.   Pes  etmeyiş  ve  acılara  karşı  göğüs  gerebilme  de  insanları  olgunlaştıran   deneyimlerdendir.  Aşk  da  insanlar  için  bir  çeşit  olgunlaşma  evresidir.  Kalbimizi   paramparça  etse  de  aşk;  bize  büyüdüğümüzü,  belki  de  yepyeni  bir  insana   dönüştüğümüzü  hissettirir.  Aşk  bize  dayanma  gücünü  aşılayarak  bizi  yepyeni   bir  insana  dönüştürür.  Tıpkı  Goethe’nin  dediği  gibi  “Bizi  sevdiğimiz  şeyler   yoğurup  biçimlendirir.”.  Aşkın  en  sevdiğim  yönü  de  bu  belki.  Belki  de  sadece   tek  bir  olay,  kişiliğinde  ve  yaşama  bakış  açında  yüz  seksen  derecelik  bir  dönüş   yaratıyor.   İnsanların  aşka  bu  kadar  bağlı  olmasının  sebebinin  aşkın  insanları   değiştirme  gücüne  sahip  olduğundan  dolayı  olduğunu  düşünüyorum.  İnsanlar   hayatlarında  bir  değişime  ihtiyaç  duydukları  için  aşkı  arıyorlar.  Umduklarıyla   bulduklarının  aynı  olup  olmadığını  bilmiyorum.  Ya  da  bu  değişimin  her  zaman   istedikleri  yönde  olup  olmadığı  hakkında  da  bir  fikrim  yok.  Mesela  bir  kişi  aşık   olduğunda  büyük  bir  mutluluğu  yakalayabilir.  Ama  bir  başka  kişi  de  aşk   yüzünden  yaşadığı  hayal  kırıklığı  ile  de  bunalıma  girebilir.  İyi  de  olsa  kötü  de  olsa;  insanların  karşılaştığı  bu  tecrübelerden  bir  şekilde  ilham  aldığını   düşünüyorum.     İnsanlar,  bu  kavramı  yarattıkları  eserlerine  yansıtmışlar,  hatta  çok  güzel   yansıtmışlar.  Düşünsenize  aşk  acısı  olmasaydı  “Still  Loving  You”  gibi  bir  şarkı   çıkabilir  miydi?  Çıkması  çok  iyi  bir  şey,  çünkü  şarkı  ayrılık  hakkında.  Şarkı   yazarının  tüm  bu  duyguları  içine  atmaktansa  bu  duygularla  bir  sanat  eseri   yaratması,  kendi  duygularını  çok  daha  iyi  bir  şekilde  değerlendirme  biçimi.   Hatırlıyorum  da  geçen  yıl,  Sam  Smith  ödül  töreninde  şu  sözleri  söylemişti:   “Kalbimi  kıran  adama  çok  teşekkür  ederim.  Çünkü  ona  yazdığım  şarkıyla  dört   tane  Grammy  kazandım!”.  Bence  bu,  kişinin  kendisini  mahvetmeye  çalışan  bir   duyguyu  içinden  atıp  onunla  üretken  olabileceğini  gösteren  güzel  bir  örnek.  Öte   yandan  “Love  Will  Tear  Us  Apart”  şarkısını  yazıp  üstünden  bir  yıl  geçmeden   intihar  eden  Ian  Curtis  de  var.  Olması  gereken  bu  mudur  ki?  Hani  aşk  pes   etmemek  ve  zorluklara  karşı  göğüs  germek  demekti?  İnsanın  karşına  aşk  ne   zorluk  koyarsa  koysun  pes  edilmemesi  gerektiğini  düşünüyorum.  Ve  bu   zorluklardan  başka  güzellikleri  yaratan  insanlara  da  ayrı  saygı  duyuyorum,   çünkü  onlar  aşkın  hep  bir  insana  iyi  bir  katkı  sağladığının  örneği  olmuşlardır.   Paulo  Coelho  da  “Aşk,  evcilleştirilemeyen  bir  güçtür.  Onu  kontrol  etmek   istediğimizde  bizi  yok  eder.  Onu  hapsetmek  istediğimizde  bizi  kölesi  haline   getirir.  Onu  anlamak  istediğimizde  bizi  kayıp  ve  şaşkın  olarak  bırakır.”  (79)   demiştir.  Bu  söz  de  aşkın  tehlikeli  doğasını  anlatmaya  yeterdir.  Bana  sorarsanız   Coelho  bir  konuda  haklı  bir  konuda  haksız.  Haklı  olduğu  kısım  aşkın  kontrol   edilemeyeceği.  Aşık  olup  olmamatı  seçemeyiz,  ancak  aşkı  yine  de   yönlendirebiliriz  ve  aşkın  hayatımızı  pozitif  yönde  etkilemesini  sağlayabiliriz.       KAYNAKÇA:     • Goethe,  Johann  Wolfgang  von.  http://www.goodreads.com/quotes/23105-­‐‑ we-­‐‑are-­‐‑shaped-­‐‑and-­‐‑fashioned-­‐‑by-­‐‑what-­‐‑we-­‐‑love.  Wind  and  Fly  LTD.  t.y.  Web.  6   Aralık  2016.     • Coelho,  Paulo.  Zahir.  Can  Yayınları.  İstanbul:  2016.       Pelin  Baysal 1 Dostluk Güvenli hissetmek ve güvende olmak için insanların ve ülkelerin neler yaptığı ve ne kadar para harcadıkları ortada. Savaş olacakmış gibi eğitim gören askerler, hırsız girmesin diye kurulan güvenlik sistemleri, silah sanayisine yatırılan paralar ve daha nice örnek var güvenli hissetme çabalarımız arasında. Ama gerçek şu ki güvenilir insanlar olmadan hiçbir harcama güven ortamını tam olarak oluşturamaz. Bize güvenilir hissettiren, zora düştüğümüzde tutunabileceğimizi bildiğimiz dostlarımız güvende olmamazı sağlayan önemli kişilerdir. İlkokul, lise ve üniversite hayatımız boyunca birçok insanlarla karşılaşırız. Bazılarıyla çok uzun süre temasta kalırız ve onları özel bir yere koyarız. Eğlenceli ve kafa dengi olmaları avantajdır ama güvenilir olmasalar hiçbir zaman dostumuz olmazlardı. Bu güven çeşitli olaylar aracılığıyla kazanılıyor. Zor zamanlarımız ve onların zor zamanları belirleyici oluyor güven seviyemizde. Bazen yanlış seçimler yapıp güvenilir olmayan insanlara dost deyip büyük hayal kırıklığına uğruyor insanlar. İyi dost seçmek kolay değil ama bulmanın yolları da var elbette. Dostlarımla çok güzel anılarımız olmuştur. Bazıları aklıma geldikçe hala kendimi tutamam ve gülmeye başlarım. YatIlı lisede 4 sene okumak bana çok güzel, komik anılar yaşattığı gibi bazı zor anlar ve buruk anılarda yaşattı. Şimdi düşünüyorum da otuz küsür arkadaşım oldu yurtta ama aralarında sadece birkaçı benim için çok farklı bir yerde. Zor anlarımda birilikte olduğum ve destek gördüğüm arkadaşlarım onlar. Gülünç ve eğlenceli anılarımız beni hala güldürüyor ama buruk anılarımda içten bir samimiyet ve o gün hissettiğim güven duygusunu hissediyorum içimde. Ben şanslıydım çok aramadan iyi dostlar buldum ama durum hep böyle olmuyor maalesef. Bazıları hep eğlenmek ister dostuyla ve işini ertelettirir veya engel olur ona. Evet eğlendirirler ama sonuç olarak işleri, dersleri geri bırakmış olur ve bir bakıma hayatı zorlaştırırlar. Bu arkadaşlar o işler veya derslerin sonucu başımız belaya girince hiç hoş anılmazlar ve kesinlikle tam anlamıyla dost kabul edilmezler. Yalancı insanlardan da iyi dost 2 olmaz dememe gerek yok sanırım ama başkasına yalan söyleyen insanlara da güvenmek problem yaratabilir bunu bilmekte fayda var. Bazıları da eğlenirken ve gezerken hep yanımızda olurlar ama ne zaman onlara ihtiyaç duysak veya zor bir duruma düşsek ortadan kaybolurlar. Ararsınız ulaşamazsınız veya ulaşırsınız ama size bahane bulur. Bunlara iyi gün dostu denir ve bir noktadan sonra onlara güvenmek imkansız olur ve iyi günlerde de yanınızda istemezsiniz. Bencil ve geçimsiz insanlarla dost olmak da zordur çünkü bir yerden sonra tahammül edilemez hale gelirler ve tartışmalar ortaya çıkabilir. Her yönden mükemmel insan bulmak imkansız tabii ama bazı özellikler genel olarak insanda bulunmalıdır. Dürüstlük, yardımseverlik, hoşgörü gibi. İyi dostlar mükemmel olmayabilir ama güvenilir olmalıdır. Sonuç olarak hayatta güvenli hissetmenin en önemli yolu güvenilir insanlar tanımaktır yani güvenilir dostlar edinmektir. Dostluklar tecrübelerle güç kazanır veya kaybeder. Yukarıda bahsettiğimiz gibi iyi ve güvenilir dostlar bulmak için önce o özellikleri kendimizde bulundurmalıyız. Kendimiz iyi bir dost adayı olmadan iyi bir dost bulma gafletine düşersek hüsrana uğrarız. İyi dost ararken mükemmel insan ararsak da dostsuz kalırız. Hayatımıza sevinç, huzur ve güven eklemek istiyorsak iyi dostlar edinmeliyiz. Kolay değil iyi dost bulmak ama kesinlikle imkansız da değil. Kendimiz iyi olup biraz tecrübe ve arama ile bulabiliriz iyi dostlar. Bunun sonucunda ne zaman dara düşsek elimizi uzatacak bir insan var güveniyle yaşarız. Ahmet Said Aydil / 21501535 Dilara Yıldırım 21503036 Dikkat Ediyor Musunuz? Şimdiye kadar canınızın en çok acıdığı hissettiğiniz an neydi hatırlıyor musunuz? Bu cümleyi okuduğunuzda aklınıza gelen ilk şey bu hayatta kaybetmekten en çok korktuğunuz şey. Belki onurunuz belki sevdiğiniz biri belki de para. Ama aklınıza gelen o “şey” hayatınızı en çok şekillendiren olgu. Son zamanlarda ortalarda dolanan bir söz var eminim ki duymuşsunuzdur: ”Hayat mutlu anların toplamıdır.” Ben buna şiddetle karşı çıkıyorum çünkü hayatımızı, karakterimizi ve davranışlarımızı yaşadığımız mutluluklar değil hayatta karşımıza çıkan zorluklar ve çektiğimiz acılar belirler. Canınızın çok yandığı o ana geri dönün lütfen ve düşünün o zamanki sizle şimdiki arasında belirgin bir fark var mı? Muhtemelen birçoğunuzun cevabı evet olacaktır. Birçoğumuzun buna evet demesinin sebebi aslında bilinçaltımız. Yaşadığımız o hezeyanın etkisiyle kendimizi korumak için yeni davranışlar geliştiriyoruz. Kimimiz içine kapanıyor kimimiz yeni hobiler ediniyoruz. Sırf o etkiden kurtulabilmek için. Lakin aslına bakarsanız işin en kolay kısmı da atlatmaya çalışmak çünkü kabullenmek atlatmaktan daha zor ve daha çok zaman alıyor. Nedense olumsuz şeylerle yüzleşmek konusunda iyi değiliz. Kaçabildiğimiz kadar kaçıyoruz. Sanırım her birimizde bu süre değişkenlik gösteriyor. Fakat ortada genel bir gerçeklik var ki acıyla barışmak konusunda insanlar olarak iyi değiliz. İnkar, kızgınlık, pazarlık, depresyon ve en sonunda kabulleniş. Tüm bu sürecin son bulduğu yer olan kabulleniş aşamasında insan başka bir duyguyla tanışıyor: pişmanlık. Özellikle sevdiğiniz bir insanın kaybının ardından sarsılıp hayata çok farklı yerlerden bakmaya başlıyorsunuz. Kendinizi koca bir hortumun orasında kalmış bir ağaç gibi güçsüz hissediyorsunuz çünkü o an yetişkin olmanın insana verdiği “istersem her şeyi yaparım” hissinin kaybolduğu an. Özgüvenin yerini pişmanlık alınca bir düşünce seli karşılıyor sizi ve düşündüğünüz tek şey o insanla beraber geçirdiğiniz anlar ve keşkeler. Keşke ona daha fazla vakit ayırsaydım diye başlayan ve uzayıp giden bir listeyle baş başa kalıyorsunuz bu aşamada. Sanırım sevdiğimiz o insandan ne zaman ayrılacağımızı tam olarak biliyor olsak ve en iyi şekilde değerlendirmek için her şeyi yapsak bile birlikte geçirdiğimiz her an yine de az gelir. Hayatınızın en zor anı sevdiğiniz bir kişiyi kaybetmiş olmak olmayabilir. İşinizi kaybetmiş olabilirsiniz ve ya yıllarca hayalini kurduğunuz okulu kazanamamış olabilirsiniz. Önemli olan o yaşadığınız acının sebebi değil, canınızın yanmış olması. Çünkü sebebi fark etmeksizin bu acıların ardından insan genelde neden tüm bunlar henüz yaşanmamışken daha dikkatli olmadığını sorguluyor. Hayatı gelişi güzel yaşamak ortalama yaşam süresi yetmiş altı yıl olan bir canlı için fazla cüretkar. Dikkat etmediğimiz her an hayatı biraz daha kaçırıyoruz. Renkler, sesler, kokular, anılar her biri koşar adım kaçıyor bizden. Bu yaşamdan elimizde kalacak tek şey biriktirdiğimiz anılar olacak. Lakin biz her gün geleceğimiz için çabalarken bugünü, yaşamı kaçırıyoruz ellerimizden. Ve uğruna yıllarca çalıştığımız o ideal gelecek ise hiçbir zaman gelmiyor çünkü biz o hayatı kafamızda kurgulamaktan fırsat bulup yaşayamıyoruz. İşte tam da burada acı duygunun bize kattığı bir güzellik var. O da farkına varmak. Hayatın, yapılan hataların, boşa geçen zamanın farkına varıyoruz. Tıpkı Demolition filmindeki karısının ölümüyle baş etmeye çalışan Davis Mitchell gibi etrafımızdaki her şeye daha dikkatli bakmamız gerektiğini fark ediyoruz. İnanıyorum ki eğer bizde etrafımıza daha dikkatli bakmaya başlarsak hayatı gerçekten yaşamaya başlarız. Yaşadığımız acıdan çok şey öğrenebiliriz işte bu yüzden hayatın mutlu anlardan ibaret olduğuna inanmıyorum. Çünkü acılar insanlara silkelenip kendilerine gelmeleri için eşsiz bir fırsat veriyor. Acının insanı sarsan bir etkisi var. Uyuşmayı düşünürken birden farkındalığınız inanılmaz derecede artıyor ve daha önce hiç fark etmediğiniz şeyleri fark etmeye başlıyorsunuz. Her şeye daha dikkatli bakmaya başlıyorsunuz çünkü biliyorsunuz ki yarın hiç olmayabilir. O yüzden dikkat etmeliyiz. Doğan güneşe, kuş seslerine, baharla gelen o güzel çiçeklerin kokusuna, içtiğimiz kahvenin tadına ve en çok da etrafımızdaki insanlara dikkatimizi vermeliyiz. Kaynakça Demolition. Yön. Jean-Marc Vallée. Haz. Bryan Sipe. 14 Nisan 2016. Sokaktaki Yaşantılar Orwell'in işini bırakarak Londra da kötü koşullar altında ve bazen de evsizlerle yaşamasını konu edinen bir kitap. Anladığım kadarıyla insanları gerçekten anlamak için onlarla yaşayıp aynı hayatı deneyimlemeye çalışmış. Gün doğarken sadece uyumak için başını koyacak bir yastığı ve üstüne çekecek bir battaniyesi olsa dahi yüzünüze bir gülümsemenin gelip oturmasına sağlayacak bir kitap yazmış Orwell. Kokuşmuş otel mutfaklarında bulaşık yıkarken doğru düzgün uyuyamayacağını bile bile eve gitmenin hayalini kurmak, elde kalan son işe yarar kıyafeti de rehinciye satıp çaresizliği daha da hissetmek Orwell'in başına gelenlerden. Her gün yağlı ekmekle beslenmekten ağızda kalan kötü tat, odanın duvarında gezen tahta kuruları eşliğinde bir sonraki kirasını nasıl ödeyeceğinizi bilmediğiniz oda da uykuya dalmak aslında kitapta aklımda kalan birkaç şeyden sadece birkaçı.Berduş olduğunu bir türlü kabul edemeyen İnsanlar, yoksul bakımevleri arasında geçip giden ömürler, başı yerde dolaşan evi olmayan insanlar, gelecek yerde sigara bulabilmek için hep hakkında en ufak bir hayali veya ümidi olmadan yaşayan, daha doğrusu o gün de ayakta kalmayı başarabilen insanlarla dolu bir roman. Evsiz insanların yaşantısını ve psikolojisini merak edenler için gerçek bir kaynak. Benim ilgimi çeken bir çok nokta oldu kitapta ama en ilginçleri berduşlar sanırım. İyiliğe iyilikle karşılık veren insanlar değiller. Türkiye de pek karşılaşmadığımız bir şey bu sanırım. Bu insanlar onlara herhangi bir biçimde yardım eden insanla ra minnet duymuyorlar hatta sinirlenip nefret ediyorlar. Sanırım burada biraz kıskançlık devreye giriyor. ''Senin sahip oldukların benim olmalıydı veya eskiden bende senin gibiydim'' gibi bir düşüncede olabilirler bana göre.Tabi berduşların açısından bakınca haksızlar mı emin olamıyorum çünkü bana karşı sahte ve gereksiz biçimde şefkat gösteren biri olsa benimde hoşuma gitmez ve sinirlenirdim sanırım. Teşekkür beklemeden ve sahte gülümsemeler olmadan yapılan yardımlar daha gerçekçi gözüküyor. Bence iyi örnek ismini belirterek para bağışlamak, ismini açıkça belirten insanlarla buna en sokakta abartı biçimde berduşlara ilgi gösteren ve teşekkür bekleyerek iyilik yapan kişiler aynı yapıdaki insanlar. Aslında Bilkent'e ki ilk yılımda tam olarak berduş aşağı yukarı ona benzer bir yaşantısı olan biriyle tanışmıştım. Bilkent'e olmasa da kapsamlı burslu olarak girmişti derslere pek girmiyor onun yerine sokakta yatarak, otostop çekerek ülkeyi geziyordu parçalar halinde. Gerçekten değişik ve anlaşılmaz bir yaşantı bana göre. Hippileri sevmediğim gibi bu tarz bir şey de garip geliyor. Okulda yurdunda kalmak ve dersleriyle ilgilemek varken sokakta yatarak bir ülkeyi gezmeye çalışmak ne derece mantıklı ki. Yaşadığın yeri ve hatta farklı ülkeleri ama yapılış biçimi de dikkate alınmalı. Küçük bir gezmek bana göre çok önemli öğrenci bütçesiyle de yurtta kalarak veya ''work and travel'' gibi bir seçenekle de gezilebilir. Bu yaşantı biçimi daha sonrasında hazırlığı geçememesine okulu bırakmasına neden olmuştu. En son öğrendiğim bir yerde çalışıp hayatını idame ettirmeye çalışıyormuş. Aslında tam da kitapta bahsedildiği gibi gün içinde sadece 5 saat uyuyacağı evine(eğer varsa) gitmek için çabaladığı insanı tüketen bir 4- yaşantı. Sanırım ülkeden ülkeye değişmeyen tek şey sokakta iy i ve ya kötü bir sürü hikayesi olan bir sürü insan var kimisi belki orada olmayı hakketti belki bazısı da üzücü nedenlerden sokaklarda yaşamak zorunda kaldı ama her halükarda onlarda bizim gibi insanlar. Bana göre kibarca yardım etmekte ve hikayelerini din lemekte hiçbir sakınca yok belki tam tersine bu onlar içinde iyi olabilir. Ama bahsettiğim kişiler bizim ülkemizdeki gibi dilenciler değil tabiiki onlar daha çok sokaktan geçen insanları sömürmeye çalışıyorlar. Evsizler veya berduşlar her ne dersek diyelim parasızlığın dibine vurmuş kişiler. Ezgi Nur ARI İKİ YALNIZ, BİRLİKTE YAPAYALNIZ Yalnızlık, insanın hayatında en az bir kere tecrübe ettiği bir olgu. Bazen içimizde, bazen ise dışımızda. Kimi zaman tercih ediyoruz onu. Kimi zamansa, bizi ondan başka tercih eden olmadığı için yalnız kalıyoruz. Yine de yalnızlığın aslında ne olduğu, ne anlam ifade ettiği üzerine pek düşünmüyoruz. Sanki orada değilmiş gibi yapıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz. Sanki böyle yapmamız, onu gerçekten yok edecekmiş gibi... Ne kadar da safız aslında! Gözünü kapatınca gerçek ortadan kaybolacak zanneden küçük çocuklar kadar hem de. Oysa yalnızlığın bir yere gittiği yok. Hep orada. Hep bizimle. Yatağın altındaki sinsi ve korkunç canavarın ta kendisi, yalnızlık. Peki yalnızlık aslında ne? Gündüz vakti çöken karanlık mı, zamansız gelen bir misafir mi? Sevildikçe giden, reddettikçe geri dönen vefasız bir sevgili mi? Zor sorular...Biliyorum. Hem sorması, hem de cevaplaması zor. Ama belli ki Caroline Kepnes'in bu soruları cevaplayacak cesareti varmış. Sen adlı kitabında dökmüş ortaya bütün cevapları. Kitap bitince anladım ki yalnızlık, insanın kendisini anlayacak kimsesi olmamasıymış. Bir dolu insanın ortasında, kalabalıklar içinde bir başına kalmasıymış. Çünkü aslında yalnızlık neymiş biliyor musunuz? Yalnızlık, kişinin hayatının anlamını aramak için çıktığı bu yolculukta yanında ona eşlik edecek kimsesinin olmamasıymış. Kulağa çok acımasız geldiğinin farkındayım ama gerçek bu. Gerçek, yalnız kalmanın, yalnız olmakla aynı şey olmadığı. Kendinizi anlattığınızda anlayacak birileri olmadığını bilmek yalnızlık. Pek menem bir şey değil yani. Bazıları yalnızlığın tercih edilebilecek bir şey olduğunu söylüyor. İstediği için yalnız kalanlar varmış güya. Palavra bu bence. Kimse isteyerek yalnız kalmaz. Doğru; etrafına duvar örenler, kendini kalelerin ardına kapatanlar var. Kendisini erişilmez kapıların ardına saklayanlar var. Ama hiç kimse yalnız kalmak, kendini izole etmek için örmez o duvarları. O duvarları aşacak cesareti olan birileri var mı diye görmek için örer. Yalnızlık tercih falan değildir yani. Yalnızlık bazen kader, bazen de kaçınılmazdır. Kimileri için kaderdir çünkü öyle bir zihniyet, öyle bir karakterle doğar ki o kişiler, onları anlayacak insan sayısı yok denecek kadar azdır. Milyarlarca insanın bulunduğu bu dünyada da onları anlayabilecek olan o tek tük insanları da bulamazlar. Kaderi yalnızlıktır bunların anlayacağınız. Bir de yalnız kalması kaçınılmaz olanlar vardır. Onlar için yalnız olmak kader değil de zorunluluktur. Anlatamazlar kendilerini. Sırları vardır. Derin ve karanlık sırlar... Paylaşamazlar kimseyle. Korkarlar. Sevilmemekten, istenmemekten, beğenilmemekten korkarlar. Anlaşılmamak, yargılanmak ve dışlanmak, onların canavarlarıdır. Canavarlara olan korkuları, onların kaçınılmaz olarak yalnız kalmalarına sebep olur. İsteseler de alamazlar kimseyi hayatlarına. Suratlarında hep bir maske, hep bir yalan gülücük vardır onların. Ne yapsalar, ne etseler olmaz. Sonunda kendilerini karanlığın içine sinmiş, tek başlarına ağlarken bulurlar. Birisi de beni anlasın derler. Sadece anlasın. Sevmesin, kıskanmasın ama yargılamasın da. Sadece anlasın. Ama sırlarla dolu ruhlarını kimseye açamadıkları için bu sadece hayal olarak kalır onlar için. Ne acı değil mi? Yalnız kalmaya mahkum olmak yani... Bir hücreye kapatılmak gibi... Kimsede anahtarı olmayan bir hücrede sonsuzluğa mahkum olmak... Çok zor ve çok acı. En kötüsü de bununla bir ömür yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek. Hiç bitmeyecek gibi görünen bir hayatı, yalnızlıkla birlikte üstünüzde taşımak. Dilerim kimse bununla sınanmaz. Sevmek ve sevilmek varken, bu yükü taşımak zorunda kalmaz insanlar. Hayatı yaşanmaz kılıyor bu yük çünkü ve hayat, yaşamak istemediğinizde çekilmiyor. Kaynakça Kepnes, Caroline. Sen. Epsilon Yayınları, İstanbul: 2016. HAYAT HİÇ ADİL OLMAZ DA İNSAN MUTLU OLAMAZ MI? Bir günde bitirdim Yekta Kopan’ın Aile Çay Bahçesi’ni. Uzun bir kitap değil zaten; yüz kırk iki sayfa. Hani biriyle oturursunuz, hatta hiç tanımadığınız biriyle, size tek oturuşta bütün hikâyesini anlatır ya… Bu kitap da bana biraz öyle geldi. Anlatılmak istenen fazla dolandırılmamış. Yazar anlattı, ben dinledim sanki. Dil de yalın. Kitabı ana karakterden dinliyoruz: Müzeyyen. Bana her zaman erkek bir yazarın ana karakteri, hatta hikâyeyi anlatan karakteri, dişi seçmesi ilginç gelmiştir. Bunu seviyorum da galiba. Bir erkeğin kaleminde, bir kadının kendini anlatması… Murathan Mungan’ın ustalığıdır bu aslında. Neyse yazarımız Yekta Kopan, ona ihanet etmiş gibi olmayayım şimdi. Ana karakterimiz Müzeyyen. Onun hayat hikâyesini içeriyor kitap. Tabii objektif değil. Müzeyyen’in perspektifinden bakıyoruz. Müzeyyen, mükemmel bir kız çocuğuyken (kendince), altı yaşındayken bir kardeşi olacağını öğrenir ve hayatı alt üst olur. Kardeşi olsun istemez. Bir de kız. Onu hep kendine rakip görür içten içe. Aslında bu herkeste vardır. Yani kimileri belli bir yaşa kadar, kimileri hayatı boyunca kardeşlerini rakip olarak görürler. Hele ki hemcinsse... Peki, gerçekten hayattaki en büyük rakiplerimiz kardeşlerimiz midir? Bir bakıma çok da yanlış bir söylem değil bu. Sonuçta hayatta sahip olduğumuz ilk şeyler ebeveynlerimiz. Ve kardeş dediğimiz kişilerle onları paylaşıyoruz. Ne kadar sevsek de kardeşlerimizi, bilinçaltında bir yarış olur mutlaka. Küçük çocuklarda gayet açık bir şekilde görülür zaten bu yarış. İşte kitapta da, kardeşinin doğmasıyla Müzeyyen’in hayatı kötüleşmeye başlar. Yani Müzeyyen hayatında ters giden her şeyden kardeşini sorumlu tutar. En başta da annesinin ölümü için. Annesi doğumda ölmez, daha farklı bir ölüm bu ama küçük Müzeyyen’in yarattığı dünyasında bu ölümün sebebi kardeşidir. Ben burada, insanların her şeyi bir nedene bağlama çabasını gördüm. Çünkü eğer Müzeyyen annesinin ölümünün nedenini çözemeseydi içi rahat etmeyecekti. Ve en kolay yoldan, zaten sevmediği kardeşini günah keçisi yaptı. Çok severiz birilerini suçlamayı, onları günaha boğmayı. Sanki günahı başkasına yükleyince biz hafifleriz. Müzeyyen’in bir de babası var. O da iki numaralı günahkâr. Karısına ve çocuklarına gün yüzü göstermeyen; ne doğru düzgün kocalık ne de babalık yapabilen bir adam… Müzeyyen babasını da hiç sevmez. Kendi dediğine göre, Müzeyyen insanları sevmez. Zaten en yakınındakileri sevmezsen, biraz uzağındakini nasıl seversin? Anneleri ölünce, bu iki kardeşe, hatta babalarına da babaanne Fatma bakar. Müzeyyen, babaannesini sevse de, babasına, yani Fatma’nın oğluna olan şefkatini hep suçlar. Çünkü annesi öldükten sonra babası birçok kadın getirmiştir annesinin yerine ki zaten annesi ölmeden önce, annesini birçok kez aldatmış. İşte böyle bir babayı sevmez Müzeyyen. Babaannesi, babasını sokağa atamadığı için kızar falan filan. Peki, ne kadar haklı Müzeyyen? Bütün bir hayat, sürekli insanları suçlayarak geçer mi? Böyle bir aile içince büyüyünce, Müzeyyen, hayatına giren tüm insanlardan medet umar hale gelir. Onlara gereksiz anlamlar yükler. Mesela bakkalın karısı vefat edince, sanki tüm dünyası yıkılır. Hâlbuki Müzeyyen insanları sevmediğini iddia etmişti. Benim kitaptan anladığım ki bu bir bölümde sıkça geçiyor: Müzeyyen en çok kendiyle yüzleşmekten korkuyor. Aslında insanları seviyor, ama sevmediğini söylüyor. Kardeşini seviyor ama suçlayacak bir günahkâra ihtiyacı var hayatında. Babası için bir şey söyleyemeyeceğim, o konuda haklı gibi. Müzeyyen adını sevmez, anlamını kendine yakıştırmaz. Birlikte olduğu erkeklerle uyuyamaz. İyi resim yapar, ama hiçbir zaman bir ressam olamamıştır. Kardeşiyle kıyaslar hep kendini; kardeşi daha güzeldir, daha alımlıdır. Kardeşinin güler yüzlü olmasını bile çekemez. Cesur insanlara hayrandır; çünkü yapmak istediklerini yapamaz, söylemek istediklerini söyleyemez. Müzeyyen kendinde hep eksileri görür. Bu yüzden hayatı da eksilerle doludur. Dolduramadığı boşluklar yaratır kendine. Bence insan kendi yaratır hayatındaki boşlukları. Kimsenin boşluğu değildir onlar. Kendi boşluklarımızdır. Hayatı kendi kafamızda yarattığımız şekilde yaşadığımıza inanıyorum. Evet, her zaman beklediğimizi bulamıyoruz ama beklentilerimizi değiştirmek de bizim ellerimizde. Söyleyeceğim şu ki; Müzeyyen kendi kendini mutsuz etmiş bir kadın. İsteseydi daha mutlu bir hayat yaşayabilirdi. Ama o kolay olanı seçip başkalarının onun hayatını mahvettiğini düşünerek yaşadı. Gerçi kitabın sonlarına doğru biraz girdiği atmosferden çıkar gibi oluyor ama yine de bir sonuca bağlanmıyor. Ben kadere inanmıyorum. Hayatımızda bin bir türlü olumsuzluk yok değil. Fakat yine de, hayata ne verirsek onu aldığımızı düşünüyorum. Bence herkes kendi yaşam öyküsünün birer mimarı. MAVİNİN İÇİNDE PEMBE İçimizde yaşattığımız -bizi biz yapan duygularımız- hislerimiz, isteklerimiz ve en önemlisi de arzularımız acaba sahip olduğumuz bedenlerde hayata gelmek ister miydi? Nasıl bilebilirlerdi ki dış görünüşümüzle uyuşmadıkları için onları baskılayacağımızı, göz ardı edip kimse anlamasın diye iç dünyamızın en derinlerinde bir yerlere gömeceğimizi. Eminim, onlar da yanlış bedenlerde hayat bulmak istemediler. İster miydi her hücremize işleyen arzularımız ömrümüz boyunca bir mücadelenin parçası olmayı, yıpranmayı ve ortaya çıkabilecekleri anı beklemeyi ya da içimizdeki çelik kapıları aşamayıp vücudumuzla birlikte sonsuza dek toprağın altında kalmayı? Einar Wegener’in (Lili Elbe’nin) içindeki kadını dışa vurana kadar tam olarak yaptığı da buydu ancak onun içindeki arzular dışarı çıkmayı başarmıştı ve çelik kapısının kilidi giydiği kadın elbisesiydi kanımca. Einar geç olsa da başarmıştı. Bu yüzden onun hayatı herkese ışık olan bir başarı hikayesiydi. Danimarkalı Kız filmini izlerken en çok dikkatimi çeken şey aslında hepimizin Einar Wegener’e çok benzediğiydi ve filmde “bugünü” bulabilmemdi. Bu yaşantının üstünden seksen beş yıl geçmiş olsa bile film bazı şeylerin hiç değişmediğini bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne serdi. Einar’a nasıl mı benziyoruz, anlatayım. Bizler değil miyiz kendi istediğimiz gibi değil de başkalarının istediği gibi yaşayanlar. Daha anne karnında bir cenin iken kadın ve erkek arasındaki tek fark olan bir organımızdan dolayı ne renk giyeceğimiz veya odamızın ne renk olacağı gibi birçok şey çoktan seçiliyor. Erkeksen her şeyin mavisinden, kız isen bizim için pembeden başka bir renk yokmuş gibi adeta. Büyüyüp de erkek “adam” pembeyi sevince türlü türlü hakaretlere ve hatta cinsel istismarlara maruz kaldı, peki ama pembe de mavi gibi bir renk değil miydi? Yo hayır elbette değildi, çünkü bizim için renklerin bile cinsiyeti vardı! Doğduğumuz andan itibaren kurallarını başkalarının yazdığı bir dünyaya adım atmış oluyoruz. Kimse sormadı ki bizim dünyamız nasıl! Kimse umursamadı ki biz ne istiyoruz. Onlar dışarıdan pembe ya da mavi olmasıyla ilgilendiler, başka ne olabilirdi ki zaten… Kimse anlamadı ki kimimiz mavi giyip içinde bir pembe barındırıyor. Aman erkeklerle oynama, aman onlarla arkadaşlık etme, aman kızlardan uzak dur diye tembihlendi bize hep. Karşı cinsle bütün bağlantıları kesip içimizde zaten var olan eşcinselliği iyice ortaya çıkardılar. Peki ya içimizdeki kuşu kafesinden çıkarıp özgür bıraktığımızda ne oldu? Ne mi oldu, ben anlatayım. Başkalarının hoşuna gitmedi, hor gördüler, dışladılar, ötekileştirdiler ve yaşatmadılar. Evet, yaşatmadılar! Tecavüz ettiler, öldürdüler, yaktılar, gömdüler… Bir can, bir yaşam bu kadar ucuzlaşmıştı. Niye? Çünkü eşcinseldi, o pembe olan eski bir maviydi! Halbuki farklı olmak bizim seçimimiz değildi, bir yönelimdi; anlamadılar, anlatamadık… Ayrıca daha sonrasında da yine bizler değil miyiz başkalarına güzel ve kadınsı görünmek için topuklu ayakkabı giyip acı çekenler, okullarda bile erkek çocuğuna benzemeyelim diye etek giydirilenler ya da kız gibi olmasın diye saçı kestirilen erkekler? Ailemiz onaylamaz diye sevdiğimizi kalbimize gömüp orada sessizce onu büyütmedik mi, sonra da sırf onlar istedi diye tanımadığımız adamla bir ömrü paylaşmadık mı? “Paylaşmak” pek iyimser oldu sanki biz ona “ömrü ziyan etmek” diyelim, sırf “onlar” istedi diye… Belki de Einar’ın evliliği de böyleydi, belki sadece başkalarının ağzını kapamak içindi. Her şeye rağmen Einar çok güçlüydü, belli ki çok savaşmıştı içinde yaşayan kadını (Lili’yi) öldürmek için ta ki Lili onun bedenini de işgal edene kadar. Tek bir hakikat var ki, Einar olmak istediği bedende ebediyete kavuştu. Einar bir umut oldu diğerleri için, onun gibiler için, gelecek için, bugün için. Ve… Hep hayallerini süsleyen bedende -bir kadın olarak- sonsuzluğa uzandı. Kaynakça: Hooper, Tom. Danimarkalı Kız. 2016 Gürsoy, Tolga. “Sinemajor”. Eddie Redmayne'ın Oscar'a Koştuğu Film: The Danish Girl. Hürriyet. 23 Şubat 2016. Web. 30 Eylül 2016. Selin Güngör Ege Tezerişener 21401450 Başak Berna Cordan Turk 101-16 21.11.2014 Ödev 5-2 Yapacak Bir Şey Var “Godot’yu beklemek” dilimize yerleşen, sıkça duyduğumuz bir söz. İlk kez lise yıllarında duyduğum bu sözün kaynağını araştırdığımda İrlandalı yazar Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı tiyatro oyunuyla ilişkili olduğunu öğrendim. Oyunu izlemek için Ankara’daki tiyatroların repertuvarlarını araştırdım fakat hiçbirinde oyunun oynandığına rastlamadım. Sonuçta merakımı gidermek için oyun metnini okumaya karar verdim. Godot’yu Beklerken, Samuel Beckett’in en bilinen eseridir. İlk olarak Fransızca yazılmış ve Paris’te sahnelenmiş olan oyun, sonrasında diğer dillere de çevrilip başka ülkelerde de oynanmış. Oyunun çok ses getirmesinde türü etkili olmuştur. Absürt tiyatro (uyumsuz, saçma tiyatro türü) olarak nitelenen, alışılmamış biçime sahip olan bir tiyatro eseri Godot’yu Beklerken. Türünden dolayı eserde belirgin bir olaya yer verilmemiş, oyun fazla aksiyon içermiyor. Olay örgüsü ön planda olmadığı için uzam ve zaman kavramları da pek net bir şekilde belirtilmiyor. Eser, varoluş felsefesi ve bu konudaki düşünceler üzerine kurulmuş. Oyunda, hayatları bekleyiş içinde geçip giden iki dost vardır: Vladimir ve Estragon. Bu iki figür, karakter özellikleri bakımından zıt düşüyorlar. Estragon maddiyatçı ve cahil bir figürdür. Fiziksel olaylar ve özellikler onun için daha önemlidir. Onun için insanın güdüsel yanının simgesi diyebiliriz. Vladimir ise bilge, düşünen bir figür olarak sergilenmekte. Manevi değerler onun için daha önemli. İnsan onuruna değer veriyor, soyut bir şekilde düşünüyor. Vladimir ile Estragon arasında geçen şu diyalog bu belirlememin en tipik örneğidir: “Estragon: Bir onluk bile makbule geçer./ Vladimir: Dilenci değiliz biz.”(s. 49) Bu iki dost, oyunda “Godot” adında birini bekliyorlar, bekleyerek geçiriyorlar hayatlarını. Bu sırada ne birbirlerinden kopabiliyorlar ne de beklemekten vazgeçebiliyorlar. Oyunda sergilenen bu bekleyiş sıkıcı, boş ve amaçsızcadır. Vladimir ve Estragon’un Godot’yu beklemesi gibi insan da hayatı boyunca hep bir bekleyiş içindedir. Hayatın vazgeçilemez bir parçasıdır beklemek. Önce dünyaya gelmek için bekleriz, sonrasında ömrümüz bir şeyleri beklemek ile geçer. Her insan için beklenen şey farklı olsa da bekleme eylemi ortaktır. Kimi insan iyi hayat koşullarına sahip olmayı, kimi hayatının aşkını bulmayı, kimi de torunlarını kucağına almayı hayal eder ve bekler. Yaşadığımız hayatla aramızdaki bağı oluşturan Tezerişener, 2 bu bekleyişlerin her biri bizim amacımız, gerçekleştirmeyi istediğimiz hayallerimizdir. Samuel Beckett’in oyunu da bekleyiş kavramı üzerine kurulu. Oyundaki Godot, hayattaki beklentileri simgeliyor. Eserde iki figür kendi Godot’larını bir şey yapmadan edilgen şekilde bekliyorlar. Biz de bazen aynısını yapıyoruz aslında. Hayattan çok şey bekliyoruz, hem de çaba göstermeden, yorulmadan, hiçbir şey vermeden. Fakat yapılması gereken “Godot”u oturduğumuz yerden beklemek değil, onun için çalışıp emek sarf etmektir. Hiçbir şey birden ayağımıza gelmez ya da beklenmedik bir şekilde gerçekleşmez. Bir şey yapmadan beklemek, sahip olduğumuz hayatı boşa geçirmek, elimizde olan zamanı kötüye kullanmaktır. Hayatı ertelemektir aslında boş boş beklemek. Kendimizi kandırmak, kendimize yalan söylemektir. İnsan, hedefi doğrultusunda kendini geliştirmediği takdirde tekrara düşer. Yaşadığı hayat tekdüzeleşir, sürekli fakat farkında olmadan aynı bekleyişi yaşar durur. Amaçsızlığı seçen, bir süre sonra kendini unutur, benliğini kaybeder. Bir başka deyişle tükenmeyi bekler. Bitmek bilmeyen bekleyişte insan hiç mi bir şey yapamaz? Yapabilir tabii ki. Bu bekleyiş sürecinde takınacağı tutum geleceğini belirler insanın. Ya kolaya kaçacak, ben böyle rahatım, ne olacaksa zaten olur deyip kendi köşesine çekilecek ya da çağına ve kendine yaraşır bir “Godot” belirleyip onun doğrultusunda çalışacak. Engeller ve zorluklarla karşılaşılsa da yapılması gereken de budur. Madem yaşıyoruz, bir amaç için yaşamalıyız. Kendimize hedefler koyup onlara ulaşmak için çaba göstermeliyiz. Amacımıza bizim gitmemiz gerekir, onun bize gelmesini beklememeliyiz. Vladimir’in de dediği gibi “Burada vaktimizi ziyan etmeyelim. Fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım!” (s. 103) Sahip olunan amaç, insanı insan yapar. Yaşama tutunmak ve devam etmek için bir sebep sunar. KAYNAKÇA Beckett, Samuel. (2010). Godot’yu Beklerken. İstanbul: Kabalcı Yayınevi http://www.gazetebilkent.com/2012/06/13/sonu-gelmeyen-bekleyis-godotyu- beklerken/ http://www.alternatifkultur.org/2012/08/godotyu-beklerken.html HER CAN KUTSALDIR Her tarafımız kötülük dolu artık. Cinayetler, tecavüzler, bombalı saldırılar, tacizler... Çoğumuz alıştı belki de bunlara. Çünkü kendileri yaşamıyorlar bu olayları. Televizyondan görüyor ya da radyodan duyuyorlar. Her gün aynı tarz farklı olaylar duyunca da alışkanlık yapıyor tabii(!). Herhangi bir tepki göstermiyorlar artık. Eğer vicdanları varsa belki sadece on dakika kadar üzülüyorlar ya da küfrediyorlar yapanlara ve yaptıranlara. Ancak on dakikadan sonra bir şey kalmıyor kimsenin aklında. Herkesin ağzında aynı laf almış başını gidiyor: “Hayat devam ediyor”. Peki, bu hayat kime devam ediyor? Herhangi bir olayda hayatını kaybedenler için bu laf hiçbir anlam ifade etmiyor. Aileleri ve arkadaşları için de pek bir anlamı yok artık hayatın. En azından bir süre onlara da devam etmiyor hayat. Peki, tecavüze, tacize, psikolojik şiddete uğramış insanlar için devam ediyor mu? Ya da cinayete şahit olmuş biri için? Onlar için de devam ettiğini sanmıyorum. Hayatlarının geri kalan kısmını o olayların bıraktığı yaraları iyileştirmeye çalışarak geçirecekler. Psikolojik destek alacaklar. Bazı şeyleri o olayla bağdaştıracak veya herhangi bir suçları olmadığı halde sorunu kendilerinde arayacaklar. Bu durumda hayat yine onlara devam etmeyecek. Bizler de yine sessiz kalmaya devam edeceğiz. Ne herhangi birini sorumlu tutacağız ne de bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapacağız. O olayları yaşamış insanları anlamaya çalışıp, empati kurup, hayata bakış açımızda bir değişikliğe de gitmeyeceğiz büyük ihtimalle. Arkadaşlarımızla birlikte otururken bu olayların sebebini konuşacağız belki. Yine “eğitimsizlik, cahillik, nefsine hakim olamama” sonucunu çıkaracağız. Ertesi gün yine her şey kaldığı yerden devam edecek. Bu durumu nasıl yok edebiliriz ya da en azından azaltabiliriz diye sorguluyorum Dexter’ın herhangi bir bölümünü seyrettiğimde. Geçmişten günümüze kadar gelen “çivi çiviyi söker” deyişini düşünüyorum. Gerçekten öyleyse kötülük kötülüğü yok eder mi diyorum kendi kendime. Bu kötülüğü yapan veya yayan insanları ya da nesneleri, Dexter Morgan’ın yaptığı gibi etkisiz hale getirmek ya da ortadan kaldırmak bunun bir çözümü olabilir mi diye sorguluyorum. Onlarca insanın, çocuğun hayatını almış birinin ortadan kaldırılması bir çözüm mü? Dosyası yüzlerce tecavüz, taciz, gasp olaylarıyla dolu olan birinin hayatını almak bu durumu iyileştirir mi? Eğer çözüm buysa, Dexter Morgan cinayet işlemiş olur mu? Böyle sorular sorulduğunda hiç düşünmeden cevap olarak “Her varlığın canı kutsaldır” derdim. Hala daha bu görüşü savunurum ancak Dexter’ı seyrettikten sonra bir duraksama geliyor böyle sorularda artık. Bir düşünce döngüsünün içinde kalıyorum. Önce, aklıma para, otorite, saygınlık ya da fikir dayatmak için hayatı alınan masum insanlar geliyor. Sebepsiz yere öldürülen onca insan… Küçücük yaşta annesini, babasını kaybetmiş çocuklar geliyor ya da çocuğunu kaybetmiş ebeveynler. Kardeşini, aşık olduğu insanı, dedesini, yıllardır öz kardeşi gibi gördüğü arkadaşını kaybedenler geliyor aklıma. Sonrasında da “başkasının canını alan bir can kutsal olabilir mi artık?” diye soruyorum kendi kendime. “Nedeni ne olursa olsun, bir çocuğun hayatını almak; kardeşleri, akrabaları, dostları ayırmak kabul edilebilir bir şey mi?”, “Başka bir canı alma hakkını kim verdi?” diye sorular geliyor aklıma ardı ardına. “Para, pul, otorite ya da fikir için öldüren bir varlık bahsettiğim kutsallığa dahil olabilir mi?” diye sorguluyorum sonrasında. En son bir ses yükseliyor vicdanımdan. Bana dünyadaki adalet sisteminin varlığını hatırlatıyor. İyi çalışan bir adalet sisteminde, hapsetmek, ıslah etmek ya da sosyal bir hizmet için çalıştırmak varken neden hayatını sonlandıralım ki? Nihayetinde canı alma hakkı da verilmedi hiçbirimize. En sonunda da yine başa dönüyorum: “Her can kutsaldır.” İHSAN UMAY DURUR Elif İpek Çakar Aynadaki Sen Her insanın tanıdıkları hakkında kafasında oluşturdukları belli başlı düşünceleri bulunur. Bu düşünceler genellikle birlikte geçirilen zaman içinde davranışların incelenmesi, bir duruma verilen tepkiler ve bir olay hakkında o insanın sahip olduğu fikirleri öğrenme yollarıyla edinilir. Yani çoğunlukla insanlar bir başkasını tanırken onda ne gördüklerini umursarlar. Fakat birinin aslında kim olduğu sorgulandığında üç açıdan bu soruya cevap bulunması mümkündür. İnsan, evet, göründüğü gibi algılanabilir; ama herkes dışarıya sunduğu haliyle kendisi olmayabilir de. Ya da insanın nasıl biri olduğunu çok iyi bilmesine karşın aynaya baktığında kendisini farklı biri olarak görmek istemesi de olağan. Bu durumlarda insanı; nasıl göründüğü, aslında kim olduğu ve olmak istediği kişi olarak üç parçaya bölebiliriz. Hangisi olursa olsun insanın kendisini bunlardan biriyle açıklayabilmesi, kendine tamamen yabancılaşmış olmasından elbette daha iyi değil midir? Üç farklı durumdan herhangi biri resme bakıldığında hissedilebilir; ancak resimde kitabın aynadaki görüntüsü doğru şekilde yansıtılmışken, ayna karşısında duran adamın yüzünü ne kendisinin ne de resme bakan kişilerin görememesi oldukça ilginç. Bu resmi gördüğümde düşündüğüm ilk şey kimi durumlarda insanın kendisinin bile kendisini tanıyamaması, kendi benliğinden uzaklaşıp en sonunda kaybolabileceğiydi. Bir sanat eserinden herkes farklı birer anlam çıkarabilir. Ben bu resmi incelediğimde yukarıda bahsettiğim üç kavram ve yabancılaşma durumunu, ressamın anlatmak istediği olarak düşündüm. Resim: La Reproduction Interdite (1937) – Réne Magritte Bu düşüncelerden en önemlisi, belki bazen en ürkütücü olanı, insanın kendine yabancılaşmasıdır. Kendine yabancılaşma, kimlik kaybı veya insanların kişiliksiz oluşu ya da aidiyet yoksunluğu şeklinde açıklanabilir. Bu aidiyet yoksunluğu çoğunlukla uzaktan baktığını fark ettirir insanların yaşadıkları hayata. Bir noktaya gelip gözlerini açar ve fark ederler o ana kadar yaşadıkları şeylerden de aslında sorumlu olduklarını. Yaptıklarından keyif alamamakla yüzleşirler, bir nevi hisleri uyuşur. Bazen kahkahalarla gülseler de gözlerinin içindeki gülümsemenin gri bir perdeden ileri gidememesidir insanın kendisine yabancılaşması. Hayatlarına sanki bir vitrin camındaki manken gibi bakarlar. Yabancılaşan birey, neredeyse kendi varlığını bile hissetmeyecek ya da hissedemeyecek bir hale dönüşür. Yabancılaşmış insan, yaşadığının bile sanki farkında değildir ve günlük aktivitelerini bir robotmuş gibi yapar. Bu durum, hayatı tamamı ile tatsız bir hale getirir o insan için. Çünkü kendinden uzaklaşmak, kendine yabancılaşmak başka birinin düşünceleriyle hareket etmeye başlamakla doğar. Bir başkasının aklını kendisininkinin yerine koyan insan, eninde sonunda kendi fikirlerini üretemeyecek hale gelir. İşte bu sebeple tatsızlaşır yaşamı. Çevresindekilere, topluma ve kendisine yabancılaşan kişi, artık neredeyse hayattaki amacını da bilmeyecek hale gelir. Yabancılaşma, bir başkasının düşüncelerini benimsemek, genel anlamda da kendine ait olmayıp sisteme ait olmak demektir. Dış bir zihniyetin ona yapması ve yapmaması gerekenleri söylemesiyle insan, yavaş yavaş birey olma bilincini kaybedip yaşamındaki amacını unutur hale gelir. İnsan haklarının önemini unutur, birbirine saygı duymayı ve sevgi göstermeyi unutur, duyarsızlıklara tepki vermenin en doğal hakkı olduğunu unutur. Yani kendine yabancılaşmak, insanın sadece kendisine verdiği bir zarar değildir. Geniş çerçeveden bakıldığında tüm topluma zarar verebilme yetkinliği olan ürkütücü bir durumdur. Resimden etkilenen yazar Leopold von Sacher-Masoch resimle aynı adı taşıyan bir şiir yazmıştır. Şiirdeki iki dize şu şekilde çevrilebilir. Yalnızlığım öyle bir tablo çizer ki bu gece, Aynadaki yansımam bile bana sırtını döndü. Kaynaklar: Resim: “La Reproduction Interdit” (1937) – Réne Magritte / Museum Boijmans Van Beuningen Google görseller URL: https://www.google.com.tr/search?q=la+reproduction+interdite&biw=1920&bih=943&source=lnm s&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwjsuuPi1tzPAhWjOsAKHW2_A1UQ_AUICCgB#imgrc=ve- CLk4YmXLpqM%3A Von Sacher- Masoch, L. (1870) - Venus In Furs / Kürklü Venüs [çev. Murat Çakır (2001) – Çivi Yazıları Yayınevi] Ege Ozan Özyedek FARKLI Gözlerinizi kapatın ve bir yol hayal edin. Orman içinden geçen ağaçlar ile çevrili bir yol. Sonra da bu yol üstünde küçük bir kız ve bozuk olan beline yardım etmesi için ayaklarına demir takılmış olan bir erkek çocuk olduğunu. Onlar yolda otururken arkadan üç bisikletli çocuğun erkek çocuğa taşlar attığını ve bu atılan taşlardan kaçmak için ayağında o demirlerle koştuğunu hayal edin. Arkadan küçük kız “Koş Forrest, koş!” diye bağırıyor. Ve son olarak bu çocuğun koşarken ayağındaki demirlerden kurtulmasını ve inanılmaz bir hızda koşuşunu düşünün. Forrest Gump filmindeki bu sahne bana hiçbir zaman pes etmememi hatırlatır her izlediğimde ve her izledikten sonra geleceğe biraz daha olumlu bakarım. Bu son ay benim için zor bir ay oldu. Yeni bir şehir, yeni insanlar, yeni bir okul. Her zamanki gelecek kaygılarım omuzlarım üstünde daha da fazla ağırlık yapmaya başlamıştı. O yüzden ben de bir daha Forrest Gump’ın öyküsünü izlemek ve biraz hayatım için ilham almak istedim. Forrest Gump’ ı ilk defa ailemle birlikte baya küçükken izlemiştim. O zaman hayatın bana neler getireceği hakkında pek bir fikrim yoktu, Gump ile aynı masumlukta izliyordum filmi. O zaman tam olarak anlamamıştım filmde değinilen konuları, yaklaşık 9-10 yaşlarındaydım. Benim için ne kadar önemli olacağını ve ilerde bana ne kadar yardım edebileceğini bilmiyordum. Bana farklı insanların çok şey yapabileceğini öğretti ve bu yüzden filmin ana konusunun farklılık olduğunu düşünüyorum. Bunu Forrest’ın kendisinde de görebiliyoruz. Normal olarak tanımlayacağımız biri değil ama bu filmi özel kılan da bu değil mi, ana karakterin çevresindekilerden farklı olması? Hiçbir zaman o normal çocuk figürü olamadım. Çoğu insan da zaten garip olduğumu söyler, ama ben bunu kötü bir şey olarak algılamıyorum. Hatta bence beni ben yapan özelliklerden biri de bu. Fakat şu an kendim hakkında çok beğendiğim bir özellik olsa da ilkokuldayken insanlardan bu yüzden çok da güzel laflar işitmedim. Bugüne kadar da hâlâ düşünürüm: neden insanlar farklı olan insanlar karşısında böyle tepkiler verirler? Neden insanların dış görünüşleri normalde gördüğümüzden farklı, bir insan çoğunluktan biraz daha saf veya çoğunluktan farklı bir düşüncede olunca bir tepki verme gereği duyuyoruz? Herkesin belirli bir kutuya sığması mı gerekiyor ki? Bence hayır. Ben farklılığımızın bizi diğer herkesten ayıran özellik olduğunu düşünüyorum. Maalesef ki herkes böyle düşünmüyor ve aynı filmde olduğu gibi farklı bir insanı “taşlıyorlar”. Benim de kendimi böyle durumlarda bulduğum oldu, tabi ki sözcüğün gerçek anlamıyla taşlanmadım fakat üzücü durumlar yaşadım. Çocuklar Forrest’ı kovalarken o pes etmemişti ve koşmaya devam etmişti. İşte ben de böyle durumlarda Forrest’ı örnek almaya ve pes etmemeye çalıştım. Forrest film boyunca hiç pes etmiyor. Evet belki bazen hayatın onun için ne kadar zor olduğunu hissettiriyor izleyiciye fakat gene de ilerlediği yolda durmadan devam ediyor. Sinemanın beğendim bir özelliği de işte bu. Bize, bizim hayatımızdan başka birinin hayatını gösterebilmesi ve yaşatabilmesi. Mesela filmi izlerken Forrest’ın hayatını yaşıyor izleyici. Böylelikle görebiliyoruz ki bu hayatta mutluluk veya zorluk yaşayan tek insan biz değiliz, bu da bence bizim diğer insanların hayatlarına daha geniş bakmamıza ve biraz daha düşünceli olmamıza sebep oluyor. Sinema sayesinde başkalarının hayatlarında yaşadıkları durumları ve bu durumlara verdikleri tepkileri görebiliyoruz. Filmde de Forrest’ın yaşadığı zorluklara verdiği tepki, bir yumruk veya söz değildi. O onunla dalga geçenlerle savaşmıyordu. O hayat ile savaşıyordu ve bu yüzden pes etmiyordu. Ben de bu filmin en sevdiğim yanının bu olduğunu düşünüyorum: pes etmemek. Ve bu filmi çok sevmemin ve bana çok yardımının dokunmasının sebebi de bu. Bana pes etmememi hatırlatıyor ve ne olursa olsun ileride olabilecek bir mutlu gün için bile hayatla savaşmamı sağlıyor. Aynı Forrest’ın annesinin dediği gibi “hayat bir çikolata kutusundan ibarettir, içinden ne çıkacağını asla bilemezsin…”. Bu hayata nasıl geldiğimizi, ne kadar akıllı olduğumuzu, ne kadar “normal” olduğumuzu veya hayatımızın nasıl olacağını biz seçmiyoruz. Fakat bu belirlemediğimiz özelliklerden dolayı yargılanıyoruz ve üzülüyoruz. Umuyorum ki bu farklılıklarımız ilerideki günlerimizde birbirimizi yücelttiğimiz sebeplerden biri olur çünkü bizi birimizden ayıran ve güzel kılan nokta bu: farklılıklarımız. Kaynakça Zemeckis, R. (Yöneten). (1994). Forrest Gump [Sinema Filmi]. BEKLEMEK Bana öyle geliyor ki hayatımız boyunca bir şeyleri bekliyoruz. Açıkçası bu bekleyiş benim kendimi bildim bileli çözmeye çalıştığım bir sorun. Nedeni ise hayattan çalıyor olması. Okul evreleri mi tetikliyor bu durumu bilemiyorum fakat ben altı yaşımdayken anaokulunun bitip ilkokulun başlamasını beklediğimi çok net hatırlıyorum. Sonra ilkokul bitsin ortaokula geçeyim diye bekledim. Sonra lise, lisedeyken de üniversite… Hani liseyi nasıl geçirdin diye sorsanız neredeyse bitkisel hayatta diyeceğim, o kadar az hatıra kalmış ki daha dört beş sene öncesinden belleğimde. Üniversiteyi beklerken yaşamayı unutmuşum. Beklemişim de beklemişim. Hala da bekliyorum fakat bu bekleyiş yaş arttıkça daha da stresli hale geliyor. Daha üniversitenin birinci sınıfındayken okul bittikten sonra yapmayı planladıklarınız hakkında konuşmak o kadar kolay ki. "E ben sadece bir iç mimar olarak kalmak istemiyorum, akustik üzerine yüksek lisans yapmayı planlıyorum." "Bu diplomayı alıp da üstünü tamamlamamak büyük haksızlık olur, ben aydınlatma ve ışık üzerine yoğunlaşacağım." Fakat son sınıfa geçtiğinizde o işin o kadar kolay olmadığını, fark etmediğiniz bir vitrin camına bodoslamak gibi ansızın ve bir hayli acılı şekilde idrak ediyorsunuz. Önce ben bu işin yükseğini okuyacağım dediğiniz bütün konuları toparlayıp önünüze koyuyorsunuz. Geleceğinizi torbalayıp kurayla karar verecek değilsiniz ya, oturup tek tek artılarını eksilerini yazıyorsunuz, yani en azından ben öyle yapıyorum. Bölümü seçerken avantaj olarak algıladığım geniş çalışma alanı gerçekliği de benim için bir dezavantaj olarak görünmeye başlıyor tabii. Ha bir de bir bölüm okumaya karar verdikten sonra üniversitelerin sunduğu yüksek lisans programlarını ve bu programların giriş koşullarını araştırmak var. Sonra yavaş yavaş rüyalarda bile on beş üniversitenin yirmi beş programı arasında koşturur hale gelmek... Üstüne üstlük bu sene daha önce yaşamadığım bir sorun daha yaşıyorum. Bu belki de şimdiye kadar başarılı olduğunu düşündüğüm bir sistemin son ayağı. Üniversitenin o ilk yılında hırslı ve stresli bir öğrenci olarak verdiğim o zor kararın; yani dönemlik ders yükümün bir fazlası ders almamın ironik bir sonucu bu sorun. Şimdi "Ee, adam gibi dersin de kalmamış işte, okula misafir gibi gidip geliyorsun, daha ne için hayıflanıyorsun?" Diyebilirsiniz. Açıkçası ben de geçen sene altı stüdyonun altında, boyası çıksın diye taşın altında ezilmiş ortanca çiçeği gibi kıvranırken aynı sizin gibi düşünüyordum. Fakat şimdi geriye kalan iki üç dersimin bir öncekilerin farklı ölçekli tekrarları olduğunu görüp diyorum ki "Ya galiba benim bu okuldan alabileceğim bir şey kalmadı artık. Bu okul bana ne sunduysa öyle veya böyle bitti, kalmadı, ben hepsini tükettim." Tabii durum böyle olunca bu son mimari stüdyoların gereksizliğini sorgulayıp yapacağım kat kat maketleri, onlar için uyumayacağım saatleri, günleri, haftaları düşündükçe daha da kahroluyorum. Ha bir de sekiz dokuz yaşlarından beri hayali kurulan İskandinav sevgilinin yanına gitme telaşı var. Açıkçası Bilkent Üniversitesi gibi itibarı sağlam, sıralaması da Türkiye'nin ilk beşinde olan bir üniversiteyi 4 üzerinden 3,5 üstü bir ortalamayla tamamlamak, Türkiye'deki hemen hemen bütün üniversitelerde yüksek lisans eğitimini garantileyen bir anahtar. Benim de not ortalamamı yüksek tutmaya çalışmaktaki birinci amacım buydu. Fakat sonra hayatın onunla beraber daha tatlı olduğunu fark ettiğim bir adamla tanıştım. E o da çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bir İskandinav erkeği oldu diye kadere de isyan edemem ki, değil mi? Sonuç olarak yurtiçindeki tüm o okul alternatifleri birer birer aklımdan silinmeye başladı. Gözümü İsveç'teki Danimarka'daki okullara dikmeye başladım. Tabii bu durumun bir sonucu olarak da özgüven yetersizlikleri çıkmaya başladı ortaya. Yani ben kendi okulumda, hatta belki Türkiye'de iyiyim, tamam, peki ya Avrupalı, Amerikalı, Uzak Doğu Asyalı meslektaşlarımla karşılaştırıldığımda neredeyim, kaçıncı sıradayım? Şimdi o hayalini kurduğum üniversiteye kabul edildim belki, ama ya okul ücreti? Bakalım Bilkent'ten aldığım gibi oradan da tam burs alabilecek miyim? Kabul alıp da burs alamadığım için o okullarda okuyamamak da var. Sizi bilemiyorum ama ben hala bu sancılı bekleyiş sürecine bir türlü çözüm bulamadım. Yani yüksek lisansa başladığımda da sanki bitirip de çalışmayı bekleyecekmişim gibi hissediyorum ve bu durum beni hakikaten korkutuyor. Fakat düzeltmek için uğraşmadığımı söylemek de kendime haksızlık olur. Gerçekten bu kısır döngüyü kırıp aşmaya uğraşıyorum. İnanıyorum, illa bir gün iliklerime kadar yaşadığımı hissedeceğim, sadece henüz o günün ne zaman geleceğini bilemiyorum. Bilge DOĞMAZ Dilara Halavurt – 21602151 Durup, İnce Şeyleri Anlamaya Vakti Olmayan İnsanlar Bayan denilmesinden hoşlanmayan kadınlardanım. Kadın-kız ayrımının da toplumun bilinçaltındaki cinsellik merakından kaynaklandığını düşünürüm. Kadın kelimesi, erkek kelimesinin zıttıdır ve erkek denildiği yerde karşı cinse bayan denmez, abla denmez, kız denmez veya bacı denmez, kadın denir. Düğünlerde çalan tek tip şarkılar beni ayrıca sinir eder. Rock seviyor olabilirsiniz ama düğününüzde Candan Erçetin çalmadan gerçekten evlenmiş kabul edilmezsiniz. Akrabanızın düğününe ceket veya kravatsız katılırsanız ayıplarlar. Bu ne angarya yahu? Facebook’tan tanıştığınız kadın eşiniz çıkarsa veya mekanik bir kalabalığın yarattığı trafikte sıkışıp kalırsanız ne olur peki? Yukarıda saydığım günlük hayattan, ilgi çekici ve bir o kadar da şaşırtıcı olaylar Hakan Bıçakçı’nın Hikayede Büyük Boşluklar Var adlı hikaye kitabında yer verdiği olaylardan sadece birkaçı. Toplum eleştirisi yapan, distopyalar kuran ve kahkahalarla bu distopyaları yıkan bir yazar olarak aklımda kalacak Hakan Bıçakçı. Toplumun normları hepimizin sınırlarını zorlamıştır zaman zaman. Akrabaların tutuculuğundan, toplumun eleştirel bakışlarına, ailelerin mükemmeliyetçiliğine… Hepimiz hayatımızın bir evresinde “Toplum ne der?” diye düşünmüş, kimi zaman adımlarımızı buna göre atmış, kimi zaman bu soruyu görmezden gelmişizdir. Hakan Bıçakçı görmezden gelinemeyen normların yarattığı distopyayı, belki biraz mübalağa ile sunarken biz farkında olmaksızın bizi çepeçevre saran normları görmeye başlayacaksınız. Bıçakçı’nın toplumsal baskıdan sonra katlanamayacağı bir başka şey varsa o da çağdaş yaşam standartları olabilir. Metropoller, yüksek katlı beton yığınları, kalabalıklar, trafik ve modern hayatın bize kattığı daha nice eziyet Hakan Bıçakçı’nın hikayelerinde yer verdiği unsurlardan. İşe gitmek için harcağınız iki saat sizin için sıradanlaşmışsa ve bu zamanı gözünüzde büyütmüyorsanız bir daha düşünün. Mekanik insanlar, onların yarattığı mekanik trafik ve monotonluk her tarafınızda. Etrafta naturel tek bir renk tonu kalmamış. İnsanların gülümsemeye vakti yok. Bir metro istasyona yaklaşıyor, kapılar açılıyor. İnsan seli. Hepsi birbirine benzeyen, hepsi ifadesiz onlarca insan boşalıyor metrodan. Bir o kadarı da biniyor. Bu döngü 6-7 dakikada bir, günde on iki saat haftada yedi gün devam ediyor. Bu karamsar tonda, histerik gülüşlerle süslenmiş sayısız hikayeden oluşan bu eser sizi kaygı içinde bırakmayacak yalnız. Eserde karşılaşabileceğiniz bazı hikayeler de size toplumun aksak ama komik yönlerini gösterecek ve hatırladıkça yüzünüzde gülümsemeye sebep olacak. Bilirsiniz, toplumumuz kadın deme özürlüdür. Örnek verelim, x-ray cihazından geçeceksiniz; kadınları ve erkekleri farklı güvenlik görevlileri arayacak. bu senaryoda duymanız en olası cümle: “Erkekleri sağ taraftan alalım, bayan arkadaşlar bu taraftan ilerlesin” olabilir.Tabii bayan yerine bacı, teyze kızı, ablacığım gibi samimiyete dayalı sözcükler de kullanılmış olabilir. Ama asla kadın denmez çünkü kadın cinselliği çağrıştırır. Erkek cinselliği çağrıştırmazken, kadın nasıl çağrıştırır derseniz verecek cevabım yok. Hakan Bıçakçı’nın da yok. Bakın, Bıçakçı’yla ortak düşündüğümüz bir alan daha. Toplum yaşantınızda neden rahatsız olduğunuzu çözemediğiniz ama bir şekilde rahatsız olduğunuz bir şey olursa bu kitabı okuyun. Yazar sizin için nedenlerini detaylarıyla ortaya dökecek, sizi bile ikna edecektir. Monotonluk, sıradanlık zor geldiğinde, gözünüz bir parça yeşil aradığında, gülen insanlar görmek istediğinizde de okuyabilirsiniz. Başka bir şehirde, belki deniz kıyısında belki yemyeşil bir çimenlikte bu kitabı okuyup, sizin gibi düşünen insanların var olduğuna inanın. Güzel insanların, Gülten Akın’ın dediği gibi, durup ince şeyleri anlamaya vakti olan insanların var olduğuna inanın.Eğer inanırsanız dünya daha güzel gözükecek size ve bu dünyanın güzel olmayan hallerini güzelleştirme arzunuz filizlenmiş olacak. Hayattan Kaçış Kaçmak sizce nedir? Neden kaçılır? Niçin kaçılır? Belki bu soruların hepimize göre farklı anlamları ve cevapları var ama ben sizlere kendi düşüncelerime göre yani, çevremde gözlemlemiş olduğum hayatları ve bu hayatların getirmiş olduğu yaşantılar ile hayatımızda yer alan “kaçmak” terimini anlatmak istiyorum. Evet, kendimi iyi bir gözlemci ve fikirlerimi de kaliteli buluyor olabilirim ama bu demek değildir ki, insanların yaşantılarını direkt kendim üzerimden sizlere anlatayım. Onları kendi fikirlerim ile harmanlayıp ya da bütün bunları yaparak kendimi de bir rutinin içinden yani, kendi yaratmış olduğum hayatın içinde kaçmak için kullanmak istiyorum. Kim bilir? Belki de anlatacağım olaylar ve yaşantılar tamamen beni ve benim gibilerin hayatlarını anlatıyordur çünkü bana göre insanlar ne zaman başka insanlar üzerinde yazıp çizmeye başlasa, kendi hayatlarını o insanların hayatlarını kullanarak anlatmış ve aynı zamanda da eleştirmiş oluyor. İlk olarak hepimizin bildiği ve her gün karşı karşıya kalmak zorunda olduğumuz “stres” denen o illetten söz etmek istiyorum. Stres neredeyse hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor. Bazen yapılması gereken bir iş, ödev ya da başkaları tarafından yapmamız için verilmiş herhangi bir şey olarak karşımıza çıkıyor ama işin ilginç tarafı ise, biz insanların bu verilmiş olan görevlerden mümkün olan en kısa zamanda kurtulmak istiyor oluşu olsa gerek. Bu duruma sürekli içimizde büyüyen stresi kaynak olarak gösterebiliriz. Bir adam düşünün, kimsesi yok, işi yok, ailesi yok daha da önemlisi parası yok ve bir gün bu adam hayattan kaçmak, getirmiş olduğu ağır yükten kurtulmak istiyor. Sizce bunu nasıl başarabilir? Tabii, günlük hayatımızın getirmiş olduğu bu tarz sorunları çözmek için yine bu modern çağın getirmiş olduğu banka kredilerini ya da hayat koçlarını çare olarak gösterebiliriz fakat gerçek kurtuluş yolunun ne olduğunu siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Çaresizliğin insan beyninde şekil bulmuş hali olsa gerek kendi hayatımızı sonlandırmak yoksa bu kadar çok alternatif varken kendi canını hiçe saymak mantıksız bir şeymiş gibi geliyor bana. Şahsen, eğer bir iş veya olay yolunda gitmiyorsa yapılacak en doğru haraket tarzının işlerin rayına oturmasını beklemek olduğunu düşünüyorum. Birçoğunuza göre bu saçma ve yanlış bir düşünce gibi gelebilir ama olaylara geniş bir pencereden baktığınız anda aslında olan biten her şeyin tamamen sizin kontrolünüzün dışında geliştiğini görecek ve anlayacaksınız. Şimdi size anlatacaklarım ise ilk başta bahsettiğim konuya birazcık zıt gibi gözükebilir. Genelde çoğumuz günlük hayatlarımızda bazı olayların olmaması durumda şu cümleyi kullanıyoruz: “Boşver ya! olacağı yokmuş” ya da “Kaderde bu yokmuş, zorlama artık!” gibi cümleler bu tarz konuşmalara örnek olarak verilebilir. Ben ise yukarda söylediğimin haraket tarzının aksine bu türlü cümlelere zıt bağlamış durumdayım. Neden mi? İnsan istediği şeyin sonuna kadar gitmeli ve o isteği başarmak için de sonuna kadar gayret göstermeli. Çünkü zaten olaylar ve onların sonuçları bizden bağımsız bir şekilde gelişmekte yani, ne yaptığımızın aslında pek bir önemi yok. Önemli olan nokta bizim bu durumu kendi bilinç altımızda kendimize söylememiz ya da çevremizdekilerin bize söylemesi. Kendimizi işe yaramaz hissettiğimiz an bu duygulardan uzaklaşmak ve yaptığımız işe dört elle sarılmak doğru bir davranış gibi geliyor bana. Basitçe söylemek gerekirse, yağmasakta kükremek bu türlü durumlarda kendi kendimize hayıflanmaktansa yapılması gereken bir şey gibi gözüküyor bana. Bu dediklerimi yapmadığımız anda muhtemelen kendimizi işe yaramaz bir ruh halinde bulabiliriz. Keşke dememek ve kendimizi depresyona sokup hayattan kaçmaya çalışmamak bu olsa gerek. En azından denedim ve elimdem geleni yaptım demek kendimizi domuz bağında bulmaktan daha iyi bir seçenek gibi gözüküyor. Sonuç olarak söylemek gerekirse, insanlar kendi hayatlarında yarattıkları kurgu ve hayal ürünü olan şeylerin yolunda gitmemesi durumunda kendilerini umutsuzlukla çevrelenmiş derin bir çukurun içinde buluyorlar. Belki de bu insanlar için olağan ve olması gereken bir şey ama maalesef benim için bu düşünce tamamen yanlış bir hareket. Evet, bazen bu durum bizim lehimize olabilir ama genel olarak baktığımız zaman bunun gereksiz ve kendimizi küçülten bir hareketten başka bir şey olmadığını anlayacak ve kendi hayatımızı daha düzgün bir çizgi üzerinden gitmesi için var gücümüzle çalışımaya başlayacağımıza eminim. Bu fikre hala katılmıyor olabilirsiniz ama gerçek şu ki; kendimize eziyet etmeye devam ettiğimiz sürece ileride daha kötü bir durumun içinde olmamız kaçınılmaz ve tahmin ediceğiniz üzere bu gerçekleştiği zaman geri dönmek için çok geç kalmış olucağız. Oytun Ege Aytaç Tutkunun Bir Kadına Yaptırabilecekleri: Stefan Zweig’den Bir Kadının Yirmi Dört Saati Turk 101 dersi bloğu için okumayı seçtiğim kitap Stephen Zweig’den Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’tir. Önceden seçilmiş kitaplar listesinde arkadaşım bu kitabı seçtiğini ve kitabın kısa olmasına rağmen anlatamın oldukça yoğun olduğundan bahsetmişti. Ben de kitabı arkadaşımdan ödünç istemeye ve bloğumu bu kitap ile ilgili hazırlamaya karar verdim. Her zaman bir kitaba başlamadan önce yaptığım gibi kitabın yazarı ile ilgili küçük bir araştırma yaptım. Yazarımız Stephan Zweig ile ilgili biraz bilgi edindikten sonra Kitabı bir an önce bitirmek için hemencecik kitaba başladım. Kitabın başları oldukça hoş ilerledi, betimlemeleri oldukça detaylıydı. Kahramanlarımızın konakladıkları pansiyona kadar her dekor oldukça iyi işlenmişti. Fakat “Kadın” hayatı boyunca unutmadığı o yirmi dört saati anlatmaya başlayınca kitap benim için sıkıcı bir hal almaya başladı. Özellikle kumarhane masasında gördüğü yirmili yaşlardaki gencin el hareketlerini izlerken aktardığı izlenimler bana göre fazlasıyla uzundu ve birbirini tekrarlar niteliğindeydi. gencin elinin titreyişini yaklaşık beş yüz kelime ile anlatması beni daralttı. Aynı kelimelerin yerleri ile oynanarak yeni cümleler oluşturulmuştu. Belki de orijinal dili olan Almancadan çevirilirken böyle bir hal almıştır. Ama bu durum benim okumamı oldukça sekteye uğrattı. Aynı satırı tekrar tekrar okuyormuşum hissi yarattı bende. Hatta bir ara kitabı okumayı bırakmayı bile düşündüm. Ama kitabın sayfalarında kendimi kaybolmaya zorladıkça bu sıkıcı ve uzun anlatımın sadece o bölüme özgü olduğunu anlayınca okumaya devam etmişim. Zaten yaklaşık otuz beş sayfam kalmıştı bu yüzden başlamışken bitireyim diyerek okumaya devam ettim. Kitabın sayfalarında gezindikçe kitapta yer yer sürükleyici, yer yer ise kadının o yirmi dört saatini anlatmaya başlamasında olduğu gibi hız kesici yerler olduğunu fark ettim. Bazı bölümlerde deyim yerindeyse o sahneyi yaşarken, bazı bölümlerde ise sadece yerleri ile oynanarak kurulmuş cümlecikler kitabı sıradanlaştırıyordu. Otelde başlarından geçen olay anlatılırken kitap, ilgi çekici ve sürükleyici iken kumar masasındaki eller son derece sıradan ve sıkıcıydı.Bu kitabı bana öneren arkadaşım kitabın çerez gibi hemen anlaşılıp, bitirebilecek bir kitap olduğunu söylemişti. Kitabı okuduktan sonra o arkadaşıma oldukça hak verdim. Kitap bana da oldukça basit ve hemen tüketilebilecek gibi geldi. Bana kalırsa üstüne düşünülecek bir kitaptan çok kısa hoş öyküydü. Yazarın üslubundan içeriğine geçecek olursam, kitabın fikrinin hoş olduğunu söyleyebilirim. Ama yine de çok etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Yaşlı, görmüş geçirmiş bir kadının hayatını değiştiren o yirmi dört saati, yaşandıktan sonra ilk defa yirmi dört sene sonra bir yabancıya yüksek sesle dile getirmesi, yaklaşık yetmiş sayfaya sığdırılarak anlatılsa da yeterli olduğunu düşünüyorum. Kitapta muallakta bırakacak boşluklar yoktu. Yaşlı kadının yani Bayan C’nin suskunluğunu bozmasının nedeni de kaldıkları pansiyonda yaşadıkları bir olaydır. Bayan C.’nin kahramanımıza açılmasının sebebi ise,kahramanımızın pansiyondaki olaya bakış açısı ve fikrini tüm karşı gelenlere karşı korkusuzca savunmasıdır. Kahramanımızın bu tavrı ve kadın ruhundan anlayışı Bayan C.’nin ona güvenmesini sağlamıştır. Bana göre olaylar ve bu olayların altında yatan nedenler birbirlerine özenli bir şekilde bağlanmış, ilgi mantıklı bir şekilde kurulmuş. Ama yine de ben kitabı biraz sığ buldum ve etkileyici bir anlatıma sahip olduğunu düşünmüyorum. Okurken beni sürüklediğini ve sayfaları değiştirmek için can attığımı söyleyemeyeceğim. Kitaba başlamadan önce yazarın yanı sıra okurların bu kitap için yaptığı yorumları da incelemiştim. Yorumlar genelde, tutkunun mantıklı bir kadına yaptırabileceklerinin etkileyici bir anlatımı ve başarılık psikolojik çözümlemeler barındırdığı üzerineydi. Bundan dolayı beklentilerim kitaba başlamadan önce oldukça yüksekti. Belki de beklentimi yüksek tuttuğum için okudum bu kitap beni yeterince tatmin etmedi. Zweig,Stefan. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.2016 Ah Şu Babalar Bilgehan Salih UYHAN İnsanlar küçük yaştan itibaren birilerini örnek alarak yetişirler. Bunlar genellikle bir çizgi film karakteri, tarihten bir lider, öğretmenler vb. gibi bireyler olurlar. En çok da örnek alınan bireyler babalar olur. Ben de hayatım boyunca babamı örnek alarak kararlar vermeye ya da yaptığım davranışlarda “babam olsa nasıl yapardı?” sorusunu kendimi sormaya dikkat ederek ilerledim. Tıpkı Cem’in ve eminim ki Cem gibi birçok çocuğun da yaptığı gibi. Babalar genelde çocuklarıyla annenin ilgilendiği kadar ilgilenmezler. Bu sadece toplumsal bir algı deyip geçemiyorum ne yazık ki çünkü bu durum bütün toplumlarda alışılmış bir gerçek. Bu gerçeğe dayanarak babayı örnek almanın buradan geldiğini düşünüyorum. Babaya ayrı bir ilgi duyuyorsun çünkü “kaçan kovalanır misali” o kaçıyor sen onu kovalıyorsun. Okuduğum romanda da bu olay benim bu konu üzerinde durmamı sağladı. Cem’in babasının bir örgüt yüzünden gözden uzak olması ve yazılar yazması; Cem’i okumaya iten ve ileride yazar olmaya sürükleyen bir durum olarak sergileniyor. Toplumumuzu incelediğimizde buna benzer birçok örnekle karşılaşıyoruz. Asker bir babanın evden uzun süre uzakta görev yapması çocuğun ideolojisinin babayı örnek olarak “ileride ne olmak istiyorsun?” sorusuna “ASKER” diye cevap vermesi, geceleri sabaha kadar nöbetlerde olan bir doktorun çocuğunun tıbbi alanlara yönelmesi gibi örnekleri çok görüyoruz ve duyuyoruz. Tabii ki bu durum kesinlikle bu şekilde oluyor demiyorum ancak belli bir gözleme dayalı genelleme yapıyorum. Peki çocuklar babalarının sadece mesleklerini mi örnek alıyorlar? Okuduğum roman benim bu soruyu irdelememi de sağladı. Cem’in, bir aralar babasının kaçamak olarak birliktelik yaşadığı kadına âşık olması aslında baba ile oğlu arasındaki ilgi benzerliğini de göz önüne serdi. Ancak bu durum bir örnek alma olarak görülebilir mi? Evet, belki babanın yaptığı yani bildiğin davranışlarını örnek alabilirsin ama bilmediğin bir durumda karşına gelen durumda gösterdiğin tepki de aslında babanın ki ile aynı ise bu aradaki içgüdüsel benzerliğin bir göstergesidir. Bu noktada aslında çocukların sadece babalarını örnek alarak yetiştiğini değil içgüdüsel olarak baba ile benzerlik göstererek yetiştiğini de söyleyebiliriz. Hatta romanda ki görüşe dayanarak çocukların babasını veya babası gibi gördüğü insanları fiziksel ve toplumsal rolde örnek aldığını ancak kişisel özelliklerini öz babalarından aldığını söyleye biliriz. Nasıl mı? Cem’in babası gittikten sonra Mahmut ustasının yanında kuyu kazmaya gitmesi ve bir süre sonra onu “babası” gibi görmeye başlaması ileride Jeoloji okumasında bir etkendi (öz babasını örnek almasının aksine); ancak öz babası ile aynı kadına âşık olmaları kişisel yani içgüdüsel bir örnekti. Bu romanda en çok baba ile çocuk arasındaki etkileşim dikkatimi çekti ve beni kısa bir düşünme sürecine soktu. Yaptığım toplumsal ve kişisel gözlemlerin ardından düşüncelerimi şekillendirdim ve çocukların gerçekten babalarını nasıl örnek aldıklarını, hangi noktalarda örnek aldıklarını irdeledim. Ulaştığım sonuç yukarıda da belirttiğim gibi gelişim süreci size en yakın olanı örnek alarak değil uzaktakinin neler yaptığını kestirmeye çalışarak ilerliyor. Çocuğun arka planda yaşadığı olaylar çocuğu etkiliyor ve hayatı boyunca verdiği kararlarda gün yüzüne çıkıp onu etkiliyor. Verdiği kararlar her ne kadar gördüklerine ve duyduklarına dayanıp toplumsal statüsünü etkilese de duygusal hayatını şekillendirmeye yönelik verdiği fevri kararlar içgüdülerine dayanıyor. Yazının okunmasının üzerine daha ileri yazılarda okuyucular, çocuklar ile babaları arasındaki içgüdüsel benzerliklerin nereden geldiğine ve hangi boyutlara ulaştığına yönelik düşünce yazıları yazabilirler. Page 1 of 3 Hayat, Şimdi, Burada ‘Her şeyin aksine gittiği bir dünyada kendinizle ve dünyayla yüzleştiğinizi, yani yeniden nefes almaya çalıştığınızı düşünün.’ (68) İşte Düğümlere Üfleyen Kadınlar tam da nefesin kesildiği anda hayata dönüşü anlatan bir roman. Annesiz ve ülkesiz dört kadının yeniden nefes almaya çalışmalarının hikayesi. Terkedilen ve her şeyin bittiğini düşünen dört kadının yeniden nefes almayı öğrenmeleri ve aldıkları nefesle başka hayatlara da can verebiliceklerini farketmelerinin hikayesi. Başka bir deyişle hiçbir sonun ‘son’ olmadığını sadece diğerleri için bir başlangıç olduğunu, kadınların sevildiği insanlar tarafından itelendiği “son”ları ve bu “son”ları atlatma biçimlerini anlatan bir Ece Temelkuran romanı. Bu dört kadının beni en çok etkileyen yanı, “kadın” olmalarının bu “son”lar için bir dezavantaj olduğunun farkında olmalarına rağmen, bir şeylerin bittiğine hiçbir zaman kesin olarak inanmadan, hayata tutunmaya devam etmeleri. Gerçekten, kadın olmanın yaşanan “son”lar adına üzerimize farklı bir yük bindirdiğini söylemek mümkün mü? Hayatın acımasızlığı ve üzerimize gelen “son”lardan silkelenmek ve geri kalkarken kadın olmak üzerimize ayrı bir yük bindirir mi? Bu dört kadın, bize bu sorulara rağmen hiçbir şeyin imkansız olmadığını öğretiyor. Nefes almanın hiçbir zaman imkansız olmadığını… Hayatta kaç kere her şeyin bittiğini düşünmüşüzdür? Kaç kere terk edildiğimizi düşünüp hayatı anlamsızlaştırmışızdır? O derin boşluğu tarif edebilecek bir tanım, kelime bulamıyorum. İnsanın nefessiz kalmasını, dört duvarın üzerine gelmesini, ışıkları perdeleri kapatıp, o karanlık küçücük odada kimsenin haberi olmadan saatlerce hıçkırarak ağlamasını, nefes almaya çalışmasını. Artık sevilmediğini farketmenin o dayanılmaz ağırlığını. İnsan, başkası tarafından sevilince kendini seviyor, kendine değer vermeyi öğreniyor, kalbi olduğunu farkediyor yani. İnsana böylesine şeyler hissettiren, ‘seven’ gidince de geriye bir yıkımdan başka bir şey kalmıyor. Bu temayı kitapta çok güçlü hissediyoruz. Page 2 of 3 Temelkuran, bize birileri tarafından sevilmeye nasıl muhtaç olduğumuzu ve ancak bu gerçekleştiğinde kendimizi sevebileceğimizi anlatıyor. Bu bana insanoğlunun en büyük zayıflıklarından biri gibi gelmiştir her zaman. O kadar yıl hayatımızda özel biri olmadan yaşıyoruz, sonra hayatımıza birini alıyoruz ve ondan öncemiz yokmuş gibi her şeyi siliyoruz. Bir arkadaşım sevgilisine yazdığı mektupta, ‘sen varsan ben tamam, sen varsan ben mutlu’ diye yazmıştı. Şu andan öncesinde mutsuz olduğunu mu gösterir bu? Hayatımızın anlamını, geleceğimizi, hayallerimizi tek bir insan üzerine kuruyoruz. Özellikle de benim yaşımda (19-20 yaşları) bu duygu daha baskın oluyor sanırım. Çünkü o yaştan sonra insan hayatıyla ne yapacağını sorgulamaya başlıyor. ‘Hayat’ yükünü tek başına kaldırmanın zorluğunu farkedince de kendine bir yoldaş buluyor. Hayattaki zorlukları nasıl aşacağını düşünürken yol arkadaşını da yanında hayal ediyor. Gün gelip de o yol arkadaşı hayatından çıkınca da yıkılıyor işte. Çünkü giden tek şey yol arkadaşı değil gelecek hayalleri, umutları da oluyor. Peki bu ne kadar doğru? Gidenin arkasından hissettiğimiz yıkımın şiddeti ne kadar sürüyor gerçekten? Ya da arkasından böylesine derin ve güçlü acılar hissedebildiğimiz birinden, tabiri caizse vazgeçip hayatımıza başka birini almamız imkansız mı? Bir insanın acısıyla bütün ömür geçer mi? “Sendeki sende kalacak. Kimse ile ilgili değildi, kimse ile ilgili olmayacak. Aşk onunla ilgili değildi, olmayacak. Yerine başkası gelecek, aşk hep sende olacak. Gelecek olana yer aç.” (126) diye yazıyor Temelkuran. O kimsenin vazgeçilmez olmadığını düşünenlerden. Bense, öyle olması gerektiğini ama öyle olmayacağını düşünenlerdenim. Kimsenin kendi benliğimizden daha değerli görülmemesi gerektiğini bilen ama karşısındakini kendisinden çok daha üstün görenlerdenim. Aynı romanda “Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek.. Hayat, şimdi, burada.” (220) diye de yazıyor Ece Temelkuran. İnsan bırakmazsa yaşayamaz. Birinin acısıyla kendini yıkamaz. Başkası gelir toplar kırıkları. Birinin sonu diğerinin başlangıcı olur. Ama ben kimsenin kimse gibi olabileceğine gönülden inanmıyorum. O kadar sevdiği birinin ardından bir başkasına nasıl dokunur insan? İçi acımaz mı? Ya da ne kadar isteyebilir bunu? Aşk gerçekten Page 3 of 3 onunla ilgili değil mi? Bence ilgili. Keşke olmasa ama ilgili. Keşke her gideni sadece iyi anılarla hatırlayabilsek acısını çekmesek. Ama tabii, öyle ya da böyle her acı bir gün bitiyor, bu konuda yazarla hemfikir olduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ama, bir başkasının O’nun yerini alabiliceği fikrine beni hiçbir roman inandıramaz sanırım. Kim bilir belki de her şeyi her zaman geride bırakmak gerek değildir. Geride bırakmaya gerek olmadan da, ‘Hayat, şimdi,burada.’dır. Merve Nilsu Akbulut 21502492 Aytuna Özsaraç FARKLIYA KARŞI TUTUM “… bir ev kasvetli bir yerde bulunuyorsa veya eski romantik usulde inşa edilmişse yahut da içinde cinayet, ani ölüm ve buna benzer istisnai bir olay meydana geldiyse o ev muhakkak ki mimlenir ve de daha sonraki vakitlerde buraları hayaletlerin mesken tutacağına inanılırdı” -Bourne’un Tarihi (Irving, 75) Lanetli veya hayaletli olarak tanımlanan evler… İnsanların yaklaşmaktan korktuğu ve zarar vermeye çalıştığı, üstüne üstlük verebildiği bu zarardan içten içe zevk aldığı mekânlar… Diğerlerinden farklı olması onu lanetli diye tanımlamaya iter insanları çünkü çoğu insan değişiklikten haz etmez. Geneli değişime ve bunun sonucunda doğan farklılığa karşıdır. Yaşlılar mesela sürekli gençlere laf etmez mi “Ah bizim zamanımızda şöyle idi, vah bizim zamanımızda böyle idi” diye ya da “Şimdiki gençler …”le başlayan yüzlerce cümle kurmazlar mı yaşlılıkları boyunca? Bu lanetli ev gibi diğer dışlanmış nesneler bana göre hayattaki farklıları gösteren belli başlı semboller. Daha doğrusu farklılıkları değil de farklı insanları diyebilirim. Farklılıklar ve değişiklikler… İnsanın adapte olması gereken şeyler olduğundan, insanlar genellikle uğraşmak istemiyor sanırım. Perili bir ev düşünürsek mesela, çocuklar ilginç bulacak ağır bir korku duysa da içine girip keşfetmeye çalışacaktır. Lakin bir yaşlı o eve ne kadar yaklaşabilir ki? Herhangi bir yaşlıdan bahsetmiyorum, bu tip paranormal olaylara inanan bir yaşlıdan bahsediyorum. “Ben güvende olayım, başıma bir şey gelmesin” diye o eve yaklaşmaz bile. Yaklaşmayı hatta bakmayı aklından bile geçirmez muhtemelen. Çünkü ona göre bu ev korkutucu ve günlük yaşamının çok dışındadır. Her gün karşılaşmak isteyeceği, hayatına dâhil etmek isteyeceği bir varlık değildir. Şöyle bir düşününce bu ülkede yaşayan ve genellikle eğitim görmemiş, kendini geliştirmek için bir çaba sarf etmemiş kesim her yeniliğe, değişikliğe bu gözle bakıyor. Misal, benim mavi saçlarım Ulus’ta ne kadar dikkat çekip ayıplanıyorsa Bahçelievler’de o kadar seviliyor. “Neden?” diye soruyorum kendime, aynı şehirde ve sadece birkaç kilometre uzaklıktaki semtlerde değişiklik bu kadar farklı karşılanmamalı bana göre. Bahçelievler çocuk ise Ulus yaşlı kesimi simgelemekte benim gözümde. Kendimi biraz daha lanetli ev gibi betimlemeye devam edeceğim. Küçükler şaşkınlıkla tepki verseler de şu güne kadar hiçbiri bir zarar vermedi. Lakin iki dakika ulustan geçmek zorunda kaldığımda omuz atmalar mı dersiniz, küçümseyici bakışlar mı dersiniz… Fiziksel ve psikolojik olarak zarar vermek değişikliği sevmeyenlerin hoşuna gidiyor anladığım kadarıyla. Onlara göre herkes normal olmak zorunda, sıradışı olmaya asla yer yok. Bu değişikliklere benim mavi saçlarım dışında bir sürü örnek verilebilir. Kızların saçlarını kısacık kestirmesi, erkeklerin küpe takması veya paçalarını kıvırması… “Biz ne yapıyorsak beğendiğimiz için yapıyoruz, size farklı geldi diye hakaret edip aşağılamak gibi bir hakkınız yok” diye bağırmıyorsam saygımdan bağırmıyorum, emin olun. Lanetli bir ev olsaydım gerçekten siz insanları uzun süre önce lanetlemiştim ama maalesef değilim. İnsanların bu derece aynı düşünmesi, değişikliklere ve farklılıklara bu derece karşı çıkması… Bu kadar gerici insan varken nasıl gelişebiliriz ki? Bu herhangi bir alanda bir gelişim olabilir. Politikadır, eğitimdir, sanattır… Hiçbir şeyi kabul etmeyen bu toplum karşısında ne kadar yenilik yaratabiliriz. Kendini eskiye ve köklerine bu kadar bağlamış bir toplum olması, bu toplumu gerileten yegâne sebeplerden bence. Bir saç konusunda bile bu kadar tepki verilmesi… “Neden insanlar bu kadar bağlı eskiye?” diye sormama sebep oluyor. Gelişime kapalı bir toplumuz sanırım. İnsanlar tuhaf, herkesin aynı şeyi düşünüp benimsemediğini anlamaları da gerek. Yenilik istiyoruz işte anlamıyor musunuz? 1900’leri geçeli çok oldu, biz büyüdük, siz her ne kadar eskiye takılıp kalsanız da. Sizin ön yargılarınız ve bundan doğan yıkıcı eleştirileriniz, bizi yıkmaya çalışmanız… Bunun size ne yararı var? Kendinize gelin ve ayak uydurun artık. Değişik, farklı ne varsa bu hayatta aynı muameleyi görüyor. Fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyor eninde sonunda. Adapte olmuyor ve hatta olmak de istemiyor, hayatında yeri olamayacağına inanıyor. Kaynak Irving, W. (2016). Uykulu Kuytu Söylencesi: Seçme Öyküler. İstanbul: İthaki. UMUDA YOLCULUK Esra Demiryılmaz 21401717 Umut nedir sizin için? Tutulur ya da görülür bir şey mi umut? İçinizde bir yerlerde dolaşan bir şey mi umut yoksa baktığınız manzarada da görüyor musunuz onu? Kaybettiğiniz küpenizi aramaktan vazgeçmemek mi mesela, ya da aşık olduğunuz adamı beklemek mi bir gün size siz gibi bakacak diye? Kalıplara sığdırılır, şekle sokulur bir cevabı yok şüphesiz. Bambaşka hayatlar ve bambaşka bakışlar var o hayatlara. Gökkuşağına bakarken örneğin, o düşünce denizinden siz tek bir rengi ve yakıştırdığınız insanı çekip çıkarırken; şehrin başka bir yerinde bir diğeri belki kaybettiği annesinin gülümsemesini görüyor. Umudun tanımını onlarca dilde, onlarca sözlükte bulursunuz muhakkak. Sözcüklere sığdırmaya çalışanlar her zaman olacaktır ancak bana sorarsanız, umut her dilde arayıştır. Belki de istemediğimden bilmiyorum, tekdüze bir hayatım olmadı hiç. Gözümü aynı şekilde açtığım, aşağı yukarı aynı şeyleri yaptığım, yastığa başımı koyarken yine “o” şeyleri düşündüğüm bir dönemim hiç olmadı. Kimisi ya mutludur çoğunlukla, ya daha mutsuz. Ya güleçtir ya da daha çok asar suratını. Bir günümün diğerini tutmadığı, iyisini de kötüsünü de uçlarda yaşadığım her dönemimde varmaya çalıştığım nokta hep umut oldu. Umudu aradım hep. Tarif etmeye çalıştığım şekliyle umudun kendisine değil, umudu bulmak fikrine tutundum. Kimisi kolay pes eder umut edecek gücü bile bulamaz kendisinde. En sade şekliyle, umut etmek güçlünün işidir aslında. Korkak olan umut etmekten bile çekinendir. Umut etmek beklemektir acıyı, acı çekmeyi ve gözlerden damlayacak o onlarca yaşın tuzlu tadını kaldırabilmektir. İnsana güç veren de umuttur, güçlü olmayı öğreten de. Hayal kurmak bile öyle kolay bir iş değildir eğer umut etmeyi bilmiyor ya da umut etmekten bile kaçınıyorsanız. Geleceğinizi düşünürken; nerede, nasıl, kimle olacağınızı hayal ederken bile aslında umut ederek yapıyorsunuz bunu. Umut bizim bir noktaya varmak için dayandığımız, ondan destek aldığımız bir baston değil; varmak istediğimiz o noktaya ulaşmamızı sağlayacak olan pusulanın ta kendisidir. Ellerinizden kum taneleri gibi kayıp giden mutluluklarınızı bir düşünün, umut etmek kadar güç verebilecek bir duygu olmasaydı içimizde çoktan her şeyden vazgeçmez miydik? Her düştüğümüzde yerden kaldıran o el, içimize mutluluk saçan o ışık demeti umut değil midir? Bir an düşünün. Umut etmek duygusunun, böyle bir hissin içimizde hiç olmadığını varsayın. Düşüncesi bile nefesinizi daralttı değil mi? Sizi en bunaldığınız, artık yaşamdan tat almadığınız anda o derin, karanlık ve sessiz boşluktan çıkarabilecek duygunun yokluk hissi bu. Çünkü annesini kaybedip gülümsemesini o gökkuşağında gören başkasının şehrin öbür ucunda hissettiği de; dört duvar arasında belki pişman, belki masum o mahkumun hava almasına izin verilen birkaç dakikada oksijeni içine çekip o mavi gökyüzüne bakarken yaşadığını hissettiren de umudun ta kendisidir. O zor şartları göğüslemesini sağlayan işte o umuttur, dışarı çıktığında neler yapabileceğine dair hayaller kurduran o umuttur. İşte ismini okuduğunuz o şarkıyı dinlerken, bu yazdıklarımı ve daha nicesini düşünürüm hep. Güneşin doğmayacağından en emin olduğunuz anda bile, o ışık süzmesini ararsanız çıkarsınız ancak işin içinden. Umuda varmaya çalışarak çıkarsınız. Ancak umudu aramak gayesindeyseniz anlamlanır her şey. İster bir mahkum olun, ister annesini kaybeden bir çocuk; ister hayatınızın en karanlık gününde olun, ister yıllarca hayalini kurduğunuz o en güzel gününüzde, size eşlik eden ve gününüzü kurtaran her zaman umudu bulmaya attığınız adımdır. Bu arayış her ruh için aynı ve değişmez olandır. RESBER1 KABLODAKİ YAŞAM Günümüzde dünyanın engellenemez bir hızla yükselen ve hayatımızdan soyutlanamayacak birçok trendi var. Bunlardan en etkilisi olarak teknolojiyi ele alabiliriz. Artık yaşadığımız çağa bile adını veren teknoloji furyası kimi zaman kaçınılmaz bir sonuç kimi zamansa yadsınamaz bir gerçek bizler için. Elbette her konuda olduğu gibi bunda da farklı görüşler ve eleştiriler mevcut… Ne olursa olsun hayatımızın her anında bizimle olan bu teknoloji bizi gerçekten daha iyiye ulaştırıyor mu yoksa tüm bunlar süslenmiş bir yalan, karşı konulamaz bir illüzyon mu? İşte tam bu noktada dikkatli olmak, teknolojiye karşı yaklaşımımızı gözden geçirmek gerekiyor zira teknoloji olumsuz yönüyle hayatımızda birçok sorun teşkil ediyor. Modern insanın en büyük sorunlarından biri iletişim bozukluğu bana kalırsa. Gerçek anlamda iletişim kurmayı, ilişkilerimizi sağlam temeller üzerine inşa etmeyi unutalı çok oldu. Derinliğimizi, içtenliğimizi korkunç bir hızla kaybetmeye başladığımızı düşünüyorum. Bunun temel sebeplerinden birinin teknoloji olduğu aşikâr. Birbirimizi anlamaktan, anlama istemekten oldukça uzağız. Hayatlarımız birkaç inçlik telefon ekranlarına sıkışmış durumda. Bütün gün sürekli sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz, en fazla bir saat bile çevrimdışı kalsak kendimizi rahatsız hissediyoruz. Öyle ki artık uyandığımızda bile ilk yaptığımız şey telefonlarımıza bakmak oluyor. Yalan mı? Kabul edelim, değil. Teknolojiye karşı kendimizi kontrol edemiyoruz başka bir ifadeyle otokontrolümüzü yitiriyoruz… Örneğin arkadaşlarımızla görüşmeye karar veriyoruz, bir kafeye giriyoruz girer girmez internet şifresini soruyoruz. İletişim kurmak için girdiğimiz ortamda iletişim halinde kalabilmek adına tekrar gerçek hayattan kopuyor, ilişkilerimizi sınırlandırıyoruz. Bu örneği sizin de yaşadığınıza adım gibi eminim. Hayatlarımızın geldiği nokta gerçekten bundan ibaret. Elimizden düşmeyen telefonlarla, sürekli gelen bildirimlerle, hayatımızın fonunu oluşturan açık televizyonlarla uçurumun kenarına doğru gidiyoruz. Asıl sosyalliğimizi kaybediyoruz ve ne yazık ki farkında değiliz. Farkında olanlarımız ise bu duruma karşı çaresiz çünkü artık bu durum bir bağımlılık halini almış, kurtulması oldukça güç görünüyor. Elbette teknolojinin yararlarını göz ardı etmiyorum, hayatıma kattığı yenilik ve kolaylıklardan faydalanıyorum ancak soyut bir terazi de tartarsak teknolojinin getiri ve götürülerini, hayatımızdan çalınan şeyler ciddi ölçülerle ağır basacaktır. Tüm bunlara rağmen teknoloji devleri diye nitelendirebileceğimiz şirketler, borsalar, holdingler insanları teknoloji bağımlılığın da daha da berbat hale getirecek reklamlar yayınlayıp onları manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu politikada oldukça başarılı oldukları yadsınamaz bir gerçek. Artık yeni aldığımız bir ürünün üst modeli çıkar çıkmaz ona saldırıyor, almak için elimizden geleni yapıyoruz. Çünkü firmalar, reklam politikaları bizi yeni çıkanın illaki daha iyi olduğuna inandırıyorlar. Teknoloji konusunda dikkatli olmamız gerekiyor daha önce de dediğim gibi... Teknoloji çok geniş ve tehlikelerle dolu bir alan kendimizi olumsuz yanlarına karşı izole edip mümkün olduğunca bilinçli ve kontrollü bir yaklaşım edinmeliyiz zira toplum olarak gidişatımızı endişe verici buluyorum. RESBER2 Bu korkunç gidişatın farkında olmayan birçok insan var hala etrafımızda. Kendimizi, varlığımızı yok etmek üzere olan, bizi bir robota çevirmekte kararlı gözüken teknolojiyi gerçek anlamda tanımayan insanlarla dolu toplum. Belki daha geniş ve realist bir perspektif sağlar umuduyla sizlere İngiltere’de çekilen 2011 yapımı Black Mirror isimli televizyon dizisini tavsiye edebilirim. Senarist koltuğunda Charlie Brooker bulunan dizi teknolojinin korkutucu realitesini gözlerinizin önüne tüm çıplaklığıyla serecektir. Kimilerinin abartı olarak nitelendirebileceği bu televizyon serisinde bizi bekleyen kötü senaryoyu görebilir, kendinizi tüyler ürperten bir distopyanın tam ortasında bulabilirsiniz. İşte tam o zaman ciddi bir farkındalık kazanacağınıza, teknolojiye olan bakış açınızın çok farklı boyutlara taşınacağına dair hiç şüphem yok. Koray Berker REŞBER Kaynakça Black Mirror. Haz. Charli Brooker. 2011. Ezgi Nur ARI 21400419 NE GEÇMİŞTEN MUTLULUK NE GELECEKTEN UMUT Şu sıralar en çok duyduğum şeydi sanırım “Kendi dünyanda yaşıyorsun.” cümlesi. Benim dünyam. Geçmişi tufan, geleceği kıyamet olan dünyam. Ben gibi… Ben de geleceğin bir cesedi değil miyim? Belki yarının belki üç ay sonranın belki de elli sene sonrasının. Zaman içinde yaşadığımız bir akarsudur. Bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup öldürür. Şayet beni boğsa, bilebilir miyim hangi damlaya verdiğimi son nefesimi? Bir şey ifade eder mi benim için zamanın hangi damlası, hangi anı olduğu? Birilerine göre daha yolun başında bile sayılamayacağım şu ömrümde ne fark ettim biliyor musun? Boğulmak için suya gerek yokmuş. Düşünceler, insanın içindekiler yetiyormuş boğulmaya. Buna rağmen hep bir gelecek var tabi. Hep bekliyorum. Bir olayı, bir gideni belki de hiç gelmeyecek olanı bekledim hep. Dünün geçtiği ve belki de yarının hiç gelmeyeceği ihtimalini bilmeme rağmen bekliyorum. Geçmişin ve mevcut zamanın yalnızlığı, acısı ve tecrübesi arasında, geleceği düşünüp tebessüm etmemi sağlayan içimdeki umut sayesinde. Veya sayesindeydi. Söz konusu insanın içindeki umut olduğunda benim umudumun içimdeki yeri belli gerçi. Genelde kursağımda kalır kendileri. Hayal etmek bir nevi umut etmektir bana göre. İçimdeki umudu filizlendiren kurduğum hayallerdi hep, bundan bu düşüncem. Ben her gece kafamı yastığa koyduğum anda, uykuya dalmadan önce hayaller kurdum hep. Ama artık gözlerimi kapattığımda hiçbir şey düşünmüyorum bile. Çünkü canımı en çok acıtanın, beni en çok kıranın, gerçekleşmediğinde parçalanıp ve her parçasını yüreğimin ayrı bir yerine saplayan umutlarım olduğunu fark ettim. Tam da şuanda, akrep ve yelkovan 03:40 ı gösterirken, yola bakan bir pencere kenarında farkına vardım bunun. Aslında beni başkalarının üzmediğini, o başkalarının üzerine kurduğum hayaller yıkıldığı, onlardan beklediklerimin gerçekleşmediği, bırakın gerçeklemesini kıyısından bile geçmediği zaman acıyor canım en çok. Ne güzel demiş adını hatırlamadığım bir filmde, pek de önemli olmayan bir sahnedeki yan karakter; en çok beklentiler yorar insanı diye. Sokak lambasının ışığından seçebildiğim yağan yağmur damlaları da aynı fikirde olmalı. Aklımdan bunlar geçerken birden hızlanmaya başladıklarına göre. Elimdekiler, sahip olduklarım mutlu olmama elbet yeterdi ama ben yetinmeyi bilemedim.Oysa hayatta ilk öğrendiklerimdendi şükretmek. Ayrıca en çabuk unuttuklarımdan da. Hep bir koşul-şart kip eki kattım yaşamıma. “Bu olur-sa mulu olurum. O gelir-se sevinirim.” Ne beklediğim geldi, ne de istediğim oldu. Sevdiğimin gidişi acıtmadı canımı,yakmadı yüreğimi dönüşüne dair kurduğum hayaller, geri gelişine dair beslediğim umutlar kadar. Son kez baktım camdan dışarıya, içlendim gerçekleşmeyen hayallerime, beklentilerime, mesafelere. O mesafelere rağmen unutmadıklarım, unutamadıklarım ve son nefesime kadar unutmayı istemediklerim var benim. Anıları hafızaya değil de kalbe yazınca, nefes almadan yaşamaktan bir farkı kalmıyor unutmanın çünkü. Ve ben iyi kötü her ne yaşadıysam O’nunla beraber yüreğime yazdım. Sanki benim için söylemiş Canan Tan; “o yürek şimdi talan, şimdi yangın yeri.” Her zorluğa göğüs gerebilirim gibi geliyor. Tabi işin içine, artık sadece ağırlık yapmaya yarayan yüreğim dahil olmasa. O dahil olmasa yaşadıklarıma, mantığım ve ben gül gibi geçinip gideceğiz belki de. Hem mantığımla birini özleyemem ki. Bir daha gelmeyecek olanın gidenin yokluğuna üzülemem. Belki de en güzeli umut edemem. Bu sayede, o geminin bir gün geleceğine inanan İsmail abiden bir farkım olur. Umut etmek zaten en son nokta değil miydi? Bırakalım öyle kalsın. Biz de varsın olduğumuz kadar güzel olalım. Sonrası olmasın. Gecenin dördünde gözlerim artık uyku için sızlarken, birkaç saat sonra güneşin yeniden doğacağını bilmek bize yetsin. Kendimizden başka, yeni günden bile bir şey beklemeyelim. Çünkü bekleyen her şey bir gün soluyor. Bu bir papatya da olabilir umut da. Bırakalım biz beklemeden çiçek versin bazı şeyler. Yaşanılası her şey er ya da geç bir şekilde yaşanır zaten. Giden geminin ardında kalıp, limanda el sallayan, dönüş yolu gözleyen olmak kime ne kazandırdı ki şimdiye kadar? İnsanoğlunun bir türlü vazgeçemediği illüzyon olan umuttan benim vazgeçme zamanım gelmiş de geçiyor sanırım. Belki de bu yazıya başlamadan vazgeçmiştim ama farkında değildim. Demek ki benim zaman makinemde geçmişe götüren yüreğime kazıdığım anılarım olsa da geleceğe götüren umutlarım değilmiş.Şimdi uyumalıyım. En azından uyumaya çalışmalıyım. Başta bir dergideki röportajından etkilenerek bunları düşünmeme sebep olan Mahir Ünsal Eriş’e, sonra Leyla ile Mecnun’un İsmail abisine son olarak da sizlere iyi geceler. Güneş doğuyor. Emin Bahadır Türker KAYBOLMUŞ İNSANLAR Hayatınızda ne kadar çaresiz kaldınız? Bir kış akşamında soğuktan yakalarınızı kaldırıp ceketinize sımsıkı sarıldınız. Hızlı adımlarla evinizin yolunu tutarken gidecek yerinizin olmadığını aklınıza getirdiniz ve bu bile kanınızı dondurmaya yetti. Peki ya, hiç yanından geçip gittiğiniz hayatları gözünüzün önüne getirdiniz mi? Gidecek bir eviniz, yiyecek yemeğiniz yoksa ve yalnızca yasal olmayan yollarla, çalıp çırpma gibi, var olabiliyorsanız, tam olarak sistemin yuttuğu yerdesiniz demektir ve çaresizliği iliklerinize kadar hissedeceğinize bahse girerim. Günümüzün “gelişmiş” modern dünyasında insan haklarının öneminden bahsedilirken, adeta vahşi doğa metaforuyla geri getirilen köle sisteminden bir haber yaşayan orta sınıfın bitmeyen dertlerinin aksine, ortada yüzyıllardır şekil değiştiren kölelik sistemini ele aldığımızda refah düzeyinin yanından bile geçmeyen milyonlarca yaşamın yanından biz geçip gidiyoruz her gün. George Orwell hayatının sadece bir dönemini betimleyerek bunu tüm çıplaklığıyla önümüze koyuyor. Etrafımızdan duyduğumuz şehir hikâyeleriyle yüzleşip yakınında olduğumuz uzak yaşamların kapısını aralıyoruz. Karın tokluğuna 17 saat çalışılan mahzenlerin yemek yediğimiz lüks restoranların altında olması belki de tüm hikâyeyi baştan sona özetliyor. Ya da bir dilenciye bozuk para verdiğimizde neden beklediğimiz o minnettar bakışı almadığımızı ve bozukluklarla kendimizi nasıl tanrılaştırdığımızı aslında bizim olanın sistemde nasıl kaybolup bize geri döndüğünü ya da zorla alındığını dibe çöküp tekrar dipten çıkarak tecrübe ediyoruz. Sefalet düzenli hâle geldiğinde çaresizlik azalır, bir süre sonra yok olur. Somutlaştırdığımız her şey anlamını yitirir soyut somuta, somut soyuta karışır. Dibe çöktükten sonra hiçbir şey yokmuşçasına normale dönülebilir mi peki? Mutfakların arkasındaki pisliği, saf çaresizliği, sistem atığı olarak görülmekten dolayı herkesin maskesiz ifadesini, gerçek duygularını gördükten sonra büyük oyuna tekrar dahil olup topluma karışılabilir mi? Belki sefalet çoğuna müstahak görülebilir sınıf farkına, çabalayan çabalamayan arasındaki farkın adaletli olacağına inanılabilir ama insanın insan olarak yaşamasına izin verilmeyen bir modern dünyada bunun ırkçılıktan farksız olduğu söylenemez. Herkesin baştan aynı şartlarda doğmadığı aşikâr olan bir düzende hayatı boyunca bunu eşitleyemeyecek olmak bizi barbarlıktan öteye götürmez. Biz bunun için pişman değilsek bizden para isteyen dilenci de bize minnettar olmayacaktır. Yokluğu kabullenemediğimiz bu hayatta her şeyin kıtlığından söz ederiz. Kıtlık her daim hayatın içindedir sevgi kıtlığı kırık kalplerin, merhamet kıtlığı gaddarlığın, adalet kıtlığı yoksulluğun sebebidir. Ama her kıtlık başkasının zenginliğine sebep olduğu için buna karşı koyacak güç hiçbir zaman bulunmaz. Unutmamak gerekir ki: bir yerlerde kıtlık varsa mutlaka başka bir yerin zenginliğine sebep olmak içindir. Semtler bölümlere ayrılmış, merdiven usulüyle yaşanan bir sistem var olduğu sürece, yukarıdan bakan aşağıdakini görmediği sürece insanların niteliği söz konusu olmayacaktır. Eğitimli kişiler bile sokakta dilenebilir ya da kalacak yer bulmak için şehri günde iki kere baştan sona yürüyebilir. Ya da ucuz restoranlarda garson olabilirler. Hayatı boyunca bir kitap açmamış olan, restoranından iki kilometre uzaklaşmamış cahil birinin ona emir vermesi de yanlış değil bu durumda. Sistem tarafından bir kere sindirildikten sonra tekrar kimlik kazanmak biraz şansınız yaver gitmesine bağlı kalır. Elbet bu çaresizlik sonsuz değildir, en azından anlatılan hikâyeye göre eşsiz bir deneyim olsa da bize hep haberdar olduğumuz ama farkında olmadığımız dünyanın kapılarını açar. Saf çaresizliği, beş parasızlığı önümüze koyarak küçük hayatlarımızın neyin parçası olduğunu ve bazı hayatlar karşısında ne kadar büyük olduğunu önümüze koyar. Bizden daha büyük şeylerin varlığının farkına varmamıza yardımcı olur belki de. Var ve yokun arasındaki ince Emin Bahadır Türker çiziği de duran büyük yaşamların, kaybolan insanların, yutulan hayatların hikâyesini öğrenmek gözümüzü açabilir. Kurulmuş koca sistemin neresinde olduğumuzu fark edip yolumuza devam edebiliriz. Kaynakça Orwell, George. Paris ve Londra’da Beş Parasız. Can Yayınları, 2015. 8.Basım. Dilara Durmuş 21300796 Umudunu Kaybetme Hayatta sahip olduğun tüm mal varlığını kaybettiğinde ne yapardın? Pes etmeyip, sorunlarla mücadele mi ederdin? Yoksa hayatın içinde kaybolup, kendine acımayı mı seçerdin? Cevap vermesi çok zor bir soru bana göre çünkü her iki durumda da sıkıntı çekileceği çok net bir şekilde görülüyor. Peki, bu kaybettiğin paralarla birlikte mutluluğunu da kaybetme olasılığın var mıydı? Bu senin için olası bir durumsa eğer, hayattaki mutluluk kaynağının sadece maddiyat olduğu açıkça anlaşılıyor. Hayatı boyunca çocuğu ve eşinin mutluluğu için çalışmış bir baba hayal edelim… Hiçbir zorluğa boyun eğmeyen, her sorunun üstesinden gelmeye çalışan bir baba… İş hayatında yaşadığı başarısızlıklar sebebiyle eşi tarafından terk edilmiş olması ve maddi sıkıntılar yaşaması, onun çocuğuyla birlikteyken mutlu olmasına hiçbir zaman engel değildi. Çünkü hayatta daha önemli şeyler vardı mutlu olmak için… İşte filmin konusu tam olarak da burada başlıyor. Will Smith’in başrolünde olduğu The Pursuit Of Happiness filmi, hayata olan bakış açımı ve mutluluğun tanımını bende tamamı ile değiştirdi. Hayata nasıl pozitif yönünden bakılması gerektiğini, hayatta en önemli olan şeyin para olmadığını çok güzel bir şekilde işlemişti. Filmin gerçek hayattan alınmış olması bendeki bu büyük etkinin sebebi sanırım. Gelelim mutluluk konusuna… Mutluluk nedir? Daha doğrusu size göre ne demektir? Mutluluk dediğimiz sadece sekiz harften oluşan ancak hayatımızın asıl amacını oluşturan şey değil midir sizce? Kişiden kişiye göre değişebilen ama aslında aynı temele dayanan bir duygudur bana göre. Günümüzde, insanlar bu duyguyu biraz farklı yorumluyor sanırım. Mutluluğun sadece parayla gelebileceğini düşünüyorlar ve hayatlarının merkezine parayı koyuyorlar. Ne kadar çok para kazanırlarsa, o kadar çok mutlu olacaklarına inanıyorlar ve bir süre doyumsuz oluyorlar. Sahip olduklarının hep daha fazlasını istemekten, sahip olduklarından zevk alamaz hale geliyorlar. Kendilerini mutlu olduklarına inandırıp, sahte mutluluklar yaşamaya başlıyorlar ve bu mutlulukları sahip oldukları paraya göre ölçüyorlar. Zaman geçtikçe, manevi değerler önemini kaybediyor. Örneğin, arkadaşlarınla buluşacağın zaman oturduğun mekânın önemi artıyor ve lüks olmayan bir yere gittiğinde mutsuz oluyorsun, yanında en sevdiğin insanların olmasına rağmen… Oturulan mekânın, yenilen yemeğin hiçbir önemi yoktur aslında çünkü sen arkadaşlarınla birlikte yine aynı şeylere gülecek, aynı şeylere ağlayacaksın. Oturduğun lüks restoran, bu gerçeği asla değiştiremez. Arkadaşlarınla, ailenle birlikte oturduğun çok da pahalı olmayan bir yerde, gülüp eğlenmenin verdiği mutluluk paha biçilemez çünkü o gerçek mutluluktur ve sahip olduğun paranın çokluğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Neden insanlar her şeyin iyi taraflarını görmezden gelip sadece kötü taraflarına odaklanırlar? Mutlu olmak varken neden mutsuz olmak için sebep ararlar? Karamsarlıktan kurtulup, hayata pozitif yönünden bakmak bu kadar zor mu? İşler sarpa sardığında bile güzel günlerin geleceğine inanmak düşünüldüğü kadar zor değil aslında. İnsanın hayattan kopmaması için iyi bir nedeni varsa eğer ona tutunup her şeyin üstesinden kolaylıkla gelebilir bana göre. Bunu The Pursuit Of Happiness filminde de çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Chris’in hayatta sahip olduğu her şeyi kaybetmesine rağmen oğlu için hayata dört elle sarılışını ve umudunu asla kaybetmeyişi iyi bir örnek olarak verilebilir bu konu hakkında. Umut bizi hayata bağlayan en önemli şeydir. Biraz klişe olacak ama nefes almamız durduğunda değil, umudumuzu kaybettiğimizde ölürüz aslında… Çünkü bizi hayatta tutan, sorunlarla mücadele etmemizi sağlayan sahip olduğumuz umudumuzdur. Hayatta her ne yaşanırsa yaşansın, sonuçları kötü olsa bile umutsuzluğa kapılmamalıyız. İyi taraflarını görmeye çalışıp, daha güzel günlerin geleceğine inanmalıyız. Çünkü hayat sandığımızdan çok daha kısa… Can Soygür Parlak Geçmişler ve Bitik Hayatlar Dibe batmak da, oradan çıkmak da ancak bizim elimizdedir. Öyle bir zaman gelebilir ki, hayatımızın kontrolü elimizden istemeden kayıp gidebilir. Kendimizi umduğumuz, tutkuyla arzuladığımız yerle alakası olmayan bir konumda buluruz. Farkında bile olmayız belki. Öyle ki yaptığımız işe ümitsizce tutunma çabalarımız, boş birer çırpınışı andırır. Nitekim bir yerden sonra gerçekten koparız. Zihnimiz ve egomuz el ele verir, o an olduğumuz acınası kişi yerine eski, güzel ve başarı, şan, şöhret dolu günlerimizi yüzümüze vurur adeta. Gerçek hayat ve aklımızda olan bitenler birbirine girer. Önümüzde sıra sıra duran engeller aşılmaz birer duvar gibi görünürken dostlarımız da, eğer kaldıysa, bize acıyarak bakarlar. Şöyle de bir durum var, ne kadar dibe batarsak çıkışımız da o kadar eşsiz ve görkemli olur. Doğru kararlarla ve biraz da cüretkar hamlelerle kendimizi olduğumuz yerden olmak istediğimiz yere taşıyabiliriz. Durum ne kadar zor, hatta imkansız görünse de… Tıpkı Birdman filminin başkahramanı, aktör ve eski sinema yıldızı Riggan Thomson gibi. Geçmişi bir türlü peşini bırakmayan, iç çatışmasız bir anı olmayan bitip gitmiş bir adam ve peşinden son bir umut kovaladığı başarılı bir Broadway sanatçısı olma düşü… Hayallerinde kaybolmuş milyonlarca insanı temsil eder bir açıdan. Bu filmin bana aşıladığı bir fikir varsa o da şudur: Hayatımızı bir başarı öyküsüne de, bir kara-mizaha da çeviren yalnızca bizizdir. Riggan da kendisini sürekli başarısız olarak addeden, Hollywood yıldızı olduğu yılları ve oynadığı, onu ünlü yapan karakteri, Birdman’i özleyen bir aktördür. Bana kalırsa bu bağlamda nasıl biri olmamamız gerektiğinin portresini çok iyi çizer: Bitap ve diplerde bir adam. Günümüzde eski başarısını kaybetmiş tüm insanların ortak bir betimlemesidir tıpatıp. Riggan’la ilgili en önemli ve anlamlı detay, kafasında ona ne kadar acınası ve eskiden ne kadar harika olduğunu söyleyen bir Birdman figürü olmasıdır: Kulağına devamlı, çıldırtırcasına fısıldar ve aşağılar. Tıpkı herhangi bir mutsuz insanın, başarılı geçmişine ve eskiden kim olduğuna olan takıntısı, kendine haksızlık yapması gibi. Oysa kendini şimdiki olduğu haliyle kabul edebilse… Kendileri budur, bu arada… Her ne kadar genellemelere karşı olsam da itiraf etmeliyim, insanlar olarak böyleyizdir çoğu zaman; geçmişlerimize takılır kalırız. Bir türlü bırakmayı beceremeyiz. Misal ben, bir hata yaptığımda günlerce, belki haftalarca kafaya takarım; “Ne yapsam daha iyi olabilirdi?” diye. Hatamın boyutuna göre de bir pişmanlık duygusu kaplar içimi. Bilakis burada göstermemiz gereken erdem, geçmişte neler yapabildiğimiz yerine şu anki potansiyelimize odaklanmamız. Filme dönersek, Riggan’ın da sonlarda da olsa bu erdemi gösterdiğini görebiliriz: (Cahilliğin Umulmayan Erdemi) adı ile kastedilen de budur. Nasıl yaptığından ve neler olduğundan bahsetmeyeyim çok; herkesin kendi yorumlaması gereken ve her saniyesi düşündüren bir yapıt. Ancak şu yorumu yapabilirim; hepimizin kafasının içinde, Riggan’ınki gibi, kulağımıza fısıldayıp duran bir Birdman vardır. Bu gıcık, susmak bilmeyen şahıs aslında bizim geçmiş özlemlerimiz, belki de pişmanlıklarımızdır. Geçmişe dair olumsuzluklarımızı simgeler. Biz ona artık susmasını söylemedikçe de hiçbir yere gitmeyecektir. Bu yüzden kendimizi gereksiz yere ezmek, geçmişe ikide bir bakmak yerine önümüze ve aslında neler yapabildiğimize bakmak en doğrusudur. Bunları yaptığımızda iç sesimizin bizi yermeyi bıraktığını da fark ederiz en sonunda. Kendi açımdan bakayım biraz da. Neyse ki henüz kafamı tırmalayan bir Birdman’im yok, hayatımın kontrolü de şimdilik benim elimde gözüküyor. Belli mi olur, belki de konuşmak için çok erkendir. Daha özlemle ve takıntıyla bakacağım bir geçmişim bile tam oluşmamışken hele… Riggan’ın orta yaşlarında olduğunu düşünürsek, o hâle düşmek için önümde uzun yıllarım var. Daha ilerde özlem duyacağım bir başarım da yok. Ancak farkında olduğum gerçek, hayatımızın kontrolünü hep kendi elimizde tutmamız gerektiğidir. Hayaller ve Birdmanler peşimizi bırakmak istemese de arkamıza değil, önümüze bakmalıyız daima. Kaynakça: 1. Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi). Yön. Alejandro González Iñárritu. Bir Film, 2014. DVD. Deniz Güzelcik İçi Kalaylı Kazan Trabzon’u ilk kez ziyaret ettiğimde o zamanlar hangi yaşta olduğumu hatırlamayacak kadar küçüktüm. Saatler süren yol boyunca arabanın içinde çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Henüz okuma yazma bilmediğimden, annem ve babamdan sürekli şehre kaç kilometre kaldığını yazan tabelaları okumalarını istiyordum. Yolculuk sırasında dedemlerin evinin Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde olduğunu öğrenmiştim. İlçe Trabzon’un merkezinin dışındaymış. Bu beni mutlu etmişti çünkü yolun kısaldığı anlamına geliyordu. Tabelalarda yazan mesafeden Vakfıkebir’e olan uzaklığı çıkararak ne kadar yolumuzun kaldığını hesaplamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sanırım matematiği hayatımda ilk olarak o noktada kullandım. Henüz çok küçükken Trabzon’da kazandığım izlenimlerin hayatıma yön verdiğini düşünüyorum. Vakfıkebir’e varmıştık ancak bu yolculuğun sonuna geldiğimiz anlamına gelmiyordu. Dedemlerin evi merkezden uzak bir köyde bulunuyordu. Bizim köyümüz de Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan köylerin çoğu gibi birbibrinden oldukça uzakta konumlanmış evlerden oluşuyordu. Çocukken kafamda oluşturduğum köy imgesiyle bizim Trabzon’daki köyümüzün tek bir ortak noktası bile yoktu. O zamanlar köy denince aklıma bir köy meydanının etrafında konuşlanmış evler, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlardan oluşan bir ortam geliyordu. Ancak Trabzon’daki evler birbirinden uzakta olduğu gibi, hayvancılık nâmına hiçbir şey yoktu. O zamanlar anlam veremediğim bu durumun sebebini lise yıllarında gördüğüm coğrafya dersi sayesinde öğrendim. Vakfıkebir’in merkezinden köye çıkan yolu düşündüğümde hâlâ tüylerim ürperiyor. Yolun büyük kısmını gözlerim kapalı bir şekilde arabanın arka koltuğuna kapanarak geçirmiştim. Köy dağın eteklerine değil, direkt olarak dağ sırtına kurulmuştu. Keskin dönüşlerle dağa tırmanan, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, insanda sürekli uçurumdan aşağı düşecekmiş hissi uyandıran bir yoldan köye gittiğimizi hatırlıyorum. Bugünlerde yaşadığım yükseklik korkusunun temelinin o gün atıldığını düşünüyorum. Bugün içimde olan klasik araç tutkusunun da ilk Trabzon ziyaretimde başladığına eminim. Zorlu arazi şartlarından dolayı neredeyse bütün köylüler ulaşım için jip kullanıyordu. Tabii bu jipler günümüzdeki lüks benzerlerinden ziyade, 1950’li yıllarda üretilmiş, güçlü motorları ve engebeli araziye uygun yürüyen aksamlarıyla öne çıkan modellerdi. O zaman bu araçlara hayran kalmıştım. Şimdilerde bu hayralık klasik araç tutkusu olarak devam ediyor.Babam geçen sene Trabzon’a gittiğinde ona bu araçlardan bir tane alması durumunda aracı restore edip çok yüksek bir meblâya satabileceğimizden bahsettim ancak ikna edemedim. Şimdi düşünüyorum da, bu yaptığım hareket klasik araç tutkusuyla zaten ters düşüyordu. Trabzon’da geçirdiğim günler boyunca fıkralara konu olan Karadenizli zekasının kullanıldığı alanları bizzat gözlemledim ve hayretler içinde kaldım. Köylüler sosyal hayatın birçok alanında kullanmak üzere bir çok teknik ve araç geliştirmişti. Tarlalar ve evler arasına kurdukları teleferik mantığıyla çalışan ulaşım sistemini hâlâ unutamıyorum. O yaşta bu sistemin mühendisliği üzerinde düşünmek yerine onu bir oyuncak gibi kullanıp tadını çıkartmakla meşguldüm tabii ki. Gördüğüm buna benzer araçların ve oranın yerli insanlarıyla kurduğum diyalogların yaratıcılığıma çok büyük katkı sağladığına eminim. Hayatım geri kalan bölümünde birçok kez daha Trabzon’a gittim. Her ziyaret benim için ayrı bir heyecandı. Oraya her gidişimde keşfedilecek yeni şeyler buldum, yeni insanlarla tanıştım. Yaşımın da ilerlemesiyle her gidişimde etrafı daha farklı gözlemledim. Haliyle şehrin bana olan etkisi de arttı. Her yaptığım ziyaretin hayatıma yön verecek etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Oradaki büyüklerden öğrendiklerim, gözlemlediklerim ve yaşadığım olayların psikolojim üzerindeki etkisi direkt olarak hayatıma yön verdi. Bu yaşantılar kimi zaman hayatımı olumsuz etkilese de –yükseklik korkusu gibi-, çoğu zaman bana yol gösterecek etkiye sahipti. Bartu İlkılıç KENDİMDEN KAÇTIKÇA KENDİME DÖNÜYORUM Hiç durup dururken, hayatınızın ve gündelik yaşantınız tam ortasında şöyle bir durup da yaptığınız veya etrafınızda olan biten hiçbir şeye bir anlam veremediğiniz oldu mu? Ya da yine her şeyin tam ortasında aklınıza o an gelebilecek her şeyden son derece sıkılmış bir hâlde olduğunuzu fark ettiniz mi? Yaklaşık bir ay önce bu bahsettiklerimin hepsi benim başıma geldi. Hayatımın fazlasıyla tekdüze olduğunun farkına vardım ve o andan itibaren hiçbir saniyesinden de keyif alamaz oldum. Olduğum kişiden, yaptığım işlerden, çevremden, kısacası hiçbir şeyden memnun değildim. İçimde bir şeyleri bırakıp gitme isteği oluştu, hem de öyle böyle değil, direnilecek gibi değil… Fakat bir yandan da biliyordum ki sıkıldığım ne varsa kendimdeydi, kafamın içindeydi. Ben nereye gidersem oraya geleceklerdi. Kendinden de kaçamazdı ya insan… Yapacak bir şey yoktu benim için, ta ki bir tesadüf eseri Pia Tafdrup ile tanışıp şiirlerini okuyana kadar. Özellikle Bulunduğun Yerde adlı kitabındaki her şiir, tabiri caizse ufkumu açtı ve beni bu büyük karanlık sıkıntıdan kurtarmayı başardı… Her şey okulun yoğun temposundan bunalmam ile başladı. Her gün eve onlarca ödevle dönüyor, bütün akşamlarımı akademik çalışmalara ayırıyordum hemen hemen. Geri kalan zamanımda ise vücudum âdeta evden dışarı adım atmayı reddediyordu, “Yat dinlen!” diyordu bana. Sosyal yaşantım da böyle böyle sıfıra inmeye başladı. Aile ilişkilerim ise her zamankinden daha zayıftı. Belki de yaşımın getirdiği özgürlük aşkından, bağımsızlık arzusundan olacak sürekli didişiyordum ailemle. O kadar küçük şeyleri tartışma konusu haline getiriyordum ki çevremdeki herkesle, bir süre sonra ben bile rahatsız olmaya başlamıştım kendimden. Oysa kendimden asıl rahatsız oluşum, gerçekleri görüşümle başladı. Sadece kendimden değil, daha önce de bahsettiğim gibi, her şeyden ve herkesten rahatsız oluyordum artık. Ben dâhil bütün insanlar üretim tarihleri farklı fakat tasarımları aynı robotlar gibi davranıyorlardı. Onlarca fabrikadan sürüyle aynı ürün çıkıyordu. Hep bir zorunluluk vardı üzerimizde, hep bir kendini adanmışlık. Okul, iş, aile, emeklilik… Döngü hiç şaşmıyordu neredeyse. Bir kitabın farklı sayfalarıydık fakat konu aynıydı. Değişen bir şey yoktu… Bu yüzden de değişmek istiyordum. Pia Tafdrup’un şiirlerinde gördüm yapabileceğimi. Gidebileceğimi, her gidişin bir kaçış olmayacağını, normlardan sıyrılıp kendim olabileceğimi gördüm. “Arada bir gereksinim duyuyorum geceye / Arada bir ödünç almam gerekiyor onun sessizliğini / Arada bir bırakıp gidiyorum içinde bulunduğum / Koşulları / Ve şu anda uzaklaşacaksam eğer / Kendimden / Gecenin sessizliği gerekli bana / Hemen şimdi bu gece.” (Tafdrup, 2016, 16) diyordu bir şiirinde Tafdrup. Sözüne aynen uyup günlerce gecenin karanlık ve sessizliğinde kendimi bulmaya çalıştım. Gördüklerim ya da duyduklarım hiçbir şekilde engel olamıyordu bunu gece yaptığımda, işin püf noktası da buydu. Asıl isteklerim, asıl amaçlarım neydi? Ben kimdim? Daha da önemlisi, kim olmak istiyordum ve nasıl olacaktım? Cevap çok basitti… Kısacık bir şiirinde gizliydi Tafdrup’un. “Düşlerdekinden / Daha uzağa gitmek / Ve gelmek dünyaya / Bin kez doğarak.” ( Tafdrup, 2016, 101) diyordu Tafdrup şiirde, kendimi bulabilmem ve bu sıkıntı dolu hâllerimi arkamda bırakabilmem için her türlü olanağı sağlarcasına bana… Ben ne mi yapacağım? Gideceğim, gezeceğim… Zorunluluklarımdan bağımsız bir zaman geçireceğim. Her şeyden, herkesten, hatta kendimden bile uzak. Henüz iyileşmedim, henüz tertemiz çıkamadım etrafımı bir süredir sarmış olan bu toz bulutundan fakat artık ümidim ve geleceğe doğru ilermeye gücüm var. Benimle aynı tozları yutan herkese de önerim odur ki, bir şiir okuyun, bir şehirden gidin, bir ülkeyi gezin. Ancak kendinizden kaçınca kendinizi bulabileceksiniz, “kendinizden kaçtıkça kendinize döneceksiniz…” Kaynakça: Tafdrup, Pia. Bulunduğun Yerde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2016. Gonca Sude Kıvrak BİLDİĞİMİZ AMA BİLMEDİĞİMİZ KIZLAR Şu dünyaya bir daha gelsem tekrar kız olmak ister miydim? Büyük ihtimalle cevabım “evet” olurdu. Biz kızların omzunda erkeklerinkine göre daha fazla yük varmış, öyle diyorlar. Bazılarına göre de erkekler kızları taşırmış omuzlarında. Hayatta en nefret ettiğim şeylerden birisi iki cinsiyet arasındaki bu bitmeyen rekabettir. Hâlbuki hepimizin birbirinden farklı ama bir o kadar da aynı sorunları var ve bir şekilde kendi hayatlarımızı yaşayıp gidiyoruz. Fakat kız olmak biraz daha hassas bir konu, bunu kabul ediyorum. Toplumda cinsiyetimizden dolayı konumlandırıldığımız yerlerin bize sundukları bizleri erkekler ve kızlar diye ayırıyor ama bu yetmez. Biz kızlar öyle karmaşık canlılarız ki kendi içimizde de bir ispat yarışına girdik. Lena Dunham da bana bununla ilgili bir şeyler düşünmemde yardımcı oldu Bildiğin Kızlardan Değil adlı kitabında. Kimdi bu bildiğimiz kızlar? Bu sıfatlandırmada o kadar büyük bir anlam yatıyor ki üzerine biraz düşününce benim bile ağzım açık kaldı. Sanırım bu bildiğimiz kızlar “kız” kelimesini duyduğumuzda aklımıza ilk gelen kız modelini temsil ediyorlar. Lena Dunham’ın da anlattığına göre bu kızları biz oldukça kıskanıyoruz ama aynı zamanda örnek alıyoruz. Biraz özelliklerinden bahsetmek gerekirse en güzel elbiseleri bu kızlar giyer mesela. Şüphesiz ki inceciktirler. Hiç imkânsız bir aşka kafayı takıp üzmezler kendilerini çünkü en güzel ilişki de bunlardadır. Hayat ne kadar pembeyse onlar için notları da o kadar yüksektir. Peki üzülmezler mi bu kızlar? Üzülürler ve ağlarlar tabii ki ama rimelleri akmaz hiçbir zaman. Nil Karaibrahimgil’in de dediği gibi “Hayat bazen birini seçer, biz "pas!" deriz söz Pelin'e geçer.”. Buradaki Pelin bizim namıdiğer bildiğimiz kızlarımız. İşin aslı bir yol çizilmiş bu bildiğimiz kızlara ve biz bütün kızlar öyle olmak istiyoruz elimize ilk oyuncak bebeğimizi aldığımızdan beri. İncecik belli oyuncak bebeklerimizin parlak saçları gibi bir hayat hedefleyerek açıyoruz gözümüzü dünyaya. Üzgünüm ama ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim. Hatta size bir sır vereyim: Kimse o kızlardan değil. Elbette içimizde yatan bu kızlardan olma hevesi bizi bırakmıyor ve bir bakıma onlara da benzeyen yanlarımız yok değil. Fakat unuttuğumuz bir şey var ki ben sadece benim. Sen de sensin. Kimse bir kalıp altına girip hayatını mükemmel kız olma peşinde koşarak tüketmek zorunda değil. İncecik bir belim yok ama ince düşünceli bir insanım. Son moda elbiseler bende değil ama son derece kıvrak bir zekam var. Parlak ve uzun saçlarım yok ama parlayan gözlerim var bu hayatta. Sizin bildiğiniz kızlarda var mı bu özellikler? Bilemezsiniz ki. Kimse bilemez. Kimse karşısındakini tek seferde “bildiğimiz kız” kalıbına sokma cesaretine giremez. Küçüklükten beri hayalini kurduğumuz o mükemmel kız profilini kafamızda şekillendirenlerin günahı boyunlarına ama sanırım ben sizin bildiğiniz kızlardan olmak için uğraşmayı bıraktım. İçimdeki kızı dinledim ve o bana çok daha ilgi çekici şeyler sunuyor. Biz kızlar kendimizi hiç önemsemiyoruz ama önemsediğimizi sanıyoruz. Biz başkalarının gözlerini kendi gözlerimizden daha çok düşünüyoruz bu hayatta. Kısacık hayatımızda birileri tarafından yazılıp çizilmiş bir kızın rolünü oynamak bana hiç akıllıca gelmedi. İşin aslı ben sizin ne bildiğiniz kızlardanım ne de bilmediğiniz. Ben sadece bu hayatta her nefesimi kendim gibi almaya çalışan bir kızım. Hatta ben aslında bu hayatta bir eşi daha bulunmayan ama çok fazla ortak nokta bulabileceğiniz bir insanım. Sadece kendimden de bahsetmiyorum, ben aslında sizim. Berfin Küçük Aile Bağları Bir insanın kendisinin seçimi olmayıp başına gelebilecek en güzel şey ne olabilir? Ben bu soruya hiç tereddüt etmeden aile cevabını verebilecek şanslı bir birey olarak dünyaya geldim. Kimisi ise başına gelebilecek en kötü şey olduğunu düşünüp kendi seçimleri olmadığını da belirterek isyan eder bu konuda. Oysa herkesin ailesine bağlılığı aradaki kan bağından çok daha fazlasıdır. Kimisi bunu nefretiyle dile getirir kimisi de sevgisiyle ama o bağı açığa çıkaran bir duygu her zaman vardır. Beni hayata bağlayan ve bu hayatımı değerli kılan en büyük etken ailem olduğu içindi kendimi şanslı hissetmem. Bu yüzden ailem benim hep hassas noktam olmuştur. Benim üzülmeme değebilecek tek insanlar olmasının yanı sıra en büyük sevinçlerimin de kaynağı oldular. Ne zaman canımı sıkacak bir durumla karşılaşsam onların desteğinin daima benle olduğunu ve olacağını bilir böylece anında bir rahatlama hissine kavuşurum. Mesela, ne zaman arkadaşlarımla tartışıp canım sıkılsa ya da derslerim istediğim gibi gitmese ailemin varlığını ve desteğini hatırlayarak kendimi iyi hissederim. Kerem Görkem'in Aile Fotoğrafı adlı kitabını okumamın da sebebi benzer bir nedenden kaynaklanıyordu. Bilkent'te derslerimin yoğunlaşıp bir karabasan misali üstüme geldiğini ve elimi kolumu bağladığını hissettiğimde kitabı elime alıp okumaya başlayarak bir an da olsa bu yoğunluktan kurtulduğumu hissedebiliyordum. Her ne kadar Aile Fotoğrafı'nda bir ailenin dağılışından bahsediyor olsa da bu ailenin bir o kadar da birbirlerine olan bağlılığı görüp kendi ailemi anımsıyordum. Ben aileme çok bağlı birisiyim, kimi zaman bunu yengeç burcu olmama bağlar kimi zaman da ailemin bu bağlılığı hak ettiği için öyle olduğumu düşünürüm. Aileme olan bu düşkünlüğümün aşırılığını geçen sene üniversite dolayısıyla şehir değiştirdiğimde fark ettim. Eskiden, yengeç burcunun duygusal olma ve aileye düşkünlük gibi özelliklerini aslında pek de taşımadığımı düşünürdüm. Lâkin eğitim dolayısıyla şehir değiştirip yanlarından ayrılınca onlara ne kadar da bağlı olduğumu fark ettim. Belki bu biraz da insan kaybettiği şeyin değerini daha iyi anlıyor tarzında bir şeydi. Neyse ki kaybettiğim tek şey ailemle aramdaki yakın mesafe yani onlarla birlikte yaşıyor oluşumdu çünkü aramıza giren mesafeler ailemin bendeki değeriyle ilgili en ufak bir kayba sebep olmadı. Hatta bu ayrılık ile aileme daha çok bağlanıp aile kavramına da daha çok değer biçmeme neden oldu. Kendimi çevremdeki insanlarla kıyaslayıp evlenip çocuk sahibi olmayı bir zorunluluk olarak görmeyen nadir insanlardan olduğumu fark ettiğimde de aile kavramının bendeki değerini tekrar tekrar anlıyordum. Hele ki konu çocuk sahibi olmak olduğunda düşüncelerimiz bu insanlarla tam olarak çelişiyordu. Onlar kendi kariyerlerinin hayalini kurup şu konuma gelmeden ölmek istemem gibi cümleler kurduklarında bense annelik duygusunu yaşamadan ölmek istemiyorum diyorum. Bu isteğimin en büyük nedeninin annelik kavramını bana en güzel şekilde temsil eden annem olduğunu düşünüyorum. Her zaman kendisinden önce çocuklarını düşünen ve çocukları için en iyisi neyse onu yapan bir anne. Annemin bendeki değerinin yoğunluğu bendeki anne olma isteğini tetikliyordu çünkü anneliğin ne kadar kutsal olduğunu kendisinden görebiliyordum. Normalde, yine yengeç burçlularının aksine, duygularını açığa vurmayan ve yoğun duygular yaşamayan biri olmama rağmen; ailemden ayrılmak zorunda kalmam, benim aileme karşı içimde barındırdığım en derin duygularımın bile açığa çıkmasının sebebi oldu. Bu duygu patlamalarını en net yaşadığım anlardan birisi de geçen senenin Anneler Günü'ydü. Annemi öpmeden, sarılmadan kutladığım ilk Anneler Günü idi. Sabah uyanır uyanmaz kutlamak için annemi aradığımda onsuz geçirdiğim ilk Anneler Günü olması dolasıyla hüzünlendim. Annemin durumu fark edip üzülmemesi için annemle konuştuğum süre zarfında ağlamamak için kendimi zor tuttum ve ona seni seviyorum anneciğim derken boğazım düğümlendi. Telefonu kapattığımdaysa hıçkırarak ağlamaya başladım. İşte o zaman, aileme aslında ne kadar da çok bağlı olduğumu ve de bunun değerini anladım. Beğensek de beğenmesek de ya da ne kadar bağlı olduğumuzu hissetsek de hissetmesek de hepimiz bir ailenin bireyi olarak dünyaya geldik. Kimimiz kendimizin seçimi olmayan, kendi aile kavramından memnun olup ailesine daha da bağlanırken kimimiz de kendi durumundan şikayetçi olup ailesinden bağlarını koparmaya çalışır. Ben kendi durumumdan memnun olacak bir ailede doğduğum için kendimi dünyanın en şanslı insanı olarak görüyorum. Bu yüzden de hep onlara lâyık bir evlât olmaya çalıştım ve hep de öyle olacağıma inanıyorum. Kaynakça Görkem, Kerem. Aile Fotoğrafı. İstanbul: Sel Yayınları, 2016. Baskı. Yeraltında İç Savaşlar / Sümeyye Küçük Her insanın hayatında izler bırakan, insanları hayat izleriyle yaşamaya mahkûm eden duygular, olaylar ve halledemediğimiz iç meselelerimiz vardır. Yer altına hapsettiğimiz, kimi zaman içten içe canımızı yakan, bizleri derinden sarsan ve durmadan kanayan… İçimizde en derinlerde iz bırakan iç meseleleri, onlardan kurtulmak ve kaçmak istediğimiz zaman yeraltına hapsederiz. Varlıklarını unutmak isteriz. Onlardan kaçmaya çalışmak, varlıklarını daha çok hissetmemize ve bize rahatsızlık vermelerine yol açar oysaki. İçimizdeki bitmek tükenmek bilmeyen kavgaları ve iç meseleleri bastırmanın en kolay yolu, Dostoyevsky’nin de Yeraltından Notlar adlı eserinde yaptığı gibi, insanoğlunun kendisi ve iç meseleleri ile yüzleşmesidir. Yeraltından Notlar, hayat karşısında çaresiz kaldığı bir anda, bir insanın ruhsal olarak yaralanmasının ve kendini yakın hissettiği yer altına yönelmesinin romanıdır. Yer altına yönelen ve orada yaşayan kişiler, normal yaşama ayak uyduramaz ve hayata dair her olayı yanlış değerlendirir. Dostoyevsky eserini yazmaya başladığında otobiyografik bir roman yazacağından bahseder oyucularına. Eserine yalan katacağına ve bu yüzden anlattıklarının hepsine inanmamamız konusunda uyarır bizleri. İnsanın kendisinden bahsederken birtakım yalanlar söylemesi, öz yaşam hikâyesini yazabilmesi için olmazsa olmazlardandır onun için. Dostoyevsky romanında kendisini beraber yaşadığı topluma yabancılaşmış ve bu yüzden kendi içinde de yalnızlaşmış, anlaşılamamış biri olarak tanıtır. Kırk yaşında eserini yazmaya başlayan yazar, romanını kırk yaşında olan Dostoyevsky’nin genç Dostoyevsky’e bakış açısı olarak ele almıştır. Yer altı, Dostoyevsky’nin kendine ulaşabilmek için kaçmayı tercih ettiği bir alan, gizli bir dünya ve Montaigne’de olduğu gibi iç kalesidir. İç meselelerinden kurtulmak için vardığı sonuç hiçbir şey yapmamak, bir köşeye, yeraltına çekilip olaylara seyirci kalmaktır. İç hesaplaşmalarından kurtulmak için kaçtığı yer altı, çözümden çok sorun, sevgiden çok nefret, mutluluktan çok acı ve hüzün olmuştur. Hak ettiği değeri ve saygıyı göstermeyen çevresine ve yeraltına kızgındır çünkü. Ulaşamadığı çözümler karşısında bir böcek olmayı şiddetle istemiştir. Kendini yaşadığı çevrede saygıdeğer görüp önemserken, iç hesaplaşmalarıyla baş edemeyen, hor görülen ve yalnızlaştırılan bir insan olmak, ona bir böcekten aşağı olduğu hissini vermiştir. İnsanlar kendisi ile barışmadan, iç meselelerini halletmeden bir başkası ile uyum içinde olması, yeni ilişkiler kurması mümkün değildir. Eserde anlatıldığı gibi, kendi kendimize açık itiraflarda bulunmak, belki de kendimiz ile barışmanın en gerçekçi yoludur. Yeraltına saklanmak ise çözümün anahtarı olamayacaktır. Dostoyevsky içinde bulanmak istemediği, aşağılandığı, kendini bir böcek gibi hissettiği topluma istemese de kendini tutamayıp dâhil olmuştur. Yer altına saklanmasındaki sebeplerden biri de nedensiz bir biçimde kendini tutamayıp nefret ettiği sistemin içinde kendini bulmasıdır. İçinde bulunduğu ruh hali dönem dönem farklılık göstermektedir. Kimi zaman insanlara nefret duyarak, onlarla konuşmak istemezken, kimi zamanda kendini onlara yakın hissedip, dost olmaya bile çalışmıştır. Ancak her zaman kendini herkesten daha akıllı, kültürlü ve soylu bulmuş, bu yüzden de onların karşısında ezilip bükülmek, horlanmak, zararlı bir böcek gibi görünmek ağırına gitmiştir. Toplum tarafından hor görülmek yeraltını daha da baş edilemez bir hale sokmuştur. Dostoyevsky yazdıklarını sadece kendisi için yazdığını belirtse de, satır aralarında değerli okurlarım diye hitap eder okuyucularına. Anılarının beyninde değilde kâğıtta daha görkemli olduğunu savunur. Yazmaya başlarken itiraflarını yayınlamayacağını, buna gerek duymadığını söylese de, içindeki itiraflarını paylaşma istediğine boyun eğmeye karar verdiğini belirtir. Dostoyevsky’nin bu kararsız ruh hali, eserinde ki gelgitlerle de benzeşmektedir. Dostoyevsky’e göre her şeyin cetvel, analitik ve geometri ile belirlendiği bir dünyada, macera peşinde koşmak gereksiz bir çabadır. Yaşamanın ve heyecanın bir önemi yoktur onun için. Macera gereksiz, heyecan ve zevk ise yitip giden bir şeydir çünkü. Kim bilir belki de Dostoyevsky hayattan zevk almayı becerebilen bir yazar olsaydı, bu kitap ortaya çıkmayabilirdi. Sinem YEKTEUŞAKLARI 21102025 TURK 101-021 Ali Turan GÖRGÜ 18/11/2014 BİLİNMEYEN DUYGULAR “AŞK'ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır AŞK, Ya tam ortasındadır merkezinde, Ya da dışındasındır hasretinde...” Bu dizelere vuruldum kitabı ilk elime aldığımda. Herkes pembe kapaklı ortasında kocaman yaprağa benzeyen bir kalp, adı da "Aşk" olan bir romanı görünce ellerimde, okusa da anlamaz dercesine bakıyorlardı gözlerime. Hatta bazı büyüklerim "Kitap okuyacaksan işe yarar bir şeyler oku, aşk da neymiş?" dediler. Tabiki aldırmadım onlara... Çünkü günümüzde kitapları; ismine, kapağının tasarımına ve yazarlarının ünlü olup olmamasına göre değerlendiren ve kitapların içeriği hakkında en ufak bir fikri olmadan yorum yapan insanların sayısı oldukça fazla. Bu durum, yazarları içi dolu bir kitap yazmak yerine kapağı havalı, ismi popüler gözüken kitaplar yazmaya itiyor. Gün geçtikçe sadece kapak tasarımından dolayı alınan fakat içlerinde anlatılanların hiçbir şey ifade etmediği kitaplar raflarda yerlerini almaya devam ediyor. Elif Şafak ise sanki bu duruma bir tepki gösterirmişçesine Aşk’ın rengini pembe yapmış. Bilirsiniz, Türk erkekleri kapak rengi pembe ve içeriği aşk ile ilgili bir kitabı okumaz. Okuyan erkekler de, kendini eleştirmen sanan insanlar tarafından biraz farklı görülebilir. Ama ortaya çıkan sonuçlar Aşk’ın kadınlar kadar erkeklerin de okuduğu bir kitap olduğunu göstermiştir ve toplumumuzun önyargısını yıkmıştır. Büyük bir iştahla okudum çağımızda yaşayan Ella ile asırlar öncesinde birbirleriyle yolları çakışmış olan Mevlana ve Şems-i Tebrizi'yi. Sanki farklı çağlarda yaşanmış ortak hayatlar birbiriyle bağdaşıyordu. Elif Şafak, Aşk’ı ibretlik hayat hikayeleriyle süslemiş. Bazen kocaman bir kilit vurmuş anılara bazen de tek tek anlatarak şeylerin anlamlarını ihtiva etmiş. Bazı yerlerde yazarın fazla ileri gittiğini, Tebrizli Şems'in Kırk Kuralı’nda bazı konuları abarttığını -hatta direkt absürtçe olduğunu- düşünsem de roman büyüleyici ölçüde günümüz insanının suratına aşkın ne olduğunu tokatla vuruyor sanki… İki günlük sevgiler, yapmacık seni seviyorumlar, aşkımlar, canımlar, cicimler... Mesela “Altıncı Kural: Şu dünyada çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.” Diyor. Aşk nasıl olur gerçekten? Dilin hükmü nedir sahi? Aslında ne ağır şeymiş aşk denen duygu; insanın beyninde değil kalbinde yaşadığı bir metamorfoz, sırtında taşıdığı kocaman bir yük ya da aksine bizleri bu alemden alıp başka diyarlara götürecek, sırtındaki yükü hafifletecek bir his. Dudaklardan dökülen değil yürekten gelen bir senfoni gibi… Yazar bu senfoniyi bizlere aktarabilmek için farklı dönemlerde yaşanmış hayatları birbiriyle bağdaştırıp, sanki kitap içinde başka bir kitap okuyormuş hissini tattırıyor. İki farklı dünyanın kapılarını aralıyor ve diğer her şeyden farklı olarak; ilahi ve dünyevi aşkı yansıtıyor. Bir nevi iki dünya arasındaki perdeleri kaldırıp, gerçek aşk ve gerçek hissiyat arasında bir köprü kuruyor. Bu köprüyü düşmeden geçmek de okuyucuya kalıyor. İki farklı duygu arasındaki bağlantıyı yaparken de çoğu yazar gibi sürekli aynı şeyleri deklare etmiyor Elif Şafak. Elif Şafak bu kitabında gerçek aşkı tüm saflığıyla betimlemiştir ve çok derin bir duygu bütünlüğüne yer vermiştir. Sanki ilahi ve dünyevi aşk arasında bir kapı açıp ve bizleri davet etmiştir. Günümüzde yaşanan değil de gerçek saf olan aşkın ne olduğunu tam anlamıyla öğrenebileceğimiz bir kitap Aşk… Kitapta yer alan kahramanlar çok farklı olmasına rağmen, yazar çok sade bir dile yer vererek bu farklılığın hissedilmesini engellemiştir. Elif Şafak çoktan aşkın merkezinden geçmiş ve bu duyguyu insanlara nasıl anlatabileceğini çözmüş bir kadın… Hayatım boyunca çok roman okudum fakat Elif Şafak her romanında bambaşka şeyler öğretiyor bana ve "Aşk"ta öğrendiğim ve aklıma kazınan en büyük şey: "Ne pahasına olursa olsun; kalpten gelen, dudaktan dökülen, içimi kemiren, beynimi kurcalayan ne olursa olsun; hayat kısa önemli olan mutluluğumuz!" KAYNAKÇA Şafak; Elif, ‘Aşk’, 8. baskı – Mart, 2009, Doğan Kitapevi Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 Sebastian Eriksson – Lost in Thoughts Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 DÜŞÜNCELER İÇİNDE BOĞULURKEN Her yerdeler… Her tarafta başka bir düşünce… Beynimin içerisinde bir gürültü… Her şey başka bir tarafa doğru gidiyor… Hiçbirini seçemiyorum, hepsi benden kaçıyor! Ne yapmalıyım; kafamın içindeki bu düşünceleri nasıl ayırt etmeliyim, nasıl dışarı atmalıyım? Bilmiyorum; çaresizim ve öylece yatağıma uzanmış düşünmeye, bir çıkış yolu aramaya çalışıyorum. Sanırım bulamayacağım! Çıkışı olmayan bir labirente düşmüş gibi hissediyorum! Çaresizlik, korku, hüzün ve birçok duyguyu aynı anda yaşıyorum. Birazcık ümidim olsa birinin elimden tutup çıkaracağına inanırım ama ümidimi dahi kaybetmiş durumdayım, ne yapacağımı bilemiyorum. Bildiğim tek şey, bu çıkmazdan bir an önce çıkmam gerektiği… Daha önce bu yaşadıklarımı yaşayıp elimden tutabilecek birisi var mı? Karanlık bir odada, yatağa uzanıp derin derin düşüncelere daldınız mı daha önce hiç? Birbirini kovalayan düşünceleri yakalamaya çalışmanın ne olduğunu bilir misiniz? Bilmiyormuşsunuz gibi davranıp biraz anlatayım o halde. Bir gün içerisinde yüzlerce insanla karşılaşıp binlerce farklı duygu ve düşünce içerisine giriyoruz. Aşk, sevgi, nefret, mutluluk, hüzün ve bunun gibi birçok duyguyu birkaç dakika içerisinde yaşayabiliyoruz. Gün bittiğinde, evinize gelip odanıza girdiğinizde, ışığı kapatıp yatağa girdiğiniz anda tüm bu duygular bir anda koşuşturma içerisine giriyor. Adeta zihni bir labirent gibi sararak sizi içine alıyor. Aşk ve nefret gibi zıt duygular bir anda sizi çıkmaza sokuyor ve bir çıkış yolu aramaya başlıyorsunuz. Mesela, bir tarafta hoşlandığım kız varken öteki tarafta ondan nefret eden en yakın arkadaşımın olduğu durumu yaşadım daha önce. Aşk ve dostluk bir anda karşı karşıya geldi ve çıkışsız labirentin içine düştüm. Zihnimdeki bu iki duygu ve hayatımda büyük bir öneme sahip olan iki kişi bir anda karşı karşıya geldi ve aralarında kalan, bu zıtlığı bir şekilde ortadan kaldırmak zorunda olan kişi oldum. Haftalarca hatta aylarca zihnimi kurcalayan bu zıtlığı hala daha çözmüş değilim ve hala daha Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 geceleri yatağa uzandığım zaman bu çıkmazla karşı karşıya kalıyorum. Düşünceler üst üste geliyor ve bir türlü bir sonuca varamıyorum, arkadaşımı mı yoksa hoşlandığım kızı mı seçeceğime karar veremiyorum, orta yol dahi bulamıyorum. Düşünceler, tarifi kolay olmayan şeylerdir. Ne kimseye tam anlamıyla anlatabilirsin, ne de kendi başına bir sonuca varabilirsin. Sokaklarda, caddelerde, kalabalıklarda kaybolursun. Daha sonra kendini de kaybedersin. Sonunda anlamadığın bir şey olup çıkarsın. Tek anlayamadığın sen olunca tekrar başa sararsın. Kendini miyop gözlerle sokakta bir yeri arıyormuşsun gibi hissedersin düşünürken. Her taraf sisli, bulanık ve karanlıktır; gideceğin yeri bir türlü bulamazsın. Bulanık olan yalnızca çevren değil aynı zamanda zihnindir. Böyle bir durumda ben hep şarkılara sığınırım, onlarda bir çare bulmaya çalışırım. Benim dışa aktaramadığım, bir çözüm bulamadığım karmaşık düşüncelerimi şarkılarda anlatılmış gibi hisseder, kafamdaki düşüncelere en yakın olan şarkıyı açıp defalarca kez dinlerim. Çoğu zaman dinlediğim şarkılar zihnimi iyice bulanıklaştırsa da kısa süreli bir kurtuluş yolu olarak dinlemeye devam ederim. Zaten kafamda bir sürü düşünce varken bir de şarkılar yeni düşünceleri kafama sokar ve döngü içine girerim. Ama yine de böyle bir ruh halinde şarkılarda çare aramanızı tavsiye ederim, emin olun sizi, zihninizi biraz olsun rahatlatacaktır. Düşüncelerinizin bir şarkıda toplandığını ve zihninizdeki koşuşturmanın bir süreliğine sona erdiğini hissedeceksiniz. Bu tam anlamıyla bir rahatlama, bir çözüm olmayacak; fakat içinizin rahatlamasına yardımcı olacak. Sonrası… Sonrasında yeniden labirente girecek ve sonsuz bir çıkmazın içinde yaşamaya devam edeceksiniz… Düşünceler… Sonu olmayan, bitmeyen, tükenmeyen fikir yığıntıları… Zihninizi kurcalayan, bir türlü sonuca varamadığınız birtakım “kuru kalabalık”. Gürültüler artıyor… Sanırım yine geliyorlar… Evet, evet; geliyorlar… Her yerdeler… Boğuluyorum... Tutacak biri var mı elimden? Mustafa Pekdemir Hayal Etmekten Korkar Mı İnsan? Lise yıllarıma denk gelen, eğitim hayatımın ve geleceğimin şekillenmesinde önemli bir rolü olan Ethem Baran öğretmenimin kitaplarını okumak her zaman güzel olmuştur benim için. Onun kitaplarından çıkardığım anlamlar beni alıp uzak diyarlara, çocukluğuma, hayallerime götürür. Onun edebî tarzı, etkili anlatımı en önemli özellikleri benim için. Hocamın sekizinci kitabı olan “Zira”’yı okuduktan sonra uzaklara gitmedim, çocukluğuma dönemedim, hayallerime gidemedim. Daha farklı bir mekân olan köyüme gittim. Oranın havasını, suyunu, toprağını hissettim. Oraya gittiğimde ikindi vakti evimizin önünden geçen koyunların zil seslerini, çeşmeden su doldururken kavak ağaçlarının çıkardığı o hışırtılı sesleri, gece vakti öten böceklerin sesini özledim. Daha doğrusu Rehberlik ve Danışmanlık öğretmenim bana bunu bu kitabında hissettirdi, özlettirdi. Dedim ya köyüme gittim diye… Bunu içimde hep tuttuğum, biriktirdiğim, umudunu taşıdığım bir özlem içerisinde söylüyorum. Dönüp o yıllarıma baktığımda güneşli günler, kavak ağaçları, hayvanlar, dalından koparıp yediğim çeşitli meyveler aklıma geliyor. Dertlerimi, üzüntülerimi, kaygılarımı hatta ve hatta en basit örnek olarak sınav stresini bile unutuyorum ve tüm bunlar sadece hayal ederek oluyor. Hayal etmek demişken… Ne geniş bir kavramdır hayal etmek… Alır götürür insanı uzaklara, derinlere… Ben köyümü hayal ettiğim zaman nedendir bilemiyorum ama üzüntü içerisinde oluyorum. Duygusallık, hayal ederken yaşayabileceğim, en baskın his olarak karşıma çıkıyor. Galiba o günlerimi özlüyorum. Bir daha yaşayamayacağımı bildiğim için, o günleri geri getiremeyeceğim için üzülüyorum. Yaşadığım anılar güzel, aklıma geldikçe yüzümde tatlı bir gülümseme olur ama güzel olan şeylerin beni hüzünlü etmesi de ayrıca bir ironi. En çok neyi özlüyorum biliyor musunuz? Üzüm salkımlarının altında oturduğum o günleri… Bahçemizde bir baştan bir başa uzanır giderdi üzümler, kara kara, irice üzümler… Herhangi birisinde bir salkım görsem hemen koşar ve salkımını koparırdım. Sonra da uzanırdım boylu boyuna, engin masmavi gökyüzü ve güneşin o salkımların arasından sızan ışınları eşliğinde yerdim bir güzel… Sonra da dedem görürdü ve kaçacak delik arardım. Kızardı genellikle rahmetli… Olmamış meyveyi neden koparıyorsun diye? Aslında meyveyi koparmama veya onu yememe kızmazdı. O dalını kıracağımdan korktuğu için kızardı, zarar vereceğimden kızardı. Meyve onun sadece bahanesiydi. Ben dedemi de çok özledim. Bir de çeşmemizi özledim… Küçükçe bir çeşme, ucu havuza bağlı… İnsanın küçük parmağı kalınlığında suyu akardı. Az akardı ama o çeşmeden bir yudum alan bir daha hasta olmazdı. “İçene şifa, yaptırana dua!” yazardı çünkü duvarında… Gariptir ki kışın ılık, yazın soğuk akardı suyu… Hele ki yazın, o incecik akan suyun giderini kapatırdım ve küçük çaplı bir su birikintisi oluştururdum. Sonra da ayaklarımı içine sokar ve serinlerdim. Benim en çok özlemini duyduğum, hasretini çektiğim ve en çokta hayalini kurduğum iki basit örnek budur. Belki siz okuyuculara çok basit veya sıradan gelebilir ve elbette sizlerin daha iyi hayalleri olabilir. Herkesin hayali kendine özgüdür zaten. Sonuç olarak, hep “Anılar güzel de olsa kötü de olsa insana acı verir.” Derdim. Bunu söylememin sebebi hayal kurmaktan korktuğum içindir, üzülmekten korktuğum için. Anılar kişiye özeldir. Bir gün birisi “Hadi bir anını anlat” derse anlatmak istemediğim için hep o cümleyi kurardım. Ben Ethem hocama çok teşekkür etmek istiyorum çünkü bana hayal kurmaktan korkmamayı öğretti. Öyle ki; yaşadığım anıları düşündükçe üzülen birisiydim. Fakat kitabını okuduktan sonra bundan vazgeçtim. Şimdi ise iyi ki vazgeçmişim diyorum. KAYNAKÇA Baran, Ethem. Zira. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015 1 of 2 BİR KÜLDÜR GEÇMİŞ “Kim bilir neleri unutmak içindi o kadar çok şeyi hatırlaması.”(1) Böyle yazıyor hikayelerinin birinde Mungan. Bense, bu cümleyi okuduktan sonra istemsizce hatırlamaya başlıyorum unutmaya çalıştıklarımı. Yazar, kitap boyunca kendi ruhunun içinde kayboldukça ben de kendi geçmişimin, sırlarımın içine çekiliyorum. Kafamın bir yerinde gizlediğim şeyleri aramaya başlıyorum adeta. Her cümleyle, daha da… Hatırladıkça, unutmaya çalışmakta çok da haksız olmadığımı farkediyorum. Hatta bunları bana hatırlattığı için biraz kızıyorum yazara. Çünkü unutmak kolay. Hele ki, yüzleşmek istemediğiniz anılarınız varsa. Geçmişi hatırlamak her zaman iyi değildir bence. En zayıf noktalarımız orada saklı çünkü. Hayal kırıklıklarımız orada, zaaflarımız, yaralarımız. Hani bazen olur ya, hayatın telaşı içinde birden; bir şey duyar, görür ya da koklarsınız, çocukluğunuza geri döndürür ya o şey sizi. Bu beni hep korkutmuştur. Oraya geri dönmek istemem. Çünkü geçmiş demek, benim için aldığım yaralar demek. Bilmesine ben de biliyorum; bugünümü şekillendiren, şuan burada bunları yazmamı sağlayan şey, geçmişimden başka bir şey değil. Ama çoğu insanın aksine ben, geçmişi bugünkü mutlulukların kaynağı olarak göremiyorum. Bence geçmiş, bugünkü yaralarımın kaynağı. Geçmişle ilgili beni en rahatsız ve mutsuz eden şey, geçmişte olan olayların sürekli olarak geleceğe taşınması. ‘Dündü’ deyip geçemiyor insan. Geçmiş dediğimiz, o anda kalmıyor çünkü. Yaşadığımız geçiyor, ama o anda kalmıyor. Hatıra oluyor, anı oluyor. Ve bu anıları her hatırladığımızda, tekrardan anlıyoruz; aslında geçen, unutulan bir şey olmadığını, o an ne yaşandıysa, hala yaşanmaya devam ettiğini. Unutmak da değil aslında bu. Çünkü insan, ne aldığı bir yarayı unutabilir ne yaşadığı bir hayal kırıklığını. Böylesi bana çok imkansız geliyor. Hatırlamamak bizimkisi. Karşına çıkan bir şeyle o ana geri dönüyorsan unutmamışsındır mesela, yalnızca hatırlamak istememişsindir. Hani diyor ya Cemal Süreya, ‘unutmak değil, başka bir şey bu…’ işte tam da öyle. Ama gel gelelim, yaşayabilmek için geçmişten vazgeçmeye mecburuz, ‘unutmaya’…Ara sıra da olsa o geçmişi kırıp dökmeye de mecburuz mesela. Çünkü özgür olabilmeyiz. Bizi gittikçe ağırlaştıran, cebimizdeki o taşlardan kurtulabilmeliyiz. Kurtulabilmeliyiz ki, yaşayabilelim. "Keşke.."lerle başlanan tek bir cümlenin kurulmadığı, özlem duyulan tek bir anın olmadığı, geçmişten taşınan düşünce bulutlarının yok olduğu, yani geçmişle tüm alacak verecek hesabının kapandığı, geçmişin defterinin dürüldüğü gün… Böyle bir sabaha uyanan insan gün boyunca çok hafif hisseder kendini ve yorulmak nedir bilmeden oradan oraya serbestlik içinde hareket edip durur, acıktığında yer, yorulduğunda uyur… Bir zamanlar buna benzer bir şey okumuştum. O zamandan beri, geçmişime karşı beni ayakta tutan şey bu. Böyle bir sabaha uyanabilme umudu. Ceplerimdeki bütün taşlardan kurtulma umudu. Belki de geçmişle barışmak demeliyiz buna, belki de illa kırıp dökmemiz gerekmez. Geçmişi; özgür kalabilmek adına, özgür bırakmak ya da. Hayat denen bu yolda ilerledikçe, cebimizdeki taşları birer birer geçtiğimiz yerlere bırakmak. Köksüz kalmak değil bu bahsettiğim. Çöpe atmak değil, geçtiğimiz yolların kenarına bırakmak. Kaybolduğumuzu 2 of 2 düşündüğümüz zamanlarda yönümüzü buldurabilecek bir harita yaratmak geçmişten. Ama sadece bu kadar. Hayatımıza yön vermesi değil, yönümüzü kaybettiğimizde, daha önce geçtiğimiz yerleri hatırlayıp oralardan tekrar geçmemizi engellemesi. Hükmü bu kadar olmalı üzerimizde geçmişin. Ağırlığı olmamalı. Daha hafif hissedebilmek adına kurtulmalıyız ondan. Evlerdeki toz gibi, üzerimizdeki küldür geçmiş, üfleriz ki gitsin! ____________________________________ 1. Murathan Mungan, Harita Method Defteri, Metis Yayınları, 2016 Merve Nilsu Akbulut 21502492 BİHTER’İN İKİLEMİ Ben Aşk-ı Memnu’nun ilk dizisini izleyip sonra kitabını okuyanlardanım. Her kitap uyarlamasında olduğu gibi dizi ile kitap arasında bazı farklılıklar var tabii ki ama bana pek de farklı gelmedi ikisi. Sanırım en büyük fark dizide Behlül’ün de Bihter’e aşık olmasıydı. Oysaki kitapta Bihter’in diğer kadınlardan farkı yok Behlül için. Açıkcası kitabı okurken kendimi Bihter’in yerine koydum çoğu zaman. Onun yerinde olsaydım ne yapardım, nasıl davranırdım diye düşündüm. Zaten Adnan Bey’le evlenmesi hiç mantıklı bir şey değildi her ne kadar adına mantık evliliği dense de. Kendinden yaşça çok büyük birisiyle evlenmesi, tek ihtiyacının para olabileceğini düşünmesi aslında Bihter’in nasıl bir psikolojide olduğunu çok rahat bir şekilde gösteriyor. Firdevs Hanım’ın da Adnan Bey’e ilgi göstermesi cabası. Firdevs Hanım’ın o kızlarını kıskanan, onlar gibi genç ve güzel olmak isteyen tavrı Bihter’in canını daha da sıkıyor haliyle. Annenizin kocanıza ilgi duyduğunu düşünsenize. Bu, Bihter’in Adnan Bey’i aldatmasını tetikleyen en önemli sebep bence. İkinci sebep olarak da paranın onu mutlu edebileceğini sanması. Ama evlilikte işlerin sadece parayla yürümediğini anladığında Bihter’in gözleri açıldı ve farkında olmadan Behlül’e yani en yakınında olan gence ilgi duymaya başladı. Behlül zaten dünden razıydı böyle bir şeye. Zaman içinde aşık oldu Behlül’e Bihter. Aynı duyguları Behlül’ün de hissettiğini sandı belki de. Ama Behlül ve Nihal’in evleneceğini duyunca kıskançlığından deliye döndü demek ki. Firdevs Hanım’a anlatıp yardım istemesi daha da onur kırıcı bir şey bana göre. Çünkü annesini sevmeyen, onun gibi biri olmak istemeyen bir kadın bunu yapmamalı bence. Sonuç olarak Firdevs Hanım’ın kızı olduğunu kocasını aldatarak ve bunun üstüne de sevgilisini kıskanıp evlenmesine mani olmaya çalışarak kanıtladı. Zaten Behlül ve Nihal’in evlendirilmesi işinin Firdevs Hanım’ın marifeti olması da ayrı bir muamma. Nihal’in de bu ‘Aşk-ı Memnu’ yu öğrenmesiyle işler iyice sarpa sarıyor tabii. Her şeyin bittiği, Adnan Bey’in de bu ilişkiden haberi olacağı belli artık. Bihter’in panik olması, ne yapacağını bilememesi gayet normal bir durum. Behlül’ün de ondan artık hevesini almış olması genç kızı iyice depresyona itiyor. Bütün o toy duyguları ile Adnan Bey’le evlenen ve sonra onu yeğeniyle aldatan Bihter, artık ölümü düşünmeye başlıyor. Bunun Adnan Bey’in, kapısına dayandığı anda aldığı bir karar olduğunu düşünmüyorum. Saatlerce hatta belki de günlerce düşünmüştür intihar etmeyi Bihter. Ben olsam Bihter’in yerinde aynı tepkileri vereceğime eminim. Adnan Bey’den özür dilese, evliliğini kurtarmak istese aylarca arkasından iş çevirdiği, aldattığı adama bakacak yüzü yok artık. Hem bakalım Adnan Bey onu affedecek mi ki? Behlül’le kaçsa, yeni bir hayata başlasalar beraber? Behlül zaten kendi dalgasında. Hevesini aldı bir kere. Artık Bihter’in hiçbir önemi yok onun için. Kısacası geriye hiçbir çıkar yol kalmıyor, intihar etmekten başka. Ve kitabın en sevdiğim kısmı… Beşir’in her şeyi anlatması üzerine hasta kızını bırakıp hiddetle yerinden kalkan Adnan Bey, Bihter’e hesap sormak için yatak odalarının kapısında belirdi. Kapıyı açması için her ne kadar bağırıp kapıya vursa da o kilitin açılırken çıkardığı ses hiç duyulmadı. Onun yerine ufacık minicik bir silahın çıkarttığı o karanlığı bile delen patlama sesi… Gencecik bir kadının hayatının sonu… Olmak istemediği bir insana dönüşmüş, kendini içine attığı durumdan çıkar yol bulamamış bir kadının son anı… Ne kadar da dramatik ve acı bir son! Bu kitabı ve dizisini çok sevmemin bir nedeni de son sayfaları. Tabii dizi için de son sahneler0. Ben, Bihter’in yaptığı gibi, kendimi çıkmaza sürükleneceğim durumlara sokmak istemiyorum. Mantıklı düşünmek ve duygularıma hakim olmak istediğimi anlamama yardımcı oldu bu kitap o küçücük yaşımda. Tabii ne kadar olabildiğim ise ayrı bir mevzu… ZAMANI OLMAYAN KİTAP Bugünü anlamak için başucu kitaplarından biri olan 1984, George Orwell –asıl adı ile Eric Arthur Blair- tarafından 1949 yılında yazılmıştır. Kitap; zıt düşünceleri olan insanların düşünce polisleri olarak adlandırılan devlet görevlilerince silindiği, sanki hiç var olmamış gibi gösterildiği bir distopik dünyada geçiyor. Her anın, her düşüncenin, her hareketin tele ekran denilen kameralar tarafından izlendiği ve kayıt altına alındığı bir dünya. İnsanların özgürlüklerini kısıtlayan, onları makineleştiren bu sisteme dayanmak elbette mümkün değil. Bu yüzden, bir makine olmaya karşı çıkan ana karakter Winston da, insanın doğası gereği, özgür olmak istiyor. Romanın odağındaki isim olan Winston Smith, Düşünce Bakanlığı adlı bir devlet dairesinde çalışmaktadır. Halk; sokakta, işinde, evinde ve hatta banyosunda bile tele ekranlarca izlenmektedir. Bu durum haliyle insanların elini kolunu bağlamıştır sisteme karşı. Winston, bir parçası olduğu sistemin kurallarına içten içe karşı çıkarak ‘’düşünce suçu’’ işler. Diğer insanların da kendisiyle paralel düşüncelere sahip olduğuna inanmaktadır. Bundan dolayı, düşünce suçu işlediği için bunu birilerine anlatma isteği duyar ama cesaret edemez ve sonunda çok tehlikeli olmasına rağmen içindekileri kağıda döker ama yazdıklarından dolayı ileride çok pişman olacaktır. Sonrasında cinsellik karşıtı bir örgüte üye olan Julia, Winston ile temasa geçer ve bu ikilinin kaderi tamamıyla değişir. Romanın ilerleyen olay örgüsü içerisinde düşünce polisinin onları yakalayacak mı diye, için için merak ederken kitabın akışına kapılıyorsunuz. Kitabı akıcı kılan Orwell’ın fikirlerini anlaşır bir şekilde okuyucuya aktarması ve geleceğe ışık tutabilmesidir. Basıldığı dönemi başarıyla yansıtmış olmasına rağmen günümüz totaliter rejimlerini de eleştirir nitelikte. Bunun gibi ideolojilerin hâkim olduğu devletlerde halkın çektiği eziyetler, kısıtlamalar, bilimin hiçe sayılması yani cehaletin işlendiği bir kitap. Her ne kadar kapitalistler tarafından, komünistleri eleştirdiği için methedilse de aslında tüm kapalı düşünce yapılarının sert bir eleştirisidir 1984. Kısacası George Orwell’ın ileri görüşlülüğü ve tümevarımsal anlatımı saygıyı hak ediyor. Kitaba hakim olan tema ‘‘nefret’’tir. Tüm ülke ‘’nefret yayını’’ denilen ve her gün gerçekleşen bir uygulamaya maruz bırakılır. Bu öyle bir uygulamadır ki, vatandaşların bütün nefretlerini iki dakika boyunca parti karşıtlarına ve düşman devletlere kusması beklenir. Winston’ın düşünceleri kitapta şu şekilde belirtilmiştir: ‘’İki Dakika Nefret’in en korkunç yanı,insanın katılmak zorunda olması değil, katılmaktan kendini alamamasıydı.’’ Eli mahkum, Büyük Birader seni izliyor. Bu nefretin, her fırsatta birbirini kötüleyen ve birbirine diş bileyen partilerin, Orwell’ın distopik Parti’sinden aşağı kalır yanı yok. Bu romanı okuduktan sonra insan medya, devlet gibi bir parçası olduğu tüm kavramlara kuşkuyla bakmaya başlıyor. Onlardan soğuyor, çünkü yazılalı yıllar olmuş olsa da her dönemin kitabı ve bu yüzden okurun kendi içinde bulunduğu dönemi de sorgulamasını sağlıyor. Ben de okurken zaman zaman sıkıldığımı ve kitabı bırakmak istediğimi söyleyebilirim; çünkü içinde bulunduğum ve kurallarına uymak zorunda olduğum sistemin yanlışlarıyla örtüşüyor Büyük Birader’in Devleti. Bu bıkkınlık aslında tam da kitabın eleştirdiği fikir, farkında olduğumuz ama dile getir(e)mediğimiz bir şey: ‘’Hepimiz sistemin yarattığı birer makineyiz.’’ Haber kaynakları kısıtlı, var olanlar ise kontrol altında, insanların ne görmesi gerektiği, neye inanması gerektiği bile programlı. Asıl istenilen düşünmemek ve söylenenleri harfiyen yerine getirmek. Bu düşüncelere karşı bir tavrı vardı Winston ve Julia’ın da. Belki de ikisini bir arada tutan bağ aşk değil de aynı düşünceye inanmalarıydı, ama nasıl olursa olsun sonuçta suç işliyorlardı. Eğer ilişkileri açığa çıkarsa, birbirlerini ele vermeyeceklerini konusunda söz verdiler fakat Büyük Birader’in yapabileceklerini küçümsüyorlardı. Yakalandıktan sonra, gücünü kaybetmemek ve ilkelerinden asla ödün vermemek için her şeyi yapabilecek olan devletin uyguladığı işkenceler o kadar ağırdı ki, bırakın aşkı, geriye ‘’düşünce’’ bile kalmadı. Romanın sonunda Winston ve Julia her ne kadar ‘’düşünmeyen’’ varlıklara dönüşseler de önemli olan kitabın mutlu sonla bitip bitmemesi değil. George Orwell’ın asıl vurgulamak istediği, ulusların yozlaşmışlıktan arındırmanın yolu onları bilinçlendirmektir. Kitapta geçtiği gibi: ‘’Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.’’ MERİÇ BİROĞLU ID: 21301350 TURK 101-21 Rabia BIÇAK 21301651 Türkçe 102 6. Ara Ödev ASLI UÇAR                                                 PARDON DA SİZ KİM SİZİN?    Türk KÜRT ALEVİ SÜNNİ ÇERKEZ LAZ BULGAR HIRVAT ELİT PAÇOZ ZENGİN  FAKİR BEYAZ SİYAH MÜSLÜMAN HRİSTİYAN YAHUDİ BUDİST PANTEİST ATEİST BİSEKSÜEL GAY LEZBİYEN TRANS OLGUN TOY KADIN ERKEK EVLİ BEKAR ÇALIŞKAN TEMBEL  HIRSLI YALANCI YERLİ GÖÇMEN…….. …………DÜRÜST GÜZEL ÇİRKİN  MUHAFAZAKAR DEMOKRAT LAİK YOBAZ ÇAPULCU ÖRÜMCEK  KAFALI…………………………. UYARI :LÜTFEN YUKARIDA BELİRTİLMİŞ OLAN SIFATLARDAN İNSANLARIN SİZİN  İÇİN UYGUN GÖRDÜKLERİNİ SEÇİNİZ, KENDİNİZE YAFTALAYINIZ VE SAKIN OLA Kİ  TERK ETMEYE KALKMAYASINIZ. (NOT: EKSİK YADA BELİRTİLMEMİŞ SIFAT VARSA LÜTFEN TOPLUMSAL SIFATLAR  KURULUNA BİLDİRİNİZ)       Yukarıdaki bildirge aslında gayri resmi olarak yayınlanmış ve tarih boyunca bütün  toplumlar tarafından yürürlükte tutulmuştur. Bizde toplumun başı önünde fertleri olarak  önümüze konmuş bu belgeyi kabullenmiş ve sessiz sedasız zaten önceden başkalarının  koyduğu sınırlar içinde yaşamaya devam etmişiz. Arada sırada Amini Maaluf gibi inanlarda  çıkıp siz kimsiniz diye sorduğunda yukarıdaki gibi önceden biçilmiş olan kimlikler  doğrultusunda cevapları ardı ardına sıraladı asla düşünmeden gözünü sevdiğim masum  insan(!). Nasıl olsa herkes söylüyorsa kesin doğrudur ya.      Amin Maaluf kitabının adını ölümcül kimlikler koyarken aslında temelde kişinin kendini,  yani Freud’un tabiriyle “ego” sunu kazandığı kimliklerle öldürmesini kastetmiş. Bence haklı  ama kaçırdığı nokta aslında bu sonradan yaftalanmış ve insanoğlunun da cahilce sımsıkı  sarılmaktan günümüzde bile vazgeçemediği kimlikler sadece bireyleri değil aynı zamanda Rabia BIÇAK 21301651 Türkçe 102 6. Ara Ödev ASLI UÇAR toplumları da etkilemiş ve gerçekten ölümcül boyutlar kazanmıştır. Aynı dokuların tek  hücrelerden oluşması, dokularında bir araya gelerek organ     sistemlerini ve insan biyolojisinin bütününü oluşturmaları gibi tarih boyunca topluluklarda  bireylerden meydana gelmiş ve devlet sistemlerini oluşturmuştur. Yine aynı biyoloji sisteminde olduğu gibi nasıl ki kanserler farklılaşmış hasta dokularda tek bir hücrenin  bölünmesiyle çoğalıp dokuları oradan organları oradan da tüm insan vücudunu sarıyorsa,  hastalıklı ideolojiler ve yeni kimlikler bireyler tarafından ortaya atılmış önce birkaç kişi  tarafından sonra da kitlelerce kabul görmüştür. Tıpkı orta çağda yaşanan mezhep ve din  savaşları gibi. Müslüman ve Türk kimlikli toplulukların Orta Doğu’da ve Orta Anadolu’da  yayılmaları ve ilerlemeleri üzerine Hristiyan kimliğinin liderleri bir araya gelmişler ve onları  kutsal kimlikli topraklardan çıkarmak için Hristiyan kimlikli ordular kurmuşlar. Sonrasında bu  orduları zamanın Balkanlarından ve dünyanın göz bebeği olan şimdiki İstanbul o zamanki  Konstantinapol’ün üzerinden Orta Doğuya salmışlardır. Yalnız bu kimlik karmaşası öyle kalabalıklar içinde öyle bir hal almıştır ki o devasa ordu   üzerinden geçtikleri bütün topraklardaki insanların sadece Hristiyan olmalarına bakmamış  ayrıca isimlerinin başına kutsal Katolik sıfatını da eklemiş ve kendilerinden olmayan yüz  binlerce masum Bulgar Hristiyan Ortodoks’u katletmişler. Bu katliamlar ve yağmalar öyle bir  boyut almış ki sırf Ortodoks oldukları için halkının katledilmesinden korkan zamanın  imparatoru Kutsal Katolik haçlı ordusuna haraç ödemeyi kabul etse de çabaları sonuç  vermemiş şehir yağma talan ve kandan nasibini almıştır.         Kendine yakın kimliği olan Ortodoksları affetmeyen insanlar Müslüman kimlikli  Arapları ve Türkleri mi affedecekler? Hiç olur mu tabi ki hayır sadece Müslümanlar yahut  Araplar değil Yahudiler putperest bedevileri ve eski Kudüs’ün yerlilerini kısacası kendi  kimliklerinden olmayan Rabia BIÇAK 21301651 Türkçe 102 6. Ara Ödev ASLI UÇAR kim varsa kutsallıkları adına öldürmüşlerdir. Bu katliam öyle boyutlara ulaşmıştır ki eski  yazıtlarda Kudüs sokaklarında kandan ve insan etinden yürünecek yol kalmadığı yazar.           Bu ölümcül kimlikler sadece Katolik Hristiyanlara özgü müydü elbette ki hayır.  Ölümcül kimlikler öyle veya böyle hayatta kalmaya ve zayıf karakterli ve eğitimsiz     insanların bedenlerinde hayat bulmaya yüzyıllardır devam ediyor tıpkı günümüzdeki sözde  Irak Şam İslam devleti gibi. Cihat adı altında insanları katleden evlerinden eden, masum  sivillerin evlerinden eden, kadınları kendilerine cariye yapan ve bütün bunları Müslüman  kimliği ile yapan insanlar yine Müslüman kimlikli insanları öldürüyor, üstüne üstlük  vahşetlerinin fotoğrafları marifet misali sosyal medya üzerinden paylaşıyorlar.       Peki, bu noktada sorulması gereken asıl soru şu; bu kanserli hücreler için yani ölümcül  kimlikler için tedavi ne? İşte bu noktada Amin Maalufun çözümü bence sadece kişiler  üzerinde değil toplumlar üzerinde de uygulanabilir. Yazara göre; eğitimli ve vicdan sahibi  bireylerin yetiştirilmesidir. Ancak ve ancak bu yolla doğruyu yanlıktan ayırt edebilen toplum  dayatmalarına hayır diyebilen, yanlışı doğrudan ayırt edebilen kişiler yetişecek ve kanserli  hücreler yani toplumlardaki bu ölümcül kimlikler ortadan kalkacaktır.         KAYNAKÇA Maalouf, Amin. ölümcül Kimlikler. İstanbul: YKY YAYINLARI, 2014. Print. Erkin Karataş Hisselerimin ve Mantığımın Çatışması Hissettiklerimi her zaman genel bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışmak artık eskisi kadar doğru gelmiyor. Hep bir uyum yakalamaya çalışmak ve çevremin etkisinde kalıp gerçek özgürlüğümden ayrı kalmakla eş değermiş gibi geliyor gözüme. Çünkü bence çevre faktörünü baz alarak hayatını sürdüren biri toplum baskısına göre hayatına şekil verir. İster istemez herkesin karakterine yansımıştır bu durum. Nefes alıp verme şeklimiz bile bundan nasibini almış hatta. Fakat bunu en aza indirgemek ve kendini ön plana koyabilmek bence her bireyin kendi açısından vermesi gereken en önemli karardır. Çünkü benim gözümde toplum baskısını yenip, özgürlükçü ve bireysel düşünce sistemini geliştirebilmiş her toplum, fikirlere ve değişime en açık ortamı sağlar. Bu durum aynı zamanda hislerimizle hareket edebilmemiz için güzel bir alan sağlar. Fakat özgürlüğüne bu kadar düşkün olduğunu iddia eden toplumumuz, aslına bakarsak bireysel değil toplumsal açıdan özgür olmayı diliyor. Atladıkları kritik nokta ise bireysel olarak özgür olmadığımız bir yaşam alanında toplumsal özgürlüğün bir anlamı olmayışıdır. Kanaatimce, bireysel anlamda özgür olmayışımız aynı zamanda hissiyatımızla değil de, tamamen toplumsal baskının yarattığı düşünce ve mantık sistemiyle hareket etmemize sebep oluyor. Ama bir yandan da bu eksilerden kurtulup hayatımızın kontrolünün tamamen elimizde olduğu umuduyla yaşamak zorundayım. Kendime olan inanıcımı asla yitiremem. Bunun çok önemli iki sebebi var. Birincisi özgür düşünce sistemini içimde geliştirmem için çok uygun olan bu üniversite hayatımı değerlendirip değerlendirmemek benim elimde. Bu durumu değerlendirmemek bana sağlanan bu imkanlara yapılabilecek en büyük ihanet. İkincisi ise bu düşünce sistemini geliştirebilirsem benim gibi hisleriyle hareket etmek isteyip her zaman mantığıyla karar almak zorunda kalanlara emsal olabilirim. Kendim dahil etrafımdaki insanlara baktığımda şunu görüyorum: Kimse ne düşündüğünü açıkça dile getiremiyor. Bunun en büyük sebebinin ise birbirimiz üstünde kurduğumuz bu baskıdan dolayı olduğunu düşünüyorum. Bazen isteyerek bazense istemeden bunu ben de çok yapıyorum. Çünkü kim ne zaman farklı ve kendiminkiyle uyuşmayan bir düşünceyi istediği gibi dile getirmeye çalışsa, ilk yaptığım şey, toplum tarafından onaylanmış genel geçer doğruları kullanarak onu haksız çıkarmaya çalışmak oluyor. Bunu yaparak çoğu zaman haklı çıkmış gibi gözüküp karşımdakinin düşüncelerini hiçe saymış oluyorum. Fakat bu özelliğimden son derece rahatsızım. Bu rahatsızlığımın sebebi ise çok basit. Çünkü benim de aklıma farklı duygu ve düşünceler geliyor. Ne yazık ki ben de aynı toplum baskısına maruz kalıyorum ve çoğu zaman karşımdaki tarafından anlaşılamadan düşüncelerim çürütülmeye çalışılıyor. Peki herkes aynı durumdan müzdarip ise ne yapmak gerekiyor? Bence empati yapmak ve yeni fikirlere açık olabilmek bu durumun üstesinden gelir. Çünkü anlaşıldığını hissetmek insan için, özellikle kendi adıma, çok mutluluk ve haz vericidir. Bu hazzı ve mutluluğu yaşamak içinse karşımızdakine de bu mutluluğu ve hazzı yaşatmamız gerekir. Böylelikle bu üstün anlayış biçimi bizlere özgürce istediklerimizi, fikir, duygu ve düşüncelerimiz rahatça birbirimize anlatma olanağı tanır. En büyük getirisi ise başta bahsettiğim gibi hislerimizi ve asıl söylemek istediklerimizi toplum baskısı altında kalmadan, rahat ve özgürce ile getirebilme olanağı sunmaktadır. Benim kendi içimde yaratmaya çalıştığım bu algı toplumun değil bireyin ön plana çıkmasını hedefliyor. Çünkü insan sadece mantığıyla hareket edebilmeye uyum sağlayabilecek bir varlık değildir diye düşünüyorum. Eğer öyle olsaydı kimseyi karakter bazında ele alamayıp, sadece tip bazında değerlendirebilirdik. Fakat duygu ve düşüncelerimi, hissiyatım ile şekillendirdikçe artık daha fazla kendim gibi hissediyor ve hissettiriyorum. Alkın Tolga BİTMEYEN ARAYIŞLAR VE TATMİNSİZLİKLER Gündelik koşturmacaların arasında, aniden bir köşeye sessizce çekilip bütün bu çabaları ne uğruna gösterdiğini sorgulamayan bir insan dahi yoktur herhâlde. İnsan, “Neyin var, ne oldu?” gibi sorulara maruz kalırken gözünü uzaklara dikip boşluğa düşmez mi, o an her şeyi geride bırakıp kaçma ihtiyacı duymaz mı hiç? Tatsız, hüzünlü ve uzun geçen bir gecenin ertesinde yataktan kalkamadığında, yaşam mücadelesine devam etme arzusunun zerresini bulamadığı olmaz mı? Belki de sizde hiç olmuyordur, bilemem. Yine de bütün bu ruhsal çöküntülerin, içinde ömrümüzü tükettiğimiz güzel makyajlı ama içi kokuşmuş düzen var olduğu sürece peşimizi bırakmayacağını düşünüyorum. Bazıları bunun ergenlikle ya da yeterince olgunlaşmamış olmakla bağlantılı olduğunu söylese de ben depresyonun yaşa bağlı gelişen bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bu çöküntüler, sürekli çaba göstererek arayışında olduğumuz şeylere aslında hiç yaklaşamadığımızı fark ettiğimizde başımıza geliyor. En makul, en mütevazı arzularımızın bile gerçekleşmemesinin yıkıcılığı karşısında öylece boşluğa düşüyoruz işte, kendimizi umutsuz bir vaka olarak tanımlıyoruz. Böyle bir çöküşle karşılaşınca, sahip olduğumuz mutluluklarla, başarılarla, kazanımlarla da tatmin olamıyoruz ve mücadeleye devam etmek için kendimizde bir ümit, bir inanç göremiyoruz. Sürekli arzulayıp da bir türlü erişemediğimiz şey nedir peki, neden bu kadar önemlidir? Elbette bu soruya genel bir cevap vermek olanaksız. Nihayetinde hepimizin farklı özlemleri, arzuları, doldurulacak boşlukları var ve hepimiz eşsiz yaşam öykülerine sahibiz. Benim en fazla içime işleyen ve kendimi en yakın hissettiğim öykülerden biri ise kesinlikle Yurttaş Kane’in öyküsü. Evet, yaşam koşulları ve maddi varlık bakımından kendisiyle en ufak bir ortak noktam olmayabilir fakat mevzu bu değil ki! Sahip olduklarımız üzerinden kendimizi başkalarıyla özdeşleştirmeyiz zaten; eksikliğini çektiğimiz şeylerin, dolduramadığımız boşlukların benzeşmesiyle bu bağı kurabiliriz. Bu sebeple Yurttaş Kane, uzaktan baktığımda kendi hayatımla çok alakasızmış gibi duran bir öyküye sahip olsa da yoksun kaldığı ve arayışında olduğu şeyler bakımından da bir o kadar yakınımda duruyor. Orson Welles’in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bu film, sonsuz bir servetin maliki olan Kane’in, çocukluğundan beri yoksun olduğu gerçek sevgiyi güçle, parayla kazanmaya çalışmasına değiniyor. İnatla herkesin sevgisini kazanmaya çalışan Kane, bunu gerçek sevgiye çok değer verdiği için değil, sevgiye olan açlığını bu yolla tatmin etmek istediği için yapıyor. Bu kadar çabaya rağmen istediğine ulaşabiliyor mu peki, hayır, o da arzularına ulaşabilme konusunda bizden iyi durumda değil. Kader ortaklığımız da tam olarak bu noktada başlıyor işte, yoksunluğunu yaşadığımız ve o kadar çabaya rağmen sahip olamadığımız şeylerin sebep olduğu ruhsal çöküntü bizi yakınlaştırıyor. Ruhsal çöküntülere maruz kalıyoruz, bir şekilde bunların da üstesinden geliyoruz -ya da halının altına süpürerek üstesinden geldiğimizi sanıyoruz- fakat kafamızı sürekli kurcalayan bir sorudan kaçamıyoruz. O soru da şu: Umutsuz hissediyorsam, boşa kürek çektiğimi düşünüyorsam ve bir şeyleri elde etmeye çalıştıkça tatminsizliğimin bitmeyeceğini, aksine daha da artacağını biliyorsam, cidden yaşamaya ve mücadele etmeye değer mi? Doğruya doğru, bütün çabalara ve arzulara rağmen bu öykünün bir yerlerinde yolumuz nihai tatmin ve mutluluk duygularıyla kesişmiyorsa, bu çabayı sürdürmenin de pek bir anlamı kalmıyor. İşin tuhafı, her ne kadar yaşama motivasyonumuzun devamlılığını sağlayacak olumlu gelişmelerle karşılaşmakta güçlük çeksek de hayat her an sürprizlerle karşımıza çıkabiliyor. Sonuç olarak da bizi hayata bağlayan şeyler bu küçük sürprizler, tebessümler, mutlu anlar oluyor. Yaşadığımız müddetçe kendini sıkça tekrarlamaya devam edecek olan tatminsizlik ve düş kırıklıklarıyla uğraşacağımızı bilsek de arada kalan olumlu ve güzel sürprizleri kaybetmeye korkuyoruz. Bana göre hayat, mutsuzluğa ve umutsuzluğa doğru giden yolda karşılaştığımız olumlu parçalardan ibaret ve bize yaşama isteğini sağlayan şeyler de bu olumlu parçalar oluyor. Arayışlarımız ve tatminsizliklerimiz bitmiyor ve bitmeyecek, bu doğru. Yine de hayat, bütün yılgınlığımıza rağmen mücadeleyi terk etmemize bir şekilde engel olacak ve aslına bakarsanız çok da iyi yapmış olacak. Dilara Halavurt 21602151 Bu Hikayenin Hiçbir Tarafı Gerçek Değildir Rekorlara koştuğu, psikolojik gerilim türünde olduğu idda edilen Azra Kohen’in aynı adlı romanından uyarlanan Fi dizisi hakkında olacak bugünkü yazım. Dansçıların, müzisyenlerin ve hayalleri olan genç gazetecilerin popüler kültüre, onun dayattıklarına, medyanın ikiyüzlülüğüne karşı çıkışını konu alan bir dizinin popüler kültürün ve o iki yüzlü medyanın ta kendisine hizmet edişinin ironikliği bu yazıyı yazmaya yönlendirdi beni. İzleyen düşünmez bunları da belki yazdığım satırlar düşünmeye yönlendirir. Ünleri zirve yapmış Serenay Sarıkaya ve Mehmet Günsür’ün ateşli sevişmesini düşünmeden izlemek varken, oturup da dizinin hangi ideolojiye hizmet ettiğini, anlatımın içerikle bağdaşıp bağdaşmadığını tartmak için uğraşmayanlar için ben tarttım da yazdım. Her biri senelerce popüler kültürün yarattığı ve evlerimize servis ettiği anlamsız ama izlemesi zevkli dizilerde boy gösteren en başarılı oyunculardan seçilmiş, erkeklerin tanrı kadınların tanrıça sayılabileceği kadroya sahip bir yapımı değil psikolojik gerilim, çizgi film türünde de sunsanız emecek bir izleyici kitlesi varken, Fi dizisinin rekor kırmasına neden heyecanlanıyoruz? Romanı okuyanınız olduysa, oldukça kötü bir yapım olduğu halde yüz binler satmasına şaşırmamıştır umarım. Okumadıysanız da erotizm dolu, sanatın s’sinden anlamayan biri tarafından yazılmış rezalet bir yapım olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Sanatı anlamayı öğrenememiş bir millete sanat tatavası yaparak yüz binler satan bu romanı eleştirerek içimi soğutmam sanırım günlerimi alır, bu sebepten diziye geri dönüyorum. Ana karakter olan Duru, bir balerin. Sevgilisi Deniz, çok başarılı ama şarkılarını halka sunmaktan kaçınan bir müzisyen. Başrölünü bir balerinin ve müzisyenin canlandırdığı bir diziden bolca bale sahnesi ve müzik bekleriz. Gel gelelim dizinin en önemli dans sahnesini başarısız, kareografiden ve müzikten bağımsız bir lirik dans oluşturuyor. Dansçılar senkronize olamıyor. Serenay Sarıkaya görebileceğiniz en ucuz dansı sergiliyor ama izleyenler ona bayılıyor. Çünkü dizinin izleyicileri zaten Tschaikovsky’den Kuğu Gölü Bale’si beklemiyorlardı. Sadece Serenayı’ın güzel vücut hatlarını belli edecek ve Deniz’in zekasını sergilecek basit bir kareografi bile onları büyülemeye yetiyor. Duyduğumuz tek iyi müzik dizinin ilk bölümünden Chopin’in Nocturne’ü. Bunun da izleyiciyi diziye bağlamak için kullanılan bir yöntem olduğunu düşünmeden geçemiyorum. Sanatın insan üstülüğünü, dansın ve müziğin muhteşem birlikteliğini insanlara anlatmaya çalışan bir yapımda dans ve müzik unsurları böyle üstünkörü geçilebilir mi? Eğer konu alındığı üzere, sanata değer vermeyen toplumu eleştiriyorsa dizi, yayınlandığı gün milyonlarca kişi tarafından izlenen bir dizi aracılığıyla toplumu eğitmek ne kadar mükemmel olurdu. Milyonlarca kişi Chopin dinlese, Sergey Prokofyev’in bestelediği müzik eşliğinde Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ini izlese, bunun hakkında eleştiriler ve yorumlar dinlese, Duru’nun başarısını kıskanıp kızlarını bale kursuna gönderse… Bir hafta sonunu sinemada Kolonya Cumhuriyeti’ni izleyerek değil de Devlet Opera ve Balesi’nin gösterisini izleyerek geçirse… Vakıflar sanata yatırım yapsa, mezun olduktan sonra yurt dışına gitmekten başka çaresi olmayan konservatuar öğrencileri yaptıkları işle gurur duymaya başlasa… Rekorlar kırdığını ilk duyduğumda bu tarzda bir dizi bekliyordum bu kaliteli kadrodan. Umut ediyordum ki bir sanat dizisi bizim ülkemizde de izleyici tarafından kucaklansın ve sevilsin. Ama içten içe de biliyordum ki öyle olmayacak. Bu yazı vesilesiyle, iyi yüzlü olmakla suçladıkları medyadan daha iyi yüzlü olan dizi oyuncularına, yapımcılarına ve sözde sanat yönetmenine, toplumun sanat okuryazarlığı ile zerre kadar ilgilenmedikleri için, kendi çıkarları doğrultusunda diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir dizi çıkardıkları için nacizane teşekkür ediyorum. Bu diziyi izleyip de beğenenlere de vakitlerini daha kaliteli yapımlarla ve daha yararlı aktivitelerle geçirmelerini tavsiye ediyorum. Zira dünyada Özge Özpirinçci’nin sevişme sahnelerinden daha sanatsal ögeler de var. Nur Ecem Kulak Tutsak Etmeye Çalıştıkça Özgürleşen Ruhlar Hapsedilmek midir insanı mahveden, sevdiklerine dokunamamak mı, yoksa umudunu kaybetmek mi? Umudun belki de hayatımızdaki en önemli unsur olduğunu bana yeniden hatırlattı Can Dündar, Tutuklandık kitabı ile. ‘‘Bu kitap, uzun volta seanslarında, sarı duvar manzarasında, koğuşun üst katının demir karyolasında, alt kaloriferin yanı başında tasarlandı. (…) En güzel kitapların en muhteşem manzaralara karşı yazıldığını zannetmeyin. Tersine… Bazen güzel manzaralar karşısında uyuşup tembelleşen hayal gücü, TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "1duvarla karşılaştı mı, ardını görmek hevesiyle havalanıyor. Bu da ona yetişmeye çalışan kalemi kamçılıyor.’’ diyor Dündar kitabı için. Ben de aldığım andan itibaren elimden bırakamadan okudum bu kitabı. Kâh gözlerimden yaşlar akıttı kâh kahkahalara boğdu. Hakkında müebbet istenen bir adam, her güne nasıl umutla uyanabilir ki? Uyanıyordu… Çünkü biliyordu asıl istenenin onları yalnız bırakıp umutsuzluğa düşürmek, kendi kendini yiyip bitirmesini izlemek olduğunu. Her gün uyanıp kendine sanki misafiri varmış gibi kahvaltı hazırlıyor, bahçesine çıkıp kendi kendine dans ediyor, bıkmadan usanmadan kitap okuyor, içeride de kendini geliştirmeye devam ediyordu. Kendimi onun yerine koymaya çalışıyorum ama düşüncesi bile beni rahatsız etmeye yetiyor ve düşünmeyi kesiyorum. Aylarca bir odanın içinde, kendinden başka konuşacak kimsen olmadan yaşamak insanı deli edecek cinsten bir şey olmalı. ‘’Tecridi keşfettiler. Koğuş sistemini yıkıp ‘‘suçlu’’yu küçük hücrelere tıktılar. Artık asıl işkence, yalnız bırakmaktı.’’ Eskiden mahkumlar koğuşlarda birbirlerine destek olur, gün sayarlardı. Hapishane bir cezadan çok hazineydi sanatçılar için, mahkumlar da altın. Gözlemleyecek bir sürü insan, öğrenecek bir sürü hayat hikâyesi… Bir yazar ne isterdi ki daha? Umut verirlerdi birbirlerine… Tecrit, insanın umudunu tüketmek için en iyi yol belki de. ‘’Kantinde top satılıyor ama ancak duvarınızla oynayabilirsiniz, takım kurmak yasak. Kendinize ait bir bahçeniz var lakin çiçeksiz; çünkü toprak yasak.’’ Çiçek yok, toprak yok, bir dost yüzü görmek yok. Renk bile yok, koku yok. Size insan olduğunuzu hissettirecek ne varsa hiçbiri yok. Can Dündar'ın tecrit anılarını okurken aklım sürekli olarak Nâzım Hikmet'in şiirlerine gitti. Nâzım da hapiste uzun yıllar TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "2kalmış ve bu tutsaklığının büyük bir bölümünü tecritte geçirmişti. Sadece düşüncesi yüzünden hapiste on beş yıl yatan bir adamdan bahsediyoruz, on beş yıl... Dile kolay denir ya böyle zamanlarda, Nâzım: "Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız lafı bile edilemez, mikroskobik bir zaman. Bana sorarsanız on senesi ömrümün." dizeleriyle bir klişeyi ancak bu kadar kusursuzlaştırabilirdi. Aslında bence Can Dündar da yaptığı haberden değil Nâzım gibi düşüncesinden dolayı hapse düşmüştü. Hapiste altı ay kaldı ancak ne kadar kalacağını bilmiyor, günleri müebbet hapis istemiyle yargılanan birinin endişesiyle geçiyordu. Kitapta anlattığı tutsaklığa alışma hikâyeleri bana komplike duygular yaşatsa da genel olarak hepsinden çok etkilendim. Onu oraya düşüncesi ve basın özgürlüğünü savunduğu için tıkıp tüm umutlarını yitirmesini ümit eden herkese inat yaşıyordu. Hatta belki bizden daha özgür yaşıyor, mesela göremediği doğayı bizden daha çok duyumsuyordu. Nâzım Hikmet hapiste yazdığı sayısız şiirinde -ki en çok beğendiklerim; Ben İçeri Düştüğümden Beri, Bir Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları ve Yaşamaya Dair- istisnasız doğadan bahsetmiş, hatta diğer mahkumlar gibi hücresinden çıkmasına izin verilmediği zaman bile inatla güneş, toprak, ağaç vb. şeylerden bahsetmişti. Can Dündar da Nâzım Hikmet de birbirinden çok farklı olmayan şekilde tutsaktı. Fakat her ikisi de küçük şeylerden mutlu olmayı ve her şeye inat gülmeyi ihmal etmiyordu. Aynı vaziyette ben olsaydım onlar gibi yaşama sevinciyle, umutla mücadele edebilir miydim bilemiyorum. Ancak benim için müebbet hapsi istenen Can Dündar ile idamı istenen Nâzım Hikmet'in dahi dört duvar arasında şevkle okuyup, yazıp, hayal kurabiliyor olması ya eşsiz bir yetenek, yahut yaşamaya âşık iki adamın her şeye rağmen umudunu kaybetmediğinin kanıtıydı. Avukat TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "3görüşüne çıktıktan sonra bile, odasına dönerken iki kere ayakkabısının içine kadar aranıyordu bu adam. Yanında memurlar varken arandığı hâlde bir daha aranıyordu. Bunların hepsi insanı bıktırmak, içinde nokta kadar umut bırakmamak için yapılan şeylerdi. Ama onlar kendilerine en ufak şeylerden bile umut yaratmayı başardılar. Mesela Silivri’ye renkli kalem sokmak yasaktı, diğer her şeyin yasak olduğu gibi. Can, gazete kâğıtlarını buğulu cama yapıştırıp akan damlalardaki renklerle papatyalar çizdi. İnsan bu kadar yokluktan bile nasıl böyle güzellikler yaratabilir kendine diye düşünerek hayretle okudum bütün satırlarını. Banyonun kapısına çekilen sıvaya ‘’özgürlük’’ yazdı. İnanıyordu çünkü yeniden özgür olacağına… ‘’Onlar tecritte yalnızlaştırmaya, eksiltmeye çalıştıkça, sana inananlar çoğalıyor. Nâzım’ın da dediği gibi, ‘’İçeride kuyunun dibindeki taş gibi’’ yapayalnız kalsan da bir yanın karışıyor dünyanın kalabalığına…’’ 95 yaşındaki Aydın Boysan bile gelip Silivri’nin önünde umut nöbeti tutmuştu. Bence bu insanlar hepimiz için muazzam birer umut öyküsü. ‘’Hiçbir mezarın, yazarı gömemeyeceğini, işleyen bir kalemin tükenmeyeceğini herkes görsün. Cesaretlendir dostlarını, düşmanların ürksün’’ demişti Can. Onun da dediği gibi, kaybetmeyin umudunuzu yitirmenize neden olacak cesaretinizi, düşmeyin umutsuzluğa… Ürkütün düşmanlarınızı…. Her konuda çabucak umudunu yitiren bizlere örnek olsun bu adamların hikâyeleri… Kaynakça: Tutuklandık, Can Dündar, Can Yayınları, 2016 TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "4 Ayça Begüm Taşçıoğlu Ankara ve Anlamı Gök, olan biteni anlarmış gibi kızıl. Buna rağmen kelimeleri toplayamamam benim nazarımda utanç verici olandır. Bugün, geçip giden gecelerin aksine gözlerimi griye açmaya ihtiyaç duydum, Kirpinin Zarafeti sayesinde. Zihnimin gerisine fırlattığım, "Hayat bu, düzeni bunu gerektirir ve sürdürür." dediğim her şey, usta bir poker oyuncusunun rakibinin masaya serdiği kartlar gibi önüme serildi, üstelik poker oyuncusu bendim yenilgiye alışkın değildim. Nefret ettiğim, nadiren olmuş durum vuku buldu, gardım düştü, yenildim. Ölümü düşünmek, beyanlara dökmek, anlamlandırmak zorundaydım, ne kadar kaçsam da bunları yapmaktan. Fiil olarak geçiştirmek değildir düşünmek, herkesin gördüğünün aksine. Düşünmek inşa edeceğiniz düşünceyi anlamlandırmaktır. Ölümü düşünmek, anlamlandırmaya çalışmak ise griliğin arasında çiçekler açtırma çabasıdır. Ankara’nın anlamına eşdeğer olan. Ankara’da doğmuş büyümüş biri için dünyada buradan güzel yer bir elin parmağını aşmayacak denli azdır. Biz burayı griliği, monotonluğu için bile yüceltebiliriz. Çoğu insan bunu "taşralılık" olarak yorumlayacaktır. Öyle değil. En azından ben ömrümün uzunca bir süreci boyunca böyle düşündüm. Beni bundan ne mi vazgeçirdi dersiniz? Şehirleri içinde olan insanlar yüzünden severmişiz, öyle derler. Ben buna da inanmazdım çünkü ruhu var sanırdım şehirlerin. Öyle değilmiş. Ankara'dan soğuduğum an, içinde ölümü barındırdığını anladığım zaman oldu. Ölümlerin de cinsi vardır bana soracak olursanız. Evet, hak edilmiş ömür, hakkı ile tüketilmiş hayatlar vardır, Kirpinin Zerafeti, benim yıllar boyunca sayıkladığım bu anafikir üzerine inşâ edilmiştir. Ölüm fiilinin gerçekleşmesinden çok, ne yaparken öldüğünüz, ölüm fiilinin anlamı önemlidir. Mesela, bir çocuğu korumaya çalışırken sadece onu korumayı amaçlarken ölmek şüphesiz çeşitli intihar fikirlerinden daha kutsal olandır. Herkesin dünyanın geniş coğrafyalarına atmak istediği imza, fiilleriyle değil amaçlarıyla mürekkep bulacaktır kendisine. Tüm bu fikirlerin aksine Ankara, haksız ölümler içeriyordu. Dağılmış bozuk imzalar, çoğuna mürekkep yetmemiş. Diğer tüm şehirler gibi, tarih gibi. Buralıysanız, insanların yaşamlarına son verdikleri yerler, Boğaziçi Köprüsü kadar romantik mekanlar değildir. Nereden atlarsanız atlayın griliğe çakılırsınız, taptığım griliğin sevdiğim insanların toprağı olduğunu anladığım gün, Ankara'dan soğudum ben. Griliğinden kaçtım, özür dilerim Ankara. Bu kaçışta en ironik şey, senden yüzlerce kilometre ötede Ankara Otel'de kalmam oldu. Asla kaçamadığım Ankara, asla kaçamadığım ölüm düşüncesine hiç bu denli benzememişti o güne dek. Belki de Ankara kelimesinin herhangi bir dilde anlamı budur. Ankara ilk ölüm siftahını birkaç sene önce yaptı, benim çevremden başlattığı. Günler geçti sonra, insanlar bana geçmişe bağlı kaldığımı ve bundan bıktıklarını açıkça belirtecek yüzü bulacakları kadar zaman geçti. Büyümem gerektiğini söylediler, büyükler yüzlerce ölüme tanık etmişlerdir çünkü. Bu zamanla ilgilidir, herkesin hassas milimetrelik cetvellerle ölçülmüş kum saatleri vardır, kum taneleri insanın ömründeki her bir anı temsil eder ve son kum tanesi pek tabii rasyoneldir, son tanenin akıp gitmesine gözyaşı dökülmez, kabullenilir. Üstelik yetişkinler kelimelerin anlamlarına çok da takılmazlar. Fiiller olur ve biter, sorgulamak zaman kaybı değil mi? Biraz daha kahve içip çalışıyor gibi görünerek mesai bitmesini beklemek, zaman kaybını önleyecektir, düşünmek yerine. Hem son kum tanesinin akıp gidişi önceki tüm tanelerden neden farklı olsun, neden abartılıp düşünülmeyi hak etsin ki? Belki de Ankara tüm bu beyannamelerle yoğurduğu için asırlık benliğini, iticidir. Anlamları görmemezlikten gelmemizi/gelmelerini sağlayan da Ankara’dır, hiç şüphesiz. Keşke insanlar fiilleri yalın kelimelerden ibaret görmek yerine, düşünse, düşünmek istese, anlamlandırsa çevresini ve ona getirdiklerini. Çehreler iyi hatırlanmalıdır, gökdelende gerçekleşen bir intihardan arta kalanlar olmamalıdır çehreler. Karları 
 delen kardelenler vardır elbet, arkasında gülümsemeler de bırakabilir ölümler. Paranoya / Deniz Akkaya Bir temel sorudan başlar aslında bütün kuşkular. Bir insan aldatıldığını düşünüyorsa, "Benden başkası var mıdır?" sorusunun kafasında fazlaca tekrar etmesi bu düşünceleri alevlendirir. Bir insan uzaylılardan korkuyorsa da aynı şekilde; "Bu evrende bizden başkaları da var mı?" sorusu,zihni meşgul eden soru olacaktır. Bu kuşkular tek başına çok kuvvetli olmakla beraber, başka duygularla da karışınca içinden çıkılmaz hale gelirler. Okulumuzda sahnelenen "Böcek" isimli tiyatro da bu temel sorular üzerine kurulmuştu aslında. Kuşkuyu yaratan sorunun "Bu denli teknolojik, yapay böcekler var mı?" olması ve bunun iki kişinin aşkı ile harmanlanması, başrolleri içinden çıkılmaz bir duruma sokuyordu. Her şeyin bir tesadüf olabileceği, yanılıyor olabilecekleri ya da başka bir olasılık akıllarının ucundan bile geçmedi. Birbirlerine duydukları aşırı güven onların mantıklı düşünmesini engelliyordu. Bir yerde okumuştum; insanlar doğada gördüğü binlerce ipucunun sadece %5-10'unu zihin süzgeçlerinden geçirebilirlermiş. Süzgeçten geçenler ise genellikle kendilerini haklı çıkaracak ya da inançları ve düşünceleriyle ters düşmeyecek durumda olanlar olurmuş. Onlar da bu şekilde, beyinlerine yenik düşmüş olsalar gerek. Belki bütün düşünceleri ve teorileri doğruydu, ancak her zaman genişçe düşünmelidir insan. Bir konuda haklı olduğumuza (1) "Böcek" emin olsak bile; diğer tüm fikirlerin haksız olduğunu mantıksal ve deneysel bir şekilde test edip haklı olduğumuzu ispatlamalıyız. Akıl sağlıklarını kaybedip, intihar etmeleri de; fikirlerine bu denli bağlanmalarından dolayı bence. Karakterlerin son sahnelerde duyduğu şüpheler, tüm hayatlarının başka birileri tarafından yönetildiği üzerineydi. Günümüzde bir sürü insan kayboluyor, kaçırılıyor, öldürülüyor. Bazıları bulunuyor, bazıları ise bir gizem olarak kalıyor. Gizem olarak kalan insanların yakınları devletler tarafından yeni bir hayata sürükleniyor olabilir mi? Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar, gözü kara birer ajan mı olurlar? Devlet bu potansiyeli gördüğü insanların, sevdiklerini aramayı bırakıyor olabilir mi? Bunlar üzerinde çokça düşünülmesi gereken sorular, ancak insan düşündükçe içini yoğun bir paranoya da kaplayabilir. Dikkatli olmak lazım... Bu tartışmayı bir kenara bırakarak, tiyatro sayesinde kafama takılmış ve üzerinde düşünmeye başladığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Bir ülke, kendi askerlerini; biyolojik silahlar için kobay olarak kullanabilir mi? Bana kalsa; hiçbir insan, hatta hiçbir hayvan bir deneyde kobay olarak kullanılmamalıdır. Bir mucize olduğunu ve insanların bu deneyler için kullanıldığını varsayalım; ben bir devlet başkanı olarak vatandaşlarımı oğlum/kızım bilir ve onların kıllarına zarar gelmesine razı olmazdım. Bırakın bir deneyle gençlerimi harcamak, başka bir ülkenin zarar vermesine de izin vermezdim. En azından bir savaş ya da operasyonda ele geçirdiğim rehineleri, ya da hafifletici opsiyonlar sunarak ülkemdeki mahkumları denek olarak kullanırdım. Oyunu izlemeye başladığımda çok ilginç bir şey daha keşfettim. Hayatım boyunca birkaç klasik dışında hiçbir oyuna gitmemiş olduğumu... Yani gerçek hayata daha yakın, gerilim temalı bir tiyatroyu bu oyunu izleyene kadar pek hayal edemiyordum. Oyuncuların ağızlarında sürekli bir küfür; gençlik havasını katmak için sürekli ortada olan sigara, uyuşturucu, cinsellik vb. öğeler oyunu daha gerçekçi yapmış. Büyük ihtimalle devlete bağlı olmayan bir tiyatro olduğu için bu kadar rahattı oyun. Bu zamanlarda kimse kötü bir durumda, Türkçe altyazılardaki gibi "Seni lanetliyorum!" demiyor. Ya da serseriler aralarında verdiği partilerde masa oyunları oynayıp sebze yemiyorlar. Durum böyle olunca; daha çok tiyatroya gitmeye, daha çok "güncel" ve özel tiyatrolara gitmeye karar verdim. En azından işlenen konulara biraz daha hakim olabiliyor insan, bir klasiğe göre. Sonuç olarak, gitmekten çok keyif aldığım bir oyun oldu "Böcek". Başlangıçtaki amacım GE250 etkinliğinden puan kazanmak iken, oyundan çıktığımda elimde kırk puandan çok daha fazlası olduğu için çok mutluyum. Yukarıda belirttiğim gibi, fırsat buldukça hem okulumda hem de dışarıda tiyatroya gitmeyi planlıyorum. KAYNAKÇA  Böcek. Tracy Letts tarafından. Yön. Jason Hale. Bilkent Üniversitesi MSSF Sahnesi. Bilkent Üniversitesi. 12 Şubat 2015. Performans.  (1) http://www.bilkenttiyatro.com/boumlcek-mezuniyet-projesi-guumlz-doumlnemi.html Aslınur Karaca 21400913 İNSAN OLMAK Yaşam... Aslında çok büyük bir kelime. Esrarengiz, büyülü ve süslü bir örtüymüş de altında çok şeyler gizliymiş gibi. “Yaşam” deyin ve şöyle bir düşünün. Ne demek, ne anlama geliyor, neden var ve neden bir gün bitiyor? Bu Dünya’da sonsuz tane yaşam varken neden ben sadece kendiminkini hissediyorum. Hiç siz de denediniz mi bilemeyeceğim ama ben bazen insanlara bakarım ve “Ne garip! O da yaşıyor, onun da hisleri var, o da içinden konuşuyor.” diye düşünürüm. Ben de o olabilirdim ama olmamışım; Aslı olmuşum. Neden? Hiç var olmasaydım ne olurdu? Yok olsam ne olacak? Kainatta minicik bir yer işgal ederken, bu bendeki var olma arzusu neden? Ben kimim? Bir sebeple Dünya’ya gelmişiz. Nefes alıp veriyoruz. Yemek yiyoruz, ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Çalışıyoruz, uyuyoruz. Bir tek bu yaptıklarımıza uzaktan bakıldığında, hakikaten hayvanlardan farkımız olmadığını söyleyenler haklı gözüküyor. Ya da bir fabrikanın otomatik makineleri gibi hareket ettiğimizi söyleyenler... Ne var ki, biz sadece işlediklerimizden, söylediklerimizden ibaret değiliz. Hatta bunlar varlığımızın oldukça küçük bir kısmını teşkil ediyor. Benim aslım fikirlerimde, duygularımda, sezgilerimde, ruhumda... Eğer bunlar benim içimde bir yerlerdeyse; benim aslım içimde. Kainatta minicik bir yerim olsa da bütün kainata yetecek kadar yer var bende! Kendimi dünyalar kadar görmemin sebebi de bu belki. Bir yaprak yapraktır. Tabiri caizse kendi haddini biliyordur. Bilmem ki o hayatını hiç sorgulamış mıdır? Kedi, kendi kendine konuşuyor mudur? Kelebek mesela hiç hayal kuruyor mudur? Bir farkımız daha var ki biz bulunduğumuz Dünya’da görev yerine getirmekten çok orayı şekillendiriyoruz. Maddi ve manevi bir anlamda şekillendirme bu. Dünya’yı inşa ediyoruz. Fikirler, akımlar üretiyoruz. Bazen bütün insanları ve hayvanları etkileyecek kararlar veriyoruz. Üstelik sadece kendi çağdaşlarımızı değil asırlar sonrasının insanlarını bile etkileyecek kararlar... Bu bağlamda, artık yaptıklarımız da bir ruh kazanmış oluyor. Makineleşmekten kurtuluyoruz. Fikirlerimizi hayata geçiriyoruz. Daha ilginci ise kendi varlığımızı başka bir varlığa adayabiliyoruz. Yaşamın bununla daha manalı olduğunu düşünüyoruz. Bir gün buralardan gitsek bile yapacaklarımızın daha sonraki “misafirler” için işe yaracağı inancıyla bir nebze kendimizi rahatlatıyoruz. Yok olmak istemediğimizdendir belki en azından “Dostlar beni hatırlasın.” diyoruz ve böylelikle esasında kendimize yeni bir varlık alemi yaratıyoruz. Bana kalırsa işte bu zaman insan oluyoruz. İki gün önce iki candan arkadaşımla beraber “The Suffragettes” filmine gittim. Londra’da, kadınların mevcut vaziyetlerinin iyileştirilmesine dair verilen mücadele ele alınıyordu. O zamanın toplumunda var olan kadınların saygınlık ve emeklerinin karşılığını almak bakımından erkeklere nazaran daha elverişsiz şartlara sahip olması eleştiriliyordu. Ancak, filmde kadınlar Dünya’yı şekillendirmenin en güzel örneklerinden birini sergilediler ve en azından kadınlara oy hakkının verilmesini sağladılar. Bu ise kadınların da artık kendilerini yönetecek hatta cezalandıracak kanunların yapımında payları olacağı anlamına geliyor. Eğer Maud ve arkadaşları düzenin kendilerine layık gördüğü duruma alışsalardı, üzerine düşünmeselerdi, hislerini dinlemeselerdi ve bir şeyleri değiştirebilme potansiyellerini Aslınur Karaca 21400913 keşfetmeselerdi bu tarz bir zafer kazanılamazdı. Öncekilerin bir çoğu gibi bir gün mutlaka ölürlerdi ve yeni gelenler için hiç var olmamış olurlardı. Bir bakıma hiçliğe mahkum olurlardı. Çok sevdiğim yazar Stefan Zweig’in bir sözü bu halin vehametini ortaya koyuyor ki: “Bu dünyada hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar insan ruhuna baskı kuramaz.” O kadınlar insan olmanın gereğini yerine getirdiler ve yokluk kapanından zaferle kurtuldular. Öyleyse bir an düşündüm ki; insan olmak, içindeki koskoca alemi keşfedip bunu diğerlerine de yararı olacak şekilde dışarıya aksettirmek, bir şeyleri güzelleştirmek ve tükenmez arzumuz olan var olma arzusunu öldükten sonra da hatırlanarak tatmin edebilmek demek. İsmimizin hatırlanması şart değil, “birileri” kalıbına sokulsak bile bir yıldız göz kırpar herhalde bize. Hasılı dostlar, ben varım ve yok olmak istemiyorum. Çünkü ben insanım! Lilpar Özcan İZLERİN GEÇİCİLİĞİ Hayatımıza giren herkesin bizde bıraktığı bir iz vardır. Sizin de çok kez deneyelimlediğiniz üzere insanlar hayatımıza girer, hayatımızı etkiler ve zamanı geldiğinde hayatımızdan çıkarlar. Ne kadar bu döngüye karşı gelmeye çalışsak, insanların kalıcılığını sağlamak için uğraşsak da hayatın değişkenliğinin getirdiği bir zorunluluktur bu. Eminim bu zorunluluk sizi de zaman zaman yoruyordur. Ne var ki insan için en somut gerçekliklerden biri hayatın değişim içinde olduğudur. Böyle bir durumda bireylerin bu değişimden etkilenmeyip aynı kalmasının imkânsız olması gibi, insan ilişkilerinin aynı kalması da olanaksızdır. Her insandan bize geriye kalan ise anılar ve hislerdir. İnsanlara tutunmak için ne kadar çaba sarf etsek de, hayatımızdaki insanların geçici olduğunu fark etmekten aciziz. Bununla birlikte, insanlar hayatımızdan gittiklerinde ve artık onlara tutunamadığımızda onlardan geriye kalan anılarımıza tutunmayı tercih ediyoruz. Her ne kadar insanlar kalıcı olmasalar da onlarla yarattığımız anıların öyle olduğunu düşünüyoruz. Bazen de bizi yaralayan, üzen bir olaydan sonra acımızın hafifleyeceği umuduyla zamanın kollarına bırakıyoruz kendimizi, anılarımızı, acılarımızı... Zamanın her şeyi iyileştirdiği düşüncesiyle izlerimizin de geçeceğini düşünüyoruz. Oysaki izin sözlük anlamı yaranınkinden çok daha farklıdır. Bir yara iyileşir fakat gerisinde iz bırakır ve bu iz kalıcıdır. Eğer insanların bizde bıraktıkları izlerin kalıcı olduğu düşüncesindeysek, zamanla her anımızın silikleşmesi bu düşünceyle çatışmaz mı? Her hissin ve düşüncenin sürekli bir değişim ve gelişim halinde olduğu bir dünyada, izlerimizin aynı kalacağını düşünmek naifçe değil midir? Geçenlerde okuduğum Uğur Kökden’in Yüzler, Gizler, İzler adlı kitabı beni insanların geçiciliğini bir kez daha sorgulamaya itti. Bir insana tutunma ihtiyacımızın en büyük nedeninin onların bizde yarattığı hislere bağlılığımız olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu yüzden hislerimizi canlı tutmak için anılarımıza bağlılığı sürdürmeyi tercih ediyoruz. Bu bir bakımdan da geçmişte yaşamakla eş anlamlı aslında. Sizin de bildiğiniz üzere, geçmişte yaşamak geleceğe açılamamaktır. Artık hayatımızda olmayan insanlar için, hayatımıza girip yeni güzellikler getirebilecek insanları uzaklaştırıyoruz bir bakıma. Sanki yaralarımızın iyileşmesini değil de kanamaya devam etmelerini istiyoruz içten içe. Benim bu konudaki tutumum kendimi bildim bileli farklı oldu. Hayatımın hiçbir döneminde insanlar hayatımdan çıktıktan sonra onlara olan bağlılığımı sürdürmeye devam etmedim. Onlardan öğrenmeyi bildiğim gibi zamanı geldiğinde vazgeçmeyi de bildim. Hayatıma giren ve çıkan her insanın bana bir şey öğretmek için bu eylemleri gerçekleştirdiği düşüncesindeyim. Siz de geçmişin size öğrettiklerine baktığınızda bahsettiğim gerçekliği kolayca görebilirsiniz. Elbet her insanın yarattığı yaşanmışlık, anılar ve hisler farklıdır ve yaşamak eylemi altında bu olgulara olan alışkanlığımızın geçici olması gerekmektedir. İnsanın olgunluk ve güç olarak adlandırdığı kavramların temelinde bu vazgeçebilme eyleminin yattığını savunmuşumdur hep. Geçmişte yaşanan olaylara bağlılığı sürdürmek, insanı yeni olaylara ve insanlara kapadığı gibi yaşamak eyleminden de alıkoyar. Bu düşüncem doğrultusunda, hayatın doğal akışının bir getirisi olarak farklı insanlarla tanışmak, yeni anılar yaratmak ve zamanı geldiğinde bu anılara veda etmem gerektiğinin farkında oldum her zaman. Sanırım insanların yanlış yaptığı nokta da bu farkındalığı yaratamamaları oluyor. Hayatımdaki kimsenin daimi bir kalıcılığı olmadığını bilmekle birlikte elbet benim de yaşadığım değişimlere tepki gösterdiğim zamanlar olmuştur, bunu inkâr edemem. Daha önceki yaşlarımda, insanlar kalıcı olmasa da onların ardında bıraktığı izlerin öyle olduğu görüşündeydim. Şimdi ise geriye baktığımda eskiden kalıcı olduğuna emin olduğum hisleri, anıları bile hatırlamakta zorlanıyorum. Bundan dolayı yaşanan en zor şeylerin, en samimi gözyaşlarının, en ağır hayal kırıklıklarının bile ardında bıraktığı izlerin zamanla iyileştiğini, hatta silindiğini düşünüyorum. Hayat aslında ne kadar da basit ama onu zorlaştırmaktan asla vazgeçemiyoruz değil mi? Eskiden insanların öğrettiklerinin kalıcı olduğunu savunurken, şimdi onların bile farklı insanlarla tekrar tekrar öğrenilmesi gereken olgular olduğunu savunuyorum. Nihayetinde insan hata yapmayı ve hatalarından öğrenmeyi seven bir varlık. Bundan dolayı yeniliğin hüküm sürdüğü bir evrende farklı insanlarla benzer şeyleri yaşayarak benzer şeyleri öğrenmekten de kendini alıkoyamıyor. Böyle bir durumda da izlerin kalıcı olduğunu savunmak saçma duruyor. hayatımız boyunca bir arayış içerisindeyiz, çoğumuz neyi Hepimiz aradığımızı bilmeden devam ettiriyoruz yaşamlarımızı. Hepimizin farklı yaşayış amaçları olsa da, herkesin mutluluk arayışı içerisinde olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Mutluluk kavramı ise insandan insana değişir. Kimisi başarıyı yakalamaya uğraşır, kimisi bir aile kurmaya çalışır. Kimisi aşkı, arzuyu arar; kimisi harcayabileceğinden çok paraya sahip olmayı arzular. Bana göre mutluluğun kaynağı değişime ayak uydurmaktadır. Sahip olduğumuz her şeyi her an kaybedebileceğimizi kabullendiğimizde başımıza gelen olumsuzlukları atlatmamız ve mutluluğa ulaşmamız daha kolay olacaktır. Bunun aksine geçmişte yaşamayı sürdürmeyi seçersek mutlu olduğumuzu sanabiliriz. Ne var ki bu kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Yaşadığımızı sandığımız mutluluk gerçek mutluluktan çok daha uzaktadır ve sadece bir yanılgıdan ibarettir. Gerçek mutluluğun tek yolu insanların, olayların ve hislerin bizden bağımsız bir şekilde değiştiklerini kabul etmekten geçer. İnsan ancak bu sayede daimi mutluluğu elde edebilir, çünkü hiçbir iz kalıcı değildir ve izler de yaralar gibi iyileşir. ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! 
 KAYNAKÇA 1. Kökden, Uğur. Yüzler Gizler İzler. Yapı Kredi Yayınları. 2016. Ömer Furkan Parmak İnsanlık İçin Yaşama İnsanlık olarak zor günlerden geçiyoruz. Bir tarafta üzerine bomba yağanlar, ekmeği elinden çalınanlar, “Öleyim de cennete gidip yemek yiyeyim artık…” diye haykıran çocuklar varken, diğer tarafta ise kahvaltıdaki balın yanında kaymak olmamasından şikayet edenler, arabalarının birkaç santimlik kısmı çizildi diye öfkelenenler, saatini yahut bir başka eşyasını kaybettiği için gözüne uyku girmeyenler var. Toplumsal yaşamdaki iki ucu temsil ediyor bu iki taraf. Her ölçekte uçlar ve o uçlarda yaşayanlar mevcut olduğu gibi toplumsal refahın da bir göstergesi olabilecek ölçütte yukarıda sözü edilen uçlarda yaşayanlar var. Sorun şu ki bu uçlardan sözde “refah”ı temsil eden ikinci uç, herkesin iç dünyasında gitgide büyüyor ve daha fazla arzulanıyor. Bunun sebebi ise pek çok insanın yalnızca kendini tatmin amacıyla yaşıyor olması. Sözgelimi, sınır komşusu ülkemizde yıllardır her gün bombaların patlaması, binlerce insanın feci ölümlerle toprak olması çoğu insanı alakadar etmiyorken bu insanlar ülkemize sığındıkları vakit bir anda insanların şikâyet etmeye başlaması, insanların insanlık adına kalplerinin titremediğinin bir göstergesidir. Yahut bir yıl öne bir maden kazasında 300 işçimizin hayatını kaybetmesi ardından bir yıl geçmesiyle bu işçilerin akıllara dahi gelmemesi kalben insanlıktan uzaklaşıldığının en açık belirtilerindendir. Ateş düştüğü yeri yakar gerçeği maalesef toplumda ciddi manada oturmuş düşüncelerden biri. Art arda büyükşehirlerde terör saldırıları oluyor, insanlar sosyal medyada kızıyor, üzülüyor, sinirleniyor. Gerçek hayatta karşılaştığınızda ise herkes gülmeye, esprisini yapmaya, kahvesini içmeye devam ediyor, sanki ölenler ölmemiş gibi. Bunun en büyük nedeni ise insanların keyiflerini bozmak istememeleri. Bir adım ötede bomba patlıyor, sesini duyuyor binlerce kişi, ağlıyor insanlar. Peki sonra? 3 veya 5 gün sonra yine aynısı oluyor. Herkes susuyor, ateş düştüğü yerde canlar yakmayı sürdürüyor. Ateşin düşmediği yer ise ebediyen serin kalacağı hayalleriyle gülümsemeye devam ediyor. Bu büyük bir problemdir. İnsanlar, kötü gidişattan, ölümlerden, terörden yılmamalı elbette. Herkes daha büyük azimle çalışmalı ve sarılmalı sevdiklerine. Bugüne kadar kucaklamadıklarını da kucaklamalı ki teröre karşı, insanlık düşmanlarına karşı tek bir cephe oluşabilsin, insanlık ayakta sağlam durabilsin. Ancak hiçbir şey olmamış gibi, sanki kalp taşımıyormuş gibi, insanlıktan nasibini almamış gibi laubaliliğe devam etmek, popüler olma çabalarını sürdürmek, küçük dağları ben yarattım havasında gezmek bugün insanlığın kaldırabileceği bir ciddiyetsizlik değildir. Savaş seslerinin gelmesi, insanların nefretle bilenmesi hiçbir zaman hayra alamet olamaz. İnsanların savaştan bahsederken takındıkları tavırlar savaştan bihaber olduklarını gösteriyor. Bu da bu işin ciddiyetini kavramış insanların kalbine bir ateş atıyor. Savaşın ciddiyetini anlamayanların, ölümün ne demek olduğunu kavrayamamış olanların bu kadar rahat atıp tutması, insanlığını henüz kaybetmemiş olanları rahatsız ediyor. George Orwell, Boğulmamak İçin adlı romanında savaşın eşiğine gelmiş İngiltere’yi anlatırken böyle bir insanı ele alıyor. Savaşın eşiğindeki bir İngiltere’de insanların olaylara kayıtsız kalması, 1.Dünya Savaşı’na katılmış olan Bowling için acı verici bir durum teşkil ediyor. “Hepimizin alev almış bir gemide olduğunu bir tek ben biliyordum.”(33) şeklinde isyanını dile getiriyor kitabın başkarakteri. Aynen bunun gibi, hâlâ kalbi sızlayan insanlar da diğerlerinin tavırlarından ötürü acı çekiyorlar. Bu kadar kayıtsız olmalarını idrak edemiyorlar. Ancak o insanların sayısının artması gerekiyor. Kalbi titreyenlerin sayısı artmadıkça kendi işini ciddiyetle ele alan, o işle topluma, barışa, huzura katkı sağlamaya çalışanların sayısı da artmayacaktır. İnsanların artık kendilerine gelmeleri, olayları dışarıdan izlemeleri ve insan olarak takınmaları gereken tavrı takınmaları icap etmektedir. Yalnızca güncel sıkıntılarda değil, açlık, susuzluk, yoksulluk gibi her zaman var olan toplumsal sıkıntılarda başkalarına yardım etmeyi bilmeleri, bunu isteyerek yapmaları gerekmektedir. Kayıtsızlık, toplumsal yapının dağılmasına yol açar. Buna karşın insanları düşünme, insanlık için yaşama hem kişisel hem de toplumsal huzuru getirecektir. Kaynakça Orwell, George. Boğulmamak İçin. İstanbul: Can Yayınları, 2015. Ahmed Faruk Ertem Bir Avrupa Macerası Çoğumuzun içinde bir ukte olan gezme isteği bende çok küçük yaşlardan itibaren vardı. Neden bilmiyorum ama küçükken polis olmak isteyen, asker olmak isteyen arkadaşlarımın yanında dahi ben bir gezgin olmak istiyorum derdim. Benim maceram da bu şekilde başladı. Geçen yaz hayallerimde büyük bir yere sahip olan avrupa seyahatine çıktım, sekiz ülke ve onlarca şehri yalnız başıma gezeceğim uzun bir rotam vardı. Birbirinden farklı ulaşım araçlarını, hatlarını kullanarak dolaşacağım ülkeler için yıllar önce planlar yapmaya başlamıştım. Gün o defteri gün yüzüne çıkartacağım ve tek tek sayfalarını tamamlandı işaretleriyle dolduracağım gündü. Tek başıma olmanın verdiği özgürlük duygusu yerini asla tedirginliğe bırakmadı. Türkiyeden uçakla gideceğim İskoçya ve sırasıyla İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve daha niceleri... Daha önce yaşadığım yurt dışı deneyimlerinden çok farklı olarak çantamı yiyeceklerle doldurduğum bir seyahat hazırlığım vardı. İskoçya’yı gezerken çoğunu tükettiğim bu stokları şu an hayat kurtarıcı olarak dillendiriyorum. Gerçekten zor zamanlarımda yanımda bir arkadaş varmış hissi yaşatan ve sizi asla bırakmayan bir dostunuz konumuna gelen yiyeceklerin olduğu günlerin içerisindeydim. Gezimin ilk rotası olan İskoçya, dünyanın gerçekten doğa harikası bir ülkesi ve eşsiz kaleleriyle sizi hayal dünyasında hissettiren bir memleketiydi. Ormanla çevrili büyük göllerinin kenarlarındaki şatolar, yaşlanan nüfüsla sizi hayalet şehirlerde hissettiren sokaklar dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız bir ortam içine sokuyor. Sadece üç şehrini gezmeye fırsat bulduğum İskoçya sonrası güneş batmayan imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere’ye geçtim. Bu geçiş süreleri yazıda çok yer bulmasada on saatten fazla süren yolculuklar bana eşlik etti. Genelde gece yaptığım bu yolculuklar ülkemizdekinden çok çok daha farklı olarak ne molası olan ne de bir muavini olan otobüs yolculuklarıyla yorucluğunu arttırdı. İngilterede yaşadığım o kültür farklılığı şoku bir çok Türkle tanıştığım Londra’da etkisini azalttı. Şu an dahi görüştüğüm arkadaşlarımın olması sizi bambaşka bir duyguya sokuyor. İngilizlerin o dünyada eşine rastlanamayacak kibir duygusunu hissetmek o kadar kolay ki, sorduğunuz en ufak soru ile değişik tepkiler almaya hazırlıklı olmalısınız. Her şeye rağmen yıllardır duvar kağıdı olarak kullanılan o dönme dolabı, saat kulesi ve açılan köprüyü yerinde görmek eşsiz bir deneyimdi. Avrupa’ya geçiş yapmanın vakti gelmişti ama uçak ile yapmayı düşündüğüm yolculuğun maliyeti çok yüksek olacaktı. Bunun yerine bir kaç araştırma ile İngiltere ve Fransa arasında denizin altında yapılan Manş Tüneli ile tren yolculuğu yapmaya karar verdim. Belçika sınırındaki Strazburg gibi eşsiz mimariye sahip Fransız şehirlerini gezdikten sonra Brüksel’e akşam üstü serin bir otobüs yolculuğu yaptım. Gece varmamdan dolayı kalacak bir yer bulup dinlendim ve sabah güzel bir kahvaltıyla yoğun geçirdiğim nerdeyse iki haftaya yaklaşan seyahatime bir enerji katmış oldum. Brüksel’in gri ve çok hareketli olmayan şehir hayatından sonra Amsterdam’ın hareketli sokaklarında buldum kendimi. Müzeler bölgesindeki müzelere bir gün ayırıp hepsini tek tek gezme fırsatı buldum. Van Gogh Müzesine de uğrama fırsatı bulduğum o gün bir müze ancak bu kadar detaylı ve kusursuz olabilir dedim. Van Gogh’un hayatını yaşamaya beraber başlıyorsunuz ve siz ilerledikçe Van Gogh büyüyor, hayatı önünüze seriliyor. Hemen yakınındaki meşhur Amsterdam kanallarında çektirdiğiniz fotoğraflar yüzyıllar boyu eskimeyecek bir klasik kare hâline geliyor. Anlatılacak o kadar anı o kadar güzel yerler var ki hakkında sayfalara sığamayacak yazılar yazabilirim. Açıkçası planları ben yapmıyor gibi hissediyordum. Her şey sıradan bir şekilde ihtiyaç doğduğu anda aniden gerçekleşiyor, sanki yanımda birisi varmışta o ayarlıyormuş gibi hissediyordum. Nerde yemek ihtiyacım olduğunu hissedersem ilk görevim yemek yiyecek bir yer bulmak, nerde yorulduğumu hissedersem de ilk görevim kalacak bir yer bulmak oluyordu. Bu gerçekten öyle bir heyecandı ki ne hissedebilmesi kolay, ne de tarifi kolay duygular içeriyordu. Bu yazıyı yazmamdaki temeli özgürlük duygusunu, yaşattığı heyecanı herkese aktarmak, anlatmak istemem oluşturuyor. İki haftadan uzun bir süre tek başına, her hareketini kendi kararıyla gerçekleştiren, sınırlarını kendi çizebilen bir birey olarak yaşamak nasıl tarif edilebilir ki? Onlarca farklı milletten insan, her an fotoğraflarıyla karşılaştığımız meşhur kuleler, müzeler, anıtlarda geçirdiğin o vakitler insana eşsiz bir tecrübe katıyor. Herkese son damlasına kadar tavsiye ettiğim bu deneyim bana ömür boyu unutamayacağım bir anı defteri yarattı. Burak KÜNKÇÜ KENDİMİZ İÇİN BAŞARMAK İnsanoğlunun belki mücadeleci ve rekabetçi yaratılışından belki de bitmek bilmeyen her daim daha fazlasını elde etme isteğindendir bilinmez, sürekli daha fazlasını başarmak, her zaman rakiplerini geride bırakmak ve en üste çıkmak ister. Kimine göre bencilliktir bu, kimine göre ise başarıya giden yegâne yol. Gerçi başarının da belirli bir ölçütü yok. Örneğin profesyonel bir koşucu için dünya çapında bir yarışta madalya almak başarıyken, standart bir insan için bir günde soluk soluğa kalmadan belli bir mesafeyi koşmak bile başarıdır. Bu iki insanı biri diğerinden daha başarılı diye ölçülendirmek da anlamsız. Sonuçta ikisi de kendisine göre başarılı sayılabilir. Bu anlamda belki de kendi hedeflerimizi, motivasyonlarımızı ve başarılarımızı kendimiz belirliyoruz. Biliyorum ki böyle düşünen bir tek ben değilim. Usta yazar Haruki Murakami de “Koşmasaydım Yazamazdım” kitabında benimle aynı düşüncede… Bir anılar kitabı aslında Murakami’ninki. Yaşamı boyunca sahip olduğu yazma ve koşma disiplinlerini anlatıyor bizlere kitabında ve aslında yazarlıktaki devamlılığını nasıl koşmaya borçlu olduğunu. Bence kitapta işlenen düşünce koşmak ve yazmaktan çok daha geniş. Kitaptaki bu kavramlardan çok arkalarındaki felsefe önemli aslında. Sadece kendimiz için başarmak. Başkalarının takdirini veya övgülerini ölçüt olarak almayıp, sadece kendimiz için çabalamak. Kendimi düşünüyorum da, dışarının beklentisini bir kenara itip, sadece kişisel başarıya odaklanmam pek de mümkün değildi herhalde. İnsanlar sizden büyük şeyler beklerden onları bir kenara itip, “bir saniye size ne oluyor ya, bu benim kendi başarım” demek pek de kolay olmasa gerek. Belki de kolaya kaçtım bilinmez ama sonraları dışarının beklentilerini başarı ölçütü olarak değerlendirmenin ne kadar riskli olduğunu fark ettim, çünkü bu beklenti aynı zamanda beni başarısızlık korkusuna da itiyordu. Bu sadece kendi için başarmak erdemine sahip olmanın zorluğu bir yana bunu muhafaza edebilmek daha da zor bence. Elde ettiğimiz başarıların sadece kendimiz için olduğunu unutup da dışarıdan gelen övgüleri ölçüt haline getirdik mi vay halimize… Sonuçta insanız ve hatalar yapabiliyoruz. Başarılarımız olduğu kadar başarısızlıklarımızın da olacağı kaçınılmaz. Bu başarısızlıklarımız sonucunda da övgü yerine yergi alacağımızdan, dışarının övgülerini yegâne ölçüt haline getirip de yergi ile karşılaştığımızda tüm motivasyonumuzu ve isteğimizi kaybetmemiz işten bile değil. Belki de Murakami’nin yapabildiği ama bizim beceremediğimiz şey, gerçek başarıya ve bununla gelen mutluluğa götüren tek yol sadece kendimiz için başarmayı öğrenenebilmek. Murakami’nin bir diğer değindiği nokta da bize herhangi bir konuda “sen bunu yapamazsın, başaramazsın, sen bu işi bırak” diyenler olabileceği gerçeği ve onlara aldırmadan sadece kendi başarımız için nasıl çabalamaya devam etmemiz gerektiği. Belki de Murakami’nin bahsettiği gibi bizi küçümseyen ve alaya bu alan insanların olmasına da muhtacız kim bilir. Churchill demiş ya: “Uçurtmalar rüzgâr gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler.” Belki de yapmamız gereken başarıya giden yolda karşımıza çıkan zorluklarla ve başkalarının eleştiri ve alaylarına rağmen sadece kendi başarımıza odaklanmak. Başkalarının ne başardığı ve onları geçme, onlardan daha iyiyi başarma kaygısından çok, kendiyle yarışma, kendini geçme kaygısı taşımalı aslında insan. Ne yazık ki ben bunun ne kadar farkında olduğumu düşünsem de bu “sadece kendim için başarmak” erdemine sahip olduğumu düşünmüyorum. “Ya başaramazsam başkaları ne der sonra” diye dert bile ediyorum bazen kendime. Kim bilir belki ben de bir gün Murakami gibi koşmanın arkasındaki felsefeyi, sadece kendim için başarmayı öğrenebilirim. Müzik  ve  İletişim     Müzik   ruhun   gıdasıdır   diye   boş   yere   dememişler.   Küçüklüğümden   beri   müzikle  hep  iç  içe  olmuşumdur.  Babam  küçüklükten  beri  Pink  Floyd  dinlettiği  için   hep   klasik   rocka   bir   merakım   olmuştur.   Küçükken   İngilizce   bilmesem   de   şarkılardaki   melodiler,   sololar,   ritimleri   dinleyerek   şarkıları   sevmişimdir.   Büyüyünce  ve  yabancı  dil  olarak  İngilizce  öğrenmeye  başlayınca  gördüm  ki  şarkılar   sadece  enstrümanların  çıkardıkları  seslerden  oluşmuyor.  Bir  şarkıyı  şarkı      yapan  en   önemli   unsurlardan   biri   de   şarkının   sözleri.   Bugüne   gelene   kadar   farklı   farklı   konulardaki   şarkı   sözlerine   denk   gelmişliğim   oldu.   Bazıları   aşktan   ,   bazıları   mutluluktan   hatta   bazıları   da   bir   kazak   için   yazılmış   oluyordu.   Beni   ise   en   çok   etkileyen   şarkı   sözleri   Pink   Floyd’un   The   Wall   albümünde.   Albüm   solist   Roger   Waters’ın   başından   geçenleri   anlatıyor.   Küçüklüğümden   beri   en   sevdiğim   gruplardan  Pink  Floyd’un  solisti  konser  vermek  için  İstanbul’a  gelince  ben  de  bu   şansı  kaçırmadım  ve  babamla  beraber  konsere  gittim.     Waters   emekli   olmadan   önce   son   bir   kez   turneye   çıkmak   istemiş   bunun   içinde  şansıma  Wall  albümünü  seçti.  Konser  başlamadan  erkenden  babamla  İTÜ   Stadyumu’na  gittik.    Konser    iki  bölümden  oluşacaktı  ilk  bölümde  duvar  yıkılacak  ve   ikinci  bölümde  ise  tekrar  örülecekti.  Hava  karardı    ve  sahneye  gökten  bir  uçağın  inip   duvarı  yıkmasıyla  konser  başladı.  En  sevdiğim  parçalardan  biri  olan  “In  the  Flesh”   ile  konser  başladı.    Roger  Waters’ın  yetmiş  bir  yaşında  biri  için  çok  enerjik  olması   beni  çok  şaşırtmıştı.  Onun  enerjisi  de  tüm  seyircilere  yayıldı  ve  hepimiz  başlardaki   neşeli  şarkılar  sayesinde  ayağa  kalkıp  Waters’a  eşlik  ettik.    Waters  sonra  daha  yavaş   ve   daha   duygulu   şarkılarla   devam   etti.   Waters   babasını   ikinci   dünya   savaşında   kaybettiği   için   onun   adına   yazdığı   şarkılardan   birini     söyledi.   Söylediği   şarkı   “Goodbye  Blue  Sky”  dı.    Bu  şarkıyı  her  duyduğumda  tüylerim  diken  diken  oluyor  .   Waters  şarkıyı  seslendirirken  kendimi  onun  yerine  koyma  şansı  bulmuş  oldum  ve   onun   duygularını   paylaştım   diyebilirim.   Gerçekten   çok   zor   zamanlardan   geçmiş   olmalı   diye   düşündüm   çünkü   bir   aile   yakınını   kaybetmek   bu   dünyada   başımıza   gelebilecek   olaylardan   biri   ve   liriklerinden   kendisinin   çok   çaresiz   hissettiğini   anlyabildim  Burada  da  yine  görmüş  oldum  ki  müzik  en  önemli  iletişim  araçlarından   biri.   En   içten   duygularımızı   aktarmak   için   şarkılardan   daha   iyisinin   olmadığını   görmüş  oldum.  Konser  Pink  Floyd’un  en  ünlü  şarkısı  Another  Brick  In  the  Wall  ile   devam  etti.    Şarkıda  Waters  ve  arkadaşları  aldıkları  eğitimin  ve  içinde  bulundukları   yönetim   sisteminin   kötü   taraflarından   yakınıyorlardı.     Bu   şarkıyla   beraber     gençlerken   ülkelerinde   bulunan   eğitim   sisteminin   yanlış   ve   eksik   noktalarını   belirtmiş  oldular.  Bu  şarkıyla  beraber  konserin  ilk  bölümü  bitmiş  ve  duvar  tamamen   yıkılmış  oldu.    Bu  şarkının  bitimiyle  kendi  kendime  düşündüm  neden  biz  de  hiç   böyle   eğitim   sistemimiz   yargılayan   şarkılar   yok   ?   Şarkılarla   hep   aşkı   anlatmak   yerine   neden   sosyal   sorunları   da   anlatmıyoruz   ?Burada   duvar   Berlin   Duvarı’nı   sembolize     ediyordu   artık   savaşın   bittiğini   ve   her   şeyin   eski   haline   döndüğünü   gösteriyordu     Konsere  gittiğim  sıra  Gezi  Parkı  olayları  daha  yeni  olmaya  başlamıştı  ve  bir   kaç  kişi  de  kendilerine  uygulanan  gereksiz  şiddet  yüzünden  hayatını  kaybetmişti.   Waters  bana  bu  noktada  etrafında  olan  bitenlere  ne  kadar  duyarlı  biri  olduğunu  gösterdi.  Sahneye  çıkıp  durumu  eleştirip  hayatını  kaybedenleri  andı  ve  orda  aşırı   şiddetinin   gereksizliğinden   konuştu.   Aranın   devamında   duvar   tekrar   örülmeye   başladı.   Burada   duvarın   örülmesi   bana   Waters’ın   kendini   insanlardan   uzaklaştırmaya  çalıştığını  düşündürdü.  Savaş  sonrası  babasını  kaybedince  bir  süre   kendini  etrafınakilere  kapayıp  kendini  korumak  istemiş  olabilir.  İkinci  bölümdeki   şarkıların  daha  üzücü  ve  yavaş  olması  da  bundan  kaynaklanıyor  olmalı.  Konserin   ikinci  bölümüne  Waters  In  the  Flesh’in  ikinci  versiyonuyla  başladı  ve  yine  gönlümü   fethetti.  Bu  şarkının  devamında  ise  sıra  en  sevdiğim  Pink  Floyd  şarkısına  geldi.   Comfortably   Numb.   Bu   şarkı   gitar   sololarıyla   herkesin   gönlünü   kazanmış   şarkılardan  biriydi.    Şarkıya  Waters  bomba  gibi  girdi  ve  çok  güzel  bir  şekilde  devam   etti.   Şarkının   sonlarında   da   grubun   gitaristi   on   metrelik   duvarın   tepesine   çıkıp   efsane  bir  gitar  solosu  attı.  O  andaki  görüntü  tarif  edilemeyecek  bir  güzellikteydi.   Sahnedeki  tüm  ışıklar  yanmış  ve  duvar  bir  ayna  gibi  parlıyordu.  Bu  şarkıdan  sonra   konser  biraz  yavaşladı.  Waters  yine  kendi  ülkesinin  yönetimini  eleştiren  bir  kaç     şarkı  daha  söyledi.  Devamında  da  hepimizi  selamlayıp  sahneden  indi.     Konser   sonrasında   bir   şeylere   farklı   bakmaya   başladım.   Türk   müziğinde   olduğu  gibi  sadece  şarkıların  konusu  aşk  olmamalı.  Müzik,  insanın  tüm  duygularını   ifade  edebileceği  bir  araç  olmalı.  Sosyal  sorunlar  olsun,  kişisel  sorunlar  olsun  müzik   gerçekten  de  insanın  duygu  ve  düşüncelerini  aktarabileceği  en  önemli  araçlardan   briri A. Bilgehan Başpınar ÜÇÜNCÜ BOYUTTAN BAKMAK Yukarıdaki fotoğraf yazın balkonda oturup dışarıyı seyrederken gökyüzünün ne kadar mavi, bulutların ne kadar masalsı göründüğünü bir anda fark edişimin sonucu olarak ortaya çıkan bir görüntü. Hatta güzelliğine fazlasıyla güvendiğim ve bir sanat eseri olarak nitelendirecek kadar ileri gidebileceğim bir kare diyebilirim. Ancak bu noktada durup size bir soru sormak istiyorum: Bu fotoğrafın sanatçısı kim? "E bariz değil mi, sizsiniz tabii!" yanıtını duyar gibi oluyorum. O zaman izin verin şöyle sorayım: Burada sanatçı bu kareyi yakalayan fotoğrafçı olarak ben miyim, bana bu karede kullandığım efekti kullanma imkânını sağlayan makine mi, o küçük bulut parçasının diğerlerinden bağımsız olarak tam o noktada bulunmasını gerektiren fizik kuralları mı, yoksa fizik kurallarını ve bu muazzam güzellikteki gökyüzünü yaratan Tanrı mı? Kim burada sanatçı? Şimdi işler biraz karıştı değil mi? Tıpkı "Bu fotoğrafın sanatçısı kim?" sorusunda olduğu gibi bazen cevaplarını bariz olarak nitelendirdiğimiz soruların altında daha fazla soru; apaçık ortada olan olay ve durumların merkezinde ise bambaşka gerçekler, belki de belirsizlikler vardır. Ben bunu insanın içinde bulunduğu dünyayı değerlendirişinin yüzeyselliğine bağlıyorum. İnsanoğlu olarak karşılaştığımız, hakkında fikir ürettiğimiz ve değerlendirmeler yaptığımız olay ve durumların herhangi bir kuyunun dibine düşmüş büyükçe bir top olduğunu düşünün. Aşağıdakinin ne olduğunu anlamak için kuyunun üstünden aşağı şöyle bir bakmakla yetinirseniz aşağıdaki topu iki boyutlu dairesel ve düz bir tepsiyi andıran bir düzlem gibi algılanırsınız. Ne var ki hakikate ulaşmak için o kuyudan aşağı bir ip sallandırıp derinlere inmek gerekir, ancak o zaman iki boyutlu sandığınız tepsinin aslında üç boyutlu bir top olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, hayatta da böyledir işte bence; bir insan düşünürken ne kadar derinlere iner, değerlendirme yaparken ne kadar etraflıca düşünürse yanılsamalardan o kadar kaçınır, bir "boyut" daha hakikate yaklaşır. Bu noktada yanlış anlaşılmamak adına şunu belirtmeliyim ki, söylediklerim şu aşamada bir eleştiri niteliği taşımıyor. İnsan beyni zaten kimi durumlarda yüzeysel değerlendirmeler yapacak şekilde evrilmiş olmalı. Neden mi böyle düşünüyorum? Çünkü insan beyni her gün sayısız yeni bilgiye, sayısız uyarıcıya maruz kalır. Derste öğrenilen yeni birtakım bilimsel bilgiler; gün içerisinde tanışılan insanların yüzleri, isimleri, aklınıza ne gelirse! Dolayısıyla her gün pek çok girdiyi işlemekle meşgul olan insan beyninin, bu bilgileri daha sonra kullanmak üzere daha rahat bulmak ve hatırlamak adına birtakım kategoriler oluşturması ve dışarıdan aldığı bilgileri bu kategoriler altında sınıflandırması gerekir. Ben bunu düzenli bir gardıropta aranan bir kıyafetin daha kolay bulunmasına benzetiyorum. İşte bahsettiğim yüzeysel değerlendirmenin altında yatan temel neden bu bence: beynin birtakım sınıflandırmalar yapma mecburiyeti. Demek istediğim, gün boyu hızlı kararlar vermek zorunda olan insan, hayatın temposuna ayak uydurabilmek için karşılaştığı olay ve durumları derince düşünmeden, "kuyuya inmeden" beynindeki bu sınıflardan birine sokup o yönde değerlendirmeler yapmak, kararlar almak durumundadır. Örnek vermem gerekirse, kahvaltı yaparken şimdi salatalık mı alsam yoksa reçel mi diye uzun uzun düşünmez bir insan mesela ya da sokakta yürürken yanından geçtiği meczup görünümlü bir kimseyi hemen "tehlikeli" sınıfına sokup adımlarını sıklaştırır. Dolayısıyla, kimi durumlarda yüzeysel değerlendirmelerde bulunmak aslında hem biyolojik hem psikolojik anlamda bir ihtiyaç. Ne zaman ki, muhtemelen insan beyninin evrimsel gelişim sürecinde ortaya çıkmış olan bu sınıflandırmalar ve hızlı, üstünkörü değerlendirmeler "beyin tembelliği" yapılarak gerekli olduğu durumların dışına taşar, o zaman hayatı kolaylaştırmak adına beynin kazandığı bu özellik insanın düşmanı kesilir birden. Bunun en bariz örneklerinden biri bence bir iki hâl ve tavır gözleminde bulunup insanlar hakkında genel kişilik çıkarımlarında bulunmak, yani onları yaftalamak. Başka bir deyişle, sınıfta ders işleyen bir öğretmenin derse geç kalan öğrencisine aklının bir köşesinde, belki de istemsizce "tembel" etiketi yapıştırması gibi, altı boş, temeli olmayan, irdelemeden oluşturulmuş, "iki boyutlu" çıkarımlarda bulunmak. Yaftalamayı, bir insan hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan eksik ya da yanlış çıkarımlarda bulunmayı Einstein'ın genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modeline benzetiyorum ben. Genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modelini, gergin bir sofra bezine bırakılmış olan portakallar gibi düşünebilirsiniz. Portakalın sofra bezini eğmesi gibi uzaydaki yıldızlar ve gezegenler de uzayı, dolayısıyla ışığı eğer ve uzayda yer alan cisimlerin bulundukları konumdan farklı bir konumda görünmelerine neden olur. Asosyal etiketi yapıştırdığınız insanları -ben de bir zamanlar o yaftayı yiyenlerden biriydim, belki de hâlâ biraz öyleyim- düşünün mesela. İnsanlarla vakit geçirmekten hoşlanmadığını düşündüğünüz o kişiler aslında genellikle belki de yetiştirilme tarzlarından kaynaklanan bir çekingenliğin eseri konumundalar; sizler tarafından sosyal ilişkilerin, konuşmaların içine çekilmeyi bekliyorlar. Oysa siz, irdelemeye kapattığınız beyninizle uzayı eğiyor ve o insanları farklı bir konumdaymış, belki sizden daha uzak bir konumdalarmış gibi algılıyorsunuz. Demem o ki yanlış yerlerde, yanlış kişiler hakkında yapılan yüzeysel değerlendirmeler, insanların yanılsamalar üzerine bir gerçekler dünyası kurmasına sebebiyet verir. İrdelemeden, derinlemesine düşünmeden verdiğimiz kararlar çoğu zaman hayat kurtarıcı ya da en azından kolaylaştırıcı bir niteliğe sahip olsa da bu, beynin genel çalışma prensibi hâline getirildiğinde insanları yaftalamak gibi, hem yaftalayan hem yaftalanan için olumsuz olan sonuçlar doğurur. Bu yazının kendisi bile irdelemenin gücünün somut bir örneği aslında. Küçücük bir fotoğraf karesinin "yüzeysel olmayan" bir değerlendirmesinden kocaman bir metin çıktı, farkında mısınız? Kaynakça: Cennet Kapısı, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Eylül 2016 BİR ANNE GİDİNCE Bilkent Üniversitesi’nde en sevdiğim yer kütüphane. Aydınlık, camlarından ağaçlar görünen, temiz, ferah bina. Çalışırken ihtiyaç duyduğum her şeyi barındırıyor. Dikkatli ayak sesleri, çevrilen sayfaların hışırtısı ve klavyelerin tıkırtısı ile çalışılabilecek kadar sessiz, boşluktaymış hissiyle kaybolunmayacak kadar gürültülü. Ama en güzeli insanın zihnini hem besleyen hem dinlendiren sanat galerisinin hemen alt katta olması. Bu ay Birsen Salâhî resim sergisine ev sahipliği yapıyor galeri. İçeri girdiğimde özellikle bir grup resim dikkatimi çekti. Duvarda peş peşe sıralanmış bu resimlerin hepsinde aynı kadın var farklı yaş ve giysilerde, arka planlarda değişen renklerle. Üç tanesi aşağıda olan resim serisinde annesini çizmiş Birsen Salâhî. Evlenişi, gençliği, yaşlanışı ve ölümü. Beyazlar içinde yeni bir ilişkiye yelken açıyor kadın. Etrafı da kendisi gibi beyaz henüz. Yaşanacaklar için geniş bir zemin hazırlar gibi. Umut meyveleri yüklü ağaçlar eşlik ediyor geline. Hayatın yeni başlayan dönemi gibi henüz küçük ağaçlar. Zamanla yaşlanmaktan çok olgunlaşıyor kadın. Etrafındaki ağaçlar emeklerinin meyvelerini taşıyor. Tıpkı ilişki gibi ağaçlar da büyüyor ve zaman biraz eskitiyor her şeyi. Sonunda ise anne gidiyor çünkü ölüm çalmış kapısını. Son resmin önünde dakikalarca durdum. O kadar tanıdıktı ki anlattıkları: Annesiyle sıcak bir ilişki kurabilmiş ve bunu ömür boyu -arada iniş çıkışlar olsa da- sürdürebilmiş şanslıların annesi öldüğünde yaşadığı duyguydu bu ve eğer bir resim çizebilseydim aynısını çizmek isterdim annem öldüğünde. Her şeyin solduğu, dünyanın soğuduğu, içinde bulunduğum mekânın bir karton gibi çatırdayarak yırtıldığı bir resim. Annem bir kış günü öldü. Doğumgününden üç gün önce. Çok hastaydı ve sonun başlangıcında olduğumuzu biliyordum. Yine de gerçek ağır geldiğinden olsa gerek, beynim sanki bir bilim kurgu filminin parçasıymış gibi çalışıyordu. Sanki biz gerçekliktik de içinde ölümün olduğu, doktorların anlattığı dünya bir filmdi. Bizim dünyamızda ölüm yoktu. Evet işler çok iyi gitmiyordu ama bu kadarla kalacaktı ve annem gitmeyecekti. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi etrafımdaki her şeyin rengi soldu. Şakalarıma en çok gülen kadın olmayınca şakalarımın turuncusu kalmadı. Etrafı dağıtmama en çok kızan kadın gidince dağınıklığın kırmızısı kalmadı. Çığlık attığımda başıma kötü bir şey gelmesinden en çok korkan kadın gidince çığlığımın solgun sarısı kalmadı. Ağladığımda en çok üzülen kadın gidince göz yaşlarımın mavisi kalmadı. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi dünya soğudu, buz kesti. Beni en çok seven, bana en çok merhamet gösteren kadın gidince güneş ısıtmadı. Beni koşulsuz, tüm iyiliklerim ve kötülüklerimle, kabul eden kadın gidince hayatımda kar soğuğu başladı. Başkalarının bir şeyleri olmaya devam etmek bile değil ısıtmak, ılıtmadı. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi yırtıldı tüm gerçek bildiklerim. Meğer nasıl bir kalkanmış bana ve nasıl bir süzgeçmiş benden dışarıya. Görmek ve duymak istemediğim her şey önüme serildi onun kalkanı olmayınca. Ben ne yapacağımı bilmeden dehşetle onlara bakarken ve onları dinlerken, onlar şaşkın ve sabırsızdılar. O zaman anladım sadece kalkan değildi annem. Biz bir takımdık onunla ve o, takımdan dışarı her şeyi beni koruyacak şekilde süzerek çıkarmıştı yıllarca kimseye fark ettirmeden. “Anneciğim gitti, çocukluğum bitti...” (Kenter, 92) ve ben ilk defa hayatın acı yüzüyle baş başa kaldım. Epey zaman neyi nasıl yapacağımı aramakla, denemekle, öğrenmekle geçti. Zamanla fark ettim ki yanımda olmayan sadece annemin bedeni. Annem anılarımla geçmişimde, sevgisiyle yüreğimde, fikirleriyle bugünümde var. Bana öğrettiklerinin ışığıyla geleceği yine birlikte şekillendiriyoruz. İşte bunları anladığım gün dünyam ısınmaya, renkler geri dönmeye başladı. Fark ettim ki giderken bana ölümün anlamını ve yaşamın bir parçası olduğunu da öğretmiş; son dersini vermeden, beni büyütmeden gitmemiş. Kaynaklar: Salahi, Birsen. Yağlıboya Resim Sergisi. 2015. Bilkent Sanat Galerisi. Ankara. Kenter, Yıldız. Hep Aşk Vardı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003. Baskı. Sahip Olunanlar ve İmkânsızlıklar Doğduğumuz andan itibaren birtakım haklara sahibizdir. Sahip olduğumuz ilk ve en temek hak yaşama hakkımızdır. Ardından temel haklarımız ve insan haklarımız gelir. Ancak bu listeye dahil olmayan bir hakka daha sahibizdir. Bu hak sayesinde olmak istediğimiz kişiler haline gelebiliriz ve bir bakıma hayatımıza yön verebiliriz. Kimileri için “kader” olarak adlandırılan bu durumun kontrolü çoğunlukla bizim elimizdedir. Peki ya olmasaydı? Ya bütün hayatımız daha biz dünyaya bile gelmeden önce bizim yerimize belirlenseydi; o zaman benliğimizin bir önemi kalır mıydı? Birkaç hafta öncesine kadar bu sorular aklımın ucundan bile geçmemişti. Şans eseri karşılaştığım bir filimde bu sorular gerçeğe dönüşerek somut bir hal alıyor ve bizlere fütürist bir ütopyanın imajını aktarıyor. Fütürist filmlerin başarılı olmasına neden olan en önemli özellikleri belki de aktarmayı başardıkları gerçekçiliktir. Ütopik bir dünya 1yaratırken iyi bir gelecek vizyonu çizebilirsiniz, hatta bunu görsel efektlerle muhteşem hâle getirebilirsiniz fakat vizyonunuz gerçekçi değilse, inandırıcılığınızı yitirirsiniz. ‘Gattaca’ inandırıcılığını yitirmeden oldukça başarılı bir fütürist vizyona sahip. Yüzyıllardır var olan “ayrımcılık” kavramı günümüzde cinsiyet ve ırk gibi fiziksel özellikler için kullanılmasına karşın Gattaca filminin ütopik dünyasında bu özelliklere ek olarak “genetik ayrımcılık” adında yeni bir tür yerini alıyor. Genetik modifikasyona uğramadan doğal yollarla dünyaya gelen Vincent Freeman adında, birçok hastalığa ve kusura sahip bu bireyin genetik ayrımcılığa başkaldırarak, kaderini kendi ellerine almasını ve imkânsızı başarmasını konu alıyor. Vincent’ın söylediği ve filmin posterinde kullanılan bir vecize var: “İnsan benliği için belirli bir gen yoktur.” Bu sözün benim üzerimde yarattığı epifaniyi ilerleyen satırlar boyunca filmdeki karakterlerin hayatlarıyla yorumlamak ve tartışmak istiyorum. Vincent kendini kanıtlamak ve genlerinin kendi benliğini şekillendirmediğini göstermek için ‘Gattaca’ adlı şirkette bir astronot olmayı ve uzaya gitmeyi kendine hedef olarak koymuştur ama sorunlu genleri nedeniyle kabul edilmesi imkansızdır. Bu durum için tek bir çözümü vardır. Başka birinin yerine geçmelidir. Jerome Morrow, geçirdiği bir kaza sonucu bacaklarını kaybeden, gümüş madalyalı, genetik açıdan mükemmel bir yüzücüdür. Film bu iki karakterin birbirlerine dönüşmesi ve sonrasında yaşanan olayları içeriyor. Bir insanın hayatında genleri bir faktör olarak yer tutsa da, hiçbir zaman bu faktör yaşamın belirleyicisi olamaz. Bilimsel olarak, çevre faktörleri bile genetik faktörlerden daha belirleyici bir yüzdeye sahiptir. Ne yazık ki dünyamızda bu durum henüz tam anlamıyla insanlar tarafından kavranamıyor ve bu nedenle geleceğimiz, 2filmdekine benzer bir biçimde sadece gen odaklı olarak şekillenebilir ve bu olasılık oldukça yüksek. Devletler kendi çıkarlarını artırmak ve üstünlük göstergesi olarak genleri modifiye edilmiş bireyler yetiştirebilirler. Bu durum, farkında olmayan çoğu kişi için güzel gözükebilir ancak işin aslında bireylerin özgürlüğünü ve bireysellik özelliklerini kısıtlamasına neden olan bir durumdur. Vincent her gün düzenli olarak vücudundaki deri, kıl gibi kalıntıları temizlemekte, gözlük yerine lens kullanmak hatta Jerome’un idrar, kan ve doku örneklerini yanında taşımak zorundadır çünkü her gün düzenli genetik kontrollerden geçmektedir. Evindeki süre hariç hayatının hiçbir anında kendi olamamakta ve hayaline kavuşabilmek için asla açık vermemek zorundadır. Böyle bir toplumda yaşasaydınız siz ne yapardınız diye soruyorum. Düşünün ki hoşlandığınız birinin sizinle birlikte olup olmamak istemesi bile o kişinin genetik kalitesine göre değerlendiriliyorsa ne yapardınız. Benim düşünceme göre stres, korku ve paranoya en yakın dostunuz olurdu ve kendi hayatınızı değil sizin için belirlenen hayatı yaşardınız. Genetik ayrımcılık konusundan farklı olarak değinmek istediğim bir diğer konu ise; karakter motifleri. Vincent ve Eugene (Jerome) yaptıkları anlaşma içerisinde karakterlerini değişerek birbirleri oluyorlardı. Filmin sonuda ise Eugene Vincent’a ona hayalini verdiği için teşekkür ederek, kendisi sadece vücudunu verdiğini söyleyerek hayatına son veriyordu. Daha detaylı açıklamak gerekirse, Vincent yıllar boyunca çabalamasının ardından Satürn’ün Titan ayına doğru yola çıkıyordu ancak herkes onu Jerome olarak tanıyacak ve hatırlayacaktı. Bir bakıma hayatının başarısı hiçbir zaman Vincent’a ait değildi. Bu durumda kazanan kim oluyor? Vincent mı yoksa Eugene mi? Objektif bir açıdan bakarsak Vincent imkansızı başarabilmiş ve herkesin söylediğinin 3aksine kendi kaderini ellerine almış ve onu hayalleri bağlantısında yönlendirmiştir. Eugene ise hiçbir şey yapmadan adını tarih sayfalarına başarısından ötürü yazdırmayı başarmıştır. Bana kalırsa ikisi içinde bu durumun olumlu yanları olmuştur ancak imkansızı başarmak azim ve irade gibi gereksinimler ister. Bu nedenden dolayı Vincent bu durumun kazananıdır. Çünkü insani değerlerin gen kalitesinden daha önemli olduğunu kanıtlamıştır. Ayrımcılık her anlamda kötü bir eylem olup bireylerin hayatlarını alt üst edebilir ama bu duruma karşı koyarak, hep birlikle bu yargıların yıkılmasına ve asla gerçekleşmemesini sağlayabiliriz. Geçmişimize bakarsak, dünya tarihinde ayrımcılıkların teker teker son bulduğuna şahit olursunuz ve bu durum gelecek içinde devam edecektir. Hayatımızda belki de sahip olduğumuz en önemli şey; kaderimizi ve kim olduğumuzu şekillendirebilecek oluşumuzdur. Kim olursak olalım, imkansız diye nitelendirdiğimiz şeylerin imkansız olmadığını onları başardığımız zaman anlarız, sonuçta, teorik olarak, henüz gerçekleşmemiş her şey imkansızdır. Buna ek olarak önyargıların sebebiyet verdiği ayrımcılıkları da ortadan kaldırmak bizim elimizdedir. Ayrımcılık, toplumda bireylerin özgürlüklerini ve bireyselliklerini kısıtlayan en önemli nedenlerden biridir. Bu durumu ortadan kaldırmak ise tüm toplumun farkındalığına ve işbirliğine bağlıdır, yani imkansızı başarmalarına. Sahip olduğumuz benliğimizi ve değerlerimizi savunmak hatta değiştirmek veya daha da ilerletmek sadece bizim hakkımızdır ve başka kimse buna müdahale edemez… Bartu ATABEK 4 Hediye İlayda Erdoğu 21502971 ENKAZ ALTINDAKİ BEN DÜNYASI Hiç hayallerinizi, hayatta yapmak istediklerinizi düşündünüz mü? Belki hiçbir hayaliniz olmadı belki de şu anda gerçekleştirmek için bir uğraş peşindesiniz veya yapmak istediklerinizi birer birer hayata getiriyorsunuz. Peki, hayallerinizi gerçekleştirirken karşınızdakilerin de istek ve görüşlerini dikkate alıyor musunuz? Bana kalırsa, çoğumuz sadece ‘ben’ dünyamıza yani gözümüze bir anda perde iniyor kendi görüşlerimize yoğunlaşarak başkalarınınkilere sırtımızı dönüyor ve açıkça bencilce davranıyoruz. Bunun sonucunda da ne acıdır ki bu davranışın sadece karşımızdakine değil bize de zarar verdiğinin farkında bile olamıyoruz bazen. Yaşam süremiz boyunca hayallerimizi gerçekleştirebilmemiz için birçok fırsat çıkıyor şu hayatta karşımıza. Mesela ben yıllarca tiyatrocu olmayı hayal ettim. Bu nedenle sürekli annemle babamın başının etini yerdim. Yıllarca sırf tiyatrocu olacağım diye derslerime hiç önem vermedim. Daha sonra farklı bir bölüm seçtim kendime ama tiyatroculuk hayalimi de gerçekleştirmeye başladım bir yandan, hiçbir zaman bırakmadım peşini. Bu duygu çok güzel bir şey bana göre. Küçük bir çocuk nasıl bir uçurtmanın peşinden koşarsa sonsuzluğa uzanan gökyüzüne aldırmadan, işte öyle hayallerini hiç bırakmadan takip etmek insana hayatında belki de hiçbir zaman tadamayacağı mutluluk duygusunu armağan ediyor. Ediyor etmesine de ya hiç kimseyi önemsemeden, umursamadan, uğruna sevgilerden, mutluluklardan vazgeçtiğimiz hayaller? Bir de onlar var değil mi? Hadi, gözlerimizi kör edip onları da yok sayalım gitsin(!). Öyle olmuyor işte çünkü ailemizin, arkadaşlarımızın, sevdiğimiz insanın da hayalleri, istekleri var. Hayallerimizi gerçekleştirirken aslında onların ne istediğini hiçe sayıyoruz ve sadece bizim isteklerimize uygun bir hayat sürdürmeye de zorlayabiliyoruz onları. Kimin böyle bir şeye hakkı var ki ya da olabilir mi? Düşüncesi bile oldukça saçmayken. Az önce kendi hayatımdan yola çıkarak verdiğim örnekteki durumu farklı bir şekilde düşünelim. Tiyatrocu olmak istiyorsunuz ancak başka bir şehre gitmeniz gerek bunun için ve birlikte yaşadığınız aileniz de emekli olup sizin gitmek istediğiniz yerin tam zıttı bir yere sizinle birlikte taşınmak istiyor. Siz onların hayalini hiç okunmamış tozlu bir kitap gibi rafların arasına bırakıp sadece kendi kafanızdaki şeyi gerçekleştirebilir miydiniz böyle bir durumda? Ben yapamazdım açıkçası. Çünkü hayatta bazı şeylerin önceliği vardır ve kimse bunları görmezden gelemez. Damien Chazelle’in filmi La La Land’deki hikâye buna çok güzel bir örnek daha oluşturuyor aslında. Birbirine deli gibi âşık Mia ve Sebastian, ufacık bir bencillik yüzünden ayrılmak ve apayrı hayatlar yaşamak zorunda kalıyorlar (Chazelle). Buradaki bencilliğin tanımını da çok iyi bir şekilde açıklıyor Oscar Wilde, ‘’İnsanın istediği gibi yaşaması değildir bencillik; başkalarını kendi isteklerimiz doğrusunda yaşamaya zorlamaktır.’’ (Soyek). Sonsuz isteğimiz olabilir bana göre ancak bunları gerçekleştirirken karşımızdakilerin isteklerini yok saymamamız gerektiği gibi empati kurarak duygularının nasıl olabileceğini de tartmalıyız. Kolay ya da zor bir şekilde hayatımıza dahil olan özel insanları bir anda kaybetmemek için. Unutmayın ki o yegâne insanın hayatınıza kattıklarını başkası asla sağlayamayacak ve siz günden güne onu daha çok özleyecek, bin bir zorlukla onun yokluğuna alışmak zorunda kalacaksınız. Kim ister ki böyle bir şeyi? Madem istemiyoruz o zaman belki de hayal kurarken biraz da gerçekçi olmakta fayda vardır. Bir ‘ben’ dünyası var ki insanların, bu dünya tüm hayalleri, istekleri kapsayabilecek kadar büyük ve kaybolası. Bir kapılan oldu mu o büyüsüne etkisinden çıkmak neredeyse imkânsız. Hani sıkça duyduğumuz kara büyü tanımı vardır ya sözde bir kişiyi diğerine bağlamak için yapılan, işte öyle herkese, her şeye kör ediyor gözlerini bu dünya da. Sonra tek tek kaybetmeye başlıyorsun sevdiklerini çünkü gözün onların ne isteklerini ne de hayallerini görebiliyor bir süre sonra. Belki de bencilliklerin en büyüğü de bu şekilde doğmuş oluyor. Bence artık farkında olmadan bize ve karşımızdakilere en büyük kötülüğü yapan dünyadan sıyrılma vakti. Yoksa günden güne nice canlar daha yanacak. Kaynakça La La Land. Yön. Damien Chazelle. Summit Entertainment. 2016. Film. Soyek, Muharrem. ''Bencillik.'' 16 Ocak 2009. Milliyet Blog. Web. 21 Mart 2017. AKSU 1 İREM NAZ AKSU KAHVESİNİ SICAK SEVENLER İÇİN İçinizi ısıtacak sımsıcak kısa anılardan oluşan Soğuk Kahve'yi ben de çok büyük umutlarla almıştım. Sosyal medyada paylaşılan alıntılarından ve sayfalarından görerek,bir heves gidip aldığım bu kitabın aslında sadece zaman kaybından ibaret olduğunu okudukça anladım. Yazarın ilk eseri olan Soğuk Kahve, en başta yazdığım gibi içinizi ısıtacağına ismi gibi yazarın bahsettiği güzel duygulardan ve hatta kendi anılarından da soğutan bir tat bırakıyor kitabın sonunda okuyucuda. Kitabın türüne bile tam olarak karar verebilmiş değilim aslında. Öykü desen değil, roman hiç değil ancak denemenin yandan yemişi olarak ifade edebiliyorum. Genel olarak bakıldığında bu kitap, yazarın kendi hayatından kesitlerle bizlere sunduğu kısa kısa anılardan ibarettir. Öncelikle kitabın okuyucuyla sürekli bir konuşma havasında geçmesi ilgimi çekmişti ama sonradan fark ettim ki söyleşi havası kitaplar için uygun bir dil değilmiş. Karşımda kim olursa olsun sürekli bana hayatı hakkında öğütler verse ya da sürekli yaptığı hatalardan bahsetse elbet bir yere kadar dayanabilirim. Soğuk Kahve'de tam olarak hissettiğim de bu idi, 'ben yaptım, siz yapmayın' havası çoğunlukta. Aslında yazarın da kendisiyle çeliştiği çok fazla yer olmuş. Eski aşklar unutulmalı mı, peşinden mi gidilmeli? Sevdiklerimize çok fazla mı değer veriyoruz yoksa biz hiç mi değer görmüyoruz? Sürekli bir soru seli fakat cevaplar her sayfada farklı bir yanıt ile dile getirilmiş. Yani ben bu kitabı okuduğumda bana ne kattı diye sormayı cesaret bile edemedim çünkü zaten kitabın yazarı dahi kendisinin ne istediğini veya ne anlamak istediğini güzelce anlayıp, dile getirememiş. Bir sayfada sevgili yüceltilip, mecbur hissedilirken sayfayı çevirdiğinde aslında bizi hak etmediğini anlatıyor Batman satırlarında. Yazdıklarından anladığım kadarıyla; kendi çocukluğunu, gençliğini ve aşk hayatını tamamen farklı geçirdiği için bunların hepsini harmanlayıp okuyucusuna nasıl ifade edeceğini bilememiş olucak ki, ben de kendime bu kitaptan çıkaracak hiçbir satır bulamadım. Baştan sona kötü yorumlanmış bir eser de demek istemiyorum fakat okurken altını çizdiğim yerler olmadı değil; söylemek istediğim o alıntılardan sonra gelen cümleler. Bu alıntıda çok güzelmiş deyip altını çizdiğim neresi varsa ardından gelen cümle onun tam tersini savunuyordu. Yazarın, yazılarındaki anlam bütünlüğü sıkıntısı fazlaca olduğundan kitap benim için sadece altını çizdiğim alıntılardan ya da sosyal medyada paylaşılan birkaç satırdan öteye geçemedi maalesef. Kitabın içinde geçen 'Nasılsın Sabah Uykum?' adlı yazıda sevgilisini sabah uykusuna benzetmiş hatta birini sabah uykusu kadar sevebilmekten sözetmiştir. Bence birini sabah uykuna benzetmek sevgiliye hakaret etmekten farksız. Benim için sabah uykusu hep o yarım kalandır, istemediğim halde bölünendir. Yazar ise bunu birine söylediğinde karşısındakinin 'Bu adam beni çok seviyor' diye düşünmesini bekliyor. Sonra ise farklı bakış açısı olmayan biriyle hayatın geçmeyeceğinden bahsediyor. Genel olarak ne olup bittiğinden habersiz tavırları, fazla ciddiyetsiz diliyle beni bu kitaptan soğutmayı başardı. İçten olmaya çalışmış fakat kullandığı 'lan', 'oha' gibi sözcüklerle sokak ağzının ve alaturkalaşmanın dışına çıkamadığını düşünüyorum. Soğuk Kahve'yi okurken size sabır diliyorum. Ben çok büyük hayallerle aldığım bu kitaptan ufak alıntılar dışında çok bir şey kazanamadım. Yazarın AKSU 1 yaşamından bahsettiği kesitlerden olsun ya da üslubunun verdiği ciddiyetsizlik olsun bu kitaba kütüphanem arasında yer bulamadım. Umarım yazarın diğer eserleri de bunun gibi bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz benim için. Yine de size iyi okumalar... Kaynakça: Kitabın Adı:Soğuk Kahve Kitabın Yazarı: Ahmet Batman Sayfa: 224 sayfa Yayınevi: Destek Yayınları ESKİNİN, TARİHİN RUHU Geçmişten günümüze kadar gelen yapıları yeni yapılardan ayıran özelliklerden biri de otantik ve farklı görünüme sahip olmalarından öte, içinde barındırdıkları ruhtur bana kalırsa. Örneğin on sene önce inşa edilmiş bina ile yüz yılı aşkın bir süre önce yapılmış olan bir yapının insanda uyandıracağı hislerin bir olmasını bekleyemeyiz. Çünkü on sene boyunca bir binanın tanıklık ettikleri ile yüz yılı aşkın bir zaman diliminde bir binanın tanıklık ettikleri arasında çok fark vardır. Dolayısıyla bir yapı ne kadar çok an'a ev sahipliği yaparsa o kadar farklı bir izlenim ve orjinal bir his bırakır kişilerin üzerinde. On iki yıldır oturulan bir ev insana güven, huzur ve sıcaklık verir. Çünkü o ev bir insanın hayatında gerçekleşen pek çok şeye tanıklık etmiştir. Belki bir bebek o evde doğmuştur ve ortaokula gelene kadar o evde yaşamıştır. Yani o ev, bir insanın bebekliğine, çocukluğuna ve ergenliğine şahit olmuştur. Mutluluk, neşe, hüzün gibi pek çok duygu o on iki yıl içinde evin duvarlarına, tavanına, pencerelerine işlemiştir. Ancak yeni yapılan bir eve taşınıldığında, eski evdeki sıcaklığı, samimiyeti bulmak mümkün olmaz. Hiçbir geçmişi olmayan, yaşanmışlıktan yoksun olan bu ev, ruhsuzdur henüz. Ona ruh ve değer katacak olan şey, anı biriktirmektir. Gelip geçen her yılda bir yığın anı depolanır o evde. Eve ruh kazandırılmış olur böylece. İşte bu yüzden yaşanmışlığın binalara kazandırdığı ruh, bende büyük etki yaratır. Özellikle de yapıldığı tarih yüzyıllar öncesine dayanan bir yapının içerisine girdiğimde heyecanlanırım. Belki de bu yapının ev sahipliği yapmış olduğu onca anıya saygı duyarım. Çok değerli bulurum bu yüzden. Gözümde her zaman başka bir yeri olmuştur çok eski yapıların. Tarihî bir yapının önünden geçerken, içine girmesem bile dikkatle incelerim onu. O ruhu hissetmeye çalışırım kalbimde. Bana huzur verir, iyi gelir yüreğime. Bu nedenledir ki Roma, benim için ayrı bir yere sahiptir. Öyle bir şehir düşünün ki, adım attığınız her yer, her sokak, her bina, her kaldırım çok eskiye dayansın. Tarihi derinlemesine hissedeceğiniz, içinize doyasıya çekeceğiniz bir şehir Roma. Arnavut kaldırımları, kiliseleri, apartmanları… hepsi birer tarihî miras. Yeni denilebilecek hiçbir şeyi Roma'da göremezsiniz. Öylesine eski ki, insan kendisini açık hava müzesinde hissediyor. Yolda yürürken yüzyıllar önce yaşayan insanlarla aynı zeminde yürüyor olduğunuzu hissetmek bambaşka. Tarihe yolculuk yapıyor insan adeta. Türkiye'de günümüzde inşa edilen suni ve ruhsuz binalara alışkın olan gözlerim ve ruhum, Roma'da bayram etti diyebilirim. Roma, tamemen sahici bir şehir hissi yarattı bende. Yani özentisiz, kendi hâlinde ve sahip olduğu tarihe değer veren, saygı duyan ve onu koruyan bir şehir. Durum böyle olunca Roma'da inanılmaz bir ruh hâkim. Eski yıllardan itibaren varlığını hep aynı kimlikte, değişmeden ve yenilenmeden sürdürmüş olan ve pek çok anıya, olaya sahne olan bir şehirde bu denli ruhun olmaması mümkün mü zaten? Ben Roma'da yaşayanların kendilerine özgü bir huzurunun olduğunu düşünüyorum. Belki de şehirlerde yaşayanları mutlu eden unsurların başında ruhun yer aldığına olan inancım bana bunu düşündürüyor. Şehirin bir ruhu olması ister istemez insanın yüreğine yaşama enerjisi ve yüzüne gülümseme aşılar. Bu nedenle tarih kokan bir şehirle eskiden eser bırakılmamış bir şehrin insan üzerindeki etkisi bile çok başkadır. Türkiye'de de böyle eski yapılarla bezeli, kendine özgü ruhu olan şehirlerin daha çok olmasını isterdim açıkçası. Böylelikle Türkiye'de o eşsiz ruhu yakalamak için çok daha fazla fırsatımız olurdu. Deniz ÖĞRETMEN Aysu Aktulay GRAFİTİ SANATININ LOUVRE MÜZESİ Sanatseverim diyenlerin mutlaka görmesi gereken mekânlar vardır. Buralara gitmeniz için illa ki sanattan anlamanız gerekmez elbette. Sanatın tek bir duygunuza bile dokunabilmesi yeterlidir bana göre. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de kendimi sanat insanı olarak tabir edemem. Fakat sanatın dili ile gücü evrensel ve görecelidir, tıpkı duygu ve düşüncelerimiz gibi. Herkesin eşsiz bir benliği olduğu gibi sanat da herkese farklı şekillerde hitap eder, kendi içinde bölünmüş ve dallara ayrılmıştır. Belki de en tartışmalı olanı ve ironik olarak bazılarına göre görüntü kirliliği yaratanı grafiti sanatına en iyi tanık edebileceğiniz yerlerden biri de Miami’de yer alan Wynwood sanat bölgesi; sayısız sanat eseri ile bu bölge Louvre Müzesi gibi değerli bir sanat koleksiyonuna sahip diyebiliriz. Bölgeye yaklaştığınız zaman anında eski püskü binalarla rengârenk, capcanlı grafitilerin karşıtlığını fark ediyorsunuz. Mekânın büyüleyici tarafı da buradan geliyor bana sorarsanız. Bunun nedeni de eskiden bu bölgenin işçi sınıfın yerleşim alanı ve depo bölgesi olarak görev alıyor olmasıydı. Şaşırdınız değil mi, o halden bu hale nasıl geldi diyorsunuz? Bir zamanlar Güney Amerika’dan işçi göçü ile gelen latin kökenlilere ev sahipliği yapan yıpranmış binalar son birkaç senedir Dünya'nın dört bir yanından gelen sanatçıların kanvasına dönüşmüş durumda. Sanatın el değdiği ve güzelleştirdiği bir başka yer. Bu değişime zemin hazırlayan etmen belki de Latin kültürünün o neşeli, hareketli yapısıdır. Bana göre en etkileyici tarafı imkânlar el vermediği için sanattan yoksun yaşayan çalışan toplumun içinden çıkan insanlar sayesinde bir zaman sonra bu bölgenin iç karartıcı havasından ve üretim fabrikalarından sıyrılıp, hayat dolu bir kültürün somutlaştırılmış haline dönüşmüş olması. Öyle ki eski zamanlardaki griliği ve tekdüzeliği yerine grafitilerle beraber samimi ve sıcak bir havaya bürünmüş. Sanatseverlerin akınına uğrayan ve sanatçıların hünerlerini sergilediği bu yerde hayranlıkla eserleri inceledikleri, nefes kesici parçaların bulunduğu bir yer Wynwood sanat bölgesi. Bambaşka kültürlerin buluşma noktası olan bu yerde mutlaka hoşunuza giden bir eser olacaktır. Hepsi birbirinden farklı çizgilerle, farklı hikâyelerle çiziliyor. Politikadan film karakterlerine, kara mizahtan grafiksel tasarıma birçok temayı içeren bu sokaklarda neredeyse hiçbir duvar boş bırakılmamış durumda, sanat uygulamasını ve bölgeyi gittikçe genişletiyorlar. Anlayacağınız tüm sanatçıların kendilerini ifade etmeleri için burada yer var. Sanat, sanatçının benimsediği kültürün dışa vurumu sonucu ortaya çıkar. Fakat bana kalırsa bu konuda insanların asıl dikkat etmesi gereken kültürün tek bir topluma veya ırka ait bir olgu olarak görülmemesi gerektiğidir. Kültürler farklı olsa bile içerdiği değerler ya da yansıttığı düşünce ve duygu durumları evrensel konumdadır, bu yüzden sanata, aynı şekilde sanatçıya da, önyargısız bir bakış açısıyla yaklaşmak esastır. Gerçek sanatçılar için alışılagelmiş kalıplar, olgular önemli değil; asıl önemli olan iç dünyasını ve güzelliklerini diğer bireylere, topluma sunmasıdır. Çeşitli duygu ve düşüncelere hitap ettikleri için seyircileri de aynı olmaz, yani demem o ki sanatta güzellik bizlerin algılama biçimiyle ilgilidir. Bu sebeple, orada yer alan yüzlerce çizim gibi hiçbir sanat eserinde güzel-çirkin ayrımı olamayacağı düşüncesindeyim. Eğer siz de benim gibi “Kültürel çeşitlilik zenginliktir.” düşüncesine sahipseniz emin olun bu yerden saatler sonra bile ayrılmak istemeyeceksiniz. İnsanın baktıkça bakası geliyor derler ya işte o hesap. Eskimiş ve terkedilmiş binalarını ve kasvetli atmosferini bu denli değiştirebilmiş, tekrar hayat vermiş sanatın gücünü böylesine eğlenceli bir şekilde başka nerede görebilirsiniz ki? Doğa GÜRGÜNOĞLU ÖZLEMEK KORKUTUR Hiç çok sevdiğiniz birinden uzun süre ayrı kaldınız mı? Kaldıysanız özlem nedir bilirsiniz. Özlemek basit bir duygu gibi gözükür başta, sevdiğiniz uzaktayken onun yanınızda olduğu hayalini kurdurup sonra o hayalin ulaşılmazlığıyla sizi boğan bir duygu gibi. Sevdiğinizden uzaktayken ne yapmakla meşgul olduğunuza göre bu durum doğru ya da yanlış olabilir, eğer sevdiğinizin hayalini kurarak ve yokluğuna ağlayarak zamanınızı geçiriyorsanız görebildiğiniz tek gerçek bu dahi olabilir. Ancak sevdiğinizin özlemiyle yanıp tutuşurken kalbiniz eğer siz bu duyguyu sorguluyorsanız özlemin daha karanlık yüzünü de görmüş olursunuz. Özlemek çünkü sadece insanı sevdiği insanın yokluğuyla yakmaz, aynı zamanda onu bir daha görememenin korkusuyla titretir insanı. Bu korku ne kadar ciddidir peki? O kadar Yıldız Savaşları izliyorsunuz, Anakin Skywalker kadar ciddidir işte o korku. Yıldız Savaşları serisinin ilk filmi olan Bölüm I: Gizli Tehlike serinin en can alıcı karakterlerinden olan Anakin Skywalker’ın çocukluğunu, Anakin’in nasıl Jedi Şövalyeleri’ne katıldığını ve Sith tehlikesinin nasıl büyüdüğünü konu alır. Konu her ne kadar Anakin’in Darth Vader oluşuyla çok ilgili gözükmese de filmin olay örgüsü aslında tam da Darth Vader’ı yaratan ve Anakin’i gücün karanlık tarafına iten temel etkeni anlatır: korku. Anakin’i Tattoine gezegeninde annesiyle sürdüğü köle hayatından kurtaran Jedi’lar onu annesinden ayırmakla içindeki korkuyu beslemiş oldular. Anakin annesini bir daha görememekten korkmaya başladı bir Jedi Şövalyesi olma yolundaki ilk adımını atmasıyla. Bu korkunun aslında ona neler yapacanı ise Jedi ustası Yoda açıklıyor: “Korku Karanlık Tarafın yolu… Korku öfke olur, öfke de nefret. Nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin için.”(Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike, 1999) Bu korku işte Anakin’i karanlık tarafa çeken. Annesine duyduğu özlemin ona Darth Vader olarak neler yaptırdığı düşünülünce anlaşılıyor zaten özlemin aslında ne kadar karanlık bir yüzü olduğu. Özlem böyle bir şeydir aslında. İnsanın içini karartır, hem yokluğun acısını yaşatır ona hem de insanı yokluğun kalıcılığına inandırır. Çünkü o yokken zaman geçmek bilmez. Zaman acı verici bir oyun oynar insan aklıyla. Bu oyun insana aklını kaçırtır, insanda isteksizlik yaşatır. Gündelik hayatında sosyal biriyse bu insan, kalabalık yalnızlıklar yaşar. Her zamanki dostlarıyla beraberken bile tat alamaz onların muhabbetinden. Bir çeşit cam fanusa kapatır insanı özlem. Zaten o cam fanusta büyümedi mi Darth Vader? Galaksinin en seçkin şövalyeleri arasında eğitim görürken ve onların en güçlüsü olarak çok büyük fayda sağlayabilecekken bile içindeki korku yüzünden güce olan açlığı büyümedi mi? Annesini kaybeden Anakin, çok sevdiği Padme’yi kaybetmekten korktuğu için güce muhtaç hissetmedi mi? Annesine duyduğu özlem içine keder oldu ve içindeki karanlığı besledi. Bu karanlık beslendikçe büyüdü, Anakin’i olmadığı biri haline getirdi, onu benliğinden çıkardı. Bütün bunlara karşın, hayatta bize çok sıradan gelen varlıklara duyulan özlem daha zayıf olduğu için genelde bu karanlık taraf ortaya çıkmaz. Ancak bu karanlık taraf insanları yine etkiler. Örneğin çok sevilen bir aktivitenin uzun bir süre yapılmadıktan sonra tam yapılacakken engellenmesi bireyi çok hiddetlendirir. İnsanda bunun yarattığı öfke ona her şeyi yakıp yıkma gücüne sahip olduğu hissini verir. Bu da özlemin karanlık tarafının insanı her durumda içten içe yıktığını gösterir. Özlem basit görünür ancak çok güçlü bir duygudur. Üzerinde dikkatli düşünüldüğünde özlemin karanlık doğası ortaya çıkar. Özlemin korkuyu, korkunun da öfkeyi tetiklemesi sonucu insan kendini kaybederek karanlığa gömülür ve o karanlıktan asla çıkamayacağını zanneder. Ancak evrenin ikili doğası gereği özlemin bir de aydınlık tarafı vardır ki bu da kavuşmanın verdiği tarifsiz sevinç ve huzurdur. İnsan sevdiğine kavuşunca özlemin zamanında yarattığı bütün karanlığı ve kederi bir anda unutuverir. Bu da gösterir ki kavuşma ile sonlandığı sürece özlem hiçbir gerçek zarar veremeyecektir. Doğa GÜRGÜNOĞLU KAYNAKÇA  Lucas, George, dir. Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike. Twentieth Century Fox, 1999. Film. Olguner 1 Simge Olguner 21302282 Başak Berna Cordan 07 Kasım 2014 Türkçe 101-18 ÜÇ MAYMUNU OYNAMAK Milyonlarca yıl önce yasayan canlıların birçoğunun nesli tükendi; dinozorlar, mamutlar belki de bilmediğimiz canlı türleri. Peki, ya bizi bu canlılardan ayıran şey ne? Belki de insan ırkı da tıpkı bu canlı ırkları gibi ilerde bir zamanda yok olacak, hatta belki de bizim ırkımızı kendi elimizle yarattığımız yapay zekâlar sonlandıracak . Kendimizin yarattığı bir şeyin sonumuzu getirmesi oldukça ironik olurdu ama teknolojinin üst noktaya ulaştığı bir gelecekte bizden daha zeki bir canlı ırkının oluşması da muhtemel. Zekâ beraberinde güç de getirir, böyle bir üstün ırkın oluşması söz konusu olduğunda insan ırkının onlara karşı pek de bir şansı kalmaz. Bencilliğimizin diğer canlıların sonuna neden olması gibi yine sadece kendimizi düşünüp daha iyi olanaklara ulaşmak için yaptığımız bu robotların bizim sonumuza neden olması, belki de hak ettiğimiz bir son olur. Muhtemel gelecek hakkındaki çoğu düşünce bu üstün ırk oluştuktan sonra bizim ırkımızı sona erdirip dünyanın sonunun gelmesine yol açacağı yönünde, sonumuzun gelmesi düşüncesinde bile bencilliğimizi ortaya çıkarıyoruz. Sanki dünyanın biz olmadan sonu gelecekmiş gibi. Aslında olacak olan sadece bir ırkın yok olup yerine başka bir ırkın oluşmasıdır, milyonlarca yıldır olduğu gibi. Süper gelişmiş robotların dünyayı ele geçirmesiyle ilgili birçok film yapılmış olmasına rağmen beni en çok etkileyen Andy Wachowski'nin yazdığı ve yönettiği Matrix olmuştu çünkü bu film diğerleri gibi sadece bu konu üzerine yoğunlaşmayıp beraberinde yaşadığımız Olguner 2 hayatla ilgili çok farklı bir bakış açısı getiriyor; yaşadığımız hayatın tamamen bir yanılsama olması gibi. Hayat nedir? Hissettiğimiz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, gördüğümüz şeylerin bir bütünüdür hayat. Ama bu beş duyunun sadece beyne giden sinyallerle oluştuğu düşünülünce, bu hayatı bir makinenin içinde bize bu hisleri hissetmemiz ya da yaşadığımızı sandığımız şeyleri görmemiz için uyarılar verilerek yaşıyor olabilir miyiz? Bu fikirle ilk karşılaştığımda bunun üstünde çok düşünmüştüm, insana yaşadığı hayatın tamamen bir yanılsama olabileceği söylenilince pek de kabullenmesi kolay bir şey olmuyor. Her insan yaşadığı anıların, duyguların gerçek olmasını istiyor ama ne yazık ki hayatın bir yanılsama olmadığını kanıtlayacak bir şeyimiz yok bu hayatın gerçek olduğunu kanıtlayacak bir şeyimizin olmadığı gibi. Asıl soru belki de şu olmalı "Hayatımızın tamamen bir yanılsama olduğunu kanıtlayabilseydik bunu kabullenebilir miydik ve bu yanılsamadan kurtulmak için çabalar mıydık?" Karar vermesi oldukça güç bir durum olurdu, sonuçta kim renk renk boyanmış yapma bir çiçek yerine gerçek ama solmuş bir çiçeği seçer ki? Gerçek olmadığını bilsek bile güzel görünen şeyler insanları cezbeder, o yüzden onları mutlu eden şey solmuş çiçek yerine yapma çiçektir ama asıl mutlu eden şey ise o yapma çiçeğin gerçek olduğuna inanmaktır. Elbette kimse bir yalanla yaşamak istemez, en küçük bir olayda bile kandırılmak hoşumuza gitmez. Ama hayatımızda inandığımız bütün doğruları yıkacak bir yalanla karşı karşıya kalsaydık bunu bilmemeyi tercih etmez miydik? Üç maymunu, üç maymun oynadığını bilmeden oynamak değil midir asıl mutluluğu getiren? Bir insanı asıl üzen kandırılmak değildir onu asıl üzen kandırıldığını öğrenmektir. Peki, ya hiç öğrenmezse? Olguner 3 Şimdi iyi düşünün, eğer hayatımız bir yanılsamaysa ve size bir seçim hakkı sunulsa yaşadığınız her şeyin yalan olduğunu gösterecek kırmızı hapı mı yoksa bu yalana gerçek olmadığını fark etmeden devam edebileceğiniz mavi hapı mı seçerdiniz? Nota Kalabalığı Geçen gün internette gezinirken bir şarkıya rastladım. “Counting Crows” grubunun “Accidentally in Love” şarkısı. Çocukken izlediğim bir animasyon filminde çalan bir şarkıydı. Şarkıyı oynattığım anda ilk notayla birlikte beynime anılarım ve çocukluğum hücum etti. O şarkıyı küçükken dinlediğimde nasıl bir ruh halindeysem, neler düşünüyorsam hepsini hatırladım. En önemlisi de ruh halimi hatirlayabilmiş olmamdı. O masum, kendi küçük dünyasında dış dünyadan bihaber bir şekilde film izleyen çocuk doğdu içime. İçinde tüm dünyaya yetecek kadar bir yaşama sevinci, geleceğe dair sonsuz ümitler, hayaller… Hepsini şarkı bitene kadar hatırladım. Gerçekten çok hoş bir duyguydu. Ruhum adeta geçmişle gelecek arasında köprü vazifesi görüyor, aklım da ikisi arasında mekik dokuyarak karşılaştırmamı sağlıyordu. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yoğun duygusal bir haz yaşamıştım. Tek bir şarkı insana neler neler hissettiriyordu. Müzik gerçekten de günümüzde hayatımızın her alanında yer alan çok güçlü bir olguymuş meğer. Düşününce aslında bebekken annemizin ayaklarında sallanırken ninnilerle uyuruz, gençliğimizde şarkı dağarcığımızı genişletiriz ve en son hayata veda ederken arkamızdan yanık sesli bir müezzin sela okur. Metroda, arabada, otobüste ve dolmuşta kulaklıkla dinlemesek bile radyolardan gelen müzikleri istemsiz de olsa dinleriz. Kızılay Meydanı’nda, Taksim’de gezerken sokak çalgıcılarının maharetli ellerinden yüzyıllar önce Ortaçağ Avrupası’nda bestelenmiş şarkıları dinleriz. Hele ki televizyon yayıncılığının olmazsa olmazıdır müzik. Hatta şu anda bu yazıyı yazarken bile aslında müzik dinlemem, hayatıma ne kadar girdiğinin önemli bir kanıtıdır. Yani aslında müzik, pek dikkat etmesek de hayatın tam ortasındadir. Ama günümüzde geçmişe oranla çok daha fazla bir müzik kirliliği olduğu aşikâr. Peki bunun nedeni neydi acaba? Neden müzik, özellikle günümüzde, her yerdeydi? Üzerine biraz daha düşününce kendimce şu sonuca varmıştım: Kulağımız; gözümüz, derimiz, dilimiz ve burnumuz gibi beş duyu organımızdan biriydi. Hatta bunu da şarkıyla öğretirler ilkokullarda. Geçmişle karşılaştırınca günümüzde insanların her bir duyu organından daha fazla zevk almak istediğini fark ettim. Mesela önceden şeker ve çikolata çok az tüketiliyorken ve temin edilmesi zor bir lüks iken şu anda en ücra yerlerde bile var ve insanların dilini tatmin ediyor. Gözleri tatmin eden şık kıyafetler, makyaj ürünleri ve her an internetten erişebileceğimiz harikulade manzaralar var. Burnumuz icin her köşe başında ve hatta el sabunlarının içinde bile parfüm çeşitleri var. Kötü kokan ahırlar, pis yerler de artık sadece köylerde kaldı. Derimiz için ise en rahat koltuklar, yataklar ve rahatsız etmeyen yumuşak kumaşlar var. Hepsinden zevk alma potansiyelimiz arttı. Kulak için de öyle. Belki eskiden sadece taverna veya belirli yerlerde belirli insanlar tarafından dinlenebilen şarkıların hepsi ve daha fazlası günümüzde kulağımızı doyurabilmek için elimizin altında. Tabii ki bu kadar fazlalık kaçınılmaz olarak duyarsızlık oluşturuyor. Nasıl ki bir yemeği çok sevsek bile her gün yiyemeyiz, bir süre sonra bıkarız; aynı şekilde çok sevdiğimiz bir şarkı da çok dinledikten sonra bıktırabiliyor. Sırf bunun önüne geçebilmek için çok eskiden severek dinlediğim şarkıları her zaman dinlemem, sadece kendi başıma olduğum zamanlar açarım ve duygusal bir yolculuğa çıkarım. Notalar ahenkle kulağımdan içeri süzülürken ruhum da farklı bir nefesle soluklanmış olur, adeta taptaze bir havayı tenefüs eder. Müzik gerçekten de ruhun gıdasıymış meğer. Ve aslında benim için gereken modern zamana inat çok ufak bir miktar. Bir tutam anı canlandıracak kadar çok, sıkmayacak kadar az… Seyfullah Said ORHAN Kaybetmek / Deniz Akkaya Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bir sürü şarkı, film veya roman söylemiştir şu zamana kadar. Hepsi de başarılı teknikler ile gerçek kurguyu gizleyip okuyucu ve izleyicileri olması daha muhtemel olaylara inandırmak üzerine ilerler. Laura Kasischke'nin romanından uyarlanan Karda Bir Beyaz Kuş da bu etkileyiciliğe sahip. Kimsenin tahmin edemeyeceği sonu bir sır gibi saklıyor ve diğer filmlerde alışık olduğumuz sonları hayal ettiriyor. Filmin kalitesini arttıran bir başka şey ise hayal ettiğimiz sonun her yeni olay sonunda değişmesi ancak hiçbir şekilde gerçek finale yaklaşamaması. İnsanların en güvenilir kaynakları çoğu zaman gözleridir. Görebileceğimiz herhangi bir şey yok ise, en sevdiklerimizin sözlerine güvenmeyi tercih ederiz. İlginç bir gelişme olmadıkça, sevdiklerimizin sözleri bizler için vazgeçilmez gerçekler gibidir. Doğal olarak bu en büyük yanılmaya sebep olur. Filmde, başrolün annesi o kadar kötü tanıtılıyor ki; kaybolduğu zaman evden kaçtığını düşünüyor insan. Yazar ve yönetmen bir şekilde sizi kadından iğrendirmeyi başarıyor. İşlenen ikinci mühim tema ise insanın sevdiklerini (1) Karda Bir Beyaz Kuş kaybetmesiydi. Sevdiklerimizi kaybetmek; herkese, her yaşta zor gelecek bir olaydır. Ancak bundan daha kötü bir durum ise, kaybettiğimiz kişilerin nereye gittiklerini bilememektir. Çocuklarını kaybeden ailelerin, sevdiklerini kaybeden insanların en büyük sorunu budur aslında. Kaybetmekten kastım, gerçekten kaybetmek. Başına ne geldiğinden, niye gittiğinden veya nerede olduğundan hiçbir şekilde haberdar olamamak. Kat bu duyguların kendisinden çok uzakta olduğunu düşünüyordu film boyunca. Annesi kaybolduktan sonra hayatında daha özgür olduğunu ve her şeyi daha iyi yönettiğini düşünüyordu. Bir üniversite kazanmıştı ve hayatının çok daha güzel olduğunu zannediyordu. Fakat bu doğru değildi. Bazen sevdiğimiz insanların bizleri çok sıktığını, tavsiye ve öğütleriyle bunalttıklarını düşünürüz. Çoğu zaman gerçeklik payı da yüksektir. Ancak nadiren de olsa bu insanlara ihtiyacımız olabilir. Özellikle bu kişiler ebeveynlerimiz ise bu durum çok daha farklıdır. "Annem ya da babam bir gün ortadan kaybolsa ne yapardım?" Bu soruyu çokça sordum film boyunca kendime. Sonuç olarak yeni bir hayat hedefim olurdu. Onların izini bulmaya, sürekli araştırmaya, keşfettiğim şeylerle yeni sonuçlara ulaşmaya çalışırdım. Aynı durumda olduğum insanlara ulaşmak isterdim. Bir kişinin bile bu yolda başarılı olduğunu görmek bana gereken özgüveni aşılayabilir. Sonuç olarak, sadece ailem olmak zorunda değil, bir sevdiğimi kaybetsem onu bulana kadar araştırırdım. Kesinlikle çok inatçıyımdır, zaten lise dönemimde de dedektif olmak isterdim zaten. Bu filmde ve diğer birçok filmde dikkatimi çeken başka bir durum daha var aslında. Yabancı ülkelerdeki yoksul kasabaları, onların deyimiyle "countryside". Kasabadaki evler ne kadar kötü ve eski gözükse de hepsinin iyi kötü bir bahçesi var. Ayrıca evler arasındaki mesafeler de çok güzel, aralarında yeterli mesafeler var. Çoğu kişinin bir kamyoneti var, kamyonetleri çok severim, insanlar işlerini bunlarla hallediyor. Kesinlikle bir tane bile apartman yok, hava tertemiz. En önemlisi, insanlar çok mutlu. Eğer böyle bir yer sadece filmlerden ibaret değilse, büyüdüğümde yaşamak istediğim hatta yaşayacağım yerin bu tarz bir yer olduğuna eminim. Filmi, taşıdığı mesajlardan dolayı herkese tavsiye etmek isterdim. Ancak çoğu film gibi bu film de cinsel sahnelerin filmin büyük bir bölümünü oluşturması sebebiyle, anlamsal güzelliğini kaybeden bir film. Sinemacılıktan pek anlamam, ama izlediğim yüzlerce filmin bana kattığı tecrübe sayesinde; fazla sayıda aksiyon ve cinsel sahnelerin; konu yetersizliğinden dolayı filmi uzatmak amacıyla çekildiğini düşünmeye başladım. Belki romanı daha etkileyici olacaktır, benim için. Ama bu kötü özelliği dışında kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Kaynakça  Karda Bir Beyaz Kuş. Yönetmen. Gregg Araki. Oyuncular. Shailene Woodley, Eva Green, Shiloh Fernandez. Laura Kasischke, 2014. Film.  (1)http://tr.web.img1.acsta.net/r_640_600/b_1_d6d6d6/pictures/14/08/18/12/44/580370.j pg BİR GARİP YURT HİKAYESİ Bilmiyorum siz hoşlanır mısınız ama bana oldum olası cazip gelmemiştir başlığıyla okuyucuyu tavlayan okuma listelerindeki kitapları okumak. Bu listelerde birçok defa karşılaştıktan ve Microsoft şirketinin efsanevi CEO'su Bill Gates'in de favori kitapları arasında yer aldığını öğrendikten sonra, en yakın kitapçıya gidip Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı almaktan kendimi alıkoyamadım. Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden olan Salinger hakkında toplumdan uzak bir hayat sürdüğünden başka bir şey okumamıştım ve yazdığı bu kitabın başucu kitabım olacağını bilmiyordum. Sayfaları bir bir çevirdikçe dinledim Holden'ın öyküsünü ve, ne kadar Özdemir Asaf aksini iddia etse de, birbirimizle paylaştık yalnızlığımızı. O da çok şikayetçiydi yurtta kalmaktan keza ben de öyleyim. İnsan küçücük bir odada 3 farklı insanla beraber yaşamak zorunda kalınca hayatında birçok yadsınamaz değişiklik oluyor. Mesela kendi kendinize konuşamıyorsunuz rahatça ya da özgürce dans edemiyorsunuz. Ve zorunlu olarak daha yakından tanımak zorunda kalıyorsunuz diğerlerini. Tanımak deyince yanlış anlamayın. Dost olmak zorunda değilsiniz hatta arkadaş bile olmayabilirsiniz ama mutlaka ‘günaydın’ deyin her sabah. Bu düzeyli ilişki içinde ister istemez anne babalarından daha iyi biliyorsunuz kaçta yatar, kaçta kalkar. Kız arkadaşıyla üst ranzada telefonla kavga ederken siz de kavgaya dahil olmuş buluyorsunuz birden kendinizi. Yorumlar yapıyorsunuz sessizce. Bu kız bu oğlanın ne kadar pis olduğunu bilse hala sever mi acaba diye soruyorsunuz kendi kendinize. Sonra aklınıza en son ne zaman duş almıştı bu çocuk diye bir soru geliveriyor. Nerden bileceksin arkadaş, ne zaman duş aldığını demeyin. Dedim ya iç içe yaşanılıyor her şey. Sonra uzun zamandır duş almadığını fark ediyorsunuz ranza arkadaşınızın. İçinizden acaba yukarıdan bir bit aşağı atlar mı diye geçiriyorsunuz. Biraz tedirgin, biraz kuşkulu ve bolca kaşınarak uykuya dalıyorsunuz yavaşça. Sabah Kadıköy'ün martıları çığlıklar atarak uyandırıyoruz sizi. Kimileri bu korkunç sesi nasıl güzel buluyor anlayamıyorum. Böyle uyandırıldığınız için zaten bozulmuş sinirleriniz, horlayarak uyumaya devam eden diğerlerini görünce daha da katlanıyor. Yavaşça açıyorsunuz kapısını odanın. Çünkü kimseyi uyandırmak istemezsiniz sabahın bu saatinde. Sonra kendinize kızıyorsunuz. Sizin de o odada olduğunuzu yok sayarmış gibi yaşayanları uyandırmamak için özenle odadan çıktığınız için kendinizi keriz gibi hissediyorsunuz ama olsun, büyüklük biz de kalsın. ''Nasıl muamele görmek istiyorsan, öyle muamele et.'' demiş atalarımız. Acaba istedikleri muameleyi hiçbir defa göremeyince aynı hassasiyetle devam ederler miydi bilemem. Büyük ihtimalle bir dur derlerdi duruma. Atalarımız ne yapardı diye kafa yorarken yüzünüzü yıkayıp hemen kahvaltıya iniyorsunuz. Bunca kaos ve can sıkıcı şey arasında mutlu olabilmek için o kireç gibi olan beyaz peynirden yiyorsunuz bolca. Kimse sevmiyor diye midir bilinmez nedensizce çok seviyorsunuz o peyniri. Sabahları sırf bu peynir için uyanıyorsunuz hatta. Yüzümüzü yıkadık, peynirden yedik. Peki ya şimdi ne yapacağız? Dışarı çıkıp dolaşmaya gerek yok. Her şey yerli yerindedir. Bir gecede deniz çekilecek değil ya. Deniz havası almaya da gerek yok. Bunca yıllık Ankaralı olarak deniz havası almadan büyümüşseniz bu sabah da almanıza gerek yoktur. Böyle tatsız ve isteksiz bir hal alıyorsunuz kahvaltıdan hemen sonra. Çayınız soğuyor. Canınız sıkılıyor. Odaya geri dönmek hiç ama hiç istemiyorsunuz. Büyün gece havasız kalmış odaya tekrar girmek az cesaret istemiyor. O havasızlığa alışıncaya dek akla karayı seçiyorsunuz. Geriye hiçbir seçenek kalmıyor. Oturduğunuz sandalyede tekrar hafif bir uykuya dalıyorsunuz. Sayılı gün çabuk geçer derler ya benim için de öyle oldu. Şöyle bir geriye doğru baktığımda, elimde bavullar yurda yerleşmeye gittiğim günü daha dün gibi hatırlıyorum. Koca bir sene acısıyla tatlısıyla geçti, sizin de anlayabileceğiniz üzere acısı ağır bastı ama olsun. Neyse ki Holden gibi kavga falan çıkarmadım. Uslu uslu boyun eğdim kaderime ve tecrübe haneme birçok anı yazdırmış oldum. Yaş Aldı Başını; Geldi Emeklilik Çağı Çocukluğumdan beri, en sevdiğim süper kahraman Batman olmuştur. İyi niyetinden midir, maskenin verdiği gizemden midir, bindiği arabadan sahip olduğu malikâneden midir bilinmez. Ama sanırım Cine5’in altın çağında, çocuk kuşağındaki tek süper kahraman çizgi film serisinin ana karakteri olması nedeniyle ona karşı olan sevgim ve saygım, diğer kahramanlara göre daha fazladır. Sinema sektörünün gelişmesi ve yaptığı atakla beraber, süper kahramanlar kendilerini “asgari ücretle çalışan dizi oyuncusu” olarak sayarken, bir anda “milyonlara hitap eden beyaz perde starı” oluşlarına tanıklık etmiştir. Hal böyle olunca Batman de kendini beyaz perde içinde, karşısında binlerce gencin bakışları içinde Gotham şehrinin bekçisi olarak bulmuştur. Evet, bekçisi diyorum. Çünkü, eski çocuk değilim artık; yanındaki Alfred’den bir haber olan adama “Gotham’ın sefiri” diyemem ben. Eskiden, koruyucusuydun, kollayıcısıydın bu şehrin. Herkese değer verip saygı görürdün. Şimdi ise senin çizgi filmlerinle büyümüş bir çocuk olarak, senden aynı tadı aynı hazzı alamıyorum be Batman. Az sonra kalemimden dökülecek kelimelerin nedeni de bu yüzdendir. Sen de, zamanla beraber bizim gibi değiştin. Eskiden sorgulamazdım, ağabeyim olarak görüp bağrıma basardım. Ama dost acı söyler be Batman. Bu yüzden buraya, sana ithafen açık mektup yazıyorum. Siyahlara büründün Batman diye göründün! Neden arabandan tutup da kıyafetlerine kadar her şeyin siyah? Neden güneş yüzü görmeyen mağaranda yaşıyorsun? Börtü olsaydın, böcek olsaydın kıyafeti giyip köçek olsaydın be Batman? Neden süper kahraman olmak için kör bir hayvanı maskot edindin? Mağara tepelerinde baş aşağı ters durup beyin kanaması geçirmeye meyilli hayvanlar, seni nasıl cezbedebildi? Aslan olsaydın, kaplan olsaydın yırtıcı bir sırtlan olsaydın. Zengindin Bruce Wayne. O kadar paran vardı. Gidip kendine GDO’lu bir hayvan bile üretebilirdin. Neden gidip körlüğüne çare olarak radar yutmuş bir hayvanın peşinden gittin? Alımı neydi, çalımı neydi yarasanın? Süper güçleri olmayan bir süper kahramansın sen. Ne bir böcek ısırmış seni, ne bir kelebek konmuş omzuna. Tek varlığın babandan kalan aile şirketin be Bruce. Ama bravo, yılmamışsın. Hayallerinin peşinden gitmesi için aletler edevatlar geliştirmişsin. O aletler ki içinde sevgi barındırmayan, kimisi kör eden düşmanını, kimisi öksürten cinsten. Yakışır mıydı sana bu aletler, edevatlar? Hiç oturup düşünmüş müydün? Peki süper kahramanlık bu muydu Bruce? Jokeri hapishaneye tıkıp, kaçıncaya kadar mağarada yarasa dövüştürmek miydi? Gökyüzünde yarasa amblemi görene kadar mağaranda çektiğin çile miydi kahramanlık? Ya Alfred ne olacaktı Bruce? Hani şu senin bebeklikten beri cefanı çeken, senden izinsiz adımını atmayan, arkandan iş çevirmeyen, seni yediren içiren ve sana istihbarat verip karın tokluğuna çalışan yaşlı adam. Hiç düşündün mü emeklilik sigortası yatıyor mu bu adamın? Ayağı kırılsa sağlık masraflarını karşılayacak bir sigortası var mı? Süper kahramanlık gece geç saatlere kadar dışarda fink atıp kameralara oynamak değildir yarasa adam. Süper kahramanlık etrafındakilerin mutluluğu kadar anlamlı, bir çocuğun rüyası kadar temiz olmaktır. Tutturmuşsun bir başkent sevdasına, unutmuşsun yanındaki koca çınarı. Kötü adamlar, karanlık adamlar siyah giyer. Hem bizim orda bir söz vardır yarasa adam. Beyaz giyme söz olur, siyah giyme toz olur diye. Tabii çamaşırdan ütüden sana ne ki; yapar hepsini mağaradaki moruk! Karanlık gecelerin ıssız adamı Batman’in düştüğü şu hale bak! Koskoca süper kahraman bir yaşlının sırtından geçiniyor. Kumlar azalıyor be Bruce, bak zaman tükeniyor. Allah elden ayaktan düşürmesin ama Alfred’in yaşı aldı başını yürüdü. Gel artık çek elini eteğini bu işten. Sen de, Gotham gibi yozlaştın, soysuzlaştın, dejenere oldun be Batman. Vaktin doldu, geldi eyvallah etme zamanı. Hem koskoca şehrin yok mudur polis ekibi? Var, var tabii ki, olmaz mı? Tabii onlar da buldular senin gibi enayiyi, nasılsa Batman halleder diye iyice hamladılar. Öğlen yemeğinde güçlü olmak için protein yiyen operasyon ekibinin masası macaron’dan, “donut”dan geçilmez oldu. Ekip, bırak suçluları yakalamayı, yerde duran kaplumbağayı bile yakalayamaz oldu. Veda etme zamanı geldi çattı artık. Yaş aldı başını yürüdü, geldi emeklilik çağı. Ununu eledin artık, eleğini asma vaktin geldi. Ayrıl artık Gotham’dan, uzun bir dünya tatiline çık. Eş edin, arkadaş edin, sırrını paylaşacağın yoldaş edin. Hem gençlerin de önünü açmış ol. Bak ne güzel altyapıdan Robin yetişiyor, bırak gençliğinin verdiği tutkuyla o korusun kollasın şehri, hem bir ipte iki cambaz oynamaz olgun adam. Şunu da bilmeni isterim ki, her ne kadar eleştirmiş de olsam seni; sakın yanlış anlamayasın. Eleştirilerim, sana olan sevgimden, saygımdan ve seni ağabeyim olarak görmemden kaynaklanıyor. Eminim ki okurken sen de dediklerime hak vereceksin. Sevgilerle, Biricik hayranın Hulusi Kaptan. Kendin Olabilme Sanatı Özgürüm, kendimi asla baskı altında hissetmiyorum diyen kaç kişiyiz acaba? Toplumun baskısından hepimiz nasibimizi almışızdır. Çocukluğumuzdan tutun da yaşlılığımıza kadar hemen her konuda birileri bizim yerimize karar vermiştir. Bir karar vermişliğimiz olsa bile ya vazgeçirilmeye çalışılmışızdır ya da garipsenmişizdir. Fikrimize değer verilmemiştir. Ayıplanmış, küçük görülmüş veya onlar gibi düşünmek zorunda bırakılmışızdır. Hatırlayalım... Çok istediğimiz bir oyuncaktan nasıl vazgeçirildiğimizi, mezuniyet partisinde giyeceğimiz elbiseye annemizin karar verdiğini, üniversite tercihlerimizde aile bireylerinin içinde ukde kalan mesleklere yönlendirildiğimizi... Belki de evlenmek istediğimizde kendi kriterlerine uygun birilerini isteyecekler, sanki kendileri evleniyormuş gibi... Üzerimizde hep bir baskı vardır. Bize bunu yapanlar da aslında baskı altındadırlar. Çünkü bizim toplumumuzda “Komşular ne der? Akrabalar ne der?” diye neredeyse su içmek gibi alışkanlık haline getirdiğimiz, beyinlerimize kazıdığımız bir anlayış vardır. Toplumumuzdaki bireylerin büyük bir çoğunluğu bu baskıyla büyümüştür. O yüzden farklılıklar sevilmemiş, farklı düşünenler hor görülmüştür. İnsanın kendini baskı altında hissettiği konulardan biri de evlilik yaşı ve evleneceği insan profilidir. Zengin fakiri alamaz, okumuş, halk deyişiyle, davulcuya varamaz. Hadi bunları da geçtik, evlilik için yaşın otuzu geçemez. Es kaza otuzuna vardıysan artık evde kalmışsındır mübarek ola. İnce eleyip sık dokumaya vaktin yoktur senin, acele karar vermen gerekecek, armudun sapı, üzümün çöpü diyemezsin, hem bak yaşın da geçiyor çocuğun da olmaz senin. Beyaz atlı prensini bekleme lüksün yok artık. Kelli felli, çoluk çocuk sahibi, dul, hali vakti de pek yerinde olmayan birisi seni idare eder pek ala. Geçen senelerde bir filme gitmiştim. Filmin adı Kocan Kadar Konuş’tu. Ne gülmüş ve eğlenmiştim. Hatta ne yalan söyleyim biraz da umutlanmıştım. Bizim insanımızın, özellikle de kadınlarımızın, kızlarını daha çocukluktan itibaren nasıl koca bulmaya programladıklarını mizahi bir anlayışla izlemiştim. Otuzuna gelmiş Efsun’un sözde evde kalmışlığına çözüm arayan aile bireylerinin komik ama gerçeğe yakın davranışları bana hiç de yabancı gelmemişti. Efsun’un bütün baskılara ve yönlendirmelere karşı hala kendi gibi kalabildiğini ve sırf kendi gibi kalabildiği için lise aşkıyla kaldığı yerden devam edebildiğini, mutluluğa uzanan yolu bulduğunu izlemek keyif vericiydi. Efsun ne çirkin ne de basit bir kızdı. Onun otuz yaşına kadar evlenemeyişinin sebebi; gerçek aşkı araması ve dürüst bir ilişki istemiş olmasındandır. Evlilik konusunda yapılan baskılara boyun eğmemiş, etrafındaki insanların koca bulma konusunda yaptığı tavsiyeleri dikkate almamıştır. Çünkü yapılan bu tavsiyeler onun karakteriyle uyuşmamaktadır. Çevre baskısına dayanamayıp istemediği bir evlilik yapsaydı, ne aradığı sevgiyi bulabilirdi ne de lise aşkına kavuşabilirdi. Atılan oklara rağmen hedefe koşmada kararlılık gösteren insanlar üzerlerindeki baskıyı kırabilirler. Toplum bizden kadın olarak erkenden evlenip çoluk çocuğa karışmamızı bekler, kariyer yapmamızı istemez, kalbimizin sesini dinlemememizi bekler. Bunları yapınca ideal kadın oluruz... Saygı görürüz, istenen, aranan gelin oluruz. Böyle yapmadığımızda ne oluruz? Söylemeye dilim varmıyor, türlü türlü isimlerimiz olur. Bunlardan en hafifi “evde kalmış” ibaresidir. Kendimizi olabildiğince kabul ettirmektir aslolan. Toplumda fazla antipati oluşturmadan ama kendini de farklılaştırma zorunluluğunda hissetmeden, sadece kendimiz gibi olmak. İnsanın kendi gibi olması ne güzel! “Komşu ne der? Akrabalar ne der?” demeden yaşayabilmesi... İnadına hayalleri için mücadele vermesi, direnmesi, baskıları kafaya takmaması... Özgürlükleri kısıtlayan değer yargılarından, okuldan veya işten eve geldiğimizde üzerimizdekileri çıkarıp atıverdiğimiz gibi kurtulsak. İşte o zaman otuzunu geçmiş kızlara evde kalmış gözüyle bakılmaz. İşte o zaman sen lise aşkınla mesleği ne olursa olsun evlenebilirsin. İşte o zaman ressamlar istediği resmi çizebilir, müzisyenler kendi ritmini yakalar, yazarlar, senaristler sıradanlıktan kurtulur. İşte o zaman hayat gerçek değerini bulur. Filmi izlerken umutlandığımı söylemiştim ya. Belki bir gün benim de çocukluk aşkım karşıma çıkar. Efsun’un lise aşkı gibi... Masum, dürüst, gerçek aynı kendim gibi, aynı ben gibi...Kaynakça Kocan Kadar Konuş. Yön. Kıvanç Baruönü. 2015. Türkiye. Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM). Verda Nur Sarıbaş Kurşunlu Şelalesi’nde Esrarengiz Bir Gezi Bazı kitaplar, filmler, belki bir kıyafet ya da bir koku insanı bulunduğu zamandan alıp başka zamanlara veya başka diyarlara götürüyor. Beni değişik diyarlara götüren ve her anında sanki bu dünyada değilmişim gibi hissettiren öyle bir yeri gezdim ki şuan bile gözümün önüne getirdikçe mutlu oluyorum. İşte o yer, Antalya’nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi. Küçüklüğümden beri şelaleleri hep değişik ve sıra dışı bulmuşumdur. Bu yüzden Antalya’ya girdiğim anda ilk önce şelaleleri görmek istedim. Henüz Kurşunlu Şelalesi’nin bulunduğu tabiat parkına girmeden meraktan ve heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz yürüyüp, merdivenlerden inip çıktıktan sonra gördüklerime gerçekten inanamadım. Sanki bir film sahnesindeydim, uçağım gizemli bir adaya düşmüş ve ben de yiyecek ararken susuzluğumu giderecek mükemmel bir şelaleyle karşılaşmış gibiydim. Beni sanki tılsımlı fısıltıyla kendisine çekiyordu. Yer ayağımın altından kayıyor, kendime engel olamadan ilerliyordum, ortamın verdiği serinlik ve esrarengiz bir havayla. Boyumdan kat kat daha büyük olan devasa kayaların arasından geçerken dünyadaki tek insan sanki benmişim ve yeni bir yer keşfediyormuş gibi hissediyordum. Öyle bir heyecanla ilerliyordum ki etrafımdaki onlarca insanın farkına bile varamıyordum. Serinliğiyle beni kendine çeken şelaleye kayalıkların arasından ulaştığımda her açıdan farklı bir güzelliğinin olduğunu bana anlatmak istiyordu sanki. Gürül gürül akan suyun yüksekten hızlıca düşmesiyle havada özgürce dolaşan her bir su taneciği tenime değdikçe, geçirdikleri uzun yolculuktan bahsediyor gibiydiler. Üstümün ıslanması ayaklarımın çamur içinde kalmasını umursamıyordum. Sadece orada öylece durup ortamın büyüsü içinde kaybolmak istiyordum. Beni değişik zamanlara götürmesini ister gibi gözüm kapalı ayakta kalmıştım. Tam o sırada sanki bir su perisi beni elimden tuttu ve şelalenin içine çekmeye başladı. Bir tarafımda gözlerime inanamayacak kadar güzellikte, şırıl şırıl akan bir şelale; öbür yanımda yukardan sarkan upuzun sarmaşıklar ve kayalara sıkıca tutunmuş yosunlar… Evet, gerçekten şelalenin altındaydım. Üstüm başım daha çok ıslandıkça bu dünyadan daha çok uzaklaşıyor, ufak bir çocuk gibi oluyordum. Kayalıklardan, çamurlardan ve şelaleden korkmuyordum; sanki hep oraya aitmişim gibi… Sırtımı kayalıklara verip şelalenin beni içine alıp ruhumu temizlemesini istiyordum. İçimde ne bir kötülük ne hırs ne mutsuzluk vardı; hiçbir olumsuz şey yoktu. Sadece mutluluk hissediyordum. Kendimi hiç olmamış kadar özgür hissediyor ve korkusuzca kayalıklardan kayalıklara atlıyordum. Sonsuza kadar orada kalacakmış gibi sahipleniyordum ortamı. Nasıl gerçek olabilir bu kadar güzel bir yer? Nasıl beni bu kadar heyecanlandırabilir? Etrafımdaki insanların bana çılgın gibi bakmasını umursamadan şelalenin güzelliğini doyasıya yaşamaya devam ediyordum. Her yerim ıslak, ayakkabılarım çamur içindeydi ama ben daha önce hiç eğlenmediğim kadar eğlenmiş, suyun tadını doyasıya çıkarmıştım. Su perisinin rehberliğinde, şelalenin altından çıkıp suyu takip ederek yürümeye başladım. Aşağılara indikçe suyun hızı yavaşlıyor, su gibi ben de sakinleşiyordum. Suyun büyük oranda durduğu ve bir göl oluşturduğu yere gelince burada saatlerce durduğumu ve artık bu efsanevi güzellikteki yerden ayrılma vaktimin gelip çattığını anladım. Oradan uzaklaşırken böyle muhteşem bir yerde bulunduğum için çok mutlu aynı zaman da bu güzelliklerden ayrıldığım için hüzünlüydüm. Fakat içimdeki ses yolumun tekrar bu büyülü mekâna düşeceğini fısıldıyordu bana. Hayatımda gördüğüm tartışmasız en güzel yerdi. Benim için her zaman farklı ve eskimeyen yerini koruyacak olan esrarengiz ve bir o kadar da sıra dışı olan, kendimi kaybederken bulduğum, ilerledikçe küçüldüğüm ve kesinlikle tılsımlı olduğuna inandığım yer Kurşunlu Şelalesi… Atahan Göktürk Doğan Hayallerini Gerçekleştiremeyenler Fareler ve İnsanlar… John Steinbeck’in bu eserini hala okumamış olmanın verdiği utancı hissettiğim yıllarda hep kendime sorardım, fareler ve insanların canlı olmalarının yanısıra bir başlığı paylaşabilecek kadar ne alakalarının olacağını hep merak ederdim. Romanın ilk sayfalarında karşılaştığım bir cümle hem bu merağımı gidermemin, hem de oldukça derin düşüncelere dalmamın önünü açmıştı. “İnsanlar ve fareler hiçbir zaman hayallerini gerçekleştiremezler”. Düşünsenize, her gün içinde bulunduğumuz koşuşturmacaların sonucu olmalarını umduğumuz sonuçların, yani hayallerimizin tamamının bir çıkmaz sokağa çıktığını kabullenebilir miydi pek aciz insanoğlu? Hayallerimiz, kim olumsuz bir durumu hayal eder ki? Dolayısıyla hayallerimizdeki, en azından benim hayalimdeki herşey mükemmel olmalıydı. Peki bu mükemmeliyet ne kadar gerçekçi olabilirdi ki? Bu düşüncelerime romanda bir yorum ararken, Steinbeck’in kurguladığı karakterlerden George’un bir deha olmasına ragmen oldukça çelimsizolması; aynı zamanda diğer ana karakter Lennie’nin yapılı, geniş omuzlu bir adam olmasına rağmen oldukça saf ve unutkan olması bir insanın gerçekten hiçbir zaman mükemmeliyet şeklinde tanımlayabileceğimiz hayallerine ulaşamayacağının bir kanıtı gibiydi. Belki de yazar karakterleri kurgularken bunu düşünmemişti, ancak mükemmel olmayan bir okuyucu olarak karakter betimlemelerinden bunu çıkarabilirdim, çünkü bir insan olarak benim de hata yapma payım vardı, dolayısıyla Steinbeck de bu şahsımca eşsiz eseri ortaya koymasına ragmen mükemmel olmayabilirdi. Her ne kadar bizim sürdüğümüz hayatla bire bir aynı olmasa da, Steinbeck’in kurduğu dünyada da insanların hayallerine yaklaşabilmek için yenmek zorunda oldukları zorlukların olduğunu farkettim. Benim bu yazıyı yazmadan arkadaşlarımla kantinde çay içmeye gidemeyeceğim gibi, Lennie de tarlayı sürmeden pek sevdiği George adlı karakterin yanına boş boş laflamaya gidemeyecekti. George fiziksel güç gerektiren işlerde Lennie’ye muhtaçtı, tıpkı Lennie’nin George’un zekasına kendi özel hayatında dahi kendi yarım fikirlerinden daha fazla güvenmesi gibi. Bu size de kendi yaşantınızdan bazı gerçekleri yansıtmıyor mu? Her işi kendimiz yapamıyoruz, sağlıklı olabilmek için annemizin çorbalarına, doktorun iğnesine; mutlu olabilmek için sevdiklerimizin omzuna ve bize sarılmaya her an hazır olan kollarına ihtiyacımız yok muydu? En azından benim vardı ve eğer cevabınız hayır ise bu tamamen benim düşünce tarzımdaki çarpıklıktan, yani mükemmel olmamamdan kaynaklanıyordu. Ben mükemmel değilim çünkü annemin çorbaları ile yediğim o pek acıtan iğneler olmasaydı şu an sağlıklı olmayabilirdim, ya da sevdiklerimin desteği ve sevgisi olmasaydı şu an bu kadar dik duramazdım hayallerimin peşindeyken karşıma çıkan tüm zorluklara… Evet sevdiklerim dedim, onlara da mükemmel denemezdi aslında, çünkü her insan gibi onlar da bana zarar verebiliyorlar zaman zaman, tıpkı Lennie adlı karakterin farkında olmadan, sevip okşarken boynunu kırıp öldürdüğü patronunun gelini gibi… Ne tuhaftır ki ben de tıpkı George gibi bütün bu olaylardan onları suçlu tutamazdım, çünkü sevdiklerim insanların hayallerime ulaşamamamın sorumluları olmalarını kabul etmek kendimle çelişmek anlamına gelirdi, ve kendi ile çelişen bir insanın hayallerinin tutarlı olması da beklenemezdi. Biraz sorgulayınca sevdiklerimizi, zaten yerlerini onları kaybedince doldurmaya çalışmıyor muyduk farkında olmadan? Zaten onların da bizden isteği bu yönde olmalıydı, çünkü bir insanın sevdiklerinin onun yanında olup mutluluğunu temenni eden insanlardan oluşması gerekirdi. Bu düşünceyi romanda tarayacak olursak eğer, George’un tüm olaylarının ardından hayatlarında oluşan tüm zorluklardan sıyrılmak adına, Lennie’nin de iyiliği için (en azından George böyle düşünüyordu, o da mükemmel değildi; en basitinden çelimsizdi) onu öldürmüştü, üstelik ona hayal kurdurarak… İşte hayallere ulaşmak bu kadar zordu, hayalsiz yaşamak ise uğruna vazgeçilecek hiçbir şeyin olmadığı koca bir boşlukta sürünmekten ibaretti, tıpkı fareler gibi… Ceren BÜYÜKŞEKERCİ BAĞLI MISINIZ, YOKSA BAĞIMLI MI? Bağımlı olmak… Sizce de korkunç değil mi? Bir insana, bir eşyaya, bir hayvana ya da yaşantınıza bağımlı olmak. Onlar olmadan kendini yaşayan bir ölü gibi hissetmek, hatta onların hayatınızdan yitip gitmesiyle kendinizi, daha önce farkına bile varmadığınız, bu koca dünyada yapayalnız hissetmek... Issız, amaçsız ve çaresiz… Her gün defalarca soluğunun kesildiğini hissetmek… Her gün defalarca ölmek... Sizce de korkunç değil mi? Bağımlılık bir nevi hastalıklı ruh hali, karşındaki kişiye muhtaç olmaktan ibaretken; bağlılık sadakattir, karşılıklı saygıdır ve bir kişiye özgürce sevgi duymaktır. İkili ilişkilerde, insanlar genellikle karşılarındaki kişiye bağlı kalmaktan ziyade bağımlı bir şekilde yaklaştıkları için aradaki bağlar kopuyor. İnsanlarda ne kadar “Varlığın kadar varım.” düşüncesi hâkimse, karşılarındaki insana bir o kadar müptela oluyorlar. Ben ise bu müptelalıktan bahsetmek istiyorum. Bir insan düşünün, tüm hayatını başka birine bağlamış olan. Bütün mutluluğunu ve üzüntüsünü karşısındaki kişiye göre belirleyen, seçimlerini bağımlı olduğu insan olmadan yapamayan ve onun için her şeyden vazgeçmeye hazır birini düşünün. Ne kadar korkunç değil mi? O insanı hayatının merkezine alıp kendini hiçe saymak… Hayattan gelen tüm kurşunlara onun için kendini siper etmeye hazır, hatta o öl dese belki bir saniye bile düşünmeden hayatına son verecek bir bağımlı ruh hali bu bahsettiğim. Eminim siz de hayatınızın herhangi bir döneminde şuna benzer bir haber duymuşsunuzdur: “Eşinden boşanan kadın intihar etti.” ya da “1 aylık sevgilisinden istediği yirmi bin TL’yi sevgilisi banka hesabına yatırdıktan sonra sırra kadem bastı.” Peki hiç düşündünüz mü bu yaşananların altında yatan gerçekler nelerdir diye? Bağımlı kişiler ilişkileri sonlandığı zaman, ki bu sonlandırma işlemi genelde karşı taraftan olur, hayattaki tüm bağlarını kaybettiklerini, onun yanında yaşadığı hazzı, sevinci ve aşkı bir daha başka birinde bulamayacaklarını zannederler. Hatta tabiri caizse bağımlı kişiler ”Onun yanı benim için gezegendeki en güzel yer, onsuzluk ise benim için dipsiz bir cehennemdir.” düşüncesi içindedirler. Bu sebepten ötürü, bağımlı oldukları kişi tarafından terk edildiklerinde ölüm onlar için en büyük kaçış yolu olarak görünmez mi sizce de? Kimi zaman haberlerden duyduğumuz kimi zaman da bizzat şahit olduğumuz bu terk edilişleri kaldıramamanın altında yatan en büyük neden belki de bu bağımlı kişilik bozukluğudur. Bir de bağımlı kişiliklerin insanların elinde bir oyuncak haline nasıl büründüğüne bakalım. İnsanın ne kadar zalim olabileceğine… Kendilerine bağlananları nasıl oyuncak gibi kullanabileceklerine… Karşısındakine bağlı olan insan, kendini sevdiğine bırakır ama kendini kaybetmeden yapar bunu. Bağımlı insan ise zaten unutmuştur kendini. Muhtaçtır sevdiğine. Savunmasızdır ona karşı. Saklamaz hiçbir şeyi. Gerçek gözlerinden okunur. İşte menfaat avcıları, kendilerine âşık ya da daha doğrusu bağımlı olan insanların gözlerinde görürler kendilerinin ne denli önemli olduklarını ve bunu fark ettikleri an artık zincirler ellerindedir, bilirler aşığının onsuz yapamayacağını. İnsanlar senin kendini kontrol edemediğini anladıkları zaman, seni kontrol ederler. İşte para yatırma olayı da tam bu cümlemi kanıtlayacak nitelikte bir örnek. Bağımlı kişiler insanlar tarafından kullanılmaya en müsait kişiliklerdir belki de. Size şöyle anlatayım. Bağımlı insanlar karşısındaki insanı kaybetmekten o kadar korkarlar ki o, bir şey istediği zaman ne pahasına olursa olsun komutanına itaat eden bir asker gibi her an söylediklerini yerine getirmeye hazır bir haldedirler. Yeter ki sonucunda sevdiği mutlu olsun, kendine daha çok bağlansın, hatta o kadar çok bağlansın ki onu bir daha hiç terk etmesin; çünkü bağımlı kişiler hayatlarını sevdiklerinin onları terk etme korkusuyla sürdürürler. Bağımlı bir kişiliğin en güzel anlatıldığı kitaplardan birisi de Stefan Zweig’in ‘Bir Çöküşün Öyküsü’dür. Zweig, bu eşsiz eserinde iktidar sahibi ve ilgi odağı olmanın verdiği güçle hayatını geçiren Madame Prie’in ansızın gelen bir mektupla bu güçten mahrum kalmasının ve çok sevdiği Paris’ten sürülmesinin ardından geçirdiği süreci anlatıyor. Madame Prie, her geçen gün daha çok kayboluyor bu yeni hayatında. Her ne kadar direnmeye çalışsa da yapamıyor. Bağımlısı olduğu eski hayatının, şehrinin verdiği özlem ona çok ağır geliyor ve bir daha eski hayatına geri dönemeyeceğini anladığında ise bu kavrayış onu geri dönüşü olmayan bir uçuruma sürüklüyor. Bağımlı oldukları uğruna vazgeçiyor kendinden diğer tüm bağımlılar gibi. Madame Prie ve diğer bağımlıların kavrayamadığı, belki de kavramak istemedikleri bir şey var. Aslında mesele oldukça basit. Bir şiir ne güzel özetlemiş her şeyi: “Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. “O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.” Şimdi düşünme sırası sizde bağlı mısınız, yoksa bağımlı mı? Sizinki bir aşk mı, yoksa hastalık mı? KAYNAKÇA Stefan Zweig. Bir Çöküşün Öyküsü. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2017 Anonim. Bağlanmayacaksın. Irmak Özdemir ALGIERS’TE BİR KAHVE “Fransızcası, Brugnans olan tüysüz nektarin şeftalisinden nefret ediyordu söylediğine göre. İnsanlar nektarize oluyorlardı, tatlı ama incelikten yoksundular, yerinde gösterilen ama yüreklerinden gelmeyen duyguları vardı, tasarlanmışlardı, hazır giyim ürünüydüler, sezaryenle dünyaya gelmiş olup gerçekten doğmuş değillerdi.” (Aciman 47) Nektarinler misali incelikten yoksun bir insan topluluğunun arasında, kalabalığın içinde sadece bir noktayken hayatlarımızı öylece sürdürmeye çalışıyoruz hepimiz. Karamsar bir bakış açısı değil, her günümüz birbirine benziyor. Her sabah aynı bardakta sert kahve, uykusuz gözlerle aynada kendini incelemek, yarım yamalak yapılmış bir kahvaltının ardından hızlıca diş fırçalamak ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışırken “Ben burada ne yapıyorum acaba?” diye zaman zaman sormak. İş yükünün içinde boğulurken bazen bunlara yetememek, kendini kötü hissetmek ya da o kargaşada sana verilen görevleri yetiştirmeye çalışırken yaşamın sadece bazı insanların gerçekten fark ettiği o asıl amacını unutmak. Doğal olmayan, tesadüflere ve hatalara asla açık olmayan mükemmel hayatlarımızı yaşarken bunu sorgulamak kaç tane insanın aklına gelir bilmiyorum. Sonuçta o kadar nektarinin arasında acaba kaç kişi “Durun lütfen, yanlış giden bir şeyler var. Hepimiz aynıyız, tatlı ama yapayız. Aynı elden üretildik. Yenmiş bir şeftalinin çekirdeğinden her birimiz istekle olmadık ki.” der? Aciman’ın Harvard Meydanı’ndaki ana karakterimiz tam da başarısız bir öğrencilik hayatı yaşarken bunları sorguluyordu işte, bunu kendi “evi” gibi gördüğü bir kafede yapıyordu. Kendi gibi bir yabancı bulmuştu Cambridge Meydanı’nda, yaşadığı yer farklı, ana dili farklı, kendi dili ana dilinden de farklı kendi bile bilmediği. Akıcı bir Fransızca ile konuşurken buluyorlardı kendilerini, kendi ana dilleri gibi geliyor alışamadıkları İngilizceden biraz kaçıyorlardı. Halbuki ikisi de onlara ait değildi. Nereye ait olduklarını bilmiyorlardı aslında, kendilerine göre Cambridge Meydanı’ndaki Kafe Algiers’e aitti bu iki Orta Doğulu. İçlerinden geldiği için de sürekli oradalardı, evlerindeydi Algiers’te sert birer kahve içerken bu ikili. Kargaşa içinde kaybolan insan sürüsünün bir parçası gibi tıpkı bu ikili, kim olduklarını bilmiyorlardı defalarca sorguladıkları hâlde. Kendini bulmak için verilen çabaları okurken herkesin kendinden bir şey bulabileceğini düşünüyorum. Hepimiz aynı bahçeden çıkma nektarinler miyiz, yoksa değil miyiz? Aslında her bir insanoğlu kendine özgü ve farklıdır. Kalaş’ın bahsettiği onlarca ameliyat geçirip birer sarışın bebek olmuş, sadece televizyonda verilen saçma sapan programları takip eden onlarca insan var. Ama bu insanlar aynılaşmadan hepsinin özü birbirinden oldukça farklıydı. İnsanlar nedense aynı olmak için çok fazla çaba sarf ediyor. Büyük ihtimalle genel kanıya göre “mükemmel”e en yakın olmak için bu kadar çaba sarf ediyor ve acı çekiyor bu insanlar. Kabul edilen yargıların peşinden koşuyor herkes, genelin beğendiğine hücum ediyor, herkes beğendiyse kesin en güzeli ve en doğrusu genelin beğendiğini yapmaktır çünkü. Şunu anlayamıyoruz ki her birimiz olduğumuz insan olunca daha güzel bir ortamda yaşayabiliriz. Kafalarımız ve dış görünüşlerimiz aynı oldukça hayatın ne anlamı kalır ki? Çeşit lazım çeşit. Bunu anlayamıyoruz çünkü hepimizin kafasında yer etmiş bu mükemmellik algısına en yakın olan insanları yüceltip tepemize çıkarmakla meşgulüz. Tabii ki bu algıya en yakın hâle gelmek için müthiş çabalar sarf ediyoruz. Halbuki gerek yok. Belki de ana karakter bunu fark ettiği için sevdi Tunuslu taksi şoförü Kalaş’ı. “Nektarin kendini bir meyve sanır. Doğal olmadığının farkında değildir.” diyor Kalaş. Bunu bir öğüt olarak söylemiyorum asla, sadece kendi dileklerim olarak söyleyebilirim ki umarım hepimizin kafasına bütün detaylarıyla kazınmış o kusursuz insan algısına ulaşmaya çalışmayı en azından biraz azaltabiliriz. Hepimizi çok yıpratıyor bu yol çünkü, biraz kendimizi ve başkalarını tanımaya çalışsak ve aynı fabrikadan çıkmış gibi davranmasak hepimiz için biraz daha iyi olmaz mı ki? Kaynakça Aciman, Andre. Harvard Meydanı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. Burak Karaoğlu SESSİZLİK Yönetenlere tepkilerini sessiz bir şekilde gösteren ezilmiş ve dışlanmış halklar tarafından geliştirilen bu ‘sessiz direniş’ aynı zamanda kitabımızın da başlığını da oluşturuyor. Yazar, geçmiş yıllarda meydana gelen birçok sessiz direniş hareketlerini anlatarak gelişen bu yeni stratejiyi tarihi bir perspektiften anlatıyor. Gelin görün ki, bu anlatılan olaylar yer yer insanı güldürüyor. Neden diye soracak olursanız; kendilerine karşı uygulanan yıldırma politikilarına karşı zekice davranıp, başarılı bir şekilde bu hamleleri bertaraf ediyorlar. Dünyanın hemen hemen her yerinde gözlemleyebileceğimiz bir olgudur maalesef halkların ezilmişliği. Kendi dillerini konuşamayan veya kendi örf, gelenek ve göreneklerine göre hayatlarını idame ettiremeyen milyonlarca insan. Ve bunlara karşı oluşturulan haklı refleksler ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, geliştirilen bu sessiz direniş modeli birçok insana ve millete geliştirecekleri milli modellerde de referans oluyor. Fikir özğürlüğünün yepyeni bir hali olarak karşımıza çıkan sessiz direniş hareketi modern anlamda bildiğimiz gibi ilk olarak Arap Baharı olarak adlandırılan ve Arap ülkelerinde meydana gelen olaylar silsilesinde kullanılmıştır. Fakat bana kalırsa, bu direniş hareketi maalesef yeteri kadar meyvesini verememiştir. Halklar, ‘sessiz’ bir şekilde hükümetlere ve otoritelere karşı tepkilerini göstermiş olsa da, talepleri tam anlamıyla yerine getirilmemiştir. Mısır’da gördüğümüz üzere maalesef halk tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanı, askeri darbe ile görevden alınmış ve nihayetinde idam edilmek üzere yargılanmıştır. Demokrasi, hak ve özgürlük için meydanlara inen halk ise görüldüğü üzere pek de başarılı olamamıştır. Bunun altında yatan sebep ise yıllardır birileri tarafından yönlendirilmeleridir. Fakat, sessiz direnişin ilk görüldüğü yer olan Filipinler’de bu durum Arap ülkerinde başarılı olduğundan çok daha başarılı ve verimli olmuştur. Filipinler’ de yaşanan sessiz direniş hareketi 1980’lerin ortasında meydana gelmiştir. Buradan yola çıkarak varabileceğimiz sonuç şu ki; demokrasiyi isteyen halkların öncelikle demokrasinin ne olduğunu anlamaları ve kavramaları gerektiğidir. Yıllardır Ortadoğu’da ki halklar demokrasiyi sadece modern ülkelerde var olan ve kendi ülkeleri içinde gerekli olduğunu düşündükleri bir algı olarak ele alıyorlar. Bunun dışında demokratik bir ortamın oluşması için gereken etmenler veya izlenmesi gereken yollar hususunda maalesef bir yol katedememişlerdir. Öncelikle bu insanların demokrasiyi kendi içlerinde özümsemeleri gerekmektedir. Bir manada, kendi evlerinde, kendi ailelerinde demokratik bir düzeni tesis etmeleri gerekmektedir. Maalesef, bu tarz eylemleri gerçekleştirmeyip de kendi ülkeleri için demokrasi istemeleri pek de sağlıklı değildir. Ve bu isteklerini belirtmek için geliştirilen argümanlar da aynı şekilde zayıf kalıyor. Sonuç itibariyle, zamanında modern(!) ve gelişmiş(!) toplumlarda sessiz direniş ile elde edilen kazanımlar, bu ülkelere nazaran fikri açıdan daha geri kalmış ülkelerde yeteri kadar işlevsel ve başarılı olamıyor. Fakat, protesto tarzı olarak benimsenen sessiz direniş modeli özellikle yıllar boyu bombalarla, silahlarla ve intihar saldırılarıyla birlikte adı geçen Ortadoğu halkları için büyük bir kazanımdır aynı zamanda. Ortadoğu’daki insanların şiddetsizliğe duydukları özlemi de ortaya çıkarmıştır. Bana kalırsa, bu özlemden doğan bu hareket her ne kadar siyasi anlamda büyük bir kazanım sunamasa da sosyolojik ve psikolojik olarak Ortadoğu’da yaşayan halklar için çok ama çok büyük bir kazanımdır. Sonuç itibariyle, neticeye bakmaksızın, sessiz direniş şeklinin benimsenmesi bütün bir insanlık için önemli bir olaydır. İnsan canı üzerinden hesaplar yapan birtakım odaklara rağmen uygulanan bu model sayesinde umarım ki ilerleyen zamanlarda çok daha büyük kazanımlar elde edebiliriz. Yine ümidim odur ki, halkların meydana getirmiş oldukları sessiz direnişe idareciler ve güç odakları sessiz ve tepkisiz kalmazlar. Damla Anık Hayat Tecrübesi Hayatımızda sürekli iyi veya kötü bir şeyler yaşarız ve insanlar genellikle ona “tecrübe” adını verirler. Eğer hayatımızda bir şeyin sonucu iyiyse mükemmel, kötüyse tecrübe olarak kalır. Bu tecrübeleri hayatımıza nasıl kattığımız da tamamen bizimle alakalıdır. Her insanın hayatı tecrübelerle doludur. Bu tecrübeleri edinmeye çok küçük yaştan başlarlar. Sizce hayatınızda şu anki yaşınıza kadar kaç tane tecrübe edinmişssinizdir. Bir düşünseniz, belki de yüzlerce vardır. Eğer fark ettiyseniz tecrübeyi edinmek fiili ile kullanıyoruz ya da kazanmak. Çünkü çoğu insan sonucu iyi de olsa kötü de olsa tecrübeyi bir başarı olarak görür. Eğer sonuç kötüyse ondan ders alıp bir daha yapmazlar ama sonuç iyiyse zaten mükemmeli yaşamaya hazırdırlar. Mesela çok zenginsiniz ama asıl zenginliğiniz çok paranız olması değil bu parayı nasıl muhafaza ettiğinizdir. Çünkü ileride çok paranız kalmayabilir ama zamanında iyi bir yatırım yaparsınız, ileride paranız olmasa bile o paranın ekmeğini yiyebilirsiniz. Ya da düşünelim ki çok sosyal bir insansınız ve etrafınızda sürekli çeşit çeşit insan var. Ama her insanda olduğu gibi sadece sayılı “dostum” diyebileceğiniz insan var ve biliyorsunuz ki dostluklar tevazu ve özenle kurulmuş olmalıdır. Çünkü bazen bir dost bir aile olur. Gün gelir bu dostum dediğiniz insanlar sizi sırtınızdan vurduğunda(burada genelleme yapmıyorum sadece örnek veriyorum) bu bile hayatınızda edindiğiniz bir tecrübeye dönüşür. Yani siz bunun sonucunda kimseye çok güvenmemeye başlıyorsunuz hatta bazılarınızda kendinden başka kimseyi sevememe duygusuna bile dönüşebiliyor. Eğer ki günün birinden bu yapılan ihaneti ya da siz nasıl adlandırırsanız unuttuğunuzda, hazmettiğinizde, işte o zaman güçlü bir insan olursunuz. Çünkü İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki “Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil hazmettiklerimizdir.”(1). Çünkü biz insanoğlu tecrübelerle besleniriz. Onlarla büyür,onlarla mutlu olur, onlarla acımızı paylaşırız. En basit örnek olarak ölümü vermek istiyorum. Eğer bir insan ölüm acısını tecrübe edinmişse dünyaya daha farklı bir gözle bakar. İnsanları daha az kırmaya, daha az çalışıp, daha çok gezmeye başlar. Çünkü o duygunun tecrübesiyle bilir ki, kendisi de bir gün ölecektir. Ya da başka bir örnek vermek istiyorum. Diyelim ki çok okuyorsunuz ama kafanızda hiçbir şeyin kalmadığını hissediyorsunuz. Tam işte bu durumda İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki “Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil kafamıza yerleştirdiklerimizdir.”(1). Yani isterseniz hayatınız boyunca yüzlerce kitap okuyun ama eğer o kitapları kafanızda bir yere oturtamıyorsanız hiçbir işe yaramaz. Hadi oturttunuz diyelim. Ama ona göre davranamıyorsunuz. İşte o zaman da okuduklarınızın hiçbir anlamı kalmaz çünkü bizi erdemli kılan söylemlerimiz değil eylemlerimizdir. Eylemler bir insanın hayatında kendini ispatlayabileceği tek şeydir. Bir sürü sözler verebilirsiniz ama insanlar sadece eylemlerinize bakar. Onun için bizi bilgi ve başarıya ulaştıran eylemlerimizdir. Edindiğiniz tecrübeler karşısında değişmlere açık olun ve asla değerlerinizi kaybetmeyin. Kazandığınız şey iyi ya da kötü mutlaka size veya yaşantınıza bir şeyler katacaktır. Bunun değerlerinizi bozmasına izin vermeyin. Gerçek ve tek doğru iletişim kişinin kendisiyle kurduğu iletişimdir. İletişim, kendini doğru ifade etmek demektir ve biz kendimizi tecrübelerimiz doğrusunda ifade ederiz. Ama unutmayın ki herkes aynı tecrübeyi yaşamaz. Siz nasıl yaşadığınız kötü bir şeyin düşmanınızın başına gelmesini istemiyorsanız, onun o şeyi yaşadığındaki edindiği tecrübe sizinkinden farklı olacaktır. Onun için çoğu zaman bizim yaşadıklarımızla karşı tarafın yaşadığı arasında dağlar kadar fark vardır. Bana göre herkes yaşayıp kendi tecrübesini edinmelidir. Herkesin hayatınızda güzel ya da iyi tecrübeler edinmesi dileğiyle. ANI YAŞAMANIN GÜZELLİĞİ ÜZERİNE Her sabah gözümü açtığımda yeni bir güne uyandığımı bilirim. Yeni bir gün, dünün pişmalığı ya da yarın yaşamanın umudu değildir benim için. Yeni bir gün “yeni” ve yaşanılmaya değerdir, o kadar. Bu yenilik meselesini bu kadar basite indirgediğime bakmayın, hayatımı yaşanılası yapan ve içimdeki mutluluğun belki de tek sebebidir bu küçük yeni anlar. Düşünüyorum da yaşadığım, nefes aldığım her dakika hayatımın en olgun zamanı, her yeni güne bir öncekinden daha iyi tanıyarak başlıyorum kendimi. Ne olduğumu, kim olduğumu bilerek her anı doyasıya yaşayarak... İşte bu yüzden dünki pişmalıklarımı dünde bırakıyorum. Hepsi benim için ders, ne olursa olsun bugün burda olmamın sebebi onlar. Gözümü açacağım her sabah için, bir sürü nedenim vardır ya da bir gün ulaşmayı hedeflediğim bir amacım. Belki bugün aşık olurum, yarın mezun olurum... Her günüm tadılması gereken bir heyecan, yaşanılacak yeni bir macera olur çıkar karşıma. Ama hiç bir zaman planım yok, hayat sahnesinde doğaçlama bir oyunun içerisindeyim çoğu zaman. Bulunacağım mekanlar, tanışacağım insanlar hatta tadacağım yeni yemeklerin bile bir hesabı kitabı yok. O an ne istersem o oluyor, saatlere takvimlere bağlı kalmadan yaşamanın tek sırrı bu sanırım. Kendimi kısıtlamayı sevmiyorum belki de. Kimilerine göre anda kalmanın sınırlarını zorluyor olabilirim ama özgürlük bu işin fıtratında var. Yaşadım diyebilmek için, dün yapamadıklarınızın sonradan baş ağrıtmaması için... İşte bu yüzden benim güne söylediklerim dünle bugünün harmanlanmış hali bir yerde. Dünki Irmak olmadığımı bilerek uyandığım her sabah için bugünün gizemini çözmeye hazır hale gelirim. Bu da dolu dolu yaşadığım her an için şükretmemin en basit yolu. Geçmişin ayağımda bir pranga olmasına izin vermediğim gibi, geleceğin de beni kısıtlama hakkı olduğunu düşünmüyorum. Bugün yaptıklarımın hesabının yarın sorulacağına inananlardan değilim. Kendi iradem, aklımla verdiğim her kararın beni ileriye taşıdığına eminim zaten, bunu üstüne bir de “neden bugün bunu yapmadım? Yarın daha rahat ederdim.” diye tasalanmanın manası yok benim için. Bugün yapmadıklarımla bile mutlu olduysam yarın da mutlu olmanın bir yolunu bulurum elbet. Bunu bugünden düşünüp saçları erken ağartmanın bir anlamı yok. Gamsız olmak değil benimki. Hayal kırıklıklarına, keşkelere izin vermeyen bir hayatın portresini çizmeye çalışıyorum o kadar. İnsan bir kez dünyaya gelir diye herkes içini dolduramadığı cümleler türetmesini iyi biliyor. İş uygulamaya geldiğinde oluşturulan teoriler, teori olarak sonsuza kadar varlığını sürdürmek üzere rafa kalkıyor. Ben teoriye teori demem pratiğe geçmedikten sonra. Madem yaşanılacak tek bir hayatımız var hatta ne zaman sona ereceğini bile bilmediğimiz bir hayat, o zaman planla programla uğraşacak vakit yok demektir. Düşünmeden, başıma ne geliyorsa, bu dalgalar beni hangi limana sürüklüyorsa oraya doğru yol almaya hazırım ben. Her gün olduğu gibi, yarın da güneş benim için yeniden doğacak. Yeni bir sayfa, yeni bir macera... Başıma neler gelecek hiç bir fikrim yok. Kafam da bir fikir oluşturmak için yaşamıyorum zaten. Yarın ne olacağını düşünerek kafamı yastığa koymayacağım, en azından bunu iyi biliyorum. Günün sonunda derin bir iç çekerek, yüzümde ufak bir gülümsemeyle bir sonra ki günü bekliyor olacağım. Bütün arayışım yaşadım diyebilmenin en doğru yolunu bulmak için. Kaç nefes kaldığını bilmeden ama aldığım her nefesin hakkını vererek yaşayacağım. Bugüne söyleyebileceğim tek ve en değerli şey bu. Irmak Kocabay KAYNAKÇA Mungan, Murathan. Güne Söylediklerim. Metis Yayıncılık, 2015. Baskı. Taviz Vermek Rahatlatır Gençlere verilen nasihatları alt alta yazarsak en çok tekrar edilenler şunlar olacaktır; “Asla ödün verme, sakın bu konuda taviz verme, asla vazgeçme, eğilme, bükülme...”. Bu tavsiyeler çoğunlukla hayatının her aşamasında bir şeylerden taviz vermekte hiçbir sakınca görmeyen yaşlı insanlardan gelir. Kendi hayatlarında yapamadıklarını gençlerin yapmasını istemek, yaşlı insanların en çok sevdikleri konular arasında yer alır. Bir de yaşlı gevezeliğini ekleyecek olursak ödün vermek konusundaki tavsiyelerin ardı arkası kesilmez. Ben tavizkâr olmanın bu kadar kötü bir şeymiş gibi yansıtılmasından rahatsız oluyorum. Henüz bitirdiğim bir kitap, bu konudaki düşüncelerimin pekişmesine neden oldu. Bu kitap, Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam isimli eseri. Türkiye’de Nihal Atsız ismi telaffuz edilince genellikle refleks olarak birçok ön yargı belirir insanların kafasında. Tüm samimiyetimle söylüyorum ki bu ön yargıyı yıkın ve Ruh Adam’ı okuyun. İddia ediyorum Türkçe yazılmış en başarılı eserlerden birisi. Kitap, kendi prensiplerinden ödün vermeyen bir askerin, komutanlarıyla fikir uyuşmazlığına düşüşünü müteakip ordudan atılmasını ve içerisine girdiği ruhsal bunalımı anlatıyor. Kitabın büyük kısmı monologlardan oluşuyor. Zaten diyaloglar da çoğunlukla kahramanın (Selim Pusat) halüsinasyonlarında yarattığı kişilerle konuşmasından ibaret. Bu bağlamda kitabın tamamı monolog diyebiliriz. Ruh Adam’da kahramanın psikolojisi adım adım bozuluyor ve eser sizi kahramanla birlikte büyük bir karamsarlığa sokuyor. Peki bu kitabın benim “taviz vermek” konusundaki fikirlerimle ne ilgisi var? Aslında Selim Pusat’ın kendisini çıldırtacak derecede karamsar olmasının nedenini, hemen hiçbir konuda taviz vermemesidir. Kendisi mahkemeye çıkar, sözlerinden geri adım atması halinde affedileceği söylenir ama o asla taviz vermez, bu durum özel hayatında da böyledir. Sonuç olarak sürekli bir mağlubiyet ve kaybediş hali Selim Pusat’ı bekler. Peki biz hayatta böyle mi olmalıyız? Asla taviz vermemek bizi mutsuzluğa götürmez mi? Bence mutsuzluğun en büyük sebeplerinden birisi taviz vermeme inadı. Gerektiği yerlerde kendi prensiplerimizden vazgeçmek, bulunduğumuz ortama uyum sağlamak zorundayız aksi halde türlü türlü fikrin olduğu bu dünyaya uyum sağlamakta zorlanacağız. Hal böyle olunca, sakın taviz verme nasihatları ne kadar mantıklı? Ödün veriyor olmanın bir ahlaksızlık gibi algılanmaması gerekiyor. Zaten yer yüzünde prensiplerinden ödün vermeyen çok az insan kaldı, insanlar sadece bu gerçeği kabul etmiyorlar. Hayatımızı kimin ne zaman koyduğu belli olmayan prensipler için dar bir kalıba sokmanın, ruhumuzu kasmanın ne anlamı var ki? Bu söylediklerimin biraz yanlış anlaşılmaya müsait olduğunun farkındayım. Taviz vermemek konusundaki ısrarcılığı eleştirirken kayıtsız şartsız taviz vermeye güzelleme yapıyor gibi görünmek istemem. Bazı konular vardır ki asla taviz verilmez. Yazının bu kısmına kadar fikirlerine pek katılmadığım Nihal Atsız’ın “Şerefin tavizi olmaz.” sözüne samimiyetle katıldığımı söylemem gerekiyor.1 Bir insanın kesinlikle ödün vermemesi gereken bir şey varsa o da şerefidir. Şeref, etik değerleri de içerisinde kapsayan, kişinin öz saygı duymasını ve dolayısıyla hayata tutunmasını sağlayan olgular bütünüdür. Ruh Adam’da Selim Pusat’ın halüsinasyonlarında en çok beliren arkadaşının isminin Şeref olması ve kahramanın karısından, çocuğundan bile vazgeçebilmesine rağmen Şeref’ten asla vazgeçmemesi, yazarın (ve benim) şeref, haysiyet gibi konulardaki fikirlerimizi yansıtıyor. Sonuç olarak, insan, prensip sahibi olacağım diye kendi ruhunu kasmamalı. Bu uzun vadede bizi mutsuzluğa ve başarısızlığa götürür. Bunu yaparken de “döneklik” sınırına dikkat etmeliyiz. Yani, kendimizi prensiplerin boğuculuğundan azade kılarken dönek sıfatı yememek için her ikisi arasındaki dengeyi iyi yakalamalıyız. Türkiye, uçlarda yaşamayı seven insanların ülkesidir ancak taviz vermek ve vermemek konusunda kesinlikle uç olmamalı, dengeli davranmalıyız. Kaynaklar 1. Atsız, Nihal. “Düşmana Taviz Verilmez”, Ötüken, Aralık, 1965. 2. Atsız, Nihal. “Ruh Adam”. İstanbul: Ötüken Neşriyat: 2012. MAKİNEDE BİR ÇARK “Gerçekten özgür müyüz?” sorusu insanoğlunun beynini belki de ilk evrimleştiğinden beri kurcalayan en özel sorulardan biridir. Soru aslında açık görünüyor ancak düşünmeye başlayınca içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Adam Fawer’in 2005 yılında yayınlanan Olasılıksız adlı kitabı atalarımızı adeta yüz kızartıcı suç işlemişlercesine utandıracak cinsten… Soru o kadar akıcı bir şekilde işlenmiş ki; kitaba ilk başta klişe gözüyle bakan ben bile elimden düşürmeden bir çırpıda okuyuverdim. Kaleme alanın Fawer olması elbette kendisiyle beraber muazzam bir kurguyu da getiriyor, hatta o kadar iyi bir kurgusu var ki mucizelere asla inanmayan insanları adeta fizik kurallarıyla ikna ediyor. Kitapta epilepsi tanısı konulan başkahramanın muazzam olasılık hesaplarıyla geleceği okuması konu edinilmiş ve tabii ki buna bağlı olarak gerçekleşen olaylar. Kitap yediden yetmişe herkeste farklı bir etki bırakabilir ve herkes kitapta aradığını bulabilir. Aksiyon mu istiyorsunuz? Olasılıksız’ı okuyun! Felsefe mi istiyorsunuz? Olasılıksız sizin kutsal kâseniz. Yoksa siz bilim sevenlerden misiniz? Çekinmeyin, başına elma düşen Newton kadar mutlu olacaksınız! Ve daha ne isterseniz isteyin. Kim ne arar ne bulur bilinmez ama kimse “beyni” boş dönmez bu kitaptan, orası kesin. Caine’in(başkahramanımız) tabağındaki ketçap lekesi kitabı okurken insanın gözünde o kadar gerçekçi canlanıyor ki, bir an ben de olayın devamındaki gibi camdan içeri araba dalacak gibi hissettim. Fawer’in başyapıtında satırlardan adrenalin ‘fışkırtan’ daha onlarca kısım vardı ancak benim ilgimi bunlardan daha fazla(şaşırtıcı bir biçimde) çeken şey sadece üç sayfada, basit bir yazı tura örneğiyle beynimde determinizmin derinlere doğru filizlenmesini sağlamasıydı! O bölümü on sekizinci yüzyılın efsanevi bilim insanı Laplace’ın sözleriyle bitirmişti Fawer: Bir an için doğanın tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek - ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek- aynı anda evrendeki en büyük varlıkları ve en küçük atomları da hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önündedir. Yıllar önce anneannem bana “İnsanoğlu rüzgârda bir parça yaprak gibidir. ” dediğinde, o minnacık düşünce dünyamla bile reddetmiştim. Özgür olmadığımız demekti bu, değil mi? Ve şimdi Adam Fawer, Olasılıksız adlı kitabında tam da anneannemin söylediğini okuyucusunun beynine vuruyor! Eminim kitabı daha çok felsefi veya bilimsel niyetle okuyan herkes(aslında kitabın felsefi tarafının polisiye olduğu için okuyan kişilerin de ilgisini çekeceği düşünülürse gerçek anlamda herkes) okurken veya okuduktan sonra internette arama motorlarını ısıtmıştır. Nitekim ben de yaptım ve “Laplace’ın Şeytanı” diye anılan bir teoriyle karşılaştım. Bir tanıtım yazısı gibi sıkıcı olmadan kısaca özetlemek gerekirse; Laplace az önceki sözlerinde de bahsettiği ‘canlı’ yı Şeytan –ondan yıllar sonra bazıları konuyu dini tartışmalara çekse de- olarak tanımlamış ve evreni bir makineye benzetmiş. “Evrenin şu anki hali geçmişinin sonucu geleceğinin ise nedenidir ” diyor Laplace. Kitapta zaman zaman kullanılan matematiksel ifadeler ve hatta grafikler o sayfaların tozunu kaldırırken insanı sanki bir Fermatmış* gibi hissettiriyor. Fawer, sadece mezar taşının üzerine bile konulsa yeterli olacak eserinde Laplace’ın görüşünü o kadar inandırıcı ve ikna edici bir dille savunmuş ki, 1927 de açıklanan ve ‘Determinizmin çöküşü’ olarak görülen Belirsizlik ilkesinden seksen küsur yıl sonra, belirsizlik ilkesinin bile nedenselliğe tâbi olduğunu konu alan konferanslar verilmesine şaşırmamalı. İşte ben buna başarı derim! Belki bazılarımıza rüzgârda uçan bir yaprak veya makinede bir çark olmak kabul edilemez gelebilir ama bence bahsedilen yapraktan daha dengesiz ve bazen de o çarktan daha monoton bir hayat süren insanoğlu için kabul edilemez diye bir kavram olmamalı, özellikle de Olasılıksız gibi ufuk açıcı eserler bizimle aynı evrende birer çark iken! *Fermat, olasılık teorisinin kurucusudur. Abdurrezzak EFE 21301883 Ali Suvarioğulları KENDİNİ BULMAK İnsanın dünyaya geliş amacının ne olduğunu düşünüyorsunuz? Gezmek, görmek, öğrenmek için mi buradayız? İbadet için mi buradayız? Yoksa belirli bir amaca hizmet etmeden, yalnızca olmak için mi varız? Aslında birçok cevabı var bu sorunun; kişinin yetiştiği çevreye, yaşayış tarzına ya da düşünce yapısına göre değişen. Bana göreyse dünyaya önce kendimizi tanımak, sonra toplumu güzel hâle getirmek için geldik, yani bir süre önce bunu düşünüyordum. Demek istediğim; evrenin mükemmelliği, insan vücudunun ölçülü güzelliği ve daha akıl sır erdiremediğimiz birçok özellik yaşadığımız yeri mükemmel yapıyor. Biz de buraya kendimizi keşfetmek, bu sayede başta kendimize ve sonra da topluma fayda sağlayarak evrene layık birer birey olmak için geldik. Uzun süre böyle düşündüm aslında, fakat sonra düşüncelerim değişti. Çünkü kafamda oluşan bir soru vardı: İnsan kendini bulduğundan ne kadar emin olabilir? İşte bana bunu düşündüren ilk kişi Paulo Coelho idi, Aldatmak’ı okuduğumdan beri yaradılış amacımıza dair sorularıma asla mükemmel bir cevap bulamıyorum. Aslında önceden çok rahat söyleyebiliyordum amacımızı, yukarıda da söylediğim gibi. Düşünceme göre; her insan önce kendiyle barışacak, kendini keşfedecek, mutluluğa erecek ve sonra bu mutluluğu topluma ve dünyaya faydalı olmakta kullanacaktı. Fakat bir yakın arkadaşımın başından geçenler ve bu kitabı okumamla beraber, bildiğim bir gerçeğin daha çok farkına vardım: aslında kendini bulduğunu sandığında da tam olarak bulamamış olabiliyor insan. Bu düşüncemi, o arkadaşımdan kısaca bahsederek açıklamak istiyorum. Bir cumartesi sabahına, onun evden kaçma haberiyle uyandık hepimiz. Ailesi, arkadaşları, hep beraber her yerde onu aradık. Yaklaşık bir hafta sonra, ailesini ve bizleri arayıp iyi olduğunu, bize sık sık fotoğraf göndereceğini söyledi. Bir yıl boyunca hepimizin telefonlarında dünyayı gezerken fotoğrafları birikti. Mutlu olduğunu ve sonunda hayattaki amacını gerçekleştirdiğini düşünüyorduk. Fakat bir yılın sonunda geri döndüğünde, bunun kendi olmadığını, içinde bir yerlerde daha fazlası olduğunu söyledi. Şu an yurt dışında pilotluk eğitimi alıyor. İşte Coelho’nun başkarakter üzerinden anlattığı, benim de gerçekten yakınımda olan birinden gözlemlediğim, insanın kararsızlığı kafamı karıştıran. Her şeye sahip olan ama kendini henüz keşfedememiş bir insan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın derinlerde keşfettiği kendinden memnun olmayabilir. Belki potansiyeli daha fazlayken bundan daha azıyla yetinir ve değil topluma kendine bile faydası olmaz. Hâl böyle olunca, en baştan beri savunduğum “dünyaya önce kendimizi bulmaya, sonra ona layık olmaya geldik” tezi çürüyor. Çünkü hepimiz insanız ve dışarıdan ne kadar doymuş görünürsek görünelim, tatmin olmayan ruhlara sahibiz. Kendimizi bulmak için girdiğimiz yoldan asla çıkamayabiliriz, hep daha fazlasını isteyip asla doymayabiliriz. Yahut bulduğumuz ilk yola kapılıp diğer yollara geri dönmek ve bakmak ihtiyacı duymayız ve yanlış bir yöne doğru sürüklenip gideriz. Kısacası aslında kendini aramak için çok uzun bir yolu aşmalı insan ve sonunu bulduğunu zannederken çıkmaz sokağa girebilir. Özetlemem gerekirse, bana bir süre önce neden dünyada olduğumuzu sorsaydınız vereceğim cevapla, bugünkü çok farklı. Bugün sorsanız susarım mesela, çünkü önceden verdiğim cevabın biraz hayali olduğunu fark ettim. O cevabı verirken insani özellikleri tam olarak düşünmemişim, normal bir olayı düşünmemiz bile çok detaylı bir süreçken, kendimizi keşfetmemizi hafife almışım. Aldatmak kitabından başka kim ne anlar bilmiyorum, ama benim gözümü açtığı için, bende önemli bir yeri olduğunu söyleyebilirim. Varlığa olan düşüncelerimi sorgulamamı sağladı ve bana insanın kendini bulmakta geç kalmaması, yanılmaması ve bu uğurda her yolu denemesi gerektiğini öğretti. Bu süreç belki sonuçlanır, belki sonuçlanmaz, belki de yanlış sonuçlanır. Bu süreç belki de insanın dünyaya gelmesindeki amaçla alakalı değil, ama yine de kendini keşfetmek için uğraşan insan, bunun bir başarı olduğunun farkında olmalı ve bu uğraşından vazgeçmemelidir. Kaynakça Coelho, Paulo. Aldatmak. İstanbul: Can Yayınları, 2014. Roman. Duygu Şekerci 21501169 İnsanların Tanrısı Aamir Khan her filminde olduğu gibi PK (Peekay) filminde de çok güzel bir noktaya değinmiş, insanların Din ve Tanrı algısı. İnsanların dine körü körüne inanması, dinle kandırılması ve farklı dinlerden olan insanların birbirlerine olan tutumları gibi aslında tüm dünyada geçerli olan sorunları nüfusu çok fazla olan Hindistan’daki din karmaşası üzerinden anlatmış. Yerdeki Yıldızlar , Üç Aptal , Fana filmlerinde olduğu gibi bu konuyu da çok güzel ve mizahi bir üslupla eleştirmiş. Aamir Khan bu filmde karşımıza uzaydan dünyayı keşfetmek için gelen bir yabancı rolünde çıkıyor. Gelir gelmez başına gelen şey hırsızlık. Geri dönmek için kullanacağı kumandayı çaldıran Khan cihazın peşine düşüyor. Ama bir sorun var dilimizi bilmiyor. Bu yüzden karşılaştığı sorunlar bence filmin en eğlenceli sahneleriydi. Müzikal gibi olan bu sahneler uzun Hint müziklerine rağmen hiç sıkmadı. Neyse dilimizi öğrendikten sonra cihazı aramaya başlıyor. Cihazı ararken “Tanrı bilir, tanrıya sor, tanrı yardımcın olsun.” gibi cevaplarla karşılaşması üzerine tanrıya ulaşmaya çalışıyor, her yerde karış karış tanrıyı arıyor ama kendini büyük bir karmaşanın içerisinde buluyor çünkü Hindistan dinle ilgili çok fazla düşünceyi içinde barındıran bir ülke. Buna çözüm olarak tüm tanrılardan yardım istemeye başlıyor. Bu süreçte insanların tanrıya olan inançları ve ibadet şekillerini çocuksu ama aynı zamanda zekice sorularla; garip, bizim de yaşadığımız ama hiç fark edemediğimiz ayrıntılarla sorguluyor. Bu ayrıntılar herkes gibi benim de gözden kaçırdığım şeyleri gösteriyor. Günümüzde dünyadaki birçok insan açlıkla boğuşurken, insanlar ibadet adı altında ya da adak olarak etrafa para saçıyor. İnanışlar ne kadar farklı olsa da insanlık her yerde aynı olmasına rağmen insanlar yoksullara yardım etmek yerine körü körüne bağlandıkları bu tüccar dindarlara para yediriyorlar. Bu sözde dindarlar insanların inançlarını kullanarak paraya para demiyorlar. Ne büyük bir ironi değil mi? Filmde PK da bu sahte adamlardan birine inanan onun dediği hiçbir şeyi sorgulamayan bir adamın kızıyla tanrıya ulaşmaya çalışırken karşılaşıyor. Jaggu aşık olduğu Pakistanlı genç tarafından düğün günü terk edildiğini sanan ama sadece algılarına yenik düşen bir kız. Her ne kadar insanları dinine göre yargılayan bir insan olmasa da yetiştiği çevrenin verdiği algı onu böyle bir düşünceye itiyor çünkü bu genç bir Müslüman ve Jaggu ‘nun ailesinin katı bir şekilde bağlı olduğu topluluk ve hatta sözde dindarımız buna karşı. Bu da farklı bir nokta, hatta en önemli nokta. İnsanlar kendi inanışlarından değilse karşısındaki kişinin de insan olduğunu unutacak hale gelebiliyor. Eğer biri inanışına ters bir şey söylese onu öldürecek insanlarla dolu etrafımız. Örneğin bazı Müslümanlar sırf karşısındakinin giyimi kendi inancına ters diye ona istediğini söyleyebilme hakkına sahip olduğunu sanıyor, karşısındakini düşüncesine saygı bile duymuyor. Hatta bazıları olay bile çıkarabiliyor. PK da zaten bu yüzden bu adı almadı mı zaten? PK’nın sorduğu sorular ,insanların inançlarına uymadığı için deli anlamına gelen bu adı alıyor. İşte bu inançsal karmaşanın içinde kaybolmuş PK ile bu toplumda kaybolmuş Jaggu bu durumdan memnun olmayan iki insan. PK kumandanın Jaggu’nun babasının bağlı olduğu adamda olduğunu görüyor ama kumandayı ondan alamıyor. Jaggu’nun bir telefon görüşmesi sonucu olayı çözüyor. Bundan sonra da Jaggu ile birlik olup bu adama karşı “yanlış numara” adı altında savaş açıyor ve iddiasını yalanlamaya çalışıyor. Bir televizyon programında sona eren bu savaş PK ‘nın galibiyetiyle sonuçlanıyor. “İki tanrı var: Biri hepimizi yaratan, diğeri insanların yarattığı.”Bence bu cümle tüm filmi özetliyor. Bu kadar geniş bir perspektife sahip bir film ancak böyle yansız ve tarafsız bir şekilde anlatılabilirdi. Aamir Khan bunu hiç kimsenin inancına hakaret etmeden başarmış ve yine tam on ikiden vurmuş çünkü bir film anca bu kadar mizahi ve düşündürücü olabilir ve anca bu kadar aşkı, dini ve sosyal hayatı ölçülü bir biçimde anlatabilir. DUYGULARISINIRLANDIRMAK Duygularvehissettiklerimiz…Nedirduygularımızındoğrutanımı?Bazen kıvranıp acılariçinde delirirken,bazendebudünyadan alıpgötürenohaz.Sadecebirkaçkelimeileanlatılabilecekve sonsuzakadarmucizeviliğiniyitirecek,öylesinesıradanherhangibirşeygibi.Amabudoğrudeğil, olamaz,olmamalıçünkü eğertanımlarsamduygularıbirkaçkelimeiçerisine,duygularınsonsuz kapsamınıgölgeleyipsınırlandırmazmıyım?Nekalıryüceliğindengeriye? Olağanüstü Bir Geceyi okurken ana karakterleneredeyse aynı şeyleri yaşadığımıdüşündüm. Hayatımboyuncaherzamanduygularımı içdünyamabastırdım.Çünküduygularımkontrol edemeyeceğimkadarkarmaşıkvedüzensiz. Vedekontroledemediğim içinduygularınbenizayıf kılacağınıdüşündüm.Duygularımıkontrol edemedikten sonrakendiminasılkontrol edebilirdim? Duygularımınasılkontroledebileceğimidüşündümuzunbirzaman.Psikanaliz,psikoloji,kişisel gelişim,felsefekitaplarınıolabildiğinceokumayaçalıştım. Bubüyüksorunu çözmeliydimkiher durumaveherkesekarşıdahagüçlüolabileyim.Öyledeyaptımzaten,doğru tarifibulmuştum. Bunu karanlıktankorkmakgibidüşündüm.Neden karanlıktan korkarız?Çünkükaranlığınardındakini bilmediğimizden,onaistediğimiz kılıfıuydurabiliriz; canavarlar,zombiler,vampirler,çirkinverahatsız edici şeyler. Ancakışığı açtığımızdatümo rahatsızlıktan kurtulabiliriz.İştebu…Basitvesıradan amaetkilibirçözüm. Bendetümışıklarıaçıp,tüm rahatsızduygularımdankurtulacaktım. Işığı açmanın yoludaduygularımıtanımlamak,sonrakorkacakve maneviolarakzayıflatacakherhangibirdurum olamayacak,geleceği,insanlarıdahakeskingözlerle, duygularımı katmadankararlarverebilecektim. Işıkları açtım,sonrabüyükbirduvarördüm duygularımvedüşüncelerimarasına.Kurtulmuştum, şimdidahagüçlüydümvedehedeflerime ulaşabilirdim.Metodumçokbasitti.Örnekolarakbir duyguyugözönünealalım.Özlem:Alışkanlığın oluşturduğugüvenineksikliğinihissetmevestres hormonukortizonunoluşturduğubirçeşitstres durumu.Sorunu tanımlardımvesorunortadan kalkardı,artıközlemduymazdımvedahagüçlü https://fisforfeisty.wordpress.com/tag/pain/ hissederdim.Birkaçyılböylesürdürdüm,mükemmeldi. Sonra,önce oduvarçatlamayabaşladı,küçük sancılarlabirliktefarkettimvesonundaoduvarüstümeyıkıldı,büyükbirduyguboşalmasıyaşadım hiçbirnedenyokken.Nekadarsürdüğünühatırlamıyorumama osüreboyuncadurmadan ağladım. Doğrusunusöylemekgerekirse,herzamanduygularasahiptim,öylegözükmekistemesemdeyalnızca cesaretedememiştim,kendimiboğmuşveiçimegömmüştüm;fakatoduyguboşalmasındansonra, yeniden tümdamarlarımdan aynıandaüzüntü,korku,dehşetvesevgiyi tamolarakhissedebildim. Rahmimiyırtıp,yenidendoğmakgibihissetmeyebaşladım, kendimi .Yineveyenidenbüyükbirdüşünmesafhasınagirdim.“Girdim”diyorumçünküşu andadahi çözümlenmesigerekenkonularvar.Doğruyayadahakikateulaşmakiçinamaduygularımı saklamadan,benibenolarakkabul ederekdevam edeceğim,eminolduğum tekkısımbu. Tamolarak aynı şeyleriyaşadımdiyebilirimkitaplailgiliamabenimöykümdahabitmedi. Öncekendimi bulmalıyım. Kitabınsonsatırlarındadediğigibi“Birkezkendinibulmuşolan kişininbuyeryüzünde yitirecekbirşeyiyokturartık. Vebirkezkendi içindekiinsanı anlamışolanbütün insanlarıanlar.” Duygularımıbastırmamalıyımyadaduygularımayenilmemeliyim,sadeceduygularımındabenim parçaolduğu kabuletmeliyim. Aslındaetrafımabaktığımdainsanlarınıngenelininbu çıkmazdakaldığınıgörüyorum. Robotikleşiyoruz,hedeflerimizvekazançlarımızbizesahipoluyor.Nekadarinkâretsekde duygularımızdan korkuyoruz,aslında sadeceduygularımızdandeğil aynızamandayaşamaktanda korkuyoruz.Yavaşyavaşsindiriliyoruz. Sonuçolarakduygusal cinnetler,ataklar,krizlergeçiriyoruz. Toplumsal tükenmişliğesürükleniyoruz,görevlerimizvesorumluluklarımızduygularımızıgölgeliyor. Sonra o karanlıktaboğuluyoruz. İştetamolarakbuyüzden,insanoğlunundünyaüzerindeyaptığı tüm kötülükleribunabağlıyorum. Çünküsevgiyi,merhametiveüzüntühissetmeyeninsan iyilikve kötülüğünneolduğunu algılayamayız.Yenidenhissetmeliyiz,parmaklarımızın arasındangeçensoğuk rüzgârı,gökyüzününmaviolduğunu,yağmurun toprağadokunuşunu,kuşların ağaçlardakidansını; yaşadığımızıyenidenhissedebilmekiçin… SAİTAKTÜRK 21501734 Gülce Çolakoğlu Öğrendiklerim Sene içerisinde belli günlerde durur ve düşünürüm. Acaba bir sene sonra bugün nerede, ne yapıyor olacağım diye. Bunu ilk defa düşündüğümde sınav senemdeydim. Çok merak ediyordum. Evet, şu an sene sonu için bir hedef uğruna çalışıyorum. Peki, sonucu nasıl olacak? Aslında hayatın içinde bir hileydi bu, kestirmeden cevaba ulaşmak istiyordum. Eğer ertesi sene nerede olacağımı görebilsem, kaldığım yerden devam edecektim. Ne var ki kaçırdığım bir şey vardı. Bir sene sonra nerede olacağım belli değildi. Ben bu noktayı nasıl atlamıştım? O kadar sabırsız biriydim ki, elde etmeye çalıştığım şeylerin sonuçlanmış şekillerini hemen görmek istiyordum; daha yolun başındayken, yolunu sonunu ulaşmak istiyordum. Dikkat ederseniz geçmiş zaman kipi kullandım buraya kadar çünkü ne mutlu ki, bu düşüncelerim değişti. Sene içerisinde öğrendim ki; ne bir şeylerin sonucunu önceden öğrenmenin bir imkânı ve anlamı var, ne de yolun sonuna ulaştığımızda elde ettiğimiz sonuçtan pişmanlık duymanın bir faydası. İçinizde, eski ben gibi düşünenleriniz var ise hemen kendi deneyimlerimi paylaşmak isterim. Öncelikle, John Lennon'un bir sözünü sizlere sunayım. "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir." Gerçekten de ne kadar hayatı özetleyen bir söz. Bu sözü ilk defa duyanlarınızın kafasını onaylayarak salladığını görür gibiyim. Biz hayatın içerisinde her zaman planlar yapar ve bu planların eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesini bekleriz. Ne var ki beklediğimiz her şey gerçekleşmez. Bir bakarız ki, olmasını istediğimiz noktadan çok uzaktayız. Kendimden küçük bir örnek vermek gerekirse, senenin başında psikoloji aşkıyla hedefim Boğaziçi Üniversitesi'ni kazanmaktı. Herhangi yedek bir tercihim de yoktu, olmama durumunda değerlendirebileceğim. Kendimi o kadar şartlandırmıştım ki, aklımın ucundan dahi geçirmiyordum olumsuz bir durumla karşılaşmayı. Gelin görün ki, şu an Bilkent Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi’nde okuyorum. Yaptığım planlar, düşlediğim hayaller gerçek olmadı. Oysa ne kadar da çok istemiştim, gerçek olmasını. Uzun bir süre bu sonucu kabullenemedim. Sürekli kendimi suçladım, kendimde hatalar bulmaya çalıştım ve bunların hepsi beni keşke bataklığına sürükledi. Bir de baktım ki, düşüncelerimin hemen hepsi geçmişe yönelik. Beni şimdiki zamandan alıp, geçmişe tutsak etmiş. Tam bir sene boyunca günlerimi pişmanlık duygusu ile birlikte geçirdim. Geçmişe gidip, böyle olsaydı şu an bunu yapıyor olurdum. Keşke burada bunu yapsaydım. Keşke böyle davranmasaydım. Keşke böyle düşünmeseydim. Ne kadar da yorucu geliyor kulağa değil mi? Peki, sonra ne oldu da her şey değişti? Ben zaten bu düşünce sistemimin yanlış olduğunun farkındaydım. Tek sorun bunu kendimde uygulayamıyordum, zamana ihtiyacım vardı. Zaman geçtikçe, kendime verdiğim zararı, kendimi boş yere üzmemin hiçbir getirisi olmadığını gerçekten idrak ettim. Sınav bitmiş, tercihler açıklanmış, hayat bana başka bir yol sunmuştu. Ne zamanı geri getirebiliyordum ne de bir şeyleri değiştirmek üzere şansa sahiptim. Benim şu anda yaşamam gerekiyordu. Geçmiş geçmişte kalmıştı. Şimdi dönüp bakıyorum da geçirdiğim bu olumsuz dönem bana çok şey kattı. Hayata başka bir pencereden bakıyorum artık. Şimdiki zamanın, boşa harcanmayacak kadar değerli olduğunun farkındayım. Yaşadığım her deneyim için, iyi veya kötü, teşekkür etmeyi öğrendim. Sabırlı olabilmeyi öğrendim. Ve belki de en önemlisi, hayatın içinde ulaşmak istediğimiz hedeflerin son noktası için değil, o noktaya ulaşana kadar geçirdiğimiz yol üzerinde olumlu veya olumsuzu deneyimlemenin yaşamak olduğunu öğrendim. Bu benim deneyimlemem gereken bir yoldu. Beni büyüten, olgunlaştıran, şu an bunları yazmamı sağlayan bir yoldu. Dönüp geriye baktığımda yaşadıklarım için sadece gülümsüyorum. Bu da olabilecek en güzel şey sanırım… 1 Abdullah Burak YILDIZ 21301958 Türkçe 102-03 Ali Turan Görgü 09.07.2015 İTİRAZIM VAR HAKİM BEY! “Yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim...” Franz Kafka böyle yazmıştı Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri adlı kitabının arkasına. İlk okuduğumda pek bir anlam ifade etmemişti bu söz benim için. Ancak aynı yazarın Dava adlı romanını okuyunca bu söz tekrar aklıma geldi ve zihnimde hak ettiği yere kavuştu. Gerçekten de neydi yasa denen şey? Biz, insanları, huzur ve güvende tutması için yine bizim tarafımızdan yapılmış modern bir koruma yöntemi miydi? Yoksa hepimizi bir korku imparatorluğuna hapseden, ne olduğunu anlamadığımız ve anlayanların insafına kaldığımız bir korkutma yöntemi miydi? Hukuk mezunu olan Franz Kafka için ikinci seçenek geçerliydi büyük ihtimalle. Dava adlı romanda da bu karanlık ve korku dolu dünyayı çok açık bir şekilde görebiliyoruz. İnsan bilmediğinden korkar. Mesela ölüm gibi. Çünkü hakkında hiçbir bilgimiz veya tecrübemiz yoktur. Josef K. karakteri de neyle suçlandığını bilmediği bir suçlamanın karşısında büyük bir korku duymaktadır. İçinde bulunduğu dünya öylesine karanlık ve bilinmezliklerle doludur ki karakterin korkmaması mümkün değildir. Ne ile suçlandığını bilmemek aynı zamanda ne ceza alacağını ya da nasıl bir savunma yapacağını da bilmemektir. Yani tamamıyla savunmasız kalmaktır. Bir bakıma kör olmak gibidir. Nasıl ki ilk defa kör olan biri dış dünyadaki tehlikeleri anlayamaz ve bu tehlikelere karşı kendini koruyamazsa Josef K. karakteri de karanlıklar içinde kalmıştır. Bizlerin karanlıktan korkmasının da sebebi budur. Savunmasız kalmamız, ne ile suçlandığımızı bilmemek ve ne ile karşılaşacağımızı bilemememiz... 2 Yasalar, insanların huzur içerisinde yaşamasını sağlayan ve toplumun ve devletin temeli olan kurallar bütünüdür. Ya da olması gereken budur. Peki bu yasalar kimler tarafından yapılmaktadır. Yasa koyucu ve uygulayanlar karşısında bizlerin içerisinde bulunduğu durum fazlasıyla savunmasız değil midir? Eğer bu gücü elinde bulunduranlar yozlaşırsa halkın kendini savunması mümkün müdür? Sebebini bilmediğimiz şeylerden ötürü suçlanmamız ve kendimizi savunamadan yargılanmamız gayet mümkündür. Üstüne üstlük bunun sonucunda bir adaletsizlik olduğunu belirtmek de oldukça zor olacaktır. Çünkü biz, insanların bir araya gelerek yapmış olduğu yasalar tarafından yargılanmaktayızdır. Biz bilmesek de yasalar, zarar vermediği diğer insanların gözünde doğru, hatta kutsaldır. Yani suçsuzluğumuzu bir başkasına inandırmamız da bir o kadar zordur. Dava adlı romanda da gerçekleşen olay aynen bu şekildedir. O çok güvenilen yasalar bir gün karakterimizin aleyhinde işlediğinde gerçekten ortaya bir korku imparatorluğu çıkmaktadır. Yasaların ne olduğunu, üstüne üstlük ne ile suçlandığını bilmediğinden dolayı bir avukata ihtiyaç duymuştur karakterimiz. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkmıştır: Sonucu idam dahi olabilecek böyle önemli bir davada avukata güvenebilir miyiz? Avukatın yasaları biliyor olması bizi gerçekten koruyacağı anlamına gelir mi? İşte romanda bu güvensizlik ve belirsizlikten kaynaklanan korkuyu büyük oranda hissediyoruz. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Bizi koruduğunu düşündüğümüz yasalar bir gün aleyhimizde kullanıldığında kendimizi savunabilecek düzeyde miyiz? Yoksa bizim yerimize bizi savunacak birine her zaman ihtiyaç mı duyacağız? Halbuki sözde bizi koruması gereken bu yasaların bizler tarafından rahatça anlaşılabilmesi gerekirdi. Fakat maalesef, adli bir mevzunun içerisinde kaldığımızda sanki kör olmuş ve karanlıkta kalmış gibi bir duruma düşmekteyiz. Kendi hayatımızla ilgili böylesine önemli bir olayda araya bir aracının girmesi ve bizi savunması oldukça tehlikelidir. Bundan dolayı büyüklerimiz “Allah kimseyi adliyeye ve hastaneye düşürmesin, onlarsız da bırakmasın.” derler. 3 Franz Kafka’nın metnin başında geçen sözünü, tüm bu açılardan ve Dava adlı romanından yola çıkarak tekrar incelendiğimizde gerçekten de ona hak vermemem ve bizi yargılayan bütün hakimlere itiraz etmemem mümkün değildir. Ancak yasasız bir toplumda benim zihnimde yer bulamamaktadır. Önemli olan basit ve herkesin anlayabileceği yasalara ve yozlaşmamış bir topluma sahip olabilmektir. Buse İlayda Öz KANLA KAPLI SÜSLÜ ETİKETLER "Annemin kızıyım ". Daha küçücükken oynadığım oyun arasında kolumdan tutup çeken ağır kokulu kadınlara alelacele verdiğim bu cevap, o yıllardan sonra belki de hiçbir zaman o kadar kolay gelmedi bana. Kitaplarım kaybolmasın diye üzerlerine teker teker yapıştırdığım etiketlerden olmuş olmalı ki, kaybolmaktan korkup etiketlerle doldurdum bedenimi. Şimdi o süslü etiketlerin arasından nefes almaya çalışarak soruyorum kendime: Kimim ben? Yıllar geçtikçe öğreniyor derler insan. Ben çok şey öğrendim. Önce okuldaki futbol maçlarında bizim sınıfta olmayanları şişko patates ilan etmeyi öğrendim. Sonra sınıflar değişti, bazı sınıfları aptal, bazılarını ise inek ilan etmeyi öğrendim. Hayat Bilgisi ikiye ayrıldı, birini kolay, birini sıkıcı ilan etmeyi öğrendim. Liseye geçtim, renkli gömlek giyenleri havalı, okul pantolonu giyenleri zevksiz ilan etmeyi öğrendim. Mesleğini seç dediler, önce hedef dediğimiz şeyin büyüğü, küçüğü olduğunu öğrendim; sonra büyük hedefleri olanları hayalperest, küçük hedefleri olanları kolaycı ilan etmeyi öğrendim. Ayırmayı, sınıflandırmayı öğrendim. Her şeyi küçük kutulara koyup kaldırmayı öğrendim. Sonra o küçük kutulara sığdıramadım bedenimi, kendimi parçalara bölüp saklamayı öğrendim. Artık anlıyorum ki o küçücük parçalar arasından bir tanesine göre yaşamayı seçiyor herkes. Birini tanımaya bile vakit ayıramayacak kadar meşgul olan insanoğlu için tek bir isim, süslü bir vitrin yetiyor hayatını devam ettirmeye. Bir isme göre yargılanıyor, ona göre giyiniyor, ona uygun konuşuyor, onun beklentilerini yerine getirmek için yaşıyor. Hayatını bir tiyatro tiplemesi olarak geçirip yok oluyor dünyadan. Bu devasa tiyatro oyununda kimi anne olmayı seçiyor, kimi işkolik olmayı, kimi âşık, kimi düzenli, kimi sakin, kimi ise vurdumduymaz... Sonunda iyi karakterler ödüllendirilirken kötü karakterler de cezalandırılıyor. Kimilerinin etiketi ise doğmadan önce seçiliyor onun fikri bile alınmadan. İşte bu yüzden bazı çocuklar şanslı, bazıları ise ölü doğuyor. Şimdilerde bir kart oyununda elimdekiler arasındaki işe yarar kartı aramak gibi üzerimdeki işe yarar etiketi aramakla geçiyor günlerim. Darmadağın bedenimden istenilen parçayı buluyor, geri kalanını fırlatıp atıyorum düşünmeden. Seçimler yapıyor bu seçimler uğruna acımasızca, defalarca yargılanıyorum. Parçalanmakla kalmıyor bedenim, savruluyor, saçılıyor dört bir yana. Ben ise yok oluyor, yok oldukça seçilmiş varlığımda boğuluyorum. Bu seçilmiş varlıklar savaşının bitmek bilmeyen yarış ve kazanma zorunluluğu arasında benliğini kaybetmiş bir kazanan olmaya çalışıyorum. Sahi, kazanmak nedir peki? "En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün " diyor eski bir radyo programındaki ses. " Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda, "ne oldu be, şimdi ne olacak?" diyorsan kaybedensin sen. Kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin. " Peki, sen hiç düşündün mü, kazanmak uğruna yıllarını verdiğin savaşın sonunda ne hissedeceğini? Bir Antonius olmak daha önce hiç korkutmuş muydu seni? Ya da sonunda galibiyetine sevinecek bir sen kalmadığında da önemli olacak mı kazanan olmak? Bugün birkaç dakikalığına dünyada hiçbir etiketin olmadığını düşledim. Renkli kalemlerle bölünüp parçalanan topraklar uğruna simsiyah savaşlar verilmediğini, kimsenin dini, dili, ırkı, cinsiyeti ile yargılanıp, o yargılara göre cezalandırılmadığını; her insanın eşit, her canlının özgür olduğunu düşledim. Ve "Keşke !" dedim, " İnsanların küçük kutular yerine kocaman kalplerde barınabileceği bir yer olsaydı dünya.". Sonra da kendime fazla hayalperest biri olamayacağımı hatırlatıp geri döndüm o küçük, süslü etiketlerle kaplı kutuma. HAYAT İÇİN SANAT Geçtiğimiz günlerde Bilkent Üniversitesi’nde çoğunlukla haftalık periyotlarla düzenlenen senfoni orkestrasında bulundum. Burada yaşadığım geçmiş tecrübelerim, daha konser başlamadan, tatlı bir mutluluğa vesile oluvermişti benim için. Birçoklarımız her nasılsa zamanında Türk kültürüne uzak bulmuşsak da, senfoni orkestraları insana ender rastlanabilecek bir deneyimin kapılarını açar. Bunu tatmamışların böyle düşünmesi olağan olsa gerek… Salona girildiğinde o tatlı atmosfer, insanların kibarca konuşmalarından, nezih tavırlarından ele verir hemen, saklayamaz kendini. Anlarsınız ki birazdan size yaşam enerjisi pompalayacak bir etkinlik patlak verecek. Sizin için sanatın ne demek olduğunu, sanatın neden ruhun gıdası olduğunu ve sanatsız hayatın nelere mal olabileceğini dört başlık altında sunmak isterim… Sanat Derinlerde Bir Bileşenimizin Mutlak Eşidir İşin içine evrimi de katar, Carl Jung’un psikanaliz teorisine şöyle bir göz atarsak aslında ruhumuza işleyen her bestenin bir zamanlar atalarımızın varlığıyla özdeşleştirdiği seslerin birer yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki bu bizleri müziğin neden bu kadar derinden etkilediğini de açıklar. Diğer bir değişle, bizi mutlu etmiş, düşünebileceğimiz her şey, bir dahaki rastlaşışımızda istemsiz bir gülümsemeye yol açar: Eski bir dost, acımızı dindiren bir doktor mesela… İşte bu tekerrürler, müziğin içimizde uyandırdığı yaşam sevincinin bariz nedenleridir ya da kanıtlarıdır diyelim… Peki, nedir bu tetikleyişin getirileri, “Dinleyeceğiz, canlanacağız da ne olacak?”. Mutluluk düzeyinin insanlar üzerinde üretkenlik, yaratıcılık ve işlevsellik anlamında etkilerini analiz eden araştırmalarla kafanızı karıştırmaktansa, zihninizde bir tetiklemeye yol açmayı tercih ederim. En mutlu anınızı düşünün: baba oldunuz, kızınız üniversiteden mezun oldu, hayatınızın işine kabul edildiniz. Şunu hissetmemiş misinizdir; bir dünya dertle boğuşmanız gerekse bir Spartalı gibi hepsine göğüs gerebilecek güçtesinizdir… Konuyu hayatımdan bir örnek vererek sonlandırmak isterim. Yalnız geçirilen bir günün ardından, ufak bir sorumluluğu yerine getirmek dahi saatlerimi alır bir üniversite öğrencisi olarak; ancak sevdiğim bir yakınımla, bir dostumla geçirilen ufak bir zaman diliminden sonra, hızıma erişmenin güçlüğü, her zaman bahsi geçen durumu düşündürür bana. Sanat Sevgidir Senfoni orkestralarına ters düşmekle eleştirilen kendi kültürümüzden örnekler verelim bu alt başlık için. Çoğumuz için angarya olarak görülse de o ana kadar görmediğimiz ve o andan sonra da görmeyeceğimiz bir uzak akrabamızın, tanıdığımızın düğünde buluyoruz kendimizi… Burada geçireceğimiz birkaç saatimizin, ömrümüzün boşa harcananlar koleksiyonuna ekleneceği fikri bizi demoralize ediyor olsa da, hafiften işitmeye başladığımız müzik bir şeyleri kıpırdaştırmaya başlıyor içimizde. Dans eden insanları bir süre daha izledikten sonra, “ne işim var aralarında” dediğimiz insanlar birden yakın gözükmeye başlıyor bizlere. Gerisi malum, lafı uzatmadan son sözü söyleyelim; müzik birleştiricidir, sevmeyi hatırlatır ve sevilebilmek için başlı başına bir nedendir… Sanat Keyiftir, Yol Arkadaşıdır, Sırdaştır Sıhhatini sağlayacağı bir hastası olmayan diş doktorunun yabancı bir pop müzik şarkısı açıp minik hareketlerle dans etmesine, en azından filmlerde, bitmek bilmeyen yollarda bağıra çağıra şarkı söyleyen çiftlere, sevgilisinden ayrılmış bir gencin dertlerini gözyaşlarıyla anlatabileceği tek dert arkadaşının müzik olmasına rast gelmişsinizdir, bunlar yabancı gelmiyor olsa gerek sizlere… Evet, hepimizin farklı farklı, zaman zaman sıra dışı hayatları var; fakat şu bariz değil midir; sanat hayatımızın tamamlayıcısıdır, bahsettiğim her bir hayat sanat olmadan eksiktir, en iyi arkadaşını, yol arkadaşını hatta sırdaşını yitirmiştir, zamanı çaresizlik içinde geçirecektir belki de… Sanat Eğlencedir Tartışmakta olduğunuz bir dostunuza öfkenizi püskürtmekle meşgul olduğunuz bir zamanda, tesadüf bu ya işte, arka fonda ikinizin de komik bulduğu bir müzik işittiniz. Zorla kendinizi tutmaya çalışırken sizce önce hanginiz kahkahayı basıverirdi?.. Bu ekstrem örneğe bir de araştırma eklemek isterim. Alışveriş merkezlerinde neden daima arka fonda bir müzik çaldığını mutlaka okumuşsunuzdur… Araştırmalara göre; müzik çalınan AVM’lerde müşterilerin %63’ü daha fazla vakit ve para harcadığını söylüyor, peki onlara daha fazla paraya ve vakte mal olan, eğleniyor olmanın buna değiyor olması olamaz mı? Ne kadar ciddi ve disiplinli olsa da, eğlencenin her insan evladı için vazgeçilmez olduğunu tartışmaya dahi açmadan, sanatın, eğlenmenin en kolay yolunun, cep doluluğundan(!) çok daha fazlasını getiriyor olduğunu bu örnekle anlatabilmişimdir umarım sizlere… Görünen o ki sanatsız hayat çekilmez, sanatsız insan boşluktadır. Bizi biz yapan şeylerden birinin sanat(ses) olduğunu, annesinin kalp ritimlerini kaydeden anne karnındaki bir bebekten dinleyebiliyor olsaydık keşke… Sanatla, sağlıcakla kalın… Fatıma Aynur Silpağar 21400735 HAYAT DEĞİŞTİREN ŞEYLER Geceleri yatarken veya güne başlarken hep o gün içinde neler yaşadığımızı veya neler yapacağımızı düşünürüz. Hep küçük düşünür o günle kısıtlarız kendimizi. Hiçbir sabah kalkıp aynaya bakarken, o aynada 15 yıl sonra ne görmek istediğimi düşünmem. Nasıl biri olmak istediğimi, nerde çalıştığımı, belki evliliğimi hayal etmem. Bunun sebebi galiba geleceğin bize neler getireceğini bilmediğimizdendir. Ne kadar mükemmel bir plan yaparsak yapalım her şey tıkırında gidecek dersek diyelim, Murphy yasasıdır ya bu “hiçbir şey planlandığı gibi gitmez.” Mutlaka plan bozulur. Önünüze bir engel ya da daha öncesinde düşünemediğiniz yeni bir yol çıkabilir. Yaşarken hep o kısa günü düşündüğümüz için engel gibi gözüken bir şey aslında yeni bir kapı olabilir. “Bir İkea dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu” nu bitirdiğim anda aklımda yukarıda yazanlar belirdi ve bitirdiğim gibi yukarıdaki giriş cümlelerini yazdım. Sonrasında ise o kâğıdı alıp, kitabın arasına koydum ve valizimi alıp yola çıktım. Aslında bu kitabı okuma zamanım ve sonrasında yolculuğa çıkmam son derece tesadüfi oldu. Okuldaki büyük kulüplerinden birinde aktif üyeyim ve İstanbul’a sponsorluk bulmak için çıkartmamız vardı. Otobüsümüzün saati gece 3’teydi. Ne kadar uyumaya çalışsam da bir türlü uyuyamadım en sonunda bari biraz kitap okuyayım dedim ve elimi okumak için aldığım fakat zaman bulamadığım için okuyamadığım kitap yığınına atıp aradan bu kitabı seçtim. Koltuğa gömüldüm ve okumaya başladım. Siz düşünün artık kitabın ne kadar okuyucuyu sardığını. Zaten kitabı okurken zaman- mekân ikilisinden sıyrılıp karakterle birlikte yolculuk etmeye başlıyorsunuz. Onun gerildiği yerlerde siz de panik olup, aşkı bulduğu yerde siz de aynı hisleri yaşıyorsunuz. Zaten adından da belli olduğu gibi kitap, sürekli hareket halinde. Şans eseri neredeyse tüm dünyanın çevresini dolaşıyor hikâyenin kahramanı olan Hint fakiri. Ve bu yolculuk geri alınamaz bir şekilde değiştiriyor kahramanımızı. Yeni insanlar giriyor hayatına tüm yol boyunca. Kamyonun arkasında oturan Wiraj ve arkadaşlarından hayatın acımasız bir yüzünü, bavulunda sakladığı ünlüden cömertliği ve İkea mağazasındaki kadından aşkı öğreniyor. Tabii ki bunların hepsi çıktığı yolculuk sayesinde oluyor. Zaten şöyle bir düşünürsek bir insanı hayatında neler değiştirir diye hemen hemen herkesin listesinin başında yolculuklar gelir. Sonrasında yeni insanlar tanımak, veda etmek, yardımın çift taraflı çalışması geliyor benim aklıma. Listemi anlatmaya sondan başlayayım ki, en güzelini sona saklayayım. Yardımın çift taraflı çalışması derken hem alan insanın hem de veren insanın hayatını değiştirdiğini kastediyorum. Alan insanın hayatına yeni olasılıklar katarak, hayat koşullarını yükseltir. Bu hem maddi hem de manevi olarak. Maddi olan zaten gayet açık, manevi olan ise duygusal manada destek olmak olabilir. Veren insanın ise kendini iyi hissetmesini sağlamanın yanı sıra hayata daha farklı bakmasını sağlar. Çünkü yardım ederken hayatın başka bir yüzü ile karşılaşıp yeni yeni hikâyeler edinir. Veda etmek her ne kadar yeni bir başlangıç, hayat değiştiren bir şey gibi gözükmese de aslında öyledir. Bazı şeylerin bittiğini, bir daha yaşanmayacağını hissettirir insanlara vedalar. Şahsen ben nefret ederim veda etmekten. Çünkü insanlarla arama kesin ayırıcı bir nokta koymak gibi gelir veda etmek ve kimseden ayrılmak istemem, veda etmektense aradaki bağın zayıflayıp kendisinin kopmasını isterim. Böylesi daha doğal hissettiriyor. Zaten hikâyede de olaylar gerçekleşirken kahramanımız hiç veda etmeye zaman bulamıyor zaten gerekte yok. En görüşme imkânı düşük kişi bile ilerleyen sayfalarda çıkıyor karşısına yeniden. Yeni insanlar tanımak aslında yolculukların içinde olabilecek bir başlık ve o yüzden onları birlikte yazacağım. Mantık olarak yolculuğa çıktığınızda yeni insanlarla tanışırsınız ve onlarda size hayatın başka yönlerini, kendi bildikleri yönlerini gösterirler. Böylece kafanızdaki at gözlüğünün sınırları biraz daha açılır. Hikâyede kahramanımız kamyon arkasında ki insanlarla konuştuğunda olan budur. Kendi dünyasını kötü sanırken, başka insanların kendisinden daha zor bir hayat yaşadığını anlar ve hayatında yaptığı bazı şeylerin- köyündekilere yalan söyleyip, onların iyi niyetlerini suiistimal etmesi gibi- hoş olmadığını fark eder. Sadece bu da değil, attığı her adım zaten hikâyenin yönünü değiştirdi bu da yetmezmiş gibi, attığı her adım karakterin de hayatında büyük değişimlere yol açtı. Ben de eminim ki şimdilik gittiğim bu İstanbul gezisi pek önemli bir şey gibi gözükmese de, ileride bana önemli şeyler kattığını fark ederim. ÇOCUK  HIRSIZLARI  TEMİZLENSİN     Doğar,  ailesinin  göz  bebeğidir,  yürümeye  başlar,  oynar,  sevilir,  ilk  dişleri  çıkar,  sağlak       mı  solak  mı  olduğunu  keşfeder,  belki  bisiklete  biner,  karnı  ağrıyıncaya  kadar  şeker  yer,       ağaca  çıkar  ,  su  savaşı  yapar,  eve  gizlice  hayvan  sokmaya  çalışır,  saat  dokuz  olmasına       rağmen  uyumamak  için  direnir,  binbir  türlü  anne  azarına  rağmen  yılmadan  tam  gaz       yaşar  çocukluğunu  .    Çocuklar  ne  yapar  diye  sorulunca  hepimizin  aklına  bunlar  geliyor       değil  mi?    Ama  bence  bu  cevabın  asıl  sorusu  :  “Çocuklar  ne  yapmalı?  “  olmalı.  Peki       size  9  yaşındaki  bir  çocuğun,  küçük,  bir  odada  yıllarca  dışarıdan  gelen  savaş  sesleri       içinde  sadece  anne  ve  ağabeyiyle  korku  içinde  yaşadığını  ve  tüm  bu  zor  zamanlarında       babasını  da  kaybettiğini  söylesem.  Tüm  bu  yaşadığı  zorlukların  da  aptal  bir  savaş       yüzünden  olduğunu  dile  getirsem  içiniz  acımaz  mı?  Bazılarının  acımıyor  işte.  Savaşı       çıkaran  da  savaşta  yer  alanda  amacı  veya  nedeni  her  ne  olursa  olsun  hırsızdır  bana  göre.       Hem  de  en  tehlikelisinden:  çocuk  hırsızıdır  bunlar.         Bence  savaşta  kazanan  olmaz.  Savaşa  girmemesine  rağmen  her  şeyeni  yitiren,  kaybeden       tek  varlık  çocuklar  olur.  Bu  düşüncemi  Ivana  Bodrozoc’in  yazdığı  “Hiçbir  Yer  Oteli”  isimli       kitapla    daha  da  pekiştirmiş  oldum.  Tüm  olayları  küçük  bir  kızın  gözünden  gördükçe       içim  burkuldu.    Sonra  düşünmeye  başladım  eee  savaş  bitti  sonra  ne  olucak  diye.    Çalınan       çocukluk  anılarını  kim  tattıracak  bu  savaş  mağdurlarına?  Bir  daha  kimsenin  çocukluğu       çalınmasın  diye  çocuk  hırsızlarını  yeryüzünden  ebediyen  silip  süpürmenin  tek  çare       olacağına  karar  verdim.    Kitabın  sayfalarını  çevirdikçe  kendimi  9  yaşindaki  kızın  yerine       koydum.  Yazarın  etkileyici  anlatımı  sayesinde,  bu  kızı  doğduğu  zamana  geri  götürüp       yeniden  hayata  çocuk  gibi  başlatmak  istedim.  Değer  mi  bu  kadar  acıya  diye  düşünüp       durdum.  Aklımı  erdiremediğim  hırsızlar  neden  savaşa  bu  kadar  meraklı  sorusunu  tekrar       tekrar  sordum  kendime.  Açgözlülük,  hırs,  kıskançlık  ,  kişisel  çıkarlar  ve  yenme  duygusu       gibi  çirkin  duygular  yüzünden  istediği  şeye  önüne  bakmadan  ulaşmaya  çalışıyor    aslında      bu  bencil  hırsızlar.         Kitabın  içine  girdikçe  umutsuzluğa  kapılıyordum.  Sonra  bir  şey  fark  ettim.  Aslında       kitaptaki  kız  fark  ettirdi  bana  bu  duyguyu.  Umut…  Tüm  duyguların  ve  durumların       eninde  sonunda  geçeceğini  ancak  durum  kötü  bile  olsa  tek  bir  duygunun:  umudun       sonsuza  kadar  kalacağnı  gördüm.  Çok  güçlü  olan  bu  duygunun  durumu  mutlaka  bir       şekilde  iyileştirdiğini  veya  süreci  hızlandırdığını  fark  ettim.  Geçmişte  yaşanan       savaşlarda  da  umut  değil  miydi  insanların  en  kötü  durumlarda  bile  bir  şekilde       tutunmasını  sağlayan?    Küçükken  dinlediğim  Pandora’nın  kutusu  geldi  aklıma  sandığın       içinde  umut  olduğunu  iddia  eden  bir  ses  “  lütfen  beni  çıkarın  dışarıdaki  kötülüklerle  bir       tek  ben  savaşabilirim”  dememiş  miydi?    Belkide  Pandora  gibi  insanların  ortaya  çıkardığı       kötülükleri  yine  Pandora’nın  yap İnsan  olarak  geleceğe  umutla       tığı  gibi  umudu  bulunca  ortaya  çıkararak  kurtulabiliriz  tüm     bakmayı  ve  bu  süreçte  çocuk  hırsızlarının  süpürülmesini  bekleyene  kadar  ne  yapılması         bu  savaş  fikrinden  diye  düşündüm.   gerektiğini  düşündüm.  Yazar  sayesinde  daha  çok  sinirlendim  savaş  düşüncesine  ve  ne       kadar  iğrenç  bir  eylem  olduğuna.  Tüm  insanlara  zarar  verdiğine  ama  en  çok  çocuklara       dokunduğuna.  Farkındalıktır  belkide  tüm  savaşların  önüne  engel  koyarak  onları       engelleyecek  olan.  Dünyada,  geçmişten  bu  güne  yaşanan  savaşlara  bakıyorum  da       hiçbirinde  bir  azalma  yok.  Tam  tersine  ilerleme  var.  Etkileri  aynı  ama       insanlar  akıllanmadan,  ders  çıkarmadan  devam  ediyor  hayalleri  çalıp  hayatları       söndürmeye.  Belki  de  ilerde  biter  demek  ve    buna  tüm  benliğimle  inanmak  istiyorum.         Bitmese  bile  tüm  kötü  etkilerinin  savaş  fikrine  olumlu  bakanları  ve  katılanları       etkilemesini  ve  hiçbir  çocuğu  ellememesin  diliyorum  içimden  ama  şu  zamana  kadar       etrafta  olup  biten  her  kötü  olayın  uçun  bir  şekilde  dokunmadı  mi  hepimize?  Gayet  de       dokundu.  Hem  de  hiç  acımadan  dokundu  o  zaman  yine  yolun  başında  ulaştığım  sonuca       varıyorum.  Tüm  ipi  sallayan  ve  herkese  dokunduran  çocuk  hırsızları  temizlenmeli  ve      hepsine  farkındalık  iğnesi  vurulmalı  tüm  ipleri  bir  kırbaç  gibi  yiyen  insanlar  tarafından.         Kaynakça:    Bodrozic  ,  Ivana.  Hiçbir  Yer  Oteli.  Aylak  Adam,  2015 Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 Sadece Kader! “Amores Perros” diye bahsedince mi, yoksa “Paramparça Aşklar ve Köpekler” deyince mi insanlar filmi daha çok izlemek ister, merak eder bilmiyorum; ama İspanyolca bilmememe, filmi Türkçe olarak izlememe ve Türkçe ismi ile üzerine konuşmaya karar vermeme rağmen “Amores Perros” bana daha ilgi çekici gelmektedir. Filmde birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmayan üç farklı insan: Octavio, Valeria ve El Chivo. Üç insanın yollarını kesiştiren ve hayatlarını tepetaklak eden korkunç bir kaza. Aşklar ve köpekler arasındaki bu mükemmel bağlantının nasıl kurulduğunu aklımın almadığı, birbirinden alakasız üç hayat. İzlenmesi gereken filmlerin bir listesini yapmam istense, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu'nun “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i bu listede ilk üçte yer alacak filmlerdendir. Bunun sebebi; ne filmin 2001 yılında Oscar’a ve Altın Küre’ye “En iyi Yabancı Film” dalında aday olması, ne aynı yılda İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra büyük beğeni toplaması, ne de pek çok uluslararası film festivalinde toplam otuz ödüle layık görülmesiydi. Zaten bu film, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle benim için üst sıralara yerleştiğinde aldığı ödüllerden de beğenilerden de habersizdim. Bazı cümleler vardır; yüzlerce sayfalık romanı birkaç sözcükle özetler. Sonra bazı kelimeler vardır, hatta bazen tek hece şiirleri her şeyiyle anlatır insana. Filmlerde de işte böyledir durum. Bazen karakterlerin ağzından dökülen birkaç cümle; tüm filmi, saatleri, yaşananları, anlatılanları izleyiciye hissettirmeye yeter. “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i izlemeye başladığım ilk dakikadan itibaren, filmin kurgusundan veya neredeyse her vurucu sahne için özenle seçilmiş unutulmaz film müziklerinden çok, filmin replikleri etkileyici olmuştu. “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”den “Çünkü biz biraz da kaybettiklerimiziz.”e kadar düşündüren ve yaşamı sorgulatan pek çok film repliğine sahip bu senaryo üzerine birkaç satır karalarken, yine bir replik üzerinden gitmeyi tercih etmem de bu yüzden galiba. Yasak bir aşk yaşayan Octavio ve Susana’nın filmin ortalarına doğru kurduğu o cümleler, aslında tüm film boyunca anlatılmaya çalışılan, insanın kader önündeki çaresizliği fikrini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren cümleler olmuştur. Octavio: “Planlarımız ne olacak?” Susana: “Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” Kader, aslında ne yaparsan yap hayatta değiştiremeyeceğin tek şey. Belki de hayatın ta kendisi. Oldum olası inandığım gerçek şu ki; insanın yaşamında olacaklar önceden belirlenmiştir ve hiçbir zaman onun değiştirilmesine izin verilmez. Tam da Susana’nın söylediği gibi planlar yalnızca Tanrı’yı güldürmekten ibarettir. Belki de bu yüzden, sürekli bir döngü halinde insanlar hayal kurar, hayat onu yıkar. Sonra insanlar tekrar hayal kurarlar, umut ederler, olacağına inanırlar. Belki onun gerçekleşmesi için her şeyi yapmışlardır. Artık yaşama amaçları, tek düşündükleri o hayal olmuştur. Gerçekleşmesi için tek engel zaman ve beklemektir onlara göre. O yüzden beklerler. Kimileri günlerce, kimileri haftalarca, kimileri aylar, kimileri yıllar, kimileri de ömürleri boyunca beklerler; ama eninde sonunda hepsi öğrenirler acımasız o gerçeği. Bazısı daha erken, bazısı daha geç; ama bilirler hayat o hayali de yok saymıştır, ona da acımamıştır. İnsan hayali uğruna ne kadar çabalamış, onu ne kadar istemiş olursa olsun hayat sadece görmezden gelir ve bildiğini okumaya devam eder. Öyle ki, 1 Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 kader Tanrı tarafından çoktan yazılmıştır ve insanlar bir tiyatro sahnesindeki gibi yalnızca yazılanı oynamakla yetinirler. Bir de şanslı insanlar vardır tabii. Hayalleri kaderlerinde yazılıdır bu insanların. Onlar ise kaderlerini kendilerinin yazdıklarına inanırlar. Bu kişilere göre, çabalamak ve istemek kadar basittir yazılanı değiştirmek ya da yeniden yazmak. Onlar hayatta başarılı diye anılan ve parmakla gösterilen kesimdir işte. Oysa sadece kaderin onlar için istedikleriyle kendi istedikleri uyuşmuştur ve bunu diğerleri de kendileri de bilmezler. Çabaladıkları ya da olmasını istedikleri hayaller uğruna gerçek bir savaşı kazandıkları için değil, yalnızca hayalleri kaderlerinde yazılı olduğu için başarılı, güçlü diye nitelendirilirler. Onlar, kaderle aynı planlara sahip oldukları için sadece şanslıdırlar. Gerçek şu ki, Tanrı herkes için bir senaryo yazmıştır ve insanların hayat olarak nitelendirdikleri olgu sadece bu senaryoyu oynamaktır; çünkü kader biz ve bizim planlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı umursamaz. Sadece dinler ve güler, sonra kaldığı yerden oyuna devam. İşte yine bu yüzden ne güçlü vardır, ne de başarılı bu hayatta. Kader anlayışının, kaderin değiştirilemez o ürkütücülüğünün ve insanların onun karşısındaki savunmasızlığının en güzel özetidir “Paramparça Aşklar ve Köpekler”deki zavallı Octavio, Valeria ve El Chivo’nun yaşadıkları. Ne Octavio ağabeyinin karısı Susana ile kaçarak uzaklarda yeni bir hayat kurabilmiş, ne köpekleri Cofi kendi uysallığına uygun bir yaşam bulabilmiş, ne de Valeria ve Daniel hayal ettikleri o kusursuz aşkı köpekleriyle birlikte yaşayabilmiştir. Octavio kaçabilmeleri uğruna zavallı köpeği Cofi’yi sokak dövüşlerinde harcamış, Valeria Daniel ile yaşamak yolunda ailesini terk etmiştir. Böylece, hayalleri uğruna savaşınca, onlar için çabalayınca olacaktır fikrine inanıp sonunda kaderin “buradayım” çığlığıyla her şeyi fark edenlerden olmuşlardır onlar da. Upuzun bir iki buçuk saatin işte aslında tek cümlelik özeti “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” 2 Ceren KILINÇ Pablo Picasso- Guernica Savaşın Soldurduğu Minik Yürekler Çocukluğunuzu düşündüğünüzde neler canlanıyor zihninizde? Oynadığınız oyunlar mı, bisiklete binip evinizin etrafında dolaştığınız anlar mı, yoksa parkta kaydıraktan kaydığınız güneşli bir yaz günü mü? Çocukluğumu düşündüğümde ilk aklıma gelenler mutlu anılarım. Bisikletten düştüğümde babamın beni kucaklayışı, annemle gezmeye çıktığım günlerde annemin bana aldığı pamuk şeker, yüzmeyi öğrendiğim ilk gün ve daha fazlası… Bunlar bir zamanlar mutluluktan gözlerimin parladığı anlardan yalnızca birkaçı. O zamanlar dünya üzerindeki diğer insanları umursamadan yalnızca kendi mutluluğumu düşünür ve hissederdim. Dünyanın farklı bir yerinde hiçbir zaman benim kadar mutlu olamamış ve olamayacak olan diğer çocuklar aklımın ucundan bile geçmezdi. Beni mutlu eden o pamuk şekere belki de hiç sahip olamayacaklarını, evlerinin tepelerine atılan bombaları, o bombalar yüzünden öldüğü için yere düştüklerinde onları kaldıracak bir babaları olmayışını umursamazdım. Tarih boyunca, savaşları başlatan insanlar da benim gibi çocukları umursamamışlar. Oysa savaş açtıkları, çatıştıkları kişiler düşmanları değil; çocuklar olmuştur her zaman. Savaşlarda asıl zarar gören, incinen hep çocuklardır. Bu yüzden, savaşların asıl kaybedenleri de hep çocuklardır. Canlarının yandığı tek an benim gibi bisikletten düştükleri an olmalıyken, masum yürekleri paramparça olan çocuklardır. Anneleri hayatını bir zalimin kurşunu veya üzerine düşen bir bomba yüzünden kaybettiği için belki de hiç pamuk şeker yiyemeyecek olan yine aynı çocuklar. Bense onların masum yüreklerinin hatırına dönen dünyada, çocukluğumda olduğu gibi, onların varlığına sırtımı çevirerek mutluluğumu sürdürmeye devam ediyorum. Onların yaşadığı dehşetten haberim yokmuş gibi belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları mutluluğun tadını çıkarıyorum. Belki onları umursamadığımı düşüneceksiniz. Onların hayatını ellerinden alan büyükler kadar acımasız olduğumu söyleyeceksiniz belki. Ancak, aslında bir çoğunuz da benimle aynı şeyi yapıyorsunuz: Yalnızca seyirci kalıyorsunuz. Sizin de yaptığınız, tıpkı benim gibi, kendi köşenizde olanları seyretmek, savaş çocuklarının hayatlarının yitip gidişini göz ardı edip kendi mutluluğunuzu yaşamak. Bazen dünyanın başka bir yanında aslında bir yıkımın yaşandığı düşüncesi sarar aklımı. Sonrasında birçoğunuzun bu düşünceleri kafanızdan atmak için kullandığınız bahaneler doldurur zihnimi. “Elimden ne gelir ki?” derim kendi kendime. O çocukların yaşadığı dramı tasavvur etmek bile ürkütücü olduğu için kendimi rahatlatacak, beni mutluluğuma tekrar kavuşturacak telkinlerde bulunurum kendi kendime. Oysa içimden bir ses, asıl yapmam gerekenin o düşünceleri kafamdan atmak yerine daha fazla düşünmek olduğunu söyler. Aynı ses; o çocukların yaşadığı dehşeti, minik yüreklerinin nasıl solup gittiğini sürekli hatırlamam gerektiğini tekrarlar. “Bu dünya sen ve senin çevrendekilerden ibaret değil!” der bana. İşte böyle bir zamanda gördüm Picasso’nun Guernica tablosunu. Bu yazıyı yazmama neden olan, benim aksime mutlu bir çocukluğa sahip olmamış ve olamayacak çocukları düşünmemi sağlayan bu tabloydu. Onların mutlulukla değil de savaşla geçen çocukluğunun yanında benim yaşadığım mutluluğun ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissettim ilk defa. Bunca zaman “Elimden ne gelir ki?” diye bahaneler üretmişken aslında neler yapabileceğimi fark ettim. Tıpkı Picasso gibi bir tablo yapabilirim ya da çocukluğunu yaşamadan büyüyen masum kalpleri anlatan bir şiir yazabilirim. Bunları yapamasam bile yapmamam gereken şeyi artık çok iyi biliyorum: Unutmamak. Yapmam gereken şey onların varlığından, hayatlarının solup gidişinden haberim yokmuş gibi davranmamak; onlara sırtımı dönmemek. Bu yazıyı okursanız siz de hatırlayın savaş çocuklarını. Onların ellerinden alınan çocukluklarını düşünün ve unutmayın bir daha varlıklarını. KAYNAKÇA Picasso, Pablo. Guernica. 1937. Tuval üzerine yağlı boya. Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofía, Madrid. Rahime Beyza Koçak 21601851 KİŞİYE ÖZGÜ PENCERELER Her insanın farklı bir düşünce yapısı ve farklı davranış stili var. Farklı bireylerin aynı olay üzerindeki yorumları birbirlerinin tamamen zıttı olacak kadar bile değişik olabilir. Elbette, bunun nedeni her birimizin farklı pencereden olayları incelememizdendir. Birimizin penceresi olayı tamamen görebilecek kadar büyükken, bir başkasınınki olayın küçücük bir kısmını yorumlayabilecek kadar küçüktür. Peki, her birimizin sahip olduğunu varsaydığımız bu pencerelerimizin çerçevesi nasıl oluşuyor? Kim karar veriyor büyüklüğüne, rengine, hangi yöne bakacağına ya da kimi görüntüleyeceğine? Doğduğumuzda hepimize verilen pencere standarttır. Aynı yere bakmıyor olsalar dahi aynı şekilde, aynı büyüklükte ve aynı renktedirler. Bizler büyüdükçe pencerelerimizde değişikler olur. Bazısını siz isteyerek yaparsınız ama bazıları sizin izniniz dışında gerçekleşir. Sizin izninizin dışında gerçekleşenler genelde beyninizin bilinçaltı gibi yönlendiremediğiniz yerlerinde olur. Sonuç olarak öyle ya da böyle oluşan pencerelerimiz artık bizim olaylara bakış açımızdır. Yaşadığımız herhangi bir şeyi yorumlamak istersek penceremize koşar onun ardından bakarız. Sonrasında yorumumuzu ortaya dökeriz. Ortaya çok farklı yorumlar çıksa da herkes için kendi yorumu doğrudur çünkü herkes nasıl görüyorsa ona göre yorum yapar. Şekil : Bakış Açısı https://www.uludagsozluk.com/bakıs-acısı/1/ Dünya üzerinde şu an yaklaşık yedi milyar insanın yaşadığını kabul edersek herhangi bir olaya yedi milyar farklı şekilde bakabilecek yedi milyar bakış açısına yani yedi milyar farklı pencereye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Yorumlama olayını ben kendimce düşünce sistemi olarak adlandırıyorum çünkü her ne kadar biz gördüğümüz, işittiğimiz anda beynimizde bir düşünce belirse de aslında çok kısa zamanlı sistematik bir olay yaşıyoruz. Çoğumuzun sandığı gibi görüntüler salt bir biçimde bir anda beynimizde düşünceye dönüşmüyor. Zaten bir düşünceyi yorum olarak adlandırabilmemiz için öncelikle belli aşamalardan geçirmiş olmamız gerekir. Bunu bir fabrikada ham maddenin ürüne dönüşüm sürecine benzetebiliriz. Örneğin, işlenmemiş olarak getirilen odun belli aşamalardan geçtikten sonra masa olarak adlandırılarak fabrikadan ayrılır. Fabrikada ham maddelerin gördüğü işlemler de bizim için içinde bulunduğumuz toplum, değerlerimiz, genel inançlarımız olarak düşünülebilir. Bunlar da tam olarak pencerelerimizin çerçevelerini oluşturan etkenlerdir. Siz bu etkenleri kontrol edemezsiniz. Pencereniz gitgide bunlara uygun olarak kendiliğinden şekillenir. İstekli olarak yaptığınız değişimler de sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinizle ilgilidir. Okuduğunuz kitaplar, gün içerisindeki deneyimleriniz, uzmanlık alanlarınız sizin seçtiklerinizdir. Bunlar da pencerenizin çerçevesinin diğer bir ögeleridir. Pencerenizin camı da sizin beyin süzgecinizdir. Çerçevenizi oluşturan bu etkenler bir araya gelip camınızı ayakta tutar ve yaşananlar size pencerenizin camından geçerek ulaşır. Sonuç olarak düşünceniz oluşmuş olur ve bu düşünce yalnız sizin fabrikanızın markasına özel bir üründür. İnsan kendini geliştirdikçe bakış açılarının da geliştiğini fark edebilir. Önceden pencerenizden sadece önünüzdeki çimenliği görürsünüz. Sonrasında çimenliğin arkasındaki dağ girer görüş açınıza. Öyle bir raddeye gelirsiniz ki bazen dağın arkasını görmeseniz dahi hayal edebileceğiniz kadar gelişmişsinizdir. O yüzden pencereleriniz söz konusu olduğunda şekilci olmaktan çekinmeyin. Rengarenk boyayın mesela çerçevesini. Karamsar renkleri seçmeden capcanlı, size hep iyiyi hatırlatacak renklere boyayın. Genişletebileceğiniz kadar genişletin büyüklüğünü. Üstünde bulunduğu duvarı boydan boya cam yapın mesela. Ama özellikle başkalarının pencerelerini de ziyaret edin. Manzaralarının ne olduğuna bakın, malzemelerini inceleyin. Onların dizaynlarından da fikir edinip kendi pencerenizi size özgü bir şekle getirin. Başkalarının da sizin pencerenize baktıklarına imrenmelerini sağlayın. En kalitelisi, en yararlısı neyse onu kullanın inşa ederken. Düşüncelerinizin değerini bu şekilde arttırabilirsiniz. Her zaman aklınızda bulunsun, en çok talep edilen ürünlerin fabrikaları her zaman en kaliteli ürünü kullananlardır. Kaynakça Travis, Pete. Bakış Açısı. 2008. Columbia Pictures. Film. Nisa Ekmekcioğlu Özgür Olsam “Erkek Adam” Gibi Kadın olmak zor bu dünyada. İlk defa duyduğumuz ya da dile getirdiğimiz bir ifade değil bu. Aydınlanan her yeni günle beraber aldığımız koca/sevgili vahşeti haberleri, otobüste karşılaştığımız dikkat çekecek ve sinirden delirtecek derecede sakinlikle yapılan taciz hareketleri, yolda yürürken bizimle beraber ilerleyen baştan aşağı süzücü bakışlar ve bunlar gibi daha birçok sebep bile basit bir yaşam döngüsü içinde kadının ne denli zorluklarla sürekli baş etmek zorunda kaldığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor bence. Klasik cümleler belki bunlar, belki de her gün yeniden duydukça sıkıldığımız cümleler. Yine de bağırarak söylenmemeleri –söylenememeleri- rahatsız ediyor beni. Deniz Gamze Ergüven’in yazıp yönettiği; öksüz kalmış beş kız kardeşin geri kafalı amcaları ve babaanneleri tarafından bastırılmasını ve birer çeyrek altından daha önemli görülmemesini anlatan “Mustang” adlı filmi izledikten sonra bu rahatsızlık durumum daha da arttı. Medeniyet seviyesine ulaşmaya dahi yaklaşamamış beyinlerin kadına bakış açısı ve daha da kötüsü kadınların da bu tutumlara boyun eğmesi kadar üzen ve sinirlendiren bir şey daha yok. Hâlâ ısrarla “namus” algısının kadının cinselliğiyle bağdaştırılmasını, kızların yaşı geldiğinde- bu ifadeden kastım da maalesef 15-16 yaşları- sofradan bir boğaz eksiltmek için sevmedikleri fakat ömürleri boyunca boyun eğmek zorunda oldukları sapık ruhlu “insanlarla” evlendirilmelerini, çocuksu masum hareketlerinin arkasında sapkınlık ve terbiye eksikliği aranmasını anlamıyorum. Eminim ki azıcık eğitim gören ve küçük de olsa bir zekâ belirtisine sahip hiçbir birey de tüm bu olan bitenlere de anlam veremez bence. Bir şeyler yapılmalı tüm bu basmakalıp ifadeleri, zorbalıkları, ahlaksızlıkları yıkmak için. İki kadın sokak ortasında bıçaklanıp öldürüldükten sonra üçüncüsü için polis koruması sağlamakla çözülecek gibi bir durum olmadığını anlamak lazım. Yapmacık “bilinçlendirme” politikalarıyla, sahte göz boyamalarla çözülmez bu sorun. İnsanların kafasına işleyen paslanmış düşünceleri söküp atmakla başlamak lazım. Cinsiyetin hiçbir şey ifade etmediğini, güçlünün ve zayıfın arasındaki farkın fizyolojik sebepler olmadığını, etiketlemelerin ve tekleştirmenin ahlakla alakasının dahi bulunmadığını insanlara öğretmek ve her birimizin hayat tarzına bu görüşleri sökülmez dikişle işlemek lazım. Kadının “namuslu” olmakla sorumlu ya da kocası ne dersi sorgusuz sualsiz ona uymak zorunda olmadığını kabul ettirmek lazım insanoğluna. Yani diyorum ki bağnaz ve yobaz olmayı bırakmak lazım ey insanlar! Bu konudan bahsederken bile sıkılıyorum, geriliyorum ve yaşadıklarım aklıma geldiği için huzursuz oluyorum. Benden daha ağır travmalar yaşayan masum kadınların iç dünyalarını hayal bile edemiyorum. İçim sıkılıyor, bunalıyorum ve umutsuzluğa kapılıyorum çoğunlukla. Keşke diyorum; keşke insanoğlu gözünü açsa. Etrafındaki tüm adaletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlıklara ve ezilmişliklere gözünü açsa şu zeki insan! Açsa da bir görse bazen bir bakışla, biz sözle, bir hareketle, hatta çoğu zaman da bir düşünceyle bir bireyin içinde yol açtığı yıkımları. Belki o zaman kendinden utanır, suçluluk hisseder, üzülür ve bu saçmalıklarına son verir. Kadının değersiz olduğuna inanmayı bırakır, onun vücudu ve psikolojisi üstünde hüküm sürmeye çalışmaktan vazgeçer, -biraz fazla olacak fakat- belki de bir anlığına bile olsa kadını anlamaya çalışır. Nasıl olsa hayal kurmak, keşke demek bedava… 1 Nisa Ekmekcioğlu Bugün umuyorum ki hayatımın sonraki yirmi yılını da “kadın” olmanın korkusuyla yaşamayacağım. İstediğimi giyeceğim, istediğim saatte evime gireceğim, istediğim yere gideceğim, istediğim insanın elini tutacağım. Umuyorum ki benim gibi tüm kadınlar da istediğini yapacak, ürkek ve sessiz kalmayacaklar. Umuyorum ki tüm erkekler kadınların kendilerinden hiçbir farkı olmadığını kabul edecekler; eşlerine, arkadaşlarına, kardeşlerine, annelerine bu görüşle yaklaşıp değer verecekler. Ve yine umuyorum ki bundan yirmi yıl sonra bu konu tarihe gömülecek, insanlık vakti zamanında yaptıklarından utanıp diline bile getirmeyecek bu konuyu, özgürlük sadece Ali’nin Ahmet’in değil de Ayşe’nin Elif’in de olacak… 2 Nazlı Delal ENSARİOĞLU 21302425 Leman MÜFTÜOĞLU Türkçe 102- SEC31 23 Şubat 2015 AŞIRI DOZ HIRS İstisnasız hepimizin gözünü karartan en uç duygudur hırs. Zaman zaman öyle yoğun hissederiz ki, kendimize veya etrafımızdakilere ne kadar zarar verdiğimizi göremeyecek kadar kör oluruz. Öylesine hedefe yoğunlaştırır ki ancak istediğimiz başarıya ulaştığımız zaman görebiliriz uğruna neleri feda ettiğimizi ve o zaman anlarız aslında mutluluğun ‘yetinmek’le doğrudan bir ilişkisi olduğunu. “Whiplash” filminde bahsettiğim duygular olabilecek en mükemmel şekilde gözler önüne seriliyor. Film, çocukluğundan beri çok iyi derecede bateri çalan ve ülkesindeki en iyi müzik okulunu kazanmış hırslı bir genç müzisyen olan Andrew'le psikopat sayılabilecek kadar mükemmeliyetçi bir karaktere sahip, okullarının orkestra şefi olan Fletcher arasındaki öğretmen öğrenci ilişkisini anlatıyor. Fletcher, Andrew'daki azmi ve yeteneği fark edip onu okulun orkestrasına alır. Andrew, gerek etrafındakilerin yaptığı işi küçümsemesinden, gerekse müziğe olan sevgisinden yaptığı işte en iyi olmaya kararlıdır. Fletcher bunun farkındadır fakat onun amacı dünyadaki en iyi müzisyeni yetiştirmekten öte Andrew'ın kendi sınırlarını aşarak olabileceğinden daha iyi olmasını sağlamaktır. Şüphesiz ki filmde en çok akılda kalan replik Fletcher'ın söylediği “Good job ingilizcedeki en zararlı iki kelimedir.’’ olmuştur. “Good job” sözlükteki Türkçe çevirisiyle iyi iş olup bizdeki karşılığı ve aynı zamanda alt yazıda da geçtiği haliyle “aferin”dir. Bu söz Fletcher’ın başarı konusundaki doyumsuzluğunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Fletcher Andrew'ın performansını asla takdir etmeyerek üzerinde fiziksel şiddet ve psikolojik baskı içeren birçok metot uygular. Andrew'daki aşırı hırs pes etmesine müsaade etmez ve kanayıp parçalanan ellerine aldırış etmeden daha iyi olabilmek için durmadan çalışır. Hırs gözünü o kadar bürümüştür ki başarısına engel olacağını düşünerek sevgilisinden ayrılıp özel hayatını tamamıyla bir kenara bırakarak kendini müziğine adar. Şefini memnun etme çabası tarafından ele geçirilen Andrew, hırsının ona yaptırdıkları yüzünden zaman zaman hayatını tehlikeye atar. Filmin son 9 dakikasında Andrew'ın bateri performansına yer verilmiş; kimileri bunun sıkıcı ve bunaltıcı olduğunu düşünüp filme ağır eleştirilerde bulunsa da çoğunluğun ve ayrıca benim görüşüm tam da filme yaraşır bir şekilde bitirildiği yönünde. Her şeyden önce müzikal anlamda inanılmaz bir performans sergileniyor. Muazzam bir işitsel haz yaşatırken, gerilim 1 saniye olsun düşmüyor. Sıradan filmler bir kaza, ölüm, saldırı gibi sahnelerle bitirilip, anlık gerilimler yaşatırken veya kolaya kaçıp kısa bir mutlu son sahnesiyle bitirilirken bu filmde alışılagelmiş film kalıbının dışına çıkılıp risk alınmış. Bu olağanüstü performansı dinlerken görüyorsunuz ki Andrew, Fletcher'ın hırsının yol açtığı bir kaza sonucu ölen başka bir öğrencisinin aksine, olmak istediği müzisyen oluyor ve böylesine farklı bir mutlu son örneğinin uzun soluklu gerilimle beraber verilmesi izleyiciye eşsiz bir seyir keyfi yaşatıyor. Tabii ki filmi bu denli kusursuz ve sıradışı yapmaktaki en büyük rolün oyunculara ait olduğu göz ardı edilemez. Çünkü ‘hırs’ gibi soyut bir kavramı gerçek hayatta olduğundan bile daha gerçekçi ve yoğun hissettirmesi bu filmi efsaneleştirebilecek en önemli özelliğidir. Zaten filmde verilmek istenen asıl duygular gösterilmeden veya söylenmeden çok başarılı bir şekilde hissettiriliyor. Öylesine ustalıkla oynanmış ki, film 19 gün gibi, bu başarıdaki bir film için oldukça kısa bir sürede çekilmiş olmasına rağmen her şey yeterince özenli duruyor ve bu noktada filmin yapımcıları elde ettikleri başarıyı başrolü paylaşan Miles teller (Andrew) ve J.K Simmons'a (Fletcher) borçlu. En iyi film dâhil 5 dalda Oscar adayı olan bu filmin hak ettiği değeri görmesi gerektiğini düşünüyorum. Herkesin tanıdığı bu tehlikeli duyguyu şahsen yaşamaktan ziyade hem yoğun bir şekilde hissedip hem de diğer gerçekleri görerek izlemenin her insana kişisel anlamda önemli katkılarda bulunacağı kanaatindeyim. Zira benim için öyle oldu. Filmi izlemeden önce başarı odaklı yaşayan bir insanken izledikten sonra anladım ki bir şeyi aşırı istemek, istediğini elde etse bile insanı mutsuzluğa götürüyor ve mutsuz bir insan ne kadar güce ve beceriye sahip olursa olsun başarılı sayılmaz. Astronotlar ve Üniversite Öğrencilerinin Ortak Özellikleri Hiç ıssız bir gezegende tek başınıza kalmayı düşündünüz mü? Başınıza gelebilecekleri? Sizinle işbirlği yapmayan, elverişsiz doğa koşullarında yaşamayı? Düşündüyseniz veya aklınızdan geçmediyse de, sahip olmanız gereken ilk özellik kararlılık olmalı. Bütün zorluklara karşı gelebilecek bir kararlılık. Soğuk, açlık, iletişim kopukluğu, fırtınalar, ve bunun gibi daha birçok nedene karşı gelebilecek bir kararlılık. Andy Weir’in 2015 tarihli Martian (Marslı) isimli yapıtında görülen cinsten bir kararlılık. Mars koşulları kadar olmasa da, üniversite hayatı da insana bu tip zor zamanlar yaşatabilir. Midtermler, finaller, quizler, ödevler derken insan kendini tempo içinde kaybedip, adeta hayati bir mücadelenin içinde bulabilir kendini. Bakarsınız kendinize gece dört sularında kahve yapıyorsunuzdur. Bazı günler kütüphaneden sonunda dışarı adım attığınızda saat 02.30’u göstermektedir. Üniversiteyi Mars ile karşılaştırmak gerekirse, öncelikle ikisi de zordur. Astronot olmak ne kadar zorsa iyi bir bölümde başarılı olmak da bir o kadar zordur bence. Uzayda insanlar karşılarına çıkan doğal problemleri çözmek için uğraşırken öğrenciler önlerine çıkarılan yapay problemlerle uğraşır dururlar. Bilkent için konuşmak gerekirse, derslerin büyük bir çoğunluğu dinleyen kitlenin IQ (Intelligence Quotient – Zeka Katsayısı) seviyesi yüz ve üzeriymiş gibi anlatılır. Çözülmesi gereken on soru mevcutsa en fazla dördü çözülür. Genellikle kalan altı sorunun birleşimini barındıran sorular da sınav sorularını oluşturur. Amaç öğrencinin “düşünmeyi sağlaması” olsa dahi, bu tutum öğrenciyi hayatta kalma savaşı veriyormuşçasına zorlu koşullara sokar. Astronot içinde bulunduğu sorunu çözme kapasitesine ulaşırsa hayatı kurtulabilir. Öğrenciler için ise durum pek iç açıcı değildir. Sayısız soru çözülse bile profesör sınavda öğrenciye kırk puana mal olacak o soruyu karşısına koyar. Kitap içerisinde Mark Watney, ana karakter ve Mars’ta mahsur kalan astronot, aç kalma sorununa çözüm bulmak için dışkı ve verimsiz Mars toprağını karıştırarak patates ekebileceği bir ortam yaratır kendine. Kitapta bu fikir ona yeterli yiyeceği kazandırsa da, öğrenci hayatı bu şekilde yürümez. Sınavda eğer öğrenci, sorunun çözüm yolun hatırlayamaz ve “alternatif” çözüm yolları aramaya başlarsa, genellikle o sorudan puan alamaz. Bütün bu zorluklara karşı dik ve ayakta durabilmek için öğrencinin son derece kararlı bir yapısının olması şarttır. Sıkılmadan, yorulmadan çalışmaya alışık olmalı ve haftalık ödevlerin yanında ders tekrarı ve sosyal etkinlikleri de hayatında bulundurabilmelidir. Bir nevi akıntıya karşı içinde bulduğu dala tutunabilmelidir. Peki nedir bu dal? İnsanın tüm bunlara dayanabilmesini sağlayan, onu ileriye doğru iten bu güç nedir? Kimi gelecek kaygısı, kimi sevdasını ileri sürer. Bence bu güç aileden gelir. Hem sahip olunan hem de kurulacak yeni aile düşüncesi insanı bu yola sokar. Aileyi mahcup etmemek düşüncesi eğitim öğretim hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır başarılı çocuklar için. Bu karşılıklı güven bir noktadan sonra bir sorumluluğa dönüşür ve bireyi bütün zorluklara dik durmaya iter. Diğer yandan her erkek içten içe bir aileye sahip olmak ister. Bunun için de yeterli kazanca sahip olmak zorundadır ve üniversite, bu yolda atılan en önemli adımdır. Üniversite öğrencisi astronot dayanıklılığına ve kararlılığına sahip olmalıdır. İçinde bulunduğu zorlu, dayanılması güç koşullarda “nedenlerine” tutunarak daima ileri gitmeye ve mezuniyete doğru yüzmeye çabalamalıdır. Çünkü ucunda güzel bir hayat varsa, kim istemez ki zorlukları aşmayı? Öğrencinin durumunda aileye, astronotun halinde hayata bağlılıktır onu saran. Durum, o an ne kadar zor, çözüm de ne kadar meşakkatli görünürse görünsün hayatta, özellikle öğrenci hayatında, insan her zaman çözümleri ısrarla aramalı ve saklandığı delikten çıkarmalıdır. Ayhan Okuyan 21601531 Ceren Toraman Karşılıksız Aşkın Anatomisi Karşımızdaki insandan hiçbir beklentiye girmeden, sadece onu o olduğu için sevdiğimizde buna platonik aşk diyoruz. Bizim için önemsiz bir insanı bile beklentiye girmeden sevmek mümkün değilken bence aşk epeyce fedakarlık gerektiren bir durum oluyor. Genellikle insanlar, bireylerin neden birini karşılıksızca sevdiğini anlayamıyor. Bir insan neden karşılık bulamadığı halde sevgisini alıp başkasına hibe eder? Buna yol açan faktörler nelerdir? Platonik aşkın saf aşk olması gibi bir durum mümkün müdür? Bu ve bunun gibi sorular insanların kafasını kurcalıyor. Bende uzun zamandır bu konuyla ilgili düşünüyorum ve bu yazımda karşılıksız aşkın nedenlerini ve sonuçlarını ele almak istiyorum. Aslında karşıksız aşkla ilgili düşünmeye başlamam bir kitap sayesinde oldu. Ahmet Günbay Yıldızın Aşk Diye Bir Şey adlı kitabındaki karşılıksız aşkla ilgili olan denemeleri çok beğendim ve bu kitap beni bu konuyla ilgili düşünmeye yöneltti. Önceden bende herkes gibi bunun gelip geçici hatta önemsiz olduğunu düşünürdüm fakat aslında hiç de böyle olmadığının farkına vardım. Bence karşılıksız aşk, aşkın en saf hallerinden biri. Karşılıksız sevebilen kişi, belli bir bedel ödemeye razı olan ve bu bedeli de kalp ağrısıyla, aşk acısıyla, uykusuz gecelerle ödeyen kişidir. Yani hiçbir karşılık beklemeden sever bu kişi. Tıpkı Aşkın 500 Günü filmindeki Tom’un Summer’a olan karşılıksız aşkı gibi. Sevgisine hiçbir kulp takmaz. Belli bir menfaat peşinde koşmaz. Ama, fakat, ancak, lakin, eğer, şayet olmadan sever. Aşkın tüm lezzetlerine doyarak sever. Aşkın lezzetlerine, karşılık bulamamanın verdiği o acı tat da dahildir. Şair, diyor ya hani "Ayrılık da sevdaya dahil." diye, tıpkı onun gibi acı da dahildir sevdaya. Maşuğun bir gülümsemesi aşığa dünyanın en ferah esintisini bağışlar ve gene maşuğun umursamaz halleri aşığa yeryüzünde cehennemi yaşatır. Ceren Toraman Yani karşılıksız aşk dipten dibe tüm duyguları birkaç dakikalık arayla yaşayabilme kapasitesine sahip kişilere göre bir şeydir. Bu anlamda ne kadar karşılıksız aşkı güzellesem de platonik aşkta patolojik bir yan da gözlemliyorum ben. Bir insan çevresinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca farklı kişi varken neden bir kişiye tutulur, neden bir kişide tutuklu kalır? İnsan neden acı çekmeye razı olur? Bu soruların yanıtı bende yok. Ancak bazı çıkarımlarda bulunabilirim sanırım. Özellikle Yıldız'ın denemelerini okuduktan sonra meseleye biraz daha geniş bir perspektiften bakmanın daha faydalı olduğunu fark ettim. Bence karşılıksız seven insanlar, acı çekmeye ihtiyaç duyuyorlar. Mazoşizm anlamında söylemiyorum bunu. Şöyle açabilirim meseleyi. Bazı insanlar hayatı dolu dolu yaşamak isterler. Acıysa acı, hüzünse hüzün, sarhoşluksa sarhoşluk, yemekse yemek... Her şeyin aşırılığını severler. Bir porsiyon hüzün onlara yetmez. Onlar 3.5 porsiyon acı çekmek isterler, ancak duygu mekanizmaları diğer insanlardan farklıdır. Dozaj farkı vardır arada. Ancak aşırı dozda kendilerini bulabilirler, ancak öyle ferahlayıp rahata erebilirler. Kendilerini en kötü konuma sokarlar, böylece en ufak bir iyileşme bile olduğundan daha çok mutluluk verir. Sözün özü, normali hangi norm ile açıklamak gerekir, hakikaten bilemiyorum. Ancak karşılıksız aşk ve sonrasındaki acı süreçlerinin anormal ve hatta patolojik bir durum olduğu konusunda gün geçtikçe daha da emin olmaya başlıyorum. Platonik aşk mevhumuna uzak olmayan, bilakis karşılıksız aşk acısını senelerce en yoğun biçimde yaşamış ve bu sancılı süreci bir şekilde geride bırakmış tecrübeli biri olarak diyebilirim ki duygularını en yoğun halde yaşayan insandır platonik aşık. Tüm duyguları kana kana yaşamıştır, ancak sürecin bedensel ve ruhsal anlamda yaptığı hasarı göz önüne alınca karşılıksız aşkın tehlikeli bir hastalık ve ruhsal bozukluk olduğunu düşünüyorum. Biliyorum da konuşuyorum. Aşkla... Ceren Toraman KAYNAKÇA Ahmet Günbay Yıldız. Aşk Diye Bir Şey. Timaş Yayınları. 2015. BAŞLANGIÇLAR VE UMUTLAR Yeni yıl… Yeni hayaller, yeni umutlar… Bir yılın bitişi, yeni bir yılın başlangıcı hep umudu temsil etmiştir. Kim aksini söylüyorsa inanıyorum ki o bile içinde bir umut taşıyordur yepyeni bir başlangıç için. Çünkü başlangıçlar özeldir. Kimi zaman insan affetmeyi öğrenir kendini ya da bir başkasını, kimi zaman unuttuğu güzel duyguları geri çağırır. Başlangıçlar özeldir. Çünkü biliriz ve hissederiz ki değişmek ve değiştirmek için gerekli güce sahibizdir. Yeni bir yıla hazırlanırken kendimizi böyle umutlu, keyifli ve değişime açık hissetmemiz işte bu yüzdendir. Yılbaşı Gecesi sıradan bir film belki, evet klişelerle dolu ve bu senaryonun ne özelliği var dedirtebilir insana. Ama bu filmi anlamlı kılan şey çok farklı: Umut. Dünyanın hâlâ yaşanabilir bir yer olduğunu, yaşanacak güzel duyguların hâlâ var olduğunu anlatıyor film. İnsanlar ikinci bir şansı hak eder ve değişmek bizim elimizde. Filme ön yargıyla yaklaşmadığımdan ders çıkardığım çok fazla şey var aslında. Değişmeyi ertelememize gerek yok, değişim için gerekli olan tek şey biziz. Biz yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim, yeter ki bir adım atalım geleceğe doğru, gerisi gelir. Bazen düzelmeyeceğine inanırız kötü giden şeylerin. Ya da deliler gibi pişmanlık duyarız ama elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine çoktan inandırmışızdır kendimizi. Bazen elimizde olmayan sebeplerden dolayı kaybettiğimiz şeylere hayıflanırız, bazen hayata bir şans vermek için fazla ön yargılı davranırız. Hepsi hayattan birer parça ve hepsinin çözümü basit: Derin bir nefes alıp gülümsemeyi hatırlamak, umut etmek. Umut, insana zor durumları atlatma gücü verir. Umut yeni başlangıçları, güzel günleri çağırır. Umut öyle mucizevi bir şeydir ki kendimizi ona teslim ettiğimizde işlerin yoluna girdiğini de fark etmemiz uzun sürmez. Yeni bir yıl, umudun var olduğunu hatırlamamız için çok güzel bir fırsat. Varlığını unuttuğumuz güzel duyguların tekrar hayat bulması için en güzel zaman yılbaşı gecesi. Sıradan bir geceden farkı yokmuş gibi dursa da onu farklı kılan bizim ona verdiğimiz anlam. Her zamankinden daha farklı bir heyecan hissediyorsak, geleceği umutla ve sabırsızlıkla bekliyorsak, sonunda bir şeylerin değişebileceğine inandıysak o gece farklıdır. Üç yüz altmış beş günün sadece bir gününü dünyanın hep birlikte ve neşe içinde kutlamasını sağlayan şey de umuttur. Herkes bir an aynı duyguları paylaşır, tüm dünya tek bir yürek olur. İnsanların gözündeki o coşku, o yaşam enerjisi aslında tek bir şeyi temsil eder. İnsanlar başka zaman bir şeyin gelişini kutlamaz aynı anda, o coşkuyla. Ama o an özeldir. Yepyeni planlar yaparsınız geleceğe dair. Geçen senelerde yapamadığınız, belki fırsat veya zaman bulamadığınız, hep ertelediğiniz, bahaneler uydurduğunuz şeyleri hayata geçirmek için önünüzde koskoca bir yıl vardır. Sizi harekete geçirecek güce sahipsinizdir o gece. Belki asla affetmem dediğiniz birini affedersiniz, belki ne zamandır içinizi kemiren bir kırgınlığa son verirsiniz özür dileyerek. Belki de hiçbiri, sonunda kendinizle olan hesaplaşmalarınıza son verirsiniz, kendinize huzurlu olma hakkını tanırsınız. Başlangıçlar özeldir. Onları özel yapan da biziz. Umudumuz ve biz… İnsanı insan yapan şeylerden biridir umut ve gerçekten çok farklı bir dünyanın kapılarını açar bize. Yeter ki biz isteyelim, yeter ki umut edelim. Yeni bir yıla girerken hayata karşı ön yargılarımızı silip atalım ve kendimizi de yenileyelim. Yenileyelim ki gelecek güzel günleri fark edecek bilincimiz olsun. Hayatın yanımızdan öylece akıp gitmesini engelleyelim. Bu sene yılın son gününde, bir kere daha gözlerimizi kapatıp gülümseyelim. Ve bilelim ki o senenin güzel geçmesi için ilk adımı attık bile. Bilelim ki hayat bize istediklerimizi vermeye başlayacak, biz istediğimiz sürece… Selen İmamoğlu MARS’TA MAHSUR KALMAK Hayatta kalmak için sınırlarınızı ne kadar zorlayabilirsiniz? Hiç düşündünüz mü? İnsanoğlu yaşam ile ölüm arasında tercih yapmak zorunda kaldığı zaman çok sıra dışı işler başarabilir. Bu insanın temel içgüdüsüdür. Zorlukla karşılaştığımızda, seçeneklerimiz ne kadar ölüme yakınsa aldığımız risk de o ölçüde artar. Risk almanın neticesinde de olağanüstü yaratıcılıkla birlikte mücadele edebiliriz. Bir adada mahsur kaldığınızı düşünün, buradan kurtulabilmeniz, sizin ne kadar cesur ve ne kadar yaratıcı olabileceğinize bağlıdır. Sınırları zorlamanız ve bazı tavizler vermeniz gerekir. Peki ya mahsur kaldığınız yer bir gezegen ise... Elbette böyle bir durumun şu an için gerçekleşmesi zor gibi gözükse de, kim bilir belki yakın zamanda böyle bir durumdan söz edilebilir. Andy Weir’in romanı The Martian’da (Marslı) böyle bir durum söz konusu. Bir astronot Mars’ta mahsur kalıyor ve doğal olarak hayatta kalma içgüdüsü onu ve daha sonra da mürettebatını çılgınca şeyler yapmaya itiyor. Söz konusu Dünya’dan milyonlarca kilometre uzakta mahsur kalmaksa, gerçekten yaratıcı olmanız ve potansiyelinizin tamamını kullanmaya çalışmanız gerekir. Siz fiziki ve psikolojik sınırlarınızı zorlamazsanız hayatta kalma şansınız düşer. Ben bu durumu riski çok yüksek olan bir işte çalışmaya benzetiyorum. Aslında temel olarak insan yaşamak, hayatta kalabilmek için çalışır ve çabalar. Temel görevimiz iaşemizi ve ibatemizi sağlamaktır. Bunları halledebildikten sonra hayat standartlarımızı arttırmak için uğraşabiliriz. Yani, tarih öncesi çağlardaki atalarımız gibi her geçen gün yeni bir sistem keşfetmeniz gerekir ve yaptığınız her şeyde ilk olmanın getirdiği zorluklar mutlaktır. Bir şeyin ilki olmanın insana getirdiği tecrübesizlik ve sorumluluklara da değinmemiz gerekiyor. Bu noktada ilham alabileceğiniz önceki tecrübelerden, yaşanmışlıklardan gelen bir birikim olmayacaktır. Tamamen kendi yaratıcılığınızla baş başasınız, tek sahip olduğunuz şey bir zaman dilimi. Bunu iyi tayin etmelisiniz. Her şeyin matematiğini yapmalı ve önceden çözüm yolları üretmeniz gerekir. Elbette bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ayrıca her eyleminiz, neticesi olumlu ya da olumsuz, çözüme yaklaştıracak ve şüphesiz ruh halinizi de doğru orantılı bir şekilde etkileyecektir. Unutmamamız gereken bir diğer husus ise yalnızlıktır. Bilindiği üzere insanoğlu şimdiye kadar Mars’ta herhangi bir yaşam izine rastlamamış ve orada canlı bir organizmanın olmadığına kesin kanaat getirmiştir. Bu durumu elbette tehlikeyi azaltan bir unsur olarak düşünmeliyiz. Lakin insan ilham almak için iletişime ihtiyaç duyar. İletişim çağında yaşadığımızı ve bizden sonra bu gelişmelerin daha da ilerleyeceğini varsayarsak, koskoca bir gezegende canlı tek organizma olmak beraberinde bunalımlar getirebilir. Romanın baş kahramanı Mark Watney’in hiç pes etmeden yaşam mücadelesini sürdürmesi ve Mars’ta hayatta kalması gerçekten ibretlik bir hikayedir. İnsanoğlunun yaşama arzusunun ne kadar şiddetli olduğunu, Mars’ın çetin şartlarına göğüs gererek kanıtlıyor. Dışardan bakıldığında hayatta kalmanın imkansız gözüktüğü şartlar bile insanın yaşama arzusuna üstün gelemiyor. Bu açıdan roman bende, insanoğlunun hayata karşı doyumsuz bir isteğe haiz olduğu intibaını uyandırıyor. Şu an için romanın senaryosu hayal gücümüzü zorlasa da insanoğlu yakın bir gelecekte gezegenler arası seyahat edebilecek kapasiteye ulaşacak gibi gözüküyor. Elbette, her yenilik, beraberinde de yeni sorunlar getiriyor. Belki ilerleyen zamanlarda böyle bir olay gerçekleşebilir. Eğer o astronotun yerinde biz olsak, Mars’ın şartlarıyla tek başımıza böyle bir mücadele verebilir miydik? Elbette bu sorular şimdi cevapsız olsa da, yakın zamanda böyle bir durum karşısında insanların benzer bir mücadele verebileceğinden şüphem yok. Belki de insanoğlu böyle bir mücadeleci ruha sahip olmasa bu günlere kadar gelemezdi. Kaynakça Weir Andy, 2014, Marslı, İstanbul, İthaki Yayınları Sait Berk SAATÇİ Ekin Üstündağ 21602770 ELLİMİ SALLASAM ELLİSİ Geçen gün izlediğim Ne Dilersen (Absolutely Anything) adlı filmin beni nasıl etkilediğini anlatmak istiyorum. Film çok eğlenceli ve komik olmak ile birlikte çok güzel de bir konusu var. Filmde uzaylılar insanları sınamak için sıradan bir insanı seçiyorlar ve ona özel bir güç veriyorlar. Bu andan itibaren bu sıradan kişinin dilediği her şey, elini salladıktan sonra gerçek oluyor. Bu harika bir şey gibi gözüküyor. Hepimiz hayatta en az bir kere böyle bir yeteneğimizin olmasını istemişizdir herhalde. Hiç bir zaman sahip olamayacağımız bir oyuncağa sahip olmayı, tonla paramızın olmasını, yapmamız gereken işlerin kendiliğinden yapılmasını ya da daha çok zamanımızın olmasını eminim ki dilemişizdir. En azından ben çok diledim. Filmdeki arkadaş da birçok ilginç dilekte bulunuyor. Küresel ısınmanın durması, savaşların bitmesi ölülerin canlanması, köpeğinin konuşması gibi. Fakat garip bir şekilde dilediği şeylerin bir çoğu ters tepiyor. Küresel ısınma duruyor, insanlar donmaya başlıyor, ölüler canlanıp zombi gibi insanlara saldırıyor... Bu da bana İngilizlerin bir deyimini hatırlatıyor: "Ne dilediğine dikkat et, bir gün gerçekleşebilir". Yani dilediklerimize dikkat etmeliyiz, bazı zamanlarda dilediğimiz şeyler aslında bize uygun olmayabilir ve bizi mutlu etmeyecek olabilir. Düşünüyorum da benim de filmdeki gibi ters tepmiş bir hayalim vardı. Ben küçükken matematiği çok severdim. En sevdiğim ders matematik idi. Matematik problemleri çözerken çok zevk alırdım. Bu yüzden ben de büyüyünce matematikçi olmak istiyordum. Hem sevdiğim bir iş yapacak hem de para kazanacaktım. Kim "büyüyünce ne olacaksın?" diye sorsa ben "Matematikçi olacağım. Bütün problemleri çözeceğim." derdim. Ailem de bana küçük kardeşimi çalıştırmamı ancak o zaman iyi bir matematikçi olabileceğimi söyledi. Ben de kardeşim ile ders çalışmaya başladım. Kardeşim sınavı, ödevi ya da anlamadığı bir konu olduğunda, ki bu çok fazla oluyordu, bana geliyordu. Fakat bir zaman sonra fark ettim ki ben aslında pek de iyi ders anlatamıyordum. Kardeşim anlattıklarımı hiç de anlamıyordu. Zaman ilerleyip ben üst sınıflara geçtikçe yeni anlatılan matematik dersleri de çok karışık, çok zor bir hale geliyor ve benim de ilgimi çekmemeye başladı. Fark ettim ki artık pek de matematiği sevmiyor, matematikçi olmak istemiyordum. Bir anda eskiden hayalini kurduğum bir şey artık benim için mutluluk vaat etmiyor, haz vermiyordu. Sanıyorum ki, biz insanlar hayal kurar iken hiçbir şekilde kötü olasılıkları hesaba katmıyoruz. Bu yüzden de körü körüne mutlu olacağımıza inanıyoruz. Benim matematikçi olmak istemem ya da filmde ölülerin canlandırılmak istenmesi gibi her şeyin mutlak iyi olacağına ve bizim de sonsuz bir mutluluğa erişeceğimizi zannediyoruz. Fakat bazen öyle olmayabiliyor ve hayal ettiklerimiz bizi aslında mutlu edecek şeyler olmayabiliyor. Bazen de hayallerimize ulaştığımızda mutlu olamadıysak bu sefer de sürekli daha fazlasını istiyebiliyoruz. Sürekli bir doyumsuzluk içine giriyoruz ve tatmin olamıyoruz. Sürekli daha fazla paramızın olmasını istememiz buna örnek olabilir. Oysaki olabilecek diğer ihtimalleri ihmal etmeyip onları da düşünsek ve daha gerçekçi hayallerimiz olsa belki sonunda ya daha az üzülür ya da daha mutlu olabiliriz. Sonuç olarak, biz insanlar hayal kurmayı pek seviyor gibiyiz. Bu kurduğumuz hayallerin hepsinde kesinlikle mutlu olacağımıza körü körüne inanıyoruz. Bunun sebebi galiba sadece mutlu olacağımız yerleri düşünüyor, mutsuz olacağımız hiçbir şeye ihtimal vermiyoruz. Bu yüzden bazen ulaştığımız hayaller ile yetinmiyor sürekli daha fazlasını istiyoruz. Mutlu olmak içinse bize gereken gerçekçi olabilmek gözüküyor. Arada Kalanlar Yaşadığımız dünyada, etrafımızda birbirinden farklı insanlar görüyoruz. Kimisi yanımızdan sadece geçip gidiyor kimisiyle hayatlarımız bir yerde kesişiyor ve artık hayatlarımızın bir parçası haline geliyorlar. Bu insanlardan bazıları hayatlarını bizden daha lüks yaşarken bazıları bizim olduğumuz seviyeye gelebilmek için tüm ömürlerini harcıyorlar. Bu karşılaştığımız kişilerin hayatımıza girmesine bazen biz karar veriyoruz bazen elimizde olmayan bir şekilde gelişiyor her şey. Sonucunun güzel olup olmaması şansımıza bağlı bu durumda. Hayatın bu gerçeği hakkında yazma isteğimi oluşturan şey Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye Otel'i isimli kitabıydı.Kitabın içinde insanların kendilerinden üstün olan kişilerle aynı ortamda bulunmasını ve birbirlerine karşı olan düşüncelerini okuyoruz. Bu durum beni kendim hakkında da biraz düşünmeye yöneltti.Acaba ben kendimden üstün olan kişilere nasıl davranıyorum ve onlar hakkında nasıl düşünüyorum? Kendi hayatıma baktığımda etrafımdaki insanlar genelde aynı seviyede bulunuyorlar ve bundan dolayı aralarında herhangi bir davranış farkı ya da düşünce farkı oluşmuyor. Üst ya da alt seviyeden biriyle aynı ortamda bulunduğumda ise onların davranışlarına göre hareket etmeyi tercih ediyorum. Onlar eğer kendi üstünlüklerini ya da benim seviyemden aşağıda olduklarını bilerek gözüme sokmaya kalkışıyorlarsa ben de aynı saygısızlıkla onlara karşılık veriyorum.Eğer onlar seviye farkına dikkat etmeden davranış sergiliyorlarsa, ben de onların benden üstün ya da alçakta olmalarına dikkat etmeden davranıyorum. Her tür ortamda bulundum ve gördüm ki ne kadar benden üstün bir seviyede olsalar bile kişilikleri bunu kapamaya yetiyor. Kendi kendilerine kötülük yaptıklarını fark edemiyorlar ama dışarıdan bu açıkça anlaşılıyor. Benim için bu durum böyle ama karşılaştığım farklı örnekler de var. Bazı insanlar kendilerinden farklı seviyede olan kişilerle aynı ortamda bulunmayı istemezler ve rahatsız olurlar. Bunun sebebi ya egolarıdır ya da vicdanları. Kendilerinden üst seviyede olanlarla birlikte zaman geçirirken egoları onları rahat bırakmaz ve bu durumu kendilerine yediremezler. Kendilerinden alt seviyede olan kişilerle birlikte olduklarında ise vicdanları onları rahat bırakmaz ve durumlarından dolayı utandıklarını görürüz ya da o kadar cimrilerdir ki sahip oldukları imkanları paylaşmak istemedikleri için hemen oradan uzaklaşmak isterler. Bunların yanında bir de özellikle üst seviyede bulunan kişilerin birbirleriyle alakalı sahip oldukları düşünceler ve birbirlerine karşı nasıl davrandıklarından gözlemlerime dayanarak bahsetmek istiyorum.Onlar genelde içten içe birbirine kin besleyen ve birbirlerinin yerlerinde gözleri olanlardır.Bana sorarsanız en zor durum onlarınki. Neden mi? Çünkü hayatta sahip olunabilecek tüm olanaklara sahipler ama yine de tam anlamıyla mutlu olamıyorlar.Bana göre bunun sebebi içinde bulundukları bitmek bilmez yarış ve sahip oldukları şeyleri kaybetme korkusunu sürekli içlerinde barındırmaları. Tüm bunları düşününce ister istemez en acı verici durum onlarınkiymiş gibi hissediyorum. Tüm bu bahsettiğim insanlar ve az da olsa açıklamaya çalıştığım durumların hepsi benim gözlemlerime dayanıyor. İşte bir de bu insanların arasında kalmış ve bir şekilde hayatta mutlu olmaya çalışan ve bunu çok da bir şeye sahip olmadan yapmak isteyen bir kesim var. Onlar her şeyin kararında olmasını isteyen kişiler ve bence en çok onlar mutlu olabiliyorlardır hayatta sahip oldukları şeylerden. Onlar aynı zamanda sahip oldukları şeylerin değerini bilen insanlar ve belli bir yarışın içinde olmadıkları için kaybetme korkusu hissetmeden yaşıyorlar. E bu da onların mutlu bir hayat sürmelerine yardım ediyor. Peki ben bunları neden anlattım? Çünkü ben o arada kalmış insanlardan biriyim ve gerçekten diğerlerine kıyasla daha mutlu bir yaşam sürdüğümü düşünüyorum. Siz de bunu göz önünde bulundurarak arada kalmışlara katılabilirsiniz. Hiç değilse denemek için. Ve unutmayın ki hiçbir hayat mükemmel değildir. Berfin Ciner Yağız Düveroğlu Beni Sevme, Sahip Çıkamayabilirim! Haylaz bir ekim olacağa benziyor bu seferki eylül sonrası. Evlerimiz ve dışarısı tuhaf bir zıtlık içinde. Evlerimizde hayalet bir rüzgâr dolanıyor, dışarıdaysa rasta saçlı bir güneş. Bir eşik giriş-çıkışından kaynaklı bu grip hâllerimiz. Zira bir eşikten çıkmak için oraya önce girmek gerekir. Bir girip bir çıkmanın cereyanından etkilenense biz oluyoruz. Hani insan olan biz; kalbiyle, derisiyle, dudağıyla, beyniyle insan olan/olmaya çalışan biz... Peki bu cereyandan sadece insan mı etkileniyor? Sadece bir insan mı sıcakla soğuğun karşılaştığı o alanda değişime maruz kalıyor? Oysa bir vazo da etkilenebilirdi bundan pekâlâ. Pekâlâ bir vazo da kırılıp dökülebilirdi o akımda. O zaman nesneler insanlara benzer mi diyeceğiz? Nesneler de insanlar gibi kırılıp dökülebilir, ısı farklarının eşiğinde onlar da yıpranabilir mi diyeceğiz? Cevabımız pekâlâ evet ama insanla eşyanın arasına çizilmiş bir sınır yok mu? Yok mu insanı nesneden ayıran bir ayraç? Var diyoruz hep birlikte, adını da kalp koyuyoruz. Bir insanı bir nesneden ayıran en belirgin şeyin kalp olduğuna kanaat getiriyoruz. Peki bu nesne bir robotsa ve bir kalbi varsa?.. İnsanoğlu kalbi özellikleri olan bir robot yapabilir miydi ve böyle bir şey yapsa insanla nesne arasındaki o sınır silinmeye başlar mıydı? Bu konudaki fikrimi yazımın sonuna doğru başka bir şeyle ilişkilendirerek cevaplayacağım çünkü kalbi özellikleri olan robot David üzerinden değinmek istediğim başka bir konu var. David beni en çok şu açıdan düşündürdü film sonunda: İnsan kendisine sunulan sevgiye sahip çıkmayı bilmeyen bir varlık mı? İnsan sevilen taraf olunca seven tarafı bir köle gibi kullanır mı ya da karşı taraftan sunulan sevgi artık değersiz mi olur onun için? O sevgiyi kaybetmek bir anlam ifade etmez mi olur insan için? Buna benzer birçok soruyu sordurttu film bana. Monica David’i onun “İstersen senin için gerçek bir çocuk olurum!” yakarışları içinde terk edip gitmeseydi düşünmezdim belki bunları. Lâkin böyle olmadı. Bir temsiliyet içinde yaşandı gitti sahnedekiler. Monica şüphesiz ki sevilen, hatta çok sevilen, sevgi sunulan taraftı. David ise seven, sevdiği için itelenen ve terk edilen taraftı. Filmde terk edilen taraf olarak özellikle David yani bir robot seçilmişti. Bence bununla anlatılmak istenen bir şey, üzerine ilgi çekilmesi gereken bir konu vardı. O konu da az önce belirttiğim gibi insanın sevgiden yana nankör, kıymet bilmez yönüydü. İnsan, kalbine rağmen kalpsiz gibi davranabilir miydi? Hem yaşadığım/yaşattığım için hem de insanlarla dolu bu dünyada örneklerine sıkça rastladığım için rahatça diyebilirim ki evet, insan sevildiği zaman bunun kıymetini bilemeyecek, o sevgiyi umursamayacak kalpsizlikte ve katılıkta olabilirdi. Önceden olsa ne nutuklar çeker, insanın sevildiği zaman o sevgiye sahip çıkması gerektiğini ve benzerlerini söylerdim. Yaşamasaydım bilemezdim. Yaşadım, hissettim, söylüyorum: Her şey istediğini elde ettiğin o ana kadar. Sonrasında sıradanlaşıyor, sıkılınan, eskisi gibi heyecanlandırmayan bir şey oluyor kalbinden bana sunduğun. Kalbinden bana sunduğundan sonra uzaklaşmak, yine eskisi gibi bir başıma, yalnızlığımla kalmak istiyorum ben. Şüphesiz ben de bir Monica oluyorum. Kalbime rağmen hissiyat konusunda bir nesneden daha çok nesne oluyorum çünkü ben açıkça kabul ediyorum David gibilerin bu dünyaya, bu yere ait olmadıklarını. İşte o zaman nesneyle insan arasına çizilen sınır silikleşiyor, anlamsızlaşıyor. O zaman bir kalbe sahip olmakla olmamak arasında çok da bir fark kalmıyor. O yüzden diyorum ki: “Beni sevme, sahip çıkamayabilirim!” İnsanla nesnenin arasındaki sınır bu kadar silikleşmişken bir nesne daha çok sahip çıkar sana beni sevmeye yeltenen kişi. Beni sevme bu yüzden. GÜNEY 1 KARDELEN GÜNEY 21200420 09.07.15 TÜRK101 ALİ TURAN GÖRGÜ KÖRLÜK Yüzyıllardır kimsenin söz geçiremediği bir duygudur aşk. Koskoca, dünyayı fetheden hükümdarlar bile başını eğmiştir aşka. Devletler yıkılmıştır bu duygu yüzünden, insanların canına sebep olmuştur bu yüce duygu. Peki sizce ortada bir gariplik yok mu? Neden bu kadar insan aşkın getirdiği sonuçları görememiştir? Herkesin hayatında en azından bir kez yaşayabileceği bir duygudur bu. Halit Ziya Uşaklıgil’in romanı ‘‘Aşk-ı Memnu’’ aşkın sonuçlarını, nedenlerini ve hatta olasılıklarını bizlere o kadar güzel bir dille ve duyguyla ulaştırıyor ki romana hayranlık duymamak elde değil. Aslında romana hakim olan duygudan yani aşktan ziyade benim dikkatimi çeken başka bir konu var bu romanda. Hangi duygu ya da hangi şey bir ailenin üstünde tutulabilir? Hangi insan ailesini, sevdiklerini parçalayacağını bile bile, göz göre göre buna sebep olan şeyi devam ettirir? Herkesin bahsettiği ve hatta kiminin kendi benliğinden uzaklaşmasına sebep olan aşk bu kadar kudretli mi gerçekten ya da kaybettiğimiz şeyleri aşk yüzünden kaybetmeye değer mi? Romanın iki ana karakteri Behlül ve Bihter bunu göze alarak yaşıyorlar duygularını. Behlül onu büyüten amcasını kaybetmeyi göze alıyor, Bihter saygınlığını kaybetmek pahasına sürdürüyor bu ilişkiyi. Eğer Nihal, Bihter ve Behlül’ün mektuplarını yakalamasaydı bu iki karakter ilişkilerinin mutlu sonla biteceğine inanmaya devam ederler miydi? Siz olsanız ne yapardınız veya nasıl düşünürdünüz? Açıkçası bu romandan sonra ben biraz duygularım arasında kayboldum. Bir yanda aile ve bir yanda en büyük tutku; aşk. Kitabın sonunda fark ettim ki, ben hayatımda Bihter ve Behlül’ün yaşadığı gibi bir son istemiyorum, ailemin benden vazgeçmesini istemiyorum ya da onların yaşadığı gibi bir korku yaşamak istemiyorum. Bu roman beni hayatımızda emek duygusunun, ailenin önüne hiçbir şeyin geçmemesi gerektiğine bir kez daha ikna etti . Fani duygular için veya geçici duygular için size karşı karşılıksız sevgi besleyenleri bir kenara atmak, onları hiçe saymak karakterinize yakışır mı? Aşkın bu kadar yıprattığına, yok ettiğine dair önümüze birçok kanıt sunulmuşken başımıza gelse ne yaparız sorusunu sordunuz mu hiç kendinize? Aşk kendisiyle sadece tutkuyu doğurmuyor, aşk sadece yaşayan iki kişiye zarar vermiyor. Aşk kendisiyle önce mutluluğu daha sonra öfkeyi, nefreti, saygısızlığı ve hatta GÜNEY 2 güvensizliği getiriyor. Yaşanan aşk aslında çevreye de zarar verebiliyor. Bu eşsiz yazar sadece bu kudretli duyguyu anlatmıyor romanında. Firdevs Hanım bize beğenilmeme duygusuyla gelen öfkeyi, zenginliğe düşkünlüğü gösteriyor. Çalışan yardımcıların o kadar varlık içinde hizmet etmelerine rağmen kendilerini hiç bozmadan sergiledikleri insanlıklarını öğretiyor. Adnan Bey bize iyi niyeti öğretiyor. Aslında genel anlamda roman birçok duygunun karışımından oluşuyor. Okuyucu bile dışarıdan bir göz olarak romanda geçen ailenin yaşadıklarına üzülürken, buna sebep olan insanlar nasıl fark edemiyor sonucun böyle üzücü olacağını? Bu romandan sonra kendime, yaşadıklarıma ailemin önüne geçmeyecek şekilde yön vermeye başladım. Bizim her anımızda bize destek olan, sevgisini bizden esirgemeyen ailelerimiz dururken, aşkı tercih etmek saygısızlık ve haksızlık olmaz mı? Aşkı küçümsediğim için değil. Küçümsenemeyecek bir duygu ki insanları mantığından böylesine uzaklaştırıyor. Sadece demek istediğim ben ve hatta bu romanı okuyan insanların aşkı, mantığımızı ele geçirmeye başladığını hissettiğimiz an terk etmemiz. Böylesi yasak duygular sonucu düzeltilemeyecek hasarlara sebep olabiliyor; Behlül ve Bihter’in artık bir aileye sahip olmaması gibi. Gözümüz görmemeye, mantığımız bizden uzaklaşmaya başladığında bu duyguyu hissetmeye başladığımız anda, bir anda herkesi kenara koyup sadece o insanı düşünmeye başladığınız anda, lütfen kendinize ve çevrenize vereceğiniz hasarı bir kere daha düşünün. Çünkü aşk göründüğü kadar masum bir duygu değilmiş. Şevval KANTARCI BAŞKASI OLMA KENDİN OL “Ben kimim?” Kendinize dönüp bu soruyu soruyor musunuz? Maalesef birçoğumuz bunu yapmıyoruz ve “kendi” olmanın ne demek olduğunu farkına varamıyoruz. Neden mi? Çünkü hep başkalarının istediklerini yerine getirme, kendimizi değil de başkalarını memnun etme çabası içerisindeyiz. Yani hayatımız boyunca başkalarının istedikleri gibi birisi oluyoruz aslında. Kendimiz olmayı bir türlü beceremiyoruz. Kendimizi nasıl mutlu edeceğimizi biliyoruz ama bunun bir önemi var mı ki? Bir önemi yok. Asıl önemli olan içerisinde yaşadığımız toplum tarafından kabul görmek. Henüz küçücük bir çocukken öğretilmişti bize aslında kendimiz değil de başkası olmak. Eğer uslu bir çocuk olduysak, yaramazlık yapmadıysak annemiz ve babamız tarafından sevildik. Eğer derslerimize çalıştıysak ve her zaman çalışkan olduysak sevildik. Ve böylece başkalarını mutlu ederek mutlu olmayı hayatlarımızın amacı haline getirmiş olduk. Kendi mutluluk sebebimizi başka insanlara bağlıyor, onlar üzerinden mutlu olmayı alışkanlık haline getiriyoruz. “Ben nasıl güvende olurum?” sorusuna “başkalarını mutlu ederek” cevabını veriyoruz. Üzülerek söylemem gerekiyor ki, ben bu insanların başında yer alıyorum çünkü benim hayatımda başkalarının kontrolü altında. Dr. Wayne W. Dyer Kendin Olmak isimli bu kitabında hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayan, özgürce hareket edemeyen insanları konu alıyor. Kitabı okurken sanki hayatımdan bazı sahneler canlandırılıyormuş gibi hissettiğimi söylemem gerekiyor. Çünkü ben de o yaşamını gönlünce sürdüremeyen insanlardanım. Evet, maalesef bunun ne kadar yorucu, yıpratıcı ve en çokta kendin olmayan bir yaşam biçimi olduğunu bilmeme rağmen sanki artık çok geçmiş gibi geliyor. Sanki her şey için çok geç kalmışım gibi hissediyorum. Geç kalmak diyerek kastettiğim şu: artık ailem, arkadaşlarım, çevremdeki diğer bütün insanlar beni öyle tanıdılar, tanımak istedikleri gibi tanıdılar. Ya da tanımadılar demek daha doğru olacak sanırım. Ee haklılar tabii onlara kızmıyorum çünkü gerçek beni ben bile tanımazken onlardan bunu nasıl bekleyebilirim ki? Onlar nasıl birisi olmamı istiyorlarsa öyle birisi oldum her zaman. Bu yaşıma kadar tüm seçimlerimi başkalarının kriterlerine göre yaptım. Onların benim yerime düşünmelerine izin verdim. Sanki ben bir kuklaydım. Ellerimde, kollarımda, zihnimde görünmez ipler vardı ve ben kim nereye isterse oraya gidiyor, kim neyi düşünmemi isterse onu düşünüyordum. Başkaları karar veriyordu nelerden hoşlandığıma, ileride hangi mesleği yapacağım hakkında bile söz söyleme hakkım yoktu. Çünkü “ben” yoktum. Ortada Şevval diye birisi yoktu. “İnsaf! Bu kadarı da çok abartı, bu kadar da olmaz ki” diyebilirsiniz. Ama inanın bana yazdıklarımın hepsi doğru. “Böyle bir kişi hayatını nasıl devam ettirebilir ki ?” diye de sorabilirsiniz. Çok haklısınız. Benim de her zaman kendime sorduğum bir soruydu bu. Sonra bir gün uyandığımda kendimle yani gerçek benle tanışmak istediğimi fark ettim. Çünkü artık başkalarının kontrolünden çıkmanın ve bundan kurtulmanın hayatta en çok isteğim şey olduğuna karar verdim. Her şeyden çok bunu istiyordum. Biliyordum geç kalmıştım, çok geç… Ama imkânsız değildi. Kendim için, kendi hayatım, kendi başarılarım için gerekli riskleri almaya hazırdım. Benim içinde özel bir özgürlük vardı. Bütün seçimlerimi kendi istek ve arzularıma göre yapma özgürlüğü. Ama bunları yapmadan önce kendimi tanımam gerekiyordu. Peki ya ben kimdim aslında? Nelerden hoşlanıyordum? Kime soracaktım bunu? Kim en iyi tanıyordu beni? Ben hariç herkes. O yüzden bunu kendime sordum, kendimle yüzleştim. Ama başkası istediği için değil ben istediğim için böyle olması gerekiyordu. Zaman zaman tökezlediğim oldu, düştüm sonra tekrar kalktım, canımın acıdığı zamanlar oldu ama emin olun hiçbir şey beni kendim olamamak kadar acıtmadı. KAYNAKÇA Dyer, W. (1998). Kendin olmak: İpler kimin elinde. Kuraldışı. Beril Kamel Örümcek ve Kalp Arada kendinize dönüp de hiç bakıyor musunuz siz de, dün neydim bugün ne oldum diye? Hayatımdakiler bana ne kattı, benden ne götürdü, kimler neleri nasıl değiştirdi diye… Ben bakıyorum. Hep soruyorum bu soruları kendime. Dünkü ben ile bugünkü ben aynı mı? Eğer aynı ise, normal mi bu? Zamanın beni değiştirmesi, bir şeyler katması gerekmez miydi? İnsanlar aynı mı, olaylar aynı mı? Çevremdekiler aynı mı? Yakın zamanda şunu fark ettim ki bugünümü dünümden ayıran hemen hemen her şeyi çevremdekilere borçluyum. Özellikle de arkadaşlarıma. Hep onlar şekillendirmiş beni, onlar sayesinde kazanmışım bu karateri iyi ya da kötü yönleriyle. Ben, ben olmuşum onlarla birlikte iken. Kimisi geçmiş, kimisi kalmış fakat hepsi bir iz bırakmış bende arkadaşlarımın. Sanki küçücük yaşımdan itibaren her biri bir yanımdan tutup çekmiş, çeke çeke büyütmüşler beni. Şimdi geriye dönüp baktığımda kimi beni daima yukarı çekerken kiminin ise beni aşağıya çektiğini görüyorum fakat sonuç olarak hepsinin bana öyle ya da böyle bir şeyler kattığını, bu kattıkları sayesinde bugün burada olduğum kişi olarak durduğumu düşünüyorum. Bütün bunlar arkadaşlık kavramını adeta yüceltiyor benim gözümde. Arkadaşlarım olmadan bir dünyayı, bir beni düşünemiyorum. Anaokulundan itibaren bütün arkadaşlarımı hatırlıyorum. Mahallemde bana bisiklete binmeyi öğreten benden yalnızca 2 yaş büyük olmasına rağmen hâlâ da abla dediğim Güneş Abla, anaokuluna ilk geldiğimde elimden tutup beni parkta gezdiren ve bütün oyuncaklarını benimle paylaşan Melisa, ilkokulun ilk gününde ilk saatinde benimle tanışıp yanıma oturup önümüzdeki 5 sene boyunca da her gün yine oraya oturan Helin, bana yaramazlığı öğreten komşunun oğlu Ali, ortaokulu ve liseyi benim için dünyanın en eğlenceli ve en verimli yeri yapmayı başaran Yıldız ve Dilara, Bilkent’e ilk adım attığımda yol sorarak karşılaştığım Sezin… Adlarıyla, yüzleriyle, anılarıyla hepsi duruyor hâlâ bende. Hatta beni ben yapan şeyler onlar. Yani aynı Anne Siems’ın Friendship ismini verdiği tablosundaki gibi ufak detaylarla bir bütün olmuş durumdayım hepsiyle. Bu yüzden de Siems’ın tablosu benim için arkadaşlığı en güzel anlatan ve en başarılı şekilde yansıtan görsellerden biridir. Ben de kendimi ve arkadaşlarımı derinlerde bir yerlerde, herkesin göremeyeceği bir seviyede de olsa aynı kalbi, aynı duyguları paylaşan ve birbirini tamamlayan iki küçük kızdan veya çocuktan farklı görmüyorum. Aksine, aynıyız biz de. Birbirimizi tamamlıyoruz, birimizin eksiği diğerinin fazlası oluyor, birinin hatasını diğerimiz düzeltiyor, biri düşünce diğerimiz kaldırıyor. Siems’ın da çok güzel bir şekilde resmettiği gibi, iki parçanın bir bütün hâline gelmesiyle oluşuyor arkadaşlık. Sonra ise o arkadaşlıklar büyüyor, büyüyor… Siz de onlarla büyüyorsunuz, sizi onlar büyütüyor. Sizi siz yapan şeyler arkadaşlıklardan geliyor hep. Bir bakmışsınız bambaşka biri olmuşsunuz. İyi anlamda söylüyorum bunu elbette. Örneğin cesareti ilkokul arkadaşım Helin’den öğrendim ben. Hep çok korkak bir çocuk olmuştum, ta ki onunla tanışana kadar. Sınıfta her soruya ilk parmağı o kaldırır, hepimizin korktuğu işlere en önce o girişirdi. Hiç unutmuyorum, bir kere bir örümcek aldı yerden ve elime koyarak “Çok güzel değil mi?” dedi. Korkudan kalbimin çarpış seslerini duyuyordum, fakat Helin bana o gün orada ortada hiçbir sebep yokken korktuğum bir canlının güzelliğini gösterdi. Hep de böyle oldu arkadaşlığımız boyunca. Sonunda ben de bir bütün oldum onun cesaretiyle ve kendi korkaklığımı soyundum. Büyüdükten, başka arkadaşlar edindikten sonra ben de onların Helin’i oldum. Her arkadaşıma bir “örümcek” sunmaya çalıştım. Her şeyi paylaşalım, bir olalım istedim. Siems’ın tablosuna can verdim kurduğum her arkadaşlıkla. O beyaz elbiselerinin altından gözüken bir olmuş kalbi daha birçok arkadaşla paylaşarak koskocaman, devasa bir kalbe sahip oldum. Bu kalbi onlar büyüttü, beni onlar böyle yaptı. Şimdi “her şeyim” arkadaşlarım, çünkü “her şeyimi” onlara borçluyum… Kaynakça: Siems, Anne. Friendship. Yağlıboya. 2010. ANKARA’DA TİYATRONUN ANLAMI Büyük binalar, beton yollar, uzun koridorun sessizliğinde yankılanan topuk sesleri... Bürokrasi kokan gri şehir Ankara. Ne insanın canı sıkıldığında bir nefes alabileceği deniz kıyısı ne de martılarla simidini paylaşabileceği vapurları var... Sadece “tiyatro” su var; şehrin monotonluğundan kaçabilecek küçük bir hayat ışığı olan. Ankara’ da tiyatro seyretmek oyunu izlemekten ibaret değildir,günler öncesinden başlayan ve günler sürecek bir etkinin bütünüdür. Tiyatro için bilet almak aynı zamanda karanlık ve derin bir mağaranın ucundaki aydınlığa çıkmanın da biletidir. Beklersiniz ki satış saati başlasın,aynı anda yüzlerce insanla yarışırsınız en iyi koltukları kapmak için, en iyisi olmalıdır Ankaralı için ki kendini benliğinden koparıp yerleştirebilsin sahnedeki dünyaya. Sonra insanın aklına şu soru gelir: Kiminle? Ankara’da tiyatroya yalnız gitmezsiniz, sevdiklerinizi götürürsünüz çünkü burada tiyatro iki saatten ibaret değildir. Bazen bir arkadaşınızla gider, Kızılay’dan Tunalı’ ya kadar yürürsünüz. Bazen sevgilinizle gider saatlerce sokaklarda dolaşırsınız, kapının önünde sahnenin açılmasını beklerken çay içerek ısınırsınız. Akün’ e gidecekseniz Kuğulu’ da oturup sohbet etmeden gitmezsiniz, Şinasi’ye gidecekseniz yanındaki tatlıcıda muhallebi tadarsınız, eğer Büyük Tiyatro’ ya gitmişseniz içerinin eski ve tarih kokan mimarisini seyre dalarsınız, Küçük Tiyatro’ daysanız önündeki havuzun karşısına oturmadan içeri girmezsiniz. En çok da öğrenciler gider tiyatroya bu şehirde. Ben bunu üniversitelerin çokluğuna, biletlerin ucuzluğuna veya daha çok vakte sahip olmaya bağlamıyorum. Kimi ruhunu edebi sözlerle beslemeye gider, öteki sanatı sanatçıyı takdir etmeye, kimi kitaplardan okuduğu metinlerin vücut bulmuş halini görmeye kimiyse içindekileri dökmeye gider. Ankara’da tiyatroya gitmenin can damarı oyunun kendisidir yine de. Sadece bir oyun değildir, her zaman bir mesajı,bir anlamı, bir başkaldırısı vardır. Salt komedi yoktur o eski salonlarda, insanı derinden etkileyen sahneler vardır. Her gün yanından geçip gittiğin kimsesiz çocukları fark edersin birdenbire, sabahları işe yetişmek için koşturan insanları görürsün sahnede. Salondan çıkıp evine giderken yanına gelip bir şeyler satmaya çalışan küçük çocuk görmezden gelemeyeceğin bir birey olur, ertesi sabah gördüğün koşuşturmacadaki bir kadın sadece bir robot mu yoksa içindeki derin anlam koşarken yerlere mi dökülüyor diye sorgularsın. Bazense izlediğin her bir karakterde kendini görürsün, hepsi senin bir yönünü alıp kendinde devleştirmiştir sanki. Ben de mi bu kadar bencilim? Ben de mi bu şekilde insanları umursamıyorum ? Neden ben de o kadın gibi duygularımı saklıyorum? Bu adam da bana benziyor... Bir bakmışsın gece yatağında bunları düşünüyorsun. Ankara’ nın tiyatroları öyle etkiler ki insanı, bazen geleceğe yönelik en önemli kararlar bu oyunların etkisiyle verilir. İnsanlara faydalı olmak istersin birdenbire, gerçekten istediğin şeyin ne olduğunu sorarsın kendine. Sadece bir eğlence değildir aynı zamanda bir hayat kılavuzudur. Ben de tiyatroyu Ankara’da yaşamak için yapılabilecek şeyleri denerken keşfettim. Daha sonra benim için bir etkinlik olmaktan öteye gitti, bir yaşam tarzı oldu artık. Kimi zaman arkadaşlarımla eğlenmek için gittim, kimi zaman tek başıma kafamı dinlemek için gittim. Hepsinde de bir şeyler öğrendim. Birinde ileride yapacağım mesleğe karar verdim, birinde “seni seviyorum” demenin bekletilmeyecek bir şey olduğunu öğrendim, bir diğerindeyse hayat benim için güllük gülistanken insanların nasıl acılarla boğuştuğunu anladım. Hepsi de birer birer tohumlar ekti içime yeşermeye başlayan. Ankara’ da hayat zordur, kasvetlidir, sürekli bir koşuşturmaca hakimdir. Bir an yalnız kalındığındaysa büyük bir boşluk hissedilir. İşte bu boşluğu taşarcasına dolduran şey tiyatrodur. Gerçek Ankaralılar kendi benliklerini tiyatroyla doldururlar, her bir oyun bu şehrin köklerinden yetişmiş usta sanatçılar tarafından izleyiciye sunulur, onlar da tiyatronun etkilerini derinden yaşayan insanlardandır. Ankara’da tiyatro önemlidir ama yapacak başka bir şey olmadığından değil, yapılacak en güzel şey olduğundan. “Bir rüya için asla bir ağıt olmayacağından şüpheleniyorum, çünkü o geçişine yas tutmamızı beklemeden bizi yok edecektir.” -Hubert Selby Jr., Bir Düş İçin Ağıt Bir Rüya İçin Ağıt Gökhan Eğri Rüya kelimesinin ne kadar belirsiz olduğunu düşündünüz mü hiç? Arkasında sakladığı bütün imgelere karşın kendisine tanımsal bir karşılık bulunamamaktadır bu kelimenin; çağrışımları içinde sakladığı diğer varoluşlarla bütünleşmiş bir kavramdır rüya. Çağrıştırdığı uyku ve düşleme durumlarının bilinç dışılığının hafifliği altında ezilerek saydamlaşmış bu kelimeyi işte bu belirsiz imgesellik yüzünden hayal kelimesi ile değiştirmiştir insan. Kurulabilen, kovalanabilen ve en önemlisi de yakalanabilen bu yeni kavram ile arzu ettiği somutluğa ulaşan insan, bütün azimlerini doldurmuştur özenle inşa ettiği hayallerine; öyle ki yerini aldığı rüyaların uçuculuğundan geriye ancak üzerine yüklenen somutluğun altında ağırlaşarak yere doğru bükülen bir kelime kalmıştır. Peki gerçekten de hayal kavramı insanın zannettiği kadar uzak mıdır bu kadar kaçtığı belirsiz soyutluktan? Düşünün ki neden kovalamaktadır insan hayallerini? Kendi zihninde yaratıp sonsuzluğa iliştirdiği düşünceleri neden benliğinden böylesine uzaklaşmaktadır insanın, öyle ki hayatını ebediyete kendi elleriyle yerleştirdiği bir varoluşun peşinden koşmaya harcayacak kadar yabancılaşsın yine kendi özünden yonttuğu benlik idealine? Yoksa hayal kavramı tam da burada mı ayrılmaktadır rüyalardan? Üretildiği anda sonsuzluğa kaybolan ve insanı peşinden bilinmeyen bir soyutluğa sürükleyen rüyaların kuyruğunu kalın zincirlerlerle toprağa bağlayarak mı ulaşmıştır insan hayallerine? Öyleyse hayal dediğimiz aslında insanın güneşin hizasına zincirlediği rüyalarının toprak üzerine düşen gölgesinden, düşlerinin yine aynı toprağın üzerindeki çıkıntılarda alabildiğine şekilsizleşmiş, cılız bir silüetinden başka ne olacaktır? Peki ya hayallerini gerçekten de kurabilmekte midir insan? Ellerini yakarak döktüğü demir parçalarına, parmaklarını kesercesine dokuduğu ipliğe ve beli bükülünceye kadar ektiği tarlasına ithaf ettiği hissel somutluğu “kurmak” kelimesine yamayarak benliğinin ceplerine doldurduğu gerçeklik, ne kadar aşağıya çekebilmektedir insanın rüyalarında uzandığı ilkel ebediyet arzusunu? Peki yine gerçekliğinin ağırlığı varoluşunu aşağıya çekmeye yetmeyince mi çevirmiştir insan gözünü üstündeki gökyüzünden ayağıyla ezdiği toprağa? İşte o zaman karar vermiştir belki de insan, sonsuzlukta ulaşamadığı rüyalarını kilden çıkardığı tuğlaların, toprağın içinde gözüne çarpan parıltılı taşlardan döktüğü paranın yadsınamaz somutluğunda benliğine yaklaştırmaya. Bu durumda hayal gücü kelimesinde anlatılan güç insanın rüyalarına tutturduğu zinciri toprağa gömerken gösterdiği çabanın terazisinden, hayal kuran insan için “kurulan” tek şey ise sonsuzluğa topraktan çekilmiş bir perdeden başka bir şey olmayacaktır. Öyleyse hayallerine asla ulaşabilecek midir insan? Düşünün ki evren sonsuzluğa doğru genişlemektedir, o zaman uçsuz bucaksız ebediyetin bir köşesinde evrenin kumaşı elbette insanın en olanaksız hayallerini dahi gerçekleştirecek şekilde esnemiş, ilmeklenmiş olmak durumundadır. Bu durumda insan arzu ettiği somutluğa ulaşmış mıdır özenle yarattığı hayal kavramıyla; üstüne zorla biçtiği tensel somutluğa layık olabilmiş midir sonunda hayal kelimesi ve yerini aldığı rüyaların soyutluğunun dayanılmaz hafifliği altında ezilmekten kurtulabilmiş midir insanın düşlerine aşıladığı maddesel arzusu? Ancak belki de insan gökyüzünün korkusundan rüyalarının topraktaki gölgesine çok uzun süre bakmış olacak ki, hayalleri çoktan kilden yoğrulmuşcasına kırılgan ve toprağa bağlı kalmıştır; bir zamanlar sonsuzlukta aradığı varoluşun özünü dünyaya öylesine zincirlemiştir ki ebediyette soyutlaşma korkusuyla, düşleyebileceği bütün varoluşların evrenin bir köşesinde hayat bulacağı gerçeğindeki mutlak somutluk dahi kaldıramamıştır insanın kafasını bakır ve kilden çömleklerde sakladığı fani hayallerinden. Peki bu demek midir ki insan peşini bırakmalıdır bütün hayallerinin? Gerçekten de salmalı mıdır insan dünyaya çivilediği zincirlerini çözerek, asırlardır benliğinin özünü oluşturan bu kavramları ait oldukları ebediyete? Güneşin hizasına indirdiği rüyaları yeniden sonsuzluğa yükseldiğinde ve bir zamanlar toprağın üzerine düşen gölgeler yerini güneş ışığına bıraktığında ne olacaktır peki insanın topraktan yonttuğu hayallerine? Kuruyup çatlayan kilden hayalleri parmaklarının arasından dökülünce anlayacak mıdır insan topraktan aldığının yine ancak ve ancak toprağa ait olduğunu? Fakat bu demek değildir ki insanın gölgeye ihtiyacı yoktur, sonsuzluktaki rüyalarına yaktığı sağır edici ağıdını susturmak amacıyla çektiği topraktan perde gereksiz değildir elbette. Altına sığınabilecek hayallerinin yokluğunda elbet kamaşacaktır gözleri insanın ve elbet kaybedecektir asırlardır maddesel hazlarda bulduğu benliğini düşlerinin soyutluğuyla karşılaştığında. Peki ya ne yapmalıdır insan, hem rüyalarını hem de hayallerini mi bırakmalıdır tamamen hissiz bir yaşam sürmek adına? Ancak o durumda da vazgeçmiş olmayacak mıdır kendi insanlığından, ne sonsuzlukta ne de toprakta bulabileceği yegane varoluşundan feragat etmeyecek midir düşlerinin soyutluk-somutluk kargaşasını çözümlemek adına? Öyleyse belki de rüyalarının özündense amacını yeniden kurgulamalıdır insan; sonsuzluğa iliştirdiği rüyalarına yine sonsuzlukta erişmektense sadece ebediyete kaçan hayallerini kovalamayı amaçlamalıdır varoluşu süresince. En sonunda mutlak bir somutlukta rüyalarına ulaşmak umuduyla değil belki ancak düşlerine yaktığı ağıtta kendi benliğinin ne toprakta ne de sonsuzda bulabileceği özüne biraz olsun yaklaşmak amacıyla. Rousseau, Henri. Rüya. 1910. Modern Sanat Müzesi. Selby, Hubert, ve Can Kantarcı. Bir Düş İçin Ağıt. İstanbul: Ayrıntı, 2010. Basım. Ahmet Yavuz Akpınar İçe Doğru Bir Yolculuk: Kuşlar Yasına Gider “Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesiyle kolları sıvıyor Hasan Ali Toptaş. Çünkü izleri böylesine derinse eğer, anlatılmaya değerler. Önceki romanlarından çok farklı bir temayla oluşturduğu Kuşlar Yasına Gider eserinde Toptaş, bu konuya yoğunlaşıyor. Babayı, aileyi, baba-çocuk mesafesini ve bu mesafenin ardında yatan gizli bağı ele aldığı eserde bu sefer kurmacaya biraz gerçek tozu ilave etmeyi ihmal etmiyor. Anlatıcı karakterin ve babası Aziz Bey’in hayatına, hislerine ve iç dünyalarına yoğunlaşılan eserde arka planda dönen temalar; ölüm, yaşam mücadelesi, bu yaşamın içini doldurma serüveni, ölümlü olduğunu bilme çaresizliği… Genel olarak şimdiki zamanda geçen romanda anlatıcı karakterin Ankara- Denizli arası yolculuklarında çocukluğuna dönmesi, geçmişi anımsaması gibi durumlarda zaman sıçramalarına başvuruluyor. Bu yolculuklar yaygın yol romanlarını; yol esnasında çalan türküler ve uzun yol şoförü baba köy romanlarını anımsatmakla birlikte postmodern çizgisiyle bu romanlardan ayrılıyor eser. Herhangi bir kaygı taşımamakla birlikte ince mesajlar ve yergiler de içeriyor eser. Örneğin durakta telaşlı küçük bir çocuk anlatıcının çok dikkatini çekiyor ancak, “Neden kaldıysa sadece sırtındaki koyu yeşil palto kaldı aklımda. Çok geçmeden o da silindi haliyle…” ifadesinde görüldüğü gibi hem insan zihninin kargaşasına bir gönderme yapılıyor hem de gün içinde onca şeyle karşılaşsak da ben merkezine geri dönüşümüze bir hatırlatma yapılıyor. Çoğu eserinde, “gerçekçilik” akımının zorunlu tuttuğu “anlam” kavramına kafa tutan, anlamın yazar tarafından oluşturulmayıp her okurun zihninde kendiliğinden oluşacağını hissettiren bir tavır sergileyen Toptaş, burada yeni bir tavırla karşılıyor okurunu. Bu eserinde içeriğe gerçekliğin biraz daha sızdığı hissediliyor. Ancak postmodern anlayışının bir getirisi olan fantastik öğeler yoluyla çizgisini yeniden anımsatıyor Toptaş. Ankara’dan Denizli’ye yolculukları sırasında sıkça anılan “beyaz at” yani “ecel atı” ve bu at her görüldüğünde birinin ölmesi gibi unsurlar bu fantastik çizginin birer yansıması romanda. Bununla birlikte Toptaş, imge unsuruna da sıkça başvurarak ve anlamı örterek de imzasını berlirginleştiriyor. Örneğin, anlatıcının babasını gardan almaya gitmesi üzerine, “Basamakların dibinde durdu aniden beni karşısında görünce. O sırada muhtemelen sevindi ama hiç belli etmedi bunu, Ankara Garı’nda ilk kez değil de hemen her gün sabah akşam karşılaşıyormuşuz gibi davrandı.” ifadesinde görüldüğü gibi, karakterlerin tavırlarında “görünmeyen hisler” de gizleniyor. Baba, ne yapacağına karar verememiş, içten içe heyecanlanmış birinin vereceği tepkiyle aniden duruyor. Bu da aslında görünenden çok başka şeyler hissettiğini ve oğluna olan sevgisini gösteriyor. Bununla birlikte sevgisini örtmesinin de ardında kendince sebepler yatıyor. Anlatıcı karakterin yazar oluşu, yazı içinde yazı serüveninin hissettirilmesi gibi unsurlarla da üst kurmaca tekniğine başvurma yoluyla kendi tarzını belirginleştiren Toptaş, içerik değişse de üslubunun aynı titizlikte devam edeceğini hissettiriyor. Kimi cümleleriyle eski kitaplarına göndermeler yapan yazar, yazının da hayat gibi bir bütün olduğunu hissettiriyor ve insan zihninin çağrışım gücünü uyandırıyor. Eserdeki anlatıcının hayatıyla Toptaş’ın hayatında doğum yeri, Ankara’da yaşaması gibi benzerlikler olması eserin otobiyografik roman olduğu tartışmalarını doğursa da eseri bu şekilde adlandırmamak gerek. Bu benzerlikler anlatıcıyla Toptaş’ı bir tutmayı sağlayacak kadar çok olmadığından onlara “otobiyografik izler” demek yeterli kalacaktır. Toptaş da bu konudaki fikrini bir söyleşide şu şekilde dile getiriyor: “Ama romandaki baba, babam değil. O romandaki baba. Romandaki oğulda ben değilim. Hem benim hem değilim. ‘Kuşlar yasına gider’ otobiyografik bir roman değil. Zaten yazar ‘otobiyografik bir roman’ demediği sürece hiçbir roman öyle değildir.” Begüm KÖZOĞLU 21400338 AŞK BİZ NEYSEK ODUR Nerede okumuştum, şimdi hatırlayamadım ama bir yerden şöyle bir söz kaldı aklımda: “Herkesin aşkı, kendisi gibidir.” mealinde bir sözdü bu. O zamanlar yaşım da biraz küçüktü; üzerinde çok durup düşünmedim bu sözün ama şimdi fark ediyorum da, hayata dair çok önemli bir ders içeriyormuş bu söz. Birincisi, bu dünyadaki insan sayısı kadar farklı aşk olduğunu söylüyor. İkincisi ise aşkın insanın karakterini yansıttığını. Onca zaman sonra, neden şimdi bu söz üzerine yeniden düşünmeye başladığımı merak ediyorsunuzdur, eminim. Bunun benimle ilgili kişisel bir sebebi yok aslında. Sadece dün itibariyle okuyup bitirdiğim bir kitap, bana bu sözü yeniden Sahnede Ölüm hatırlattı. Bahsettiğim eser Pascal Mercier'in adlı romanı. Kitap boyunca yazarın pek çok konuda kafamı karıştıran fikirleri oldu, kabul ediyorum. Ama kitap bittiğinde, ister istemez çok eskiden aklımın bir köşesine takılmış olan o söz, çıkıp geldi ve ben, kendimi kitabı bu söz üzerinden değerlendirirken buldum. Şimdi müsaadenizle, bu sözün zihnimin içine mahşerin dört atlısı misali saldığı düşünceleri sizlerle paylaşacağım. Dediğim gibi, her insanın aşkının kendine özgü olduğunu ima ediyor bu söz. Ne de olsa hepimiz birbirimizden farklıyız ve konu aşk olunca, hissettiklerimizin aynı olmaması da normal. Fakat benim bu yazıda üzerinde duracağım şey, kötü insanların aşklarının da kötü olup olmadığı çünkü hem bahsettiğim söz, hem de okuduğum kitap, zihnimde bu sorunun cevabını merak eden inatçı bir grup gürültücüyü uyandırdı ve ister istemez, onların bu sorunun cevabına olan açlığına gidermek durumundayım. Tabii bu benim yazım olduğu için, takdir edersiniz ki benim görüşlerimden oluşuyor. O yüzden okuduğum ve düşündüğüm kadarıyla benim bu soruya cevabım evet olacak. Bence kötü insanların aşkları da kendileri gibi kötüdür. Onların sevgi, aşk anlayışı dahi kötü fikirlerinden etkilenmiştir bir şekilde ve aşık olduklarını iddia ettiklerinde bile, zarar vermekten geri durmazlar. Belki de çok ön yargılı davranıyorumdur ama dürüstçesi umrumda değil. Sevdiği için öldüren insanlarla dolu bu dünya çünkü. Sırf bu yüzden literatürümüzde aşk cinayeti diye bir kavram var. İnsan sevdiğine kıyamaz, aşk değildir o demeyin. Bu da bir tür aşk; sadece o çok bilmiş sözün ifade ettiği gibi sahibinin karakterini yansıtan bir aşk. Onun gözünden aşk, sonunda cinayete kadar götüren kötü bir his. Zarar veren ve can alan bir his... O yüzden ben, aşkın insanın karakterini tam anlamıyla ortaya çıkaran nadir hislerden birisi olduğuna inanıyorum. Duygular o kadar güçlü oluyor ki, aklın çığırından çıkıyor hepsi ve insanın kanundan nizamdan korkarak kendisine sakladığı bütün canice ve vahşi hisleri ortaya dökülüveriyor. Haberleri takip edin mesela. Ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız, eminim. Ya da gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini takip edin. Göreceksiniz ki içindeki canavarın kontrolünü kaybederek sevdiği kişiyi öldüren, yaralayan onlarca zalim var. Gerçi onlara da kızamıyor insan bazen. Ne de olsa karakterleri böyle. Doğuştan getirdikleri, çevreden öğrendikleri şeyler, onları böyle korkunç bir varlığa dönüştürmüş. Yine de hiçbir makul sebep, insanın sevdiğine verdiği zararı haklı çıkaramaz diye düşünüyorum. Sevilen kişi, hayatın güneşidir çünkü. O güneşi söndürmeye cüret edebilen bir insanı affedebilecek kadar merhametli değilim, ne yazık ki. Bu noktada, sevdikleri kişiye kendi elleriyle zarar verdikleri için pişman olduklarını varsaymak ve bu acıyı ve utancı bir ömür taşıyacaklarını umarak, onlara acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu da öğrenmiş olduk; aşk, insan neyse odur. Kaynakça
 Sahnede Ölüm. . Mercier, Pascal. Çev. İlknur Özdemir Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul: 2013. Hayatına Umut Kat Hayatta herkesin bir rolü, bir amacı vardır. Kimisi doktor, mühendis, ressam, şair olarak dünyayı güzelleştirmeye ve hayatı daha güzel kılmaya adar kendini; kimisi de hırsız, dolandırıcı, mafya, katil olarak dünyayı ve hayatı bir bataklığa sürüklemeye adar. Kısacası biz her ne kadar iyi şeyler yapmaya çalışsak da her zaman bize karşı gelen yaptıklarımızı yıkan, bize engel olmaya çalışan şeyler vardır hayatta. Tüm bunlara rağmen yaptıklarından, hedeflerinden vazgeçmez insanoğlu. Peki ama neden? Yaptıklarının bazen yıkılacağını, kimi zaman başarısız olacağını bile bile neden yılmaz insan? Çünkü insanın içinde bir yerlerde ona sürekli güç veren, başarısızlıklara karşı göğüs germesini sağlayan bir şey vardır: Umut. Her sabah yeni bir güne uyanırız. Kimi zaman dinç ve mutlu, kimi zaman yorgun ve moralsiz bir şekilde. Her iki durumda da o günümüzün güzel geçmesi umuduyla çıkarız evden ama günün bize ne getireceğini asla bilemeyiz. Her gün, yaşadığımız her an bir belirsizliktir aslında. Peki yaşayacağımız şeyleri önceden bilebilseydik sizce de daha güzel olmaz mıydı? Elbette olmazdı. İnsan yaşayacağı şeyleri önceden bilmenin hayalini kurar tabii ki fakat yaşayacağınız şeyleri önceden bilseydiniz hâlâ bir umudunuz olur muydu? Hiç zannetmiyorum. Ve umut olmadan hayat ve dünya anlamsızlaşırdı. Bir öğrenci olduğunuzu hayal edin. Gelecekte iyi bir hayata sahip olmak için çok çalışıyorsunuz. Herkes gezerken, eğlenirken siz evde, kütüphanede, okulda çalışıyorsunuz. Peki ama neden? Çünkü ileride kaliteli bir yaşam sürebilmenin umudu var içinizde. Bir de gelecekte asla iyi bir hayata sahip olamayacağınızı bugünden bildiğinizi düşünün. O zaman da bazı şeylerden fedakârlık edip çalışır mıydınız? Tabii ki hayır. Ve bu olayın asıl üzücü tarafı çalışmasanız, her gün gezseniz bile hayallerinizin gerçekleşmeyeceğini bildiğinizden dolayı asla mutlu olamayacağınız gerçeği. Bu hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir insanın ölmeyi beklemesinden farksız. Başka bir açıdan düşünürsek, hasta bir insanın iyileşemeyeceğini öleceğini bilmesi ve hiçbir umudu kalmaması sizce de çok acı değil mi? Peki ya çocuğu ölümcül bir hastalığa yakalanan bir annenin ve bir babanın çocuklarının kurtulamayacağını kesin olarak bilmesi ve umutlarının kalmaması? Bunları düşününce, insan kendine verilen en güzel hediyenin yaşamı ve kaderinin belirsizliği olduğunu anlıyor; iyinin ve kötünün bir bütün olduğunun farkına varıyor. Hayatımızda hep iyi şeyler olsun, her günümüz güzel geçsin istiyoruz lâkin böyle olsaydı güzelliğin ve iyiliğin ne olduğunu anlayamazdık. Her kelimenin karşıtıyla bir anlam bulduğu bir gerçek. Hüzün olmadan mutluluk, kötülük olmadan iyilik, endişe olmadan huzur olmaz. Hiç kaybetmemiş bir insan kazanmaktan ne kadar zevk alabilir? Hiç başarısız olmamış bir insan başarıya ulaşmaktan ne kadar haz alabilir? Kaybedip başarısız olmuş bir insanın sonradan başarıya ulaştığında yaşadığı mutluluğu yaşayamaz hiçbiri. Bir insan gerçekten ne zaman kaybeder biliyor musunuz? Başarısız olduğunda değil, başarısız olup tekrar ayağa kalkacak gücü bulamadığında kaybeder insan. Hayallerini ve umudunu kaybetmişse işte o zaman yitirmiştir hayatını. Çünkü uğruna çabalayacak bir şeyi olmayan kişi okyanusta kaybolmuş bir takaya benzer, nereye gideceğini bilemez ve anlamsızlaşan hayatının biteceği günü bekler. Hayatta her zaman sıkıntılarla, zorluklarla karşılaşsak da dertlerimiz son bulmasa da tüm bunlara göğüs germeli ve umudumuzu kaybetmemeliyiz. Çünkü hayatı anlamlı kılan, insanı hayata bağlayan ve insana yaşama isteğini aşılayan şey umuttur. Hayatınızda her ne olursa olsun asla inancınızı ve umudunuzu yitirmeyin. Fatih Batuhan Malkoç MERVE ESENSOY YALNIZLIK KENDİMİZE ÇIKTIĞIMIZ BİR YOKUŞTUR Bazen kendi hayatımızın içinde bile kendimizi bulamadığımız oluyor. Çünkü yalnızlık ve kendimizi yaşadığımız hayata ait hissedememe duygusu bizi düşündüren konular olmuştur. Geçen gün okuduğum Sevgili Yalnızlık adlı öykü kitabı içinde barındıran çeşitli hikayelerle, yalnızlığım ve çocukluğum üzerine derin düşüncelere girmemi sağladı. Yalnızlık üzerine düşünerek aslında yalnızlığın bir çevreye ait olmamak değil de kendi içsel çatışmalarımızla oluşan bir duygu olduğunu düşünmeye başladım. Çocukluğum üzerine düşündüğüm şey ise artık orada yaşamadığım ve gerçeklerle yüzleşmem gerektiği konusunda farkındalık kazanmış olmam. ‘’Başka biri gibiydim, kendi yanımda.’’(13). Bu sözden, kitaptaki karakterin kendi gibi olmak isteyip olamadığını ve bundan yakındığını anladım. Hepimizin hayatının bir döneminde başka biri gibi davranmaya çalıştığı olmuştur. Hatta istemeden bile başkası gibi davranabiliyoruz bazen. Yaşadığımız hayattan, toplumsal baskılardan veya bireysel dertlerimizden sıkılıp onları aşmak için oluşturduğumuz bir savunma mekanizması oluyor bu çoğu zaman aslında. Kendimiz olarak çözemediğimiz sorunları, başkası gibi davranarak, başkası gibi düşünerek çözüme kavuşturacağımıza inanıyoruz. Bu öyküdeki karakter ise karşısındakini kırmamak adına yalan söyleyerek, benliğinden uzaklaştığını çünkü kendi gibi olmadığını hissetmiştir. Yaptığımız şeyleri veya söylediğimiz sözleri içimizden gelmeyerek yapabiliyoruz bazen çünkü hayat bizi buna zorluyor ve bu yüzden kendimiz olmakta zorluk çekiyoruz. ‘’Şehir tüm yalnızlığıyla dışımızdaydı. Tüm yalnızlığımız, kaybolmuşluğumuz ve unutulmuşluğumuzla o yalnızlığın bir parçasıydık.’’(37). Hayatımda bireyselliği ön plana koyan biri olmama rağmen bu yalnızlık korkusu aklıma geldikçe kendimi çok da hayatımın içinde hissedemiyorum. Yaşadığım şehre, okuduğum okula, evime ve en önemlisi de kendi benliğime ait hissedemiyorum bazen. Bu hissi çoğu insanın hayatının bir döneminde tattığını düşünüyorum. Çünkü hiçbir bireyin tam olarak kendisine ‘’ait’’ olabilme ihtimaline inanmıyorum. Bulunduğu yere, zamana ya da duruma ait olmadığını hissetmenin herkesin hayatının bir noktasında da olsa tattığı bir duygu olduğunu düşünüyorum. Bu öyküde ise sürekli evde oturan, dışarıya açılmayan, hayattan çok da beklentisi olmayan bir çiftin yaşadığı kaybolmuşluk ve unutulmuşluk hissi anlatılıyor. Hayatın akışını bile dışarıdaki seslerden anlayan bu çiftin, iki kişi olmalarına rağmen, yalnız ve unutulmuş olmaları beni hem duygusal olarak çok etkiledi hem de bunun üzerine düşünmemi sağladı. İnsanlar iki kişiyken, hatta belki daha fazla kişiyken bile yalnız ve unutulmuş hissedebiliyor. Büyük bir kalabalık içindeyken bile kendimizi onlardan uzak ve yalnız hissedebiliyoruz bazen. Belki o an oraya kendimizi ait hissedemediğimizden kaynaklanıyor bu ya da belki de sadece içimizde yaşattığımız o yalnızlık hissinden kaynaklanıyor. Yalnız olmanın sadece tek başına olmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda çevremize ait hissedememenin ve kendimizi soyutlayıp içimize kapanmanın da büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kitapta, çocukluğa ait derin anlamlar da içimi ısıtmıştı ve sayfaları çevirirken çocukluğuma dönerek buruk bi mutluluğa büründüm. ‘’Çocukluğumuz bilinç dışı bir algılama, düşlerin peşinden koşarak gerçekle çarpıştığımızda yaşadığımız şok gibi anlık geçişlerle doluydu.’’(35). Hayatın gerçeklerinin farkında olmadığımız zamanlar belki de en güzel, en mutlu zamanlarımızdı. Sorumluluklarımız yoktu, problemlerimiz yoktu hatta gerçeklerimiz bile yoktu. Tek sahip olduğumuz şey hayallerimizdi. Masallarımız vardı, o masallarla büyüdük, hayal kurmayı öğrendik. Büyüdüğümüzde gerçekler bir tokat gibi çarptı yüzümüze. Çünkü alışmıştık hayallere, hazır değildik dünyanın gerçeklerine fakat büyüdükçe mecburen o gerçeklere de alıştık. Sorumluluklarımız, yalnızlık hissiyatlarımız, kötücül duygularımız, vicdanımız, ‘’ait’’hissedememe düşüncelerimiz, sanki hepsi büyüdükçe artıyor gibi. Keşke hep masal dinleyerek uyusaydık veya bu gerçekler büyüdüğümüzde yüzümüze tokat gibi vurulmasaydı. Çocukluğuma döndüğüm anlarda hep hüzünlü bir mutluluk kaplıyor içimi. Hem o masalların bittiğine üzülüyorum, hem de o mutlu ve dertsiz tasasız hayatıma bakıp huzur buluyorum. Ama artık büyüdüğümü kabul edip, hayatın gerçekleriyle yüzleşme vaktimin geldiğimi hissediyorum. Hayal kurmak yerine, kendime hedefler belirleyip gerçekçi bir bakış açısıyla yoluma devam etmeliyim. Çünkü biliyorum ki hiçbir masal sonsuza kadar sürmez. Kaynakça: Nilüfer Altınkaya - Sevgili Yalnızlık Baskı Yılı:2015 Halil İbrahim Çavdar 21501613 HUZUR İÇİN ÖLMEYİ BEKLEMEYİN Hiç durmayı düşündünüz mü? Ne zamana kadar böyle koşturmaya devam edeceksiniz? Biraz sakin olmak ve gerçekten ne istediğinizi düşünmek size iyi gelecektir. Nedir bu hayattan beklentiniz? Üniversite bitirmek mi? İyi bir iş, iyi bir eş mi? Sonra ne olacak? Üniversiteyi bitirip evlendiğinizde sakinleşecek misiniz? Durun bir dakika ne sakinleşmesi? İşinizde yükselme fırsatınız var. Terfi alıp daha iyi bir “hayat” süreceksiniz. Gerçekten “hayat” bu mu? En son ne zaman başka hiçbir şey düşünmeden kendinize vakit ayırdınız? Modern hayatın koşturması içinde hiç sakinleşebildiniz mi? Modern hayat deyince hemen sistemi suçlamaya başladığınızı duyabiliyorum. Biraz da kendinizde arayın suçu bence. Hiç sakinleşmeye çalıştınız mı? Tamam, günde yirmi dört saat vaktinizi ayıramayabilirsiniz. İki saat ayırın o zaman. Günlük iki saatiniz bile yoksa haftada iki saati kendinize ayırıverin. Hepinizin bu kadar boş zamanı var biliyorum. Ama bu zamanı sadece ve sadece kendinize ayırmanız gerekiyor. Biraz kendinizi dinlemeniz gerekiyor. Ne yapmak istiyorsunuz? Hayatınızdan memnun musunuz? Bunları düşünmeye hiç vakit ayırmazsanız ileride hayatınızdan pişman olmanız çok normal bir şey değil mi? Bu pişmanlıkla ilgili aklıma gelen ilk örnek üniversitenin son sınıfında bölüm değiştiren insanlar. Belki de zamanında yalnızca puanı yüksek ve iş bulma imkânı bol diye tıp yazmış veya anne babası yüzünden yazmak zorunda kalmış yüz binlerce insan var ve bu insanlar kendini öyle kaptırıyor ki modern hayatın koşturmasına, üniversitenin son sınıfında veya yaz stajlarında ileride ne yapacağını görünce fark ediyor o mesleğe ait olmadığını. Şimdi bu insanın üniversite sınavına hazırlanırken ve üniversite yıllarında ne yaptığını düşünelim. Üniversite hazırlıkta hiçbir öğrencinin yaşamadığını herkes kabul ediyor zaten. Arada bir bazı derece öğrencileri çıkıp “Ben sosyal yaşamdan da kopmadım sürekli sinemaya gidiyordum.” dese de sivilceli suratı ve az uyumaktan şişen gözaltları her şeyi açıklıyor. Üniversite hazırlık zamanında insanların o gün çözmesi gereken soru miktarı ve tekrar etmesi gereken konulardan başka hiçbir şey olmuyor aklında. Peki, bu öğrenciler tercih döneminde ne yapıyorlar? O zamana kadar mesleki bir şey görmemişler ki. Kendilerini gelecekte hayal etmeye çalıştıkları zaman akıllarına gelen ilk şey alacakları maaş ve görecekleri itibar oluyor. Orada da çok düşünmedikleri için ya da düşünecek vakitlerini üniversite seçimine ayırdıkları için kendilerine hiç uygun olmayan bir bölüme gitmiş oluyorlar. Allah aşkına konservatuar okuması gereken bir öğrenci tıp okuduktan sonra Hacettepe veya Ankara Tıp okuyor olmasının ne önemi var? Neyse ki üniversiteye girmiş oluyorlar. Artık üniversite hazırlık maratonunda koşan bir yarış atından çok insana benziyorlar. Ama hala kendilerine vakit ayırmıyorlar. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Az önce de dediğim gibi hepinizin kendinize ayıracak zamanınız var. Ama siz kendinize zaman ayırmayı hiç düşünmüyorsunuz. İşten veya okuldan eve geldiğinizde hemen televizyon başına kuruluyor ya da sosyal medyada tüm vaktinizi harcıyorsunuz. Gününüz nasıl geçti? Bugün faydalı şeyler öğrendiniz mi? Sizi mutlu eden şeyler oldu mu? Bunları düşünmeye gelince vaktiniz yok. Ancak Game of Thrones’un yeni bölümü çıktığında bir an evvel izlemeye çalışıyorsunuz. O kadar çok kaçıyorsunuz ki sakinleşmekten, hiçbir şey yapamayacağınız bir vakit olduğunda da hemen kulaklıklarınız yetişiyor imdadınıza. Adeta bir uyuşturucu gibi sizi düşünmekten uzaklaştırıyor. Schmid Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız kitabında yaşlanmanın sürekli susturduğumuz temel isteklerimizden birisi olan huzura ermenin karşılığı olduğunu söylüyor. Ancak ben bundan emin değilim. Şimdiki yaşlıların birçoğunun modern çağ yaşlısı olmadığını düşünürsek şimdiki yaşlılara bakarak bizim yaşlılığımızın huzur dolu olacağını söyleyemeyeceğim. Büyükanne ve büyükbabalarımı şimdiki yaşlılara örnek verebilirim. Onların dertleri üniversitede dersten geçmek ya da işinde yükselmek değilmiş ve zamanında yaşamdan en büyük beklentileri de iyi bir iş ve dolgun bir maaş değilmiş. Toprakla büyümüşler ve toprakla uğraşmışlar. Gelecek için yapacakları tek hazırlık tohum ekmek olmuş. Yirmi yaşında çok çalışmış olmaları otuz yaşlarında karınlarını doyurmamış ve her hasattan sonra ağaç gölgesine uzanıp rahatlamaya ve huzura biraz olsun ermeye fırsatları olmuş. Ne buna engel olacak işleri varmış ne de telefonları. Yani aslında şimdiki yaşlılar zaten huzur nedir biliyorlarmış. Yaşlanıp toprakla ilgilenecek dermanları kalmayınca da karınlarını doyurmak dışında tasaları kalmamış. Ancak sakinleşmeyi ve huzuru tatmamış modern çağ insanı yaşlandığında kendini dinlemeye vakit ayırır mı yoksa sosyal medya buna da mı engel olur bilemiyorum. Kaynakça: Schmid, Wilhelm. Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız. İletişim Yayıncılık. 2015. Contemporary Istanbul Bu ay, birkaç hafta önce, İstanbul’a gitme şansını yakaladım. Tesadüf budur ki İstanbul’da olacağım hafta sonu, aynı zamanda gitmek istediğim bir serginin ziyaretçiye açık olacağı son hafta sonuydu. Yine tesadüf eseri konuştuğum bir akrabamın da beni sergiye sokabilecek bir tanıdığı vardı ve o da gitmeyi planlıyordu. Olaylar böyle olunca kısıtlı zamanıma rağmen gitmeyi başarabildim. Serginin adı Contemporary Istanbul. Her sene oluyor ve bir sürü ülkeden sanatçılara yer veriyor. Sanırım iki sene önce de ziyaret etmiştim. Bu sene de birkaç tane eski parçaya rastladım, bazı parçaları ise başka sergilerde zaten görmüştüm ama oldukça büyük bir sergi olduğu için yepyeni bir sürü parça görmem kaçınılmaz oldu. Genelde sergileri gezerken çok vakit harcamayı sevmem. Hoşuma giden eserlere belki beş dakika ayırırım, geri kalanına ise sadece göz gezdirip geçerim. Bu sefer yanıma sanatla ilgilenen insanlar alıp gittim sergiye. Onlar yorum yaptıkça fikirlerimi söylerken buldum kendimi. 3 saat boyunca konuşa konuşa işin içinden çıkamadık. Sergiden süremizin yetersizliği yüzünden ayrıldığımızda bütün eserlere bakamamıştık bile. Sergide herkesin gözüne çarptığını fark ettiğim bazı büyük sunumlar vardı. Sosyal medyada da hep bu kompozisyonlara yer verildiğini gözlemledim. Belki de bilinçaltım sırf farklı olma isteğiyle bana bu sunumları sevmememi söylediğindendir, bilmiyorum ama nedense bunlar benim ilgimi çeken parçalar değildi. Dilin gücünü günlük hayatımda hafife aldığımın ara sıra farkına varıyorum fakat sanat kapsamında incelenince kullanılan sözcükler beni çoğu zaman esere çeken asıl faktör oluyor. Tek başına bir şey ifade etmeyen birçok parçadan, adlarını okuduktan sonra etkilendim. Sanat bazılarına göre tümüyle estetikle ilgili olabilir ama ben düşündürücü bazı etmenlerden daha çok zevk alıyorum. Mesela bir parça vardı. Hani şu alışveriş merkezlerinde olur ya, içinde renkli top top sakızlar olan makineler, kolunu çevirince şansınıza göre bir tanesi elinize düşer. İşte o makinelere benzer üç tane minyatür makineyi yan yana koymuş sanatçı, içlerinde de toplar var. Bir makinedeki toplarda farklı dinlerin sembolleri, bir tanesinde farklı büyüklükte para sembolleri ve diğerinde de cinsiyet sembolleri var. Sadece bu görüntüye bakınca “çok derin bir anlam ifade etmiyor herhalde, şansla ilgili” diye düşündüm. Ama adı önemliydi; ” Death Frontier “yani dilimizde “Ölüm Sınırı”. Eserin adını okuyunca sanatçının mesajını anlayabildim. Toplumda insanın elinde olmayan bazı durumlar nedeniyle yargılandığını, dışlandığını hatta öldürüldüğünü vurguluyor. İnsanın içerisine doğduğu din, para durumu, cinsiyeti, bunlar gibi kontrolü dışındaki şeyler, tarih boyunca toplumsal ayrılıklara sebep olmuş. Yahudi Katliamı oldukça iyi bilinen ama yerinde bir örnek olacaktır bu duruma. Eser bu mesajıyla beni etkiledi. Tabii sırf güzel görünüyor diye fotoğrafını çekip sanatçısını araştırdığım bir sürü eser de oldu. Çok bilgili ve entelektüel biri değilim, güzel görünen çoğu şey beni kolayca kandırabilir. Aslında sergide sunulan hiçbir esere sadece güzel görünüyor demek doğru olmaz, sanatçının amacını bilemem sonuçta ama bence güzel görünsün diye sanat yapmakta bir sakınca da yok. Sergi oldukça güzel ve kapsamlıydı ama ziyaretimin en akılda kalıcı anının sergiyle pek ilgisi yok. Tabloların önünde dururken önümden oldukça tanıdık bir yüz geçti. İlk önce dikkate almadım ama bilinçaltım çalışıyor ben istemesem de. Birkaç saniyemi aldı gördüğüm yüze bir ad koymak; Ayhan Sicimoğlu. Tamam bir pop star veya ünlü bir aktör değil belki ama küçüklüğümden beri televizyonda görmekten keyif aldığım bir isimdir. Annem ve babam Ayhan Sicimoğlu’nu seviyor olunca bir şekilde bana da aşıladılar sanırım. Öyle olunca kısa süreli olsa da heyecanlandım. Tabii çekim yapıyorlardı, o yüzden fazla üstünde durmadım; şaşkınlığımı atıp kendi gezime devam ettim. Zaten sergi o kadar büyüktü ki bir daha karşılaşmadım bile. Tek bir gözlemim olacak, gerçek hayatta oldukça uzun bir adammış. İki metreye yakın diyebilirim. Bu bilgi size bir şey kattı mı? Sanmıyorum. Ama sergiyi gezmenizi önerebilirim, büyük ihtimalle Ayhan Sicimoğlu’nun boyunu bilmekten daha faydalı olacaktır. Vicdanın Cilvesi Bir şeyi unutmaya çalıştığımızda, o kadar kolay unutabilir miyiz acaba? Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranmak, geçmişe saklamak, anılarla üstünü kapatmak işe yarar mı? Görünüşe göre hayır. Cem’in deneyip de başaramadığı, hatta kurbanı olduğu olay da tam olarak bu. Nedeni de hepimizin sahip olduğu vicdan. Vicdanımız bizlerin en büyük zaafı ya da insanları hayvanlardan ayıran en büyük fark. Olumlu mu olumsuz mu olduğuna siz kara verin. Fakat bu farkın bize yüklediği sorumluluklar da bizlerde birer zaaf gibi görünüyor. Çünkü vicdanımız hiçbir zaman bizi yalnız bırakmıyor. Aksine ne kadar çabalarsak çabalayalım, ne kadar unutmaya çalışalım vicdanımızın sesi her zaman en yüksek çıkıyor. Cem, Orhan Pamuk’un ‘’Kırmızı Saçlı Kadın’’ isimli romanının ana karakteri. Çocukken ekonomik nedenler yüzünden çalışmak zorunda kaldığı kuyu kazımında, ustasının çok uyarmasına rağmen bir anlık dikkatsizlik sonucu, ustasının kafasının üstüne, yavaşça sarkıtması gereken kovayı düşürünce hayatının en büyük dönüm noktası o zaman başlıyor. İlk anda çok korkup hemen yakındaki köye gidip yardım bulmaya çalışıyor, yardımı bulamayınca da yakasını hiç bırakmayacak bir karar veriyor. Ustasının o ölüm çukurunda öldüğünü varsayarak atlıyor ilk trene ve şehre dönüyor. Ardından da bu olayları bir daha hiç anmamak üzere geçmişe gömüyor. Terk ediyor babası yerine koyduğu ustasını. Hayatına devam ediyor ve bu olaylar hiç yaşanmamış gibi herkesten saklıyor, hatta evlendiği ve birlikte iş kurduğu çok sevdiği karısından bile. Lakin hayatının ileriki kısmında ve her şey çok iyi giderken Cem, ustasını bıraktığı kuyunun yanında, oğlu tarafından vurularak ölüyor. Bu da vicdanın ya da kaderin cilvesi olmalı. Orhan Pamuk da bize bu şekilde insanın geçmişinden kaçamayacağını gösteriyor. Cem ve ailesi üzerinden. Hatta geçmişten kaçarken yalanlar ve sırlar arttıkça bedeli de daha ağır oluyor. Vicdanımız zaman ilerledikçe daha da sabırsız ve daha da çok can yakan hale geliyor. Bence de herkes hayatının bir yerinde unutmak isteyeceği anılar yaşamıştır ya da yaşayacaktır. Bu anıları da ne kadar silmeye çalışırsak çalışalım, zamanı gelince hepsi yüz üstüne çıkmaya mahkumdur. Bu şekilde yaşananları saklamak, insanların kendilerini kandırmalarından başka bir şey değildir, iki yüzlülüktür yani. Bence en iyisi yüzleşmesidir insanın kendisiyle, geçmişiyle ve çevresiyle. Belki kısa vadede daha zararlı gözükebilir. Çevredeki insanlardan fazla baskı görülebilir ama asıl baskı insanın kendi içinden gelir, uzun vadede. Eğer sen bu şekilde vicdanını rahatlatmazsan en büyük azabı çekersin. Tıpkı Cem’e olduğu gibi. Küçükken yaptığı bir hatayı geçmişine atınca, her fırsatta aklına tekrar giriyordu. Eğer sen geçmişini kabullenir ve yüzleşirsen onunla, vicdanını rahatlatırsın. Bedeli ne olursa olsun ödediğinde de atlatması çok daha kolay olur. Dediğim gibi bu tarz pişmanlıklar her birimizin hayatında olmuş ya da olacak olabilirler. Bazen de bu pişmanlıklar bilinenin aksine sadece kötü olaylara da sebep olmaz(?). Bu tarz pişmanlıklar ve vicdanımızdan kaçma çabalarımız bizi başka davranışlara da itebilirler. Cem de aynı bu şekilde etkilendi pişmanlığından. En başında çok heyecanlanıp yapmaması gereken bir şey yaptı, kaçtı ama belki de bu kaçışı ona, yaşadıklarını unutmak için, kendini kitaplara ve üniversiteye vermesini sağladı ve bu şekilde de çok başarılı oldu, hatta kurduğu şirketle zengin oldu. Bu açıdan bakınca her şey kulağa hoş geliyor, akademik başarı, para, zenginlik. Ama hayır, vicdanın bedeli ödenmeyince vicdan ne paraya bakıyor ne de başarıya, vicdan sadece bizim iç sesimiz ve biz onu dinlemediğimizde dinletene kadar rahat bırakmıyor ve bizi asla ama asla yalnız bırakmıyor. O yüzden bizler, vicdanımızı rahatlatmak için her şeyi yapmalıyız kaybedeceğimiz ne olursa olsun. Ongun Özel Görsel Kaynağı: http://i.idefix.com/cache/600x600-0/originals/0000000679924-1.jpg HAKİKAT YANILGISI ‘İnsanlar hakikati neden kaldıramaz? Birincisi, çünkü hakikat onları hayal kırıklığına uğratır. Ikincisi çünkü hakikat genelde çıkardan yoksundur. Böyle açıklıyor Bayan Ming tüm yalan söyleme sebeplerimizi. Aslında bu kadar net Üçüncüsü hakikatin asla doğru görünümü yoktur- yalanların çoğu çok daha iyi bir şekilde karar verilebilen çok az şey var sanırım gerçeği gizleme karşısında. Yalan hazırlanmıştır. Dördüncüsü, çünkü hakikat yaralar.’ (sayfa 52) söylemek, gerçeği gizlemek bunlar neredeyse aynı kavramlardır. Yüzyıllar boyunca belli bir aşamada bunun yanlış olduğu düşünülse bile bu olayın günlük uygulamalarında kendimizi şüpheye düşmüş, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmezken bulabiliriz. Bu konuda benim belli bir kararım yok ne yazıkki. Yalan söylemek ya da gerçeği gizlemek maalesef her zaman yanlış bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Küçük bir çocuğa kedisinin öldüğünü söylememekte bir yalandır ancak kimse çıkıp bunun affedilemez bir şey olduğunu savunamaz. Bu kadar gri bir alandayken yalan söylemenin hangi derecelerini asla kabul edemeyecek hangi derecelerini kedi örneğindeki gibi yumuşak karşılayacağımı bilemezken bu konuya çok değinmeyeceğim. Değinmek istediğim konu insanların neden gerçeği gizlemek gereği duydukları. Bunun sebebi bir çok insanın hayatlarındaki bazı şeyleri hayallerine uydurma istekleri. Kötü giden, planlananın dışına çıkan durumlarda eğer mutlu son olmayacağı kesin değilse hepimiz umut ederiz. Her şeyin düzeleceğini, birden bire beklediğimiz şeylerin gerçekleşeceğini, aslında şu zamana kadar yaşadığımız sorunların birdenbire çözümleneceğinin hayalini kurarız. Ne yazık ki her zaman hayal kuramıyoruz. Bazen yaşadığımız olay her neyse bunun iyi bitmeyeceğini önceden anlıyoruz fakat her zaman buna kendimizi hazırlayamıyoruz. Bunun yerine gerçeği kurduğumuz hayale yani kurguladığımız senaryoya göre çarpıtmaya çalışıyoruz. Bazen bu çarpıtmayı içimizde yaşayıp kendimizi kandırmayı seçiyoruz bazense bunu ileri götürüp karşımızdaki insanı hayal ürünümüze inanmaya itiyoruz. Bu durum bizi gerçeklikten uzaklaştırıyor. Bunu ne kadar sık tekrarlarsak o kadar hayattan kopup kendi küçük ama mutlu dünyamızda yaşamaya başlıyoruz. Bir süre sonra gerçeklikte yaşanan olaylar bizi daha sert karşılamaya başlıyor ve içinde bulunduğumuz durum sonsuz bir döngüye giriyor. Bu döngüden kaçmaya çalışsam dabazen kendimi bu döngünün içinde buluyorum. Karşımdakine değil ama kendime küçük yalanlar söyleyerek gerçek dünyayı çarpıtmak daha kolay geliyor. Bunu sadece kendimde değil çevremde ki insanlarda da sezinliyorum kimi zaman. Zaman yönetimi sırasında bir çok görevi kısa bir zaman diliminde yapabileceği konusunda kendisini kandırıp sonunda planlar (daha doğrusu hayaller) gerçeklikle örtüşmeyince daha büyük sorunlarla yüzyüze gelen arkadaşlarım bu durumdan çok muzdarip. Her ne kadar bundan sonra gerçeği olduğu gibi kabul edeceğiz desek bile bu söylem bile gerçeği kendi amaçlarımız doğrusunda çarpıtmak yani bu söylem de bir yalan. Bence insan her zaman hayal kurar ve umudu tükendiği noktada kafanız sizi rahatlatmak için çarpıtmalar yapar. Bunu 15 yaşımda da yaptım, şimdi de yapıyorum ve sanırım bundan uzun yıllar sonra da yapacağım. Bu noktada önemli olan insanın kendisine bir sınır çizebilmesi. Örneğin hangi noktada hayal kurmayı bırakıp kendisine yalan söylemeye başladığını tespit etmesi ya da hangi aşamada bu olayın kendisine zarar vermeye başladığını anlaması gibi. Dünyada bir canlının sahip olabileceği en büyük zenginlik hayal gücü. Bunu bizi iyileştirdiği, hayatımızı güzelleştirdiği ölçüde kullanmak en mantıklı şeylerden biri ancak nasıl ilaç ve zehirin ayrımını doz belirliyorsa, bunun iyi ve kötü yanlarını da bizim bunu ne ölçüde kullandığımız belirler. Bu yüzden Bayan Ming gibi gerçeği ne ölçüde çarpıtmaya çalışırsak çalışalım bazı şeylerin her zaman farkında olmamızda yarar var. Kaynakça: Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu / Eric Emmanuel Schmitt( Doğan Kitap 2016 ) MUTLULUK PARADOKSU Mutluluk nedir? Mutluluğun ne olduğunu inanın ben de bilmiyorum çünkü mutluluğun kesin bir tanımı yok bence. Sürekli kovaladığımız, bulmaya çalıĢtığımız bir kavramdan ibaret mutluluk. Bize sadece nerede, nasıl arayacağımızı öğrettiler mutluluğu, nasıl mutlu yaĢandığını değil. Küçükken okuduğumuz masalların sonu bile “sonsuza kadar mutlu yaĢadılar” ile bitiyordu. Prens, prensesi kötü cadının elinden kurtarıyor ve sonsuza kadar mutlu yaĢıyorlardı ama nasıl? Nasıl oluyordu bu “mutlu yaĢamak”? Nasıl mutlu yaĢanırdı? Bilmiyorduk… Küçükken çok oyuncağımızın olmasıydı mutluluk, fakat büyüdükçe sıkıldık onlardan. Büyürken gördük çevremizden, dizilerden, filmlerden; zengin mutlu, fakir mutsuzdu. Sandık ki çok paramız olunca mutluluk ayağımıza gelir. Ama olmadı. Doymuyorduk bir Ģeyler istemeye. O çok beğendiğimiz pahalı arabayı almak istedik, çünkü alınca mutlu olacağımızı sanıyorduk ya da o çok beğendiğimiz evde oturabilmek bizi çok mutlu edebilirdi. Hep daha fazlasını istiyorduk. Ama elde ettikten kısa bir süre sonra yine geçti mutluluk olduğunu sandığımız his çünkü yetmiyordu sahip olduklarımız; daha fazla almak, tüketmek istedik ve fark ettik; sonu gelmiyordu bir türlü tüketmenin. Ama asıl tükenen bizdik, bilmiyorduk… Zaman geçti, hayat gösterdi sadece maddiyatın mutluluk getirmediğini. Artık öğrenmiĢtik bir Ģeyleri elde edince mutlu olunmadığını. Zor olmuĢtu ama anlamıĢtık bunların gelip geçici birer heves olduğunu. Sonra çevremize bakmaya baĢladık. Merak ediyorduk baĢka insanların nasıl bu kadar mutlu olabildiğini ya da biz mutlu sanıyorduk onları. Gülüyorlardı. Ama gülen her insan mutlu muydu? Denedik. Gülmeyi denedik. BaĢka insanlara güldük; düĢene güldük, hata yapana güldük. Acı çekenlerin acılarından kendimize teselli çıkardık; iyi ki benim de baĢıma gelmedi onun baĢına gelenler dedik. Bizim baĢkasından daha iyi durumda olmamızı mutluluk sandık. Sandık ki karĢımızdaki mutsuz oldukça biz mutlu oluruz. Çoğu zaman, baĢkalarının mutsuzluğunda aradık mutluluğu. Çünkü onların baĢına gelen bizim baĢımıza gelmemiĢti. Ayakkabısı olmayan bir çocuğu görüp, “iyi ki benim ayakkabım var” dedik , “keĢke onun da ayakkabısı olsaydı” değil. Evsiz birini gördüğümüzde “iyi ki sıcak bir evim var” dedik, “keĢke onun da bir evi olsaydı” değil. Sonra üzmeye baĢladık… Bu düzenin bir parçası olduk incitmeye baĢladık, Sandık ki bizden baĢka kimsenin mutluluğu önemli değil. Büyüdü bu düĢünce. Çığ gibi büyüdü. Bir nesilden diğerine artarak geçti. Sonra gördük. BaĢkası da bizi üzdüğünde gördük böyle mutlu olunmadığını. Ve anladık baĢkasının mutsuzluğunun mutluluk getirmediğini çünkü bu sefer o “baĢkası” bizdik. Ve acı gerçekle yüzleĢtik. Öteki olduk, baĢkasına öteki dedik. Yakın olduğumuz insanlar dıĢındakiler önemli değildi bizim için. Bizden farklı olanı kabul edemedik. BencilleĢtik, umursamadık kendimizden ve kendimiz gibi olanlardan baĢkasını. Ama fark ettik ki mutluluk çevremizdeki insanların tek tip oluĢunda, farklı olanı kırmakta veya yargılamakta değil. BaĢkasının mutsuzluğuyla mutlu olunmaz. Bu gerçek mutluluk değil… Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU Ahmet Tarık Işık Düşüncenin Silahı: Kelime Kelimeler, insanlar üzerinde öylesine güçlü bir etkiye sahiptir ki ustaca bir dizilimle bizi gerçeğin tam aksine kolaylıkla ikna edebilirler. Zekice bir kullanımla hiç olmamış olanın var olduğuna, varlığı açıkça ortada olanın ise aslında olmadığına bizi inandırabilirler. Büyük vahşetleri birkaç cümleyle romantik olaylar yapabilir, korkunç katliamları destanlaştırabilirler. Kısa bir yazıyla insanlık adına son derece zararlı fikirleri idealize edebilir, bu fikirlerin hayata geçmesi için büyük kalabalıklara akıl almaz işler yaptırabilirler. Bu yüzden kelimeler, yetkin ellerde çok güçlü silahlara dönüşebilir. Larry Collins ve Dominique Lappierre'in birlikte yazdığı Yasımı Tutacaksın adlı belgesel- roman bana kelimelerin üzerimizde ne kadar etkili olabileceğini tekrar gösterdi. Kitap, kısa bir İspanya yakın tarihiyle iç içe olacak şekilde bir boğa güreşini tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Ve bunu anlatırken kelimeleri öylesine ustaca kullanıyor ki kitapta anlatılan vahşete hayran olmamak elde değil. Kitabı bitirdiğim zaman, boğa güreşi denilen seremoniye büyük bir hayranlık beslediğimi fark ettim. Ölümden kaçmaya çalışan boğanın alanda sergilediği asil tavırlara, boğaya öldürücü darbeyi vurmak için fırsat kollayan matadorun zekâ dolu kıvrak hareketlerine, boğanın katledilişini sabırsızlıkla bekleyen kalabalığın heyecan ve coşku içinde attığı çığlıklara, boğanın sahibinin gururlu bekleyişine, kısacası İspanyolların kutsal saydığı bu ölüm seremonisine şaşırtıcı derecede hayranlık duyuyordum. Fakat sonra boğa güreşi hakkındaki eski görüşlerimi anımsadım. Günahsız bir canlının sırf bir grup insanın vahşete tanık olmak için duyduğu arzuyu tatmin etmek için acı çektirilerek öldürülmesi bende her zaman tiksinti uyandırmıştır. Ve şimdi bu kitap, bu vahşetin tüm aşamalarını detaylı şekilde anlattığı hâlde, bende boğa güreşine karşı güçlü bir hayranlık uyandırdı. Bu duygunun aksine içimdeki nefreti körüklemesi gerekirken nasıl yaptı bunu? Bence cevabı çok basit; kullandığı ustaca üslupla yani kelimelerinin gücüyle yaptı. Kelimeler, kullanmayı bilen insanların elinde çok güçlü silahlara dönüşebilirler. İnsanlık tarihi, özü itibariyle son derece zayıf ve çelişkilerle dolu felsefelerin, bu öz etrafına inşa edilmiş kelimelerden yapılma surlar sayesinde çok uzun süreler boyunca ayakta kalmasına ve büyük kitleleri etkisi altına almasına şahit olmuştur. Bugün hala dünyada son derece etkileyici kelimelere kanıp bütün ömürlerini temelsiz felsefelere adayan ve dolayısıyla ömür boyu mutsuzluğa mahkûm olan birçok insan var. Aynı şekilde tarih, toplum ve birey açısından son derece zararlı birçok ideolojinin kelimelerden yapılma zırh ve silahları kuşanarak büyük kitlelere egemen olmuş ideolojilerin sebep oldukları yıkımlara tanık olmuştur. Kelimelere mahkûm olup bu ideolojileri takip eden insanlar, sadece başka insanların değil aynı zamanda kendi felaketlerinin de hazırlayıcısı olmuşlardır. Bugün kendi çevreme ve dünyanın tümüne baktığımda bu durumun değişmediğini görüyorum. Üstelik gelişen teknolojiyle birlikte bugün artık kelimeler çok daha hızlı yayılıyor ve geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde fazla insana ulaşıyor. Çok fazla kelimeye yani çok fazla silaha maruz kalıyoruz. Bazen çevremin tamamen kelimelerle çevrili olduğunu ve bu kelimeler kullanılarak tuzağa düşürülmeye, istemeden başkalarının art niyetli amaçlarına hizmet ettirilmeye çalıştığımı düşünüyorum. Ve açıkçası bu tuzağa düşmekten korkuyorum. Birçok insanın geçmişte farkında olmadan düştüğü hataya düşüp hem kendime hem de başkalarına zarar vermekten korkuyorum. Kısacası kelimelerin tutsağı olup hakikati görememekten korkuyorum. Her zaman için insanı gerçeğe ve doğruya ulaştırmada köprü olması beklenen kelimeler, yeri geliyor, hayatımız boyunca aradığımız gerçeği ve doğruyu örten kalın perdelere dönüşüyor. Ustaca kullanılmış kelimeler, güçlü silahlardır. Bu güçlü silahların yanlış insanların eline geçmesi felaketler doğurabilir. Sağlam temelleri olmayan felsefeler, zararlı ideolojiler ve art niyetli insanların kendi çıkarlarına hizmet etmesi için ürettiği şeytani düşünceler gelişip yayılırken kelimelerden beslenirler. İşte bu yüzden, kelimelerin tuzağına düşmemek için okurken her zaman için kelimelere ihtiyatlı şekilde yaklaşılması ve kelimelerin ötesindeki gerçeğin aranması gerekir. Kaynakça: Collins, Larry, ve Dominique Lapierre. Yasımı Tutacaksın. İstanbul: Payel, 1993. Baskı. Berfin Küçük Beynimizdeki Casus Tüm hayatımızı sadece düşüncelerimizle yönetebileceğimiz bir dünya düşünebiliyor musunuz? Olumlu düşünerek her şeyin yolunda gideceği ve olumsuz düşünerek hayatımızı alt üst edeceğimiz bir dünya hayal edin. Kontrolümüzde olmayan düşüncelerimizin bile hayatımızı şekillendireceği, yaşamınızın hem sizin kontrolünüzde olup bir o kadar da kontrolünüzde olmadığı bu dünyada yaşamayı riske alır mıydınız? Aslında bu hayal ettiğimiz dünya, şu an yaşadığımız dünyadan pek farklı sayılmaz. Yaşadığımız hayat, hayalini kurduğumuz dünya kadar apaçık etkili olmasa da bilinçli veya bilinçsiz düşüncelerimizin birer eseri. Hemen hemen hepimiz, küçükken Polyanna'nın hikâyesini okumuş ya da dinlemişizdir. Karşılaştığı en kötü duruma bile bir şekilde olumlu yaklaşabilen bu küçük kız hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Belki bu soruya tek ve net bir cevabınız olabilir ama ben bu soruyu kendimde ikiye ayırarak cevaplandırabiliyorum. Biri eskiden okurken Polyanna hakkında ne düşündüğüm biri de şu an ne düşündüğüm. Evet, her iki soruya da iki farklı cevabım var çünkü eskiden Polyanna'yı okurken kendisinin ne kadar saf olduğunu, en dehşet verici olaya bile bu kadar olumlu yaklaşmanın insanı sadece gerçeklerden alıkoyacağını düşünüyordum. Hatta Polyanna'nın böyle davranması, hikâyesini okurken içime dert bile olmuştu. Kitaptaki karaktere, şu etrafındaki kötü gerçekleri gör artık diye haykırmak istiyordum. Şimdiyse neden hayatımızı Polyanna gibi yaşamadığımızı sorgulamakla birlikte neredeyse öyle yaşamamız gerektiğini bile düşünmeye başlamıştım. Polyanna hakkındaki düşüncelerimi değiştiren etken ilerleyen yaşımdan ziyade okuduğum başka bir kitap oldu. Joseph Murphy'nin Bilinçaltının Gücü kitabı, Polyanna hakkındaki düşüncelerimi değiştirmekle kalmayıp hayatımı bile değiştirdiğini söyleyebilirim. Yıllar önce, babamın aldığı bu kitabı elimde okuyacak başka bir kitap kalmadığı için okumuş olmama rağmen başucu kitabım oldu. Pozitif düşüncenin hayatımızı olumlu etkilediğini ve özellikle de bilinçaltımıza göndermemiz gereken pozitif düşüncenin metotlarını anlatan bu kitabı hayatıma uygulamaya başladığımdan beri hayata farklı bir açıdan baktığımı hissedebiliyordum. Polyanna gibi kötü bir durumu direk iyi olarak nitelendirmesem de bu kötü bir durumun beni üzüp hayatımın geri kalanını da olumsuz etkilemesine izin vermiyorum ve o kötü durumu kendi açımdan olabilecek en iyi duruma getirmeye çalışıyorum. Bunu hayatıma uygulayabildiğim en güzel örneğim ise 12. sınıfta YGS'den sonra, beklemediğim kötü sonuca üzülmek yerine LYS'de, bir önceki sınavdan çok daha iyi yapabileceğimi düşünüp durumu toparlayabileceğime inanmam oldu. Her gece uyumadan önce, kitapta söylenilen gibi, her şeyin yoluna gireceğine inanıp girmek istediğim üniversitenin bir öğrencisi olduğumu hayal ederek uyuyordum. Bilkent'in kampüsünde dolaştığımın, sınıflarındaki sıralarda ders için oturduğumun hayalini kuruyordum. Tüm bu sürecin sonunda hayallerimi gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştım . Şimdi, hayalini kurduğum o üniversitenin bir öğrencisiydim. Artık pozitif düşünmek yaşam felsefem olmuştu. Öyle ki etrafımdakilere bile aşılamaya çalışıyordum bu düşünce sistemini. Karamsar insanları ve onların bu karamsarlığa bağlı yaşamını gördükçe yaşam felsefemden daha da emin oluyordum. " Neye inanırsanız onu yaşarsınız." (Murphy, 19) Ben de yaşamak istediklerime yürekten inanarak onları elde etmeyi biliyordum artık . Yürekten diyorum çünkü sadece inanıyorum diyerek bazı şeyleri elde etmek mümkün olmayabilir. Bilinçaltı, beynimizin gizli bir çalışanı gibidir; sizin onun yaptıklarından haberiniz olmaz ama o yeri geldiğinde önemsiz sandığınız bir eyleminizi ya da düşüncenizi bile hayatınızı etkileyecek hale getirebilir. Bilinçaltı, sanılanın aksine rüyalarımızın olay örgüsünü şekillendiren bir merkezden çok daha fazlasıydı çünkü bilinçaltımızı kontrol edebildiğimiz sürece hayatımızı da kontrol edebiliriz. "Bilinçaltının farkında olmayan kişi başına her gelen şeyi kader zanneder." demiş Carl Gustav Jung, bilinçaltının sandığımızdan çok daha önemli olduğunu belirttiği sözünde. Ben artık bilinçaltının ve onu nasıl yönetebileceğimin bilinciyle Polyanna'dan farklı olarak gerçeklerin kötü yanını da görüp onları kendi hayatımı daha iyi yönlendirebilecek biçimde şekillendirip kendi hikâyemi yazabiliyorum. KAYNAKÇA Murphy, Joseph. Bilinçaltının Gücü. İstanbul: Koridor Yayınları , 2009. Baskı Jung, Carl Gustav. "İz bırakanlar" genckolik. y.y t.y. Web. 24 Ekim 2016 DİRENİŞİN TONLARI: DÜŞLER, TUTKULAR VE SUÇLAR 68’lerin Paris’indeyiz. Özgür düşünce ve hareketin egemen olduğu, insanların sanki hızlı ve küçük adımlarla ateş üzerinde yürüyormuş gibi heyecanlı, tedirgin ve maceracı olduğu bir dönem. Yönetmen Bernardo Bertolucci, “ The Dreamers ”, türkçe’ye çevrilen adıyla “ Düşler, Tutkular ve Suçlar ”, filminde bu özgür dönemi sokaklarda, eylemlerle ya da kavgalarla değil, kendilerini en yalın ve özgür hissettikleri aynı evde yaşayan üç karakterde değinmiş: Amerika’dan öğrenci olarak Paris’e gelen Matthew, Matthew’un görür görmez aşık olduğu büyüleyici güzellikte Isabelle ve ikiz kardeşi Theo. Evdeki Cesur Masumiyet Filmde bir sinema kuşağındayız. Gerçek anlamıyla bir sinefil olan Isabelle ve Theo’nun yolları Sinematek’te Matthew ile keşisiyor. 68’lerin Paris’inde ünlü Sinematek’in kapatılma kararı alınıyor. Bütün sinema severler sokaklara dökülüyor; eylemlerle haykırarak kendilerini ve görüşlerini belirtenler de var, sessiz çığlıklarla kendini zincirleyenler de... İp de bu noktada kopuyor filmde. Sokakta isyan, devrim ruhu sürerken, kendi samimi küçük evlerinde kendi tutkularını, düşlerini ve suçlarını yaşayan üç kişiler. Sokağın ve dönemin ruhunu taşıyorlar fakat bunu kendi yarattıkları küçük oyunlarda, cinsellikte ve filmlerde buluyorlar. Theo ve Isabelle devrimci bir ruha sahipler; özgürlüklerini ve yaşam tarzlarını hiçbir diktatörün ya da yönetimin eline bırakmamaları gerektiğini düşünüyorlar. Amerikalı arkadaşları Matthew ile birlikte evde kaldıkları sure boyunca devrimi, düzeni ve sistemi tartışıyorlar. Fakat bu özgürlükçü ruhları farklı eylemlerle ve yakınlaşmalarla dışa vuruluyor. Öncelikle izlerken çoğu insanı rahatsız edebilecek düzeyde bir tensel yakınlık var Isabella ve Theo arasında. Her akşam çıplak olarak beraber uyuyup, sabah ve bütün günlerini yine beraber geçiriyorlar. Sanki birbirlerinin karşı cinsleri gibi hissediyor ve davranıyorlar. Aynı insan fakat farklı cinsler… Aralarındaki bu aşamadıkları görünmez bağ hem Matthew’a hem izleyicilere çok güzel şekilde gösterilmiş. Yargılıyoruz çünkü bu ensestvari bir ilişki diye düşünüyoruz filmin başında. Filmin ortalarına doğru Theo’nun Matthew’a anne karnında birlikte aylarca çıplak kaldıklarını ve şimdi de bunu yapmalarından başka doğal ne olabileceğini anlatırken sorguluyoruz. İnsanların ve toplumun cinsel baskılarından tamamen arındıklarını görüyoruz. Bakıldığı zaman bazı toplumlarda az bazılarında daha şiddetli olmak üzere neredeyse her toplumun bir cinsel tabusu, görüşü ya da baskısı vardır. Cinsellik kadar doğal bir dürtü en ufak bir şekil değiştirme yoluna girse “suçlu” kavramı ortaya çıkar. Fakat düşündüğümüzde anne karnında aylarca çıplak olarak yatan ikizlerin bunu 20 yıl sonra yapamayacağını düşündüren nedir? Her insan belli bir toplumda ve belli bir kültürün parçası olarak doğar ve büyür. Bu yetiştiriliş tarzları farklılık gösterebilir fakat her toplumda olan ve düşüncelerimize yerleştirilen bazı tabular vardır, ensest ilişkiler gibi. Ensestliğin ne olduğunu sorgulamayız, araştırmayız ama insanları yadırgama hakkını doğuştan kendimizde görürüz. İşte tam da bu yüzden Isabelle ve Theo arasındaki tensel yakınlığının masumiyetinin farkına varmayıp etik değerlerimizle acımasızca eleştiririz. Öte yandan 68 kuşağının isyanları, devrimleri ve şiddeti karşısında evde kendi bireyselliklerini keşfeden üç insan görmemiz, gerçek masumiyetin bu olduğunu anlamamızı sağlıyor. Sokaklarda özgürlüğü elinden alınan insanlar birbirleriyle savaşırken; Matthew, Isabelle ve Theo birbirlerine sarılıyorlar. Fakat kimse evde masumca birbirlerine zarar vermeden düşlerini, hayallerini ve cinselliklerini paylaşan bu üç insana verdiği tepkiyi, dışarda birbirleriyle savaşan insanlara vermiyor ne yazık ki. Bu 68’lerin Fransa’sında da böyle, günümüzde de. Gerçek savaş ve suç, birbirlerini seven insanlarda değil, zarar veren insanlarda aranmalıdır. Bertolucci de filmde en çok buna değinmiş.Öte yandan, evde 3 kişinin günlük yaşantısına baktığımızda komün bir yaşam görüyoruz. Bu apaçık ortada değil, çünkü Isabelle ve Theo dönemin burjuvazi dediğimiz kesimindeler; ev anne babalarının evi, Paris’in güzel evlerinden... Fakat Amerikalı Matthew’un eve gelmesiyle birlikte, her konuda bir paylaşım söz konusu. Aç kaldıkları zaman bir muzu üç parçaya ayırıp yiyorlar, küvete üç kişi giriyorlar, birbirlerinin düşlerini ve suçlarını paylaşıyorlar. Kendilerini sokaktaki savaşın içinde görüyorlar, özgürlük için mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Fakat bunu o kadar pasif bir direniş ile gerçekleştiriyorlar ki günler sonra pencereden dışarı bakıp sokaktaki vahşeti gördüklerinde, direnişe katılma, yıkma, parçalama ve savaşma güdüleri ortaya çıkıyor. İşte o noktada Matthew’un onların savaşının silahla değil sevgiyle olduğunu söyleyip Isabelle ve Theo’yu uyarması filmin kilit noktalarından bir tanesi. Politik ve siyasi düşünceleri, yaşam tarzları ne olursa olsun hiçbir insan devrim ruhunu şiddetle kazanmamalı. Özgürlük isteniyorsa, devrim sadece sokaklarda değil kişinin öncelikle kendisinde gerçekleşmeli ve bu ruh sevgiyle büyümeli, şiddetle, molotof kokteyleriyle ya da silahlarla değil. Ne yazık ki, tam da bu noktada Matthew ile ikizlerin yolları ayrılıyor. Matthew kendi düşüncesinin ve insancıllığının izinde giderken, Isabelle ve Theo ise kargaşanın tam ortasına, devrim ruhuna şiddetle gidiyorlar. Amerikan- Fransız kültür ayrımını da bu sonla net bir çizgiyle görüyoruz. Fransa gibi derin birikimlere ve yaşanmışlıklara sahip bir ülke, kendi insanlarını her konuda tutkulu ve mücadeleci yapıyor, mantıksız gözükse bile. Oysa Matthew bir Amerikalı olarak mantığının izinden şaşmıyor ve bu kültür çatışmasına son verip ikizlerden ayrılıyor. Filmin böyle bir sonla kapanması ise bize farklı kültürlerden gelen insanların, birbirleriyle çok şey paylaşmış olmasına ragmen bazı kritik noktalarda ayrılmayı tercih etmeleridir. Sevgi, arkadaşlık, aşk ya da cinsellik h   er insanın doğasında vardır; bu duygular sonuna kadar paylaşılabilir fakat konu savaş ya da devrim gibi bir ciddiyete bürünürse sevgilerini paylaşan insanların savaştığına şahit bile olabiliriz. Korkuyu Beklemenin Telaşı Korkularıdır insanlara şekil veren, onlara nerede ne zaman ne yapmalarını ya da ne yapmamalarını fısıldayan. Kitapta uzaydan gelen vahşi bir canlı küçük bir kasabaya musallat olup şehrin küçük çocuklarını avlıyor. Hem de bilin bakalım nasıl? Evet, tabiki de küçük çocukların korkularını kullanarak. Örneğin filmin ilk dakikalarında küçük Georgie’nin, evlerindeki bodrum katına inmesini izliyor, o minik hayal gücüyle nesneleri her yorumlayışında biz de bunu yaşıyor ve geriliyoruz. Kapıdan yavaş yavaş süzülüşü, merdiven korkuluğuna elini uzatmasındaki tedirginliği ve raftaki iki adet ampülden yansıyan ışığı karanlıkta onu bekleyen yaratığın gözlerine benzetmesi işte tüm bunlar bizlere hiç de yabancı gelmiyor değil mi? Çünkü, bu korkuları bizim de daha dün gibi yaşadığımızı hatırlıyor ve anlamlandırıyoruz bu anları kendi anılarımızla. İşte bu anda korku ustası Stephen King’in bizleri çocukluk korkularımızla buluşturacağının farkına varıyor, kitaptaki vahşi varlığın insanları kendi karanlık dünyasına çekeceğini hissediyoruz. Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korkarlar ve korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar. Bu korku kısırdöngüsü böylece sürer. Gerçekten yürekli olanlar, ne başkalarını korkutmaya çalışır, ne kendileri korkarlar. Aziz Nesin O’dur korkulan ve korkutan ya da korkutamamaktan korkan. Ona O diyoruz çünkü görmek istediğimizi ifade ediyor bu kavram, korkularımızı ancak böyle geniş ve istediğimiz gibi şekillendirebileceğimiz bir terime sığdırabilirdik. Değil mi? O’nun sebebi bilinmez ama insanların korkularıyla beslendiğinden olacak ki, O her insanın en korkunç gerçeğine dönüşür. Sömürür insanların ruhlarını ve beslenir onlarla kurutup bitirene kadar, öğrendikten sonra insanların en derin korkularını. Neredeyse mükemmel bir döngü değil mi? Adeta şu an içerisinde çırpınıp durduğumuz sistem gibidir O’nun yaşamı. O, öğrenir insanların korkularını adeta ilk iktidarın insanların ihtiyaçlarını öğrenip devletin gerekliliğinden bahsetmeleri gibi. Sonrasında insanların korkularına bürünür ve kullanır bunu hayatta bir gün daha tutunabilmek adına adeta devletin insanları bir sistem içine yerleştirip onlara itaat ettirtmesi ve varlığına devam edebilmesi gibi. İnsanların korkularını ete kemiğe büründürür O ve böylece ele geçirir kurbanların ruhunu kurutup bitirene kadar, hayatımızın baharında atıldığımız ve yaşlanana kadar her gün ama her gün devam ettiğimiz, huzur ve kalite dolu bir hayata ulaşabilmek için feda ettiğimiz upuzun bir ömür gibi değil de nedir bu söyleyin bana. O’nun içerisinde ne görmek isterseniz görebileceğiniz mükemmel bir kurgusu vardır ama bakmak ve görmek farklı şeyler değil midir neticesinde? Eğer iyi bir gözlemci iseniz anlayabilirsiniz metinlerin ardında gösterilen cevheri, hayata dışarıdan bir pencereden bakmayı. Olay da bu değil midir zaten küçüklüğümüzden beri aldığımız o yıllar boyu süren eğitimlerin amacı, kutunun dışından bakabilmek. Görebilmek olayların ardında yatan gerçekleri ve ilişkilendirebilmek doğrularımızla. İşte O’nun anlatmak istediği tüm mesele de bu, eğer bunu katabiliyorsanız bir bireye, o birey toplumda parlamaya başlamaz mı? Takip edilmez mi kitlelerce? Söyleyin bana. Eğer durum böyle olursa yenilmez mi O’lar ve niceleri? Yenilirler tabiki de ve bu parıldayan bireylerin ışığında kaybolmaya mahkum kalırlar. Sanki başka çareleri varmış gibi? Keşke daha çok bu kurtarıcılara sahip olabilsek kendilerini ve etrafındakileri aydınlatabilen, bizi daha iyi geleceklere taşıyan. Yanı başımızdaki O’lardan korunmak için, şu an ve ilelebet geleceğimiz için. Yenebilsek insanlığın en derinliklerinde yatan bencillik ve açgözlülüğü, döndürebilsek bunları aydınlığa. Söyleyin bana, yaşamaya mecbur olur muyduk bu kaosun egemen olduğu karanlık dünyada O’larla birlikte? Ne yazık ki göremiyoruz geleceğin aslında bizim yarattığımız bir kavram olduğunu içini bizim doldurduğumuzu. İşte bu yüzden O’lar kazanıyor ve sanıyorum ki biz bir şeyler yapmadıkça, bir şeylerin farkına varmadıkça kazanmaya da devam edecekler. Hüseyin Kaan YAVUZ Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 1 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 HAYALİN PEŞİNDE Simyacı, Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun bir solukta büyük bir keyif ile okuduğum olağanüstü bir eseridir. Kitap, gördüğü üst üste düşlerin içindeki bir hazine uğruna İspanya’dan Mısır’a kadar giden Endülüslü bir çobanın yolculuğunu ve hayat hikayesini anlatmaktadır. Aslında bu yolculuk çoban için sadece bir yolculuk değildir. Bu serüven, genç çobana hayalinin peşinden gitmesinin öneminin yanısıra, ona hayatı daha yakından öğretecek, işaretlerin aslında insanoğlu için ne kadar kıymetli olduğunu gösterecek ve insanın her şeyden önce yüreğinin sesini dinleyerek, yüreğiyle barışması gerektiğini benimsetecektir. Kitabın ana konusu mutluluk ve hedef üzerinedir. Mutluluk ve hedef kavramları birçok insan için kendilerinden uzak gibi gözükse de aslında biz insanlar için oldukça yakındır. Sadece bizler onları görmeyi çoğu zaman seçmeyiz. Çünkü büyük mucizelerin yani birçok hedefin olmayacağına baştan inanırız. Hayatta hiçbir insan gördüğü bir düş üzerine, binlerce kilometrelik bir çölü geçmeyi göze almaz ya da gördüğü bir rüya için harekete geçmez. Çünkü yolun sonunda bir hazine olduğuna baştan inanmaz. Çoğu zaferle sonlanacak başarı böylece elimizden kaçar gider. Ancak her şey önce inanmakla başlar. Tıpkı genç çoban Santiago’nun inandığı gibi. Bana göre kitabın inanma ile alakalı olan kısmı, bu kitabı olağanüstü yapan şeydir. 2 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 İnsan inanmaya başladığı zaman, olumlu şeyler de hemen arkasından gelir. Evren, inanan bir insan için bütün kartlarını açık oynar. Kitabın belki de büyük bir kısmı tam olarak bunu anlatmaktadır.Gördüğü düş sonrası genç çobanın bir çingene ve ardından kralla karşılaşması, ardından iş yapmayan bir billuriye tüccarının yanında işe başladıktan sonra, çölü geçmek için lazım olan parayı toplamak için, tüccarın iş yapmaya başlaması, ve o çöl yolculuğunda tanıştığı simyacı… Bütün bunlar inanmış bir çobanın hayalinin peşinden gitmesi için verilmiş bir işarettir. Kitabın içinde geçen diğer bir tema ise, her insanın kendi kişisel menkıbesini gerçekleştirmek üzere dünyaya geldiğidir. Benim fikrim tıpkı kitapta olduğu gibi, insan kaderini kendisi şekillendirir. Yaptığı tüm yanlış ve doğru seçimler insanın kaderidir. Önceden yazılmış herhangi bir şey değildir bu. Çünkü bizi biz yapan yanlışlarımız ve onlardan öğrendiğimiz doğrulardır. Bizler, kaderin var olmadığını veya bizler için olumsuz bir şey olduğunu düşünsek de aslında tek yapmamız gereken yüreğimizin sesini dinlememizdir. Asıl kaderimiz tam burada başlar. Çünkü kader dediğimiz şey kitapta da geçtiği gibi “ değiştirilecek bir gelecek olduğu zaman ortaya çıkar.” Kitapta işlenen asıl tema da budur. Fakat, çevremizdeki birçok insanın düşünce yapısı buna ters düşmektedir. Pek çok insan, çevresindeki insanların düşüncelerini birebir kendi hayatlarına uygularlar. Daha doğrusu pek çok insan çevresindeki insanlara aynı düşünce yapısını aşılamaya çalışır. Demek istediğim şey, yaygınlaşmış ‘herkes için doğru olan hayat kurallarıdır’. Bizlere küçüklüğümüzden, olgunluğumuz kadar hep iyi bir okul okumamız,iyi bir meslek edinmemiz ve iyi bir evlilik yapmamız gibi şeyler söylenir. Fakat, bu iyi kavramı kime göre iyi? Çoğu insan bu kısmı sorgulamaz. Aynı yazarın kitap içinde de söylediği gibi : “İnsan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, 3 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar,canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğine elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez.” İnsanlar sürekli hayaller kurarlar ve hedefler koyarlar. Aslında aradığımız mutlulukta tamamen bunlar üzerine kuruludur. Çünkü, ulaştığımız hedef bizi mutluluğa götüren şeydir. Mesela, ben üniversite sınavı senesi başladığında,Bilkent’i kazanacağım diye kendime keskin ve kararlı bir hedef koymuştum. Sonuçların açıklandığı gün, bunu gerçekleştirmiş olmanın tarifsiz duygusunu edindim. Benim için, hayatta satın alabileceğim veya bir başkasının bana verebileceği bir şey hayalimi gerçekleştirmiş olmamın yerini alamaz. Çünkü, küçüklüğümden beri benim için hayat hedef, hayal,başarı ve bunların getirdiği mutluluktan ibarettir. Hayalinin peşinden giden ve hedefinden bir an bile kuşku duymayan genç çoban Santiago’nun hikayesi bu yüzden beni kitaba böylesine derinden bağlamıştır. 4 Arda Beşirbellioğlu SINIRSIZLIĞIN SONUÇLARI Tecrit edilmek, toplumdan izole edilmek demektir. En azından Aharon Appelfeld’in, Ruhun Kuytusunda isimli romanı üzerine yazı yazarken ben bu anlamda kullanacağım. Bu yazıyı yazmadan önce yazarın hayatını araştırdım biraz. Yazıma ışık olacak birkaç bilgi vermem gerekiyor yazarla ilgili. Aharon Appelfield, dokuz yaşındayken toplama kampına götürülen, annesi öldürülen bir yazar. O kampta biraz kaldıktan sonra kaçıyor ve ormana sığınıyor. Üç yıl saklandıktan sonra Rus Ordusu tarafından bulunuyor ve aşçı olarak orduda göreve başlıyor. Bu nedenle de yazar, tecrit şartlarının, izole olmanın insanın ruhsal yapısında açtığı yaraları ve insandaki değişimleri çok iyi bilen bir yazar. Kitapta da bunu gördüm ben. Daha doğrusu, yazarın düşüncelerini okuduktan sonra kitabın kurgusu kafamda daha yerli yerine oturdu. Artık başlayabilirim. Toplumun olmadığı kapalı bir alanda yalnız kaldığımızda üzerimizden bir ağırlığın da eksildiğini hissederiz. Öyle ki, insanlar bir an önce evlerine gitsinler diye koyulmuş gibidir sanki kurallar. En azından ben, eğer bir arkadaşımda falan kalırsam, ertesi sabah erkenden uyanıp odama kaçarım. Rahat edemem başka yerlerde, odam, sığınağım gibi, kendimi en rahat hissettiğim yerdir. Kimse sizi izlemiyorken rahat rahat burnunuzu karıştırmak gibi bir konfordan bahsetmiyorum, bakışlardan, incelenmekten, gözlenmekten korur bizi odalarımız. Gad ve Amalia kardeşler, onlara Amcalarından kalan mezarlık bekçiliği işini yapmak ve hastalıklardan kaçmak için kulübelerine gittiklerinde bir tecrit hayatına gittiklerini bilmiyorlardı. Kısa süren tatlılık zamanla kabusa dönmüştü. Yani, izole olmanın ve beraberinde gelen kötü şartların insan doğasına olumsuz bir etkisi olduğu yadsınamazdı. Çünkü bizi medeniyete bağlayan şey, sınırlarımızdır da; o sınırlar ortadan kalkarsa eski değerlerimizi de kaybederiz ve sınırsızlığın çıldırtıcı etkisi ruhumuzu el geçirmeye başlar. Bunu, ceza almayacağı ve kimsenin araştırmayacağı taahhüt edilen birisinin cinayet işleme biçiminde sergileyeceği yaratıcılığı düşünerek anlayabiliriz. İzole olmanın başka bir etkisi, sizin sizden başka dostunuz ve kurtarıcınız olmadığını fark etmenizdir. Bu nedenle insan kendi ayakları üzerinde durmak zorunda hisseder kendisini ve bir anda, insana has en ilkel hal -hayatta kalmak için yaşamak- vücuda gelir. Uçak kazalarından sonra ıssız bir ormanda kalan kişilerin çaresiz kalınca insan cesedi yemeleri gibi bir ilkelliktir bu. İnsan doğasından sıyrılır, hayvanlaşırsınız. Çünkü medeniyet bir sınırlanmışlıktır, eğer sınırlanmasaydık sokaklara tuvaletimizi yapabilirdik ve her yeri pislik götürürdü, oysa bir sınır koyup mahremiyet düzeyinde ele aldığımızda, tuvalet alışkanlığımız bir anda ne kadar medeni olduğumuzun bir göstergesi olur. Hasılı, medeni bir yaşam için sınırlar şarttır. Sınırların niteliği tartışması ayrı bir konu, bu yazıda bilmemiz gereken bir sınırın olması gerektiği. Şunu da eklemeden geçmek istemiyorum, sınırların kalkmasının tek iyi sonucu, insanı safsatalardan arındırmasıdır, bunu da Gad ile Amalia’nın eskisi gibi dua etmek istememelerinden çıkarabiliriz. Peki insanın en ilkel haline dönmesi, yani tecrit şartlarıyla ortadan kalkan sınırların kötü sonucu nedir? Zamanla aklıyla ve kalbiyle hareket eden iki insan olarak kalmanın sona ermesi ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmektir. Gad ile Amalia ensest ilişkiye girdikleri anda artık insanlıktan çıkmışlar ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmüşlerdir. Buradan hayvanlara bir hakaret ettiğim anlaşılmasın, hayvan doğasından bahsediyorum, hayvanlaşan insan da içgüdüleri ne emrediyorsa onu yapacaktır. Dolayısıyla bir faciayı, ensest gibi bir faciayı tartışmadan önce bu olayın hangi şartlarda vuku bulduğuna bakmak, konuyla ilgili sağlıklı bir yorum yapmamız için şarttır. Toplama kamplarının tüm vahşetini, korkunçluğunu bir kenara bıraktığımız zaman, insana verdiği en büyük zararın, orada bulunan insanları insan sıfatından arındırması olduğunu söylemek zor değil. Yazarın hayatını okumasaydım, ben de herkes gibi ne edepsiz bir durum diye direkt yargılayıcı bir tutum sergileyecek, belki de kitabı elimden fırlatacaktım. Oysa ortada iki insanın işlediği bir suç değil, tecrit denen işkenceyi icat eden insanlığın sebep olduğu bir felaket vardır. Bunu da görmek ve tarihi öyle yorumlamak gerekir. ĞRU YANLIŞ VE SINIRLARIMIZ DO ışı ı ğ ğ Hayatta çok defa seçim yapmak zorunda kalm zdr. Gidece imiz üniversite, edinece imiz arkadaşlar, evle(cid:374)e(cid:272)eği(cid:373)iz kişi... Bu(cid:374)ları ı ı ışı n her biri için, hayatmzda muhakkak ki bize k tutan insanlar ol(cid:373)uştur . Ki(cid:373)isi ile ay(cid:374)ıevi paylaştı ı ı k kimisi ile ayn derslere girdik ve kim bilir kimisi ile de ayn kalbi paylaştı ı ı ı ığı ı ğ k. Hayatmzn ilerisi içinse kendimizi insanlardan soyutlamad mz müddetçe bu rehberli in ı ı ı ı ı ı ı olmas kaçnlmaz olacaktr. Hatta kendi öz fikirlerimizi gütme kaygsn en derinlerimizde hissetsek dahi, ğ ı ı ı daha önceleri etkilendi imiz insanlarn etkisini kaybetmek pek imkanl olmasa gerek. Bu gibi konularn ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı yannda bazen belli snrlar da belirlemek lazm kafamzda. Bu snrlarn bazs öylesine güçlüdür ki fsldar ı ı ği(cid:373)iz o kişi(cid:374)i(cid:374) ki(cid:373) olduğ ı kulaklarmza biz dedi unu aslnda. ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ğ ğ Nedir kastm bu snrlardan peki? Javier Cercas'n Snrn Yasalar adl kitabnda da de indi i gibi ı ıza e(cid:374) çok etkisi ola(cid:374) şey şüphesiz ya(cid:374)lış ve doğ ı ı ı ı bunlardan biri ve belki de hayatm ru arasndaki snrdr ı ı ış ve doğ ı ı ı ğ bizler için. Kafamzda olan her ne varsa aslnda yanl ru kavramlarn nasl kurdu umuza göre şekille(cid:374)ir. Bazı ı ı ğ ışı s vardr ki dini emir ve yasaklar belirler onun için do ruyu da yanl da. Kimisi ise içinde yaşadığı toplumda neye ne deniyorsa onu tasdik eder. Ne kadar avam gözükse de bu tür insanlar kim bilir (cid:271)izler de (cid:271)ir üyesiyizdir (cid:271)u gru(cid:271)u(cid:374). Zira ki(cid:373) içi(cid:374)de yaşadığı ığıgörüşü(cid:374)ü toplumdan tamamen soyutland ortaya atabilir ki korkusuzca? ı ı ıge(cid:272)e gü(cid:374)düz döve(cid:374) (cid:271)ir ko(cid:272)a düşü(cid:374)eli(cid:373) ğ Karsn . Ne de kötü bir portre öyle de il mi hele ki ı(cid:374)a hiz(cid:373)et et(cid:373)ekte(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir suçu yoksa (cid:271)u kadı ğı ı ı kocas nca zn? Bu durum bizde acma duygusu ı ı ı ı ı ı ış (cid:271)iri(cid:374)i(cid:374) rahatlığı ı uyandryorken neden kocasnn gözlerinde hakkn alm okunuyor? Bunun cevab onun ğ ı(cid:374)da. Düşü(cid:374)(cid:272)e dü(cid:374)ya(cid:373)ı ı ı ı ı çocuklu unda gizli asl zn mimarlar o güzel insanlar, anne babalarmz da hata ı ı ıgerçekte(cid:374) çok kötü (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)e yapı ı ı ı ı yapyor bazen, hatta bazs snda olabiliyor. Karsn döven bir ı ğ (cid:271)u düşü(cid:374)(cid:272)e ı ı ı ığı ı babann çocu una da bakacak olursak yapsnn gizliden gizliye programland n söylemek ış ol(cid:373)aya(cid:272)aktı ı ış ol(cid:373)akta(cid:374) zannediyorum ki yanl r. Bu programlanma sonucunda da o çocukta artk yanl ı ı ı ı ı ı ı çkyor bu olay ve o da uyguluyor bunu karsna ve çocuklarna belki de misliyle. Kimileri de vardr ki srf ı ğ ükte(cid:374) so(cid:374)ra yok olup hiç(cid:271)ir şeyi(cid:374) hakkı ı ğıdüşü(cid:374)(cid:272)esi(cid:374)de ol(cid:373)ası inançsz oldu u ve öld nn sorulmayaca ndan sade(cid:272)e ke(cid:374)disi(cid:374)i düşü(cid:374)ür, keyfi(cid:374)(cid:272)e yaşar ve (cid:271)elki de seri katil olup çı ı ı ı ğ kverir. Ksacas onlar do ru veya ışı ığı ısavu(cid:374)urlar ve (cid:271)u(cid:374)a göre yaşarlar. İşi(cid:374) trajik ı ı yanl n var olmad n omik yanysa kendilerine yaplan ı ı ı ışı ği(cid:373) (cid:271)irçok çeşit (cid:271)elirleyi(cid:272)i faktör vardı ğ hakszlklar hemen ifade etmeye çal rlar. Demek istedi r do ru ve ış arası ı ı ı ı ı ı ı ği(cid:373)iz o kişiyi ta(cid:374)ı yanl ndaki snrlarmz belirleyen ve bunlardr aslnda biz dedi mlayan. ı ı ı ğu(cid:374)u göre(cid:374)i(cid:373)iz de ol(cid:373)uştur el(cid:271)ette. Javier Cer(cid:272)as da (cid:271)u(cid:374)a Bu snrlarn bazen çok incde oldu ı ğ ışı ğı ı(cid:374)e olarak (cid:271)elirleyişi(cid:373)izde dikkat çekiyor kitabnda. Bunun sebebi bir yandan do ru ve yanl n kayna n ğ ı ı ığı ğ gizliyken bir yandan da irademizi ne ölçüde kontrol edebildi imizle ilgilidir. Hrszl n kötü oldu una ıkişi dara düştüğ ı ı ı ğı ı inanabilir birisi ama ayn ünde kim verebilir ki onun hrszlk yapmayaca nn garantisini. Buradaki çelişki gi(cid:271)i görü(cid:374)e(cid:374) olayı ı(cid:374) ke(cid:374)di içerisi(cid:374)de çok kar(cid:373)aşı n temel sebebi belki de her insan k bir ı ı ır. Bir ya(cid:374)da(cid:374) duygular, hisler (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) karşılaştığı ı yapda olmasd mz olaylar ,öteki taraftaysa pre(cid:374)sipleri(cid:373)iz. Birçok (cid:271)ili(cid:374)(cid:373)eye(cid:374)de(cid:374) oluşa(cid:374) (cid:271)ir de(cid:374)kle(cid:373) gi(cid:271)iyiz hepi(cid:373)iz adeta. Bir (cid:271)ilgisayar ı ı ı ı programndan da farkmz biraz da bu aslnda. Onlar sorgulamaz çünkü dediklerimizi, ne dersek yaparlar ğ ılar o(cid:374)lar zira kar(cid:373)aşaya düş(cid:373)ezler (cid:271)izi(cid:373) gi(cid:271)i ve (cid:271)iz de e er ki gerekli komut geldiyse. Bir yönden avantajl ğ ış arası ı ı ı ı ı do ru yanl ndaki snrlarmz bu denli koruyabilsek hayat çok daha güzel olurdu belki de. ı ı ı ız ol(cid:373)uştur. Bu(cid:374)u(cid:374)la (cid:271)irlikte (cid:271)azı ı ı Sonuç olarak hayatmzda birçok tercih zamanm snrlar da ğ ış arası ı ı mevcuttur zihnimizde ve bunlardan belki de en önemlisidir do ru ve yanl ndaki snr. Kimimizde bu ı ı ıdi(cid:374) seçer ki(cid:373)i(cid:373)izde toplu(cid:373), ki(cid:373)i(cid:373)izde ke(cid:374)di içi(cid:374)de (cid:271)ir şekilde oluş(cid:373)uştur ve ki(cid:373)i(cid:373)iz içi(cid:374)se snrlar ı ı ı gereksiz bir konudur her ne kadar iç dünyasnn derinliklerinde böyle olmasa da. Ayrca öyle zamanlar ı ı ı ı ğ ı ı ı ı ı(cid:271)ir şekilde ve (cid:271)öyle za(cid:373)a(cid:374)larda da vardr ki bu snrlarn ne kadar ince oldu unun da farkna varrz ackl ı ı ğ insan bu snrlara dikkat etmelidir. Kim bilir buna dikkat edersek güzel bir dünyay merhaba diyece iz. Deniz YILMAZ KAYBOLANLARIN DİLİ OLSA Bu hayatta elimizden usulca kayıp giden hatıraların, kalbimizde koskocaman bir yer edinen insanların, bizi biz yapan özelliklerimizin sayesinde şekillen kişiliğimizin yerini yeni anılar, yeni insanlar, yeni huylar doldurabilir mi? Yoksa tüm bunlar sonu kapanmaz yaralarla, umutsuzluklarla sona eren bir kaybediş hikâyesinin birer parçaları mı? Kaybettiğimiz ve onlarsız bir yaşama boyun eğdiğimiz bunca şey hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkabilir mi? Gelin beraber kaybolanların ve bulunanların rehberimiz olacağı bir yolculuğa çıkalım. Bir de onların ağzından dinleyelim umutsuzlukların, kırgınlıkların, sevinçlerin, yarım kalmışlıkların, yepyeni başlangıçların hikâyelerini. Kaybetmek ve bulmak, umutsuzluğa kapılmak ve umuda tutunmak, yarım kalmak ve geçmişi geride bırakıp yepyeni başlangıçlara baş koymak… Tüm bunlar bizim sadece adı geçen, belli bir bedene bürünemeyen karakterler olduğumuz hayat oyunun ana karakterleri aslında. Ne kadar reddetsek de bu gerçeği hayat, kukla misali elinde oynattığı insanların sözünü dinleyecek değil ya. Bu yolculuğa neden çıkmak istedim, neden sizi de davet ettim emin olun bilmiyorum. Bunca zaman içime attığım tüm kırgınlıklarımı, dışa vurmayı çok sevmediğim sevinçlerimi, yarım kalmışlıklarımı anlatma gereği hissettim sanırsam. Elimden kayıp giden, ilk şiirimi yazdığımda duyduğum heyecanımın, bisikletten düşüp kolumu kırdığımda hissettiğim acıdan çok duyduğum şaşkınlığımın, okula başladığım günkü sevincimin ilk günkü tazeliğiyle beni sarıp sarmalamasıydı belki nedeni. Anneleriyle babaları kavga ettiklerinde duydukları üzüntülerini, bir zamanlar onlara yukarıdan bakan insanların ilk günkü acımasızlıklarıyla rüyalarına girip ter içinde uyanmalarına sebep olduğu o geceleri benimle paylaşmaktan çekinmeyen bir zamanlar diğer yarım olarak gördüğüm dostlarımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesiydi belki de. Bir zamanlar beni ben yapan şimdi ise yok olmaya yüz tutmuş huylarımın, alışkanlıklarımın usulca omzuma dokunup varlıklarını hissetmeleriydi belki kim bilir. Şimdi sizden gözlerinizi kapamanızı ve ilk kez masmavi bir denizin sonsuzluğunda sürüklenirken bir süreliğine de olsa ruhunuzu saran boş vermişliği, son söz söylenene kadar, son ana kadar yanından ayrılmadığınız annenizi, bir çıkış kapısı bulamadığınızda ellerine teslim olduğunuz umutsuzluk duygusunu, en yakın arkadaşınıza duyduğunuz kırgınlıklarınızı gömdüğünüz o yerden çıkarmanızı istiyorum. Biliyorum düşe kalka sarmaya çalıştığınız yaraları tekrar açmak acı verecek ancak hayat dediğimiz bazılarını yüceltirken, bazılarını cansız bir nesne gibi gerektiğinde un ufak eden o sonsuz karanlık işte bu kadar nankör ve acımasız. Eminim birçok acının ruhunuzdan parçalar koparmasına, umutsuzlukların, kırgınlıkların sizi karanlığın ellerine teslim etmesine ve sizi nefessiz bırakmasına izin verdiniz bu küçük isteğimi yerine getirirken. Bir an için Melisa Kesmez ‘in Bazen Bahar’ındaki ana karaktere, o yalnız, yaraları yavaş yavaş iyileşen kadına, dönüşüverdiniz. Eski bir telefon kulübesinden geçmişinize baktınız, onsuz yapamayacağınızı tanıştığınız ilk günden anladığınız o insanla yaptığınız o uzun mu uzun konuşmaları duydunuz. Bir vapur yolculuğu sayesinde kavuştuğunuz ancak kısa bir süre sonra tekrar ayrılacağınızı bildiğiniz, kendinizden daha fazla önemsediğiniz, size kattıklarının her şey için çok geç kaldığınızı anladığınız zaman farkına vardığınız annenizin gözyaşlarına son kez dokundunuz, son kez sımsıkı sarıldınız ona. Gözünüzden küçücük bir damla gözyaşı döküldü belki. O gözyaşı son kez de olsa kavuştuğunuz o insan için döktüğünüz, mutluluğunuzu yansıttığınız bir gözyaşıydı belki de tanıştığınız ilk günden beri hayatınızdaki siyah beyazı bıkmadan silmeye çalışan arkadaşlarınızı sonsuzluğa uğurlarken dökülen acılar bütünüydü. O insanların elinizden son kez kayıp gitmesine izin verdikten sonra kaybettiğiniz birbirinden değerli unutulmaz anıyı elinize aldınız tahminimce. Bunlar nelerdi? İlk arkadaşınızı ailenize heyecanlı bir şekilde, yüzünüzde silinmeyeceğine emin olduğunuz bir gülümsemeyle anlatmanız mıydı yoksa değer verdiğiniz birinin siz daha farkına varamadan depderin bir uykuya daldığını anladığınızda hayatın adil olmadığına kanaat getirmeniz miydi? Sadece siz bilebilirdiniz onları. Zihninizde tekrar oynattınız onları. Gülerek geçirdiğiniz onca dakikayı, ağzınızdan istemeden çıkan o sözleri, mutsuzluğun ve umutsuzluğun etkisinden kutulamadığınız o günleri başa sardınız adeta bir şarkıyı başa sarar gibi. Dibini göremediğiniz bir boşluğa düştüğünüzü hissettiniz belki de. Soğuk ve karanlık… Anlam veremediğiniz bir şey sizi oradan oraya savuruyordu. En son bir daha anlamsız bir şekilde peşinden koşmayacağınıza dair kendinize söz verdiğiniz alışkanlıklarınızı ve geride bıraktığınız huylarınıza titreyen ellerle dokundunuz. Acı verdi onlara dokunmak belki de. Onlardı sizi size anlatan eşsiz parçalar. Eminim onlardan biri de masumiyetinizdi, hayat sizi dizlerinizin üzerine düşürdüğü zaman kaybetmiştiniz onu. Onlar eski sizdiniz, böyle demiştiniz kendinize uzun zaman önce. Bunu söyleyen siz miydiniz yoksa Bazen Bahar’daki acılarla boğuşan o kadın mıydı emin olamadınız bir süre. İşte, tekrar dönüşmüştünüz o yalnız kadına. Kaybolanların ve bulunanların bize rehberlik ettiği bu eşsiz yolculuğun sonuna yaklaşırken üzerinizde bir iz bıraktığımı ümit ediyorum. Belki acıların kucağına attım sizi, belki yaralarınızı açtım, kim bilir belki de sevinçle donattım ruhunuzu bulunanları hatırlatarak ancak emin olun bu hayat daha fazlasını yapmaya hazır. Kukla gibi oynatıldığımız bu hayat oyununda hangimiz kaybedişlere, umutsuzluklara, kırgınlıklara, sevinçlere boyun eğmeyip ana karaktere dönüştü ki… KAYNAKÇA Kesmez,M. (2015). Bazen Bahar. İstanbul: Sel Yayıncılık Nil Eren Gökdelen’in Gölgesi Altında Melih Ergen’in yeni eseri ‘Varuna’nın Bin Gözü’ oldukça zor takip edilebilen bir eser. Birinci bölümü boğulmadan geçebilme şansına erişmişseniz eğer ikinci bölüm biraz daha az acımasızca hırpalıyor sizi. Bir ara yazarın kitabı okunsun diye yazmadığını bile düşünebilirsiniz. Zaten yazar birinci bölümün sağ üst köşesine Maurice Blanchot’un sözlerini iliştirmiş korkmamanız için. ‘Okunsun diye yazılan her şey anlamsızdır.’ diye uyarıyor sizi pradoksun filozofu Maurice Blanchot birinci bölümün sağ üst köşesinden. Bir ara acaba yanlış mı yaptım bu kitabı seçmekle demekten kendimi alamıyorum. Sonra kapılıyor zihnim bu hiç karşılaşmadığım, bir tür beyin jimnastiğine benzeyen anlatım biçimine. Bir kentten bahis ediyor yazar, gölgesi bir karabasan gibi üstüne çöken bir gökdelenin inşa edildiği, insanlarının hayatlarını heyula gibi yaşadığı bir kent . Gölgesinin bile insanların kendileri olmalarını engellediği bir gökdelen bu ve insanlar hep başkası kılığında kentte rüyada dolaşır gibi dolaşıyorlar .Yazar bunun nedenini gökdelenin kentin tek ve mutlak aklı omasına bağlıyor. Tek doğru, tek kural, tek buyruk... ‘Babil Kulesi’nden esinlenerek inşa edilen gökdelen...’ diyince yazar, kafamda şekillenmeye başlıyor bu gökdelenin gölgesinin bile neden kentteki insanları çıldırttığı. Böyle olmamış mıydı, yaklaşık 2500 yıl önce, Babil’in ünlü kulesini inşa ederlerken de zaten. O zaman da insanlar çıldırmıştı. Kule onları da çıldırtmıştı. İşte 2500 yıl sonra yine Tanrının göğüne yeni bir yapma Tanrı yerleştiriyorduk yine. Yalnız kendine inananları koruyan , hep kendine benzeyen insanlar üreten, kendi doğrusu tek doğru olan bir bilinç ‘Gerçekten kimim ben?’ sorusunu sordurtmayan ya da sormamak için bizim yarattığımız bir gerçeklik, bir bilinç. Çalışmanın, bir işi olmanın zorunlu olduğu; delirmek demenin çalışma isteğini yitirmek demek olduğu; bütün hayatların ‘tek tip’ kılınmaya çalışıldığı, her şeyin en büyüğünü yapmak istemenin takıntı olduğu ve bunun dışında bir gerçek tanımayan bir bilinç. Teknolojinin insanları birbirinden ayıran, hayattan bezdiren, zihinleri durmadan meşgul ettirerek kendilerini bulmalarını engelleyen karanlık gölgesi zifiri karanlığı çöktürmüştü kentin üzerine. İşte sadece bize yol gösterecek tek Varuna kalmıştı. Bu, Hint mitolojisine göre, sadece akşamları gözleri olan yıldızlarla görebilen Tanrı, her yaptığımızı biliyor, görebiliyordu. ‘Kimim ben?’ sorusuna ancak Varuna’nın gözleriyle bakabilirsek kendimize cevap bulabilirdik ve bu sorunun cevabı bizi tek kurtarabilecek şeydi bu karabasan gibi rüyadan. Yazar bu soruya cevap bulmak için bence romanı adeta okuyucu ile birlikte yazıyor. Her sayfadaki bazen birkaç cümleyi içinde barındıran parantezlerle romanı okuyucu, kahraman ve yazarla etkileşimli bir bilgisayar oyununa dönüştürüyor. Kitabın son bölümümde de okuyucunun, yazarın ve kahramanın aslında aynı kişi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Romanda birçok paradoks var. Bunladan biri de Varuna’nın anlayışına sahip olsak bile aradığımız huzuru bulamayacağımız. Yazar romanın bu amaçla son bölümlerinden birine bir aşk hikayesi sığdırmayı da başarıyor okuyucuyu memnun etmek için. Çünkü aşk her okurun beklediği bir tema romanda yazara göre. Kanıtlamaya çalışıyor kurtuluşun olmadığını. İlk önce bilindik bir aşk hikayesi: Onunla aynı işte çalışan arkadaşının tanıştırdığı bir kadınla tanışıyor ve sonra karısı ve çocuğunun annesi oluyor bu kadın. Varlığını reddettiğine kendini inandırdığı Tanrı bu sefer de karısının kılığında eziyet etmeye başlıyor kendisine. Kadının yaratma gücüne takılıyor kafası. ‘Yaratan ben olmalıydım.’ diye kederleniyor bu defa da.Mahmut sonunda bu bölümde dünyada hiçbir zaman huzurun bulunamayacağını en açık biçimde okuyucuyla paylaşıyor. Dağların, ovaların üzerinden uçarak Varuna’nın yani bir Tanrının gördüğü gibi görebilse bile evreni aşağıdaki uçamayan, kan ter içinde zamanla boğuşan insanların kederlerinin onu huzurundan edeceğini söylüyor ısrarla. Roman birçok sorunun beni avlamak için beklediği derin bir orman gibi ve zamanla tekrar tekrar okunduğunda birçok yeni kavram ile boğuşturacak beni. Şimdilik bende çağrıştırdıkları bunlar. Kafama neden Gökdelen’in zamanı üçe ayırdığı ve Gökdelen’den gelen çan seslerinin anı birdenbire değiştirdiği sorusu takıldı uzun süre ama bunun cevabını henüz bulabilmiş değilim. Zaten yazarın istediğinin de bu olduğunu artık tahmin edebiliyorum. Siz de ikinci bölümü geçebilirseniz eğer yazarın okurunu zorlamayı sevdiğini anlayabilirsiniz. Her bölümde hâlâ okumaya devam edip etmediğimi kontrol ediyor parantez içindeki yorumlarıyla. Romanı okurken sanki kitabı beraber yazıyordum yazarla. Benimle konuşuyor, ne düşünebileceğimi hesaplıyor ve ona göre birkaç alternatif sunuyordu bana ve bazen her alternatifi de hayata geçiriyordu. Melih Ergen’in kitabı bir tür bağımlılık yaratıyor bu daha önceden görmediğim yazı türüne. Sanki benim ne düşündüğüm şekillendiriyor romanı ve sonunda kendisi de inandırmaya çalışıyor: kahramanın, okuyucunun ve yazarın aynı kişi olduğuna beni. Kitap okunması zor, bazen bir paragraf sürebilen cümleler ile dolu ve karmaşık bir biçimde yazılmış fakat beynimi tuhaf bir biçimde çalıştırdığını hissettim okurken ve Melih Egen’i en sevdiğim yazarlar listesine ekliyorum bu kitabı bitirdikten sonra. Kaynakça: VARUNA’NIN BİN GÖZÜ Melih Ergen Yapı Kredi Yayınları, 2016 Resim: Babil Kulesi Pieter Brueghel (baba) 1563 Viyana Sanat Tarihi Müzesi, Viyana. Emrehan Nalbantoğlu 21400330 SAVAŞIN İKİ YÜZÜ Savaş, bu dünyada acı gerçeği tanıma ve ondan ders çıkarma adına en kuvvetli ama bir o kadar da acı verici olgulardan biri. Bugün, ne yazık ki, kendi ülkemizde de bunu görme şanssızlığına ulaşmış durumdayız. Henüz tam anlamıyla sıcağı sıcağına yaşamamış olsak da savaşı, hem kendi tarihimizden hem de dünya tarihinden, bunun ne kadar yürek burkan sonuçlara vardığını hepimiz biliyoruz. Ivana Bordrozic’in yazmış olduğu Hiçbir Yer Oteli kitabında da savaş olgusunun doğurduğu acı durumlardan biri en içten ve samimi duygularla anlatılmış. Babalarını kaybeden çekirdek bir ailenin yaşam mücadelesini anlatan kitabın gerçekleri, bugün hâlâ günyüzünde diyebiliriz ve Türkiye’nin sınır komşusu Suriye’nin çektiği acıları buna örnek olarak göstermek mümkün. Sıcağı sıcağına yaşamamış olsam da savaşı, doğurdu acıları ve dökülen gözyaşlarının tatsız ıstırabını tahmin edebiliyorum. Sınır komşumuz Suriye’deki iç savaş olsun, ülkemizin başkentindeki patlama olsun -bu patlama hâlâ tazeliğini koruyor benim aklımda- bizi, savaşın gerçeklerine yavaş yavaş alıştırıyormuş gibi geliyor. Bu ay içinde gerçekleşen patlamada ben de olaya yakın bir yerde bulunuyordum ve patlamanın olduğu taraftan gelen insanların yüzündeki korkuyu kelimelerle tarif etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir de bu durumun sokaklarımızda her gün yaşanma ihtimalinin olduğunu düşündüğümüzde savaşın acımasız ve çirkin yüzünün, insanları psikolojik olarak nasıl etkileyeceğini fark etmek hiç de zor değil. İşte bu şartlar altında yaşayan yüz binlerce insan var dünyada ve birey olarak elimizden gelen ise onlara üzülmekten başka bir şey değil. Onların yaşadığı bu acıyı azaltmak adına bir şey yapamazken bizim de o çukura sürükleniyor olmamız gerçeği belki daha da acı bir durum. Savaşın acı tadına artık aşina olan sınır komşumuz olan devletlerden, o savaşın bize zaman zaman sıçrıyor olması ve anaların döktüğü gözyaşlarının sadece onlara mahsus kalması ise açıklaması güç başka bir gerçek. Ateş düştüğü yeri yakar... Her şeye rağmen acısını dindirmeyi başarıp umudunu kaybetmeyen insanlar da var elbet. Savaşın tüm zorluklarına göğüs gerip ona karşı durabilenler. Yeni ve temiz bir gelecek için bombalarla savaşmak yerine, kendilerine parlak bir gelecek hazırlamayı amaç edinenler. Hiçbir Yer Oteli’nde de anlatılan o çekirdek aile gibi savaşın acı verici gerçeklerini sindirip doğru zamanı bekleyip gelecekleri için savaşanlar. Günümüzde bunu görmek de mümkün elbet. Ülkemizde, burada barınan ve vatanlarına dönmeyi hayal eden milyonlarca Suriyeli mevcut. Belki hepsi bu amaç uğruna didinmiyorlar ancak birçok Suriye vatandaşının, bizim ülkemizde canla başla çalışıp öncelikle buradaki yeni hayatlarını düzene sokmaya çalıştığını gözlemlemek mümkün, daha sonraki hedefleri de, kuşkusuz, ülkelerine içleri rahat bir şekilde geri dönebilmek. Özellikle Ankara’da, başkentte, çalışan ve didinen bu Suriyelilerin en önemli amacının, dönmeyi büyük bir sabırla bekledikleri anavatanlarına dolu dolu ve burada bir şeyleri başarmış olmanın verdiği özgüvenle gitmek olduğu apaçık ortada. Savaşın acı verici olduğu yadsınamaz bir gerçek fakat savaştan ders çıkaran böyle insanların var olduğu gerçeği de savaşın yeni kapılar açtığına olumlu bir kanıt. Bugün var olan bütün milletler savaşın çirkin yüzüyle çoktan tanışmış durumdalar. Dünya savaşları, iç savaşlar ve daha nice savaşlar, insanlara bunun ne kadar sevimsiz olduğunu çoktan kanıtlamış vaziyette. Ancak savaşın, literatürden tamamen silinme durumunun olmadığı da ayrı bir gerçek. Böyle bir vaziyetin içindeyken yapılacak olan şeylerden biri, savaşı olabildiğince azaltmaya çalışmak ve dökülen gözyaşlarının, verilen şehitlerin acısını tekrar yaşamamayı ummak. Bir diğer şey ise olası bir savaş durumunda bütün güçlüklere göğüs gerip hayatımıza olabildiğince güçlü ve emin adımlarla devam etmek. Hayal gibi görünse de bugün bu durum, gerçekleştirmek ne kadar zor olsa da, insanların savaş ortamından uzak ve barış içinde yaşadığı günleri beklemek, kayıtsız kalmaktan daha pozitif bir tutum. KAYNAKÇA Kitaplar: Bodrozic, Ivana. Hiçbir Yer Oteli, 1. baskı. İstanbul: Aylak Adam Yayınları, 2015. Fotoğraflar: Coşkun Aral - OM Yayınevi'nden çıkan Sözün Bittiği Yer adlı kitaptan alınmıştır. MUTLULUĞUN FORMÜLÜ Hayatta herkes mutlu olma derdinde bu aralar hiç fark ettiniz mi? Ev alayım, araba alayım, üniversiteye gireyim, sevgili yapayım, evleneyim ve daha türlü türlü istekler… Mutlu olmak istiyor olabiliriz, her zaman yüzümüz gülsün, günümüz iyi geçsin, izlediğimiz bir dizinin yeni bir bölümü yayınlansın ya da beklenmedik bir anda bir mesaj alayım gibi küçük hayallerle başlar mutlu olma isteğimiz. Fakat kimse anlamaz bunu sağlayacak biri varsa onun da kendimiz olduğunu. Başlığımın ‘’Mutluluğun Formülü’’ olması hayatta nasıl mutlu olmamız gerektiğini bulduğum anlamına gelmiyor maalesef. Bu olası formülde X’li Y’li değişkenler de yok merak etmeyin. Sizinle Wilhelm Genazino’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk kitabına kendimi neden yakın gördüğümü ve insanın neden ve nasıl mutlu olabileceği hakkında edindiğim görüşleri paylaşmak istiyorum. İki yıl önce yaşadığım bazı olaylardan sonra ruhen ve zihnen toparlanamadığımı düşünüyorum. Sürekli etrafımda gezen karabulutlarla birlikte melankolik ve depresif bir havaya bürünmüştüm. Buna bir de üniversite sınavı eklenince işin içinden çıkamaz oldum. Bütün bu üzgün zamanlara geri dönüp baktığımda artık gülüyor olmamın bir sebebi var: zaman. Zaman her şeyin ilacıdır derler. Buna ben de inanmamıştım ama şimdi görüyorum ki zaman gerçekten de insanların bazı şeylerin unutulmasına yardım ediyor. Bu duruma ana karakter Gerhard’ın, eşi Traudel’le olan ilişkilerindeki sorunları çözmek için sürekli olarak geçmişe dönüp bir takım dersler çıkarması örnek gösterilebilir. Bu durum çoğu insan için böyledir, insan yaşadığı her olayı bir tecrübe olarak algılar ve mutlu olmak için bu tecrübelerini kullanmak ister. Ben de ne zaman üzülsem 2014’teki mutlu anılarımı hatırlar ve iyi hissetmeye başlarım. Böylelikle zaman sadece geçmişten aldığımız tecrübeler değil, geleceğimizi daha doğru kararlar alarak güzelleştirmeye yarar. Ancak o zaman mutluluğa bir adım daha yaklaşmış oluruz. Geçen yıllarda sinirlerimin sürekli bozulduğu ve üzgün olduğum günlerin artması sonucunda arkadaşlarım tarafından tedavi görmem gerektiği esprilerini çoğalmıştı. Kitabın sonlarında Gerhald Warlich kendi ve çevresindekilerin iyiliğini düşünerek psikiyatri merkezine gider. Bu durum yapıtta önemli bir dönüm noktası olmuş, Gerhald’ın yaşadığı zorlukları yenmek için gösterdiği azmi ona yakın hissetmemi sağlamıştır. Bunun yanı sıra depresyon gibi insan sağlığını tehdit edebilecek ruhsal sorunların önemini göstermiştir. Tıpkı benim hayatımda da olduğu gibi sürekli geçmiş yaşantısındaki olaylara özlem duyan bir karaktere ısınmam çok zor olmadı. Kitapta bu durum odak figürün karşılaştığı olaylarda hissettiği duyguları sürekli geçmişteki yaşantısı üzerinden anlatmasıyla görülür. ‘’Ama birdenbire ölü annemle babamı da özlemem şaşırttı beni. Annemle babam uzun yıllar önce öldü ve onların hayatta olmalarını çok uzun zamandan beri o dakikadaki kadar şiddetle arzulamamıştım.’’(sf. 149 ). Tabi ki bu durum geçmişinden kaçıp geleceğe yeni bir sayfa açmak isteyenler için çok uygun gözükmeyebilir. Şu anda çevrenizdeki arkadaşlarımız, bizlere yardım etmek için hazırlar. Sıkıntılı günlerimizde ve zor zamanlarımızda etrafımızda olan arkadaşlarımızın uğruna mutlu olmalıyız. Bir söz vardır belki bilirsiniz: ‘’gerçek dostlar yıldızlar gibidir, karanlık çökünce ortaya çıkarlar’’. Bunun doğru olup olmadığına ancak siz karar verebilirsiniz ve girişte de değindiğim üzere mutlu olmanın anahtarı sizde ve önemli olan bu anahtarı kullanmanız. Mutluluk kelimesi her insan için farklı bir şey çağrıştırabilir. Bana kalırsa yüzümün asık olmadığı her an mutluyumdur. Mutluluğun formülünü bulamasam da en azından mutsuz olmamanın formülünü bulduğumu söyleyebilirim: Etrafındaki insanların değeri onları kaybettikten sonra anlaşılıyor, bu yüzden onlarla olabildiğince birlikte olun. Onlar sizin iyiliğinizi sizden daha çok isteyecektir, onlar sizi asık suratlı görünce yüzünüzün gülmesini isteyecektir, onlar ki sizin mutsuzluk zamanlarında mutluluk hissetmenizi sağlayacaktır. Kaan Güner Alkan 21600279 Gizem Ayşe Koçak 21301412 İlk Görüşte Aşk Her tanışma yeni bir başlangıçtır... Bu başlangıç bazen bizi bindiğimiz trenden indirip, tamamen farklı bir yöne giden trene bindirecek kadar etkiler. Elini sıkalı henüz bir kaç dakika olmasına rağmen, bu yeni insan size aslında hayatınızda hep varolmuş hissi bırakır. Hatta bu insan sizi yıllardır tanıyan dostlarınızdan, yakınlarınızdan daha iyi tanırmışçasına sizinle sohbet ediyorsa, büyüsüne kapılmamak elinizde değildir. Aranızda kendiliğinden oluşan bağ bu kişinin sesiyle, gülüşüyle, yüzündeki ifadelerle de birleşince içinizden sorarsınız O’na , daha önce neredeydin ? Bu etkileyici şey ilk görüşte aşk mı yoksa kimyasal bir patlama mı ? Ya da yeryüzünde birbirlerini arayan ruhların buluşması mı? İşte, Gün Doğmadan (Before Sunrise) bu sorulara en güzel cevap niteliğinde, kalbimize dokunan bir yapıt. Beş yıl önce tesadüf eseri karşıma çıkan ve üzerine bir kaç kez daha izlediğim bu film, aşkın, hem tanışmadan önce hem de tanıştıktan sonra varolduğuyla ilgili kusursuz bir senaryoya sahip. Celine Fransız bir genç kızdır. Budapeşte- Viyana treninde tesadüfen Jesse adında Amerikalı bir gençle tanışır ve birlikte yemek yerler. Trende yedikleri yemekte, yaptıkları hoş sohbet ilk göürşte aşkın başlangıcıdır. Jesse, Celine’e ertesi gün uçağa binene kadar kendisine Viyana sokaklarında eşlik etmesini teklif eder. Böylece hayatlarını derinden etkileyecek maceralarının ilk adımını atmış olurlar. Yol ayrımı geldiğinde her güzel başlandıcın kötü bir sonu olduğu gerçeği yüzümüze çarpar ancak Jesse Celine’e veda edip yola çıktıktan on beş saniye sonra geri döner ve kendisiyle gelmesini yineler. Hatta gelmezse bundan on yıl sonra aklına geldiğinde kendisiyle gelmediği için pişmanlık duyabileceğini şakaya karışık bir yolla vurgular. İsmini bile bilmediği birine yapılacak en ilginç teklif olabilir belki de. Ancak iş olacağına varır. Trenden birlikte indikten sonra birbirlerinin isimlerini öğrenirler. Film boyunca da kullanmazlar. 1 Gizem Ayşe Koçak 21301412 On dört saat boyunca geçirecekleri bu vakitte birbirlerinin hayatlarını, olaylara bakış açılarını hatta yaşlarının getirdikleri bir takım zorlukları paylaşırlar. Bunları izlerken aslında ne kadar büyük bir risk aldıklarını düşünmeden edemedim. Paylaştıkları şey sadece bu on dört saat içinde de kalabilir, ya da daha sonra birbirleriyle iletişime geçip devamında hayatlarını birbirlerine göre düzenlemeye de bilirler. Kumar oynamak gibi diğer bir deyişle. Filmin afişine baktığımızda ise yönetmenin de dediği gibi “hayatınızın en romanik anları sadece bir gece sürebilir mi ?”... Belki de bu müthiş uyum içerisinde olan ikilinin atacağı son zarlara bağlıydı gelecekte olacaklar.. Film boyunca karakterler arasındaki diyaloglar öylesine dolu ki üzerine saatlerce konuşulacak şeyler çıkarabiliriz.Aynı zamanda bu iki insanın kültürleri arasındaki farklılıkların bir bağ ile nasıl ortadan kalktığına da tanıklık ederiz. Hafif serseri Jesse ve dengeli, korunaklı Celine...Aşk, tamamen bir sürpriz olarak karşınıza çıkıp geldiğinde içinizi içinizden duyan biri olduğunu anlarsınız. Doğru zamanı, doğru yeri bizlere sorgulatmadan önce; tanışmanın bir anlık, uyumlu kimliklerin her zaman olduğunu gösteriyor film. Kişilerden uzak, yalnızca ikilinin arasında aşkı sorgulayan diyalogların geçmesi, gel-gitler ve geçirdikleri eğlenceli vakit bizleri içine hikayenin sürüklüyor. Bu iki gencin hissettiği bağ bir yandan onları geleceksiz bir güne bağlarken, diğer yandan hep birlikte olma sorumluluğundan uzak tutar. Ancak ikisi de içten içe yarını yaşamak isterler... Sonuç olarak, aşk bitecekse de yaşanmalıdır. Eğer çılgınlık yapıyorsan, sonunda mantıklı olmaya gerek yok! Aşk gerçektir, eğer trenden inerseniz. Trenden inmek aşk, yeniden trene binmek ayrılıktır.Geri kalan hayatlarını merak ederek geçirmek yerine,o anı yaşamayı tercih eden cesur iki insanın bu çılgınlıklarla dolu hikayesi “Gün Doğmadan”ı izlemenizi öneririm. 2 Furkan Yılmaz Sarı Çantalı Çocuk İlber Ortaylı Türklerin Tarihi adlı kitabında beni eski bir zamanların Orta Asya’sından alıp savaşlar, kargaşalar, zaferler, mutluluklar ve üzüntülerle birlikte şu anda yaşadığım Anadolu’ya kadar getirdi. Kitabın son satırını da okuduktan hemen sonra içimde kitabın ilk sayfasına geri dönme isteği oluştu. Her şeyin nasıl başladığını hatırlamak istiyordum belki ilk okuyuşumda fark edemediğim bir şeyi fark edebilirdim. Hani arada eski günleri hatırlarız, bir ah çekeriz, “Ne günlerdi ama!” deriz ya işte ben de böle bir şey yakalamak için göz gezdiriyordum. O anda gözüme şu söz takıldı: “Türkiye1, bir göçle, bir fetihle, sonradan yerleşmeyle vatanını en geç kuran ülkelerin arasında yer alır.” (19). Evet aradığım şeyi bulmuştum. Bu tarih kitabı bir yolculuğu anlatıyordu. Yolcuların nereye doğru gittiklerini bilmediği, Mısır ve Suriye arzularıyla başlayıp Anadolu’ya gelinen (16), babadan oğula bir miras gibi taşınmış bir yolculuğu. Koca yolculukta bir sürü nesil geçmişti; ama ben kitabımı okurken nesilleri unutmuş, odaklanamamıştım ve sanki sadece bir adamın hikâyesini okurmuş gibi okumuştum. Sanki bir kavmi, milleti değil de bir adamın yolculukta başına ne geldiğini anlatan bir kitaptı. Bir biyografi gibi de değildi. İçinde bir insanın hayatına sığmayacak kadar fazla ve çeşitli duygu barındırıyordu. Baş kahramanın adı da Türk’tü. Türk yolculuğunun sonunda Anadolu topraklarına gelmişti ve vatanım demişti. Vatan demenin şartı neydi ama çözememiştim. Sadece yolculuktaki son durak olduğu için vatanım demiş olamazdı. Yolculuğun bittiği nasıl anlayabilirdi ki bir bakmışız yine yeni bir yolculuğa başlamışızdır. İşte burada ilköğretim öğretmenimin bana sorduğu o soru aklıma geldi: “Furkan doğduğun yer mi, doyduğun yer mi?” Tüm sınıfın içinden bilerek beni seçiyordu, bunu biliyorum. Çünkü ben Türkiye’de doğmamıştım. Basit bir gurbetçi aile geçmişim vardı. Zamanında işsizlerdi ve Almanya’ya gurbete gitmişlerdi. Dedim ya yolculuklarımızın nerede bittiğini anlayamayız diye. Benim yolculuğum sanki bitmemişti. Öğretmenim de bilerek bana yöneltiyordu bu soruyu ve ben öğretmenime cevap vermeliydim; ama veremiyordum. Doğduğum yer olmadığını biliyordum; ama doyduğum yer demek benle vatanım arasında bir kazanç ilişkisi kuruyordu. Oysa vatanım istenerek söylenmeliydi. Bir insan sadece bir yerle arasında kazanç ilişkisi var diye vatanım dememeliydi. Eğer bu sözcüğü kullanacaksa bunu hislerine bırakmalıydı. Tüm bunlara rağmen öğretmenime cevap olarak doyduğum yer diyordum. Hislerimden yoksun bir cümle, ne yazık. Oysa vatan hislerimin doğduğu yerdi. Anılarımın şekillendiği, sevgiyi ilk hissettiğim, ilk gözyaşı döktüğüm, ilk defa ailemin benim için mücadele ettiğini anladığım yerdi. Evimin olduğu yerdi. Bu yüzden ne doğduğum yer ne de doyduğum yerdi. Vatan benim için küçüklük anılarımdaydı. Ailem hiç doğduğum yerde bir olamamıştı, hep birimiz eksikti ve ben orada özlemin en haşmetlisini iliklerime kadar hissettim. O duygu bana anne, baba ve kardeş sevgisini öğretti. O zamanlar anaokuluna gidiyordum ve öğretmenlerimle aynı dili bile konuşamıyordum. Bana hep iyi davranıyorlar, yardım etmek istiyorlardı; ama ne yaparsın, sözcükler olmayınca insan çaresiz kalıyor. Bir anaokulu çocuğu olarak rakamları bilmemem gerekiyordu. Ben de bilmiyordum ama iki hariç. Çünkü saat iki olduğu zaman annem geliyordu. O geldiğindeyse öğretmenlerimle konuşabiliyordum. Benim dediklerimi çeviriyordu, benim kahramanım gibiydi adeta. Dertlerime derman oluyordu. Sabahlarıysa sarı bir çantam vardı onun içine kahvaltılıklarımı koyardı ve uzun bir merdivenden aşağıya inerdik. İşte o anda yukarda duran abimin çektiği bir fotoğraf var. Sarı çantalı, oldukça esmer, hafif çekik gözlü bir çocuk etrafı buğulu camlardan küplerle kaplı bir demir kapının 1 Burada Türkiye denilince günümüzün devleti anlaşılmamalıdır. Türkiye kelimesi diğer uluslar tarafından Anadolu’yu betimlemek için sıkça tarih metinlerinde kullanılmıştır. yanında yukarıya doğru gülüyor. Sadece ailesi onu sokağın karşısındaki anaokuluna götürecek; ama o çocuk için bu yol, dil zorlukları çektiği için ürkütücü, birinin doğum günüsü vardır ve pasta yerim diye mutluluklarla dolu, belki bugün beden eğitimi yaparız diye umutlarla dolu bir yürüyüş. Sadece beş dakika sürse de onun için zaman sanki yavaşlıyordu. Kapının önüne gelindiğinde ise hemen içeri girilip o pencerenin önüne geçme vaktiydi onun için. O pencereden ailesinin eve dönüşünü görebiliyor çünkü. O evini anaokuluna girdiği anda özlüyor. Kendisini oraya ait değil, annesinin yanına ait hissediyordu. Onun anıları onu tek seçeneğe itmişti. Kendisini anlayan, kendi dilini konuşan insanların yanına. Kendi aile üyelerinin hep birlikte olduğu, birinin eksik olmadığı ortama. Eğer oradaysa hissediyordu ki vatanındaydı, evindeydi. Kaynakça İlber, Ortaylı. Türklerin Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı Zeynep Deniz Gülden 21601266 ALDATMADIN ALDANDIN Berrak tertemiz suyu olan duru bir nehir ve bu nehrin üstünde bir köprü düşünün. O nehir sizsiniz. Berrak suyunuz sizin duygularınız ve köprünüz de insanların duygularınız üzerinden geçtiği yol olsun. Fark ettiyseniz geçtikleri diyorum çünkü kimse sizin duygularınıza balıklama atlayamaz. Sadece kıyısından geçer ve siz ona huzur veren bir ses de dinletebilirsiniz ya da acınızla çağlayabilirsiniz. Yahut hiç kimse gürleyerek çağlayan bir nehirden sağ çıkamaz. Hiç köprünüzden geçerken, üstünüze kayalar fırlatıp suyunuzu çağlatan oldu mu? O duruluğu bozan akışınızı bir sürelik durdurup sonrasında acıdan sizi gürleten? Olduysa bilirsiniz ki o nehir aynı berraklığıyla akmayacaktır o insana ve o köprünün tahtaları gevşemiştir. Tekrar gelmek isterse, o tahtalardan düşüp kendi attığı sivri kayalara çarpacaktır. Farkındaysanız kendi attığı sivri kayalar diyorum çünkü aslında siz berraktınız ve o berraklığı sivri kayalarıyla bulanıklaştıran siz değilsiniz. İkili ilişkiler de aynı bu şekildedir. İhanet, sivri kayaları beraberinde getirir ve berrak olan tertemiz duygularınızı bulanıklaştırır. Bulanık bir suda önünüzü göremezsiniz ve kimse önünü göremediği bir suda yüzmek istemez. Tıpkı artık güvenemediğiniz bir insanla sonunuzu göremediğinizden artık onunla yürümek istemeyeceğiniz gibi. Ben bu kitabın ana kahramanını aşk, tutku ve ihanet olarak yorumluyorum. Ana kahramanı duygular olan bir kitap. Kendinizden bir nokta bulabileceğiniz, köprünüzün tahtalarını gözden geçireceğiniz bir süreç diyelim. Köprüden yanlış insanlar geçse de, her ne kadar sivri kayalarıyla size zedeleseler de siz nehirliğinizden bir şey kaybediyor musunuz? Siz yine sizsiniz. Sadece güveniniz zedeleniyor o kayalarla, hâliyle yaralanıyorsunuz da. Lakin her yara sarılır her ne kadar iz bıraksa da. Hatta üstünden zaman geçtikten sonra o izlere baktıkça bir savaştan güçlü çıkıp hayatta kalmış olmanın mutluluğunu yaşarsınız. O izler sizin hayata ne kadar tutunduğunuzu, size ne kadar güçlü olduğunuzu aynaya her bakışınızda hatırlatır. Siz bir gazisiniz artık. Aşkın, ihanetin, acının ve tutkunun gazisisiniz. Yenik düşmediniz. İzlerinizle barışık, geleceğe dair de umutlusunuz. Böyle bir acıdan geçmeseydiniz güçlü olduğunuzu asla fark edemeyecektiniz belki de. Şimdi yeni bir köprü inşa edeceksiniz. Bu sefer yolu daha meşakkatli olan bir köprü. Herkesin geçmeye cesaret edemeyeceği, bazılarının sadece uzaktan bakmakla yetineceği bir köprü. Aldığınız bu darba, yüzünüzdeki o çizgiler, kalbinizdeki savaştan kalma o izler karşınızdakine sizin güçlü olduğunuzu gösterecek. Bazı insanlar alışık değildir güçlü insanlara. Hayatlarında istemezler onları. Onların istediği, hükmedebilecekleri zayıf karakterlerdir. İnanın siz zaten onların hayatında olmak istemeyeceksiniz, onların karakter zayıflığı sizi yoracaktır. Bu noktada zaten artık daha az insan için üzülüyor olacaksınız. Kendi değerinizi bilin. Aşk, tutku ve gözyaşının bütünüdür diye düşünüyorum. Herkes berrak bir nehri hak etmez. Sizin aşkınız, tutkunuz bazılarına fazla gelir. Güçsüz hissettiklerinden kendilerini güçlü kılmak adına sizi güçsüzleştirmek isterler. Onlara kötü bir haberim var. Aslında sizin daha güçlü olmanızı sağladılar. Üstüne üstlük zaten az olan değerlerinden biraz daha götürdüler. Siz ne kaybettiniz? Hiçbir şey. Aksine kazandınız. Haydi! Aynanın karşısına geçin ve izlerinizle gurur duyun. Bu bahsettiğim ayna, içinizdeki nehirdir. Dönün içinize, bakın nehrinize. Artık daha güçlü akıyor. Yine temiz, yine berrak lakin köprüsü eskisinden daha kuvvetli ve herkesin geçemeyeceği bir yapıda. Baktınız mı nehrinize? Şimdi tekrar tebrik edin kendinizi. Siz bir savaştan hatta ve hatta bir patlamadan sağ çıktınız. İçinizde bombalar patladı fakat ateşi sizi köreltmedi sizi olgunlaştırdı. O’ Farrell Maggie, Yapı Kredi Yayınları, 2016 Asil Doğaner Tıkınmak mı Ziyafet mi? Yaklaşık iki hafta kadar önce İlhan Berk'in “Şifalı Otlar Kitabı” adlı deneme eserini okuma fırsatım oldu. Şair kimliğiyle bildiğim ve çok severek okuduğum Berk, bu eserinde maydanozdan elmaya, naneden ısırgan otuna değin pek çok bitki hakkında o leziz Türkçesiyle açıklamalarda bulunuyor. Hangi bitkinin neye iyi geldiğinden tutun da bu bitkilerin tarihteki ve edebiyattaki yerlerine kadar faydalı pek çok bilginin bulunduğu bu kitap, bana bugün şehirlerde yaşayan modern insanlar olarak ne kadar berbat bir biçimde beslendiğimizi hatırlattı. Yani doğanın bizlere hiçbir çıkar beklemeden sunduğu o doğal besinlerin yerini bugün genetiği değiştirilmiş gıdalar ve "fast food" kültürü almış durumda. Kitabın nefis bir dille yazılmış olması bile mide bulantımı önleyemedi. Bu yazıda kitabın bende uyandırdığı hisler bağlamında beslenme alışkanlıklarımız hakkında birkaç kelam da ben etmek istedim. Modern insanlar olarak yaşadığımız hayatın büyük bir kurmaca olduğunu düşünüyorum ben. Kariyer, trafik, banka kredisi, “özel günler!”, bitmek bilmeyen gündelik siyasi tartışmalar derken insanlıktan çıkıyoruz. İnsan ruhunun inceliklerine yaraşır işlerle meşgul olamıyoruz. Giriştiğimiz işlerin pek çoğu yüzeysel oluyor biz fark edemesek de. Hâlbuki bizler doğadan geldik, doğanın rahminden çıkageldik. Ancak adına modernite dediğimiz bu yaşam biçiminin içinde geldiğimiz yeri çabuk unutuverdik, yani doğayı yadsıdık. Kültür ve doğa arasındaki diyalektik çatışma kapsamında kültürü tercih ettik, ancak kültürü inşa eden temel unsurun doğa olduğunu unuttuk. Bu durumu, yani doğanın reddini gündelik hayatın pek çok evresinde görebiliyoruz. Artık çocuklar topraklarda oynamıyor, ağaçtan düşmüyorlar. Yüzmeyi derelerde değil, çaylarda değil; lüks otellerin güvenlikli havuzlarına öğreniyorlar. Kavgaları bile sahici değil. Video oyunlarında dövüşüyorlar birbirleriyle. Bu yapaylığın kendini en belirgin bir biçimde gösterdiği alanların başında da beslenme geliyor. İnsanın bedeni değil, özü önemlidir bana göre. Yediğimiz içtiğimiz şeylerde de özü hiç düşünmüyoruz, hiç ilk nedene bakmıyoruz. İlk neden derken kast ettiğim işte Berk'in kitabında ele aldığı şifalı bitkiler... Şifalı derken metafizik bir boyuttan bahsetmiyorum. Demek istediğim dalından koparılan bir elmanın tadını, içinde bir dünya katkı maddesi bulunan ve arsızca “Bu meşrubatın içinde en az %15 elma suyu vardır.” ibaresi yer alan elma sularına bıraktık. Elma suyu işte, neden %100 elma suyu değil de %15 elma suyu? Geri kalan %85 ne ola ki? İşte bu %85 bizim doğadan kopuşumuzun, içinde yaşadığımız modernite denen durumun neden olduğu yapaylık. Doğadan kopuş derken de ilk insanlar gibi mağarada yaşayalım, günübirlik avlanalım gibi bir tez sunmuyorum. Ancak yiyip içtiklerimize biraz daha dikkat edebilirsek, fast food denilen zehirli beslenme biçiminden vazgeçebilirsek özümüze kavuşabiliriz kanısındayım. Yapmamız gereken biraz yavaşlamak ve tükettiğimiz besinlerle birlikte hayatın tadını biraz daha sakince çıkarmak olmalı. Yapmamız gereken tek şey yavaşlamak... Bünyemizin ve ruhumuzun kaldıramayacağı yüklerin altına girmeden sade bir hayat sürmek olmalı yapılması gereken. Zira insan onuru, tıkınmaya değil ziyafet çekmeye yaraşır. Ziyafetse sağlıklı besinlerle yavaş yavaş yapılan bir aktivitedir. Toparlamam gerekirse İlhan Berk'in bitkiler hakkındaki bu enfes kitabı beni beslenme şekillerimizden yaşadığımız hayatın kaotik hallerine kadar pek çok konu hakkında düşüncelere sevk etti. Bu nedenle biraz yavaşlamak gerekir bir nanenin günbegün büyüyüşünü izlemek ve nane biçildiği zaman ortama yayılan o şahane kokuyu duyumsamak için. Tadına vararak yaşamak gerekir hayatı gerçekten hissedebilmemiz için. KAYNAKÇA Berk, İlhan, Şifalı Otlar Kitabı, Karacan Yayınları, 1982, Baskı. 2 Alperen Doğru HAKSIZLIĞA BAŞKALDIRI Şu sıralar hayatın karşıma çıkaracaklarını kestiremediğimden oldukça yorgunum. Yorgunum, çünkü dünümle bugünüm birbirini tutmuyor. İnsanlar değişiyor, yüzler, hisler ve duygular... Tüm bunlar yelkovanın bir hareketi ile değişirken yorgun oluşuma anlam vermişsinizdir. Daha kendimi tanımadan farklı insanları, farklı ilişkileri tanımaya çalışmaya başladım. Kendi hikayemi dinlemeden başkalarının hikayelerine tanık olmaya başladım. Bunun ardı arkası gelmedi. Üzüldüm, kırıldım ve hatta onlarla birlikte ağladım hayatın karanlık yüzüne karşı. Her daim güçlü durmaya çalıştım ancak tanık olduğum her kötü an beni daha da güçsüzleştirdi. Daha kendi anılarımı biriktirmeden annemin anılarını dinleyerek başladım hayata. Tıpkı benim gibi bir çoğunuz tanık olmuşsunuzdur eski dönemin anılarına. Çoğu karamsarlık ve hüzün içerir. Birtakım ezilmeler, gururun hiçe sayılması ve ardı arkası gelmeyen şiddetler...Gelecekte ben de çocuklarıma bu tarz karanlık anılar anlatır mıyım, bilmem. Dilerim ki buna fırsat verecek anılar biriktirmeyeyim. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmışken Tahar Ben Jelloun’un Annem Hakkında isimli kitabı ile tanıştım. Çaresiz bir izleyici olarak annenin yaşadıklarına tanık oldum. “Derin ve tutkulu bir sevgi olan evlat sevgisi çoğu zaman utangaçlık ve söylenmemiş sözlerle sarmalanmıştır. Annem geçmişini anlatarak, nadiren mutlu olduğu bir hayattan kurtulup özgürleşti” (Jelloun, 2016). Alzheimer olan annesi, geçmişini anlattıkça donup kalan Tahar gibi hissettim kendimi. Annenin, geçmişi hastalığından ötürü doğru hatırlayıp hatırlamadığı tartışılır. Bende bıraktığı izi asla tartışamam. Evrensel bir sorun haline gelen küçük görme, ezme ve aşağılama kavramları varlığını hâlâ sürdürüyor. Gelgitler yaşadığım şu dönemlerde yaşananlara karşı çaresiz bir izleyici sıfatıyla bakmam oldukça can yakıcı. Çoğumuzun bu tarz anıları vardır. Ailesinden birilerinin ya da kendisinin başkalarının sömürgesi altına girmesi ve bu kalıpta acı çekmesi... Hayatın kaçınılmaz gerçeği olarak kabul ettiğimiz baskıcı topluma başkaldırmamak niye? Bizi karanlığa sürükleyen insanların kalemini kırmaktansa olanları kabullenip gelecekte yakınmak niye? Annemden duyduğum her acı hikaye bir tokat gibi vuruyor yüzüme. Aynı şeyleri sizler de yaşayın istemiyorum. Biliyorum, eskiden kadın olmak zordu. Sana verilen görevleri tamamlayıp evinde oturduğun zaman gerçek bir kadın oluyordun. Eşinin himayesi altında ezildiğin, çocukların üzülmesin diye suda taş kaynattığın zaman anne oluyordun. Ne değişti şimdi? Annemin anlattığı hikayelerin benzerini ben nasıl da anlatamayacağım çocuklarıma? Zaman ilerledikçe bireyler de, zihinleri de, algıları da değişti. Kadınlar, kadınlarımız daha gücü durmaya başladı. Peki bu güç nereden geldi? Eğitimden, Algıların değişmesinden, Kadınların, kadın olduklarını bilmesinden, Sosyal toplumun düzene binmesinden... Üstüne basa basa yazıyorum bunları. Evrensel bir sorun olduğunu kabullenip sıkıntıları örtbas etmektense, onlara başkaldırıda bulunmayı destekliyorum. Kızıyorum anneme çoğu zaman. Neden? Neden karşı çıkmadın sana yapılanlara karşı? Neden susup kalbini ellerinle parçaladın? Cevap hep aynı: öyle gerekti... Gözümüzü açtığımız her sabah işkence olmasın bize. Geçmişte yaşadığımız baskıları örtbas etmek yerine duyuralım insanlara nasıl acımasız olduklarını. Toplumumuz gün geçtikçe bunu kaldırmaya meyilli olmaya başladı. Durum böyleyken eskileri yad edip acılar içinde kıvranmak ve dinleyenleri üzmektense huzur dolu anılar ekleyelim yaşam yelpazemize. Hayat bu acılar içinde kıvranmak için fazlasıyla kısa. Geleceğe güzel yatırımlar yaparak güzelleştirebiliriz bu hayatı. Geçmişle yakınmak bir ağız dolusu laftan başka bir şey değildir. Hayatta piyon rolünden sıyrılıp içimizde barındırdığımız gücü farkedelim. Güzel günler ancak bu şekilde selamlar bizleri. Acılardan sıyrılmış, kendi benliğinde huzurlu bir şekilde yaşamanız dileğiyle... KAYNAKÇA Jelloun, T. B. (2016). Annem Hakkında. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları. Naz Alara Erbek TANRILAŞMIŞ HAYVANLAR: HOMOSAPİENS İnsan ırkının nasıl oluştuğu ve nasıl meydana geldiği yüzyıllar boyunca tartışma konusu olmuştur. Üzerine çeşitli teoriler yürütülmüş, araştırmalar yapılmış veya dini dogmalarla açıklanmaya çalışılmış. Öyle ya da böyle homosapiens kendini geliştirmiş bir nevi evrimleşmiş ve dünyayı yöneten en üstün tür haline gelmiş ve tanrıcılık oynamaya başlamıştır. Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens ‘e göre sapiens insan türleri arasında en zeki ve en güçlü kısacası dünyada yaşayabilecek en gelişmiş insan türüdür. Homosapiens doğal seçilim sonucunda hayatta kalabilmiş tek insan türü olmuştur. Pekala, nasıl oldu da Homosapiens dünyayı ele geçirip adeta bir tanrı gibi yöneten güç haline gelmiştir? Esas soru ve sorun burada başlıyor. İlk çağlarda avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insanlar ateşin bulunmasıyla yaşam kalitelerini arttırmışlar ardından da tarım devrimiyle ve ticaretle yeni bir döneme geçilmiştir. Yazının bulunması tarihin başlangıcı olarak kabul edilmiş ve birkaç yüzyıla insanoğlu kendini iyice geliştirmiştir. Paranın icadı, süregelen din savaşları, toprak kavgası, siyasi rejimlerin oluşumu gibi birçok faktör insanın kendini geliştirmesine katkı sağlamıştır. Fakat tüm bu olaylardan farklı öyle bir olay gerçekleşmiştir ki bu insanları tanrılaşan hayvanlara dönüştürmüştür: “Sanayi Devrimi ve Kapitalizmin Doğuşu”. Sanayi Devrimi on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Birleşik Krallık’ ta buhar gücüyle çalışan makinelerin bulunmasıyla başlamış ve hızlıca tüm dünyaya yayılmıştır. Hepimizin senelerdir bildiği gibi, sanayi Devrimi’nin birçok olumlu sonucu olmuştur. Yaşam kalitesinin yükselmesi, nüfusun artması, bilimin ve teknolojinin hız kazanması bunlara örnektir. Fakat maalesef ki sanayi devriminin olumsuz sonuçları olumlu sonuçlarından bir hayli fazladır. Kentlere olan yoğun göç, sömürgecilik faaliyetlerinin artması ve ham madde arayışı, çocuk ve kadın işçilerin kullanılması, işçi sınıfının hor görülmesi, patron ve iş yeri sahiplerinin anormal zenginleşmesi bu olumsuz sonuçların sadece birkaçı. Tüm bu faktörler ise günümüzün en yaygın ve en tehlikeli ideolojisini oluşturdu: Kapitalizm. “ Para hem imparatorluklar kurmak hem de bilimi geliştirmek için çok önemliydi. Para bu çabaların nihai amacı mı, yoksa tehlikeli bir gereklilik miydi?”(302) diye soruyor yazar kitabın “Kapitalist İtikat” bölümünde. Para günümüz dünyasının vazgeçilmez bir parçası, hatta yaşama amacımız ve sebebimiz haline gelmiştir. Dünya ilk kurulduğunda icat bile edilmemiş para nasıl olur da insanların yaşamsal ihtiyaçlarının, sağlıklarının, huzurlarının ve mutluluklarının önüne geçebilmiştir? Cevap basit. Çünkü günümüz dünyası öyle bir sistemde kurulmuştur ki paranız olmadan yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılayamazsınız. Sağlık, huzur ve mutluluk ise paranız olunca satın alınabilecek şeyler olduğuna Naz Alara Erbek inandırılmıştır. Durum böyle olunca insanlar da bu sistemin bir oyuncağı olmuş, sonlarını kendileri hazırlamıştır. Tüm dünyayı saran kapitalizm rüzgarı insanları sadece para odaklı düşünmeye sevk etmiş fakat herkesin bu rüzgardan yararlanmasını da istememiştir. Emekçi sınıfı her zaman kötü ve zor koşullarda çalıştırılmış, çabalarının karşılığını alamamıştır. Tüm bu düzende para ve güç sahipleri tanrıcılık oynarken alt sınıf her zaman acı çeken grup olmuştur. Kısacası, Homosapiens dünya üzerindeki en üstün ırk ve tür olsa da kaçınılmaz arzularının ve hırslarının esiri olmuş ve onlara yenik düşmüştür. Hayatları her zaman daha fazla para ve daha fazla güç üzerine kurulu olan bu tür, modern zamanda adeta tanrılaşmış hayvanlara dönüşmüştür. Bu durumu çözebilecek olan ise gene Homosapienslerdir. Şüphesiz ki hayat paradan daha güzel öğeler içermektedir. Kaç insan mutluluğu, huzuru ve sağlığı parayla satın alabilir ki? Harari insanlık tarihini ve kendi özgür düşüncelerini güzel bir şekilde harmanlamış ve okuyucularının huzuruna sunmuştur. Kaynakça Harari,Yuval Noah. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. Israil, 2011. MEYVE VEREN AĞACIN SONU İşinizi yeterince düzgün ve dürüst yaptığınızda zarar görebileceğinizi hiç düşündünüz mü? Aslında bakarasanız hemen hemen hiç kimse dürüstlük yerine yalancılığı seçmez. Ancak günümüzde yeni yeni dizisi de yapılmaya başlayan Taht Oyunları romanında bir insanın dürüst, doğrucu ve ne olursa olsun gerçekleri yapan biri olmasına rağmen başına gelenler, aslında dürüstlüğün ne kadar zararlı olabileceği anlatılmaktadır. Elbette dürüstlük kötüdür denilince insanın mantığına tam da uygun gelmez ve sadece fantastik romanlarda karşılaşılanan bir durum gibi gelir. Ancak bu duruma dürüst olmak diye değil de, kötü niyetli çıkarcı insanların işini düzgün yapan kişilere karşı olan saldırıları diye bakmak lazım. Bu açıdan bakıldığında ise aslında bunun sadece fantastik romanlarda olabilecek bir durumdan çok gündelik yaşamımızda bile her gün karşılaşabildiğimiz bir olay olduğunu görebiliriz. Bu tür olayları günümüzde neredeyse her yerde görebiliriz. Ancak siyaset denilince aklımıza hepimizin de aklına bir birinin ayağını kaydırmak için elinden gelen herşeyi yapan insanların oluşturduğunu getirisek çokta yanlış yapmış olmayız. Tabii bu acımasız mücadelelerin yaşandığı bir ortamda da ilk başta elenmek istenenler genellikle işlerini en iyi yapıp kimseye eyvallahı olmayan dürüst kişiler olur. İlk onların elenmek istenmesinin en büyük müsebbibi ise bu tür insanlar eğer doğru olmadığını düşündüğü bir durum ile karşılaşır ise yapan kim olursa olsun gereken yaptırımı yaparlar. Elbette bu biz normal vatandaşlar için oldukça değerli bir nitelik olsada siyaset denilen kurtlar sofrasında herhangi birinin çıkarına dokunduğun anda herşeyini elinden alırlar. Buna hayatın boyunca en ufak bile leke almamış şerefinde dahildir. Yani bir insan elinden gelen en iyi şekilde çalışıp, herkese karşı dürüst olsa dahi etrafındaki insanlar kendilerine bir zarar gelmemesi için böyle insanlara ciddi zarar verebilirler. Yani insanlara karşı dürüst olur, işinde çok iyi ve başarılı olursan bu niteliklere sahip olamayan çıkarcı kıskanç kişiler size zarar verir ve dürüstlüğün aslında insanlara çoğu zaman yarardan çok zarar getirdiğini de görürüz. Bir başka çarpıcı örnek ise yine siyasettin içinden biri olan ve bundan yaklaşık beş yüz sene evvel yaşamış olan Sokullu Mehmet Paşa’dır. Sokullu Mehmet Paşa Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tam üç padişaha veziri azamlık yapmıştır.Yani lafın kısası Sokullu Osmalı imparatorluğunun gördüğü en başarılı yöneticilerindendir. Tıpkı Taht Oyunları’ nda da kuzeyin başarılı lordu Ned Strark’ ın da krallın yanına getirilerek veziri yapılması gibi. Yani Ned Stark ile Sokullu aslında bakarsanız aynı kaderi yaşamışlar. Sokullu bu başarılı yıllarından sonrasında dünya tarihini kökünden değiştirecek fikirler ile bazı projeler hazırlar. Bunlardan en önemlileri ise günümüzde bile dünyanın en çok kullanılan kanalı olan Süveyş Kanal’ını açmak ve Hazar Deniz’ini Karadenize bağlanması gibi onlarca fikri uygulamaya koymaya çalışırken. Maalesef etrafındaki kişiler hasetlerinden ne yapacaklarını bilemeyip padişaha karşı Sokullu Mehmet Paşa’ yı doldurmaya başlarlar. Bunun bir çok nedeni vardır tabii; ancak bunlardan en geçerli olanı çıkarları zedelenen kıskanç insanlardır ve akabinde de padişah bu dolduruşlara gelir ve Sokullu Mehmet Paşayı öldürtür. Aynı durum fantastik romanda olarak karşımıza çıkan Ned Stark’ın da başına gelir. Dürüstlük ve doğruluktan insanların zarar görmesi maalesef dünyada çıkarcı insanlar var oldukça sürmeye devam edicektir. Sonuç olarak romanda da gerçek hayatta sıklıkla karşımıza çıkan meyve veren ağacı taşlarlar durumu oldukça güzel bir şekilde anlatılmaktadır. Tabii her nekadar bir işte başarılı olmanın ve dürüst olmanın bize zarar verebileceği gibi bir durum olsada mesele bu zorluklara karşı göğüs gerip hiç bir şeyden çekinmeden doğruları yapmak olmalıdır. Tıpkı Sokullu Mehmet Paşa ve Ned Strack’ın yaptığı gibi... Ahmet Batıkan ÜNAL Mahvettik Galiba Çocuk dünyadaki en güzel varlık olarak bilinir. En azından bir çok kişi böyle söylüyor. Hastane ortamından çıkan en muhteşem şey olabilir çocuklar (zaten pek de güzel şeyler olduğu söylenemez hastanede). İlk doğduğunda elleri yüzleri buruş buruş. Gözleri belli değil. Sadece ağlayan bir nevi “çirkin” bir yaratık. Ancak ilginçtir ki o “çirkin”, hareket etmekten yoksun, sadece kulak tırmalayıcı sesler çıkartabilen varlıkla büyüdükleri zaman hareketlenecek. Annelerine, babalarına ve hatta çevrelerine mutluluk saçacaklar. Hatta klişe belki ama dünyayı onlar yönetecek. Ancak önce, bebeğin ağzından ilk ne çıkacak diye tüm aile merakla bekleyecek. Hatta ilk başta “Anne” denmesi için anne ve annenin akrabaları çocuğu sık sık görüp “Annnn- nnne” diyecekler çocuğa. Neden? Sadece ilk kelimesi “Anne” olsun diye. Aslında ne kadar saçma. Çocuk 2-3 hafta sonra zaten ufak ufak konuşmaya başlayacak. Hatta –muhtemelen- 2 ay sonra da gayet konuşabiliyor olacak. Aynı olay baba için de geçerli. Neymiş “Baba” diyecekmiş. Hatta daha da komiği var. Çocuk kelimeleri sadece söylemek için çalışırken (hani olur ya “bv” tarzı sesler) o seslerden “Anne” dediğini çıkartılır ve eğlence başlar. Anne baba bir nevi birbirine girer. Niye ilk baba dememiş ya da niye ilk anne dememiş. Birbirlerine küserler hatta bunun için. Konuşmazlar bir süre. Yataklar bile ayrılabilir. Çocuğun olduğu odada yatılır ve çocuğa alıştırma yaptırılır böylece. Daha bir sürü taktik. Büyük eğlence anlayacağınız. Bitmedi. İlk yürüme ânı var daha. Çocuk zaten sürekli pratik yapıyor. Ufak ufak adım atıyor. Şimdiki merak ise acaba ilk nereye ya da kime yürüyecek. Anneye yürürse değmeyin kadıncağızın keyfine. Ya babaya yürürse? Bu defa da adamcağız havalara uçar. Anne bozulur. Niye? O karnını doyuruyormuş. Niye ona yürümemiş. Bunlar yakın zamanda başıma gelen şeyler hepsini abartsızı anlatıyorum şu an. Hatta eksik bile anlatıyorum. Bir de bunun zıddı bir durum var. O bebek büyüyene kadar kaç gece o ebeveyn uykusuz kaldı? Kaç gece anne ve baba bebeğe bakacak kimse olmadığı için dışarı çıkamadı? Tek cevabı var. Sayısız gece. Kimse bilmiyordur bunun cevabını. Peki ya çocuk büyüdüğündeki olaylar? Okuludur, çocuğun kıyafetidir, eşyalarıdır, yemesidir içmesidir derken o çocuk artık aileyi maddi açıdan zorlamaya başlar. İşte o zaman evde işler kızışır. Anne ve baba sabahtan akşama kadar çalışıyordur, yoruluyordur. Dolayısıyla gergin de olurlar. Çocuk ise artık eskisi kadar küçük değildir ve kendi fikirleri vardır. Çocuk bir defa “Hayır!” dediği zaman anne ve baba –garip şekilde- buna katlanamaz ve kavga başlar evde. Bu macera böyle sürer gider. Peki hiç çocuğa doğmadan önce soranınız oldu mu “çocuk sen doğmak istiyor musun?” diye. Ya da “doğduğunda ne yapmak istiyorsun?” diye soranınız. Hiç zannetmiyorum. Zaten mümkün de değil. Peki ya böyle bir şansınız olsaydı? Şöyle düşünün. Gelecekte ancak çok da uzak olmayan bir tarihteyiz ve böyle bir cihaz geliştirilmiş. Annenin karnındaki çocuğun beynine direkt olarak mesajınız gönderilebiliyor. Ne yollardınız doğmamış bebeğinize? “İlk önce ‘anne’ de tamam mı yavrum?” muhabbeti geçerdi eminim. Ya da bebeğine “1+1 kaç eder?” diye soran. Hatta bebekten de cevap beklenirdi “ alırken mi satarken mi?” diye. İşin şakası bir yana çocuğa ne mesaj gönderilebilir ki? Şu an mesaj gönderecek olsam “Sen sen ol oradan çıkma. Duydun mu yiğido?” derdim sadece o da ayrı mesele. Hatta “Büyüdüğünde okula falan göndermeyeceğim seni. Bir yere çırak olarak başlatacağım sen halledersin.” Demek istiyorum. Okul falan zor işler yazık çocuğa. Yirmibir yaşındayım, dört yaşından beri okula gidiyorum. Bu da onyedi sene eder. Elime ne geçti? Hiç. İki ya da üç sene önce bir ara diploma vermişlerdi sadece. İki ay evde durmuştu, hatırlıyorum. Lise diploması. Sonra onu da aldılar elimden. Hatta üniversiteden mezun olunca da kaliteli kağıda basılmış süslü yazılar verecekler bana. Gereksiz. Ya da çocuğa direkt dersler verilmeli anne karnında. Ne bileyim ufak ufak matematikle başlanabilir bence. Uğraşmasın sonra çocuk yazıktır. Hem belki sınıf da atlar. Hayatı kurtulur. Çocuğa bir de dünya hakkında bilgi verilmeli. Nasıl bir yere gelecek yani. Tamam belki anne karnına isteyerek gelmedi. İsteyerek de çıkmayacak. Ancak yine de bazı şeyleri bilmeli. Yani belli bir kısım insanın, kendi topraklarından çıkan ama aslında hiç göremedikleri ve çok değerli olan “altın” adında madeni vücutları sindiremese bile başkaları yiyebilsin diye aç kalan hatta bu yüzden ölen insanların olduğu yere doğmak üzere olduğunu bilmeli. Veya sadece “güzel” görünüyor diye ondan kıyafet yapmak isteyip başka canlıları öldüren bir ırktan geldiğini bilmeli. Hatta sadece “para” adında pamuk parçası kazanabilmek için insanları ölümle tehtid eden bir düzenin içinde olacağını bilmeli. Ölümle belki orada karşılaşmalı ilk defa. Hazırlamalı kendini yavrucak. Bakalım o zaman bu kadar mutlu doğabilecek mi? Etrafa bu denli mutluluk saçabilecek mi? Çocuklarla bir alıp veremediğim yok ancak biz pis yaratıklarız. O çocuklar da böyle öğreniyor. Daha da bencil, cimri, akıllı ama farklı durumlarda. Şu ana kadar en gelişmiş türün biz olmuş olmamız bile tamamen bir şans olmalı bence. Tek görevi talan etmek olan bir tür. Gerçi, ben bile böyle düşünmeme rağmen neler yapacağım onları kötü etkileyecek kimbilir... Ya da siz. Kim bilir neler yapmışsınızdır küçük masum canlıları birazıcık da olsa mutsuz edecek. Ya da acaba neler yapmadınız da onları bu çirkin ortamda yaşamaya mahkum ettiniz. Suçladığımdan değil ancak o “pamuk” parçası hepimizi yönetiyor. Düzenin kölesiyiz. Üzgünüm küçük dostum... Galiba senin dünyanı mahvettik... Galiba senin dünyanı daha da mahvediyoruz... Umarım sen bu dengeyi bozarsın da senden sonraki çocuklar mutlu olur... Rengim Özokutgen Kaan ÜNLÜ 1 LIFE IS STRANGE YA DA, HAYAT GARİP-KELEBEKLER UÇUYOR! Kararsızlık! Seçim yapmak, şüphesiz ki zaman ve konudan bağımsız olarak her zaman zor. Basit bir öğlen yemeğini düşünelim: Yemeği nerede yiyecegiz, evde mi dışarıda mı? Kaçta yiyeceğiz, hangi restoranda yiyeceğiz, hangi yemeği seçeceğiz? Makarna mı pizza mı? Peki hangi makarna? Yarısının adını bile okuyamıyorum bir de hangisi yiyeceğimi mi seçmem gerek şimdi? Pişmanlık! Bu kadar uzun ve ağrılı düşünce süreçlerinden geçsek bile aldığımız kararlardan her zaman memnun olamıyoruz değil mi? "Keşke Giovanni değil de Lamborghini yeseydim! Şimdi akşama kadar karnım ağrıyacak!" Ne yazık ki, geçmiş kararlarımız arasından pişman olduğumuz anlar her zaman bu küçük örnekte olduğu kadar önemsiz olmayabiliyor. Üniversite sınavında yanlış işaretlenen bir soru, sevdiğiniz kişiye yanlış zamanda yanlış sözleri söylemek, kırmızı ışıkta geçmeye karar vermek... Sonuçlar hiçbir açıdan bakıldığında güzel değil: Bir sene daha üniversiteye girememek, reddedilmek ya da terkedilmek, araba hasarı ve sakatlıklarla uğraşmak, ya da ölüm. "Ölüm mü? Bu kadar kötü düşünmeye gerek yok!" dediğinizi duyar gibiyim. Madem böyle diyorsunuz, o zaman filmi biraz geri saralım da tekrar deneyelim! Kaseti geri sarmak mı? Evet, geri. Karar anına dönecek şekilde ve hafızanızı koruyarak. Ne olacağını biliyorsunuz, kararınızı nasıl değiştirirsiniz? Değiştir misiniz? Life is Strange, ya da "Hayat Garip", bu sorunun cevabını bir anda gizemli bir şekilde zamanı geri alma gücü kazanan baş karakter Maxine Caulfield'ın hikâyesi ile arıyor. O zaman gelin sevgili okurlar, biz de arayalım. Örneklerimizden birini ele alalım: En son sevdiğiniz kişiye bir şeyler söylemiş, ve söylediğiniz şey yüzünden de tokadınızı yiyip (materyal ve/veya manevi olarak) mahsun adımlarla oradan uzaklaşmıştınız. Bu noktada zamanı geri aldığınızı ve malûm olaydan 5 dakika öncesine geri geldiğinizi varsayalım. Şimdi ne yapacaksınız? Kişiyle karşılaşmanızdan önce bir koşu gidip bir buket gül mü alacaksınız? Onunla karşılaştığınızda ona farklı bir şeyler mi söyleyeceksiniz? Buluşmamayı mı seçeceksiniz? Ya da ne olacağını bile bile aynı şeyleri mi söyleyeceksiniz? Bu farklı Kaan ÜNLÜ 2 seçeneklerden herhangi biri kısa ya da uzun vadede ne kadar fark edecek? Ya hiç fark etmez ise? Ya hayatınızı değiştirecek boyutta sonuçları olursa? Bunca faktör ve farklı netice varken seçim yapmalı mıyız? Ne kadar defa geri sarabiliriz ki? Teknik olarak değil tabii ki, ama duygusal ve düşünsel yük olarak. Bir olayı defalarca geri sarıp baştan başladığımızda aynı anda hem A çıktısında başımıza gelecek olan bir olayın endişesini yaşıyor olacağız, hem B olayında yaşayacağımız bir haksızlığın sinirini içimizde tutacağız, hem C olayında daha sonra yapmak zorunda kalacağımız bir hatanın ve onun sonuçlarının yükünü omuzlarımızda taşıyacağız, hem de D E F G H ve alfabenin diğer harflerini kapsayan çıktıların karmaşıyla uğraşacağız. Kırılgan ruhumuz böyle bir tayfuna ne kadar dayanabilir? Dayansa bile, dayandığına değer mi? Zamanında daha iyi sonuçlanacağını düşünerek değiştirdiğimiz bir geçmişin hiçbir şey değiştirmediği ya da olayları kötü yönde değiştirdiği olasılıkları göz ardı edemeyiz. Kadere inanmıyorum ama hayatımızdaki tüm zarların (hele bir de zarların birbirlerine görünmez ipliklerle bağlı olduğu bir kurulumda) 6 gelmesini sağlamak pratikte mümkün değil, bantlayıp tamir ettiğimiz pişmanlıklarımız muhakkak ki bir yerde gelip bizi tekrar bulacak. Sonuçta çevremizde zaman geçmese de saat kulesi ruhumuzun derinliklerinde atmaya devam ediyor, günleri sayılı. Belki de sonucunu bilsek de bilmesek de 1001. kapının ardındakini de merak etmek, doyurulamaz bir kararsızlık doğamızda vardır. Ve belki de ne olursa olsun geçmişimizde pişman olacağımız bir şeyler olacağını kabul etmeli ve geçmişi bozuk bir kaset gibi ileri geri sarmaktansa ileri bakıp, kasetin kalanını izlemeliyiz. Ama kim bilir, belki de hakikaten Giovanni değil de Lamborghini yesek daha iyi olurdu, bir dakika ben onu düzeltip geliyorum! Esenlikle kalın, iyi oyunlar! BİBLİOGRAFİ Rojas, Fred. Gaming History 101. 13 Şubat 2015. 22 Şubat 2017 . Sebastien Gaillard, Baptiste Moisan, Sebastien Judit. Life is Strange. Dontnod Entertainment. Şevval Simruy Baygül 21600839 ÇOCUKLUĞA ÖZLEM Büyüdük aniden, küçüldü dünyamız. (Sanlısoy, "Büyüdük Aniden") Hayat çok garip, içinde bulunduğumuz anda zaman geçmiyor diye dertlenirken bir de bakıyoruz ki haftalar, aylar ve hatta yıllar geçip gidiyor. Büyüyüveriyoruz aniden ancak farkına varamıyoruz. Çocukken gözlerimiz merakla bakardı dünyaya, kafamızdan soru işaretleri eksik olmazdı; gördüğümüz, duyduğumuz her şeyi merak ederdik. Öğrenme isteğimiz vardı. Dünyada olup bitenleri anlamaya hevesliydik. Ne var ki büyüdükçe bu hevesimizi kaybettik. Farkındalığımızı yitirdik. Eskiden saatlerce çimlerde yatıp bulutlara çeşitli anlamlar yüklediğimiz veya geceleri yıldızları birleştirerek şekiller çıkarmaya çalıştığımız gökyüzüne bile başımızı kaldırmamayı, bakmamayı seçtik. Gözümüzde büyüttüğümüz dertlerimiz yüzünden onlardan başka bir şey göremez hale geldik. Eskiden başımıza gelen en küçük olaydan bile mutlu olabilirken şimdi yaptığımız her işte bir kusur aramamız ve hayatımızdaki her durumun olumsuz tarafını görmemiz bizi karamsarlığa sürükledi. Bir türlü mutlu olamamaya, hiçbir şeyden haz alamamaya başladık. Küçükken her an kolayca mutlu olabilmemizin başlıca sebebiyse toz pembe gözlüklerimizdi. Gözlüklerimizin arkasından baktığımız dünya çok daha sevimliydi. İnsanlara daha yakındık, herkese tereddüt etmeden sokulurduk. Kolayca samimiyet kurabilirdik çünkü çekinmezdik, herkesi kendimiz gibi saf sanırdık ama büyüdükçe dünyanın çirkinliklerini ve insanların kötülüklerini görmeye başladık. Hayatın sandığımız kadar da toz pembe olmadığını görerek ders aldık. Nitekim insanlara daha temkinli yaklaşır olduk ve bu da sosyal ilişkilerimizi köreltti. Yaşadığımız düş kırıklığıyla gözlüklerimizi çıkarıp bir kenara fırlattık ve kendi içimize dönük yaşamaya başladık. Yalnızlığımızı kucakladık çünkü insanlar bize gösterdi ki kimse bize bizden daha iyi arkadaş, yoldaş olamaz hayatta. Bunun yanı sıra her şeyi toz pembe görmenin getirdiği sınırsız hayal gücümüz vardı. Bıkmak bilmeden hayaller kurardık ve inanırdık da ama zaman içinde kurduğumuz hayallerin gerçekleşmemesinden sıkıldık, hüsrana uğramaktan yorulduk ve en iyisi biz işimizi kış tutalım da yaz çıkarsa bahtımıza diye diye hayallere veda ettik. Belki de sadece tükenmek bilmeyen sıkıntılarımızla boğuşmaktan hayalkurmayı unuttuk. Gerçekçi olalım diye kendimizi kastıkça kastık, gerçekçiliğimiz gün geçtikçe kötümserliğe dönüştü ve mutsuzlaştık. Umutlarımızı yitirdikçe daha da dibe battık. İnsanların çirkinliklerini gördükçe ve zarara uğradıkça etrafımıza bir zırh ördük fakat korunma amacıyla içine girdiğimiz bu zırh zaman geçtikçe bizi de yuttu. Sadece kötülük görmekle kalmadık, önce alıştık sonra öğrendik ve en sonunda biz de kötülüğün içine çekildik. Yalan, iftira ve türlü insafsızlıklara alet olduk. Çocukluğumuzun saflığını, iyiliği unuttuk. Bir şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığı gibi biz de tertemiz geçmişimizin değerini kirlendikçe anladık. Küçükken büyümek için sabırsızlanırdık. Büyüklerimiz bize çocuk muamelesi yaptığı için bozulurduk çünkü onlara kafa tutardık, bizi yetersiz görmelerine katlanamazdık. Güvenli alanımızın dışındaki gerçek dünyayı bilmezdik ve bir an önce büyüyüp maceralara atılmak için can atardık. Halbuki gerçek dünya sandığımız gibi çıkmadı, sorumluluklar ağır geldi. Bu sefer de kendi ayakları üstünde durabilen birey muamelesi yapıldığında bozulduk zira bize eskisi gibi sahip çıkılmasını istedik. Büyüyünce de çocukluğa dönmek için yalvarmaya başladık. Çocukluğun değerini bilemeden, büyüdüğümüzde de altında ezildiğimiz sorumluluklarımız ve dertlerimizle uğraşmaktan akıp giden zamana engel olamadan yaşamımızı tüketiyoruz. Sonunda ömrümüzün boşa geçtiğini fark ettiğimizdeyse her şey için çok geç kalmış oluyoruz. Dolayısıyla ne geçmişi düşünerek hayıflanmalı, ne de geleceği düşünerek günümüzden çalmalıyız. Zamanın değerini bilmeli, geçen her saniyenin tadını çıkararak yaşamalıyız. KAYNAKÇA Sanlısoy, Ogün. "Büyüdük Aniden." Ben, Pasaj Müzik, 2011. Sihirdar Vadisinde Bir Gün Bu yazıyı, size Sihirdar Vadisi'nde[1] bir gün geçirdikten sonra yazıyorum. Sanırım biraz fazla bilgisayar oyunu oynadım. Sihirdar Vadisi, League of Legends(Efsaneler Ligi)[2] isimli oyunun haritalarından sadece bir tanesi. Her gün defalarca girdiğim, oyunlar üzerine oyunlar oynadığım, adeta bağımlısı olduğum bu haritada; "Baron Nashor", "Kadim Ejderha", "Mavi Gözcü", "Kırmızı Korkabuk" ve "Yampiri Yengeç"[3] gibi isimleri çok ilginç yaratıklar var. Bu yaratıklarla savaşabilir, çeşitli oyun içi kazançlar elde edebilirsiniz. Oyun, Nexus[4] isimli merkezin oyuncular tarafından kuşatılıp yok edilmesiyle son buluyor. Doğal olarak hemen her oyuncu, koridorunda rakip oyuncular karşısında üstünlük kazanıp karşı takımın merkezini yok etmek için inanılmaz bir efor sarf ediyor. Benim için ise oyunu kazanmak o kadar da önemli değil. Oyunu kazanmaktan çok, çoğunlukla sihirdar vadisini bir kez daha görmek için giriyorum. Sihirdar Vadisi'nin birçok güzelliği var. Eğer amacınız oyunu kazanmak değil de eğlenmek ise, beni etkilediği gibi bu vadi sizi de kolayca etkileyebilir. Vadinin en güzel yeri şüphesiz ki koridorların arasında bulunan orman. Devasa kurbağalardan tutun kargalara birçok güzelliği bünyesinde barındırıyor bu yemyeşil vadi. Bir de tabii vadimizin vazgeçilmezi nehir... Nehirdeki yengeçler sihirdar vadisinin göz bebeğidir benim için. Oyunu oynarken sanki bir sanal gerçeklik gözlüğü[5] takmışım gibi içersinde hissediyorum kendimi bu ayrıntılar sayesinde. Daha da fazlası, kokusunu alıyorum o yeşil ağaçların, çimenin, nehrin. Asıl konumuza gelirsek, düşünsenize bir harita da sizin yarattığınızı. Haritanın sol üst köşesine Baron Nashor koymazdınız değil mi? Çünkü o harita, sizin duygu ve düşüncelerinizi yansıtırdı. Yani sizin sanat eseriniz olurdu. Peki neden yaratmıyorsunuz? Hadi elinize bir fare[6] ya da bir kalem alın ve tasarlamaya başlayın. Kendi haritanızı oluşturup, haritadaki oyuncuların oyunu kazanmak için yapması gerekenleri belirlemekle başlayın. Haritanıza çeşitli hayvanlar, canavarlar, düzlükler, yokuşlar, çalılar, çimenler, ağaçlar, devler, cüceler ekleyin. Her birinin efsanevi özellikleri olsun, hiçbiri birbirine benzemesin. Haritanıza çeşitli tuzaklar, girilmemesi gereken noktalar da ekleyin. Haritanızı tasarladıktan sonra oyuncular için yeni karakterler[7] belirleyin. Bir örnek vermek gerekirse, League of Legends(LoL) isimli oyunda "Lux", "Darius", "Garen", "Teemo" ve "Ashe"[8] gibi isimlere sahip birçok karakter var. Bu karakterlerin pasif ve aktif olarak kullandıkları yetenekleri, becerileri var. Hiçbiri sıradan değil, her birinin yetenekleri, cinsiyeti, ırkı, geldiği yer ve hikayesi çok farklı. Kendi haritanızı yaratırken bunlardan herhangi birisi size esin kaynağı olabilir. Hadi şimdi sıra sizde. Önce bir isim verin karakterinize, sonra çizin, sonra da karakteristik özelliklerini belirleyin. Ona bir hikaye verin, diğerlerinden farklı olsun. Bir silah, asa, sopa, miğfer, kalkan, zırh ya da daha değişik, şimdiye kadar kimsenin kendi karakterine vermediği bir eşya verin ona. Tüm bunları yaparken kendinizden de bir şeyler katın ona. Tümüyle sizin karakteriniz olsun. Kim bakarsa baksın, o karakteri sizin tasarladığınızı anlasın. Kısacası, sıfırdan bir dünya yaratın ve tamamen size ait olsun bu hayali gerçeklik. Bu dünyanın merkezine kendinizi koyun. Her yerinde siz olun. İnsanlar içersine girsin, çıksın, içersinde yaşadığı her saniye dış dünyanın yoruculuğunu, stresini ve diğer tüm kötülüklerini unutsun, sizin dünyanızın güzelliklerini keşfetsin. Hayal dünyanız başkalarıyla hayat bulsun. Yazımın sonuna gelirken tüm okurlarıma kendi hayal dünyalarındakileri gerçekleştirmelerini, bunlarla yeni bir dünya kurmalarını tavsiye ediyorum. Bir ressamın resim yapması gibi hem kendi hayal dünyanızı aktarırken siz eğlenin hem de başkalarını mutlu edin.REFERANSLAR [1],[2],[3],[4],[8] : League Of Legends oyunu, oyun içi konseptler. http://euw.leagueoflegends.com/ [5] : VR teknolojisi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanal_gerçeklik. [6] : İng. Mouse, Türk Dil Kurumu Bilgisayar Terimleri Karşılıklar Klavuzu. [7] : Rol yapma Oyunlarının genel özelliği, İng. Role Playing Game(RPG). KAAN MAHMUT MACAR ZAMANI YAKALAMAK Yaşamımızın bütününü bu denli kaplayan başka soyut bir kavram var mıdır sizce zaman dışında? Bizler ona dokunamayız, hissedemeyiz ama sürekli onun varlığını, akıp geçtiğini, bizlerle beraber olgunlaştığını biliriz. Peki, bizler onu gerçekten doya doya yaşayabiliyor muyuz ya da hissedebiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı bellidir aslında. İnsanlar zamanın akıp geçtiği konusunda hemfikirdir. Onların atladığı nokta şudur: Zamanı doya doya hissetmek ve onu yakalayıp onunla beraber yaşlanmak… İnsanlar bu konuda gerçekten çok başarısızdır. Çünkü günümüzde insan beyni geçmişe göre daha takıntılı bir yapıya sahiptir. Bu takıntılık oranı kişiden kişiye değişse bile… Bizler yaşadığımız olayların etkisine kapılıp geçmişte saplanıp kalabiliyoruz. Bazılarımız da bu durum gerçekten ciddi bir hal alabiliyor. İnsan hayatını bütünüyle etkileyen bir şeydir sonuç olarak güncellikten kopmak ya da geçmişte saplanıp kalmak. Zamanı yaşamak kesinlikle çok önemlidir. Bunu savunsam da ben de geçmişe dair saplantıları olan bir insanımdır. Bazen içinde bulunduğum zamanın çok daha gerisinde kalmış hissederim kendimi. İnsan beyni biraz da sürekli kötü olana saplanıp kalır. Geçmişte tesiri altında kaldığımız olaylara bakacak olursak, bu olaylardan hiçbiri iyi anılar değildir. İnsanın her şeyden önce kendine yapmış olduğu en büyük haksızlıktır geçmişte yaşamak. Sağlık açısından ele alacak olursak, ruh hastası olabilme potansiyelimizi de arttırır bir bakıma. Bu yüzden anı yaşamak kesinlikle önemlidir. Anı yaşamak demişken, gamsız insanlardan bahsetmemek olmaz. Evet, vardır çevremizde böyleleri. Sürekli görürüz onları toplumda. Bazen ayıplarız bazen de imreniriz onların bu hallerine. Ama ne olursa olsun kendini biraz da olsa düşünen insanlardır bunlar. Kötü bir olay yaşadıklarında etki altında kalmadan, sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler. Bu aslında gıpta edilecek bir durumdur. Ben hiçbir zaman böyle biri olamadım. Eminim ki benim gibi birçok insan da böylelerine imrenir. İşte bu insanlar kötü şeylere takmamayı en iyi şekilde öğrenmişlerdir. Belki de içlerine atardır birçoğu yaşadığı kötü olayları. Belki de bunu yaparak öğrenmişlerdir hayata tutunmayı ve her şeyden önemlisi zamanı yaşamayı. Bilimsel açıdan incelediğimizde bir insanın ortalama ömrü ülkemiz için 75-80 civarıdır. Yani yıllarımızı geçmişe saplanıp kalarak geçirmek hayatı alır resmen bizden. Evet, acı olayların üzerinde durulmalıdır zaten bir müddet kadar; fakat bu durum sınırları zorlamamalıdır. Gereken dersi çıkarıp daha güçlü bir şekilde yola devam etmeliyiz. İnsan bunu başarabilecek türde yaratılan bir canlıdır. Değiştiremeyeceğimiz gerçeklere saplanıp kalmak yerine onları kabul edip daha güçlü bir şekilde “bugün” için yaşamalıyız. Bunu başaramadığımız takdirde hayat bizim için çekilmez olur daha önce de belirttiğim gibi. Yaşamalıyız başka çaremiz yok. Nazım Hikmet’in de dediği gibi yaşamak gerçekten şakaya gelmez. İliklerine kadar hissedeceksin yaşamayı. Ölmemek için değil yaşamak için alıp vereceksin o nefesi. Her açıdan yakalamalıyız zamanı. Sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönden de zamanın gerisine düşmemeliyiz. Sadece kendimiz için değil içinde bulunduğumuz toplumu da bu ölçüde harekete geçirmeliyiz. Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve insanlar birbirlerinden kolayca etkilenir. Toplumsal huzur, barış ve dinginlik için gereklidir anı yaşamak. Sadece bireysel açıdan değil toplumsal perspektife baktığımızda da zamanın içinde var olmanın önemini daha iyi anlayabiliyoruz. Sonuç olarak iki haneli sayıları geçmeyecek olan ömrümüzü geçmişe dair saplantı ve takıntılarımız yüzünden boşa harcamayalım; daha huzurlu ve mutlu bir gelecek için geçmişten gereken dersi çıkarıp özgüvenimizin zedelenmesine izin vermeyerek anı yaşamaya devam edelim. Kaynak Chesneaux, Jean yaz. Cerit, Münir çev. Zamanı Yaşamak. Ayrıntı Yayınları. 2015 Rabia Anıl ATABEY 21404095 SAHİPLENİLMEYEN YARGI Sizce ne olabilir bu başlığın bize anlatmak istediği şey? Hayatınızda en çok yaptığınız ama kabullenmediğiniz ne var? Bazen yalan söyleriz ama bunu kabullenmeyiz bazen de suçlu olduğumuzu bilmemize rağmen karşı tarafı suçlamaya devam ederiz. Bunlar hayatımızda çok sık olmasa da yaptığımız ve yapacağımız kabullenmeyişler. Bunlardan hariç öyle bir kabullenmeyiş var ki neredeyse herkes tarafından bilinçsiz bir şekilde yapılıyor ama kimse sahiplenmiyor. Herhangi biri çıkıp, ben bunu yapıyorum demiyor. Çünkü biliyoruz, o kötü bir şey, hayatımızdan atmamız, uzak durmamız gereken bir davranış. Evet, bunun adı ön yargı. Kimsenin kabullenmediği, sahiplenmediği yargı… Çevremize bakıyoruz, gözümüz bir insana takılıyor ve iç sesimiz başlıyor zihnimizi kemirmeye. Giyimi mi kötü? Hırsız olabilir, çantama dikkat etmeliyim. Belki de dilencidir? Benden para isteyebilir, uzak durmalıyım. Metroda kıyafetleri kirli bir adam görünce yine harekete geçip yanına oturmamalıyım diye söyleniyor. Peki, tam tersi mümkün mü? Maalesef, evet. İyi mi giyinmiş? Dilenci olamaz, baksana şu kıyafetine. Hatta bir adım daha ileri giderek insanların özel hayatları hakkında düşünmeye başlıyoruz. Mesleği, yaşı, aile hayatı… Tanımadan, adını bile bilmeden, sadece dış görünüşüne hatta bazen onun üstündeki iki parça kumaşa bakarak o kişi hakkında hemen hemen her şeyi düşünüyoruz. Kafamızda o insanı kendi düşüncelerimiz doğrultusunda değerlendirip ya uzak duruyoruz ya da yaklaşıyoruz. Zihnimizin okyanusunda o insanın gerçekliğini boğarak öldürüyoruz ve kendi düşüncelerimizi yüklüyoruz. Artık onun nasıl biri olduğunun önemi yok, onu tanımamıza gerek yok. O, bizim yargılarımızdan ibaret. Kendini ne kadar anlatsa, ne kadar ben öyle değilim diye çırpınsa da aklımızdaki ön yargı hapishanesine girdi, zincirle bağladık. Yoksa bağlandık mı demeliydim? Onlar mı bizi kaybetti, biz mi onları kaybettik? Bağlandık ve kaybettik. Hala devam ediyoruz bağlanmaya, kaybediyoruz bu ön yargılarımız yüzünden. Karşımıza çıkan fırsatları, insanları ya da olayları olduğu gibi, şeffaf değerlendiremiyoruz. Hep bir parça kendimizden koyuyoruz, gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan… Bazen fark etmiyoruz ne kadar ön yargı batağında olduğumuzu. Karşımıza bir söz, cümle ya da bir hikaye çıkınca gözümüzün önünden geçiyor her şey. Beni derinden etkileyen, ön yargı hakkında yeniden düşünmeme, kendimi sorgulamama neden olan cümlelerle Harper Lee’nin yazmış olduğu Tespih Ağacının Gölgesinde adlı kitapta karşılaştım. "Kör, evet, ben buyum. Gözlerimi hiç açmadım. İnsanların yüreğine bakmak aklıma bile gelmedi, sadece yüzlerine baktım. Doğuştan kör... Gözleri görmeyen"(155). Biz de körüz. Biz de gözlerimizi hiç açmamışız, bakmamışız yüzlerine. İki kumaş parçasından etkilenip, yeni hayat hikayeleri yazmış ve etiketlemişiz insanların üstüne. Görmek ister miydiniz? Hepimize bir fırsat sunulsa ve ön yargılı her hareketimizi izleyebilsek? Düşündüğümüz ve aslında olan şeyleri karşılaştırabilsek? Ben isterdim. Tanıdığım bütün insanların benim zihnimdeki yansımalarını ve gerçek hallerini karşılaştırmak isterdim. Eğer öyle davranmasaydım, o kişiye karşı öyle düşünmeseydim şu an hayatımda neler değişirdi diye görmek isterdim. Ön yargılarımdan dolayı kaybettiğim insanları öğrenmek isterdim. Evet, bunlar bizi üzebilir, pişman edebilir ama geçmişe baktığımızda keşke kelimesini içeren cümlelerin çoğu ön yargılarımızdan kaynaklanmıyor mu? Peki, kendimizi nasıl kurtarabiliriz bu masum görünen ama içten içe insanı, insanın hayatını kemiren düşüncelerden? Nasıl parçalayabiliriz zihnimizdeki hapishaneyi? Günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş, içimize bu kadar işlemiş bir yargıyı nasıl atabiliriz? Belki kabullenmekle başlayabiliriz. Evet, ben bunu yapıyorum, ben ön yargılıyım. Peki, siz? Lee, Harper. Tespih Ağacının Gölgesinde. İstanbul: Sel yayıncılık, 2015. TURK-102-53 16.02.2015 Giray TANDOĞAN Vedat YAZICI Bilinmeze Açılan Kapı Stephen Hawking şuan da en saygın fizik ve uzay bilimcilerinden biri. Öyle ki, evrene ve uzaya bakış açımızı tamamen farkı bir boyuta taşıyan teorileri ile insanlık tarihine adını yazdırdı. Ancak bu başarının arkasında yatan öyküyü görmek benim için bambaşka bir tecrübe oldu. Genelde nasıl olur? Dünyada çok önemli başarılara imza atan insanların değerleri bilinmez. Ne zaman ki onları kaybederiz, işte o zaman insanlar ne kadar önemli olduğunu kavrar. Hemen ardından ise biyografi filmleri gelir. Bu sefer öyle olmadığı için mutlu olduğumu belirtmek isterim. Böyle bir zekaya ve yaratıcılığa sahip bir insanın ölmeden önce fikirlerinin ve başarılarının değerinin insanlar tarafından kavrandığını görmek insanlık için olumlu bir gelişme olsa gerek. Bu aşamaya gelmek kolay değil. Eğitimin ve bilimi değerini insanlara kavratmak ise hiç değil. Özellikle, ülkemizde yaşanan son vahşetten sonra eğitimin ve bilimin ne kadar önemli olduğunu ve gerekli terbiyeyi(!) alan veya alamayan insanların nelere sebep olabileceğini gördükten sonra! İnsanlar ibadet ederek, yatıp kalkarak, kiliseye gidip mum yakarak veya duvarın karşısında ağlayarak kendilerinin mükemmel insan olduklarını düşünüyorlar. Bir şeyi unutuyorlar. Cennete ve cehenneme inan insanların bu dünyayı cehenneme çevirmeye hakkı yok, tıpkı inanmayanların olmadığı gibi. Bunun en büyük sebeplerinden birinin eğitim yetersizliği olduğunu düşünüyorum. Bu dünyada eğitimsizliğin sonuçlarını Orta Doğu’da görüyoruz. Zamanında gücü eline geçiren zorba kişiler halkı eğitimsiz bırakıp yönetilmelerini veya yönlendirilmelerini daha kolay hale getirmek istedi, koyun misali. Şuan da ise masum insanlar bunun cezasını çekiyor. Bana manidar gelen ise aynı senaryonun ülkemizde oynandığını hissetmem. Eğitimsizlik ve dindar bir toplum bir araya geldiğinde ortaya korkunç sonuçlar çıkabilir, çıkıyor da. Bu tıpkı bir bebeğin ateşle oynaması gibi. Ateşin nasıl kullanıldığını öğrenmeden ateşi eline alırsa yangın çıkartması işten bile değildir. Yanında kurusu da yanar, yaşı da yanar! Bilim ve sanatı elinde tutan uluslar dünyaya her zaman hükmetmiştir. Bilim ve sanat ise doğru ve yeterli bir eğitimle birlikte gelir. Umarım insanlar günü geldiğinde saplanıp kaldıkları bu görüş açısından bir an önce kurtulurlar. Önemli olan şuan da ne yaptığımızdır; yaptığımız şeylerin neler doğuracağını düşünebilmektir. Bir diğer konu ise zorlukların üstesinden gelebilmektir. Stephen Hawking başarılarını yaşadığı acı ve engelle dolu bir hayata rağmen başarmıştır. Doktorların ona sadece iki yıl ömür biçmesine rağmen o yine bilime önem vermiştir. Unutulmamalıdır ki bu ülke de binbir zorluğa ve engellere rağmen kurulmuştur. Başarıya giden yolda takıldığımız engelleri aşabilmek çok önemli bir eylemdir. Bir başarıyı yücelten şey o yolda karşılaşılan engellerin aşılmasıdır. Pes etmek yerine savaşmak ise büyük bir erdemdir. Önemli olan savaşı kazanıp kazanmamak değil o mücadeleyi verebilmektir. Eğer o savaşı kazanırsanız elde edeceğiniz galibiyet o başarının sadece küçük bir kısmıdır. Önemli olan o savaşı sürdürüp o noktaya gelebilmektir. İnsanları asıl değerli kılan eylem ise bu dünyaya ne kattıklarıdır. Stephen Hawking belki asla göremeyeceğimiz o geleceğe inanılmaz bir katkıda bulunmuş olabilir. Hatta şuan da bile, bilime kattığı yeni bakış açıları ile faydalı olmuştur. Uzay ve evreni anlayabilmek her zaman insanlığın en önemli gayelerinden biri olmuştur. Bu Mısır’da da böyle olmuştu şuan da da böyle olmaya devam ediyor. Uzaya yapılan keşif yolculukları, harcanan milyar dolarlar aslında geleceğe yapılan yatırımlardır. Biz bu evrenin çok ama çok küçük bir kısmında yaşayan gelişmiş canlı türlerinden başka bir şey değiliz. Hala dışarda bizim keşfetmemizi bekleyen kocaman bir evren var. Kendi kendimizi yok etmeden o günlere gelebilirsek insanlığı bekleyen oldukça ilginç ve ütopik bir gelecek olabilir. Umarım insanlar bir gün bilimin sonsuz bir bilinmeze açılan kapının anahtarı olduğunu fark eder; bu kapıya giden yolun iyi bir eğitimden geçtiğini ve bu eğitimin ne kadar önemli olduğunu kavrayabilirler. Belki o gün insanlık biraz da olsa huzurlu yarınlara merhaba der. Furkan Vefa KURT Fedakar Hayatlar Günümüzde olan olayların çoğu bizlere uzak. Özellikle de büyük şehirlerin herhangi birinde yaşayanlar için doğuda olan olayları idrak edebilmek gerçekten çok zor ve insanları bu konularda bilinçlendirmek, özellikle de popüler kültürün bu kadar etkili olduğu zamanlarda, çok önemli bence. Bu yüzden tüketici toplumda büyük yere sahip sinema sektörüyle yapmanın çok mantıklı olduğunu söyleyebilirim. Dağ 2 de her alışveriş merkezinin sinemalarında yerini almış ve izleyiciye sunulmuştur. Böylece insanların biraz olsun bazı konularda bilinçlendiğini düşünüyorum. Sonuçta bizim toplumumuz şehit haberlerine tepki göstermek yerine iktidara kafa tutmaya ve gereksiz eylemler yapmaya daha meyilli. Orada olan olaylara kimse sesini çıkarmazken, herkes şehit sayılarından habersizken, Dağ 2’nin insanları bilinçlendirebileceğine inanıyorum. Film, Türkiye’den teröristlerin kaçırdığı bir gazetecinin bordo bereliler tarafından kurtarılmasını anlatıyor ve oldukça gerçekçi sahneleri barındırıyor. Gerçekçi sahneleri de güzel efektlerle süslemekten geri kalmamış yapımcıları. Bu yüzden herkese tavsiye edeceğim bir filmdir. Filmin konusundan ziyade yaşattıklarından bahsetmek daha doğru olacaktır. Özellikle bordo bereli eğitimleri beni çok etkiledi. Sonuçta sıcak evinde oturmak, ailenle ve sevdiklerinle bir hayat yaşamak varken, askerlerin bizler için yaptıkları inanılmaz büyük fedakarlıklardır. Geçtikleri zorlu eğitimin yaşattığı acıları ve zorlukları, büyük ihtimalle hayatımız boyunca yaşamayacağız. Onlar vatanları için, bizler için kendi hayatlarını feda eden insanlardır ve bu ülkenin gündeminde askerlerin ve sivillerin hayatından daha önemli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Her geçen gün terörle mücadelede verdiğimiz şehit sayısı bu kadar artarken Gezi Parkı eylemine katılan insanları tekrar sokaklarda görememek gerçekten çok acı bir durum. Bir askerin hayatını düşünelim mesela. Askeriye koğuşunda kalır ve sevdiklerini çok nadir görebilir. Özgürce onlarla vakit geçiremez ve tekrar ne zaman onları göreceğini veya konuşacağını asla bilemez. Oysa bizim için sevdiklerimizle konuşmak sadece bir telefon uzağımızdadır. Elbette onlardan uzak kalmadan değerlerini anlamayız ve artık aileler bile, aynı evde yaşamalarına rağmen birbirlerini çok az görür, çok az konuşur. Bir asker için bu söylediklerim bence çok önemli olmalı çünkü ölümle burun buruna gelmeden hayatın değerinin anlaşılamayacağına inanıyorum. Her an bir görev olabilir askerler için veya kışlalarına dönerken beklenmedik bir saldırıya uğrayabilirler. Bu yüzdendir ki yaşadıkları her saniye onlar için çok önemlidir. Bir saniyede tüm hayatları sona erebilir ve haberlerde kısa bir konuşmanın ardından isimleri bir daha hiç anılmaz. Çünkü halkımız magazin haberlerini, vergi rekortmenlerini ve özellikle yabancı ünlüleri daha çok önemser. Yine de herkes kendi cebine bakar hale gelmişken vatan için kendi canını feda edebilen insanların olması çok büyük bir olaydır. Herkes normal karşılar askerleri. Derler ki, nasıl olsa askerdi, hayatını kaybetmesi çok muhtemel ve normal. İşte o her şeye tepkisini koyan insanlar artan şehit sayısına ufak da olsa bir tepki göstermekten acizdir. Çünkü popüler kültür onların tüm tepkilerini magazin olaylarına, insanların ayrılıp barışmalarına yöneltmiştir. Tartışma programlarındaki insanlar yukarıda bahsettiğim konulara değinmeye çalışırlar ancak herhangi bir bilinçlenme yine de gerçekleşmez. Türkiye’nin sorunları her geçen yıl artmaktadır ve insanların farkındalığı her olayla birlikte azalmaktadır. Özellikle birkaç ay önce darbe atlatmış olan bir ülkeye göre çok rahat ve bilinçsiziz. İnsanımız her zaman en iyi telefona sahip olmak ister ve bunun için bütün parasını göz çıkarabilir. İktidara muhalefet olmak birçok insan tarafından görev edinilmiştir. Ünlülerin hayatlarını takip etmek bizler için bir rutindir. Samimiyetsiz ilişkiler çıkar ilişkileriyle bütünleşmiştir. Her şeyin sanallaşması insanları mutlu etmektedir. Ama Türk insanının bu tarz işlerle bu kadar uğraşacak ve zaman harcayacak bir lüksü yoktur. Yukarıda bahsettiğim askerler şu andan yüz yıl öncesinde bizlerin akrabalarıydı. Dedelerimiz, anneannelerimiz ve onların kardeşleri bu ülkeyi inanılmaz büyük zorluklarla kurtarabildi. Günümüzde ise farkında olmadan kaybediyoruz. Batı kültürü Türk kültürünü gün geçtikçe yok ediyor. En büyük korkum, şehit olan askerlerin hayatlarını kaybetmesinin ileride Türkiye’nin başına gelecekleri önlemeye yeterli olamama ihtimalidir. Ülkede ekonomik bir kriz mevcut. Doğuda siviller için hayatın durduğunu söylemek yanlış olmaz. Kendi ülkelerinde özgürce sokağa çıkamayan insanları anlamak bizler tarafından yapılabilecek bir empati değildir. Üstünüzden uçakların geçmesini, yanınıza bombaların düşmesini, arka sokaklarda silahların patlamasını ve insanların çığlıklarının kulak zarınızı delmesini anlamanız için her birini yaşamanız gerekir. Tıpkı bu yazı gibi, herkes yukarıda bahsettiğim bu hassas konuda atıp tutabilir. Olaylara yorum yapabilirsiniz. Bazı insanlar soğuk kanlılıkla veya daha doğrusu farkında olmadan tepki verir. Bazıları ise büyük bir hüzünle yaklaşır böyle konulara. Ama Türkiye olarak bir bütün olamazsak ve tepkimizi gösteremezsek, Türkiye on yıllardır olduğu gibi kötüye gitmeye devam edecektir ve bu gidişatı engelleyebilecek tek unsur bizleriz. Eğer böyle devam ederse kısa bir süre içinde Suriye’den farklı olacağımıza inanmıyorum. Bu yüzden Dağ 2 ile ilgili böyle bir yazı yazma ihtiyacı hissettim. Çünkü film insanları bilinçlendirmede çok etkili ve yaşanan olaylarla ilgili biraz olsun empati yapmaya yardımcı oluyor. Ayrıca vatan sevgisinin de çok iyi işlenmesi beni çok etkiledi. Filmin çekimleri sırasında, filmde oynayan ve gerçekte de asker olan bir askerimiz de çekimlerden sonra şehit düşüyor. Film bu açıdan da çok güncel ve etkili. Vakti olan herkese önerdiğim bir filmdir. Hem gündemle alakalı hem de bir film olarak düşündüğümüzde çok başarılı. NEDEN KISITLIYOR, KISITLANIYORUZ? Sevginin bağlılık gerektirdiğinden bahsederler hep halk arasında. Bağlılık da genelde özgürlükten feragat etmek olarak yorumlanır. Bağlılık ile özgürlük birbiriyle çatışan kavramlar mıdır? Birine bağlıyken özgür olamaz mıyız? Bu sorun özellikle erkek ve kadın arasında olan duygusal bağlarda kişisel özgürlüklere dayatılan kısıtlamalar olarak kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Her birey, uğruna savaşacak kadar özgürlük aşığı(!) olduğuna inanıyor, ancak konu karşısındaki insan olunca kolayca kısıtlamalar getirebiliyor. Sevdikleri insanlara, evcil hayvanlara (ki bunun da doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum) yaptıkları muameleyi yapıyorlar. Bir tasma takmadıkları eksik kalıyor neredeyse! Doğal olarak da bu durum sağlıklı ilişkilerin en büyük düşmanı oluyor. Birbirlerine duydukları sevginin az veya çok olması bu gerçeği değiştirmiyor. Çevresi tarafından bu tip kısıtlamalara tabii tutulan bir insan, onun da sevdiği insanlara aynısını yapması gerektiğini düşünüyor çünkü bunun doğru olduğuna inanıyor. Yüzyıllardan beri süregelen bu tutuma karşı zaman zaman küçük çaplı isyanlar olmuyor değil ancak bu sorunun yapıtaşına kadar kimse inmiyor. En sevdiğim yazarlardan biri olan John Fowles’ın Koleksiyoncu kitabından, kitabın her sayfasında beni uzun uzun düşünmeye iten bu durum hakkında bir alıntı yapmak istiyorum. Ancak hemen öncesinde o ana kadar kitapta neler olup bitmiş ondan bahsedeceğim. Piyangodan zengin olmuş asosyal bir kelebek koleksiyoncusu olan Fred, çekici, zeki ve sanatsal açıdan yetenekli olduğunu söylediği Miranda’yı şehirden uzakta yeni aldığı bir eve kapatıyor. Tüm parasını Miranda’nın istekleri için harcıyor ve kibar bir hizmetçi gibi davranıyor. Onun yanından ayrılmasına izin vermiyor ama tek amacının onu mutlu etmek olduğunu söylüyor. Lakin özgürlüğü elinden alınan, hatta dış dünyayla ilişkisi neredeyse sıfır olan bir insan ne kadar mutlu olabilir ki! Miranda’nın banyo yapmak istediğini söylediğinde Fred ile aralarında şu diyalog geçiyor: “Akşam yemeğinden sonra, yine banyo için başımın etini yemeye başladı, önce bıraktım biraz mızıldanıp surat assın, sonra da, “Peki, tehlikeyi göze alacağım, ama sözünüzde durmazsanız, bir daha buradan çıkarmam sizi,” dedim. “Ben her zaman sözümde dururum.” “Bana şerefiniz üzerine söz verir misiniz?” “Kaçmaya kalkışmayacağım üzerine sana şeref sözü veriyorum.” “İşaret vermeyeceğiniz üzerine de.” “İşaret vermeyeceğim üzerine de.” “Ellerinizi bağlayacağım.” “Ama bu aşağılayıcı bir şey.” “Sözünüzde durmazsanız sizi kınamayacağım,” dedim. “Ama ben…” gerisini getirmedi, omuz silkmekle yetindi, sonra sırtını dönüp ellerini uzattı. İp acıtmasın diye altına koymak için bir fular hazırlamıştım, sıkıca bağladım, ama canını yakmadan. Ne var ki zavallı Miranda’nın maruz kaldığı bu özgürlük kısıtlaması, günümüzde de karşımıza çıkıyor, yalnızca farklı şekillerde. Belki banyoya gireceğimizde kimse ellerimizi bağlamıyor ancak farkına dahi varamadığımız birçok durumda ellerimiz bağlı. Aile bireyleri, akraba ve arkadaşlarımız ellerimizi bağlarken ses çıkarmamamız isteniyor, vereceğimiz herhangi bir tepki saygısızlık, terbiyesizlik hatta ihanet olarak sicilimize işliyor. Ancak göz yumduğumuzda da ip giderek sıkılaşıyor; depresyondan tutun strese, agresifliğe kadar günümüzde giderek yaygınlaşan ve hayatın her yönünü etkileyebilecek sorunlara yol açıyor. Zamanla da iş çığrından çıkıyor ve ruhsal açıdan hasta bireyler ortaya çıkıyor. Tüm bu sorunların yanı sıra bu kısıtlama olayının özüne girdiğimizde, benim açımdan bu sorunun “yapıtaşı” olan kavramı görebiliriz. Sevdiğiniz, saydığımız, değer verdiğiniz veya aşık olduğunuz birinden “Onu yapamazsın!”, “Oraya gidemezsin!”, “Onunla konuşamazsın!”, “Onu alamazsın!” gibi emirler aldığınızı düşünün. Bu tip sözlerin ne kadar onur kırıcı olduğunu es geçiyorum, resmen size “Doğru kararları vereceğine inanmıyorum, bunun için kararları senin yerine ben vereceğim.” denmesi aynı zamanda neyin göstergesidir? Cevap veriyorum, güvensizlik. Birbirimize duyduğumuz güven hep sözde kalıyor, davranışlarımız ve tutumlarımızın güvenle alakası yok. Güven duygusunun iki insanı birbirine bağlayacağını unutuyor, kısıtlamalar koyarak yapay bir bağ kurmaya çalışıyoruz. Size güvenen biri kısıtlamalara neden ihtiyaç duysun ki? Çevrenizdeki bireyleri gözden geçirin, size kaç kişi “gerçekten” güveniyor? Referanslar: Fowles, John. Koleksiyoncu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. Baskı Ahmet Burak Yıldırım Şahin 1 Berk Şahin 21301919 Türkçe 101-16 Başak Berna Cordan 25.11.2014 Mutluluk İçin Sevmek Aslında hayatımızı şekillendiren kaybettiklerimiz değil midir hep? Kaybettiklerimizle gelişmez mi bütün düşüncelerimiz, inançlarımız, hatta karakterimiz? Kaybedilenin ne olduğu ya da nasıl kaybedildiği değişse de, kaybedilen her şey bizde derin yaralar açar, hepsinden sonra sorgularız onların önemini ve gelecekte kaybedeceklerimizi. Atalarımızın “Kaçan balık büyük olur.” demesi de kayıplarda hissettiğimiz eksiklik hissindendir zaten. Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler” isimli hikâye kitabında da genel olarak anlatılan kaybedişlerdi. Bana, kitapta herkesin kendini bulabileceğini düşündüren sebep de bu. Kitabın içindeki öykülerden en başarılısı “Anneannemin Son Ölümü” isimli öyküydü. Emrah Serbes’in birbirini kaybeden iki insanın birbirlerine tutunuşunu bu kadar güzel anlatması da onun gerçekten çok başarılı bir öykü yazarı olduğunu gösteriyor. Kitapta birbirine bu denli tutunan ve tutunacak başka hiç dalı kalmayan bu iki kişi küçük bir çocuk ve onun anneannesi. Çocuğun anneanneyi, anneannenin çocuğu bu kadar sahiplenişi de her şeyini kaybeden iki insanın kaybetmekten korktuğu tek varlığa verdiği değeri anlatıyor. Ölümün herkesi bir son olarak beklediği bu dünyada henüz pek büyük bir kayıp yaşamasam da onların düştüğü durumu düşünmek bile bu durumun ne kadar acı olduğunu hissetmemi sağlıyor. Zaten istesek de istemesek de hepimizin eninde sonunda yaşayacağı bu değil mi? Hayatımızı kaybettiklerimize göre şekillendiririz demiştim. Annesini ve babasının kaybını anneannesinde canlandıran o çocuk gibi, kocasının ölümünü torununda hisseden anneanne gibi her kayıp başka şeylere sarılmayı gerektirir bizlere. Bu başka şeyler maddî ya da manevî olabilir ama bence onlar en güzelini yapıp manevî değerlere sarılmışlar. Birini kaybedince o kişiye olan sevgilerini başkalarına aktarmışlar ve böylece içlerindeki sevgi hiç eksik olmamış. Parayı ya da birkaç somut varlığı sevmek yerine kendilerine benzeyen bir canlıyı, bir insanı sevmiş onlar. Dünya üzerindeki en güzel olgu olan sevgilerini bir insana vermişler. Böylece sevgilerinin sahip olduğu değeri katlayıp onu anlamlandırmışlar. Hepimiz kayıplarımızda başka değerlere sarıldık ve bundan sonrakilerde de aynısı olacak. Aslında çevremizde çok rahat görebileceğimiz olaylar bunlar. Ama bunu yaşayanın bir çocuk olması çok acı olsa da bir insanın kayıplarla yaşadığı travmayı gözler önüne açıkça seriyor. Zaten çocukken biz de içimizden geçen şeyleri söylemez miydik? Gün geçtikçe kalıplara girmeye çalışan, ağlamayı bile utanç olarak gören bizler de içimizden geçenleri olduğu gibi, korkmadan, utanmadan çevremize gösterebilsek keşke. Belki anneanne ve o küçük çocuğun sevgilerini kaybetmeden hayata tutunma sebepleri de buydu. Anneanne sevmediği başka bir erkekte mutluluk arayabilirdi veya çocuk büyüyünce para, makam gibi geçici değerlere tutunup sevgisini bu değerlerle paylaşabilirdi. Böylece mutluluğu ararken Şahin 2 günümüzde birçok insanın yaşadığı mutsuzlukla yüzleşirlerdi. Ama ne seksen dört yaşındaki bir kadın için ne de on yaşlarında bir çocuk için geçici kavramların bir önemi olmayınca asla ruhlarını kirletmemiş iki insan çıkıyor karşımıza, kalplerinden sevgiyi hiç eksik etmemiş iki insan. Kaybetmenin getirdiği acıyla başa çıkmanın en iyi yolunun sevgi olduğunu düşünürüm hep. Belki kendimden örnek veremeyecek kadar gencim fakat yaşayan insanlara baktığımda, hatta ölmüş insanların biyografilerine baktığımda bunu açıkça görürüm. Yaşadığımız bir üzüntüden dolayı hayata küsmek korkaklık, sevgiyle hayata tutunmak ise savaşmak gibidir. Böyle durumlar karşısında dahi savaşan insanları okuyunca içimde oluşan utanç duygusundan bahsetmezsem olmaz sanırım. Bizler çoğu zaman hayattaki küçük başarısızlıklardan sonra bile pes ediyoruz. Aslında olması gereken bu değil. Savaşmalı, başarmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Zaten mutlu olmak da hayattaki en büyük başarı değil midir? Çocuk ve anneannenin bu davranışları hepimiz için bir örnek olmalı. Hayattaki bütün başarısızlıklar, hatta sevdiklerimizi kaybetmek bile her ne kadar kötü olsa da bu bizim için hayatın bir sonu olmamalı. Sevgiyi kalbimizde hep yaşatmalı ve böylece yaşadığımızın farkına varmalıyız. Karamsarlık yerine aydınlık kaplamalı içimizi her zaman. İnsanı insan yapan sevgiden asla kopmamalıyız. Başarının da, mutluluğun da tek yolu budur. Kaynakça:  Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İstanbul: İletişim, 2009. Sacide  Aydın   Daha  dün  öğlen  okulda  camdan  içeri  bakan  sanki  beni  de  içeri  al  diyen   upuzun,  yumuşacık  tüylü  kediyi  sınıfa  almış  ve  sınıfta  kedi  sevmeyen  ne  kadar   DİLSİZ  DOSTLARIM   insan  varsa  hepsini  sınıftan  k   açırmıştım.  Kedi  masanın  üzerinde  yatarken  ben  de   ödevime  kaldığım  yerden  devam  etmiştim.  Tıpkı   ‘deki  Nello’nun     köpeği  Patraş’a  olan  düşkünlüğü  gibi  benimde  hayvanlara  olan  düşkünlüğüm   aslında   genetik   bir   durum,   eve   getirdiğim   kuşun,   tavşanın,   kaplumbağanın,   köpeğin  ve  kedinin  haddi  hesabı  yok.  Tabii  bu  haSyevvagnillia  Krıönp  eevğdime    barınma  süresi   sadece  bir  haftaydı  sonra  onları  sahiplerine  geri  vermek  zorunda  kalıyordum.   Evde   hayvan   bakmak   konusunda   annemi   ikna   etmek   kolay   olmuyordu   ama   babam   da   benim   gibi   olduğu   için   bu   konuda   yardımcı   oluyordu.   Gittiğimiz   restoranlarda  ve  tatil  yerlerinde  de  durum  aynıydı,  sipariş  verdiğimiz  yemeği   sadece  biz  değil  masamızın  etrafında  dolaşan  kediler,  köpekler  de  yerdi.         Aslında   genetik   dediğim   hayvan   düşkünlüğümün   asıl   nedeni   babam   değil,   rahmetli  büyükbabamdı.  Büyükbabamın  Bursa’da  içinde  avlusu  olan  her  bayram   tüm  sülalenin  toplandığı  bir  çiftliği  vardı.  Hatta  eskiden  o  avlunun  bir  kısmı  ahır   olarak  da  kullanılıyordu.  Tavukların  yemleri,  kedi-­‐köpeklerin  yalları,  ineklerin   otları  hep  bu  avluda  verilirdi.  Kurban  bayramlarında  bile  kurbanlar  bu  avluda   kesilirdi.  Eski  Doğu  geleneklerini  hâlâ  yaşatırdı  büyükbabam,  kesilen  kurbanın   başını   duvara   asardı   ve   sonrasında   kendi   sanatını   konuştururdu.   Duvara   hayvanın  kalan  vücudunu  çizer  hepimize  de  nasıl  çizdiğini  gösterirdi.  En  son   2013’de  çizdiği  siluet  hâlâ  giriş  duvarında,  çiftlik  evinde  büyükbabamdan  kalan   son   izlerinden   biri   olduğu   için   kimse   onu   silemiyor.   Büyükbabamın   hayvan   sevgisi   o   kadar   fazlaydı   ki,   babamın   onu   Hac’a   gönderme   teklifini   bile   her   seferinde   “Benim   burada   dilsizlerim   var   onların   sevabı   yeter”   diyerek   geri   çevirirdi.  Kapısının  önündeki  hayvanları  bırakırsa  aç  kalacaklarını,  öleceklerini   düşünürdü.  Ama  o  dilsizlerin  içinde  bir  köpek  var  ki,  büyükbabam  öldükten   sonra  bile  bizim  yanımızdan  hiç  ayrılmadı.  O  sadık  köpek  Topuz  hâlâ  her  bayram   avluda  kurduğumuz  kahvaltı  zamanı  yanımıza  gelir  üstelik  sabahları  kahvaltıdan   önce  gerçekleştirdiğimiz  bayramlaşma  merasimlerimizi  bile  kaçırmaz.  Aramızda   kalsın  Topuz  neredeyse  30  yaşında  ve  benden  büyük  ama  elini  öpmem.       Ailemizden  biri  olan  Topuz  maalesef    geçen  yıl  amcamların  da  temelli  olarak   çiftlik   evini   terk   etmesiyle,   büyük   bir   boşluğa   düşmüş   durumda.   Komşuların   dediğine  göre  hâlâ  bizim  senede  birkaç  kez  gidebildiğimiz  çiftliğin  avlusun  yatıp   kalkıyormuş.  Çiftliğin  ve  büyükbabamın  en  sadık  dostu  Topuz  sanırım  son  anına   kadar   o   avluda   yaşayacak.   Büyükbabamın   Topuz’dan   başka   bir   köpeği   daha   vardı;   Ayaz,   Topuz’a   göre   daha   hırçın   bir   köpekti.   Zaten   o   bizim   bayram   kahvaltılarına  filan  gelmezdi.  Çiftliğinin  önündeki  arabaların  başında  ağır  abi  gibi   dururdu.   Çiftliğin   boşluğuna   alışamayan   Ayaz   evin   dışında   bulunan   ahırın   önünde  yatıp  kalkmaya  başlamış.  Ve  bir  gün  ağaçtan  sallanın  zincire  boynunu  dolamış   ve   ölmüş.   Komşuların   çektiği   fotoğraflar   olmasa   birinin   onu   öldürdüğünü  düşüneceğiz  ama  doğruydu  Ayaz  resmen  kendini  intihar  etmişti.     Bunları  yazarken  bile  o  manzara  geliyor  aklıma  ve  içim  ürperiyor.  Bize  bu  kadar   bağlanabilecek   canlılar   gerçekten   sevgimizi,   düşkünlüğümüzü   fazlasıyla   hak   ediyorlar.   Onlar   hediye   alınıp   sonradan   sokağa   atılmayı,   barınaklara   terkedilmeyi,  aç  kalmayı  hak  etmeyen  canlılar.     Geçen   sene   gittiğimiz   Çanakkale’de   sokaklardaki   hayvan   sayısına   çok   şaşırmıştım   çünkü   büyükşehirlerde   sokak   hayvanları   ıslah   edildiği   için   bu   yoğunluğun  nedeni  farklı  olmalıydı.  Kahvede  oturan  bir  amcaya  sormuştum  bu   sorumu,  ve  bana  buraya  gelen  yazlıkçıların  hayvanlara  bakamayıp  onları  sokağa   attıklarını   söylemişti.   Zaten   köpeklerin   büyük   bir   kısmının   Golden   türünden   olmasından  anlamalıydım.  Hayatta  anlamakta  en  güçlük  çektiğim  noktalardan   biri   bu   olabilirdi.   En   yakın   arkadaşın   olabilecek   bir   canlıyı   nasıl   sokağa   bırakabilirsin  ki,  yani  bu  insanlar  hiç  küçükken  annesinin  eteğine  dolanıp  ben   hayvan  istiyorum  diye  ağlamamış  mı?    İstedikleri  sadece  biraz  yemek  ve  sevgi   olan   bu   canlılara   sahip   çıkmak,   dost   olmak     hayatta   yaşayabileceğimiz   en   zahmetsiz  mutluluk  olabilir.  Bu  arada  annemin  evde  hayvana  ne  kadar  karşı     olduğundan  bahsetmiş  olsam  da  şuanda  sahip  olduğumuz  kedim  Venüs  en  çok   annemi  seviyor  ve  geceleri  onunla  uyuyor.  Belki  bir  yazımda  da  nemrut  kızım   Venüs’ü  anlatırım.       Ramee  M.  (2014).   .  Aylak  Adam  Yayınları       K   aynakça:   Sevgili  Köpeğim   Dün  sınıfa  aldığım  kedi HASTA ÇOCUK http://www.xn--edebiyatgretmeni-twb.net/wp-content/uploads/Dokuzuncu-Hariciye-Ko%C4%9Fu%C5%9Fu-kitab%C4%B1.jpg Gel de biraz sohbet edelim seninle çocuk. On beş yaşındasın, bu yüzden benim için çocuk sayılırsın. Ben de o karanlık koridorda gezen, ya da muayene odasında bulunan beyaz önlüklülerdenim. Görüyorum, hastasın. Yedi yaşından beri sol dizinde hastalık var ve hâlâ pansumana geliyorsun. Ameliyat geçirdin, yine de eklem iltihabı geçmedi. Bugün de pansuman günlerinden biri ve yaşına uygun olarak çocuk hastanesindesin. Hasta olmak epey zor, görüyorsun. Hele ki bir hastalıkla mücadele etmek çocuklar için daha da zor. Muayene odası önünde sıranın kendisine gelmesini bekleyenler var. Oturacak yer bulamadıklarından, hasta yavrularını kucaklarına oturtmak için yere çömelen anneler var. Beklemek çok uzun sürebilir, belki saatlerce bekleyecekler. Senin de düşündüğün gibi: “Emindirler ki insanlar arasında sabretmesini, beklemesini onlar kadar bilen yoktur.” (Sayfa 6) Herkesin gözü muayene odasının kapısında ve onlar, hastalarının isimlerinin çağırılmasını bekliyorlar. Sen de onlardan birisin, fakat seni yalnız görüyorum çocuk. Yok mu bir büyüğün yanında? Zordur tek başına hastanede beklemek, birazdan olacakların korkusuyla başa çıkabilmek… Cesaretine hayran kaldım çocuk. Şimdi sıra sende, adın okunuyor. Muayene odasında beyaz renk ve metaller hâkim. Sen tecrübelisin tabii, yedi senedir gelip gidiyorsun hastaneye. Senin sol dizinin sargısı çözülürken, operatör de elini yıkamalı ki, onun elinden mikrop kapmayasın. Operatör hakkında da doğru düşünüyorsun: “Yüzünde bıkkınlıkla sebatın kavgası var.” (Sayfa 8) Hekim olmak çok zor, hele ki cerrah olmak daha da zor. Bir günde yüzlerce hastaya bakıyorsun, hepsine şifa vermeye çalışıyorsun. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Hepsine aynı özeni göstermek zorundasın ve aynı zamanda da işlemleri yaparken hızlı olmalısın. Yoksa bekleyen hastalara gün içerisinde sıra gelmez. Bu yüzden çocuk, ciddi suratlarımız ve sessizliğimiz seni ürkütmesin. Herkesin acısını gördüğün yerde, sen de tükenirsin. Yine de o soğuk maskeni takıp sabırla ve inançla işini yapmalısın ki, o hasta çocuklar sağlıklarına kavuşsun. İşte o zaman yüzümüz güler. Biliyorum birazdan canın yanacak. Önceki pansumandan kalan pamuğu ve gazlı bezi çıkarmak zor olacak, çünkü iyice etine yapışmıştır. Canın çok yanacağından, fazla hareket etmeyesin diye seni tutmalılar. İşte çıkıyor ve çığlık atıyorsun. O yüzündeki saygı ve utanç var ya çocuk, beni duygulandırıyor. Günümüzde pek göremiyoruz bu ifadeyi, daha suçlayıcı ve aşağılayıcı yüzler var etrafımızda. Her neyse, yaranda üç tane fistül var, yani dışarıya doğru açılan kanallar bunlar. Buralardan akıntı ve iltihap geliyor, dizin tehlikede görünüyor. Kemik doku çürümüş. Pansuman yapılırken de acılı bir süreç olacak. Teker teker temizlenmeli oralar ve mümkün olduğunca sağlıklı dokuya ulaşmaya çalışılmalı. Maalesef ben de görüyorum ki iltihap çok fazla, yeniden dizine ameliyat yapılması gerekiyor. Tabi ki operatörün seni ikna etmesi gerekiyor, çünkü çürüme ilerlerse uzvunun daha büyük bir kısmını kaybedebilirsin. Kafanda bir sürü soru işareti var. Durumunuz pek iyi değil. Anneciğinin üzülmesini istemiyorsun, bu yüzden gerçeği saklıyorsun ondan. Biliyorsun: “Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasiyle iade ederler.” (Sayfa 13) Geziyorsun, dolaşıyorsun, kafanı böyle boşaltmaya çalışıyorsun. Koltuk değneği de kullanmıyorsun, bu bacağını daha da kötü etkiliyor. Belki uzak akrabalarınızdan biri olan Paşa yardım eder sana, annenin söylediği gibi seni özlemiş. Senin ona kitap okumanı çok seviyor, hem de kızı Nüzhet’le de iyi anlaşıyorsunuz. Seni çok iyi karşılıyorlar, başlarda her şey iyi ama ortaya Nüzhet’i eş olarak isteyen Doktor Ragıp çıkıyor. Evet, Nüzhet ve Doktor Ragıp… Haklısın, bu konuyu konuşmasak daha iyi. O kadar çok yoruldun ve üzüldün ki bacağın oldukça kötü durumda. Bir felâket olarak adlandırıyorsun bunu. İyi ki sana destek olan Doktor Mithat var yanında. Bir sürü cerrah dizini görüyor, röntgenler çekiliyor ve her gören “aman bu bacak ne hâle gelmiş?” diyor (Sayfa 91). Büyük bir operatör var, amputasyonun gerekli olduğunu söylüyor, yani bacağın kesilecek. Böyle bir şeye izin veremezsin. Evde bir matem havası hâkim. En sonunda Doktor Mithat ile ilk operatöre gidiyorsunuz ve eğer sen de onun söylediklerine harfiyen uyarsan, operatör belki bacağını kurtarabileceğini söylüyor. Artık Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndasın. Çok acılı ve korkulu zamanlar geçiriyorsun, kimsenin sözleri seni teselli edemiyor. Ameliyat oluyorsun, aylar süren pansumanlar yapılıyor ve nihayet bacağın kurtuluyor. Sonunda çıkacaksın hastaneden. “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler”, haklısın (Sayfa 127). Geçmiş olsun çocuk! Meltem ŞEN SONSUZ DEVİNİM İnsanı yönlendiren şey duygularıdır çoğu zaman… Bazen öyle kayboluyoruz ki, hoyrat dalgalara karışıp bilmediğimiz kıyılara vuruyoruz. En sonunda kendimizle baş başa kaldığımız anda başlıyor ardı arkası kesilmez sorular kafamızın içinde koşuşturmaya. Kendi kendimizi sıkıştırıyoruz köşeye ve sonra… Ben kimdim, kimim ve kim olacağım? İnsanlar hakkımda ne düşünüyordur acaba? Sorular bitmek bilmiyor… ‘’En çok kimsin dediklerinde tökezliyorum’’ diyor Asuman Susam dizelerinde... Bu ilk satırı okuduğumda aklıma ilk gelen kendimdi, istemsizce kendimi sorguladım. Kim olduğumdan kastım belirgin özelliklerimin ne olduğu, sorsalar kendimi nasıl tanımlayacak olduğum falan. Bahsettiğim sorulardan hiçbirinin cevabını net bir şekilde bilmediğimi fark ettim. Her şeymişim ama aslında hiçbir şeymişim gibi ya da hiçbir şeymişim ama aslında her şeymişim gibi… Hayattan yıl aldıkça sürekli değişiyoruz, hayatımıza yeni bir eşya girdiğinde ya da çıktığında bile değişiyoruz ki yeni bir insan girdiğinde ve çıktığında nasıl değişmeyelim? Bütün bu durmak bilmeyen değişim süreci içinde kendimizi nasıl gerçekçi bir şekilde betimleyebilelim? Mesela, benim en’lerim yoktur. Hayatımın …’sı yoktur. Bugün yağmur yağıyordur ve o ruh halime uygun şarkıyı gün boyu dinlerim, dün güneşliymişse de dünkü ruh halime uygun şarkıyı gün boyu dinlerim ve şarkılar arasından benim şarkılardaki en’im o gün dinlediğim o şarkı olur. Hayatımda bir hava durumu bir şeylere bu denli şekil verebiliyorken bir kişinin var olması ya da yok olması insanın hayata bakış açısını bile kim bilir ne denli değiştirir... Kim ölene kadar aynı kişi olarak kalabilir ki… Biri hayatımıza girerken birçok şey hayatımıza onunla birlikte girer ve bir kişi hayatımızdan çıkarken birçok şey de onunla birlikte çıkar. Her kişi, her eşya, her olay bize bunca şey katıp bizden bunca şey götürebiliyor ve bu kısır bir döngü aslında. Asuman Susam, ‘’Kimse’’ şiirinde öyle derin duygularını aktarmış ki bize… Sadece kelimelerden bile birçok anlam çıkıyor. Ama dizelerinde bas bas bağıran bir tek şey var: taze bir acı… Henüz duygularını tanımlayamazken bilinmezliğin içindeki kaybolmuşluk gözüme çarpan ilk şey oldu. Ne dese kendini yanlış anlatıyor olabilmekten korkan biri var… Çünkü hayatında ona yer verdiği değerli bir kişinin gidişinden sonra hayatını yeniden tanımlamaya çalışıyor ve oralarda bir yerlerde kayboluyor. Ama bütün bu hisleri aslında ona öyle güzel şeyler yazdırıp çizdirmiş ki şiirlerini her okuduğumda dizelerinden başka bir anlam dökülüyor içime. Zenginlik denilen şey bu olmalı, manevi zenginlik… Ve o zenginlik aktarılabilmeli, tıpkı sevgili Asuman Susam’ın yaptığı gibi. Belki de kendini tanımlayabilmenin, yeni sahip olduğu şeyleri -kişiliğini, henüz sahip olduğu yeni düşüncelerini vs.- keşfetmenin en iyi yolu da yazmaktır sevgili Asuman Susam için. İşin özü; değişim, değişmeyen tek şeymiş… Biri gider, biri gelir ve hayatımız, duygularımız, hislerimiz her zaman yenilenmenin bir yolunu bulur. Bu yeniliklere ve sonsuz devinime hiçbir zaman alışılmaz, bu da her seferinde yeni duygularla tanışabilmenin en güzel yolu olur… Buram buram sanat kokan şiirleri de bu yoğun duygular besler. O çok sevdiğimiz şiirlerin her zaman iki yazarı vardır: biri şiirin yazarı, diğeri ise yazarın karşı koymasının mümkün olmadığı yoğun duyguları… Bu duyguları elinden gelenin en iyisini yaparak kendinle bütünleştirirsen sen, sen olarak kalmaya devam edebilirsin… Hayat kendini bulmak değil, kendini yaratmaktır. Gabrielle "Coco" Bonheur Chanel KAYNAKÇA "Hats." Pinterest. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017. Xxxxx. "Neydi Ne Oldu? ( Coco Chanel )." Pamuk Sekeer: Günlük. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017. Hale ÖZEN 21502281 Section 8 UÇURTMANIN KAÇIŞI Hiç kendinize hâkim olduğunuz, sınırlarınızı net bir şekilde belirlediğiniz ve ardından koyduğunuz bütün kurallara harfi harfine uyduğunuz oldu mu? Oldu demeyin lütfen, nasıl oldu? Olamaz, olmamalı, çünkü bunun bir açıklaması yok. Peki bunu nasıl başardınız birkaç kelimeyle anlatsanıza bana. Biri bana açıklasın, açıklasın ki bulayım yolumun nereye… Çünkü son zamanlarda aklımı kaybettiğimi, insanların önemsemediği şeylere fazlasıyla değer verdiğimi, kimilerine göre normal hayatın döngüsü olan şeylerin aslında hayatımda çok büyük ölçüde yer kapladığını fark ettim. Hani bu satırları yazıyorum ya, şu an bile gitmek bilmiyor bu düşünceler; başımı ağrıtıyor, göz kapaklarımın uyuşmasına sebep oluyor falan. Çıkaramıyorum aklımdan bir şeyleri, sizde de olmuyor mu? Kesinlikle oluyordur, insanız sonuçta. Şunu fark ettim ki, bu silsileler bütünü en basit eylemde bile etkili. Azaltmaya çalıştıkça her eylemin hayatımızdaki yerini; bir taraftan kısıyoruz harcadığımız zamanı, verdiğimiz emeği veya tükettiğimiz enerjiyi. Bir taraftan kısarken, bu demek oluyor mu ki, istediğimiz şekilde başka bir silsileye devrediyoruz harcadığımız bu zamanı, emeği veya enerjiyi. Fark ediyor muyuz acaba, hayatımızda hangi eylem bizi daha çok tatmin ediyor? Kendi adıma cevaplıyorum, mesela ben boş zamanlarımda genelde boşluğa dalıyorum. Neden dalıyorum boşluğa, bir boşluk görmek istediğimden mi? Veya hiç boşluk olmadığı ve yaratmaya çalıştığım o boşluğu en etkili biçimde kullanmak istediğimden mi? İhtiyaç mı duyuyorum bu boşluğa… Çimlerin üzerinde oturup kuşların sesini dinlerken okuduğum bir kitap bile değiştirebiliyor hayatımı. Yönlendirebiliyor beni, tıpkı Begüm Başoğlu ve Ege Erim’in ortak kaleme aldıkları Sade isimli kitapta da dedikleri gibi: “Temel sorularla başlayın ve kendinize karşı dürüst olun!” (Başoğlu ve Erim 79). Çimlerde otururken değişen düşünceler… Bireyin kendini olduğu gibi görmesi ve kendine doğrulttuğu soruların can alıcılığı ile alakalı. Sanırım farkında olmaya başladığında bir şeyin; bir şekilde oturmayan parçalar çöpe giderken, diğer oturan parçalar yerine daha sağlam oturuyor da ondan. Bu değiştiğini sandığım hayatı tıpkı evimizin salonunda bulunan raflara benzetmeye başladım. Hani olur ya annenizin içinde yaşadığı eski ve yeni çatışması; çeyizinden gelen objeler, dantelli işlemeler ve günümüz modasına uygun vazolar, biblolar… Ayrıca misafirlerin getirdiği, evimizin düzenine bile uymayan o hediyeler… Aslında bu bir çatışma değil mi? Hepsi mi bizi, bizim olduğumuz gibi yansıtıyor yani? Hepsi mi arzularımızı, şehvetimizi veya hazzımızı karşılamamızı sağlıyor hayattan? Neden bilmiyorum ama, olmasını istediğimiz gibi olmuyor kafamızın içindeki değişiklik. Sanırım anne örneğimden yorumlamalıyım bu durumu. Olması gereken, olması gerektiği gibi olmuyor, çünkü her olması muhtemel şey dışarıda olan bir unsura takılı kalıyor. Bir şeyler ya çok fazla ya da yeteri kadar değil. Aradaki dengeyi ise kimse bilmiyor, beyazın bütün renkleri içinde barındırması gibi bir şey bu. 1 Hale ÖZEN 21502281 Section 8 Aslında beyaz şu anda bulunduğum düşünceler silsilesinin bir yansımasıydı. Bunun sebebi ise içinde barındırdığı bütün renklere rağmen yine de tertemiz kalabilmesiydi beyazın. Kendimize, özümüze doğrulttuğumuz sorular; belki de sade yaşamak istememizdendi. Sizi bilemiyorum fakat bunlar benim için öyleler en azından. Düşünüyorum da gardırobumda bulunan kot pantolonları, giymediğim ve sadece egomu tatmin ettiğim diğer kıyafetlerimi… Veya son model telefonumu, şu an klavyesine dokunduğum bilgisayarı… Ben bunları neden almıştım. İhtiyacım olduğu için mi? Gerçekten bilemiyorum harcadığımız bu paranın, bu materyalistliğe olan bağımlılığın bizi ne kadar yansıttığını. Garip olan da ne biliyor musunuz? Bütün bunların farkında olmak ve hiçbirini uygulayamamak. Harfi harfine uyamıyorum aldığım kararlara ve bunun nedenini sorgulamam da bir o kadar saçma geliyor. Madem düşünüyorsun, uygulasana diyorum kendi kendime. Ardından boş versene, senin gibi düşünen kaç insan var ki, diyor çevremdekiler. Sorgulamak da bir başlangıçtır diyorum, neyin yanlış neyin doğru olduğunu da sorgulamak. “Sadece gündelik hayatlarımızın değil, dünyanın gidişatı da gösteriyor ki sorgulamadan kabul ettiğimiz doğrular, belki de sandığımız kadar doğru değildir. Doğrunun ve yanlışın ötesinde, başka türlü bir şey isteyenler için temiz bir sayfa açabilmek umuduyla…” (Başoğlu ve Erim 10). Kaynakça Başoğlu, Begüm ve Ege Erim. Sade. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2015. Baskı. Erim, Ege. “Farklı Olmaya Cesaret Etmek.” sadeyasamak.com. y.y. 10 Ara 2015. Web. 10 Nis. 2017 2 Özgecan Gümüşbaş 21301031 TURK 102- Sec.21 Gönenç Tuzcu 16 Ekim 2014 SERBEST 1 Winchester: Güneydeki Gizli Şehir İngiltere’ye giderken birinci amacım popüler turistik yerleri gezmekten çok, kenarda köşede kalmış turistlerin keşfetmediği küçük sevimli şehirleri gezmekti. Ben de bu amacımı gerçekleştirmek için İngiltere’ye gidişimin ikinci haftasında kendimi hemen Winchester yollarına attım. Güneyin en büyük şehirlerinden Southampton’a otuz dakika otobüs mesafesinde olan bu sevimli şehre, ben de otobüsle geldim. Oldukça kısa geçen bu yolculuk sonunda otobüs durağına vardım. Kafamı dışarı uzattığımda ilk düşündüğüm buranın şeker mi şeker bir kasabaya benzediğiydi. Beklentilerimin farklı olmasından mıdır bilinmez ama burası İngiltere’deki diğer şehirlere göre gerek insanıyla, gerekse yapılarıyla daha sıcaktı. Winchester, küçük romantik sokaklarıyla, bozulmamış yapısıyla ve sıcak insanlarıyla beni ilk andan itibaren etkisi altına aldı. Biraz şehre doymak, biraz da sokakları hafızama kazımak için etrafa bakınırken otogarın karşısındaki Winchester Turist Bilgilendirme Merkezi’ni gördüm. Ben de hem zamanımın kısıtlı oluşundan hem de yerli biri tarafından bilgilendirilmek istediğimden koşarak bilgi merkezinin olduğu tarafa geçtim. Görevlilerden biri, ücretsiz alabileceğimi söylediği haritayı bana uzatıp, üzerinde gitmekten zevk alacağımı düşündüğü tüm yerleri işaretledi ve bana önerilerde bulundu. Ben de bu tatlı hanıma kulak verdim ve Winchester macerama başladım. İlk hedefimi The Great Hall olarak belirledim. The Great Hall’un Türkçesiyle Büyük Salon’un Kral Arthur efsanesini yaşatan en önemli yerlerden biri olduğunu öğrendim. Burayı önemli yapan ise Winchester Kalesi’nin günümüze kadar kalan tek parçası olan Büyük Salon’un içerisinde Kral Arthur efsanesinin en önemli parçalarından birinin, Yuvarlak Masa’nın, muhafaza edilmesiydi. Bu masa, efsaneye göre, masada adı yazan yirmi beş şövalyenin eşitliğini ve dostluğunu temsil ediyordu. Ben ve benim gibi bu masanın ihtişamından etkilenen diğer turistler de bu masa karşısında uzun süre vakit geçirdiler. Buradan sonra turistlerin yukarı doğru yönlendiklerini gördüm ve ben de onların peşine takıldım. Ana girişin yukarısında bir sergi olduğunu o zaman öğrendim. Eski Britanya krallarının portrelerinin bulunduğu uzun bir koridoru boylu boyunca gezdim, bu kralları ve Winchester kalesiyle olan ilişkilerini anlama fırsatını yakaladım. Kısa gelen bu gezinin ardından daha bir iki adım atmamışken karşımda The Westgate Museum’ u buldum. Buranın eskiden şehrin Batı Kapısı olduğunu öğrendim. Kapının şeklini ve girişini nasıl muhafaza ettikleri beni çok etkiledi. Müzeye girmeye çalışırken kendimi adeta bir kalenin dar merdivenlerinden yukarı çıkarken buldum. İngiltere’deki diğer müzelerde olduğu gibi burası da oldukça interaktif bir müzeydi. İnsanların gezerken sıkılmamaları ve kendilerini oraya ait hissetmeleri için her şey yapılmıştı. Şövalye zırhlarından, kral tacına kadar her türlü aksesuar hazırlanmış ve turistlerin denemesi için bırakılmıştı. Burada da bir hayli zaman geçirdikten sonra bu Batı Kapısının en tepesine çıkmaya karar verdim. Çıktığımdaysa gördüğüm manzara inanılmazdı. Yine interaktif yönlendirmelerle şehrin tüm siluetini görme ve aynı anda bu silueti oluşturan binaları tanıma fırsatı buldum. The Westgate Museum’da uzun bir süre gezindim. Buradan çıktığımda çok az zamanımın kaldığını fark ettiğimden şehirde görmek istediğim diğer bir noktaya, Itchen Irmağı’na, doğru koşuşturmaya başladım. Irmağa doğru ilerlerken dar ama bir o kadar da uzun sokaklardan geçtim, geçerken de bu şehrin mimarisine ve tarihine bir kere daha hayran kaldım. Bu sokaklardaki sevimlilik ve sıcaklıktan dolayı sanki İngiltere’yi değil de bir Akdeniz ülkesini geziyormuş gibi hissettim. Buraya bir kere daha gelip, sadece sokakları dolaşma fikrini yapılacaklar listeme kaydettim. Aklımda bu fikirlerle ilerlerken, yolun sonundaki ırmağa ulaştım ve bu ırmaktan boylu boyunca şehir merkezine yürümeye karar verdim. Yürürken fark ettiğim bir diğer nokta da bu ırmağın Winchester’ı boylu boyunca ikiye bölmesiydi. Irmak bir sur gibi banliyö ile şehir merkezini birbirinden ayırmıştı. Aslında bu ırmağın sadece mekânları değil, insanları da birbirinden ayırdığını düşündüm. Köprünün bir ucunda başka hayatlar yaşanırken, ben de diğer ucundan onları seyrettim. Yavaş yavaş yolculuğumu noktalarken aklımda bu kasabamsı ve sevimli şehre bir daha gelmenin hayalini kurdum ve istemeden de olsa buruk bir sevinçle otobüsüme atlayıp diğer maceralara doğru yola çıktı. TEK SOKAĞIN ÇOK SESİ ​ Terminolojimiz bozuktur bizim, bunun herkes farkında değil mi? Türk toplumu olarak etrafımızda gelişen olaylara ve “şeylere” taktığımız isimler tamamen kelime anlamının dışında kullanılır. Örnek olarak; büyük eski köprülerin altından yol geçiyor ise ona artık köprü değil “altından geçme” deriz. Gözleri görmeyen insanları tanımlar iken “ görme özürlü” deriz sanki göremiyor olmak bir kusura bağlıymış gibi ya da eve tıkılıp kalmadığı için, bir şekilde ceza yemesi gerektiği düşünülen ( ki pedagojik eğitim konusunda da ne kadar rezil durumda olduğumuzu göz önüne seren bir düşüncedir) çocuğa, “sokak çocuğu” deriz sanki sokak, içeriye dahil olmayan anlamına geliyormuş gibi. Sokak, çoğumuzun büyüdüğü yer değil miydi? E nereden çıktı şimdi bu ötekileştirme? Günümüzde çoğu insanın doğup büyüdüğü mekanlar, öteki olarak lanse edilip sanki bir silahmışcasına tekrar tanımlanmaya çalışılırsa, o mekanlar vücut bulup, katı siyasi diktatoryaya karşı ayaklanır. Bu ayaklanmayı, şiddet içerikli bir anarşizm ekseninde değil de insanları düşünmeye iten, hayat standartlarının farkına vardırıp onları yükseltmeye sevk eden bir yaklaşım ile resmeden Funda Çoban, “​Sokak Siyaseti” ​adlı kitabında, bildiğimiz sokağın bilmediğimiz siyasetini bize öğretmiş. ​ Sokak her zaman koruyup kollayıcı olmasına rağmen, 3. dünya ülkelerinde sokağa karşı duyulan bir kin vardır. Bu kin aslında nankörlük düzeyinde değerlendirilemez çünkü bu memleketlerin anaları, sokaklardan çok çekmiştir. Sokaklar çok kişiyi alıp götürdü de nice Berfo Analar bekledi ama kimse gelmedi. Bu tarz ülkelerde aslında, siyasi iktidarlar, sokağın kapsayıcılığını sömürerek her şeyi faili meçhul hale getirebilirler. Funda Çoban, sokakta zuhur eden siyasetin, kolektif bir bilinç hatta bir davranış metodu olarak kullanılıp, bu tarz yozlaşmış siyasetin, neşe ile yaratıcılık ile ne denli yerle bir edebileceğini anlatmaya çalışmış. Aynı zamanda Çoban’ın doktora çalışmalarından da yararlanan bu kitap, açık söylemek gerekirse alıştığım siyasi eleştiri tarzının birazcık dışında kalıyor. Genelde politik içerikli kitaplar devlet,egemen kültür, ulus gibi makro yapıların birbiri ile olan ilişkisi ve bunların sonucunda açığa çıkan gücün toplum üzerindeki tahakküm veya etkilerinden bahseder ancak bu kitapta, direk olarak özne-toplum ilişkisi masaya yatırılmış ve sokağın, kolektif eylem ve toplumsal hareketler arasındaki organik bağları incelenmiş. Yani işin Türkçesi, siyaseti müsteşarla değil de fırıncı Mehmet Emmi ile, kolejli Berkesu’yla, grafitici Hans’la, SGK’sız Mükremin ile anlatmış. E zaten grafitici Hans da “sokaklı” Mükremin de sokağın dilini anlatmaya müsait tabiri caizse stereotype’lar. Zira Almanya, özellikle Berlin sokak sanatı ve grafiti konusunda belki de en ileri düzeydeki sanatçıları barındıran yerdir. Kitapta da değindiği üzere, Almanya siyasi-politik tepkilerini sanat yolu ile koymaya daha meyillidir. Eğer Berlin Duvarı’nın önünden yürüdüyseniz, binlerce politik mesaj içeren grafitilerle, birçok eski siyaset adamının aşağılandığı çizimlerle karşılaşırsınız. Haliyle, sokağı siyasetin kum havuzu olarak görmek ve adeta küçümseyip yok saymak, topluma karşı kulak tıkamak anlamına gelir. Politikayı, kongrede oylanan yasalardan ibaret sanıp, halkın geri dönütlerini hiçe sayan bir anlayış, önce pasif (ki medeni toplumlarda fark edilmeyen ama yüzyıllar süren bir süreçtir) sonra aktif direnişle karşı karşıya kalmaya mahkumdur. E eğer sen, 2. Dünya Savaşı’ndan başlayarak, halkı kandırma eğiliminde bir politika izlersen, en geç 20 yıl sonra Berlin Duvarı’nda o dönemin generaliyle sevişirken resimlerin çizilir. Halk tepkisini, katı otoritelerin gösterdiği gibi soğuk değil aksine aşk kadar sıcak bir biçimde gösterir.:) Keza kitapta değinilen bir başka örnek alan ise Mükremin’in yardımıyla açığa kavuşabilecek olan işgal evleridir. İşgal evleri her ne kadar sadece boş gezen “Mükreminsilerin” eğlence amacıyla düzenlediği yapılar olarak görünse de aslında baya baya eski imece usulüdür. İmece usulünde insanlar çeşitli ortak ihtiyaçlarını yardımlaşarak karşılarken, işgal evlerinde de insanların, insan gibi yaşama ve eğlenme ihtiyaçları, birbirlerinin yardımı vasıtasıyla karşılanır. Bu sadece günlük bir etkinlik gibi görünse bile aslında başlı başına bir tepkidir otoritelere karşı. Bak, ben senin yardımına ve iznine ihtiyaç duymadan dostlarımla eğlenebiliyorum mesajıdır. Bak, ben senin elini çektiğin köhne mekanları etimle tırnağımla kazıyarak yaşanabilecek bir yere getirebiliyorumun direk kanıtıdır. Sığ olarak incelendiğinde sadece yaratıcı bir eğlence olarak görünse de pasif direnişin kralı , sokak siyasetinin kaynar kazanı, otoriter yapıların apolitikleştirmeye çalıştığı bir jenerasyonun gayet de politik duruşlarını eğlence biçimleriyle harmanlayarak gösterebildikleri mecradır işgal evleri. Şükürler olsun ki bir tanesi de çıkıp Mükremin ile Hans’ın yaptığının aslında aynı amaca hizmet edip aynı soruna tepki olarak doğduğunu gösterebilmiş. Açıkçası bu başarı fazladan bir tebriği hak ediyor çünkü genelde kapağında “ Siyasetin gündelik kuruluşu bağlamında bir inceleme” tarzı ne tam olarak anlaşılabilen ne de halkın günlük diline hitap eden bir söylem bulunan kitaplar sığ kalıp kitleye hitap edemez ancak Çoban, hem siyasi arenada şiarını kalıplardan kaçan bir dille ifade edebilmiş hem de Mükremin ile Hans’ın bir gün aynı amaç uğruna omuz omuza verebileceği fikrini gizliden gizliye okuyucuya aşılamış. Ufuk ÖZKARDAŞLAR 21502212 Türkçe102-13 Biz Mutlu Feministler Chimamanda Ngozi Adichie kendisini mutlu, erkeklerden nefret etmeyen, dudak parlatıcılarını seven, erkekler için değil kendisi için topuklu ayakkabı giyen Afrikalı bir feminist olarak tanımlayan Nijeryalı bir yazar. Feminizm genelde agresif ve isyankâr bir ideoloji gibi gelse de mutlu feminist Ngazi, sempatik ve mizahi tavırlarıyla, asıl feminizmin ne olduğunu ve neden feminist olmamız gerektiğini Ted Talks’ta yaptığı Why Everbody Should Be Feminist? adlı konuşmasında anlatıyor ve bu konuşma kesinlikle şu ana kadar izlediğim en etkili konuşmalardan birisi. Konuşmasını farklı kılan batının klasik feminist kalıplarının aksine egolarından kurtulup var olan durumu son derece akılcı, gerçekçi ve samimi bir tavırla açıklaması. Özellikle cinsiyet eşitsizliği hakkında güldürürken düşündüren örnekleriyle feminizmi en doğru şekilde açıklamış ve hepimizin karşılaştığı gündelik olayları mizahi bir üslupla eleştirmiş. Çoğu kişi feminizmi anarşist ve kadın üstünlüğünü savunan, isyankâr, mutsuz, evde kalmış sutyen karşıtlarının oluşturduğu bir kadın hareketi olarak düşünse de aslında feministler cinsiyetler arasında sosyal, politik ve ekonomik eşitliğe inanan kişilerdir. Hatta bir kadın hareketi olarak düşünülmesinin aksine tanımında da olduğu gibi kadın erkek fark etmeden “cinsiyetlerin” hakkı ve eşitliğine inanan tatlı mı tatlı, barışçıl mı barışçıl bir ideolojidir fakat nedense ataerkil bir toplum olan ülkemizde ne zaman feminizm hakkında bir konuşma girişiminde bulunsak bir erkeğin isyanı sonucunda susmak zorunda kalıyoruz. Size geçenlerde başıma gelen ironik bir olayı anlatayım. Bu sefer hemen susturulmamak için konuya başka türlü anlatmaya karar vermiş, kızlı erkekli oturduğumuz bir akşam herkese sırasıyla üç soru sormuştum. Arkadaşlarıma barış ve eşitlik isteyip istemediklerini, eşitliği sosyal ve politik anlamda herkes için isteyip istemediklerini ve son olarak feminist olup olmadıklarını sordum. Tahmin edebileceğiniz üzere ilk iki sorunun cevabı evet iken nedense sadece üçüncü soruda bir tek kızlar feministim derken erkekler reddetti. Aslında üç sorunun da aynı olmasına rağmen erkekler feminizmi duyar duymaz sanki ortada bir savaş varmış da onlar egemenliğini korumalıymışçasına tepki gösteriyor. Bu kadar korkmalarının sebebi gerçekten potansiyelimizin farkına vardıktan sonra kendilerine gerek kalmayacağını düşünmeleri mi yoksa süregelen hâkimiyetlerinin sona ereceğinden korkmaları mı bilemiyorum, fakat globalleşen dünyamızda artık bir cinsiyetin diğerine olan hükmü artık söz konusu olamaz. Ngozinin de belirttiği gibi globalleşen dünyada artık yöneten kişi fiziksel olarak daha güçlü olan değil; daha yaratıcı, daha zeki ve yenilikçi olan. Bundandır ki artık istisnalar hariç fiziksel olarak genelde daha güçlü olan erkeğin doğaya karşı hâkimiyeti ve hükmü artık yok. Chimamanda’nın konuşmasının etkileyici yanlarından biri de suçu sadece bir cinsiyetin üzerine atmayıp yüzyıllardır hâkimiyetlerini kurmuş olup kırılgan egolarını gün geçtikçe yükselten erkeklerin kadınların başarısından ve sosyal hayatta daha aktif olmalarından korkmalarının hepimizin suçu olduğunu çünkü kültürün bu durumda etkili olduğunu açıklaması. Maalesef erkeklere küçük yaşlardan itibaren bir taşfırın erkeği gibi sert, sözünü geçirebilen bir adam ve ailenin reisi olması öğretilirken; kadınlara boyun eğmek ve utanmak gibi kavramlar öğretiliyor. Bu yapılan her iki cinsiyete de haksızlık. Sistem ve öğrenilmiş kalıplar erkekleri canavarlaştırırken kızları köleleştiriyor. “Kadın, erkeğe itaat edip saçını süpürge etmeli çünkü örf ve adetlerimiz bunu gerektirir.” Düşüncesi bana göre kabul edilebilir bir düşünce değil. Maalesef ki hala kadına karşı uygulanan şiddeti törenin arkasına sığınarak meşrulaştırmaya çalışan canavarlar var ama unutmamalıyız ki mutlu feminist Ngazinin de belirttiği gibi “Kültür insanları oluşturmaz. İnsanlar kültürü oluşturur.” Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde hali hazırda üniversite mezunu olup da kadınları bir obje olarak görüp kabul etmeseler bile her fırsatta kadınlara karşı aşağılayıcı bir tutum sergileyen yüz binlerce insan var. Biz mutlu feministlerin amacı sadece bu süregelmiş yanlış normları düzeltip daha eşit bir dünya yaratmak. Aslında savaşmaktan çok şiddeti bitirmek, erkekleri kötülemekten çok onların kadınları daha iyi anlamalarını sağlayıp cinsiyetler arasındaki iletişimi güçlendirmek ve insanın insana insanca davranmasını sağlamak. Mehmet Utku Dinçer AŞK REİS TANIMAZ Aşk… Duygulardan en özgürü, en kural tanımazı. Bir insanın yüreğine aşk ateşi düştüyse bir kere o kişi bir daha ne yaparsa yapsın kurtulamaz o duygudan. Aşk insanı dünyanın en cesur insanına da dönüştürebilir en çaresiz insanına da. Yüzyıllardır aşk üzerine çok şey söylenmiş, birçok sanat eseri ortaya konulmuştur. Ancak ben aşkı en çok filmlerde izlemeyi severim ve filmler olmazsa aşk hep biraz eksik kalacakmış gibi gelir bana. Teknoloji çağında yetişmeme rağmen eski Türk filmlerini izleyerek geçirdim tüm hayatımı. Türk filmlerinin bana kattığı en güzel özellik de şudur ki gerçek aşkı gördüğümde kesinlikle onu tanıyabiliyorum. Geçtiğimiz günlerde sinemaya gittiğimde eski Türk filmleri tadında bir film izledim. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve başrolünü oynadığı Ekşi Elmalar adlı filmden söz ediyorum. Hakikî aşkı ve aşkın karşılaştığı zorlukları bir filmde izlemek benim için çok önemlidir. O yüzden duygularım tazeyken yazmak istiyorum bu yazıyı. Birbirinden güzel dört kızı olan Reis’in onları kendi istediği adamlarla evlendirmek istemesi ve kızların yaşadıkları acılar üzerinden şekillenen filmde beni en çok etkileyen karakter Reis’in en küçük kızı Muazzez ve onun muhteşem aşkı oldu. Muazzez’in aşkı sınandı, yıllarca sınandı. İlk aşkını unutamayan Muazzez ancak orta yaşlarına geldiğinde aşkına kavuşabildi. Benim için bir aşkın ancak sınandığında gerçekliği ya da sahteliği anlaşılabilir. Ancak bunca yıl elde edilmesi meçhul bir aşk için savaşmak, çok büyük bir yürek ister diye düşünüyorum. Bu sahneler bende de aşkım için savaş verme isteği doğuruyor. Gerçek aşkı bulduğumda onun peşini asla bırakmayacağıma ve sonuna kadar savaşacağıma dair bir inanç beliriyor içimde. Bunca yılı başka hiçbir şey için harcamak mantıklı gelmiyor elbet ancak aşk söz konusu olduğunda mantık susuyor ve tamamen duygular giriyor devreye. Aşkı bir duygu karmaşası olarak görüyorum ve mantıksızlıkların tümünü kabul edebiliyorum böylece. Çünkü tüm acılar aşka değer. Cesaretten konu açılmışken ondan çok uzaklaşmak istemiyorum. Çünkü aşkla cesaret arasında muhteşem bir bağ olduğunu düşünüyorum. Cesur olmayan bir kimseye aşkı yakıştıramıyorum asla ve aşkı daha üstün bir duygu yapan da cesaretmiş gibi geliyor bana. Bu filmde de aşkı için cesur davranan erkekler görüyoruz. Reis ile baş etmek ne kadar zor olsa da ısrarcı olan erkek kazanıyor sevdiğini ve ilk engelde yılan erkek kaybediyor. Bu durumda biraz ders çıkarmadan edemiyorum. Aslında ben de daha önce böyle bir durumda kaldığımda çabucak vazgeçmemiş ve sevdiğim kıza böylece kavuşmayı başarmıştım. Tabii, ısrarcı olmayı yılışık olmakla karıştırmadığımız sürece aşk biraz ısrar gerektirir. En önemlisi de böylesine dozunda yapılan bir ısrar ,en azından bende öyle olmuştu, âşık olunan kişiye kendini değerli hissettirerek onu aşka inandırabilir. İki tarafın da aşka inandığı anda hiçbir güç durduramaz onları. Aşk benim için dünyanın en kutsal duygusudur. İnsanoğlunun yaratılışından beri dünyada vardır aşk ve insanı hayvandan ayıran en önemli özelliktir şüphesiz. Hayatta her alanda olduğu gibi aşkta da bazı engellerle karşılaşılır ama bu engeller insanı çok daha fazla kahredebilir. Bu yüzdendir ki âşık kişi dirayetli, cesur ve dozunda da olsa ısrarcı olmalıdır. Bu özellikler sağlandıktan sonra aşk kendi yolunu kendi bulacak ve iki kişinin de hayatına usulca süzülecektir. Aşk öyle özgürlükçüdür ki kimseyi, hiçbir engeli gözünde büyütmez. Ne padişah tanır ne kral. Aşk reis tanımaz, reis aşkı tanımalı. Tuğana Bıçakçı SONSUZ SEÇİMLER Eğer gerçekten de paralel evrenler varsa ve bu birbirinden farklı dünyalar seçimlerimiz üzerine şekillenip farklı evrenleri doğuruyorsa kim bilir şu an kaç farklı yaşamımız vardır. Sadece tek bir günde bile bilinçli ya da bilinçsiz bir sürü karar verdiğimi düşündüğüm zaman sonsuz kelimesi bile olasılıkların yanında sıfır kadar değersiz kalıyor çünkü hayatımızdaki seçimler şuraya gitmeseydim ya da bunu demeseydim farklı olurdu demekten daha derine iniyor. Sadece saniyelerle tüm hayatımızın şekillendiğini düşündüğüm zaman ise seçim yapmak gözümde korkutucu bir hale bürünüyor çünkü gün içinde çoğu seçimimizi farkında olmadan yapıyoruz. Bu zamana kadar hayatımızdaki seçimler ve onlar üzerine oluşan paralel evrenler ile ilgili sayılamayacak kadar dizi ve film çekilmiştir, kitaplar kurgulanmıştır. Eminim ki benim gibi bir sürü insan Donnie Darko, Kelebek Etkisi ve Bay Hiçkimse gibi filmleri izledikten veya Olasılıksız gibi kitapları okuduktan sonra seçimlerini sorgulamaya başlayıp bunları düşünmüştür fakat bana göre, konunun en ince ayrıntılarına kadar inen ve en geniş açıdan bakan film kesinlikle Bay Hiçkimse’ydi. Bu film, ana karakter olan Nemo’nun daha küçük bir çocukken annesiyle mi yoksa babasıyla mı kalmalı sorusuyla başlayıp sonsuza kadar gidiyor. Filmde 117 yaşında olan Nemo’nun kendisi bile ne yaşadığını, ne seçimler yaptığını hatırlamıyor ki bir izleyici olarak ben, ana karakterin sayısız alternatif yaşamlarını anlatan bu filmi izlerken kendime çok kez neler oluyor sorusunu sordum. Birçok insanın hemfikir olduğu, hayat tesadüflerden ibarettir cümlesini düşündüğüm zaman ise aklıma bu tarz konuları işleyen filmler geliyor ve hayatımız tesadüfler değil de seçimler üzerine mi kurulu diye düşünmeden edemiyorum. Biz yaşadıklarımızın çoğunu şans veya tesadüf ile açıklarken aslında hepsinin kendi seçimlerimiz üzerine kurulu olması çok ilginç çünkü ben de çok kez tesadüfe bak diye yaşadığım olaylara, aniden karşılaştığım insanlara şaşırıyorum. Arkadaşlarıma ve aileme gün içinde herhangi bir yaşadığım olayı anlatırken tesadüfen karşılaştık, şansa bak, ayarlasak olmaz tarzı cümleler kurup hayret ediyorum. Aslında bu tarz olayları evden birkaç dakika geç çıkma ya da dolmuşu kaçırma gibi nedenlerle açıklamak, karşılaşmanın tesadüf olduğuna inanmak, evden geç çıkmasaydım karşılaşmayacaktım diye düşünmek o kadar saçma ki. Çünkü evden geç çıkmak ve dolmuşu kaçırmak da bir seçimdir çünkü bunların hepsi son anda makyajı beğenmeyip düzeltmek, aynaya tekrar bakmak veya kıyafet değiştirmeye karar vermek gibi seçimlerimizin basit birer sonucudur. Bu gibi seçimler yaparken düşünmeden yaptığımız için acaba bu yaptığımın sonucu karşısında hayatım ne kadar değişecek demeyiz fakat derin düşünüldüğünde çok şey değişecektir. Karşılaştığımız kişi için de bir sürü seçim olduğunu düşünürsek ve aynı Bay Hiçkimse filminde olduğu gibi bu olasılıkların hepsinin birer evren yarattığına inanırsak evden bir dakika erken ve geç çıkmanın sayısız dünya yarattığı fikri beynimi patlatacakmış gibi oluyor çünkü bu olasılıkların bir sınırı yok. Hayatımda en çok kurduğum cümlelerden biri olan o gün dershanede birkaç dakika daha oyalanmayıp hemen çıksaydım, onunla hiç karşılaşamayabilirdim cümlesini düşündüğüm zaman bilinçsizce ve aniden verdiğim kararların sonuçlarının ne kadar büyük olduğunu yıllar sonra fark edebiliyorum ve bu da beni en çok hayrete düşürenlerden biri. Seçimlerimizin ve doğurduğu sonuçların bir sonu olmadığı gibi Bay Hiçkimse filminin de bir sonu yok ve Nemo bir yana, izleyiciler bile annesini mi yoksa babasını mı seçti, hangi evren gerçek yaşanmışlıklardı bilemeden film bitiyor. Kim bilir belki paralel evrenlerin var olup olmadığı bir gün kesinleşir fakat o zaman bile, verdiğimiz kararların sonuçları bizim için kesin olamaz. BULAŞICI HİSLER, HASTALIKLI ŞİİRLER Yorgunuz ve gittikçe yok olan hislerimizin peşinden gidemeyecek kadar da üşengeciz. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrendiğimde 6 yaşındaydım. Yoldan geçen arabaları sayıp çift sayı çıktığında, şanslı olduğumu düşünürdüm. Artık bu düşüncelerden eser yok. Yerine beynimde yanıp sönen cümleler var:’’ Hiçbir işe yaramıyorsun.’’ gibi. Eksik bir şekilde büyüyünce, eksikliklerini tamamlamak çok zor oluyor. Kendimi neye benzeteceğimi, nasıl tamamlayacağımı bilmediğim anda bir kitapla tanıştım. Beni tanımlayacak bir sıfat bulamazken Ali Lidar meğerse beni anlatmış Yolun Başı kitabında. ‘’Annemin eskise de atmaya kıyamayıp tavan arasına kaldırdığı eşyalar gibiyim.’’(Ali Lidar, Yolun Başı, Eksik). Kimse o kadar değersiz olamaz diye düşünmeyin. Kullanıp atılmaya o kadar musaitiz ki insanlar olarak. Ölen birinin vesikalığı gibi, yas zamanı baş köşede sonrasında ise daha fazla üzülmemek için kaldırılmış bir çerçeve. O çerçeve oysa hiçbir zaman o masaya ya da o duvara ait olmamıştır belki de. Nereye aitiz ki gerçekten? Yaşadığımız şehir miyiz yoksa sadece bir parçası mıyız? Dahada kötüsü, bir parçası olamayacak kadar bir hiç miyiz? Bir yere ait olamamanın ne demek olduğunu öğrettiğinde hayat sana, kendini koyacak yer arıyorsun. Sonra bulamayınca sadece geçiyorsun. Geçiştiriyorsun. Geçiştiriliyorsun! Yazarımız Lidar bu duruma o kadar güzel açıklık getirmiş ki şu şekilde: ‘’ Nereye bakarsam bakayım bulamıyorum kendimi, olduğum yerde değilmişim gibi geliyor. Olmadığım her yerde de hep varmışım gibi...’’. Bedenimin bulunduğu yer aslında her zaman olduğum yer değildi benim. Eski bir evdeyim bazen, işi bitmiş aynı zamanda terk edilmiş ama sallanan bir koltukta sallanıyorum. Bazen ise kuru bir kalabalıktayım, sesler yükseliyor insanlar yürürken çarpıyor, geçiyor ve gidiyor. Farkındayım bu durumun, ait olamamanın, yalnızlığın. Unutulmuşluğun hissettirdiği duyguların farkındayım. Kendi elinle yapıp, aynı şeyleri bozanın ellerim olduğunun farkındayım. Bir şey iyiye gittiğinde kendime yakıştıramamak... Nasıl bir duygu bilir misiniz? Yanlış görülmüş bir rüya, yanlış anlaşılmış bir cümle nelere neden olur bilir misiniz? Lidar’ ın ‘’İsteseydin Olurdum’’ adlı şiirinde altını çizip kendimi çizdiğim çizgilere gömdüğüm bir dizesi şudur: ‘’ Aslında ben iyi şeyler düşünmekle ve düşündüğü her şeyin içine etmekle meşhur Kommageneli bir mezcup.’’ Benim hislerim, farklı kelimeler, farklı insanlar. Bazı hisler vardır, dersiniz ki içinizden bunu sadece gerçekten ben mi hissediyorum çünkü taşıyamıyorum. Taşıyan birini bulup yardım istemek istersiniz. Lidar dizelerinde bana yalnız olmadığımı hissettirdi. Hislerin cinsiyetleri, bedenleri, ruhları olmadığını gösterdi. Aynı duyguları taşımak için aynı şeyleri yaşamaya gerek yokmuş. Farklı acılar, aynı duyguları doğurabilirmiş. Geç öğrendim. Denedim, yanıldım, düştüm; kalkamadım, mahcup oldum. Farklı takıntılara sahip oldum düştükçe. Aşk gibi. Hastalık bu. Nerede? Ne yapıyor? Neden ona öyle baktı? Âşık olduğum zamanlarda bana bu obsesyonu katanları hiçbir zaman suçlamadım. Dönüp ‘’Bak bana ne yaptın?’’ demedim. Lidar da benim gibi hastalıklı seviyormuş sevdiğini, dizelerinden öğrendim ben. ‘’ Hadi sen uyu sevgilim, uyumadığın zamanlar başkalarını düşündüğün gibi tuhaf düşüncelerim var...’’(Hastalıklı Şiir, Yolun Başı, Ali Lidar). Hiçbir zaman sevdiğime yetecek gibi hissetmedim zaten, o yüzden başkalarını hak ettiğini düşünüp dururdum. Kafamda ona yakışacak kişileri dizer ve bir bir beni değil onları sevdiğine inanırdım. Aslında biraz da aşktan çok verdiği acıya da bağlıydım ben. Demiş ya yazar ‘’hastalıklı’’, tam anlamıyla hastalıklı bir haldeyim. Kendimi Ali Lidar’ ın şiir kitaplarına verip biraz da olsun yalnız olmadığıma inandırmak istiyorum. Âşığız, hastayız, hastalıklıyız! Nur ÖZKAYA İdil Gülen TURKISH 102-29 Çığlık Şu aralar iç dünyamı en güzel özetleyen bir sanat eseri seçecek olsam kesinlikle Edvard Munch’un Çığlık adlı tablosunu seçerim. Günbatımında bir köprü üzerinde duran ve çığlık atan, suratını adeta bir korku sarmış bir figür görüyoruz. Her insan bir sanat eserine baktığında farklı şeyler hisseder ve eseri farklı öğeler ile özdeşleştirir. Bana göre ise bu tablodaki çığlık atan adam benim iç dünyamı temsil ediyor. Sorumluluklar, üzüntüler ve hayal kırıklıkları ile dolu hayat karşısında sesiz bir çığlık atıyorum. Hayatın yoğunluğu ve karmaşası içinde bir dakika bile nefes almaya vakit olmadığı için iç dünyam bir köşede adeta sessizce acı çekiyor. Yirmi birinci yüzyılın yoğun temposu yüzünden hepimiz robotlar gibi olduk. Sürekli çalışmaya ve materyalizme yönelmiş durumdayız. Hiçbirimizin duygularını ve düşüncelerini sindirmeye vakti yok. Bu yüzden de iç dünyamız bunun cezasını çekiyor. Hani bazen kötü bir rüya görürken bağırmak istersiniz ama sesiniz çıkmaz ya işte iç dünyamız sürekli olarak bu işkenceyi yaşıyor. İç dünyamız bu kadar karanlık iken tabii ki çevremize de bakış açımız değişiyor. Tablodaki arka planda gökyüzünün kan kırmızı olduğunu görüyoruz, fırça darbelerini incelediğimizde ise karışık, yuvarlak ve kaos duygusunu aşılıyor. İç dünyası karanlıklar ile dolu bir insan çevresini de negatif bir ışık altında görmeye mahkûmdur. Bu insanlar dünyayı pembe gözlükler yerine siyah filtreli camlar ile görürler. Çığlık atan adamdan uzaklaşan iki figür görüyoruz. Bu iki figürün çığlık atan kişiden kaçması yalnızlığı sembolize ediyor. Rekabet ile dolu dünyada maalesef her koyun kendi bacağından asılmaya mahkûm. Arkadaşımız dediğimiz insanlar bile bize çok çabuk arakalarını dönüp çığlıklarımıza karşı sağır davranabiliyorlar. Bu resimde tek tesellim bu konu olabilir herhalde. Çevremde benim çığlıklarımı duyan ve duyduklarında da yardımıma koşan birçok arkadaşım var. Hayatın karanlığında kaldığımda gelip beni ışığa yönlendirecek arkadaşlara sahip olduğum için cidden çok şanslıyım. Bu yüzden çevrenizi hayatınıza pozitif ışık saçacak insanlar ile doldurun. Belki de bu resim bizi uyarıyordur, ne dersiniz? Bir an önce hayatımızı değiştirmezsek sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûm kalacağımızı söylüyordur. Hayatımızı değiştirmekten kasıt nedir peki? Benim için bu kendime vakit ayırmaktır. Hayatın yoğun temposunda kendimi kaybetmek yerine dinlenmek ve beni mutlu eden şeyler yapmaya zaman bulmak psikolojik sağlığımı ayakta tutmak için son derece önemli. Kendine zaman ayırmayan insan hayattan hiçbir zevk almadan yaşar. Böyle bir kişi de zaten kendisi için yaşamayan insandır ve sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûmdur. Çığlık atan figüre biraz daha yakından bakarsak eğer suratının çok belirsiz bir şekilde çizildiğini görüyoruz. İçinde o kadar acı barındırdığı için artık hayata karşı pasifleşmiş bir durumda. Eğer bir an önce hayatımıza çeki düzen vermezsek bir süre sonra yaşadığımız acılar yüzünden uyuşacağız ve hayatın güzelliklerine bile pasif bir şekilde yaklaşacağız. Hayattan hiçbir zevk almadan duygusuz bir biçimde yaşayacağız. İdil Gülen TURKISH 102-29 Bu resim neredeyse yüzyıl önce yapılmış olsa da çığlığın sesi günümüzde bile duyuluyor. İşte bir sanat eserinin güzelliği de bu değil mi? Yüzyıl öncesi gerek teknoloji gerek hayat tarzı olarak ne kadar da farklı olmuş olsa da günümüzde bu tabloyu hala kendi hayatımızla özdeştirebiliyoruz. Bir sanat eseri zamansız olmalı, seneler sonra bile bakıldığında her dil, din ve ırktan insana hitap ederek evrenselliğe ulaşmalı. İdil Gülen Öğrenci ID Numarası: 21401721 Bölüm: İşletme TURKISH 102-29 Feyza Nazlıcan Doğan Aynalarla Yaşamak Aynaya baktığında ne düşünürsün? Görüntü müdür seni tek ilgilendiren, ya da görüntünün altında insanların senin hakkında ne düşündüğünü de aklına getirir misin? Ben aynaya her baktığımda beni hiç tanımayan biri görse onun üzerinde nasıl bir izlenim bırakırım diye düşünürüm. Her zaman bir ayna olsa da kontrol edebilsem kendimi çünkü ne kadar yanlış olsa da gördüklerimize odaklanırız, ona göre yorum yaparız. Güzel bir ifadeden ziyade güzel bir ayakkabıdır dikkatimizi çeken. Modayı popüler kültür öğesi hâline getiren de bu bakış açısı, algıda seçiciliğin görüntüdeki ayrıntılara kayması sanırım. Kitaplar yavaş yavaş hüzünle uzaklaşırken bizler de kaybettiklerimizin farkına varmadan devam ediyoruz hayatın aynalı yollarına. Ne kadar kontrol edersem edeyim kendimi, içimdekileri yansıtacağım diye korkuyorum. Anlamasın istiyorum kimse ne düşündüğümü, ne hissettiğimi. Yine kimse hiç kimse görmesin, kütüphanenin en kuytu köşesinde nasıl görünüyorum diye düşünmeden kendi sesimi dinlerken yalnız kalmaktan zevk aldığımı. İlerideki hayatımı hayal ederken mimiklerimle duygularımı yansıttığımı da görmesinler. İçimde yaşayım mutlulukları, doğru zamanı beklerim ben. Yanlış seçimlerle pişman olmak için çok gencim daha. ‘’Sabır ve zamandan kuvvetli bir şey yok: Her şeyi bunlar yapar’’ demiş Tolstoy. Ben de inanıyorum buna, bekliyorum sabırla. Var içimde aşka susamışlık lakin en saf suyu bulmak istiyorum, en bağlananı, en sadığı. Ben taksam da aynalara, bana aynaları unutturacak biri lazım. Öğretmesi lazım iç güzelliğin asıl önemli şey olduğunu. Modayı başkaları için takip etsek de birbirimizde tek aradığımız gözlerin samimiyeti olmalı. Çok mu istiyorum bilemem ama değer beklemeye çünkü ‘’Hayat bir paragraf değildir ve ölüm de bir parantez’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız, s.22) Yaşamın sonu belli olmadığı gibi gidişatını da kestiremeyiz, çoğu zaman sürprizlerle doludur. Başkalarının düşüncelerinden uzaklaştıran her şey değerli benim için. Var tâbi ki sevdiğim insanlar ailem, arkadaşlarım, kardeşlerim… Ama onlardan da uzaklaşmalıyım bazen hatta aynalardan da… Sadece ben ve hayallerim kalmalıyız. Bana yapılmasını sevmediğim şeyi de yaparım belki yani insanları izleyip hayatlarını ve mutluluk derecelerini tahmin ederim. Varsa da yaşadıkları olumsuzluklar, çoğu iyi gizler gerçek hayatını. Mutlu görürüm onları. Lakin bakmasın kimse bana, aynam yok yanımda. Bilmiyorum nasıl göründüğümü, var mı yüzümde izleri yaşadıklarımın, düşündüklerimin, hayal ettiklerimin. Yalnızlığı sevsem de çok mu yalnız görünüyorum yoksa diye endişelenirim. Rachel Hawkins’in de dediği gibi ‘’Beni kimsenin göremeyeceği bir yerde olmak istiyordum.’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız) Sanki tüm yanlışlardan, pişmanlıklardan kaçıyordum böylece. Olası hataları uzaklaştırdığım gibi geçmişime de perde çekiyorum kendimle baş başayken. Bir kişi istiyorum sadece her an yanımda olma izni olan. Diğerlerinin sınırları olmalı fazla yaklaşamamalılar çünkü kalbimi kolay açamıyorum herkese, açtığımı da çıkarmam geri, biliyorum. Verdiğim değeri almak isterim, şu ana kadar yaşayamasam da. Şu an kulaklara karamsar gelse de ruh hâlim, benim için de umut dolu gelecek var. Bazı noktaları benim elimde olan ama kaderin de işin içinde olduğu bir gelecek. Ben bu geleceği düşlerken babamı arayıp kendim gelebilirim diyorum ve uzatıyorum yolu çünkü daha bitmedi hikâyem. Elimde bir kahve dolaşıyorum. Bir ev seçiyorum kendime, modern ama içten. İçi hem geleneksel hem aykırı. Bir gün mantı yerken, öbür gün Raviolli yiyebiliyoruz. Kafka ile Mevlana da yan yana bizim kitaplıkta. Rachel Hawkins’in hayalleri tren yolculuğu boyunca sürüyor, geçmişini geleceğiyle harmanlayıp kendi hikâyesini oluşturuyor o da. Hayâlindeki ev görüş mesafesinden çıkana kadar sürüyor hikâyesi. Benimki ise annemin ‘’Nerede kaldın?’’ mesajıyla sonlanıyor. Doğru ya saate bakmayı unutmuşum, kahve de soğumuş. Güzelinden almıştım oysa ki hayallerime eşlik etsin diye. Neyse yeniden merhaba o zaman aynalar, ne yalan söyleyeyim özledim diyemeyeceğim… Kaynakça Hawkins, Paula, çev. Aslıhan Kuzucan,2015,İthaki Yayınları Ütopyadan Geleceğe: Mülksüzler İçinde iki ayrı dünya barındıran bir ütopya, Mülksüzler. Değer yargılarını ve toplumsal şartlanmaları yeniden düşünmeye iten bir kurgu. Anarres ile gönüllerde büyüyen sınırsız, sınıfsız bir toplum ve kapitalist anlayışın hüküm sürdüğü Urras ile günümüz dünyasından da esintiler taşıyor. Heyecan veren yönü ise hikâyenin düğümlendiği noktaları, ana karakteri Shevek’in duygularını okuyucuyla doğrudan paylaşarak aktarabilmesiyle ortaya çıkıyor. Geleceğe, bundan yüzyıllar sonrasına dair hayal kurmak her daim haz aldığım bir aktivite oldu. Baskının, şiddetin ve zorbalığın olmadığı bir dünyada, özgür istenciyle bir arada yaşayan insanların oluşturduğu bir toplumda hayat nasıl olurdu, sorusuna özgün bir yanıt vermeye çalışsam, kafamda bir ütopya kursam herhalde Anarres gibi bir şey olurdu. Ama süregelen yaşam tarzıyla karşılaştırıldığında, çocukların gördüğü muamelenin ya da toplumsal cinsiyetin uygulamaya yansımasının hayal gücümün sınırlarını zorladığını itiraf etmeliyim. Sanırım insanın, içine doğduğu toplumun hayatı ele alışından tamamen farklı bir bakış açısı geliştirmesinin zorluğu buna sebep olarak görülebilir. Bu yönüyle Mülksüzler –tüm ütopyalar gibi- düşünsel hareketliliği ayyuka çıkaran bir eser niteliği taşıyor. Kişisel deneyimimden yola çıkarak, beyin jimnastiği tadındaki bu tür okumaların insana katkısı yadsınamaz, diyebilirim. Kitabı ilk kez okuduğumda on sekiz yaş heyecanı taşıyordum. Gözümü kırpmadan, arka arkaya birkaç bölüm bitirdiğimi hatırlıyorum. Sürükleyici sözcüğü hafif kalıyor, zira Urras denen günümüz benzeri adaletsizlik ve çelişkilerle dolu yerde olup bitenler ve kitabın temel çıkış noktası olan mülksüzlük kavramının sınırlarının, insan vicdanı ve kolektif bilinç gibi değerler üzerinden anlamlandırıldığı, verimsiz, kurak ve fakat anarşist gezegen Anarres’in tahakküm ve iktidar olgularını alt üst etmesi, kitabı dayanılmaz derecede ilgi çekici kılıyor. Kapitalizmin bolluk-bereket yanılsaması ve ahlaki normların toplumsal karşılıklarının da değerlendirildiği ve bir yönüyle insanlığın düzenle ilişkisini mevcut ve gelecek perspektiflerinden ele alındığı söylenebilir. Devlet ya da buna benzer bir otoriter örgütlenme olmaksızın işlerin yürütülmesi, ihtiyaçların giderilmesi, sahip olmak yerine paylaşmanın kabul görmesi vb. olgular, insanlığın ortak mirasını devralan ve üzücü biçimde çöpe atan günümüz toplumuna bir eleştiri olarak ele alınabilir. Fakat Le Guin, aynı zamanda olası bir anarşist toplum düzeninin işleyişinin muhtemel sorunlarını, bu toplumun bilim ve teknolojiyle ilişkisini ve en önemlisi de taban tabana zıt, modern kapitalist topluma benzeyen bir başka toplumla olan bağını irdeliyor. Mevcut yaşam biçiminden memnun olmayan ve başka bir dünya mümkün diyenler için böylesine ustalıkla yazılmış bir ütopya hem umut verici hem de zihin açıcı. Fikrimce, insanlar bu kadar kalabalık biçimde bir arada yaşadığı sürece Dünya, daha adil bir yer olmayacak. Zenginlik içinde yüzen ve yokluktan kırılan iki uç topluluğun bulunduğu ve kâr hırsıyla, kaynaklar için savaşılan, bir yandan da doğal dengesi hızla bozulan gezegenimizin yakın gelecekte ütopik bir yer olmayacağı açıkça görülüyor. Yine de insanlar hayalci de olsa eşit, adil ve özgür bir dünya için düşünmekten, yazmaktan, eylemekten vazgeçmiyor. Bilim insanlarının söylediğine göre buzulların erimesiyle önümüzdeki yüz yıl içinde okyanusların seviyesi bir metre kadar yükselecek. İklim değişikliğinin yıkıcı etkileri de göz önüne alınırsa yüz milyonlarca insanın yurtsuz kalacağı aşikâr. Bana kalırsa insanlığın kurtuluşu için durup düşünecek vakti dahi yok. Lakin bu kadar vahim durumda olduğumuzun farkında da değiliz. Ama belki de, teknolojik ilerleme günümüzden çok uzak olmayan bir gelecekte, canlılar için çok farklı varoluş biçimleri ortaya çıkaracak ve belki de, bir maden, her şeyi baştan sona değiştirecek. Kim bilir, her şeyi zaman gösterecek… Belirsiz Rotalar Osman Kağan Yayla Alex Sipiagin, Criss Cross şirketinden çıkardığı dokuzuncu albümünde yine harika bir kadro topluyor ve belki de şimdiye kadarki en iyi albümünü bizlere sunuyor. Kadroda daha önce beraber çalıştığı hatta müzik eğitimini beraber aldığı isimler var. Saksofoncular David Binney ve Chris Potter, hem Sipiagin ile çok iyi anlaşıyorlar hem de kendi aralarında inanılmaz bir harmoni kurmayı başarıyorlar. Davulda gördüğümüz Eric Harland ise ritimleriyle birden çok duyguyu birden yaşatabiliyor. Özellikle “Fast Forward”da oluşturduğu gerilim şarkıya büyük yoğunluk katıyor. Sipiagin’in Moskova’dan sınıf arkadaşı Boris Kozlov’un bas ritimlerinin albümün bu kadar yoğun ve tahmin edilemez olmasından çok büyük bir payı var. Açılış parçası olan “Next Stop – Tsukiji” tempo değişimleri, abartısız ve yerinde sololarıyla albümün gidişatı konusunda bize bir resim çizmeyi başarıyor. ”Destinations Unknown” , New York’lu bu ekipten beklenen gibi modern ve cazın sınırlarını zorlamaya çalışan bir albüm. ”Next Stop – Tsukiji”de yönü davullarıyla Harland çiziyor ve altılının geri kalanı bu yola ayak uydurma konusunda hiç de geri kalmıyor. Üflemeli çalgılar kısmında ileri geri sololar asla bitmiyor. Basta Kozlov’sa nefes almayan bir döngü halinde ritimlerini şarkı boyunca sürdürüyor. Sonlara doğru ise Craig Taborn muhteşem piyano solosuyla yeteneğini sergiliyor. ”Calming”de favori parçalarımdan biri Boris Kozlov’un derin ritimlerini şarkının ismine yakışır bir şekilde sakin ve zarif sololar takip ediyor. "Meu Canario Vizinho Azul" stresli bir günden sonra dinlenebilecek bir parça. Üflemeli çalgılardan çok bence bu şarkıda piyano, davul ve bas öne çıkıyor. Şarkıdaki Latin Amerika esintisi hissedilebiliyor. Hatta gözlerinizi kapadığınızda kendinizi bir Brezilya sahilinde, en sevdiğiniz içkiyi yudumlarken bulabilirsiniz. Bir Latin klasiğini Sipiagin modern yollarıyla çok güzel yorumlamayı başarıyor. Albümün bence en başarılı parçası “Fast Forward”. Harland ve piyanodaki Taborn giriş sekansında neredeyse paranoya olarak nitelendirilebilecek bir bilinmezliğe doğru yolculuk hissi yaşatıyor bize. Bilinmeze olan bu karanlık yolda ilerlerken gökyüzünü havai fişekler gibi aydınlatan sololarla karşılaşıyoruz. Oluşan bu ışıklar gökyüzünde yer kapmak için bir savaş veriyor ve aynı şekilde enstrümanlar, sesler de çarpışıyor. Sesler birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar ve galibi belirleme görevi bize düşüyor. Sipiagin ve ekibinin bu kadar başarılı olmasının sebebi ise bir galip belirleyemiyor olmamız. Parça sonlara doğru aynı bilinmezliği korumayı ve gerilimi, yoğunluğu hiç düşürmemeyi başarıyor. Bu şarkı albümün ismine uygun olarak gerçekten belirsiz bir rota hissi yaratıyor. Bu albüm birden çok kültür ve gelenekten besleniyor ki bu da kalitesini perçinliyor. Ve albümdeki bu çokkültürlülüğü aslında bütün caz tarihinde görmemiz mümkün 20. yüzyılın başlarında New Orleans’da ortaya çıkıyor caz. New Orleans’ta ortaya çıkmasında buranın bir liman kenti ve müzisyenlere uygun bir ortam hazırlayan canlı bir gece hayatına sahip olması çok önemli etkenler. Belirsiz rotalarda tesadüfen karşılaşmış insanlar var bu şehirde. Köle olarak getirilen Afro-Amerikalılar caza kendi ritimlerini, ”blues” müziği ve geleneklerini ekliyor; Avrupalılarsa klasik müzik kültürünü ve enstrümanlarını katıyor. Bütün bu özellikleri birleştiren element ise bana kalırsa duygular. Duygu olmasaydı, müzisyenler hissederek çalmasaydı bu kadar birleştirici bir müzik türü olamazdı herhalde caz. Sonuçta ortaya bütün dünyadan insanları birleştirebilen ve onların bir şeyler hissedebilmelerini sağlayan bir tarz çıkıyor. Yazımı bir şekilde sonlandırmam gerekirse bu albüm cazın köklü özelliklerini ve çokkültürlülüğünü korurken aynı zamanda modern zamana ayak uydurmayı hatta bir kaç adım ileri gitmeyi başarıyor. Daha önce hiç caz dinlememiş kişiler için zorlayıcı veya sıkıcı gelebilir bu albüm ama ben herkesin en azından bu albüme bir şans vermesini öneriyorum ve pişman olmayacağınızı düşünüyorum. Burak BOZDOGAN SİZDEN YUKARIDA ÖYKÜ YAZIYORUM Ben öykü yazamam. Anlatacak hiçbir şeyim olmadığından değil! Bu sayfalar aslında hep benden sorulur. Tek sorunum başkalarını hikâyelerime katamamam. İlgi çekmiyor hep kendimi yazınca da. Yoksa ben öykünün en güzelini yazarım ama ben öykü yazamam. Sizin okuduklarınıza benzemez benimkiler. Sizin yazdıklarınızın yanından geçer sürekli dil göstere göstere... Yukarıdan bakar hem size hem yazdıklarınıza benim öykülerim. Ben sadece kendi cesedimin otobiyografisini yazabilirim mesela. Başka kahramanlar bulamazsınız kesinlikle. Krjijanovski on bir hikâye yazdıysa ben on iki tane yazardım. Onun kitabı üç yüz sayfaya yakın olduysa ben beş yüz sayfa yazardım. Sadece kendimi yazardım ama her zamanki gibi. Bir Cesedin Otobiyografisi değil, ‘cesedimin otobiyografisi’ olurdu kitabımın ismi. Sizin anlamanızı beklemiyorum ruhsuz yazıları hayranlıkla okurkenki tavrınızla. Size fazla gelecektir ne yazarsam yazayım. Yüz altmış sene öncenin adamıymışım ben. Derinliği kendi gözleriyle görmüş insanlar okumalıymış beni. Diplerdeki çamurlarla yıllarca ahbaplık etmiş olanlar, kendilerini olduklarından fazla görmeyenler bakmalılarmış benim baktığım manzaralara benim gözümden. Yanlış zamanda doğmuşum. Tek sevinebildiğim şey doğru kitabı okumuş olmam. Doğru kitabı okudum ve size de sadece doğruları yazıyorum. Okuyun ki yukarıdan bakamasın benim gibiler size de yazdıklarınıza da. Derin olmak için derinlerde, diplerde vakit geçirmek zorundasınız. Unutmayın! Ucuz ve güzel bir yemek istiyorsanız şehrin uzak köşelerindeki kenar mahallelere gitmek zorundasınız. Yazmanın ucuzu yoktur tabii. Benzetme yaptıysam da direkt almayın! Düşünseniz biraz, olacak. Ben de bırakacağım sizi aşağılamayı. Bir deneyin... Benlik kavramı kesinleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Bunu ilk elden tecrübe ettim kısa hayatım boyunca. ‘Sevdim’ dememek gerektiğini öğrendim. Sevilmeye değer olduğunu söylemek daha değerli olmalıydı hep sevilenler için. Kendi değerlerini başkalarıyla değil, kendileriyle belirlemeliydi tüm değerli insanlar. Ben sevmedim, sen sevildin. Çünkü sevilmeye değerdin. Bu konu üzerinden yaşıyorum ne yaşıyorsam. Ben yapmıyorum, gerekenler oluyor. Bu yüzden kutsal tüm yazdıklarım. Bu yüzden ağzınız açık okuyorsunuz başarısızlığı kılpayı kaçırmış Rus bir amcayı... Dönüp kendinizi kontrol etmediğiniz her gün için bir çentik attı bilip görmediğiniz eller. Kendinizi yeterli gördüğünüz için güldüler size. Şu halinizle nasıl yeterli olabilirdiniz ki? Kendinizi yeterli gördünüz her yaşadığınız gün. Şimdi bile pişman olamıyorsunuz. Nasıl olur? Oldu işte. Başarısızlığı siz de kaçırdınız. Başarısız bile olamayacak kadar kötüsünüz. Bunu kabullenin, öyle okuyun beni de Krjijanovski’yi de. Günler geçiyor ve benim yazdıklarım sizinkilerden her gün daha iyi oluyor. Yeterli değilsiniz. Kendime nasıl baktığımı görüp acıdınız mı? Siz kimsiniz de acıyorsunuz? Bu sayfalar hep benim! O okuduğum, genellemelerle dolu hikâyeler benimkilerin yanında cüce garsonlar olarak kalır. Ne dedim ben? Benlik kavramı kesinleşmediği, nesnelleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Ben kendimi dışarıdan göremediğim için böyle bakmak zorundayım. İsteyerek yapmıyorum aslında. Bu kadar iyi olmayabilirim bile. Tek boyuttan bakmak hep daha kolay olmuyor mu zaten? Bu yüzden okumuyor muyum hiç tanımadığım insanların nüanslarla dolu hikâyelerini? Ben öyle yazamıyorum. Ben tek boyutlu, sadece insanlara dışarıdan bakarak yazdığım, diğer yazılara aşağılayan gözlerle bakan yazılar yazabiliyorum. Ben olsam ben de okumazdım belki de başkalarının böyle yazılarını. Yine de vazgeçmek imkansız. En iyi benim dedim ya! Benlik kavramını zorla kesinleştirdim işte... Farkı yansıtmak önemli olmalı yazarken. Kendimi öve öve bitiremediğime bakmayın, tek boyutlu düşünüp topu panyaya fırlatarak başarılı olan basketbolcular gibi benimki. Yedek planım yok. Başka tek bir seçeneğim olsa, bu halimden vazgeçerdim. Mükemmel olmak da bir yere kadar. Bakın yazara, nüanslarıyla benden daha mutlu... DÜŞÜNMEK    Bazen öyle oluyor ki düşünüyorum ama yazacak bir şey bulamıyorum. Kopuk kopuk cümleler  geliyor aklıma, birleştiremiyorum. İşin doğrusu aslında düşünemiyorum, çünkü kendimi kilitliyorum.  Sonra canım sıkılıyor, moralim iyice bozuluyor; ya uyku bastırıyor ya da delice bir çikolata yeme isteği.  Ama bugün kararlıyım. O kilidi açacak, beni diğer türlerden üstün kılan düşünme yeteneğime tekrar  kavuşacağım. “Beni diğer türlerden üstün kılan düşünme gücü”: Farklı konularda pek sık duyduğum  cümle, kime sorsak onaylanacak cümle. Madem beni, bizi “üstün” kılıyor ve madem herkes konuyu  biliyor; kabul ediyor, o zaman “düşünce”den, “düşünmek”ten kimilerimiz neden uzak duruyor ya da  durulmasını istiyor?    Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Örneğin rahata düşkün olma, açık sözlü olayım “tembellik”,  düşünmemeye iter. Herkesin içinde yaşadığı bir topluluk var. Tabii her topluluğun normları, kültürü,  adetleri yani bir sürü görünmeyen ama herkesin bildiği kuralları mevcut. Bu kurallara uymak, sürünün bir  parçası olmak, akıntıyla sürüklenmek ciddi bir konfor sağlıyor. Çünkü içinde yaşanılan sistem bu akıntının  hızına göre ayarlanır. Bir kaya herkesin yolunu kesiyorsa sistem bu soruna doğrudan veya dolaylı bir  çözüm getirir. Fazla enerji harcamadan ilerlersiniz. Tabii arada akıntının hızı, geçtiği yol sizin tercihinizle  uyumlu olmayabilir. Yeteri kadar tembelseniz buna aldırış etmemenin bir yolunu bulursunuz. Örneğin yol  üstünde çok güzel çiçekler görüp orada biraz durmak veya yan patikadan gelen sesi merak edip yolunuzu  oraya  çevirmek  istediniz,  ama  o  zaman  akıntıya  uyamayacaksınız.  Bu  durumda  “Boşver,  akıntıyla  gidersem vakit kaybetmem.” veya “ Tehlikeli olabilir. Akıntıda güvendeyim.” gibi genel geçer kabullerle  kendinizi  rahatlatarak  yolunuza  devam  edebilirsiniz.  Halbuki  akıntıyla  gitmekten  bunalıp  ona  karşı  durmak ve yeni bir yol izlemek size daha fazla güç sarf ettirir. Önce bunu nasıl yapcağınızı düşünmelisiniz.  Sonra sürüden ayrılmanın getirdiği tepkilere karşı koymalı ve yeni yolunuzu kendi başınıza, şanslıysanız  bir miktar yardımla, belirlemelisiniz. Bu kadarla bitse iyi. Ya önünüze çıkacak engeller? Artık sistemin  dışında olduğunuz için kullanabileceğiniz hazır çözümler de yok. Çok fazla parametreyi düşünmek ve  alternatif üretmek durumundasınız. Tutsak Güneş romanındaki kurum görevlileri misali tembelliği seven  beyinlere göre değil pek. Hangi soru sorulursa sorulsun öğretilmiş bir kaç cevaptan birini veriyorlar.  Karşıdaki kişinin ihtiyacının ne derece karşılandığının önemi yok. Sabah işe gelip öğretilenleri harfiyen  uyguluyor,  akşam  işten  çıkıyorlar.  Beyin  tembelliğinin  karşılığında  elde  ettikleri  monoton,  kişiyi  geliştirmeyen ama sorunsuz olacağı garanti edilen bir hayat.    Daha ilginç olan bir grup ise düşünmeyi seven, hatta bu yolla hayatını kazanan ama gündelik  yaşamında ortaya koyduğu davranışlar yukarıdakilerle aynı olan insanlar. Romanın kahramanı Yuna gibi.  Yaşadığı kimi gerçeklere katlanamayıp unutmayı seçen, tamamen bilimsel çalışmalarına dalarak etrafında olup  bitenlerden  kendini  soyutlamış  bir  bilim  kadını  Yuna.  Kafasını  “faydalı  buluşlara”  gömerek  devekuşuna  dönüşmüş;  işinden  aldığı  tatmine  kapılarak  geri  kalan  konularda  otoritenin  yaptığı  açıklamaları sorgulamadan kabullenen bir dahi. Çünkü bilimsel hayattaki başarının sosyal alandakinden  fersah  fersah  üstün  tutulduğu  bir  ortamda,  tek  yönlü  bir  bakış  açısıyla  yetişmiş.  Böylece  sosyal  yaşamdaki başarısızlıklarını iş hayatıyla kamufle etmiş ve kendini yaşamın gerçeklerine kapatarak acıdan  korunmuş.    Üçüncü  grup  ise  romandaki  yönetici  takımı  gibi  kendileri  düşünen  ama  başkalarının  düşüncelerinden korkanlar. Hayattaki amaçları sadece “güçlü olmak” olan insanlar... Güç ne aracılığı ile  elde  edilecekse  o  yola  koşarlar:  Mevki,  para  veya  fiziksel  kuvvet.  Kendilerini  sadece  “güç”  ile  tanımladıkları için ona ulaşmanın en kısa ve kesin yolu neyse onu seçmeye mahkumdurlar, çünkü başka  türlü  var  olduklarını  hissedemezler.  Halbuki  insanoğlu  her  koşulda  kendini  yaşatmaya,  var  etmeye  programlanmıştır. Doğal olarak önlerindeki en büyük tehlike idealleri, etik değerleri olan ve düşünen  insanlardır. O yüzden tıpkı romandaki gibi vazgeçilmez silahları olan baskı kurmak, çevreyle ilişkiyi  olabildiğince sınırlamak, biatı üstün bir değer gibi sunmak, toplumu çoğu gerçek olmayan düşman ve  tehlikelerle sürekli diken üstünde tutmak tarzında yöntemlere baş vururlar.    Düşünmeyi yaşam biçimi haline getirmenin yolu ise ailede ve okulda alınan kaliteli, doğru, uygun  eğitim ve öğretimden geçer. Bilgiyi insanın önüne koyan değil ona nasıl ulaşılacağını öğreten; soru  sormayı teşvik eden; tabuları değil şartlara ve ihtiyaçlar göre gerekirse değişebilen sınırları olan; belli bir  alandaki gelişimi yeterli ve diğerlerinden üstün görmek yerine insanı tüm yönleriyle bütün olarak ele alıp  çok yönlü gelişimine olanak veren; eğiten değil eğitilen odaklı yöntemler, düşünen beyinlere giden yolu  oluşturabilir ancak, çünkü Simon Bolivar’ın da dediği gibi “Düşünce saksıda büyüyen bitkiler gibidir,  kökleri hiç bir zaman saksının elverdiğinden fazla gelişmez.” (akt. Kulin 228).    Kaynaklar:  Kulin, Ayşe. Tutsak Güneş. İstanbul: Everest Yayıncılık, 2015. Baskı. Büşra Altıntepe ŞİİRDEN KOPMAMAK Otobüs yolculuklarında yanınızda oturan kişinin okuduğu kitabı veya gazeteyi okumak size de çok cazip geliyor mu? Benim kendi elimdeki kitabı bırakıp, yanımdaki kişinin kitabını okuduğum çok zaman olmuştur. Bunu söylerken de hiç utanmıyorum. Ne yapayım böylesi çok daha eğlenceli! Geçenlerde okuldan eve dönerken otobüste yine komşunun tavuğu kaz göründü bana. Diktim gözümü yanımdaki kadının kitabına, ne okuduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk izlenimim bunun bir şiir kitabı olduğu yönünde. O da kitaba yeni başlamış, daha ilk şiirleri okuyor. Ben de onunla birlikte üç beş şiir okudum Bilkent Köprüsü durağından Ümitköy durağına kadar. İneceği durak yaklaşınca kitabı kapatıp kucağına koydu. Ben de böylece ismini görmüş oldum. Kime ait olduğunu bilmezken de hoşuma giden bu satırlar Murathan Mungan’a ait. Kitabın ismi de Solak Defterler. Kitabın tamamını okumadığım için isminin nereden geldiğine dair yorum yapamasam da ben de solak olduğum için kendimle bir bağ kurdum ister istemez. Bu da kitabı ve şiirleri daha çok merak etmeme sebep oldu. Kadın otobüsten iner inmez internetten kitabı sipariş verdim. Sonrasında eve varana kadar şiir üzerine düşünüp durdum. Ne kadar uzun zamandır şiir okumuyorum doğru dürüst. İnternette denk geldiğim tek tük satırları tenzih ediyorum tabii ki. Elime bir kitap alıp, sesli sesli şiir okumaktan bahsediyorum. Halbuki küçükken ne çok severdim. Tek ortalı çizgili bir defteri şiir defteri yapmıştım, her sayfasını dolduracak kadar da şiir yazmıştım. Sonra bir gün aniden gelen bir cesaretle şiirlerimi ilkokul öğretmenime göstermiştim. Beni güler yüzle karşılamış ve şiirlerimi çok beğendiğini söylemişti. Sonra da adeta beni yüreklendirmek istercesine bir şiir dinletisi organize etmişti. Sınıftaki herkes bir şiir ezberleyecekti ve gösteri gününde ailelerimiz geldiğinde şiirlerimizi okuyacaktık. Henüz ilkokul üçüncü sınıftaydık. Çoğu öğrenci epik veya pastoral türde şiirler tercih etmişti. Sanırım o yaştayken onları anlamak daha kolaydı bizim için. Bense nerede görüp okudum bilmiyorum ama Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘‘Sessiz Gemi’’ adlı şiirini seçtim. Kimse de ‘‘Büşracığım bu şiir senin için biraz ağır değil mi?’’ diye sormadı. Bütün gece çalışıp ezberledim. Ertesi gün provada şiirimi okurken ‘‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’ satırını okuyordum ama acaba farkında mıydım ne demek istediğimin? Yoksa ellerimle yapıp suya bıraktığım kağıt gemilerimden mi bahsediyordum? Şimdi düşününce cevabı bulamıyorum ama bu şiiri çok zevkle ve heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Hâlâ ezberimde olduğunu düşünürsek, gerçekten çok etkilendiğimi söyleyebilirim. ‘‘Beni bu kadar heyecanlandıran ve üzerimde büyük etki bırakan şiirden neden koptum böyle?’’ diye sorguladım kendimi yol boyunca. Bu konuda birine suç atmaya yer aradığımdan olmalı ki hemen eğitim sistemini suçladım. Üniversite sınavına hazırlanırken kafamı test kitaplarına gömüp fizik,kimya,biyoloji soruları çözmekten başka bir şeye vakit ayıramıyordum ki. Özellikle de lise sondayken ‘‘Bu sene kitap okumayın!’’ diyen bir hocam bile oldu. Yine de fırsat buldukça roman okuyordum ben. Çünkü diğer türlü beynim havalanmıyordu, içime kasvet çöküyordu sanki. Eninde sonunda üniversiteye hazırlık dönemi bitti. Sonra neden devam etmedim şiir okumaya? Bu kez de alışkanlığımı kaybettiğim için diyebilirim cevap olarak. Peki bunlar gerçek sebepler mi? Dürüst olmak gerekirse, hayır! Bunlar hep bahane. Neyse, bu da benim için bir fırsat oldu işte. Murathan Mungan’ın Solak Defterler kitabıyla birlikte iyi bir okuyucu olmaya ve şiiri ihmal etmemeye karar verdim. Bunun şiire bir katkısı olur mu bilmiyorum ama bana katkısının büyük olacağından eminim. Çünkü şiirin iyileştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Hem ruhumu hem de dilbilgimi besleyeceğinden eminim. Umarım sözümde durabilirim. KAYNAKÇA Beyatlı, Yahya Kemal. ‘‘Sessiz Gemi.’’ Bütün Eserleri. İstanbul: İstanbul’un Fetih Cemiyeti Yayınları, 2009. Baskı. Mungan, Murathan. Solak Defterler. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. Baskı. Oktay Dede UFUKTAKİ UMUT Hayatta hiç çaresiz hissettiğiniz oldu mu? Herkesin dev dalgalar içinde bacağına kramp girmişçesine korktuğu, çaresiz hissettiği ve umudunu yitirdiği zamanlar olmuştur. Buna üst üste gelen kötü günler, sevdiğiniz birinden gelen kötü bir haber veya geçirmekte olduğunuz bir hastalık yol açmış olabilir. Umutsuzluk hepimizi farklı zamanlarda farklı noktalardan vursa da yaşantımızı etkileyen, yönümüzü değiştiren insanlığın ortak bir engeli. Bu engelde tökezleyenler, sorunların dev dalgalarında usulca yem olmayı beklerken, umutsuzluk engelini aşıp ufka bakanlar ilerdeki denizcileri fark edip boğulmaktan kurtulabilirler. Bana ufka bakmayı öğreten, sadece bilime değil yaşama dair de ilham aldığım ünlü fizikçi Stephen Hawking bence dev dalgaları aşıp dalgalarla dalga geçen umudun bir simgesi. Hawking iki yıl ömrünün kaldığını öğrendiğinde elbette umutsuzluğun en ağır darbelerini almıştı. Tüm sevdiklerinden uzaklaşmak istemiş hayata tam anlamıyla beyaz bayrak çekmişti. Fakat sonra o engeli aşmayı başardı ve ileriye baktı. Değiştiremeyecekleriyle birlikte yaşamayı kabullenerek en büyük engel olan umutsuzluğu yenmeyi başardı. Stephen Hawking yürüyemiyorken, kendi yemeğini dahi yiyemiyorken hayata siyah beyaz bakan bana gökkuşağını gösterdi. Ben ne kadar şanslı olduğumu ve eğer tutkum yönünde hareket edersem ne kadar mutlu olabileceğimi bu film sayesinde anladım. Sesini yitirmiş, tekerlekli sandalyeye mahkum bir halde yaşama dört elle sarılan bu adam bana ve nice insana ilham verdi. Benim de Hawking gibi hayata beyaz bayrak çektiğim bir dönem olmuştu çünkü beynimde tümör şüphesi vardı. Sevdiklerimin üzülmemesi için hiç doğmamış olmayı, her şeyden herkesten uzaklaşıp köşeme geçip sessizce ölmeyi istemiştim. Hawking’in hastalığına karşı tutumunu gördüğümde epey utanmıştım çünkü Hawking o haldeyken umutsuzluğundan kurtulmayı başarmıştı oysa ben daha kesin olup olmadığı bile belli olmayan bir hastalıkta her şeyin bittiğini kabullenmiştim. Bir hafta sonunda yapılan çeşitli tahliller sonucunda hasta olmadığımı öğrendim. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bu güzel haberin üzerimde yarattığı şok etkisi geçtikten sonra hayat, ölüm, umut ve mücadele kavramları bende anlam kazanmaya başladı. Hayatta birçok endişemin boş ve yersiz olduğunu anladım. Eskiden bir sınavdan kötü aldığımda günlerce canım sıkkın dolaşırdım. Şimdi ise basit düşünüyorum. Sınavların amacı birikimi ölçmek değil midir? Düşük not aldıysam bu sadece benim henüz hazır olmadığımı ve daha fazla çaba sarf etmem gerektiğini gösteren bir belirteç. Bir şeyi istediğimde bütün endişelerimi bir kenara bırakmalıyım. Hayatımdaki tüm endişeler gitmek istediğim yolda kendi elimle koyduğum taşlar aslında. Sahilde güneşlenmeyi çok istediğim bir günde yağmur yağarsa artık buna üzülmüyorum çünkü yağmurun da ayrı bir güzelliği var. Zaten üzülsem bile değiştirebileceğim ne var ki? Ben artık mutlu olmak için elimden geleni yapıyorum beni mutsuz edebilecek olayların önüne geçmeye çalışıyorum eğer ki engel olamayacağım kadar büyük bir olaysa gelip geçmesini bekliyorum. Mücadele konusunda artık eğer güneşin denizde kayboluşunu gerçekten izlemek istiyorsam izlemek için çıktığım tepenin rampalarını geçtiğim yolları bir engel olarak görmektense güneşin batışını izlemek için bir fırsat olarak görmem gerektiğini anladım. Hayatımda zorluklar hep oldu ve olmaya devam edecek fakat ben artık engellerle karşılaştığımda zevk almaya bakmalıyım çünkü çıktığım her basamak beni zirveye daha da yaklaştıracak. Ben her basamağı umutla, canla başla atladıkça beni bekleyen zirve daha da güzelleşecek çünkü zirve benim için bir sayı, bir not, bir konumdan ziyade ona harcadığım emektir. Beyin tümörü şüphesi yaşadığım süreç ve Stephan Hawking’den aldığım ilhamla söyleyebilirim ki ölümün yakınlığını ve apansızlığını gördükten sonra ait olduğum tek şeyin şu an olduğunu anladım ve yaşadığım ana daha sıkı sarıldım. Umut, anı yani yaşamı anlamlı kılan bir güç. Umutla çıktığım her mücadelenin beni en yüksek zirvelere ulaştıracağına inanıyor ve bu güçle ufka bakmanın mutluluğunu yaşıyorum. Tekin 1 Aydan Tekin Başak Berna Cordan Turk101-13 18 Kasım 2014 SEVMENİN EN KISA TANIMI Bazı zamanlarda hissettiklerimizi dile getirecek kelimeleri bulamayız. Sonra bir şiirle karşılaşırız ve bizim hissettiğimiz şeyleri başka biri nasıl daha güzel anlatmış diye şaşırırız. Hepimiz aynı duyguları yaşıyoruz aslında. En çok âşık olanın, en çok üzülenin, en çok acı çekenin biz olduğumuzu zannetsek de sonuçta hepimiz aynıyız. Kimi insanlar yaşadıkları bu duyguları ifade etme yeteneğine sahipler ve bu insanlar sayesinde biz de kendi duygularımızı daha iyi anlıyoruz. Attila İlhan da bu eşsiz yeteneğiyle hepimizi büyülemiş bir şairdir. Ve iyi ki bize Kimi Sevsem Sensin kitabını bırakmış. Aşk dünyadaki en ilginç duygulardan biri belki de. Sürekli birini düşünmek, gördüğü her şeyde onu bulmak, tanıdığı herkese onu anlatmak... Manavda meyve seçerken de onu düşünürsün, en sevdiğin filmi izlerken de bir arkadaşını dinlerken de. En sevdiğin şiiriyse zaten onu düşünmek için okursun. Bu aşk karşılıklı olmadığında ya da yaşanan bazı olaylardan dolayı sevgililer ayrıldığında daha çok seven taraf için bu süreç çok kötü ilerler. Hep sevdiğini düşünmüş, onu hayal etmiş, onunla mutlu olmuş bireyimiz onsuz bir dünyaya uyum sağlayamaz. Başkasını sevmeye çalışsa da olmaz. Tanıştığı herkeste eski sevdiğini görür. Kimisinin gülüşünü benzetir, kimisinin oturuşunu, kimisinin bakışını... Ama herkeste, her şeyde ondan bir parça vardır illaki. Cümlelerce anlattığım bu durumu üç kelimeyle mükemmel bir şekilde anlatmış Attila İlhan: Kimi Sevsem Sensin... Kimi sevmeye çalışsam sen Tekin 2 o kişi oluyorsun. Bu şiirdeki cümlelerden beni en çok etkileyen bir diğer tanesiyse "Senden nedense vazgeçilemiyor"... (İlhan ) Çoğu zaman bilinmez neden sevgilinin bu kadar vazgeçilmez olduğu. O da diğer insanlar gibi değil mi sanki? Aslında belki bütün herkes aynıdır ve sevilenin sevilmesinin sebebi sevenin kendisidir sadece. Belki de karşıdaki kişiye gerçeğinden çok daha fazla anlam yüklüyordur. Onun bakışını,gülüşünü, kokusunu farklılaştıran sadece sevendir. “ Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken” şiirinde Attila İlhan'ın geçmişe bir özlemi var gibi hissettim. Vapurlar, birlikte içilen çaylar, el ele yürümeler... Şairimiz bu eylemleri gerçekleştirmek için yaşlı olduğunu düşünüyor sanırım. Ben bu durumu pek anlayamıyorum. Neden bir şeyler için hele hele ki sevmek için geç olsun ki? Zaten ömrümüz çok kısa şunu yapmak için geç şunun için erken dersek biz ne zaman yaşayacağız? Bu toplumumuzda çok karşılaşılan bir durum. "Saçmalama kocaman adam el ele tutuşup çocuk gibi gezecek değil ya." gibi söylemlerle karşılaşmasak keşke. Ve herkes istediği gibi yaşayabilse... 60 yaşındaki amcamız da gidip eşiyle el ele dolaşabilse, birbirlerine istedikleri sevgi sözcükleriyle hitap edebilseler keşke. Ayrıca bu şiirde şairimizde bir ölüm korkusu olduğunu da düşündüm. Ölmek için erken derken sanki sürekli kendini telkin etmeye çalışıyormuş gibi hissettim. Belli ki böyle bir korkusu var ve bunu bastırmaya çalışıyor. Ayrıca son kıta da ölümü yaklaşan soğuk bir yağmura benzetmiş. İnsanların yaşlandıkça ölüm üzerine düşünmeye başlamasına anlam veremiyorum.Ölüm hep bizimle ama bunun üzerine düşünmek bir şeyi değiştirmeyeceği için düşünmemek en rahatı. Biz düşünsek de düşünmesek de o bizi aniden bir yerlerde hiç düşünmediğimiz bir şekilde bulacak. Hayat her zaman ilginçliklerle dolu. Ne zaman öleceğimiz, ne zaman seveceğimiz hiç belli olmaz. Tekin 3 Beş yüz altı yüz kelimelik bir yazı yazdım şu an. Ama hiçbirinizde "kimi sevsem sensin/hayret senden nedense vazgeçilemiyor " dizeleri kadar etki bırakabildiğimi zannetmiyorum. O zaman en iyisi biz susalım şiirler konuşsun. Kaynakça İlhan, Attilâ. Kimi Sevsem Sensin ... : Şiir / Attilâ İlhan. n.p.: İstanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002., 2002. BILKENT UNIVERSITY's Catalog. Web. 17 Nov. 2014. Yılmaz 1 Selim Fırat Yılmaz ÜRETKENLİK ATÖLYESİ Üretmek... İnsanlık tarihi boyunca anlamı en çok değişen kavram bu olsa gerek. Bu sözcük kavramsal olarak başlangıçta insanların avcılık gibi hayatta kalmak için yapılan faaliyetlerine işaret etmekteydi. Tarım devriminden sonra üretim, çok çalışmanın bir sonucu haline geldi ve insanlar gereksinimlerinden fazla üretim yapabildi. Ticaret, bunun sonucunda ortaya çıktı ve insanları üretken olmaya teşvik etti. Üretimi hızlandırıp kolaylaştırmak için çeşitli yöntemler bulundu. Hayatta kalmak, insanlar için lüks olmaktan çıkınca üretim kavramı misyon ve vizyon kazandı. Bilim ve sanat gelişti, bugün bile hayatımızın içinde olan icatlara imza atıldı. Bu gelişmeler, beraberinde sanayi devrimini getirdi ve üretim hızı inanılmaz boyutlara ulaştı. Ardından internet ortaya çıktı. İnternetin yaygınlaşması, sanal dünya kavramını ortaya çıkardı. Bu sayede üretimin alanına sanal dünya da girdi. Tüm bunların yanında bugün de aslında sanayi inkılabından bile daha büyük bir devrimin içinde Yılmaz 2 olduğumuzu ve hatta önayak olduğumu Chris Anderson tarafından yazılan Geleceği Üretenler kitabını okuyunca fark ettim. Kitapta, genelde risk almak şeklinde değerlendirilen girişimcilik kavramının nasıl üretim ve hayal gücüyle iç içe geçtiği anlatılıyor. Örneğin, eskiden hayal edilen bir ürünü hayata geçirmek yıllar sürebiliyordu. Günümüzde ise tasarlanan ürün üç boyutlu yazıcılar sayesinde saatler içerisinde hazırlanabiliyor ya da sadece bilgisayar başında, Facebook gibi, dünyayı değiştirebilecek uygulamalar geliştirilebiliyor. Hatta artık bir ürün tasarlayanların, sermaye ve kendilerine yardımcı olabilecek kişiler bulabilecekleri birçok platform var. Bu fırsatları fark ettiğimde geçen yaz aklıma gelen fikri, yaklaşık dört ay önce uygulamaya geçirmeye karar vermiştim. Akıllı telefonlar için, birçok insanın günlük ihtiyacı haline gelen sosyal medya hesaplarını kontrol etmeyi kolaylaştıran bir uygulama geliştirecektim. Yüksek bir motivasyonla bu uygulamayı geliştirmeye başladım. Ne de olsa "kafasında bir fikir ve elinde bir dizüstü bilgisayar olan her velet, dünyayı değiştirecek bir şirketin tohumlarını atabilir"(Anderson 15) diyordu yazar. Artık tüm boş zamanlarımda bu uygulamayla ilgili olarak neler yapabileceğimi düşünüyordum. Fikir aşamasındayken kolayca altından kalkabileceğimi düşünsem de her geçen gün yeni bir şeyler öğrenmem gerekti. Yine bu sıralarda girişimcilik platformlarını takip ederken İzmir Girişimcilik Zirvesi'nde eğer projem onay alırsa yatırımcı ve mentorların karşısında sunum yapma şansım olduğunu öğrendim. Birkaç gün sonra da İngilizce hazırlık sınıfımdaki bir arkadaşıma birlikte takım olmayı teklif ettim. Ben yazılım kısmıyla ilgilenirken o daha çok uygulamanın sunumu ve görselliğiyle ilgilenecekti. Birlikte zirveye başvurduk ve uygulamayı geliştirmeye devam ettik. Başvuru sonuçları zirveye yirmi gün kala açıklandı ve yaklaşık seksen projenin sadece sekiz tanesi kabul edilmişti. Bizim projemiz de bunlardan biriydi. Sonucu öğrenince çok sevindik ancak aynı zamanda heyecanlanmaya da başlamıştık. Zirveye sadece yirmi günümüz vardı. Etkili bir sunum yapabilmek için hazırlanmamız ve uygulamanın çalışan bir modelini hazır hâle Yılmaz 3 getirmemiz gerekiyordu. Günde ortalama dörder saat uyuyup kalan zamanlarımı hazırlık okuluna giderek veya uygulamayı geçirerek değerlendiriyordum. Üstelik bilgisayarı okula götürüp boş derslerde bile uygulamayı geliştiriyordum. Başta sadece motivasyonumu artırmak için başvurduğum bu zirve kısa süreliğine de olsa hayatımın bir parçası olmuştu. Yazarın da bahsettiği gibi projemle özdeşleşmiştim. Zirveden önceki gün İzmir'e geldik. O gece heyecanımdan dolayı geç saatlere kadar uyuyamamıştım. Ertesi gün zirvenin yapılacağı salona gittik ve sıranın bize gelmesini bekliyorduk. Her geçen dakika heyecanımız daha da artıyordu. Öyle ki ellerim titremeye başladı hatta geçen sene YGS'de heyecan yaptığım için bir süre kullanıp sonra bıraktığım ilaçtan içtim. Sonunda sıra bize gelmişti. Sahneye çıktık. Ben heyecan ve uykusuzluktan sunumun kendime ait olan küçük kısmını yapmadım. Onun yerine mentor ve yatırımcılardan oluşan jürinin sorularına ve eleştirilerine cevap verdim. Diğer katılımcılardan yaşça küçük olduğumuz için ciddiye alınmayacağımızı düşünsek de beklediğimizden sert eleştiriler aldık ve bu ciddiye alınmamaktan çok daha iyi bir sonuçtu. Tabii ki jüriden aldığımız geri bildirimlerin içinde övgüler de vardı. Aralarda, milyonlarca dolar yatırım yapmış yatırımcılarla ve mentorlarla bire bir görüşme, tecrübelerinden faydalanma imkanına sahip olduk. Gün sonunda jüri özel ödülünü kazandığımızı öğrendiğimizde havalara uçtuk. Hayata bakış açımı değiştirebilecek nitelik ve mükemmellikte bir gündü. Çünkü yazar, kitapta "çoğu mucit, atölyesinde uğraşıp didinir ancak asla atölyeden çıkamaz"(Anderson 14) diyordu ve ben zirvenin sonlarına doğru, gelecekte atölyeden çıkabileceğimi anlamıştım. Tabii ki atölyeden çıkmak için hâlâ çalışmaya devam ediyorum. Umarım hiçbir zaman bu motivasyonumu kaybetmem. KAYNAKÇA Anderson, Chris. Geleceği Üretenler. Çev. Levent Göktem. İstanbul: Optimist Yayın Dağıtım, 2014. Bir Yaz Evi I Mustafa Yılmaz 11.11.2014 Hiç Düşündünüz mü? Saatlerin, pusulaların yahut da madalyanların anlatacakları hikayeleri olabilir mi? Peki ya bu basit nesnelerin, eğer varsa, hikayeleri çevrenize bakışınızı değiştirecek, son derece emin olduğunuz düşüncelerinizi sorgulamanıza neden olacak felsefi çıkarımlarda bulunmanıza neden olabilir desem? Modern çağ toplumlarında insanlar günlük hayatlarında o kadar fazla nesneyle karşılaşıyorlar ki henüz bir tanesinin ne olduğunu anlayamadan ötekini önlerinde buluyorlar. Bu bariz bir zorunluluktan kaynaklansa da insanları tabiatla gerçek, verimli bir ilişki kurmaktan alıkonulduğu bir gerçek. Mehmet Zaman Saçlıoğlu, bizi bu nesnelerin dünyasına davet etmekle kalmıyor, aynı zamanda çevremize ve kendi hayatlarımıza bakışımızı tazeleyebilecek bir düşünceler sofrasını da önümüze kuruyor. Daha doğrusu bize tabiatla kurduğumuz ilişkinin düşüncelerimizin şekillenmesinde ve yenilenmesinde ne derece değerli olduğunu öğretiyor. Tabiatla konuşan ve bütünleşen insanların bilgi dağarcığının genişliği benim için her zaman merak konusu olmuştur. Doğru düzgün bir eğitim görmemiş olsalar da, belki de tam da bunun için, dünyayı kendi kendilerine tanımayı başarmış, onun bir parçası olarak varlığını onunla uyum içerisinde sürdürmeyi başaran insanlardır bunlar. 'Medeni' yaşamın pek çok faydasını görsek de şehirlerin bu tarz insanları yetiştirmesi çok zordur. Bu tarz insanlar genellikle tabiatla baş başa kalabildikleri için kırsal kesimlerde hem de en beklenmedik yerlerde rastlantısal olarak ortaya çıkarlar. Onlarla bilgi alışverişinde bulunma şansı yakalayan eğitimli insanlar ise şaşırıp kalırlar. Nasıl bu kadar şeyi bilebiliyor, aynı şeyleri bizden nasıl bu derece farklı görüyor? Çok nadiren de olsa bu insanlar şehirlerden de çıkabilirler. Belli ki, Saçlıoğlu da onlardan birisi. Kırsal alandaki insan nasıl doğayı, dağları, ağaçları, hayvanları farklı bir algı ve düşünce sistemi içerisinde değerlendiriyorsa onların şehirlerdeki ruh ikizleri de toplumsal düzenimizi, günlük yaşamdaki sürekli olarak karşımıza çıkan ama haklarında derin bir kavrayışımızın olmadığı olgu ve nesneleri de farklı gözlerle görür. Toplumsal dinamiklerin böylesi insanların ortaya çıkmasında önem taşıdığıysa bir gerçektir. Bazı toplumların bilim adamı, edebiyatçı, filozof yetiştirmekteki başarısının temelinde bu olgu yatıyor olabilir. Çevreyi ve toplumu farklı bir gözle ele alan insanlar eserlerini ortaya koymakta engellemelerle karşılaşmazlarsa yeni nesillerin gerçekten 'yeni' olmasına yardımcı olabilir, içinde bulunduğu toplumun değişkenlik, canlılık kazanması yolunda değerli katkılarda bulunabilirler. Tersine bu insanların cezalandırıldığı, görmezden gelindiği bazı toplumlar vardır ki onlar zaman içerisinde yıpranır, yenilemez ve giderek bir yok oluşa sürüklenirler çünkü sorgulama, yani değişimin ve ilerlemenin temel mekanizması, kaybolur. Üretken İnsan Bu eserin bana hatırlattığı en önemli kural, zaten bildiğimiz, daha doğrusu bildiğimizi sandığımız nesneler, insanlar ve toplum hakkında düşüncelerimizi sürekli olarak kontrol etmemiz ve sorguya tabii tutmamızın gerektiğidir. Bu kural günlük hayatın sürekliliği ve sürati içerisinde unutulmaya son derece elverişli olsa da verimli bir düşünce dünyası ve yaşam için elzemdir. Bu gerçeğin en bariz kanıtı bu fikri hayat felsefesi haline getirmiş insanların bilimi geliştirerek dünyayı en karanlık çağlarından kurtarmalarıdır. O bilim insanlarının en temel ortak özellikleri tabiatla iletişime geçebilmeleri ve bildiklerini, kendisine öğretilenleri sorgulamaktan korkmamalarıdır. İnsan hayatı boyunca gözünün önünde olan bir nesneden ya da olgudan hiç beklenmedik buluşları çıkarabilir ve hatta bu buluş, hiç tanımadığı bir şeyin keşfinden daha şaşırtıcı ve önemli olabilir. Yazımı Goethe’nin şu sözleriyle bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum: “Eşyaya elimizden geldiği kadar dikkatli bakmalıyız öyle ki bize bir şey kazandırmayan gün geçmesin.” Mehmet Çağatay Okuyucu 21102626 TURK102-23 Gönenç TUZCU AŞK ‘’AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındadır, merkezinde ya da dışındadır, hasretinde..’’ sözleriyle başlayan kitap ilk andan okuyucuyu kendisine çeken bir yapıya sahiptir. Ben bu kitabı ilk okuduğumda uzun bir süre etkisinden çıkamamıştım. Daha önce okuduğum kitaplardan fazlasıyla farklıydı. Özellikle ilahi aşk ile gerçek anlamdaki aşkı kaynaştırması ve bunu akıcı bir dille anlatması beni farklı dünyalara götürmüştü. İlk başta kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum. Aslında kitap içinde başka bir kitaptan da bahsedilmektedir. Ana karakter Ella’nın kitabın içinde söz edilen Aşk Şeriatı’nı okumasıyla tüm hayatı değişir ve ‘’aşk’’ın peşinden gider. Ella, bir kadının isteyeceği her şeye sahiptir. Evli, maddi durumu gayet iyi, üç çocuğa sahip bir kadındır. Eksik olan tek şey Ella’nın kocasıyla mutlu olmaması ve kendisini aldattığından şüphelenmesidir. Ancak evliliğini bozmamak için sessiz kalmaktadır. Daha sonra kocası David’in ona bir dergide iş ayarlamasıyla bir kitabı okuyup rapor yazması gerekmiştir. O kitap Ella’nın hayatını değiştiren bir kitap olmuştur. Kitapta Mevlana ve Şems’in arkadaş olması ve aralarındaki ilahi aşk anlatılmaktadır. Ella kitabı okudukça elinden bırakamamış ve bir şekilde ona bağlanmıştır. Sonunda kitabın yazarı Aziz’e mail atmaya karar vermiştir. (Aziz ise sufi bir yazardır.) Bir süre sonra Aziz ve Ella sürekli mailleşmeye başlar. Ella yaşadığı hayattan çok sıkılmıştır ve Aziz ile konuşmak onu bambaşka biri haline getirmiştir. Bir süre sonra kocası David ile konuşur ve Aziz’e aşık olduğunu söyler. David buna tepki göstermiş fakat Ella’nın fikrini değiştirememiştir. Sonra Aziz ve Ella buluşur ama Ella kötü bir gerçekle karşı karşıyadır. Aziz kanserdir ve çok az ömrü kalmıştır. Fakat Ella’nın gözünü artık hiçbir şey görmüyordur. Kısa bir süre birlikte olurlar ve bu süre içinde Ella kendini dünyanın en mutlu kadını hisseder. Fakat bu mutluluk uzun sürmez ve Aziz hastalığına yenik düşerek ölür. Ella hem hayatının aşkını yitirmiş hem de aşkı uğruna yuvasını ve çocuklarını kaybetmiştir. İlk başta ne yapacağını bilemez evine geri dönebilme şansını kaybetmiştir. Zaten David ve ikiz çocukları da ona sırtını dönmüştür. Bu süreç içerisinde yanında olan tek kişi büyük kızı Jeannette’dir. Bütün bunlar olmadan önce, kızı Jeannette, evleneceği adamla ailesini tanıştırmış ve Ella bu ilişkiye karşı çıkmıştır. Hatta kızının sevgilisini arayıp ondan uzak durmasını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Bütün bu yaptıklarına rağmen yanında duran ve ona destek olan tek kişi Jeannette olmuştur. Kitapta hikâye Ella tarafından bu şekilde bitmiş, bir yandan Mevlana Rumi ve Şems’in hayatı Ella’nın okuduğu ‘’Aşk Şeriatı’’ adlı kitabın üzerinden anlatılmıştır. Aşk Şeriatı’nda Mevlana’nın akıl hocası Şems ile tanışması ve onun hayatını değiştirmesi üzerinde durulmuş. Konu olarak ilahi aşk vurgulanmış ve aşkın sadece iki kişi arasında bilinen aşk değil Allah’a, doğaya ve başka türlü her şeye duyulan aşkın da olabileceği gösterilmeye çalışılmıştır. Mevlana ve Şems’in hayatları gerçekten çok etkileyiciydi. Özellikle Mevlana ve Şems’in günlerce odaya kapanıp yemek yemeden su içmeden hatta ailesini görmeden geçirdiği günler insanın sabır sınırlarını zorlayıcı düzeydedir. Mevlana’nın çocuklarının bu durumu kıskanması, eşinin onu çok özlemesi ve bunun gibi birçok şey Mevlana ve Şems’in arasındaki ilişkinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermiştir. Haklarında çıkan onca dedikoduya rağmen onların umrunda bile olmamış ve ilahi aşkla ruhlarını doyurmuşlardır. Sonuç olarak ben bu kitabı herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten bakış açınızı değiştirecek ve her şeye daha farklı gözle bakmanızı sağlayacak bir kitap. Gerek dilinin sadeliğiyle gerek kitabın konusu ile sizi bambaşka yerlere götüreceğine eminim. Benim en çok hoşuma giden kısmı ise hem gerçek aşkın ne demek olduğunun ve aşk için her şeyin yapılabileceğinin Ella ve Aziz üzerinden anlatılması hem de Mevlana ve Şems’in ilişkisinin ilahi aşk üzerinden anlatılmasıdır. Bu kitabı okuyana kadar aşkın tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimi anladım ve de aşkın farklı anlamlara da gelebileceğini keşfettim. Gülnihal Muslu GERÇEKLİĞİN DIŞINDA Hiç bütün hayatınızın koca bir yalandan ibaret olduğunu hissettiğiniz oldu mu? Etrafınızdakilerin gerçek ya da sandığınız gibi olmadığını, bildiklerinizi başkalarının bilmediği ya da bilmek istemediğini… Diğer bir deyişle herkesten ayrı bir dünyada yaşadığınızı… Dünyanın en zor mücadelesi insanın kendi ile verdiği mücadeleymiş. Ancak bütün gerçeklik insanın kendi gerçekliğinden farklı, apaçık bir şekilde dururken, bu mücadeleyi vermek mümkün müdür? Kimsenin bilmediği bir dünyada yaşamak tamamen bir hastalıktan ibarettir. Zihinsel bir problem olsun ya da olmasın, kimsenin bilmediği bir hayat demek kendi algını kandırmak demektir ve bu hayatın sonuçları yıkıcıdır. İnsanın hemen kendini toparlaması gerekir. Bu ancak iki yol ile mümkün olabilir. Ya kişinin rızası olmadan kişiyi tedavi etmek ya da kişinin kendi kurduğu dünyanın yalan olduğunu ona kabul ettirmektir. Bazı insanlar buna karşı çıkar, kabul etmezler çünkü gerçek dünyanın kendi kurdukları dünyadan daha kötü olmasından korkarlar. Bırak en azından orda mutlu olsun, derler bu şekilde düşünenler için. Ancak mutluluğun yalan olanı gerçekten de yaşamaya değer midir ya da o kaderi uygun gördüğünüz insanın aklı başında olsaydı bunu ister miydi? İnsan ne olursa olsun mutlu olmak ister. Bunun yolu kendi kurduğu dünyada yaşamak, olmayan ama olmasını çok istediği insanlarla zaman geçirmek, belki de çevresindeki insanlara farklı anlamlar yüklemek ise, bana kalırsa kesinlikle istemezdi. John Nash de bu yüzden bütün gerçeklik gözünün önünde dururken, hayali arkadaşını bırakmayı reddetmemiş miydi? İnsan yaşarken fark etmese de mutlu olmak her zaman gerçek anlamda mutluluk getirmeyebilir. Kurgu bir dünyada yaşamak, gece rüya görmekten farksızdır. Rüyadan uyanmak istemeyiz. Fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi rüyaların da bir sonu vardır ve uyandığımızda keşke hiç uyanmasaydım, deriz çünkü gerçekler rüyadan sonra çok ağır gelir insana ve zarar verir. Ama bunun gerçekten de zararlı olduğunu düşünenler yanılıyordur. Gerçek belki de yaşamaya değer tek şeydir. Bir kelebek bile kozadan çıkarken çok zorlanır, çıktıktan sonra ise belki de dünyanın en güzel çiçeklerini görür. Bu, hayatımızda hiçbir güzel şeyin kolaylıkla olmadığının bir kanıtı değil midir? Hele ki hayatımızda yanlış bir şeyleri hatta belki de bütün hayatımızı değiştirmek istiyorsak kesinlikle uğraşmamız gerekir. Uğraşmak, emek harcamak acıyı da getirir peşinde. Her insan bu yükü tek başına kaldıramaz. Tek başına kaldıramayanlar için her şey kader ya da şanstan ibarettir çünkü herkesin karşısına Alicia gibi biri çıkmayabilir. John Nash kendisini öyle görmese de aslında şanslıydı. Alicia onun belki de hayattaki en büyük şansıydı; yükünü paylaşacak birini bulmuştu ve bu onun gerçeklere dönmesini sağlamıştı. Örneklerini sıkça görüp okuyorum aslında kendi görünmez dünyalarında yaşayan insanların. Varlıklı olduğu için kendisiyle arkadaşlık kuran insanlar arasında sahte bir mutluluk yaşayan zengin insanlar zenginliği onları terk edene kadar gerçeği görmüyor; para onları terk ettiği zaman etrafındaki herkes kendisi vebalıymış gibi ondan uzaklaşıyor. İşte o an saf gerçeklerle baş başa kalıyor ve tek başına bu yükün altından kalkamıyor insan. Bu yüzden, eğer bu gibi insanların karşısına Alicia gibiler çıkmaz ise gidecekleri yer hep aynıdır. Uçurumun dibidir gidecekleri yer. Fakat Alicia gibiler sadece yükümüzü paylaşırlar. Bundan sonrası yani gerçekliğe dönmek ya da dönmemek bizim elimizdedir ve dönmek istiyorsak yapmamız gereken şey aslında basit ama hayat kurtaran bir gerçeğe inanmaktır. Mantığımızdır bu gerçek. TAŞA VURULAN DARBE İnsanı olduğu kişi yapan ve onu bulunduğu konuma getiren etmenlerin neler olduğunu sıklıkla kendime sorarım. Bu bir bakıma kendimi de tanıma amacıyla gerçekleştirdiğim bir eylemdir. Genellikle çevresinde gördüğü olaylardan, o olaya sebep olan insanlardan çıkardığı dersler sonucunda kişilerin kendisini geliştirdiğini düşünürdüm. Belki gerçekten de öyledir; benim algılamak istediğimden farklı bir şekilde. Bize izlettirilen, okutulan kitaplarda görürüz: Kahraman hayatının dönüm noktasındadır ve henüz yeterince olgun değildir, hata yapmaya müsait bir yapısı vardır gibi özellikleriyle sunulur alıcısına. Ardından öyle olaylara şahit olur ki altmış dakikanın, iki yüz sayfanın sonunda bambaşka bir insan olup çıkar. Böyle durumlarda acılar çektiğini fark ederiz ancak çektiği acıların onu ne denli etkilediğini, üzerinde bıraktığı izleri tam anlamıyla algılamamıza fırsat verilmeden destek alabileceği yakınlarına koşmuştur. Eğer o gitmiyorsa, diğerleri ayağına kadar gelmiştir. İtiraf etmeliyim ki benim gibi hayatında yenilikler yapmaya hazırlananlar için oldukça cesaret verici eserlerdi, gerçeğe atılınca tatlı yalanlarla dolu birer hayalin yansımasından başka herhangi bir şeyin temsili olmadıklarını gördüm. Yazarları, senaristleri veya oyuncuları suçlayamam, üstüme vazife değildir. Onlara verilen süre zarfında müşteriyi memnun edecek dramlar veya komediler hazırlamak zorundalar. Kendinizi çok kaptırmadığınız sürece vakit geçirmek için oldukça hoş yapımlardır. Gerçek hayat ise kişinin şekillenmesi için bundan çok daha uzun ve acı verici yollar düzenler. Yaşam her daim güneş ışıklarıyla yıkanan yemyeşil çimenleri önümüze sermiyor, kötü günler geldiğinde ise koşarak rahatlıkla başınızı omzuna yaslayabileceğiniz arkadaşlara sahip olmuyorsunuz. Aileniz sonsuza kadar desteğiniz olmayacak. Aslında tek başınıza olduğunuzu anladığınız an bazı şeyler değişmeye başlıyor. Öyle ki darbe aldığınızda sırtınızı yaslayacak başkalarını değil, sağlam duvarları bile bulamıyorsunuz. Dik durmayı öğrenmeniz gerekiyor. Gördükleriniz, duyduklarınız hepsi birer fikir hâlini alıyor kafanızda. Hareketleriniz buna göre şekillenmeye başlıyor. Çoğu kişi buna çevrenin etken olduğunu söyleyebilir ancak ben, bu noktada farklı düşünüyorum. Elbette kimsenin uğraşmak zorunda kaldığı zorluklar tamamen aynı değil, hepimiz bizleri yıpratacak bir takım farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Yine de genel bir bakış açısıyla ele alındığında, her ne kadar anlaşılması zor olsa da çoğumuzun yaşadıkları benzer problemlere çıkar. Her insan bundan farklı şekillerle etkilenir; birinin önemsemediği, bir başkasını gözyaşlarına boğabilir. Peki ya etkilenme seviyesini farklılığa ulaştıran nedir? Bir kez daha, insanın kendisidir. Bazı insanlar kendilerini diğerlerinden daha sağlam yontabilir. Heykelin resmine baktığımda gördüklerim bunlar oluyor. Adamın eline aldığı çekiciyle kendisine nasıl şekil verdiğine bakıyorum. Hayatımızın ilk dönemlerinde hepimiz birer taş yığınından ibaretiz. Hayır, diğerleriyle tamamen aynıyız diyemem, sonuçta hiçbir taş birbirinin benzeri değildir; kendimize has bir görünüme sahip olsak da tıpkı taşlar gibi köşelerimiz belirsiz, tam olarak ne olduğumuzdan veya olacağımızdan bihaberiz. Zaman ilerledikçe ise düşüncelerimiz ortaya çıkıyor, bunlara bizi olduğumuz kişi yapan çekicimiz diyebilirim. Çekiçle heykelin bütünlüğü, zihnimizde bir türlü susmak bilmeyen sesimizle olan bağımızı anımsatıyor. Giderek sıradan bir kaya parçası olmanın ötesine geçiyoruz, düşüncelerimizle birleşen acılarımız, keşiflerimiz olmak istediğimiz şekli ortaya çıkarıyor. Asıl şeklimiz değil, asıl şeklimiz belki de bambaşka bir görünüme sahiptir ancak çekiç elimizde olduğu sürece ortaya çıkan da bizim, kendi eserimiz olacaktır. Kendimize vurduğumuz her darbe belki de can yakacak, yine de bazı acılar çıkacak sonuca değer. Yalnızca dikkat etmemiz gereken bir nokta var ki çekici ne kadar kuvvetli vuracağımız da bizim elimizde; ne kendimizi kıracak kadar sert, ne de etkisini yok edecek kadar hafif olmalıyız. Her şey kendi ayarında güzel. Kaynaklar Resim: http://www.bobbiecarlylesculpture.com/SelfMadeMan.php Düşünceli 1 Muhammet DÜŞÜNCELİ 21301613 TURK101-20 Başak Berna CORDAN 09.12.2014 HEPİMİZ GİBİ Hiç şüphe yok ki yüzyıllar boyunca envai çeşit milletten milyonlarca insana ev sahipliği yapan, izzeti ikramda bulunan, kucak açan, yetiştiren Anadolu coğrafyası birbirinden ilginç, rengârenk ve karmaşık tiplemeler barındırır. Kâh Şark veyahut Anadolu kurnazları kâh evliyalar olsun, kâh üçkağıtçılar kâh ermişler olsun, açıkgözler ve işi bambaşka boyutlara taşıyan Zübükler… Nedir Zübük? Kimdir Zübük? Zübük: halk arasında kendi çıkarları için her yolu mubah sayan kişi için kullanılan deyimdir.* Kısaca menfaatçi, düzenbaz, dalavereci, uyanık kişiler için sarf edilen sözdür. İşin gerçeği zübük kelimesi dağarcığımıza Aziz Nesin’in unutulmaz eseriyle birlikte gelmiştir. Üstad Nesin kimi veya neyi işaret etti bu ifadeyle bilinmez ama zübük kelimesi Zübükzâde İbraam Bey’in babası Zeybekzâde Kara Yusuf Paşa’dan gelmektedir, Nesin eserinde Zeybek kelimesini evirip Zübük yapmıştır. Anadolu! Ah Anadolu! Güzel Anadolu! Böylelerine çok ev sahipliği yapmıştır Anadolu. Esasen ev sahipliği yapmaktan çok öte, bizzat yetiştirmedir Anadolu’nun yaptığı, zübükler Anadolu’nun öz kendi evlatlarıdır. Anadolu’da yetişir böyleleri, kendisinin bile camiye hiç yolu düşmezken kasabaya okul yerine ikinci bir camiyi yapmak isteyenler bu topraklarda filizlenirler ve bu kültürde büyüyüp gelişirler. Aslında bu sebepten, hepimizde bir parça zübüklük vardır. Çünkü parçası olduğumuz bu topraklar birer zübük olarak yetiştirir hepimizi. Zübük karakterini canlandıran Kemal Sunal’ın aynı adlı filmde gazeteciyle arasında geçen diyalogda “…hem bu memlekette bir tek zübük ben miyim? Aslında hepimiz birer zübüğüz. Zübük olmaya zorlanmışız.”** Sözlerini sarf etmesi durumumuzu en iyi açıklayan ifadelerden birisidir. Aziz Nesin’in fevkalade anlatımlarla bezenmiş romanına gelirsek, kimler yok ki bu romanda! Belediye seçimlerinde Zübükzâde’ye rakip çıkan Avukat Burhan Bey, düzinelerce metre kumaştan Zübükzâde İbraam’a kıyafetler diken terzi Cemal, iki köy arasındaki yayla husumetini çözmesi için Zübükzâde’ye para yediren Alucanlı Sabr’ağa, ‘şehit düşer, herkes bizi lanetler’ diyerek namaza duran Zübükzâde’yi vurmayan ancak namazın bitmesini beklerken kabristanda rakı içen Kör Nuri ile Deli Celil ve daha nice zübükler var bu romanda. Akıllarınca hepsi birbirinden kurnaz, birbirinden uyanık, işini yürütmeyi bilen insanlar, hepsi apayrı birer zübük. Öyle ya, Zübükzâde’den medet umduklarına göre hepsinin işinde bir dalavere… Kimisi bir tanıdığını bir makama, mevkiye yerleştirmek ister, kimisi diğer köyle arasındaki husumeti ‘yukarıdan’ çözdürmek ister. Peki, bunları ‘yukarıdan’ kim çözebilir? Kim olacak, rüşvetin, adam kayırmanın, işgüzarlığın, dalaverenin vücut bulmuş hâli Zübükzâde İbraam Bey! Düşünceli 2 Zübükzâde İbraam Bey küçük bir kasabada yaşamaktadır, fakat devamlı olarak şehre gider, sözde eş, dost, akraba ve köylünün sorunlarını çözmek için ‘yukarıdakilerle’ temas halindedir. Katiyen bir şehirli değildir lâkin bir köylü de değildir. Kırsal hayatın insanı ile kentsel yaşamın insanı arasındaki ince bir çizgidedir, ikisini de görmüş, yaşamış ve Şark kurnazlığı, Anadolu kurnazlığı dediğimiz her türlü oyunu, hileyi yaparak köylülere kendini şehirli gibi göstermektedir, tam da ataların dediği gibi ‘kağnı gölgesinde yürüyüp de onu kendi gölgesi sanan ittir Zübükzâde. Tam olarak onu diğerlerinden ayıran, farklı kılan ise budur. Yanında yürüdüğü kağnıya yakından bakmış, yol yordam öğrenmiştir. 1961 yılında ilk basımı yapılan Nesin’in bu eserini bir kenara bırakıp kendimize dönüyoruz tekrar. Kendimize bakıyoruz, çevremize, ülkemize, etrafımızdaki zübüklere. Roman çağını aşmış, bugünleri görmüş diyoruz. Zamandan münezzeh bir eser. Zübükler dün de varmış, bugün de varlar, yarın da olacaklar diyoruz. Bu coğrafyanın, bu kültürün yazgısı bu! Ne yapmalı peki bu zübüklerden kurtulmak için diye sorarken, Kemal Sunal’ın etkileyici sesi çalınıyor tekrar kulağımızda: zübüklerden kurtulmanın birinci çaresi, önce kendimize bakmak, kendi zübüklüğümüzden kurtulmaya çalışmaktır.** Sahi, ne demiştik yazının başında? Hepimizde bir parça zübüklük var, uzakta aramaya gerek yok, her sabah baktığımız aynalar biz zübüklerin ta kendisini göstermiyor mu? *http://zubuk.nedir.com/ **http://www.youtube.com/watch?v=MpGc2KN8d_k Elif Beril Şaylı Bilginin Önemi İnsanoğlunun neslinin tükenmemesinin nedenini hiç merak ettiniz mi? Bence oldukça ilginç bir konu. Nesillerdir devamlılığını sağlamayı başarmış insanoğlu, azalmamış, hatta artarak yoluna devam etmiş. Doğal afetlere, salgın hastalıklara, insanların kendi aralarında sürdürdüğü acımasız ve amaçsız savaşlara bakarsak binlerce yıl önce insan nesli yok olmalıydı. Devamlılığının sırrı aslında çok açık. İnsan her zaman aklını kullanmış, hiçbir zaman öğrenmeyi durdurmamış ve bilginin devamlılığını sağlamış. Elindeki bilgiye, yeni bulguları eklemiş, fazlalıkları atmış ve onu elinden geldiğince geliştirmiş. Bilgilerini kullanarak her şeye rağmen hayatta kalmayı başarmış. Elde ettiği bilgiyi geliştirmiş, bilgiyi geliştirdikçe kendi de gelişmiş ve sonuç olarak bilgi sayesinde, kendini değişen durumlara, felaketlere ve sonunu getirebilecek her şeye karşı korumayı başarmış. Geliştirdiği bilgilerin ışığında, hayatını inşa etmiş ve onu hayat standartlarını geliştirmek için kullanmış. Her bir bilgiyi hayatının temeline koymuş. Temeldeki bilgiler çoğaldıkça ve geliştikçe insanda gelişmiş. İlkçağdan bugüne kadar insanoğlunun kat ettiği yol, gerçekten mucizevi. Tekerleği bulan insanoğlu, sadece tekerleği bulmakla yetinseydi bugünlere gelemeyeceğini düşünüyorum. Tekerleğe ait bilgisini alıp onu geliştirdi ve tekerlekle yollar kat etti, dağlar aştı ve dünyadaki tüm doğal kaynaklara, tüm insanlara ulaştı. Bugün vazgeçilemez olarak gördüğümüz araba, televizyon, telefon, uçak ve daha birçok gelişmiş icat bu bilgilerin ve bilgiler tarafından yoğurulan dahi insanların eseri. Rob Gonsalves’ın insanın bilgiyle ilişkisini çoktan çözmüş usta bir ressam olduğunu düşünüyorum. Towers Of Knowledge tablosunda, başarılı çizimiyle birlikte, insanın bilgiyle olan esrarengiz ilişkisini bizlere gösteriyor. Hayatımızın devamlılığını bilgi üzerine kurduğumuzu anlatıyor. Hayatımızı bilgi üzerine kurduğumuza göre yine gelişmek için bilgiye ihtiyacımız olduğunu vurguluyor. Gelişim ve değişimin sonu olmadığını düşünüyorum ve her zaman hayatlarımızı daha iyi bir halegetirebiliriz çünkü her seferinde bir öncekinden daha iyi olabilir. Örneğin, telefon hayatımıza girmeden önce telefonun hayatımızı bu kadar kolaylaştıracağını bilemezdik. Sonsuz bir döngü gibi görünüyor ama gerçek bu. Kitaplara, çalışmaya ve üretmeye ihtiyacımız var. Bir şeyler inşa etmek ve hayat standartlarımızı iyileştirmek için bilginin gücünü kullanmalıyız. İnşaatımızın hammaddesi olan bilginin gücü, bugün insanların ve ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirliyor. Ülkeler, bilgi ya da bilgileri sayesinde, ürettiği ürünleri satıyor ve bilgi satın alıyorlar. Bir toplum ne kadar bilgiye sahipse ve bu bilgileri ne kadar kullanabiliyorsa o kadar gelişmiş kabul ediliyor. Gelişmiş ülkelerin gücü; sahip oldukları askeri, ekonomik, teknolojik bilgiye bağlı olarak artıyor veya azalıyor. Artık toplumlar sahip oldukları toprak parçasıyla değil sahip oldukları bilgi birikimleriyle savaşıyorlar. Bence buna en güzel örnek Japonya çünkü coğrafi açıdan sahip olduğu olumsuzluklarına ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma ağır hasarlarına rağmen sadece bilgi birikimini ve bilgiyi kullanarak büyük ülkelerle yarışmaktadır. Fakat bizim toplumumuzun, bilgiye verdiği önemin ne yazık ki yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bilginin gücü bu kadar açıkken, neden yeterli önemi vermediğimizi aslında anlayamıyorum. Bilgiyi gerektiği kadar yayamıyoruz, önemini anlatamıyoruz. Üstelik günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe kıyasla oldukça kolay. Kitaplar, kütüphaneler, bilgisayarlar ve en önemlisi internet bilgilerini bizlerle paylaşmak için hazır bekliyorlar. Bu kadar kolay olmasına rağmen, toplumumuzda çoğu insan bilgi edinerek geçirebilecekleri değerli zamanlarını televizyon karşısında verimsiz geçiriyorlar. Kısacası bilginin, insan hayatının devamlılığını sağladığının farkındayız. Bu bilgi ışığında devamlılığımızı korumak için çaba harcamalıyız. Toplum olarak bilgiye verdiğimiz önemi arttırmalıyız. Bilgisizlik toplumumuz için çok önemli bir sorun. Bu sorunu çözmek istiyorsak bilgiyi doğru eğitimlerle harmanlayarak paylaşalım ve çoğaltalım. Gelişim ve değişim için çaba harcamalı ve bilgiyi kullanmayı öğrenmeliyiz. Gelecek nesillerimizin, önünü açabilmek ve toplumumuzu daha ileri taşıyabilmek için bilgiye ve bilgili insana, ihtiyacımız var. Kaynakça Rob Gonsalves. Towers of Knowledge .2003. Saper Galleries.ABD Tuğla Tuğla The Wall Dirseklerime kadar sıvaya batmadan önce The Wall’un benim için ne olmadığından bahsetmeliyim. The Wall içerisinden bir iki parça beğenip tekrar tekrar bu parçaları dinleyeceğiniz herhangi bir albüm değildir. The Wall keyifli bir günde hadi bir 45’lik koyayım diyeceğiniz bir albüm değildir. The Wall bir yandan başka bir işle uğraşırken arka plan gürültüsü yaratsın diye açtığınız bir parça müzik değildir. The Wall, 1979 yapımı bir başyapıttır. Travmatik olaylar yaşayan insanlar genel olarak kendi içlerinde, geleceğe karşı korunma mekanizmaları yaratırlar. Problem şu ki bu korunma mekanizmaları genelde dünyayla olan ilişkimize bir mesafe koyar. Etrafımıza bir duvar örer, içindeki boşluğa bütün öfke, nefret, pişmanlık, acı gibi duygularımızı koyarız, ta ki bir gün bu duvar yıkılana kadar. Yıkıldığında ise bütün hiddetimizi etrafımıza salmış oluruz. The Wall, bu duvarı, kişinin kendini izole edişini ve kendini topluma yabancılaştırmasını ortaya koyar. Albüm yazarıyla beraber incelemek gerekirse, Roger Waters’ın birçoğunun zorlu diyeceği bir hayat sürdüğü bir gerçek. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinin sürdüğü bir dönemde dünyaya gelmiş, daha çocuk iken babasının kaybı ile başlayan yolculuk, aşırı korumacı bir anne ve sadakatsiz bir eş ile devam etmiş. Şarkıların lirikleri detaylı olarak incelendiğinde ve vokallerdeki tonlamalar dikkate alındığında bu zorlukların izlerini ne kadar ustaca sanatına aktardığı görülebiliyor. Ben de bu yolculuğa Waters’ın babasının kaybıyla başlıyorum denilebilir. Nitekim acısı başta olmak üzere bütün yoğun duygularını bu denli ustaca sanatına aktarmış olması benim neslimi onun yolculuğuna yoldaş ettiği gibi önümüzdeki nesillerin de kalbini kazanacak. Yeni neslin büyük bir kısmı bu yapıt ile lise döneminde tanışır. The Wall, agresif ve anarşizme yatkın olduğumuz, hormonlarımızın oldukça yüksek seviyelerde seyrettiği bu dönemlerde, öğretmenlere ergenlikle gelen öfkenin bir kısmını kusma şeklimizdir. Ben Pink Floyd ile tanıştığım da ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Dolayısıyla bu yapıtı anlamaya çalışmak ve anlayabildiğim kadarını hazmetmek için bir hayli vaktim oldu. Düşününce ben 8-9 yaşlarında iken 21-22 yaşlarında elimden tutan, hayata dair bana resimler gösteren bir ağabey gibi. Albümdeki her bir şarkı duvardaki bir tuğla gibidir ve her bir tuğla bir hayat hikâyesi. The Wall’dan bahsederken hep bütünü ele almak gerektiğine inanıyorum nitekim birkaç tuğla çıkardığımız takdirde duvar yıkılacaktır. Albümle ilgili en çarpıcı detaylardan biri belki de ilk şarkısının “Burası değil miydi?” diye başlayıp, son şarkısının “Geldiğimiz yer” şeklinde bitmesidir. Oluşan dairesel döngünün, hayatın kendini tekrarlayan boş bir uğraşı olduğuna dair kötümser bir yorum olduğu söylenebilir. Genel olarak bütün albüm kötümser ve melankolik bir temadadır. Protagonistin doğumundan itibaren kendisinin ve toplumun yoğun çabalarıyla etrafına ördüğü duvarla beraber toplumdan ve toplumsal olaylardan uzaklaşmasını anlatır. Aslında başta The Wall keyifli bir günde dinlenmez demiş olmamın en büyük sebebi, kulaklıkları taktığınız anda bahsi geçen protagonist siz olursunuz. Her tuğla yazarın hayatında olduğu gibi sizin hayatınızdan da bir yansıma taşır. Her şarkıdan yaşanmışlık akar sanki bir zaman makinesinin içerisinde geçmişte bir yolculuğa çıkmışçasına. Ben hikaye ilerledikçe bütün depresifliğin, melankolinin arkasında su yüzüne çıkmaya çalışan bir umutla karşılaşırım. Acaba hala bir şeyleri değiştirecek gücüm ve zamanım olup olmadığını sorgularım. Birinci diskten ikincisine geçiştir bu. Saat sabah beşe geliyordur ve hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordur. Bana hep anonim alkolikler tarzı destek gruplarının “Günde bir gün.” şeklindeki yaşam felsefesini hatırlatır. Kimisi, yeni bir günün doğuşuyla büyük bir dalganın gelip kumda bıraktığımız bütün izleri silmesinden ölümüne korkar iken, kimisi o günün doğmasının umudunu bekleyerek yaşıyor. Bu duygu, albüme verdiğim her saatin bana hayatımın birkaç ayını geri verdiğini hissettiriyor. Bora Baş HAYAT VE SEYİRCİLERİ Bir canlının gözlerini ilk açışı ile son kapayışı arasında geçen küçücük dilime “hayat” adı verilir. Hiç durmayan bir saat gibi işleyen zaman da bu aralıkta binlerce farklı şey yaşatır, sayısız değişik şey gösterir canlıya. Bu nedenle bence hayatın başrol oyuncusu zamandır. Baştan sona kesilmeyen, aksamayan ve kontrol edilemeyen zamanın yanında tüm diğer canlılar ise ancak bir seyircidir aslında. Kendi hayatlarına istedikleri kadar yön verseler de aslında bu süre içinde kontrol edebildikleri şeyler yaşadıklarının milyonda biridir. Bu sebeplerle canlıların birer izleyici konumunda olduğu kabul edilir ise, gözler bu hayattaki en önemli silahtır onlar için. Murathan Mungan da Solak Defterler adlı kitabındaki “Ağacın gözleri” şiirinde bu durumu benzetme yolu ile işlemiştir. Giriş kelimeleri, “kesidine bak içindeki halkaların” şeklinde ağacın yaşını belirten halkaları kasteder. Ağaçlar yeryüzündeki en yaşlı ve en durgun canlılardır. Bu nedenle de en iyi seyirci aslında onlardır. Başlıkta da kullanıldığı gibi, bir ağacın gözleri en çok şeye tanık olmuş zamanı en ağır yaşamış şeylerdir o yüzden. Hareket etmek, konuşmak, kendini ifade etmek gibi özelliklere sahip değillerdir. Tomurcuklarını ilk açtıkları dönemden köklerinin kuruduğu evreye kadar tüm hayatlarında sadece zamanın kurbanı olmuş ve başlarına gelen, etrafta yaşanan şeylere tanık olmuşlardır. Daha sonra ağaçlar için “yaşar gibi değil, seyreder gibi” ve “ağaç gibi kabullenmek”(Mungan, 2016) kelimelerini de kullanan Mungan bu kanılara da destek çıkmıştır. Fakat hayatın tek seyircisi ağaçlar değildir. En somut örnek onlar olsalar da, tüm canlılar birer seyircidir ve insan da şüphesiz ki bunlardan biridir. Diğer canlılara üstünlük sağlamış ve düşünme yeteneğinin fazla olması sebebiyle onları ezmiş olsa da zamanın karşısında insan da yenik düşer. Zaman bazen insanı mutlu eder, bazen ise yaralar. Bazen heyecanlandırır, umut verir, bazen ise içini karartır hüzünle kaplatır. Sonuç olarak kontrol hep zamandadır. İnsan zamanı ne yok edebilir, ne durdurabilir ne de biraz olsun hızını değiştirebilir. Murathan Mungan’ın şiirinde bahsettiği asıl konu da insanlardır zaten. Ağaç benzetmesini insanlar için yapar. “…solgunlaşıp uzaklaşan her şey gözlerinin önünde, ayaktasın seyrettiğin manzaranın içinde…”(Mungan, 2016) bu dizelerde insana seslenir. Tüm insanlığa değil ancak zamandan ağzının payını almış, zamanın akışına ve yaşattıklarına yenik düşmüş birilerinedir bu söylem. İstemediği şeyler olan, genelde aşk acısı veya hasret duyguları ile yanan insanlara seslenir. Onlar zamana karşı en büyük yenilgiyi alanlardır zaten. Çünkü belki de en çaresiz durum onlarındır ve çaresizlik insanı zamana karşı tam bir seyirciye çevirir. Kavuşanlar zamanı durdurmak isterken kavuşamayanlar zamanı hızlandırmak ister. Ayrılanlar geri almak isterken hiç kavuşamayacaklar da yok etmek ister belki. Fakat hepsinin tek yapabildiği bu dileklerine aldırış etmeyen zamanı kabullenip yaşamak ve hayatı seyretmektir. Mungan’ın dizelerindeki insanın seyrettiği manzara da hayatın ta kendisidir zaten. “kendi hızıyla eskiyen” tabirini kullanır bunun için de. Hayatın motorudur bir nevi zaman ve kimse dokunamaz. İnsanın belirlediği değil, kendi hızı ile eskir hayat ve bu hız da zamandır. Mungan’ın kelime oyunları ve benzetmeleri şiirinde çok etkili ve hızlı bir şekilde işlemiştir ağaç, insan ve zaman kavramlarının bu derin ilişkisini. Sonuç olarak atılan her adım, verilen her karar önemlidir ancak hayatın gerçek kontrolcüsü insan değil zamandır. Herkes Mungan’ın dizelerindeki bir âşık kadar etkilenmese de zamandan, herkesin hayata seyirci olduğu zamanlar vardır. İnsan da bir ağaç kadar etkisiz olmasa da, hayat üzerinde asla bir oyuncu değil, diğer her canlı gibi bir seyirci olacaktır her zaman. Kaynakça Mungan, Murathan. “Ağacın gözleri”. Solak Defterler. Istanbul: Metis, 2016. http://www.insanokur.org/solak-defterler-murathan-mungan/ Fatma Selin Sevim 1 TURK 102 Gün Işığına Hasret Hayatlar İnsanın içi ürperiyor düşündükçe yerin kilometrelerce altında çalışan işçileri. Kapitalist dünya düzeninde ezilmeye, dışlanmaya uzun yılar boyunca mahkûm edilmiş emektarla onlar. Émile Zola’nın Germinal adlı eserini okuduğum zaman bu düşüncelerim gün yüzüne bir kez daha çıktı. Fakirlerden her seferinde biraz daha alıp zenginleşmeye devam eden ve kendilerini üst tabakadan ziyade ‘üst insan’ olarak gören zenginler olduğu sürece bu düzen böyle devam edecek. Belki birkaç yüzyıl daha… “Étienne canavarın etinden oluşan günlük tayınını yuttuğunu görüyordu, asansörler hiç durmadan inip çıkıyor, lokmaları kolayca yalayıp yutan o doymak bilmez devin gırtlağından aşağı insan taşıyordu.”(Zola, s.37) Günler, aylar, yıllar akıp gittikçe zenginler daha çok kazanmaya, işçiler ise daha çok kaybetmeye alışıyor aslında. Hak ettikleri parayı kazanamadan kaybediyorlar. Daha da önemlisi ağır çalışma şartlarından dolayı fiziksel sağlıklarının yanı sıra akıl sağlıkları da bozulmaya başlıyor. Yeri kilometrelerce alta kazmaya başladıkları andan itibaren sağlıklarından, umutlarından ve hayallerinden uzaklaşıyorlar birer birer. Tıpkı gün ışığını arkalarında bırakıp sonsuz karanlığa doğru yürüdükleri gibi. Gün ışığı yerine karanlığı, 2 kaybettikleri umutları yerine ise bir kuru ekmeği tercih ediyorlar çaresizce. Ne de olsa dünya düzeni ‘ezen ve ezilen’ ilişkisini gerekli görüyor. Öyle ki, daha çok kazanabilmek adına bazı insanların kendi mezarlarını çoğu zaman bilinçsizce kazmasına müsaade ediyor, hatta buna mecbur bırakıyor… “Özgür oldukları söylenerek işçiler bir köşeye atılmıştı, evet, onlara açlıktan ölme özgürlüğü tanınmıştı, onlar da bu özgürlüğü doyasıya yaşıyorlardı. Seçildikten sonra yoksulları eski çizmeleri kadar önemsemeyen ve ceplerini doldurup keyiflerine bakan alçaklara oy vermek karın doyurmuyordu.”(s.163) Acı ama gerçek bir tespit. Emekçilerimizin sahip olduğu tek özgürlük açlıktan ölme özgürlüğü. Çalıştıkları karanlık çukurdan bir daha hiç çıkmama özgürlüğü... Eserde işçilerin sefalet ve acı dolu hayatını, kasabaya yeni gelen Étienne adlı mevsimlik işçi fark etmekte ve açlıktan kırılan işçi ailelerini görünce harekete geçmek gerektiği konusunda diretmektedir. Fakat zenginiyle fakiriyle kölesi olduğumuz kapitalist düzen beklenildiği üzere bu hareketin başarıya ulaşmasını engeller ve insanlara acı dolu günler yaşatır. Ancak benim fikrime göre başarı sadece form değiştirmiştir. Hareket emekçilerin istediği iyi hayat şartlarını sağlamamış, olsa bile, dünyanın acımasız düzenin farkına varmasına ve umudun asla sönmemesine sebep olmaktadır. “Kan mı bu? Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var.”(s.9) Germinal’i okuduktan sonra özellikle bu satır sebebiyle aylar önce Soma faciası ile hissettiğim keskin acı yine yokladı yüreğimi. Ve yine bu ahlaksız düzene isyan etmeme sebep oldu. Aslında içimizi burkan Soma faciası ile birlikte çoğu şeyin farkına varmıştım. İşçinin, emekçinin neler çektiğini ilk o zaman anlamıştım. Kayıplarımızı düşünüp ağlamıştım saatlerce. İnsanlığa olan inancımı ve güvenimi bir anda kaybetmiştim. Kendimi yalnız hissettim. Sonsuza dek yalnız kalmak istedim. Sonrasında, ruhumun en derinlerinde çaresizlik 3 duygusuyla karşılaştım. Elimden bir şey gelmediğini, insanlarda para kazanma hırsı olduğu sürece bu durumun bu şekilde devam edeceği gerçeğini fark etmiştim. Bu yüzden kaybedeceklerimizi düşünüp bir kez daha ağlamıştım. Ne kadar üzülmüş olsam da bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya, gülmeye devam ettim herkes gibi. İnsanoğlunun yüreğinin ne denli çabuk soğuyabileceğini ilk o zaman anladım. Ama artık eminim bu gerçekçi eseri okuduktan, satırların arasında kaybolduktan sonra. Ne de olsa çiğ süt emmiş insanoğlu, nankörüz… Kaynakça: Zola, E., & Yılmaz, S. (2006). Germinal. 7, İstanbul : Oda, 2006. 4 Esin Koç Hayatı Hazırlıksız Yaşamak Yüzyıllardır düşünür insanoğlu; “Aşk nedir?” diye. Kimisi hayranlık der, kimisi duygusallık. Kimisi içinse geçici bir hevesi ifade eder. Kimileri ise insan insana kavuşunca adı aşk değil meşk olur, aşk sevip de kavuşamayanlar için mümkün olur derler ki çok da doğru söylerler. Bugüne kadar aşk adına yapılmış en doğru tanım budur bence. Aşk denilen şey kavuşamamanın ta kendisi değil midir? Çünkü hasret kalındıkça sevgiliye bir kor ateş gibi büyür yürekte aşk. Bu yüzdendir ki; en güzel şiirler hep uzakta olan sevgiliye yazılır, en duygulu şarkılarsa sevip de kavuşamayanların bestesidir. Gerçekçi bir bakış açısıyla buna elde edilemeyenin çekiciliği deriz, romantik bakarsak da adı imkânsız aşk olur. O imkânsızı mümkün kılmak için sesimizi duyurmamız gerektiğine inanırız. Bu yüzden bazılarımız kaleme sarılır duygularımızı yazarak ifade ederiz, bazılarımız şarkılar besteleriz, bazılarımız ise resim yaparız. Peki ya sevdiğimiz yanımızda olsa, tıpkı hayallerimizdeki gibi bir bütünü yarım olarak tamamlayabilsek yine aynı şekilde hisseder miyiz? Günümüzdeki en büyük ilişki sorunu kadınların, erkeklerin romantik olmamasından şikâyeti; erkeklerin ise kadınların kaprisinden şikâyet etmesi değil mi? Yokluğunda varlığı ile ilgili hayaller kurduğumuz, her lahza aklımızı meşgul eden kişiyi elde edince neden bu romantikliği bırakıyoruz? Ya da şöyle sorayım: Yeter ki yanımda olsun ne isterse, ne derse yapacağım gibi cümleler kurarken o kişiyi hayatımıza alınca neden ihmal edip egolarımıza yenilmeye başlıyoruz? Tüm bu sorular için tek bir cevap vermek gerekirse eğer aşkın kavuşamamakla eş değer olduğu gerçeğini rahatlıkla yineleyebilirim. Ali Lidar’ın Alengirli Şiirler adlı kitabındaki şiirleri okurken bunu daha net bir biçimde anladım aslında. Şiir denildiğinde aklımıza romantizm geldiği için biraz da bu romantizmi realist bakış açısıyla ele alıp eleştirmek istiyorum aslında. Okuduğum şiir kitabında “Hayatın Provası Olmaz” adlı şiir gibi birçok şiirin severek ayrılmanın verdiği acıyla yazıldığını düşünüyorum. “ Sevgilim denmez artık uzaktaki sevgiliye… ”(Lidar 5) dizesinde şairin bir ayrılık yaşadığı açıkça anlaşılıyor zaten. Bir dönem bir birliktelik yaşanmış ve sonrasında yolları ayrılmış. Peki, neydi acaba onları ayrılığa iten? Kim daha çok sevdi? Giden mi kalan mı? Kalan en çok sevendir bence. Çünkü en zorudur kalmak. Beraber çıktıkları yolda artık tek başınadır kalan ve durmadan devam eder aynı yolda. Nokta koyamadan biten tüm cümleleri için… En kötüsü ise pişman olur kalan. Gitmesine rağmen suçlamaz sevdiğini. Hataların kendisinde olduğuna inanır ve hatalarını düzeltemediği için pişmanlık duyar. Diğer taraftan giden neden gitmiştir? Gerçekten sevmiş olsa gider miydi? Belki o da çok sevdi ama en başa dönersek giden de elde edemediğini elde etmek için gitmedi mi? Giden gözü kara olandır. Gözü karadır çünkü bu ayrılığın sonrasında nasıl olacağını göremeyecek kadar kararmıştır gözleri. Ayrı kalmanın verdiği hasretle içindeki aşk alevlendiğinde başlar gidenin pişmanlığı da. Tüm bunlar her ikili ilişki için geçerli olmasa da anlatmak istediğim şey aşkın ancak ayrı kalma durumunda mümkün olduğu aslında. Böylece bir kez daha anlamış oluyoruz ki kavuşunca adı aşk olmuyor. Fakat asıl önemli olan şey aşk değil, aynı yolda sevgiyle birlikte yürüyebilmektir. Çünkü aşk geçicidir sevgi ise sonsuza kadar seninle yaşar. Şair de bize şiirin başlığında hayatın provası olmaz diyerek yaşadığımız her şeyin bir kere olduğunu ve bu yaşadıklarımızı tekrar yaşama fırsatımız olmadığını anlatıyor. Gerçekten inandığınız bir sevgi varsa bunun kıymetini bilin ve bugün son gününüzmüş gibi yaşayın. Kaynakça Lidar, Alengirli Şiirler, İstanbul, 2015 Merve Gül KAYA 21502235 TURK 101 ASSIGNMENT NO:4 28/04/17 HAFIZA KAYBI Hikâyeler masallar ve destanlar, yüzyıllardan bu yana kuşaklar boyu anlatılıp kulaklarımızda yankılanan, biz fark etmesek de bizim değerlerimizi, doğru ve yanlış algımızı ve kültürümüzü ilmek ilmek işleyip bunu gelecekkuşaklara aktaran yegâne sözlü toplumsal karakter taşıyıcılarıdır. Ataların kahramanlıkları, topluma biçilen roller ve korunması gereken değerler bu yolla benimsetilegelmiş, özellikle küçük çocuklarda toplumsal benlik, aidiyet gibi sonradan kazanılması çok zor olan hayati değerlerin oluşması yine bu sözlü kaynaklarla sağlanmıştır. Hepimizin vardır, şöyle torunlarını yanı başına toplayıp kendi geçmişiyle bu geleneksel hikâyeleri harmanlayarak torunlarının ufkunu genişletmek için can atan dedelerimiz ya da nenelerimiz. Ben halâ hatırlarım nenemin yatmadan önce her gece anlattığı değişik hikâyelerini ve o önemli ritüellerimizden biri olan gece duasını. Bu sanki ona verilmiş ulvi bir görevmiş gibi her gece aksatmaksızın bunu yerine getirmeye çalışırdı. Sonra ne mi oldu dersiniz? Biz büyüdük, o hikâyelerle büyüyen çocuklar büyüdü; ellerine tabletler verildi, akıllı telefonlar verildi. Her gece ‘trend topic’ olan şarkıları dinlediler, dünya genelinde yüksek puan alan film ya da dizileri izlediler. Sonra her dönem bu film ya da dizilerdeki karakterlerin ‘moda’ olan saç tarzını uyguladılar kendilerine. Benzer tarzda kıyafetler satın aldılar, kullandıkları kelime kalıpları bile dönem dönem aynıydı bu hayali karakterlerle. Ama hallerinden gayet de memnunlardı, bu dünyaya hâkim olmuş genç ‘jargonu’ anlayabildikleri için, bu dilden konuşup kimsenin anlayamadığı espriler yapabildikleri için kendilerini ‘cool’ kabul edip, bir başka dönemin ‘moda’ sı gelip hayatlarına yön verene dek kendi ‘erişilmez ve benzersiz’ hayatlarına devam ettiler. Peki ya o destanlar, hikâyeler, o sakin sessizlik, yarı loş ışık; sonradan kimsenin aklına geldi mi ki tek kültürlülüğün içine bu kadar çekilmişken? Evet, aslında elektrik kesildiği bazı zamanlar; tüm o telefonların, tabletlerin, TV’nin kapandığı, azıcık da olsa o derin sessizliği ve sakinlik veren loş ışığın tatlı huzurunu hissettiğimizde, “Bu atmosfere giden çok iyi bir şey vardı neydi o, neydi?” diye aranırken bir anda aklımıza geliverir: “Anne hani şu nenemin anlattığı hikâyeler vardı ya onlardan anlatabilir misin birkaç tane?” sorusu sorulur ve o gece mum ışığında mesajlar, mailler, parlak akıllı telefon ekranları, kafa ütüleyen onlarca ses olmadan sakinlik içerisinde o hikâyeler dinlenir; o uzun süredir hiç teneffüs etmediğimiz dinginlik, bize, aslında yaşamamız gereken hayatın bu olduğuna dair bir iç muhasebeye yöneltir. Dünyanın bizi içine soktuğu o derin kapitalizm, globalleşme ve tek kültürlülük girdabı aslında biz hiç fark etmesek de bizim değerlerimizi soğukkanlılıkla ve hiç acele etmeden bizden birer birer alıyor. Onun yerine aslında kendisinin bile tasvip etmediği, nereden geldiği, sınırlarının kim tarafından çizildiği belli olmayan değerleri ve inançları bize altın tepsideki zehirli bir yemek gibi sunuyor. Dünyanın tüm insanlarının aynı şekilde giyiniyor, aynı dilde konuşuyor, aynı şekilde besleniyor ve sadece aynı değerlere sahip oluyor olması aslında ciddi derecede endişe edilmesi gereken bir mevzu. Çünkü biz bu globalleşme adı altında hayatımızdaki bizi biz yapan en önemli farklılıklarımızı yok ediyoruz. Neden modern insanın giyinme çeşidi tek tip? Buna kim karar veriyor? Geleneksel giyimli birini görünce neden yargılıyoruz? ‘Fast Food’ un bütün dünya mutfaklarına girip insanların temel beslenme alışkanlıklarını bütünüyle değiştirmesinin ardından neleri kaybettik? Bunlar, ardında yatan anlamları uzun uzadıya düşünülüp analiz edilmesi gereken sorular. Unutmamalıyız ki biz derin ve güçlü kültürel değerleri olan bir toplumuz. Şüphesiz ki bu yoğun kültürün oluşması ve şekillenmesi de yüzyıllarca yıl sürdü. Aynı şekilde o dede ve nenelerimizin anlattığı destan ve hikâyeler de. Eğer dikkat etmezsek, bu oluşması yüzyıllar süren kültürümüz ve değerlerimiz tamamen yok olabilir ve biz de hafızasını kaybetmiş bir toplum olarak kalabiliriz. Kaynakça Mesela, İskender PALA FARKLI BİR SON…/Başak Çorak Fabllar, ders verme amacı güden, güldüren ve düşündüren manzum öykülerdir ve ana karakterleri genellikle hayvanlardır. George Orwell tarafından yazılan Hayvan Çiftçiliği fabl tarzındaki bir romandır. Hayvan Çiftliği, konu olarak insanlar tarafından uzun bir süre boyunca ezilmiş olan hayvanların başkaldırarak bağımsızlıklarını ilan etmesidir. Bu bağımsızlık savaşının başında bulunan iki lider –Snowball, Napoléon- vardır. Zorlu çabalarla elde edilen bağımsızlık sonucunda herkesin eşit olmasını sağlayacak belirli kurallar konulur. Fakat romanın ilerleyen bölümlerinde bazı domuzların bu kuralları ihlal etmeye başladıkları ve bundan dolayı ahırda işlerin karışmaya başladığı anlaşılır. Hayvanların en zekisi kabul edildiklerinden dolayı ahırın kontrolünü domuzlar ele aldıktan sonra bazıları hem güç hem de ayrıcalık açlıklarından dolayı uğruna savaşmaya başladıkları yoldan saparlar. İlerledikleri yol özgürlük arayışından, güç ve ayrıcalık açlığına döner. Daha önceleri insanlar tarafından ezilen ahır hayvanları, şimdi ise domuzlar tarafından ezilmeye başlarlar ve roman burada son bulur. Romanda, ezilenin bağımsızlık uğruna vermiş olduğu savaş beni en çok etkileyen etmendir. Elde edilen bağımsızlık romanın sonunda başka biri tarafından (domuzlar) ahır hayvanlarının elinden alınır. Romanın sonu okuyucu derinden etkilese de ben başka bir sonun var olmasını isterdim. Benim düşüncemdeki sona göre ahır hayvanları, kimsenin ellerinden alamayacağı mutlak bağımsızlıkları ulaşmıştırlar. İşte benim düşüncemdeki Hayvan Çiftliği sonu… “Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşışlardır ki, oldukları yerde kalakaldılar. Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet… Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington’ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı. İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirini benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.” (Orwell Hayvan Çiftliği) Domuzlardan ve domuzların davranışlarından çoğu zaman şüphe etmiş olan Clover, bu görüntü karşısında ne yapacağını şaşırır. Adeta pencerenin önünde donup kalmıştır. Şimdiye kadar hep kuralları yanlış hatırladığını düşünerek, domuzların yaptıklarında yanlış bir taraf bulamamıştı fakat şahit olduğu o iğrenç görüntü sonrasında, bir şeylerin yanlış gittiğini anlar. Uzun bir süredir hayatta olup bir sürü şeyi görüp geçirmiş Benjamin’e yardım için koşar. Hayvanlar ve insanlar arasındaki savaşa ve hayvanların yaşamış olduğu devrime hiçbir zaman ilgi göstermemiş olan Benjamin, ilginçtir ki, Clover’ı pür dikkat dinler. Clover, pencereden gördüklerini teker teker Benjamin’e anlatır ve emin olmak için kendisinde bir hata olup olmadığını sorar. Benjamin, ona “Gördüklerinin yanlışlığı kesindir ve tek sorumlusu domuzlardır. Senin kendinde hata araman ise yanlıştır.” der. Clover’a ve yanındaki hayvanlara, anlayacaklarını umarak, neden yaşanmış olan hayvan devrime uzak kaldığını anlatır. “Biliyorsunuz ki, ben uzun zamandır hayattayım. Sizin gördüğünüz, tanıdığınız hayvanların iki, hatta üç katıyla tanıştım. Bu kadar tanışmışlık beraberinde olaylar getirir. Yani hiçbirinizin hayatı boyunca görmediği olaylara tanık oldum. Siz gerçekten inanıyor musunuz bu hayvan devrimi denilen şeyi ilk siz başlattınız? Gerçekten bunu ilk düşünenler sizlerdiniz? Sizden çok daha önce buna benzer olayları gördüm geçirdim ben.” Benjamin’in anlattıklarıyla heyecanlanan hayvanlar, bu konuşmanın nereye varacağını merak etmişlerdir. Hepsinin aklında var olan soruların cevabını, Benjamin’in konuşması sonucunda elde edebileceklerini umuyorlardır ve bundan dolayı hepsi Benjamin’i çok dikkatli bir biçimde dinlemektedirler. “Ben gençken, buna benzer bir devrimle karşı karşıyaydık. Biz de çok çalıştık, çabaladık insanları bahçemizden kovmaya. Başardık da. Aynı sizler gibi. Ve bizim de liderlerimiz domuzlardı. En zekilerimiz domuzlar; ona ben de katılırım fakat hepimizin unuttuğu bir şey var ki, en kurnazımız da domuzlar. Benim gençliğimdeki devrimde de başımızda domuzlar vardı ve onlar da her hayvanın eşit olarak yaşayabilmesi için belirli kurallar koymuşlardı. Ve onlar da, aynı Napoléon gibi, kendilerini sonraları kaybettiler. Bir bakıma sahip oldukları güç onları da kör etti ve şu anda bu çiftlikte bulunan domuzların birçoğu da bu durumdalar.” dedi yaşlı Benjamin. Bunları duyan hayvanlar şok olmuşlardı. Hepsi, bir anda birbirlerine bağırmaya başlarlar. Nasıl olanları fark edemediklerini anlamaya çalışırlar ve bundan dolayı da birbirlerini suçlarlar. Napoléon’un her zaman doğru olduğuna inanan Boxer bile çiftlikte, bazı şeylerin yanlış gittiğini ve bunların sorumlusunun Napoléon olduğunu kavrayabilmiştir. Uzun bir süre düşündükten sonra Clover, herkesi susturup Benjamin’e bu konu hakkında ne yapabileceklerini sorar. Benjamin ise ona “Sizler insanlara karşı bir devrim gerçekleştirdiniz. İnsanları liderlikten devirmek, domuzları liderlikten devirmekten her zaman daha zor olmuştur. Sizler bir bütündünüz. Elde etmeyi istediğiniz özgürlük uğruna hep birlikte çalıştınız ve yine aynı bu şekilde domuzları liderlikten devirebilirsiniz.” cevabını verir ve ahır hayvanlarının yanından uzaklaşarak onları yalnız bırakır. Benjamin’in ahır hayvanlarına söylediği şeyler çerçevesinde, hayvanlar gizli buluşmalar düzenlerler. Domuzlar artık neredeyse her zaman evde kalmaya başladıklarından dolayı bu gizli buluşmaları düzenlemek, ahır hayvanları için pek de zor olmamıştır. Bu buluşmalarda, hayvanlar hep birlikte domuzlara karşı olacak olan yeni devrime lider olarak Clover’ı seçerler. Uzun buluşmalar ve konuşmalardan sonra devrimin nasıl gerçekleşeceği kararlaştırılır. Ve domuzlar haricindeki diğer tüm hayvanlar bölünmez bir birlik içinde domuzları liderlikten devirmeye hazırlardır. Devrimin başlayacağı gün geldiğinde, tüm hayvanlar, başta Clover olmak üzere, teker teker domuzların yaşadığı eve girerler ve Clover, “Bizler başımızda insan yüzlü hayvanlar istemiyoruz. Bizler lider olarak iki ayaklı hayvanlar istemiyoruz. Eğer istemiş olsaydık siz domuzlar biz olmadan hayatta insanları deviremezdiniz. Ve şimdi anlıyoruz ki insanlardan hiçbir farkınız kalmadı. Dört ayak iyi, iki ayak kötü.” der ve tam o anda evde bir kargaşa kopar. Ahır hayvanlarının kararlılıklarından anlaşılabileceği gibi hiçbiri, domuzlardan tamamen kurtulmadan durmayacak, yılmayacaklardır. CEMİLE ECE KURNAZ 21400594 INSTRUCTOR: BAŞAK BERNA CORDAN TURK101-1 Yeni nesil bilmez, anlamaz sanıyorlar. Oysa herkes Sabahattin Ali’nin ’sındaki küçük Hasan gibi hayatında bir kere de olsa zorlu süreci tadıyor. Yaşam kaygısı, ekmek parası savaşı veya sadece hayat akışGı…E İsÇtaMnbuİlŞ’dTa 1E94 3 yılında yazılan bu öykü kitabının tozlu sayfalarını çevirdikçe, o yıllarda ben nasıl bir hayat sürerdim acaba diye içimden Yeni Dünya geçiriyorum. Çocuklarına bakmaya çalışan ve daima aç kalan Hasan’ın anası mı olurdum yoksa tutuklu ve hasta kocası ölen kadın mı? Gözlerimi kapayınca, benim öyküm canlanıyor gözlerimin önünde. Babam da anam da köylü çocuklarıydı ama yine de küçük hayatlarını şehre taşıyabilmişlerdi. Kıt kanaat geçiniyorduk, okul çıkışları kendi harçlığımı çıkartmak için simit satıyordum. Fırıncı amca uzaktan akrabamızdı fakat bir gün eksik para getirsem sopayla dövüyordu beni. Annem temizliğe evlere, babam gece vardiyasına fabrikaya giderdi her gün. Akşam yemeğimizi beraber yiyemezdik, babam işte olurdu. Mum ışığında ödevlerimi yapardım. Ödevim bitince hemen söndürürdük ki bitmesin mumumuz. Annem bana hikâyeler anlatırdı karanlıkta. “Öğretmen ol istiyorum çocuğum” derdi hep. Sonunda olabildim de, çok şükür. İlk görev yerim için beni Ege’nin güzel köylerinden birine atadılar. Ülkenin batıya bakan yüzü gelişmiştir sanırken gittiğim köyün okulunun olmadığını öğrendim. Devlet daha oraya ulaşamamıştı çünkü, adamakıllı bir yolları yoktu. Sulak bölgede toprak kuru kalmıyor, her yer çamur oluyordu. Ne köylü gidip gelebiliyor ne de köye dışardan birisi ulaşabiliyordu. Okul yapabilmek için kolları sıvadım. Önce çocukları organize etmekgerekiyordu. Hepsini topladım ve taş, kil veya odun ne bulurlarsa getirmelerini söyledim. Birkaç hafta sonra köylünün de desteğiyle okulu kullanıma açtık. Köy ahalisinin bana, şehirde bulamayacağım kadar saygıları vardı. Gözlerimi yola dikmiştim, böyle köye yol yakışırdı, yapılmalıydı. Gerekli başvuruları yaptık ama –civar köyleri de organize ettiğim halde- sonuç alamadık. Gel zaman git zaman vali el attı işe, belki devlet büyükleri gelir diye. Yol güzel olunca köydeki itibarım arttı tabii. Ne yazık ki bu durum uzun sürmedi. Kötü yapılan bu sebepten çabucak eski line dönen yoldan beni sorumlu tuttular. Öğrencilerim dahil tüm köy bana kin tutmaya başlamışlardı. Muhtar da farkındaydı olup bitenin ve beni uyarmak istiyordu. Gitmemin iyi olacağını söyledi ki ben de bir süredir bunu düşünüyordum. Ben de gittim. hâ O zamanlar yaşasaydım, köylü tarafından istenmeyen öğretmen olurdum. İstenmemekle işimin ilgisi olmazdı, iyilik yapmak isterken kötü duruma düşerdim. Eh boşuna dememiş atalarımız, kaş yaparken göz çıkarma diye. Ben de o hep iyilik yapmayı isteyen, ancak karıştığı olaylarda hep ağzı yanan insanlardanım. Kimse de demiyor ki “Ece’dir iyi kızdır, o kadar da yardımı dokundu. Üstelik bu istemeyen sonuçta onun parmağı yok ki” diye. Ah azizim, beni hiç anlamıyorlar. Olur ya hani, annemle ablam kavga ederlerken araya girip kavgayı bitirmek istesem, sonunda kendimi kavganın merkezinde buluyorum. Yok yok, bu böyle olmaz. Bu işin bir hâl çaresi bulunmalı da bulunamıyor. Bu benim kaderim sanırım, 53 yıl önce doğsam bile bu kader bırakmazdı peşimi kesin, asfalt yüzünden suçlanan öğretmen olurdum. Ne güzel demiş Sabahattin Ali “Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım.”. Aptal olmalıyım ki başkalarının işine karışmak aklıma gelmesin. Gelmesin ki kötü ben olmayayım. Çünkü tüm bunlar başkalarının işine, iyilik niyetiyle bile olsa, karışmaktan başıma geliyor. Karışmasam da suçlu çıkartırlar mı ki beni? Bilemedim şimdi, sen nasıl düşünmedin de yardım etmedin derlerdi ve sanırım suçlu çıkardım. Rahatlık mı istiyorum, o zaman aptal olmalıyım, dayatılan bu. Benim ’m, akıllı olup rahat olabileceğim bir dünyadır. Herhangi bir baskı karşısında aptallaşmadığınız bir gün dilerim. Cemile Ece Kurnaz Yeni Dünya Akın Gün  21000158    Son    Witcher 3​ şu ana kadar oynadığım en iyi oyun sanıyorum. Hikâyesiyle, karakterleriyle,  müzikleriyle ve oynanışıyla başına oturanlara muhteşem bir deneyim yaşattı. Benim 160 ve giderek  artan saatimi yiyen bu oyunu övmediğim yer, oyunun üzerine bir de bu yazıyı yazarsam kalmadı  sayılacak    Oyun hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, oyunun manevi kızını arayan Witcher  Geralt’ın bu yolda yaşadığı olayları anlatıyor. Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kitap serisinden  ilham alan oyun serisi Geralt ve Ciri’nin hikâyesini  kitapların bıraktığı yerden devam ettiriyor.  Witcher 3​’de bu oyunun serinin final oyunu oma özelliğini taşıyor.    Final oyunları bir oyuncu olarak her zaman beni üzmüştür. Oyun dünyasına ısınmışsınızdır.  Oyunda geçen karakterler hakkında lüzumsuz derecede bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Arkadaşlarınızla,  internetteki yabancılarla havadan sudan detaylar üzerine saatlerce tartışmışsınızdır. Bu süreç zarfında  seriye çıkan her yeni oyun iyisiyle kötüsüyle o seriye bir şeyler katmıştır. Grafikler güzelleşir, oynanış  gelişir, müzikler de bestekâr’ı değiştirmedikleri sürece sıkıntı yaratmaz. Nihayetinde final oyununa  varıldığında yılların deneyimi bu oyuna aktarılır. En rafine oynanış, en güzel grafikler, en güzel  müzikler oyuncuların yıllar boyunca büyüyen beklentilerinin karşısına çıkar. Oyunların beklentilerin  altında ezilmesi ender görülen bir şey değildir. Ben aynı durumun ​Witcher 3​ için de olabilme  olasılığından çok korkmuştum. Çok şükür korkum hatasız çıktı da ​Witcher 3​ oynadığım en güzel oyun  olarak piyasaya sürüldü. Ama final oyunu finalliğini yaptı, oyunun verdiği muhteşem haz, Geralt ile  olan son maceramızı bitirmenin burukluğu ile karıştı. Final oyunları sanki bu sonun çığırtkanlığını  yapıyor.    Bir oyunu ilk defa oynamak apayrı bir deneyimdir. İlk defa görülen mekanların, karşılan  diyalogların, ara sahnelerin, müziklerin verdiği ilk deneyim bir daha bulunmamak üzere kaybolur. Bu  demek değildir ki oyunlar yalnızca bir defa oynanmalıdır. Benim dokuzuncuya oynadığım oyun bile  var. Birçok oyun tekrar oynanışta oyunculara yeni deneyimler sunmak için uğraşır, tekrar  oynanabilirlik özellikle rol yapma oyunları için (bu ​Witcher 3​’ün de içinde bulunğu oyun türü oluyor)  çok önemli bir etkendir. Ama ilk oynanışın verdiği deneyim tekrar oynayanlar için ulaşılmaz kalır.  Witcher 3​’ün ilk oynanışta sunduğu muhteşem deneyimi bir de tadamayacak olmak, yalnızca benim için değil serinin bir çok hayranı için büyük bir üzüntü kaynağı. Hatta yerli ve yabancı bir çok internet  sitesi oyunu tamamen unutup yeniden başlamayı dileyen hayranların oyuna övgü mesajlarıyla dolu, ha  bir de oyundaki en güzel dişi karakterin kavgasını veriyorlar ama o apayrı bir konu.    Onlarca saat, yüzlerce görev, binlerce satır dialog ve ben hala kendimi bu oyundan alamıyorum.  O kadar güzel, o kadar derin, o kadar kendini içine çeken bir yapım olmuşki bittiğini kabul  edemiyorum. Zaten oyunu bitirmemle oyuna tekrar başlamamın aynı gün olması bunun bariz bir  göstergesi , Türkçe dersi için oyun üzerine bir yazı yazmam ve bunu yaparken de oda arkadaşıma  Witcher 3​’ü oynaması için baskı yapmam da tabii. 2008’den beri birlikte olduğum bir dünya ile  vedalaşmak çok kolay olmuyor. Zamanında Harry Potter da son kitabıyla aynı hissiyatı vermişti. Bir  şeyle o kadar yıl ilgilenince o şey de senin parçan oluyor sanırım. İnsanın bir parçasına veda etmesi de  acı veriyor. Ama maalesef her güzel şeyin bir sonu oluyor, elde ise yalnızca anılar kalıyor. ÇEYİZ SANDIĞI Bizim zamanımızda şöyleydi. Ben senin yaşındayken, ben küçükken, benim ailem, biz öğrenciyken... gibi sözleri çok duymuşuzdur büyüklerimizden. Şimdilerde yaşanan zamanla, geçmiş yaşamlar kıyaslanmıştır çoğu zaman. Bunları dinlemeye meraklıysanız, hem siz hem de bu hikayelerin sahipleri çok şanslıdır bence. Evet, büyükleri dinlemek herkese aynı duyguları yaşatmaz. Anlatılanlar kimilerine eziyet gibi gelirken kimilerimiz zevkle kulak verir, masalımsı bir tat alırız bu yaşanmışlıklardan. Anlatılanları, bir hikaye tadında veya kendime burdan nasıl bir pay çıkarabilirim edasıyla dinlemek bana keyif verici gelmiştir. Annemin, anneannemin, teyzemin, babaannemin hatta annemin anneannesinin çocukluk ve gençlik dönemlerine ait anıları ilgi çekici gelmiştir bana her zaman. Naftalin kokan sandıkların açılıp da içinden ne çıkacağını bekleyen gözler gibi benim de kulaklarım bu gerçek hikayeleri duymayı beklerdi. Annemin anneanneme ettiği tatlı serzenişleri, büyük anneannemin söze girip siz ne yaşadınız ki demesiyle bizi bir zaman, bir kuşak daha geriye götürdüğü o günleri özlediğim zamanlarda Nazan Bekiroğlu’nun Mücella adlı romanıyla tanıştım. Mücella romanının her sayfasında karşınıza bir tanıdık çıkıyor. O, dinlemekten zevk aldığınız masal tadındaki anıların sahipleriyle kitaptaki karakterlerin örtüşen hayatları, romandaki kurguyu daha gerçekçi kılıyor insanın gözünde. Annesinin çizdiği görünmez sınırlar içinde yaşamını sürdüren iyi niyetli, çalışkan, mülayim bir kız Mücella. Tıpkı benim gibi demeyeceğim, çünkü bizim neslimiz böyle değil ama tıpkı anneannem gibi diyebilirim rahatlıkla. Mücella’nın annesi Neyyire Hanım için kızının iffetli olması önemliydi. Çarşıda, pazarda fazla görünmemeliydi. Kızı için her zaman tedbirli davranmıştı, dizgini en baştan sıkı tutmuştu. Mücella bu kafa yapısı ile büyütülmüş, ilkokuldan sonra okutulmamıştı. Sadece mahallenin bakkalına kadar gidebilmiştir tek başına. Ömrü çeyiz yapmakla ve ev işleriyle ne beklediğini bile bilemeden geçmiş Mücella’nın. Artık bir kısmeti de çıkmayınca kendi gibi zaman içerisinde sararan çeyizlerini elleriyle dağıtmış mahallesindeki ihtiyaç sahiplerine... Çeyiz yapmak vazgeçemediğimiz geleneklerimizden biridir. Eskisi kadar el emeği, göz nuru şeyler yapılmasa da her anne kızına çeyiz olarak verebileceği şeyleri düşünür. Evlenmesini ister evladının, mürüvetini görmek ister. Zamanında kendi için kurduğu hayalleri şimdi kızı için kurmaktadır. Zaman çabuk akıp gittiğinde de telaşlanır, belki de kızının mürüvvetini görememe korkusu kaplar içini. Evliliğin her zaman mutluluk getirmeyeceğini bilirler aslında ama yine de umutla beklerler o zamanı. Döndük dolaştık yine evlilik konusuna geldik. Ne tesadüftür ki önceki yazıda bahsettiğim filmde de bu konu işlenmişti. Filmde mutlu sona ulaşılmıştı. Okuduğum romanda ise hayatını çevresindekileri izlemekle, gününün büyük bir kısmını çeyiz yapmakla geçiren yalnız bir kadının dramatik hikayesiyle buluştum. Eskilerde çeyizi zengin olan kız hamarat, çalışkan, evcimen diye tanınırmış çevresinde. Annelerin ve gelinlik kızların ellerinde oyalar, nakışlar, etaminler, iğne oyaları görülürmüş. Genç kızlar ellerindeki kumaşların, dantellerin üstüne iç dünyalarını, söze dökemedikleri duygularını işlerlerdi belki de. Tıpkı Mücella’da olduğu gibi. Mücella’nın nakışlarında da motiflerinde de yazılmamış bir mektup, söylenmemiş bir şarkı, bir şiir, bir destan vardı. Annesi ve çeyizlerinden başka neyi vardı ki Mücella’nın. Onun dantellerinde bazen bir çığlık, bazen mutlu bir gülümseme, bazen yanık bir türkü... Bahçe sınırlarını aşamayan hayat serüvenlerinde genç kızların iletişim yoluymuş çeyizleri. Şimdilerde böyle bir şey yok. Şimdinin kızlarının bu taraklarda hiç mi hiç bezi yok. Gerek de kalmadı zaten. Şimdilerde çeyiz sandıkları yaşlı kuşak insanlarının anılarını süsler oldu!Teyzemle annemin “Hem çeyizimizi yaptık hem de ne hayaller kurduk birlikte.” dediği aklıma geldi. Annem ne tığı ne de dantel iplerini sevebilmiş. Aklı fikri okumaktaymış. Yine de hem örmüş hem okumuş annem. Sandığında hayalleri de olmuş, çeyizleri de annemin. Hayallerinin çoğuna kavuşmuş. Çeyizlerini ise serip bir kere bile kullanmamış. Annemin hayalleri Mücella’nın hayalleri gibi sandık köşesinde kalmamış. Benim de bir sandığım olsun isterim. Çeyiz sandığı değil ama büyüklerimin anılarından oluşan, içerisinde eski zaman hikayelerinin olduğu kocaman bir sandık. Hayallerden çok hayat tecrübeleriyle dolu bir sandık olsun. Tecrübeler hayallere ulaşmada bir basamaktır çünkü. Bu sandıkta annemin, anneannemin, babaannemin hatıraları olsun. Bu sandıkta okuduğum roman karakterlerinin, izlediğim filmlerdeki oyuncuların anlarsın gibisinden göz kırpan bakışları olsun. Benim sandığımın köşesinde örnek aldığım bir öğretmenimin kulağıma küpe olan cümleleri kalsın. Kendime özgü sırlarımı saklayayım bu sandıkta. Hiç yollanmamış bir mektup, sararmış bir resim ya da kurutulmuş bir gül... Kaynakça Bekiroğlu, Nazan. Mücella. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı Yeşim AYDIN Ölümsüzlük Parfümün Dansı, yazarın hayal gücünün sınırlarına hayran kalacağınız, biraz başına buyruk, biraz oturaklı, hem çok eleştirilebilecek hem de çok beğenilecek bir eser. Romanın başkahramanı ve aynı zamanda küçük bir İskandinav topluluğunun kralı olan Alobar adlı genç adamın başından geçen, Avrupa’dan Yeni Dünya’ya kadar uzanan bu serüvende birçok kültürü ve duygusal temaları içinizde hissedeceksiniz. Yazar her ne kadar kitabında kurguya yer vermiş olsa da okuyucusuna gerçek hayatta karşılaşabileceği durumları vurgulamıştır. Toplumların örf ve adetlerinin, hukuklarının ve toplumsal yapının işleyişinin anlatıldığı bu roman, sizleri belki de her şeyi arkanızda bırakıp gitmek istediğiniz o yol için cesaretlendirecek bir nitelikte. Toplum kurallarından nasıl sıyrılırız, sadece kendi kurallarımız çerçevesinde hayatımıza yön vermek mümkün müdür şeklindeki tüm soruların cevabı, ölümsüzlüğü bulmak adına yola çıkan bu genç adam üzerinden bizlere anlatılmış. Yeryüzündeki tüm canlılar elinde olanı kaybetmemek adına hep bir uğraş halindedir; bir karıncadan tutun da bir ülkenin kralına kadar. İster tek bir şeye sahip olsun isterse birçok şeye; değişmeyen tek şey kaybetmemek uğruna verilen savaşlardır. İnsanoğlu devreye girdiği anda bu savaşın ve sarf edilen çabanın anlamını, elindekini kaybetmemek uğruna nelerden vazgeçip neleri değiştirebileceğini düşünmek çok da zor olmasa gerek. Herkesin çabası kendine göre en değerlidir, sahip olunan şey ister maddi ister manevi olsun, bizim ona yüklediğimiz anlam kadar değer kazanır ve bu anlamın büyüklüğü kadar savaşırız onun için. Bazen bir şeye yüklediğimiz anlam, bir başkası için çok saçma olabilir veya farklı anlamlar barındırabilir. Mesela ölümsüzlüğü bulmak ister bazı insanlar, tıpkı Alobar gibi, ancak ölümsüzlük olgusu herkes için aynı anlamı mı barındırır? Kendi yaşadığımız toplumda, onun kuralları çerçevesinde ve bize söylendiği kadarıyla anlamlıdır kelimeler, başkaları içinse farklı anlamlar barındırır elbette. Alobar’ın toplumuna göre saçındaki tek bir beyaz tel hayatının sonlanmasına sebep iken, evrenin başka bir kısmındaki adam için bu belki de hayatının ikinci baharına attığı adımın göstergesidir. İnançlarım ve sınırları içerisinde hayatımı sürdürmekte olduğum toplumsal normlara göre ölümsüzlük diye bir şey yoktur, çünkü bu kelime bize tek bir anlam barındıracak şekilde öğretilmiştir ve başka anlamı yokmuş gibi biz de buna inanırız. Ancak ben ölümsüzlüğe inanmaya başladım, yazarın bu kitabı yazmasındaki amaç da buydu zaten bana sorarsanız. Kitap bittiği zaman bizleri ölümsüzlüğe inandırmak, hayatın ne çok ciddi ne de alay eden bir olgu olduğunu öğretmek ve yaşarken ölümsüzlüğü hissettirebilmek, farklı bir deyişle belki de bize hayatı koklatmak… Doğadan aşka, medeniyetten dine kadar birçok konuda bilgiler içeren bu eser, okuyucusuna yeni pencereler açıp oradan bakma imkânı sunuyor. Barındırdığı bilgilerin hepsi birbirinden değerli olan bu eserde, eski ve içi boş tüm bilgileri öğütüp kendinizi kelimelerin kokusuna bırakacaksınız. Kitapta da vurgulandığı üzere koku kelimesi, etrafımızda olup biten olayların özünü ve hayatımız üzerindeki etkisini temsil etmektedir. Bundan yola çıkarak gerçek hayatın kokusu ile kitabın kokusunu bağdaştırdığınız zaman ortaya çıkan ahenge kanıt göstermek gerekirse doğa ve insanın arasındaki ilişkinin kopacağını söyleyen bilge bu durumun en iyi örneği niteliğinde. Şu an önümüze yüzlerce marka koyulsa neredeyse hatasız bir şekilde hepsini söyleyebilecekken, sokakta yanından geçtiğimiz ağaçların veya ayağımızın altında ezilen yaprakların türünü neredeyse bilmemiz imkânsız. Bu durum bizlere hayattaki gerçeklik ile kitaptaki gerçeklik arasındaki ilişkiyi vurgulayarak, koku benzetmesi ile yaşanılan fakat fark edilmeyen durumları bizlere aktarmıştır. Farklı bakış açıları edinmek, insan hayatının en temel olguları hakkında düşünmek ve hayatınızı deneme-yanılma yöntemi ile değil de kesin yollar ile yaşamak istiyorsanız büyük bir bilgi kaynağı ve belki de kendi hayatınız için yol gösterici olabilecek Parfümün Dansı okumanız gereken kitaplar arasında yer almalı. Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın Mutlu olmak, hepimizin peşinde koşması gereken bir hedef midir? Mutlu olmak dünyayı anlamamıza yardımcı olur mu? Bu sorulara herkesin cevabı farklıdır. Bazı insanlar mutlu olmanın, ulaşmamız gereken nihai hedef olduğunu ve dünya üzerinde yaptığımız her şeyin mutluluk için sadece bir araç olduğunu düşünürler. Öte yandan, bazı insanlara göre mutlu olmak kalıcı değildir ve bu dünya için yeterli değildir çünkü dünyada daha önemli şeyler vardır. Hatta mutlu olmak, bu dünyayı anlayan biri için imkansız denecek kadar zordur. Bana göre mutluluğu yakalamak çok zordur çünkü kendi hayatımda her şey yolunda gitse bile haberleri izlediğim an mutluluk benim için ulaşılmaz hale gelir. Savaşın en ağır yükünü çeken ve hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocukları, tecavüze uğrayan, öldürülen insanları ve en ağırı da yaptıkları kötülüklere rağmen haksızları koruyan adalet sistemini gördükçe mutluluk benim için imkânsız hale gelir. Büyüdükçe mutlu olmanın ne kadar zor olduğunu anlarım zira dünya üzerinde yaşananların farkında oldukça mutlu olmak için bir sebebim kalmaz. Etrafındakiler tarafından zeki denilen insanlar da her şeyin farkındadır ve bu farkındalık mutluluklarının önündeki en büyük engeldir. Bu yüzdendir ki sanatçılar ve edebiyatçılar kendilerini mutsuz olarak tanımlar. Dünya hakkında hiçbir umutları kalmamıştır ve depresyona daha çok meyillidirler. Öte yandan kendini mutlu olarak tanımlayan ve hayat gayesini tamamlamış gibi hisseden insanlar vardır. Lakin mutluluğa ulaşsalar bile mutluluk onlar için asla kalıcı olmaz. Sebebi ise insanın bitmek tükenmek bilmeyen doyumsuzluğudur çünkü mutluluğa ulaşmış birisi başka şeylerin de arayışında olacaktır. Yeni bir ev, araba ya da kıyafet isteğimiz hayatımızın sonuna kadar devam edecektir. 30 yıl aynı işte çalışıp, para kazanmak ve istediğimiz şeyleri almak için tüm hayatımızı heba edeceğiz. Mutlu olmak için sürekli yorulup, isteklerimizi karşılamaya çalışmakla geçecektir ömrümüz. Goethe’nin dediği gibi “En yüksek mutluluğa erenler bile, başka arzular peşinde deli gibi koşarlar.” Bu söz çok doğrudur çünkü insan yapısı gereği tamahkârdır. Mutluluk onun için yolun sonunda değil, yolun üzerindedir. Bu yüzden mutlu olmak bizim için ulaşılması gereken büyük bir hedef değildir. Arthur Schopenhauer “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” demiştir. Gerçekten de amacımız, mutlu bir insan olmak değil de; hayatımızı başkalarına yardım ederek geçirmek olmalıdır. Bu dünyada yapılması gereken en doğru şey başkalarını düşünmek ve onların hayatını olumlu yönde etkilemektir. Mesela bir dilenciye para vermek ya da karşılaştığımız insanlara gülümsemek uygulanması çok basit şeyler olsa bile o insanların gününün güzel geçmesine yardımcı olacaktır. Mutlu olma gayesi ise bu durumun aksine bencilliktir çünkü kendi mutluluğunu düşünen birisi, başkalarının hayatını zor duruma düşünmekten çekinmez. Eğer kendimizi düşünmek yerine hepimizin amacı kahramanca bir yaşam sürmek olursa, dünya daha çok yaşanılabilir bir yer haline gelir. Başka insanlara yardım edip , kahramanca işler yapmış olsak bile hayatımızın sonunda yine bir mutlu son beklentisine gireriz. Bu kitapta Jeanette Winterson: “Mutlu sonlar yalnızca bir duraklamadır. Üç çeşit büyük final vardır: İntikam, trajedi, bağışlama. İntikam ile trajedi genellikle bir arada gerçekleşir. Bağışlama geçmişin borcunu öder.” demiştir bu konu hakkında. Yolun sonuna geldiğimizde mutlu son hiçbirimiz için orda olmayacaktır. Karşılaşağımız şey ise yapmamız gereken büyük seçimdir: bize yapılan kötülükleri affetmek ya da onların intikamını almak. İşte bu iki tercih bize hayatin gerçek anlamını gösterir ve başından beri peşinden koşmamız gereken büyük hedefi gösterir. Sinem Yalçın ZİNCİR Hayatımız boyunca milyonlarca olasılık ile karşı karşıya kalıyoruz. En küçük olasılıklar bile hayatımızı ciddi derecede etkileyebiliyor. Gün içinde karşılaştığımız olası zaman ve mekan kombinasyonları çok fazla. Kendi hayatımızda bile çeşitli farklılıklar nedeniyle kararlar vermekte, çevreye uyum sağlamakta zorlanıyoruz, kendi içimizde bile çelişiyoruz. Bu durumda çevremizdeki insanlar ile uyum sağlayabilmek de epey zor değil mi? Sıradan bir günde bile sürekli aklıma gelir, insan ilişkileri neden bu kadar karmaşık diye düşünürüm. Genelde vardığım sonuç şu olur ki insanlar birbirlerinin beklentilerini hiçbir zaman tam olarak karşılayamazlar. Hepimiz dünyayı farklı şekilde görürüz. Kullandığımız her kelime somut bir anlama sahip olsa bile hepimize farklı şeyler çağrıştırır. Bu konudan bahsedince aklıma geçen seneki psikoloji dersi hocam ve hocamın derste anlattıkları geliyor. Bize insanların dünyayı geçmiş tecrübeleri çerçevesi içinde algıladığından bahsetmişti. Yani tecrübelerimiz aslında görüş açımızdır. Melesa deniz manzaralı bir otel odası hayal edin dersem, siz daha önce içinde bulunduğunuz ya da televizyon bilgisayar vs. ekranından gördüğünüz bir odayı hayalinizde canlandırırsınız. Buna ek olarak konu iletişime geldiğinde kendi içimizde olanı karşı tarafta da gördüğümüz bir gerçek. Örneğin bizim insanlara karşı güven sorunumuz varsa, zannederiz ki herkesin güven sorunu vardır ve bize böyle yaklaşırlar. Bir diğer örnek de şu ki, psikoloji hocamız geçen seneki derslerimizden birinde bize bir soru sormuştu, sizce benim hayattan beklentim nedir? Bunun üzerine düşünmüştük ve ben evli, çocuklu, orta yaşlı bir profosörün hayattan beklentisi huzur içinde ailesi ile birlikte mutlu bir hayat sürmek olur diye düşünmüştüm. Sonra hocamız demişti ki bu düşündüğümüz şey aslında bizim kendisi yaşına geldiğimizde hayattan ne istediğimizmiş. Bu deney hem çok hoşuma gitmişti hem de beni epey etkilemişti. Bu örneği günlük hayatımızdaki birçok duruma uyarlamamız da mümkün. Bunların yanı sıra, insanlarla olan iletişimimiz konusunda aklımı kurcalayan bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Daha önce de söylediğim gibi olasılıklarla dolu bir hayat yaşıyoruz ve en ufak kararımız bile hayatımızın farklı yöne doğru şekillenmesine neden oluyor. Örneğin bir sabah kahve değil de çay içmek hayatımızı nasıl etkileyebilir düşünelim. Diyelim ki bu sabah kahve alacağım büfeyi geçip çay almak için bir kafeye girdim, girdiğim yerde bir arkadaşımla karşılaştım, arkadaşım sayesinde aynı ortamda bulunduğum başka bi insan ile tanışma fırsatım oldu. Bu yeni tanıştığım insanın hayatım üzerinde büyük etkileri olabilir, önüme başka fırsatlar çıkmasını sağlayabilir... O insanın yarattığı etki devasa sonuçlar doğurmasa bile, belki o sabah bana verdiği enerji ve iyimserlik ile gün içindeki verimliliğim artabilir ve daha farklı fırsatlarla karşılaşabilirim. Bu olay tam tersi olumsuz şeylerle de sonuçlanabilirim. Bahsettiğim şey sadece çok küçük bir örnek. Bu konu üzerine düşünürken gerçekten en küçük kararların, tesadüflerin etkilerinin büyük olabileceğini anlayabiliriz. Hayatımız kocaman bir zincir ve kararlarımız da bu zincirin halkaları. Diğer insanların halkalarının ne kadar çeşitli olduğunu düşünürsek, iki zinciri bir araya getirmek ve bunların birbirine uyum sağlamasını beklemek pek de mantıklı değil. Bu konudaki düşüncelerim beş yüz kelime ile anlatamayacağım kadar karmaşık. Kendim bile oturup düşündüğümde kesin sonuçlara varamıyorum. Ancak çoğu düşüncemin kesiştiği bir ortak nokta varsa o da şu ki insanların gerçek anlamda iletişim kurmaları, birbirlerini tamamen anlamaları oldukça zor. Eğer şanslıysak zincirimizdeki halkaları çoğunlukla uydurabileceğimiz birileri ile güzel zaman geçirebiliriz ancak tamamen uyum içinde olmak ancak bir mucize olabilir. İrem Yalçın 21503097 Yanlızlık sadece insana mahsus Raif kaygılıydı. Hayattan hiçbir beklentisi yoktu. İçine kapanık, karamsar ve ümitsizdi. Maria Puder'da tam aksine heyecan dolu cıvıl cıvıl bir kuş misali fakat uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibiydi. Ördü kader ağlarını, bir umut ışığı oldu Raif'e. Hayattan nefret eden ve onu benimseyip bağrına basmayı reddeden bir adama gerçekten tölerans göstermişti hayat bu sefer. Normalde görünmez kırbacıyla yerden yere vurduğu ve bir ejderha misali ateşler saçtığı o insancıklardan birine bu sefer gerçekten iyimser bir tavır sergilemişti sanki. Ama hayır, hayat asla adil değildir hatta bencildirde. Onu beğenmeyenden o nefret eder, ondan nefret edenden ise intikamını er yada geç alır. Tıpkı Raif'ten Maria'sını aldığı gibi. Raif boştu, bomboş. İçini kaplayan melankoli ve çaresizlik öyle baskındı ki benliğini kaybetmişti. O da herkes gibi hayattan nasibini almıştı. Hayatını bir kenara bırakmıştı, herşeyini hatta ailesini bile fakat o hariç. Defteri. Defter onun Maria'sıydı çünkü. Bir nevi bütün hayatı. O, biricik Maria'sını bırakabilir miydi hiç? Asla! Çünkü içinde kalan son ruh parçacığının kalkanıydı o defter. Hayat, içindeki o son kaleyi fethetmek istiyordu fakat defteri buna engel oluyordu. Bu tıpkı öz vatanını korumak için canını hiçe sayıp düşmana karşı mücadele veren vatandaşlara benzer. Raif'in son toprak parçası olan kalbinin vatandaşı ve aynı zamanda anahtarı olan o defter. Her ne kadar defter onun ruhunu, kalbini korusada Raif yorgundu, hastaydı. Hem fiziken hem ruhen. Maria'sına kavuşmaktı artık hayattan tek dileği. Peki hayat son kez ona o cömert(!) ellerini açacak mıydı? Raif yalvarıyordu artık hayata; "Kulun kölen olayım Maria'ya kavuşayım artık. Bu dünyada izin vermedin bari ötekinde ver!" diyordu. Çünkü Maria onun dünü bugünü geleceği hatta ve hatta cennetiydi. Herkesin istediği gibi Raif'te sadece cennetini arzuluyordu. Yaşadığı yanlızlık tahmin edilemez düzeydeydi. Yanlızlık nedir? İnsan sadece başka bir insanla mı giderebilir yanlızlığını? Yoksa bazen sadece düşünceler bile geçici bir süreliğinede olsa yanlızlığımızı dindirebilir mi? Evet dindirebilir. Bu hepimiz için böyle. Hepimiz kendi düşüncelerimizin kurbanlarıyız. Düşüncelerimizi yönlendiremeyiz fakat onu eğitebilir, evcilleştirebiliriz. Tıpkı en basitinden bir atın evcilleştirilmesi gibi. Raif'in evcilleştirebilmesi için Maria'sına ihtiyacı vardı. Nerdeydi Maria? Maria yoktu. Asla geri gelmeyeceği bir yolculuğa çıkalı çok olmuştu. Raif'te bu yolculuk için biletini almaya hazırlanıyordu. Çünkü Maria nereye o oraya. "Rasim!" dedi belkide hayatta nadirde olsa konuştuğu insanlardan birine, kitabın gizli kahramanı olan ve fikirleriyle bize Raif'in hayatına ışık tutan o Rasim'e. "Defterimi getir!" dedi. Biliyordu öleceğini, hissetmişti bunu. Hayat sonunda yeşil ışık yakmıştı ona. Çok mutluydu. Tıpkı bir çocuğun annesine kavuşmasını istemesi gibi o da Maria'sına kavuşacaktı çünkü. Maria onu çağırıyordu. Eskiden olduğundan da yakın hissediyordu artık ona. Kokusunu bile alıyordu. Artık mesafeler kısalmış, yollar katedilmiş, ufuk hiç olmadığı kadar net ve berrak gözükmeye başlamıştı. Hayat bizlere ne biçerse onları yaşamaya mahkum muyuz? Yoksa kendimiz mi onu şekillendiriyoruz? Onun o korkunç kelepçelerini kırabilecek biri var mıdır ki şu cümle alemde? Hayır yoktur. Çünkü daha doğmadan anlımıza işlenmiştir yazgımız. Ondan bazen saklanabiliriz, yada saklandığımızı ve ondan tamamen kurtulduğumuzu zannederiz fakat kaçamayacağımızı er yada geç öğreniriz. Net olarak söyleyebileceğimiz tek şey yaşadığımız ve yaşayacağımız bu hayatı benimsememiz gerektiğidir. Ona uyum sağlayıp hayatın bize sunduğu fırsatları kollamalı ve bize açtığı kapıları kaçırmamalıyız. Yağız Erdem AŞMAK Dünyaya kendi küçük pencerelerimizden bakıyoruz. Fakat bu dünyanın, bizim onu algıladığımız kadar küçük olduğu anlamına gelmiyor. Kimilerince bu pencereleri toplumsal sınıflar belirler. Örneğin, “Olağanüstü Bir Gece”de Zweig’in bize sunduğu da kendi sınıfının penceresinden bakmaktan hiçbir şey hissedemeyecek hâle gelmiş bir adamdır. Boşluktur. Kendi deyimiyle: “Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yere köklenmeden, akan suyun üzerinde yaşar gibi yaşıyordum.” Bu kitabı okurken sorular sordum kendime. Katılaşmış elit tabakaya ait olmanın –veya bu tabakanın ona ait olmasının- gereklilikleri insanları hislerinden alıkoyar mı? Toplumsal ve sınıfsal bir yozlaşma hayal ediyorum dolayısıyla. İşçi sınıfının fabrikalarda varolamaması gibi elit sınıfa ait bireyler de kendi sosyal sınıflarının çarklaşmış mekanizmasında varolamazlar belki de. Başka insanlar da olduğunu anlayan bir karakter gördüm bu kitapta. Herkesin birer damla olduğu bu engin okyanusta, o da herbir damlanın farkındalığıyla ahenkle yüzen bir damlaydı. Her damlanın hikayesinin varlığına tanıklık etmişti o gece. Ancak başılığın çok manidar olduğunu düşünmeden edemiyorum. Olağanüstü bir gecede yaşadıkları sayesinde… Olağanüstü… İmkansız… Zweig’ın ölümünü hatırlatıyor bana bu başlık, okuduğumdan beri. Çünkü böyle bir gece yok. Böyle bir geceyi yaşayan da bekleyen de yok bu dünyada. En dibinden göklerine kadar bu hayatta böyle şeyler yok. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi imgesi, bu dünyada ve Zweig’ın dünyasında imkansız. Çünkü insanlar savaşmakla meşguller Zweig’ın dünyasında. “İnsanların birbirlerini anlayabilmesi” düşüncesi bu savaşları bitirmeye yetmez mi? Kazananı yoktur ki savaşların. En azından iki taraftan biri değildir kazanan. Bambaşka bir yerdedir. Zaten savaş patlak verdiği andan itibaren kazanacağı da bellidir. Hatta belki de savaşı çıkaran kendisinden başka bir şey değildir. Öyleyse kazanmak nedir? Machiavelli haklı olabilir mi? Belki de insan kazanma ve iktidar arzusuna böylesine kapılıp gitmemelidir. Ben kazanmak istemezdim. Savaşmak istemezdim. Yönetmek, vergi almak, koruduğumu iddia edip hiçbir şey yapamamak… Zweig’ın yaşamaya çalıştığı zamanlarda yaşasaydım ne yapardım diye sordum kendime. Bilmiyordum. Başa çıkabileceğimden de emin değilim. O zaman intihar edersiniz çünkü düşüncelerinizle çelişen bir dünya vardır. İnanmanızı istediğiniz değerleri alaşağı etmiştir. Tüm otoriteler başınıza yıkılır. Neyi bildiğinizden emin olamazsınız. Öyleyse, ya post- modern olursunuz, ya da intihar edersiniz. Ancak bu çok karamsar. Böylesine zifiri bir karamsarlıktan korkar insan. Böyle düşünmek istemiyorum. Ya da bu gecenin olağanüstü olmadığı bir paralel evren düşlersiniz. Herkesin bu olağanüstü geceyi deneyimleyebileceğini umarsınız. Bu geceyi olağanüstü yapan nedir? İnsanları savaşarak meşgul edilmesi mi? Üstelik bugün savaş alanı böylesine genişlemişken… Zweig’ın tanık olduğundan ziyade televizyonun önünde savaştadır insan. Terfi alma umuduyla tıklım tıklım bir metroda işine giderken savaşır. Aynaya baktığında fiziksel kusurları onu zihninden uzaklaştırırken savaşmak zorundadır. Döviz kurlarına, faiz oranlarına bakarken… Ekonomik büyümeyi saptarken… Billbord’un önünde trafikte evine dönmeye çalışırken cephenin tam ortasındadır. İşgal edilmiştir. Fakat neyse ki farkında değildir. Farkında olmak onu savaş meydanından uzaklaştıramaz da zaten. Aşamaz. Olağanüstü geceyi yaşayamaz. Ancak okuyabilir. Okuması da onu uzaklaştıramaz. Savaşa başladığı o doğduğu günden beri kaybetmek için savaştığını göremez. Görse de bir şey değişmez. Akan suyun üzerinde yaşar gibi yaşamaya ihtiyacı vardır belki de. Aidiyet… Öylesine bağımlıdır ki bu kavrama. Bir şeylerin ona ait olmasını isterken sahip olduğu tek şeyi, hayatını başka şeylere teslim ederek başka şeylere ait olur. Sahiplik uğruna feda edilen bir yaşam başkalarının ona sahip olmasıyla son bulur. İşte yenilgisi budur. Yazgısı budur. Öyle bir dünyadır ki burası Zweig’a şu kelimeleri söyletmiştir: "Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız" İCAT EDİLMİŞ BİR AKSİYON OLARAK SAVAŞ VE SİLAH KULLANIMI Savaşın insan doğasından mı kaynaklandığı yoksa öğrenilen ve inşa edilen bir şey mi olduğu uzun süren bir tartışma meydana getirmiştir ve bu tartışma hâlâ devam etmektedir. İnsanların, doğalarından kaynaklı olarak agresif olduklarını savunanlar, savaşın ve insan öldürmenin de bu agresif dürtünün bir uzantısı olduğunu iddia ederler. Bu görüşün karşısında savaşın öğrenilen ve icat edilen bir şey olduğunu iddia edenler duruyor. Peki, hangi taraf bu konuda daha ikna edici? Sizi bilmem ama savaşın toplum tarafından icat edilen ve çeşitli araçlarla kamuya kahramanca bir eylemmiş gibi gösterildiğini söyleyenler daha ikna edici geliyor bana. Bu konuyla ilgili olarak günlük hayattan çeşitli örnekler verilebilir. Savaşa giren iki devlet düşünün. Bu iki devletin, savaşın ahlaki ve zorunlu bir şey olduğu konusunda kamuyu ikna etmek için çeşitli eylemlerde bulunduğunu gözlemleyebiliriz. Örneğin, savaş zamanında “kahramanlık” sergileyerek vatanına hizmet eden kişiye ödül olarak madalyon verilir. Diğer bir örnekse filmlerde savaşın nasıl tasvir edildiğiyle alakalı. Herkes en az bir kere bile olsa savaş filmi görmüştür veya izlemiştir. Filmlerdeki genel tutum şudur: Savaşlar kahramanca ve vatan uğruna ölünmesi gereken bir ödevmiş gibi gösterilir. Askerliğin de zorunlu ve vatana olan bir ödevmiş gibi görülmesinin nedeni de diğer bir ödev olan savaşa, insan ve personel hazırlayabilmektir. Gerek filmlerdeki tasvirler gerek kamu düşüncesini şekillendirmeye yönelik araçlar savaşın kamu gözünde nasıl bir anlama gelmesi gerektiğini etkilemektedir. Diğer ilginç bir örnek ise savaşın doğuştan bir dürtüyle meydana gelmediğini çok iyi bir şekilde tasvir eden bir filmden gelmektedir. Filmin ismi Welcome to Dongmakgol. Film bizi Kuzey ve Güney Kore arasındaki savaş yıllarına götürmektedir. Savaş ortamından kaçan bir grup Kuzey ve Güney Koreli asker düşünün. Bunlar küçük bir kasabada karşılaşıyorlar. Karşılaştıkları an birbirlerine verdikleri tepki ne olurdu sizce? Düşman gördükleri diğerine saldırmak dediğinizi duyar gibiyim. Evet, onlar tam da düşündüğünüz şeyi yapmışlardı. Fakat sonradan aynı kasabada yaşamaya başlayınca hem kasaba sakinlerine hem de düşman askerlerine alışmaya başlamışlardı. Düşman figürü devlet tarafından belirlense bile bu sonsuza kadar giden bir düşmanlık olmuyor filmin de gösterdiği gibi. Düşman askerlerinin yaşadıkları, paylaşımları ve ortak olarak savaşa ve adam öldürmeye karşı olmaları bu düşmanlığı dostluğa dönüştürmüştü. Filmdeki diğer bir nokta ise aralarındaki dostluğun başladığı zamanlarda üniformalarını çıkarıp kasaba halkının giysilerini giymeye ve onlarla birlikte tarlada çalışmaya başlamalarıydı. Kasabada yaşayan insanlar olarak onları ayıran herhangi bir şey kalmamıştı. Halk gibi çalışmaya başlayıp onlara destek olmaya başlamışlardı. Savaş eğer doğuştan bir dürtüyle meydana gelseydi askerler arasında böyle bir dostluk yaşanmayacaktı. Düşmanların sonsuza kadar düşman kalacağı tezi de çürütülmüştü. Kısaca, filmin bu konuda çok etkileyici örnekler verdiği söyleyebiliriz. İzlemeyenler için ön bir bilgi olacak ama film güzel bir sonla bitmiyordu. Bitmiyor olsa bile savaşla ilgili önemli şeyler öğretmişti. Peki, savaşın doğal bir dürtü sonucu meydana gelmediği düşüncesi, insanların tamamen barışçıl olduğunu gösterir mi? Bu konuda da çeşitli tartışmaların olduğunu söylemek mümkün. Tartışmanın bir boyutu şöyle bir gözlem içeriyor: Bazı insan toplulukları hiç savaşa girmemiştir ve savaş anlamına gelen bir kelime dahi kullanmamışlardır. Bu gözlem de insanların barışçıl olabileceği argümanını doğurmuştur. Tartışmanın diğer bir boyutunda ise şöyle bir düşünce ile karşılaşıyoruz: İnsanlar, doğuştan gelen bir agresif dürtü bulundurmasa bile bu onların tamamen barışçıl olduğunu göstermez. Bu düşünceyi savunan kişiler medyanın veya devletin çeşitli araçlarının bu agresif dürtüyü nasıl harekete geçirdiği üzerine yoğunlaşmışlardır. Diğer bir ifadeyle, savaşın ve silah kullanımının çeşitli araçlarla nasıl meşru hale getirildiği ve hatta gerekli olduğuna insanların nasıl inandırıldığı temel araştırma konusu olmuştur onlar için. Film ve bahsedilen diğer örneklere baktığımızda, tartışmanın ikinci ayağını oluşturan insanların görüşlerinin daha kritik bir perspektif sunduğunu söyleyebiliriz. Unutulmaz1 Zeynep Unutulmaz 21301727 TURK101-17 Başak Berna Cordan 13.11.2014 Assignment 3 NASIL GEÇTİ HABERSİZ Türk edebiyatının kült şiirleri arasında yer alan Yaş Otuz Beş şiiri aynı ismi taşıyan bir kitapla okuyucuların beğenisine sunulmuştur. Kitapta Cahit Sıtkı Tarancı’nın yazmış olduğu diğer şiirlerde bulunmaktadır. Kitabı okumaya başlayınca göze çarpan ilk şey şairin üslubu olmaktadır. Dilinin bu kadar açık ve sade oluşu şiirleri okumada kolaylık sağlamakla birlikte ana temaya yoğunlaşmada okuyucuya yardım etmektedir. Cahit Sıtkı, döneminin en çok okunan ve günümüzde de şiirlerine ilgi gösterilen bir şair olmasını buna borçludur. Unutulmaz2 Cahit Sıtkı otuz beş yaşında yolun yarısında olduğunu farz edip bu şiiri yazmışsa da bundan on bir yıl sonra vefat etmiştir. Şiirde Cahit Sıtkı’nın kendi hayatından verdiği örnekler aslında hepimizin hayatından birer kesittir. Şair öncelikle vücudundaki deformasyonlardan bahsedip yaşının ilerlediğini kendine hatırlatmaktadır. Bu durumdan hoşnut olmadığını dizlerinde aynalara karşı sitemkâr tutumundan anlamaktayız. Sonrasında duygu ve düşüncelerindeki değişikliklere yer veren şair zamanın hızla akıp gittiğini, dönüp arkaya baktığında gördüğü insanla şimdikinin birbirinden hayli farklı olduğunu söylemektedir. Zaman ilerledikçe günler, aylar, yıllar geçtikçe değişen her şey gibi insanda değişmektedir. Hangimiz iki gün önce düşündüğümüz şeyi bugün de tam anlamı ile savunabiliyoruz ya da en sevdiğimiz renk, uğurlu sayımız, tuttuğumuz takım aynı kalabiliyor mu? Değişim bu dünyanın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Buna ayak uydurup hayata devam etmek ise biz insanların görevidir. Bu duruma ayak uyduran kişiler dışarıdan mutlu olarak görünmekte, bunu beceremeyenler ise mutsuzlukla bir başına kalmış olarak algılanmaktadır. Alt metinde mutluluğun formülünü veren Cahit Sıtkı Tarancı insanlara değişimden korkmamaları gerektiğini tavsiye etmiştir. Cahit Sıtkı şiirinde zamanın dur durak bilmeden akıp gitmesine atıfta bulunmaya devam edip konuyu bir başka bakış açısı ile de ele almıştır. Otuz beş yaşına kadar hayatta kalma mücadelesi yüzünden tam anlamı ile hayatın tadını çıkaramadığını ve bazı şeylerin yeni farkına vardığını itiraf etmektedir. Nitekim bu durum yediden yetmişe herkesin yaşadığı bir sıkıntıdır. Daha ilkokulda rekabete zorlanan çocukların yaşlarının gerektirdiği gibi yaşama hakları ellerinden alınmaktadır. Kendi çocuğu daha erken okumayı söksün diye çocuğunu zorlayan anne baba zihniyeti bu acı gerçeğe bir örnektir. Erken yaşta rekabete alıştırılan çocuk ileriki yaşlarında bu davranışını sürdürmezse başarısız olarak addedileceğini zannedip Unutulmaz3 yaşamın güzelliklerini bir kenara itip hırs odaklı bir hayat yaşamaktadır. Cahit Sıtkı kendi yaşamından verdiği örnekle okuyucuyu bir nebze olsun bu tutumundan uzaklaştırmaya çalışmıştır. İleride geçmişte yapmadıkları şeylerin özleminden ötürü pişmanlık çekmemeleri için gökyüzünün başka renklerinin de olduğu örneğini vermiştir. Bu örnekle insanlara çevrelerini tanımalarını, sanki bir günlük ömürleri kalmış gibi hayatı doludizgin yaşamları gerektiğine vurgu yapmıştır. Yaşı otuz beşe yaklaştığında bu şiiri anmayan yoktur. Cahit Sıtkı otuz beş yaşı bir dönüm noktası kabul ederek öncesinde ve sonrasında insanların genel duygu ve düşüncelerini kendini temel alarak okuyucuya aktarmıştır. Okuyucularına zamandan hızlı ilerleyen bir şey olmadığını çok net bir dille ifade etmiştir. Geçmişi geçmişte bırakmalarını, gelecek içinde kaygılanmamalarını söyleyen Tarancı, en önemli zamanın şu an yaşadıkları zaman olduğunu ve bunu çok iyi bir şekilde değerlendirmeleri gerektiğini öğüt vermiştir. Benim naçizane tavsiyem ise bu şiiri okumak için otuz beş yaşı beklememeniz ve her doğum gününüzde okumanızdır. Yaş otuz beş olmadan hayatın anlamını çabucak kavramınız ve sonradan pişman olabileceğiniz bir hayat yaşamamış olmanız için. KAYNAKÇA Tarancı, Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş. İstanbul: Can Yayınları, 2007 BİR HAYATIN ELDEN GİDİŞİ: SONELER Zafer Koşar | 25 Kasım 2014 İnsan hayatında herkes için geçerli olan birtakım gerçeklikler vardır. Ölüm ve yaşam gibi ve bunlar kişiden kişiye değişmez. Yine birtakım öznel hisler veya başka bir tabirle algılar bulunur insanda. Aşk ve güzellik gibi fakat bunların genelgeçer bir tarifi yoktur. Kişiden kişiye değişmektedir çünkü bu kavramlar. William Shakespeare ise sevdiği kadının, güzelliğine ve ona duyduğu aşka bunların yanı sıra ise gençliğin elden gidişine ve ölümlüğe Soneler adıyla anılan eserinde geniş yer vermiştir. Shakespeare Soneler’de zıt kavramları işlemiş gibi gözükse de işlediği her bir konuyla sizi farklı ufuklara taşıyor, ayrıca işlediği her bir kavramın hayattaki yerini okura çok güzel bir şekilde aksettiriyor. İnsan için kaçınılmaz kavramdır yaşlanmak, ölüme yaklaşıp artık onu bir nefes ötede hissetmek. Shakespeare de elinden geçip giden gençliğini özlemle anmakta, hafif sitemkâr gençliğini alıp götürmesinden ötürü yıllara. Shakespeare kaybettiği yılların değerini geç anlamış belki de şiirleriyle bizi bu yönden uyarmaya çalışmaktadır. Fakat günümüzde insanlar bu uyarıya kulak asmamış olacak ki hâlen gençliğin kıymetini bilmemekte belki de anlamak için yaşlanmayı, onu elden yitirmeyi beklemektedirler. Bu da onlara iki çıkış yolu bırakmaktadır ki bunlar barışmaktır yaşlanmayla veya kabullenmektir ölümü. Bu bağlamda Shakespeare gençliği elinden yitirmiş biri olarak bazen ölümden başka çıkış yolu görmemiş ve “Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,” demiş. Bazen de barışmış yaşlılığıyla ve “Yaşlısın deseler de bana, inanmam aynalara,” diyerek umut aşılamıştır kendisine ve diğer insanlara. Ama eğer pişman değilse insan geçmişte yaptıklarından, o zaman yaşlanmak büyük bir erdemdir aslında onu bilge ve saygın yapan. Aksi halde yaşlanmak büyük bir yük ve hatta belki de tek kapısı olan, o kapısı da ölüme açılan bir oda gibi olur insan için. Aşk ve güzellik konuları da Soneler’de geniş yer bulmuştur kendilerine. Shakespeare günden güne artan, körelmek nedir bilmeyen aşkını birçok yönden tasvir etmiştir. Belki de aşka şiirlerinde bu denli önem vermesinin sebebi ondan alıp götüremediği tek şey olmasıdır yılların. Çünkü aşk onun çok şey ifade ediyor, ruhsal durumunu derinden etkiliyordu bu etkiyi ise bize şu şekilde aktarıyordu “Seni görmeyince benim günüm her gece; Geceler gündüz olur düş seni gösterince.” Bu bağlamda ise bizim anlamamız gereken bizi hayata bağlayan şeyler gençlik gibi maddi veya geçici varlıklar değil aşk ve sevgi gibi güzel, insanları birbirlerine yaklaştıran duygular olmalıdır. İnsan için kaçınılmaz bir gerçektir yaşlanmak fakat insanların birbirlerine karşı besledikleri duygular aksi bir tavır sergiler. Gençleşir gün geçtikçe. Zaten artar tadı da aşkın gün geçtikte, âdeta bir şarap gibi. Kısacası, gençliğin kıymetini bilmelidir insan. Onu yaşlanınca pişman etmeyecek bir hayat yaşamalıdır. Bir gençlik geçirmelidir gurur duyacağı. Belki de onu yaşlılığında erdemli kılacak kadar dolu dolu bir hayat... Böylece sitem etmez insan geçip giden yıllara, sövmez gençlik yıllarına.Ayrıca uzaklaşmalı insan maddi zenginliklerden ve adamalı kendisini sevgiye, aşka. Çünkü bilmelidir ki insan, her türlü zenginlik ve güzellik geçip gider de sevgi yok olmaz ya da azalmaz insan var oldukça. Kaynağı insandır çünkü sevgi ve aşkın. Hatta insanla sevginin ilişkisini toprakla ağacınkine bile benzetebiliriz. Sevgi bir ağaçsa köklerini toprağa salmış, insan da topraktır ağacı sımsıkı kucaklamış. Eğer yoksa toprak, ağacın köklerini uzatacağı varlık sahnesine adımını bile atamaz o ağaç . Eğer dikilmeyecekse bir ağaç dahi, toprak ne işe yarayacak? Ağaçsız toprak gibidir sevginin olmadığı insan kalbi de, eğer büyütmezse içinde sevgi ve aşk, kendi başına kuruyup gider hiçbir işe yaramayarak. Kaynaklar: Altmış Altıncı Sone Yirmi İkinci Sone Kırk Üçüncü Sone Şafak Sayın 21401174 Turk101-15 Başak Berna Cordan 16.12.2014 KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain, kısaca Amelié, bir Jean-Pierre Jeunet filmidir. Dünya çapında pek çok ödül almış ve yine pek çok ödüle aday gösterilmiş, birçok listede üst sıralara yerleşmiş ve sayısız başarıya imza atmıştır. Başrolde Amélie Poulain olarak karşımıza çıkan Audrey Tautou da, üstün oyunculuk performansıyla bireysel olarak çok sayıda ödüle lâyık görülmüştür. Filmde, yirmi iki yaşındayken hayatı değişen Amélie anlatılmaktadır. Ona her zaman sert, soğuk ve mesafeli davranan ebeveynlere sahip olan Amelié, evde eğitim görmektedir. Okula gitmediği için diğer çocuklardan uzakta ve yalnız büyümüştür. Annesinin ölümünün ardından iyice içine kapanan Amélie, kendi dünyasında yaşamaya ve onu mutlu eden küçük şeylere tutunmaya başlamıştır. Mercimek çuvalına elini daldırmak, krem brulesinin kabuğunu tatlı kaşığıyla oymak, yüzeyi pürüzsüz taşları birktirmek ve onları St. Martin’s Kanalı’nda sektirmek gibi... Manavın çırağından, kocası tarafından terk edilen komşusuna, hastalığı yüzünden “kristal adam” diye anılan ihtiyar ressamdan, metrodaki kör dilenciye kadar bir sürü insanın hayatına küçük dokunuşlar yaparak onları mutlu etmiştir. En sonunda karşısına onu mutlu edebilecek biri çıkmış ve böylece gerçek aşkı tatmıştır. Sayın, 2 Kimileri mutsuzken çikolata yer, kimileri uzun yürüyüşlere çıkar, kimileri saatlerce ağlar. Ben de ne zaman kendimi kötü hissetsem, filmin yarattığı farkındalığa ihtiyaç duyup Amélie’yi izlerim. Her seferinde beni birtakım şeyleri tekrar tekrar sorgulamaya iter. Çevremde Amelié karakteri gibi kaç tane insan vardır? Daha da önemlisi, var mıdır? Peki ya ben küçük şeylerle mutlu olabiliyor muyum? İnsanoğlu kendini, mutluluk kavramının keskin çizgilerle sınırlandırıldığına, dikenli tellerle çevrelendiğine inandırıyor. Ulaşması güç, elde etmesi zor... O gelip bizi bulmadıkça, bizim mutluluğu bulmamız çok zor. Anketler düzenleniyor, röportajlar yapılıyor. Çoğunun ortak noktası aynı soru: ”Mutluluk nedir?”. Mutluluğu tanımlamak, kalıplara sokmak, tarif etmek şart. Çerçeveletip duvarlarımıza asabileceğimiz bir formülü olsa ya hatta biz de bitmek bilmeyen, bir türlü sonuçlanmayan bu mutluluk arayışından vazgeçsek. Bakıp da göremeyince, nice hayatlar bakmakla geçiyor çünkü. Bir karmaşa ve stres bulutunun gölgesi düşmüş sanki yüzlere. Çevremiz bizi mutlu edebilecek küçük ayrıntılara, tonlarca renkle doluyken, insanlar sonbaharda bile gri. Gülümsemeler, kat kat maskelerle örtülmüş sanki. Zaten mutlu olacak ne var ki? İnsan durup dururken mutlu mu olurmuş? Yolda gülümseyerek yürüyen birini görünce bile garipser olduk: “Deli midir nedir?”. Delidir belki de. Mutluluğun resmini çizebilen bir deli… Şairin dediği gibi… Bu etkileyici filmin beni çıkardığı ufak içsel yolculuğun ardından, bakış açısının insanı ne denli değiştirebileceğini fark ettim. Aslında mutluluk arayışını eleştirirken dahi karamsar bir tavır takınan insanı mutsuzluğa iten, yine ta kendisiydi. Siyahlar olduğu kadar, beyazlar da mevcuttu. Uzaktan bakınca gri görünmelerinin nedeni buydu belki de. Hayattan tat alamayan ve hiçbir zaman da alamayacak olan insanlar elbette vardı. Var olacaktı. Peki ya parmak arası terlikleriyle yağmura yakalanınca, en azından çorapları ıslanmıyor diye mutlu olan, sahaftan aldığı eski bir kitabın içindeki, artık dağılmaya başlamış olan el yazısıyla, üstünkörü karalanmış birkaç satırı okuduğunda gözlerinin içi gülen insanlar? Onları görmek için Sayın, 3 ihtiyacımız olan tek şey yakından bakmaktı. Üstelik onların hayatlarına değil, kendi hayatlarımıza… Bizim hayatlarımızdaki küçük dokunuşları sahibiydi onlar. Fark yaratan, renk katan ayrıntılardan sadece birkaçıydılar. Güneşli bir sabah, birkaç güzel dize, deniz kokan bir rüzgâr ve bu rüzgârla yarışan küçük bir kuş gibi... Evet, mutlu olmak gerçekten bu kadar kolaydı. Çevremde küçük şeylerle mutlu olan insanlar vardı. Şimdi gülümseme zamanıydı. Mükemmel Bir Dinleti / Görkem Bozkurt Babam sayesinde çocukluğumla başlayan klasik müzik merakım, bugüne kadar günlük hayatımın bir parçası olarak kaldı. Tabii ki bilgisayardan ya da bir müzik çalardan dinlemektense enstrümanları akustik bir konser salonunda dinlemek insanın tüylerini diken diken ediyor. Her cuma günü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının konserlerini takip eden biri olarak cuma gerçekleşecek olan konser için çoktan biletlerimi almıştım. Ama internetten konserin programını kontrol ettiğimde diğer rutin konserlerden çok farklı olduğunu gördüm. Çünkü bu cuma program Film Müziklerinden Seçmeler adı altındaydı. Ama ne yazık ki internette hangi parçaların konser salonunda çalınacağı yer almıyordu. Günde en az bir film izleyen bir insan olarak. Bu beni çok heyecanlandırdı çünkü en sevdiğim iki hobim bir arada 2 saatlik bir programa sıkıştırılmıştı. Ve hangi film müziklerinin konserde yer alacağı belli değildi. Konser yolunda konserde hangi film müziklerine yer vereceklerini düşünmeden duramıyordum. Jurassic Park’ın müziği oldukça güzeldi ve John Williams bestelediği için orkestraya da oldukça uyumluydu. Ya da Yıldız Savaşları’nın müziği oldukça bilindik bir parçaydı ve kısaydı, böyle kısa parçalarla 2 saat içerisinde oldukça film müziği sıkıştırabilirlerdi ama bu sefer de parçalar kısa olduğundan tadına varamadan bitmiş olurdu. Konser salonuna vardım ve ortalarda yerimi aldım. Şef Ludwic Wicki yerini aldı ve konser başladı. Şef daha önce Yüzüklerin Efendisi’nin müziğinin şefliğini Londra Orkestrasında yapmıştı. O yüzden Yüzüklerin Efendisi’nden bir parçanın çalınmasını kesinlikle bekliyordum. Konser hızlı bir tempo ile Görevimiz Tehlike’nin ana temasıyla başladı. Başlangıç için seçilmiş güzel bir parçaydı çünkü dünya üzerinde en çok bilinen film müzikleri arasında yer almaktaydı. Davula her vuruşu gövdenizde hissedebiliyordunuz. İşte youtube dan film müziği dinlemekle gerçekten yaşamak arasındaki en büyük fark bu. İkinci olarak konser çok az daha bilindik olan Çikolata adlı filmin müziği ile devam etti. İlk parçaya göre çok daha yumuşak olan bu müzik tüm konserin temposunu hafifletti. 3. olarak tahmin ettiğim gibi Jurassic Park’ın ana temasıyla devam eden konser, gözümün önüne dağların arasından geçen helikopter görüntüsünü getirdi. Aslında daha önceden planlansaydı, orkestranın arkasındaki perdeye müziklerini çaldıkları filmlerin görüntüleri kare kare yansıtılabilinirdi. Çünkü seyircilerin arasında filmleri izlemeyenler de bulunmaktaydı. Yıldız Savaşları’nın giriş temasıyla tempoyu bir kez daha arttıran şef parçanın sonuna kadar tempoyu yavaşlatmadı. Işın kılıçlarının havada uçuştuğu sahneleri insanların aklına getiren bu parça seyirciden yüksek derecede alkış aldı. Son parça olmasıyla birlikte alkışlar bir türlü kesilmeyince Şef Ludwic Wicki ilk müzik olan Görevimiz tehlikeyi tekrardan çaldı. alkışlar halen devam edince Ludwic Wicki en çok alkış alan Yıldız Savaşları teması ile konseri bitirdi. Jurassic Park’ı çalması için alkışlamaya ölesiye devam etmeme rağmen konser çoktan bitmişti bile. Konser bitişinde böyle mükemmel bir gösterinin bir parçası olduğum için mutluydum ama bir yandan da bittiği için üzülüyordum çünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Film Müzikleri çalan bir orkestra değildi ve bu orkestra için bir ilkti. Bir ilk olduğundan çok bilindik parçalara yer verilmemişti ve uzun parçalar seçildiğinden konser süresince sadece 4 parça çalındı. Bunun yerine kısa ama daha bilindik parçalar ile sadece klasik müzik severlerini değil aynı zamanda film severlerinde ilgisini çekecek bir hale gelebilirdi. Umarım gelecek zamanlarda bu tür konserlere daha fazla yer verirler, ve bu konser bir deneyim olduğundan planlama ve programlama diğer konserlerde çok farklı olur. eminim her türlü film sever bu tür konserlerden zevk alacaktır. Ders Adı: TURK 101 Öğretmen Adı: Neşe ÇETİNER Öğrenci Adı: Tayyar Anıl ÇAVUŞOĞLU Tarih: 11.10.2014 YABAN’IN ETKİSİ “Yaban”ı ilk okuduğumda tarihi sadece ders kitaplarından öğrenen, birkaç da Mustafa Kemal’in hayatıyla ilgili kitap okumuş lisenin daha başında olan birisiydim. Tarihi sadece bu savaşı şu yılda o ülke kazanmış, yani ezberden ibaret zannediyordum çünkü düşünmeye teşvik edilmemiştik. Öyle ki “Yaban”ın kapağını açtığımda okumuş olmak için okumak havası vardı. Zaten sınavdan önceki gün özetini okur, biraz hocayı dinler ve ezberler, dersi de 5’le geçerdim, ta ki “Yaban”la tanışana kadar. Daha önce hep Türklerle başka milletler arasındaki çatışmayı değerlendirirken bir anda asıl çatışmanın aynı milletten olan insanların arasında olduğunu fark ettim. Öncelikle şunu söylemeliyim ki “Yaban”ın mükemmel bir gözlemcinin ve dünyaya objektif şekilde bakan bir bilgenin ürünü olduğu çok açık. Yakup Kadri o dönemin fotoğrafını o kadar iyi çekmiş ki insanlar ve olaylar arasında bağlantı kurup sonuca kendi yorumumla ulaşmaya başladım. Özellikle de Anadolu’da bazı insanların neden ayaklanmadığını ve düşmanla iş birliği yaptığını Salih Ağa’nın kendi menfaatini düşünmesiyle, Zeynep Kadın gibi ezilen köylülerin din altında sömürüldüğünü ise Şeyh Yusuf, azınlıkta olan milli duygularını önde tutan aydınları Ahmet Celal, masumiyeti ise Hasan ile sembolize etmiş yazar. Aslında biraz daha ileri gidersek günümüzde bile bu kitapla bazı gerçeklikleri bağdaştırabiliriz. Mesela kapitalizmle yürütülen dünyada Amerika gibi emperyalist ülkeleri Salih Ağa, Orta Doğu’da dini kullanarak sömüren kişileri Şeyh Yusuf ve sömürülenleri Zeynep Kadın ya da diğer cahil, fakir ve her şeyi kabullenen insanları gösterebiliriz. Bu eserin temelini aydın-köylü çatışması oluşturuyor. Bunun ayrıntılarına inmek lazım çünkü soruna sorunla yaklaşmak olmaz, çözümle gelmek lazım. Bu çatışmanın en büyük nedeni herkesin kabul edeceği gibi eğitimsizliktir. Peki neden o dönem(!) halk cahil, hiç sordunuz mu kendinize? Ahmet Celal sormuş: “Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir... Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.”(Yaban, 181). Aslında cahilliğin sebebi aydınlarmış. Bilge kişilerin zamanında bilgeliklerinden halkın faydalanmasına önem vermemesi felaketi doğurmuştur. Sadece sen aydın, geri kalan hiç kimse değilse ne önemi var ki senin aydın olmanın? Cahilliğin nelere neden olabileceğini en iyi şekilde yaşayan ülkelerden biridir Türkiye. Halk milli duygularından bile vazgeçecek duruma gelmiştir. Ahmet Celal'in “Felaket bizi birleştiremedi. Aramızdaki, benimle onlar arasındaki uçurumu belki, daha ziyade derinleştirdi.”(Yaban,170) sözü bu duruma bir kanıttır. Başka açılardan da bakmak lazım olaya. Aç insan her şeyi yapabilir. Köylüye işgal kuvvetleri tarafından bulunulan vaatler gerçekten cezbedici. Yaşamlarına eskisinden daha iyi ve barış içinde geçireceklerine inanıyorlar. Hem milli duygusu zaten olmayan bir insan birkaç örgüt ve askeri birliğin İngiltere gibi ülkelerin karşısında durabileceğine nasıl inanabilir ki? Köylünün bakış açısını “Gerçi, yılın bütün ürünü, küçük yığınlar halinde toprağın üstüne yığılmış duruyor. Bunları bırakıp nasıl gitmeli? Yılın bütün ürünü... Ve bu, köylü için, tek hayat meselesidir. Onca yeryüzünde bundan üstün, bundan önemli bir olay çıkamaz.”(Yaban,147) cümleleriyle özetleyebiliriz. Yazarın bu kitabı yazış amacından bahsetmek istiyorum. Öncelikle bence yazar kendi gözlem ve fikirlerini Ahmet Celal üzerinden okuyucuya aktarmaya çalışmış. Yani kitabı araç olarak kullanıp halkla arasında bir köprü oluşturmuş. Ayrıca kitapta Ahmet Celal'in bilinçlendiremediği halkı yazarın ta kendisi bu eser sayesinde yapmaya çalışmış. Cahil halk uyanmayı reddedince neler olabileceğini anlatarak bizlere yol göstermeyi amaçlamış. Ayrıca aidiyetsizlik konusunu da işlemiş arka planda. Birey, toplumu kendisine uydurmak isterken aslında zaman içerisinde bireyin kendini ait hissetmediği ortama alıştığını işlemiştir yazar. “Yaban” kaderine boyun büken ve yozlaştırılmaya çalışılan tüm milletler tarafından kesinlikle okunulması gereken bir roman. Yakup Kadri’nin kendi tarzı sayesinde sıkılmadan okunuluyor. Kim bilir belki de bu eser “Yaban”cılaştırılmaya çalışılan halklara önderlik edecek, nice direnişlerin rehberi olacak. Maddiyat uğruna vatanını, dilini, tarihini değiştirecek insanlara sonlarının nasıl olduğunu gösterecektir. Böylece uyutulmak istenen milletleri kabustan kurtarıp aydınlık günlere uyandıracaktır. Hatta bu milletlerden birine mensup olan ben, bu ve bunun gibi romanlar sayesinde “Yaban”cılaşmayı reddediyorum. Dedelerimizin uğruna savaş verdiği toprak, dil ve geçmişimize sahip çıkıyorum. Özellikle şu günlerde herkesi büyük usta Yakup Kadri’nin kitabını bugünle bağdaştırarak okumaya davet ediyorum. İÇİMİZDEKİ GÜÇ Hemen hemen her insanın hayatında bağlı olduğu insanlar vardır. Bu insanlar kimileri için ailesi kimileri için arkadaşları kimileri içinde sevgilileri olabilir. Hayatımızın önemli bir bölümünü bu insanlara bağlı olarak geçiririz hatta bu insanlardan bazılarını kendimizden bile daha çok severiz, bunun sonucunda da onlar artık yanımızda olmadığında kendimizi eksik hissederiz. Kendine Giden Yolun yazarı Jorge Bucay’ın da söylediği gibi ‘’ Artık kendimize bağımlı olmayı öğrenme zamanı.‘’ ( Bucay, 1). Tüm hayatımız boyunca iyi kötü birçok şeyi tecrübe ederiz ve bu tecrübelerin neredeyse hepsini bize başka insanlarla kurduğumuz karşılıklı ilişkiler kazandırır. Sevdiğimiz insanları kaybedebiliriz, onlar tarafından aldatılabiliriz, kandırılabiliriz, hayal kırıklığına uğratabiliriz hatta bazen öyle şeyler yaşarız ki artık insanlara olan güvenimiz azalır. Yakın çevremizdeki güvendiğimiz bazı insanlar bile aslında o kadar yapmacık ve sahte ki bunu bazen biz bile zar zor fark ediyoruz ya da daha kötüsü bazen hiç fark etmiyoruz. Peki ya başka insanlara bağımlı olmak yerine sadece kendimize bağımlı olmak mümkün olabilseydi o zaman hayatımız nasıl olurdu? Belki de şu anda sahip olduğumuz üzüntülerimiz ya da canımızı sıkan olayların büyük bir çoğunluğu var olmazdı bile. Bu kitap bana gerçekten çok fazla şey kattı ve hayata daha farklı bir pencereden bakmamı sağladı. Bana her şeyden önce kendimi sevmem gerektiğini hatırlattı. Kitabı kendi hayatıma uyarladığım zaman fark ettim ki aslında ben de hayatımı başka kişilere bağlı yaşıyorum. Mesela her şeyden çok aileme, sonra da arkadaşlarıma bağlı yaşıyorum. Bunun tümüyle kötü bir şey olduğuna inanmasam da onlara olan bu bağlılığımın aslında bir şekilde benim zayıflığım haline gelmiş olduğunu düşünüyorum çünkü onlara olan sevgim bazen benim bile önüme geçiyor. Oysaki ben başkalarını sevmenin yolunun önce kendimizi sevmekten geçtiğini biliyorum ama bazen ne yaparsam yapayım kendime engel olamıyorum. Bir başkasına kendimden bile çok değer verdiğim oldu, bu bana eşi benzeri olmayan bir acı getirdi. Bundan birkaç ay öncesine kadar bir köpeğim vardı, adı Paşa idi. O bana sevginin nasıl bir şey olduğunu öğreten kişiydi ve ona o kadar çok bağlıydım ki onu bir anda kaybedince bir daha eskisi gibi olamadım. Çok istedim, yapabilirim sandım ama bunu başaramadım. Çünkü ona bağlıydım ve bunca yıl ona bağımlı yaşadım. Onu bir anda kaybedebileceğim aklımın ucuna bile gelmezdi, sanki hayatımın sonuna kadar yanımda olacak gibi gelmişti çünkü ona bağımlıydım. İşte bir insana, canlıya eğer bu kadar sıkı sıkıya bağlanırsak işte o zaman bunun sonuçlarının çok ağır olabileceğini öğrendim. Onu kaybettiğim gün tamamen değiştim, başka birisi oldum ve şuanda eskisi gibi olamamaktan korkuyorum. Çünkü onu kaybettiğim gün içimde bir yerlerde derin bir karanlık oluştu. Bir daha böyle ağır bir acıyı yaşamamamın tek yolunun önce kendimi sevmekten geçtiğine inanıyorum. Çünkü artık çok iyi biliyorum ki eğer birisini kendimizden bile daha çok seversek ve kendimizden bile daha çok değer verirsek o kişiyi kaybettiğimizde yıkılırız ve hayatımızın kontrolünü kaybederiz. Oysaki kendi içimizdeki gücü bulmalıyız, başkalarını sevmek her ne kadar güzel olsa da onları kaybettiğimiz zaman yıkılmamak için önce kendimizi sevmeliyiz. Bunu başarabilirsek eğer işte o zaman hayatımızda her şeyin daha güzel olacağına inanıyorum çünkü bir insanı yarı yolda bırakmayacak tek kişi o insanın kendisidir. İçimizdeki var olan gücü keşfettiğimiz anda artık başkaları tarafından yıpratılamayız ya da hayal kırıklığına uğratılamayız çünkü artık bağlı olduğumuz tek kişi biz oluruz. Alper Kerem Ersöz FİLMLER HEP MUTLU SONLA MI BİTMELİ? Arkadaşlarla ne yapsak diye düşündüğümüzde aklımıza gelen birçok farklı aktivite olur. Bowling oynamak, alışverişe çıkmak, piknik yapmak ya da sinemaya gitmek bunlardan bazılarıdır. Sinema! Özellikle havanın kapalı olduğu günlerde birçoğumuzun tercihi sinemaya gitmekten yanadır. Eminim benim olduğu gibi sizin de sevdiğiniz bir aktivitedir, çünkü ben filmleri evde küçük bir ekrandan izlemektense, sinemada karanlık bir ortamda, kocaman bir perdede izlemeyi hep tercih etmişimdir. Gider, filmimizi izler, mısır yiyip, gülüp eğleniriz. Peki şunu hiç merak ettiniz mi: Neden izlediğimiz birçok film mutlu sonlar biter? Kahramanlar neden ölmez? Neden başrol oyuncusunun başına kötü şeyler gelse de sonunda işler hep yoluna girer? Tabii ki bunun aksi durumlar da olabiliyor. Ancak yüz tane film izliyorsak sadece birinde mutsuz bir sonla karşılaşıyoruz. Peki bunun sebebi ne olabilir? Birçok insan; “Hayatımda yeterince hüzün, olumsuzluk, kötülük var zaten neden eğlenmek için gittiğim filmden ağlayarak çıkmayı tercih edeyim ki?” diye düşünüyor. Aslında bir bakıma haklılar da. Günümüzde herkes hayatında çeşitli problemler yaşıyor, üzülüyor, neden günlük hayattaki üzüntülerine bir de bunu eklemek istesinler ki? Özellikle filmi çok benimseyerek, adeta yaşıyormuş gibi izleyen insanlar için mutsuz sonla biten filmler daha büyük hayal kırıklıkları ve üzüntülere sebep olup daha derin etkiler yaratabilir. Bu nedenle de insanlar genelde mutsuz sonla biten filmlere tepki gösterir. Ben de o filmlere tepki gösterenlerden biriyim. İzlediğim film bir süre için sanki gerçekten hayatımın bir parçasıymış gibi olur, bu nedenle hüzünlü sonla biten “İncir Reçeli”, “Aynı Yıldızın Altında” ve “Senden Önce Ben” gibi filmler beni çok etkilemiştir. Bu tür filmlerden çıktığım zaman; “Sen nasıl bir filmsin, böyle film mi olur, nasıl öldürürsün onu!” diye isyan ettiğimi hatırlarım. Ancak bir yandan söylensem de film kendinden konuşturmayı başarmış olur ve bu filmin başarılı olduğunun bir göstergesi sayılır. Öbür yandan, diyelim bir Marvel filmi izliyoruz. Kahramanın başına ne gelirse gelsin, kimle savaşırsa savaşsın (son film hariç), ölmeyeceğini bilir ve bir şekilde fark etsek de etmesek de filmi bunun rahatlığıyla izleriz. Neden mi? Çünkü o bir süper kahramandır ve ölemez. Filmde olan olaylar elbette bizi heyecanlandırır ama aslında izlediğimiz sahnenin sonu, örneğin savaşı kimin kazanacağı barizdir. Bu da filmi, biraz da olsa sıradanlaştırır ve heyecanı bir miktar düşürür. Bu nedenle bana sorarsanız, bir film senaryosu yazıyor olsam sonunu mutlu bitirmektense mutsuz bitirmeyi tercih edebilirim. Bu da beklenmedik sonların genelde izleyici tarafından daha çok beğenildiğine ve ilgi gördüğüne inanmamdan kaynaklanıyor. Yukarıda verdiğim “Aynı Yıldızın Altında” örneği üzerinden de bunu görebiliriz. Evet, filmin hüzülü bir sonu vardı, ancak çıktığı zaman birçok kişi tarafından konuşuluyordu ve 124.9 milyon dolar1 gişe hasılatıyla 2014 yılının en çok kazandıran filmleri arasında yer aldı. Bunun yanı sıra genelde romantik komedilerde başrolde bir kadın ve bir erkek vardır. Bir sebepten hayatlarının belli bir kısmında ayrı kalır veya belli zorluklar yaşarlar. Ancak filmin sonunda barışıp evlenir ve ömür boyu mutlu bir hayat yaşarlar. Peki bunun yerine neden o olaydan sonra yollarını ayırıp farklı insanlarla hayatlarına devam etmezler? Neden bir gün yolda karşılaştıklarında birbirlerini görmezden gelmek ya da sadece selamlaşmak yerine sarılıp birbirlerinden özür dileyerek tekrar barışırlar? Bunların filmlerde farklılık göstermesi gerektiğine 1 "2014'ün En Çok Kazandıran 25 Filmi."23. The Fault in Our Stars. Web. Ekim.2016. . inanıyorum, yoksa gün geçtikçe filmleri birbirinden ayıran tek şey oyuncuları olamaya başlıyor. Ben de bu nedenle, daha farklı bir son yaparak izleyicileri beklediklerinden daha farklı bir olayla karşılayıp onları şaşırtmayı ve herkesin bu sonu konuşmasını tercih ederim. Tabii ki bu, artık mutlu sonlu filmler yapılmamalı demek değil, sadece bazen mutsuz sonlu filmlerin de olaması gerektiği anlamına geliyor. Zeynep Gültekin OPERAYA KULAK VERMEK Ruh, insanın en vazgeçilmez parçalarından biri. Bizleri var eden, olduğumuz kişiler olmamızı sağlayan parçamız o. Güçlü olduğu kadar zarif ve ilgimize muhtaç. Konu fiziksel bedenimiz olduğunda “ilgilenmek” oldukça kolay aslında. Hastalanırsak doktorlar ve ilaçlar, yorulursak yataklar ve yastıklar var. Peki, insan narin ve kırılgan parçasıyla, ruhuyla nasıl ilgilenir? Bu soruyu sokaktaki herhangi on kişiye sorsaydık, alacağımız cevapların beş-altı tanesi “müzik ile” olurdu. Doğrusunu isterseniz ben de bu cevaba tüm benliğimle katılıyorum. Yalnız benim bu soruya asıl cevabım biraz daha özel ve belirgin: opera. Bugüne kadar gözlemlediğim kadarıyla, ülkemizde opera denince insanların zihninde canlanan ortak bir resim var: çığlık atan kadınlar; gri, lüleli perukları olan adamlar ve ortaçağın balo kıyafetleri. Ne yazık ki bu resim, insanlarımızın operaya ve diğer türlerdeki müzikli sahne sanatlarına eleştirel ve olumsuz yöndeki bir ön yargıyla yaklaşmasına neden oluyor. Bu durum da doğal olarak başta opera olmak üzere müzikli sahne sanatlarının ülkemizdeki gelişimine köstek oluyor. Oysa opera, sanıldığından çok daha geniş bir dünya. Bunun en önemli nedeni ise hissettiğiniz ya da hissedebileceğiniz her türlü duyguya hitap edebilecek eserler barındırması. Diyelim ki güne fevkalade enerjik başladınız. Handel’in Alcina’sından “Tornami a Vagheggiar” enerjinizi ikiye katlar. Olur ya, kötü bir gün geçirmişsinizdir ve kendinizi mutsuz hatta depresif hissediyorsunuzdur. Böyle bir günde alınabilecek en güzel ilaç İspanyol Zarzuela’sının en hüzünlülerinden biri olan Emigrantes: Adios Granada’dır. Bazı günlerde de kendiliğinden gelen, tarifsiz ama hoş bir huzur hisseder insan. Ilık ve güneşli bir havada rüzgâra karşı yürürken bir yandan da Mozart’ın “Vorrei Spiegarvi, oh Dio”sunu dinliyorsanız, o gün tadından yenmez. Bana göre operanın insana keyif vermenin dışında çok önemli bir işlevi daha var: sanat anlayışı kazandırmak. Bu işlevinden dolayı korunması ve yüceltilmesi gereken opera, daha önce de belirttiğim gibi, ülkemizde çoğunlukla sıkıcı ve iç bayıcı olarak değerlendiriliyor. Sanırım bunun temel sebeplerinden biri hikâyenin konu ve anlatım bakımından alışkın olduğumuzdan farklı işlenmesi. Opera ve operetlerin yazıldığı döneme ve mekânlara baktığımızda bu farklılığın oldukça normal olduğunu görebiliriz. Faruk Yener’in 100 Opera’sı konunun anlaşılmasını çok kolaylaştırıyor ve operaya bakışınızın değişmesine yardımcı oluyor. Yalnız benim burada sanat anlayışı ile anlatmak istediğim hikâyeden ziyade müzik. Öyle opera eserleri var ki aynı aryanın ya da liedin içinde bir kadının veya erkeğin çıkabileceği en ince ve inebileceği en kalın sesleri duyuyorsunuz. Bazı eserlerde düet dinlediğinizi düşünürken tek kişinin söylediğini fark ettiğinizde şok oluyorsunuz- La Griselda’dan “Agitata da due Venti” bunun müthiş bir örneği. Bazen bir kadının söylediğinden emin olduğunuz aryayı aslında bir erkek seslendiriyor oluyor. Bazense, var olduğunu dahi bilmediğiniz enstrümanları duyuyor ve onlara hayran kalıyorsunuz. Bütün bunları duydukça, bu olağanüstülüklerin farkına vardıkça kulağınız gelişiyor ve “kaliteli müzik” algınız değişiyor. Daha önceleri çok severek dinlediğiniz pop, rock, soul ve benzeri türlerle yetinemez oluyor ve müziğinizde heyecan aramaya başlıyorsunuz. Yukarıda yazdıklarımın tamamı operanın ve klasik batı müziğinin benim üzerimdeki etkileri aslında. Sözünü ettiğim tüm duygular benim daha önce hissetmiş olduğum duygular. Arya ve liedlerdeki heyecan benim heyecanım. Ama bana kalırsa bu konuda yalnız olamam. Bir yerlerde opera konusunda benimle aynı heyecanı paylaşan birileri var mutlaka. Belki de bu yazıyı okuyan sizlerden bazıları örnek olarak verdiğim eserlerden birini ya da birkaçını dinleyecek ve operaya bakışı değişecek. Operaya yaklaşımınız ne olursa olsun, bu uçsuz bucaksız dünyada hoşunuza gidecek bir şey mutlaka bulursunuz- er ya da geç. O zamana kadar ruhunuzu sevdiğiniz melodilerle iyileştirmeye devam edin. Çünkü türü ne olursa olsun, müzik aslında ruh yaralarına en iyi gelen merhemdir. Meltem Deniz Dinçer ÖZLEMDEN UMUDA “Bu dünya yalan dünya” derler doğruymuş. Bu fâni zaman diliminde ne yaparsak yapalım bunun sonuçlarına katlanırız. Ama bütün bunları genellikle kendi irademizle yaparız. Bir de bazı davranışlarımız vardır ki insan geçmişinden esinlenerek içgüdüsel davranır. Örnek verecek olursak; bazı insanların inançları ya da umutları daha güçlüdür ama yeri gediğinde insanlar o kadar umutsuz ve çaresizdirler ki bu durum yüzünden başlarına kötü şeyler gelebilir. Bunun yanı sıra insanların bir de hepsinden ağır bir özelliği vardır ki o da vefadır. İyiliğin yerini, kötülüğün cezasını, umudun gerçek yoldaşlarını, çaresizliklerin günışığına ulaştığı anı bulur vefa ile. Çünkü bizler bunları tek başımıza yapamayız, hayatımızda vefalı birileri olmalı ki bütün bunları gerçekleştirebilelim. Bu kişiyi bulmak da bizlere kalmış. Bazen otobüsteki bir yabancı, bazen karşı kaldırımdan yürüyen biri ya da bazen kırmızı saçlı bir kadın olur o insan. Hepimizin hayatında bir kırmızı saçlı kadın vardır ki bu kadın aslında hepimizin özlem duyduğu veya yanında güvende olduğunu hissettiği kişidir. Benim için bu insan bir kişiden değil birden fazla kişiden ibaret. Ailem her daim benim yanımdaydı ve bende her daim onların yanındayım. Fakat üniversiteye başladığım ilk zamanlarda onların yokluğunu gerçekten en derinde hissettim. Bir kişi hariç. Baba özlemini neredeyse hiç yaşamadım. Fakat anneme duyduğum özlem o kadar fazlaydı ki anlatamam. İlk zamanlarda babamı özlemeyişimi kendi içimde çok garipsemiştim ta ki Orhan Pamuk’un ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ adlı eseriyle tanışana kadar. Bu kitabı okuduğumda fark ettim ki ben de babasız büyümenin ne 1 olduğunu bilenlerdendim. Aynı kitabın baş kahramanı Enver gibi. Bu karakter sayesinde fark ettim ki babama duyduğum derin ve hiç bitmeyen özlemim bende alışkanlık yapmıştı. Bu yüzden özlem duygum artık körelmiş bir bıçak gibi kullanışsızdı ve bende hiçbir etki yaratmıyordu. Hiç şüphesiz ki babasız büyümek belki de bu dünyada ki en kötü şeylerden biridir. Hele ki bu yokluğa ölüm dışındaki bir sebepten dolayı katlanmak zorunda kalıyorsan... Benim babam ölmemişti sadece bizi terk etmişti. Bu sebepten dolayı pek çok şeye hasret kalmıştım ama en kötüsü bir türlü sahip olamadığın güven duygusudur. Bu öyle bir duygudur ki, onu sadece babanın varlığıyla tadabilirsin; babandan başka kimse sana onu veremez. Bu öyle bir his ki tarifi yoktur. Ben bu hissi yıllar sonra tadabildiğim için hayata gülümseyerek bakabilenlerden olmayı başarabiliyorum. Ama şunu da söylemekten kendimi alıkoyamıyorum. Bahsettiğimiz güven duygusu bizlerin diğer duygularına da yön veriyor. Ne zaman birinin yanında kendini güvende hissettiğinde, bunu sadece babanın sana verebildiği o duyguyla aynı olabileceği algısıyla o kişiye sığınırsın. O senin limanın olur. Sonra bir kere de o insan tarafından hayal kırıklığına uğratıldığında bütün dünyan başına yıkılır. Sığındığın o limanda taş üstünde taş kalmamıştır artık. Sonra bir bakmışsın ki yalnızlık bir ömür boyu peşini bırakmaz. Kimseye ama hiç kimseye güvenemezsin. İnsanlara olan yaklaşımından itibaren her şeyin değişmiştir. Sen artık eski sen değilsindir. Bir insan bir kitapta kendini ne kadar bulabilirse ben daha fazlasını buldum. Her okuyuşumda canım daha çok yandı, daha derinden hissettim Enver’in yaşadıklarını. Neden mi? Çünkü ona çok fazla hak verdim. Neden yalnız olduğunu çok iyi anladım. Kimseye güvenemememi, korkularımı, hayal kırıklıklarımı bana tekrar hatırlattı. Her sayfada yüzüme vurdu. Satırlar arasında kaybolurken şunu fark ettim. Ben bu dünyada 2 yalnız değildim. Benim yaşadıklarımı yaşayan daha pek çok insan da vardı. İşin en tuhaf yanı ise, bu durumu bir roman karakteri sayesinde fark etmiş olmamdı. Üstelik bu kitaptan böylesine bir okuma hazzı alabileceğimi hiç düşünmemiştim ama yalnız olmadığımı kısa bir süreliğine bile olsa hissedebilmek; hayata umutla bakabileceğim inancını bana aşılamaya yetmişti. Hayat o kadar gariptir ki, umuda ulaşabilmek için bazen en umutsuz zamanlara tahammül edebilmek ve umuda olan inancını her ne olursa olsun kaybetmemek gerekir. Çünkü en umutsuz zamanlarda bile umut her zaman vardır. KAYNAKÇA Pamuk, Orhan. (2016). . İstanbul: Yapı Kredi Yayınları Kırmızı Saçlı Kadın 3 TANRININ GÖZYAŞLARI Cioran’ın kitabı olan Gözyaşı ve Azizler, aslında insanlık için asla önemsenmeyecek bir buluş olan gözyaşlarının kaynağını araştırırken, en azından bana göre, yalnızca dini açıdan önemli olan aziz ve azizeleri değil; aynı zamanda da Bach ve Mozart'ıve onların peşi sıra Mevlâna ve Şems'i kapımıza getirmekle beraber, bu şekilde adeta zorla içeriye girmeye çalışan davetsiz misafir misali, onları görmezden gelmemizi engelledi bir yerde. Her ne kadar başta bu davetsiz misafirler bizi, mutluluğa ve huzura doğru önemli bir yola davet ediyor gibi görünseler de; aslında yeni baştan acının, ölümün, yalnızlığın ve umutsuzluğun tek tek kapımıza asılmış ve kapının her açılışında, her biri süzülüveriyor çaktırmadan bize. Burada kafamızın asıl basması gereken yaşam olgusu, yalnızca kötülüğün yinelendiği bir sahnedir ve insan, acımasızlığın kurbanı olduğu kadar, kendisi de acımasız olmaya oldukça meyillidir. Peki, insanı bu kadar acı ile kısır dögü haline getiren asıl nokta nedir acaba? Yaptığımız iyi eylemlerin karşılığını bulamaması mı asıl sorun, yoksa zaten karşılığını hiçbir şekilde alamayacağına inandığı için iyilik etmeye tenezzülde bulunmaması mı? Yazar istediği kadar sorunların yoğunluğunu dinde arasın, varoluşsal bir kriz bizimki. Azizlermiş, Azizelermiş, onların da pek bir farkı yok, biz insan ırkından, bir ünvanla etiketlenmişler sadece. Yani, değinmemiz gereken asıl nokta, acı olgusuna neden bu kadar bağımlı olduğumuz. Şimdi bir düşünelim günlük hayatımızı. Ne sıklıkla gün içinde başımıza gelen kötü bir şeyden bahsediyoruz, bu şeyleri ne sıklıkla tekrar anlatıyoruz ve en önemlisi de bu konu ne kadar süre daha gündemdeki yerini koruyor bizim için? Ben size söyleyeyim. Başımıza gelen yeni bir kötü şeye kadar, tekrar tekrar anlatıyoruz acımızı, kederimizi. Haa, bunun bir diğer opsiyonu da yok değil. Bu opsiyonda ise, kendi mutluluğumuzu, sevincimizi; başkalarına acı çektirmek için kullanışımızdan bahsetmek uygun olur zannımca. Elimize geçen her fırsatta kullanıyoruz bu acı çektirme faslını ama farkında bile değiliz. Diyorum ya, hayatımızın o kadar alışageldik bir parçası haline gelmiş ki, neden bu böyle diye oturup düşünmüyoruz bile. Şimdi, şunun altını çizmek isterim ki, burada bahsettiklerim, sözünü bile etmediğimiz küçük boyutlardaki acılar, ama en nihayetinde bu hayatta yaşadığımız ilişkilerde yaptığımız konuşmaların neredeyse yüzde doksanını oluşturuyordur. Sonu nereye bağlanır bu küçük mutsuzlukların, işte asıl soru bu. Kabullenilmiş gerçekler deyin isterseniz, ya da palavralar başka bir deyişle. Bu konuşmaları biriktirmemiz, insanın zihnindeki anlayış kapasitesini aşmamız ya da yeterince başka birine acı çektiremediğimiz takdirde; olan oluyor ve büyük patlama gerçekleşiyor en nihayetinde. Psikolojik bunalım diyen psikologlar bir tarafta ama ben bunu bunalımdan ziyade; insanın beynindeki acı çektirme ve çekme ağırlıklarını ölçen terazinin dengesizleşmesine yoruyorum. Sonuçta manav bile teraziye yavaş yavaş ekler ağırlıkları. Birden gelirse bütün ağırlık, terazinin, acı çekme bölümüne, eh, psikologların bunalım; benimse aşırı yüklenme dediğim durum çıkıyor ortaya. Peki, ne yapmalı da insan bu durumdan kurtulmalı sorusu ise üzücü bir şekilde sonuçlanıyor bir başkası açısından. Eh, sonuçta A kişisinin, içindeki negatif yükü B kişisine aktarması ile yani acılar paylaştıkça azalır eylemi dahilinde gerçekleşir. Amma velakin eğer, B kişisi müsait durumda değilse, C kişisinin başı dertte, malum paylaşamadığı için azaltamadığı acıyı, A kişisi bizzat uygular bu durumda C kişisine. Yani, olay Azizlerde, Azizelerde bitmiyor; olay, insanın doğasının mazoşist ve sadist taraflarının acı ile ilgili denklemde yerlerini bulmalarından ibaret. Kaynakça Cioran, Emil Michel. (2015) Gözyaşları ve Azizler, Jaguar Kitap. ISBN 978-605-650 1999 Eskilere Özlem Hiç eskilere özlem duyduğunuz oluyor mu? Bu özlem sadece arkadaş veya sevgili özlemi olmak zorunda değil. Herhangi bir şeyin özlemi bile olabilir. Ben geçmişe baktığımda şimdiki zamanla aralarında dağlar kadar fark olduğunu düşünürüm hep. Eski günler bana daha parlak gibi gelir. Dostluklar daha samimi olurdu ve bayramlar daha bir coşkuyla kutlanırdı ben küçükken. Herkes birbirine yardım ederdi. O günler bana hep daha mutluymuşuz gibi gelirdi kısacası. Vatan sevgisi bile farklıydı insanların. Şimdi ise herkes bir koşuşturmaca içinde. Yardımlaşma ve dayanışma denilen şeylerden eser bile kalmadı yaşadığımız çağda. Kimseyi suçlamıyorum sonuçta öyle bir zamanda yaşıyoruz ki evimizin önündeki sokağa bile çıkabilecek durumda değiliz korkudan. Her gün kötü bir olay yaşıyoruz ülke olarak ne yazık ki. Bu yüzden geçmişi düşündüğümde keşke o günlere dönebilsek diye düşünürüm hep. Nezih Oktar’ın ‘‘1960’lardan ne kaldı?’’ adlı şiirini okuduğumda bu yaşadığım duyguların aynısını hissettiğimi söyleyebilirim. ‘Mahallem kayboldu, dostluk, komşuluk.(s.7)’. Değerlerimizi zamanla yitirdik. Eskiden komşumuz bir şeyler yaptığında bize de getirirdi ya da biz onlara götürürdük bir şeyler yaptığımızda. Düşünürdük yani birbirimizi. Bir şeye ihtiyacı olana mahallede yaşayanlar olarak yardım etmeye çalışırdık. Şimdi her şey farklı. Açıkcası hiçbir komşumun adını bile bilmiyorum şuan. Aramızda geçen konuşmalar isteksiz bir selamlaşmadan ibaret oluyor en fazla. Eskiden aile gibiydik komşularımızla. Anahtarımı unuttuğumda komşularımıza giderdim, karnımı doyururdum. Kaybedince değeri daha çok anlaşılır diyorlar ya işte öyle bir şey bu da. ‘Milli bayram günleri, kalmadı hiçbiri, nihayet yurtseverliği yitirdim.(s7)’. Ben küçükken bayramlarda neşe dolu uyanırdım. Ailemle bayraklarımızı alıp törenleri izlemeye giderdik. Hep bir ağızdan milli marşlarımızı söylerdik. Coşkulu ve güzel geçerdi kısaca milli bayramlar. Şimdi ise Nezih Oktar’ın dediği gibi yitirdim o duygularımı. Sıradan bir günden farkı olmuyor benim için. Sadece benim yaşadığım söylenemez bu duyguyu. Eskiden caddeler ve sokaklar dolardı milli bayramlarda. Herkes ailecek çıkar, bayramı kutlardı. Şimdi sokaklar bomboş milli bayramlarda. Kutlamalar bile iptal ediliyor. Keşke o günlere dönüp daha gür bağırsaymışım, daha çok sevinseymişim. Çünkü o zamanlar mutluyduk ülke olarak. Şimdi ise her gün farklı bir acı yaşıyoruz ülke olarak ne yazık ki. Maalesef yaşadığımız acılara da alışır duruma geldik. Eskiden bir felaket başımıza geldiğinde ülke olarak acılara bürünür ve yaralarımızı sarmaya çalışırdık. Nezih Oktar aslında ‘Duyuyor Musun’ adlı şiirinde bu söylediklerime benzer şeyleri söylemiş diyebilirim. ‘Dünya dönerken gıcırdıyor artık, vurdumduymazlıklarına, acımasızlığına.(s.38)’. İnsanların kolayca yaşamlarını kaybettiği bir zamanda yaşıyoruz ülke olarak şuan. Sevdiklerimizi kaybediyoruz ülke olarak ama eskisi gibi tepki göstermiyoruz yaşanan olaylara. Her gün kötü bir şeyler geliyor başımıza ama insanların birçoğu sessizliklerini korumaya devam ediyorlar. Olaylara karşı vurdumduymaz bir tavır sergiliyorlar. İnsanın kanını dondurabilecek olaylarda çıkıp televizyon kanallarına bunların yaşanabilecek şeyler olduğunu ve abartılmaması gerektiğini söylüyorlar. Artık insanlığın nereye gittiğinden şüphe duymuyorum çünkü insanlık denen şey ne yazık ki kalmadı bizlerde. Yaşadığımız tüm kötülüklere alıştık ve eskisi gibi sesimizi çıkartmıyoruz maalesef. Nezih Oktar’ın ‘Çivisi Çıkan Ülke’ adlı şiirine benzetebilirim şuan yaşadıklarımızı. Kaos ve kargaşanın eksik olmadığı günlerdeyiz ne yazık ki. Ben eskileri çok özlüyorum. Eskisi kadar iyi değil dünya bana göre. Bilmiyorum belki bana öyle geliyor ama eskiden daha huzurlu yaşadığımızı düşünüyorum. Nezih Oktar’ın şiirlerini okuduğumda beni geçmişe götürdüğünü ve onun da geçmişin özlemini çektiğini söyleyebilirim. Şimdiki zamana bir sitemi olduğunu ve eskiden her şeyin daha bir aydınlık olduğunu hissettirdi bana şiirleri ile. Haksız da değil bence. Şu yaşadığımız acı olaylardan sonra geçmişe baktığımda her şey daha bir güzel gibi geliyor. Keşke hep eskilerde yaşasaydık diyorum hep. Değiştik hepimiz zamanla birlikte. Artık eskisi gibi bakmıyoruz hiçbir şeye. Vurdumduymaz ve acımasız bireyler olduk toplumda. Bir kahvenin kırk yıl hatırı yok artık şimdiki zamanda. Atakan Telli Zeynep Elmalıdağ Gülümseten Detaylar Hayata dair gülümseten detaylara sahip olmak ve anılar biriktirmek için ne yapmalıyız? Bavulunuzu hazırlayın çünkü yolculuğa çıkıyoruz. Dünya’da kaç ülke olduğunu biliyor musunuz? Bilmeyenler için hemen söyleyeyim. ‘Uluslararası ortamda tanınan 193 ülke var ve Birleşmiş Milletler'e üye olmayan veya uluslararası ortamda tanınmayanlarla birlikte bu ülkelerin sayısı 206'yı bulmaktadır.’ Vay be dürüst olmalıyım ben de bu sayıları yazıyı yazmadan önce bilmiyordum. Dünyanın ne kadar büyük olduğunu anladığımıza göre yolculuk yapabilmek uğruna çok çalıştığımız, para biriktirdiğimiz ve hatta aylar öncesinden erken rezervasyon yaptırdığımız otellere yerleştiğimizi varsayalım. Şimdi sırada yepyeni bir şehrin kapısını açmak ve anlatılacak yeni hikayelere yazar olmak var. Yeni bir kültürle tanışmanın en iyi yolu oraya gitmeden önce iyi bir araştırma yapmaktan geçiyor bence bol bol okumak ve anlamalıyız. Peki kültür nedir? Toplumun tarihsel süreçte kendine has biriktirdiği her şey kısacası en basitiyle yemek kültüründen tuttun yaşayış tarzları, dilleri, gelenekleri ve mirasları. Filmler, müzikler ve kitaplar bize yeni bir kültürün fragmanını gösteriyor. O yüzden belki yurtdışına çıkınca havanın bile farklı koktuğunu düşünüyoruz. Nedim Gürsel’in Bana İtalya’yı Anlat’la dikkatimi çekmesi ve kitabı alma sebebim geçtiğimiz yıllarda ailemle seyahat ettiğim Roma’yı tekrar hatırlayabilmekti ki nitekim öyle de oldu. Kitabı okurken gözümü kapadığım anda kendimi yeniden Roma’da buluyordum. Bir gezgin olmak, bir sırt çantasıyla bütün dünyayı gezmek isterdim. Yeni insanlarla, kültürlerle tanışıp daha olgun bir birey olmak hayalim yani. Sadece yolculuk yapmak değil kendine bir şeyler katabilmek insanı olgunlaştırır. Yani bir yere sadece alışveriş yapmak için gidiyorsak bu sadece dolabımızı doldurur asıl önemli olan müzeleri, sergileri gezip aklımızı ve ruhumuzu doldurmak daha doğrusu doyurmak. İster otobüs yolculuğu olsun ister tren veya uçak hepsinin ayrı bir tadı var. Hele ki bir de yanınızda arkadaşlarınız varsa veya bir tur grubuyla gidiyorsan ki zaman zaman daha açıklayıcı oluyor. Ayrıca bütün yolculukların vazgeçilmezinin müzik listesi olduğunu düşünen tek ben miyim? Güzel bir müzik listesiyle on saat üzeri yolculuklar bile daha keyifli bence. Ama yine de insan hemen ışınlanmak istiyor gideceği yere. Sabırsızlıkla hiç daha önce olmadığımız ve kimseyi tanımadığımız bir yere gidiyoruz. Seyahat etmenin tek faydası yeni kültürlerle tanışmak değil insan bir o kadar kendini de tanıyor. Limitlerini ve kendinin farkına varıyor. Hele ki tek başına yurtdışındaysanız daha hızlı karar verebilme, daha soğukkanlı ve sabırlı olma yetenekleriniz de gelişiyor. Bir de yeni insanlarla tanışıyorsunuz öyle ki hiç beklemediğiniz anlarda bu insanlar hayatınızda çok farklı roller oynayabilir kısacası network adı verilen ve iş dünyasında en önemli kapıları açan anahtar resmen sizin elinizde oluyor. Geçen gün internette karşılaştığım Framingham Heart Study’nin yaptığı bir araştırmaya göre düzenli seyahat etmek kalp krizine yakalanma riskini bile azaltıyormuş. Zeynep Elmalıdağ Yani diyeceğim o ki sağlık durumumuz, yaşımız ve bütçemiz elveriyorsa, ilk başta ülkemizi daha sonra yurtdışını gezip görmeliyiz. Gelişen dünyada artık her şey git gide daha da hızlanır oldu. Gezip göremiyorsak da internetten araştırma yapmalı dünyayı tanımalı tanıtıcı videolar ve belgeseller izlemeliyiz. Çünkü çevremizi ne kadar iyi anlarsak ve o kültürleri tanırsak gelecek hakkında yorum yapabilir daha iyi perspektiflerle hayatımızı yönlendirebiliriz. KAYNAKÇA Nedim GÜRSEL, Bana İtalya’yı Anlat, Doğan Kitap, Mayıs 2016. Fotoğraf: http://68.media.tumblr.com/55b7e4d3e59cd365b994566e980131f4/ tumblr_n8e5h9isSO1tu5un5o1_1280.jpg Dünya’da kaç ülke olduğu sorusunun yanıtı: http://www.hayretedeceksin.com/cografya/ ulkeler/31-dunyadakaculkevardir Framingham Heart Study’nin tam bilgisi: https://www.biletall.com/blog/seyahat-etmenin- sagliginiz-icin-5-onemli-faydasi/ BERKE DEMİROĞULLARI 21501699 KAYIP EVİMİZ Özgürlük tende hissedilebilir mi? Biraz durup düşünelim. Bizler dünyada özgürlüğün sonsuz, aynı zamanda sınırlı olduğu bilinciyle yetiştirildik. Köle olmak üzere doğmadık, özgür insanlar tarafından, özgür insanlarla bir arada olmak için… Her insana eşit saygıyı gösterebileceğimizi biliyoruz. Şanslı olarak Orta Doğu coğrafyasında özgür düşüncenin tahammül edilebilir olduğu asrın son demlerine yetişebildik. İçimizde ukteler var elbette, fakat söyleyebileceğimiz çoğu şeyi söyledik, yapacaklarımızı yapabildik. Ancak, biz özgürlüklerimiz elimizden alınırken neden susuyoruz? Biz neden aciz, çaresizmişiz gibi davranıyoruz ve kendimizi yalnızca bizim özgürlüğümüze kastediliyormuşçasına yalnız düşünüyoruz? Biz özgürlük kavramını anlamayan nesiliz zira. Bizim neslimizin bir şeylerin değerini anlaması için elinden alınması gerekiyor. Biz çoğunlukla sahip olduğumuz şeylerin bizden öncekilerin emeği olduğunu unutup ego denizlerinde kaybolan insanlardık ve söylediklerimizin, yaptıklarımızın hesabını ne kadar tuttuysak, yapmadıklarımızı o kadar görmezden geldik. Nazım Hikmet’in de dediği gibi, dünyadaki bu zulüm bizim eserimiz. Biz kimiz peki? Biz aslında dünyanın en bunalımlı, en huzursuz bir zamanının içine düştük. Yol göstericilerin çok ender ve unutturulmaya çalışılan olduğu, kaosun kutsandığı, insanlığın yeni bir kimlik arayışında olduğu, baskı, yasak ve savaş toplumlarının güç kazanıp diğerlerini kendi karadeliklerine çektiği, anlamsızca yaşamak üzerine eğitildiğimiz ve huzurun asla var olmayacağı bir coğrafyada yetişmekte olan, sesi asla duyulmayacak bireyleriz. Aşkın, özlemin, emeğin, duyguların en sahtesini, müziğin en adisini, edebiyatın en şekilsizini yaşıyoruz, dinliyoruz, okuyoruz ve görüyoruz. En önemlisi, insanlığın yok oluşuna şahit olup bunu normalmiş gibi her gün haberlerde görüp birkaç dakika hayret ediyor daha sonra unutuyoruz. Oysa biz özgürlükler için, çağdaşlaşma için, bir damla daha insanlık için hayatını defalarca riske atmış bir liderin, Atatürk’ün ve özgürlük için canını defalarca vermiş bir halkın mirasçılarıyız. Karadeliktekilere ayak uydurmak bize yakışmaz. Uyanmak zorundayız ve uygarlık, çağdaşlaşma ve ilerleme için çaba göstermeliyiz. Biz özgürlüğü yenilecek, içilecek veya giyilecek bir şey olmadığı için anlamıyoruz belki de. Ancak özgürlük de bir tüketim maddesidir ve yaşamımız çoğu zaman özgürlüklerimize bağlıdır. Hala çok geç değilse bunun farkına varmalı ve tutunduğumuz son dal ile bu dipsiz bataklığın içine gömülmekten kurtulmalıyız. Baskı, yasak ve savaş toplumlarının bize dayattığı her şeyi iliklerimize kadar çekerken, uygar toplumlara özeniyoruz fakat kendi hayatlarımızın içinde yalnızca seyirci olmayı çoktan kabullendiğimizden dolayı hiçbir şey yapmıyoruz. Evet, şimdi kadınların şiddete maruz kaldığı, koruma evlerinden zorla çıkartılıp sokak ortasında öldürülebildiği, vasıfsız, korku ve şiddeti meşrulaştırmaya çalışan kendine adam diyen yaratıkların tecavüzüne maruz kaldığı iğrenç ve kokulu bir çamur deryası içinde; kin ve düşmanlığın yüceltilip cahilliğin kutsandığı bir noktada, özgür olmadığımızı saniyeler içinde hatırlıyor, saliseler içinde unutuyoruz. Şimdi karadeliğe içeriden bakalım. Azadeh Moaveni, Amerika’da doğup büyümüş. “İslam Devrimi” yüzünden sürgüne giden bir ailenin kızı. Time dergisi için bir süre Ortadoğu’da muhabirlik yapmış ve o süre içinde İran’ın ailesinin eskiden bahsettiği güzelliğini belli sebeplerden dolayı asla doğrudan görememiş bir gazeteci. Tahran’da Balayı isimli kitabında, bu süre içinde yaşadığı kimlik krizinden, zorunlu aşk hayatından, baskı toplumundan, korkudan, yasaklardan, yani kısaca bahsettiğim karadelikten bahsediyor. İran İslam Devrimi, İran halkını kurulduğundan beri baskı, korku ve tehditler ile yöneten bir devletin kendini kurma şekliydi. Teokratik bir cumhuriyet ve baskı yolu ile “demokrasi”yi sonuna kadar yaşayan muhafazakâr bir halk. Moaveni, anavatanına döndüğünde özgürlüğü ve demokrasiyi göremedi. Zulmü ve yasakları gördü. Saçını biraz fazla açtığı için recm edilen bir kadın gördü. İzole yaşamı kendi tercihi olmadığı halde silah zoruyla kabul etmiş olan, asla mutlu olmayacak, asla özgürlük yaşayamayacak bir toplum gördü. İran, Moaveni oradayken internet kullanımını kısıtladı, zaman zaman da tamamen yasakladı. Gazetecileri tutukladı, gazeteleri kapattı. Kadınlar alt olarak görülüp şiddete maruz kaldı, kendi özgürlüklerine yapılan tacize ses çıkardıklarında ölümle cezalandırıldı. Ve Moaveni bir şeyleri değiştirmeyi her düşündüğünde yalnız olduğunu gördü, fakat kendi düşüncelerine sahip olan insanların olduğunu, sadece onların çabalamadığını da gördü. Bugünlerde bizler de kısıtlamalara maruz kaldık. Tanıdık gelmiş olmalı anlattıklarımdan birkaçı. Biz özgürlüğümüzü bizden kaynaklı olmayan sebeplerden dolayı her geçen gün daha da kaybediyoruz ve yalnızca seyrediyoruz. Karadelik bizi de içine almak istiyor ve biz buna karşı koymuyoruz, kendimizi yalnızlaştırıyor, bizim gibi düşünen insanlardan, baskı nedeniyle uzak kalıyoruz. Buna dur diyebilecek miyiz? İNANCIN GÜCÜ “Ne olduğumuza inanıyorsak oyuz!” diyor çoklu kişilik bozukluğu olan Kevin ya da Dennis demeliyim sanırım. Çünkü ikisi birbirinden tamamen ayrı ama aynı bedende yirmi üç karakterle beraber sıkışmış kişilikler. Parçalanmış filminden bir söz bu “ne olduğumuza inanıyorsak oyuz”. Filmde bu kişilik bozukluğunu taşıyan hastaların insanın bir sonraki evriminin ilk ürünleri oldukları anlatılıyor bir nevi. Peki, gerçekten ne olduğumuza inanıyorsak o muyuz biz? Gerçekten beynimizi bu derece yönetebiliyor muyuz? Çoklu kişilik bozukluğu olan insanlar genellikle çocukluklarında travma yaşamış insanlardır, acıyı tatmışlardır yani, hem duygusal hem fiziksel açıdan. Kendi karakterlerinin kendilerini korumak için yeterli olmadığını düşünen, asıl bireyleri bastıran alter kişilikler çıkar ortaya. Korku ve korunma hislerinin bu kadar güçlü olması gözümü korkutuyor ve hatta dehşete düşürüyor bizi. Kendini korumak ve karakter yetersizliğini tamamlamak için ortaya çıkan, yaratılan, hem de kendi beynin tarafından yirmi üç farklı karakter. İnsan o kadar garip bir varlık ki, sınırlarımızı zorlayınca ortaya neler çıkabileceği konusunda aslında hiçbir fikrimiz yok. İnanç, korku, sevgi ve bizi şekillendiren bütün duygular… O kadar güçlüyüz ki aslında, hayatta kalmak için içgüdülerimizin yapmayacağı şey yok. Beynimizin yüzde birini kullanarak geldiğimiz nokta bütün diğer yaşayan canlılara diz çöktürüyor, peki ya daha fazlasını kullanmak için sınırlar zorlandığında yaşananlar? İnsanın beyin gücüyle fiziksel özelliklerini değiştirebilmesi… Bütün bunlar çok olağandışı görünüyor ama aslında tarihe baktığımızda bu durumun etkileri atasözlerimizden bile anlaşılıyor: “Bir şeyi kırk kez söylersen olur.” Belki de gerçekten oluyordur. Sözlerin ve inançların gücü belki de bizim anladığımızdan ve anlayabileceğimizden çok daha fazlasıdır. İnsanın en büyük sorunu belki de bu gücü hafife almaktır. Büyük etkileri ve tamamlanmış resmi görmeden insanın kendi gücüne inanması bir hayli zor ve bu inanç eksikliğiyle kendimizi sınırlandırıyoruzdur belki de. Bir insanın yaşayabilmesi için nefes alması gerekiyorsa, beynin yaşayabilmesi için düşünmesi gerekir bence, beyni hayatta tutan ve işlevsel kılan da budur. Ve bunun kadar önemli olan şey ilk olarak insanın inanmasıdır, inandığı zaman insan ama bütün kalbiyle, her şeyi yapabilecek kapasiteye sahiptir o donanım vardır çünkü insanda. Herkesin dilinde olan bir söz var “İmkânsız diye bir şey yoktur.” Düşündüğümüz zaman ve bütün benliğimizle düşüncelerimize inandığımız, sarıldığımız zaman fark ederiz neyi yaptığımızı inandığımız ve neleri yapamadığımızı. Bu farkındalık bile bize ne kadar güçlü olduğumuzu gösterebilir. Buna bir örnek olarak şunu verebiliriz, bir şekilde sürekli duyduğumuz bir şarkının beynimize işleyip istemsizce kendini ezberletmesi. Hiç istemeden tamamen bilinçsiz bir şekilde bir sürü kelimeyi ve hatta melodisiyle kısa bir sürede üstelik, ezberleyebilecek bir kapasiteye sahipsek, bir de bunu istemli bir şekilde kullandığımızı düşünün. Belki de anormal veya hasta diye tanımladığımız bireyler, beyinlerinin yüzde birini değil de daha fazlasını çalıştırabilmiş sınırları istemli veya istemsiz zorlanmış insanlardır. Ve belki de bizim onlar gibi olamamamızın sebebi hiç sınırlarımız zorlamamamızdır. Mesela filmdeki karakterin ilk alter kişiliği annesinin ona düzenli bir çocuk olmadığı için şiddet uygulamasıyla ortaya çıkıyor ve ilk karakter son derece titiz ve düzenli olan Dennis. Bunun dışında yirmi üç farklı karakterden birisinin diyabeti var, daha doğrusu diyabeti olduğunu düşünüyor ve fiziksel olarak da o karakter ortaya çıktığında gerçekten diyabet iğneleri kullanması gerekiyor. Beynin ve sadece düşünmenin ve inanmanı vücudun şeker oranına bile bu şekilde etki etmesi, gücün ve güçlü dediğimizin bir başka sınırı ve aslında beynin mucizelerinden sadece bir örnek. Umut En İyi Şeydir Bir hapishaneye nasıl güneş doğar hiç düşündünüz mü? Bir gün bir mahkum gelir ve oraya adeta ışıklarını saçar. Ne kadar hayali geliyor değil mi? Esaretin Bedeli de işte tam böyle bir hikayeyi ele almış. Parlak bir bankacı olan Andy, her ne kadar suçsuz olsa da karısını öldürmekten hapse girer. Fakat hapishane sistemine boyun eğmek yerine, var olan zekası ve kültür bilgisiyle hapishaneyi karanlık bir yer olmaktan kurtarıp hayat enerjisiyle mahkumlara ışık saçar. Özgürlük ve tutsaklığın, yok oluş ve var oluşun bir arada anlatıldığı bu eserde her diyalog adeta özlü bir söz gibi. Zamanında gişe hasılatının filmin bütçesini zor karşıladığı bu şaheser, şimdilerde tüm zamanların en iyi filmi olarak görülüyor ve gerçekten bu ünvanı fazlasıyla hak ediyor. Film tam olarak gerçek bir hikaye olmasa da Stephan Hawking’in “Rita Hayworth and Shawshank Redemption” kitabından uyarlanmış. Andy karakterinden bahsetmek gerekirse hayattan tekmesini yemiş, kaderine razı olan biri olarak gözüküyor. Ama o, karşısına ne kadar engel çıkarsa çıksın bunu olumlu yöne çevirmesini biliyor. İnsanlara parmaklıklar arkasında da özgür olabileceğini öğretiyor. Hayat da tıpkı bir hapishane gibi değil midir bazen? Kendimizi dört duvar arasında hissederiz. Çıkış yolu bulamayız. Önümüzde engeller vardır. Önemli olansa bunu kabullenmek yerine o dört duvar arasında özgürlüğü yaşayabilmektir. Andy’nin de hayatı bir anda dört duvarla kaplanmıştı. Aldatılmıştı, karısı öldürülmüştü ve işlemediği bir suçtan müebbet hapis yemişti. Daha ne kadar kötü olabilirdi ki bir insanın hayatı? Çoğu insan Andy’nin yerinde olsa, kaderine razı olur, dört duvar arasında ölümü beklerdi. Ama o zekasıyla, özgürlüğe olan düşkünlüğüyle tüm mahkumların dikkatini çekti ve çok yakın bir arkadaş edindi: Red. Red’in filmdeki unutulmaz repliği bize hayattan bir ışık tutuyor: “Umut… Sana bir şey söyleyeyim, umut tehlikelidir! Umut bir insanı deli edebilir. İçerde iyi değildir. Bu fikre alışsan iyi olur.” Gerçek hayatta da böyle kişiler vardır çevremizde. Umudunu kaybetmiş kişiler. Bizim öğrenmemiz gerekense onlara aldırmayıp bildiğimiz yoldan yürümektir. Andy de bunu yaptı. Red’e “umut”un aslında çok değerli bir şey olduğunu gösterdi. Umut, inanç ve azim birleşince hiçbir şey önünüzde duramaz bu hayatta. Tüm engelleri aşarsınız. Hapsolduğunuz dört duvar yavaşça genişlemeye başlar, sizden uzaklaşır. Öyle bir gün gelir ki artık o dört duvarı göremezsiniz, kaybolmuştur. İşte bu başardınız demektir. Tutsaklıktan kurtulup özgürlüğünüze kavuştuğunuz andır o an. Andy’nin bu tutsaklıktan kurtulmak için çok uzun bir zamanı vardı. Bu yüzden hiç acele etmedi. Her şeyi kusursuz bir şekilde yaptı, kaçıştan sonrasını da düşünerek. Evet, sadece bir “taş çekiciyle”, yirmi yıldan az bir sürede tünel kazmıştı Andy. Red ise bunun altı yüz yıl gibi bir sürede ancak bitebileceğini düşünüyordu. Ama Andy’de onda olmayan bir özellik vardı: “Umut”. Umudundan güç aldı Andy. O dört duvarı aslında bir taş çekiciyle değil de umuduyla aştı. Pes etmedi, azmetti, başardı. Umudumuz sayesinde yaşarız bu hayatı. Hep bir beklentimiz vardır hayattan. Bunun beraberinde ona ulaşmak için bir umut her zaman vardır. Yaşam enerjimizdir umut. O yoksa yaşamanın bir anlamı yoktur. Bunun için de bardağa her zaman dolu tarafından bakmak, iyimser olmak gerekir. Aksi takdirde o dört duvardan nasıl kurtulabiliriz ki? Dayatmalardan kaçınarak belki de. Andy de bunu yapmıştı sadece. Özgürlüğü kısıtlayan şeylerden kurtuldu, herkesin hayatında yapması gereken şeyi yaptı. “Umut iyi bir şeydir. Belki de en iyi şeydir. Ve iyi bir şey asla ölmez. “ Filmi belki de bu replik ile özetleyebiliriz. Herkesin hayatında en az bir kez izlemesi gereken, izlemeden ölmemesi gereken bir film Esaretin Bedeli. Her izlenişinde çıkarılacak ayrı bir ders var. Filmi izleyin ve umudunuzu hiç kaybetmeyin. Çünkü insanı ayakta tutan şey odur. Eray Şimşek "Yaşamın Anlamı Nedir?" Sorusu Filozofların veya hayat hakkında fikir yürüten sıradan insanların yüzyıllardır kafa yorduğu bir soru bu. Daha farklı ve popüler bir şekilde soracak olursak; yaşamın anlamı nedir? İnsan doğar ve büyür, birden kendini bir keşmekeş içinde bulur. Dünyanın ve yaşamın gizemlerini çözmeye vakıf olamaz, çoğu vakıf olabilme imkanlarına erişemez. O yüzden bu soru çok popüler gibi görünse de, aslında insanlığın çok küçük bir kısmı tarafından sorulur. İnsanlığın ezici çoğunluğu gündelik yaşamın kısır döngüsü içinde hapsolmuştur, sorgulama ayrıcalığını kendinde hissetmez. Okula gider, işe gider veya ev işlerini yapar. Lakin hayata geniş pencereden bakamaz. Tüm yurttaşlarına kısmi bir refah sağlamayı becerebilen, bu sayede devrinin çok ilerisinde düşünce insanları yetiştiren Antik Yunan Demokrasileri'nin aksine; insanlığın çoğunun muzdarip olduğu ekonomik yetersizlikler ve refah eksikliği, düşünme ve sorgulama eylemlerinin popülaritesini düşürüyor maalesef. Bu soru daha çok dini inançlar tarafından domine edilmiş bir toplumun sorusudur. İnsanlık -ortaya çıkışından itibaren olmasa da- on binlerce yıldır çeşitli dinlere ve yaratıcılara inanıyor. Bunun evrensel bir olgu olduğu açık. Dünya üzerindeki bütün toplumların kendi gelişmişlik düzeylerini ve kültürlerini yansıtan mikro dinleri var olmuş tarihte. Egemen kültürler ve toplumlar, kendi dinlerini de dayatmışlar. Dinlerin bu kadar kudret ve meşruiyet sahibi olduğu böylesi bir atmosferde, insanın özgür iradesinden bahsetmek de doğal olarak güçleşir. Her şeyi bilen, ezelden beri var olan ve ebediyen var olacak olan, gücü her şeye yeten bir tanrı tasavvurunun olduğu böylesine bir durumda, insan kendi yolunu çizme iradesini çoğunlukla gösteremedi. Bu tanrıya bir saygısızlık olarak atfedilirdi. Bu sefer insan farklı bir şekilde sorgulamaya başladı; tanrı insanı neden yaratmış? İnsanın varlık amacı nedir? İşte bu zihin yapısına sahip insanların içinden kesinlikle çıkamayacakları sorular. Bugün bu soruya daha özgürce cevap vermenin olanaklarına sahibiz. Bunun başlıca sebebi dinsel bağnazlığın güç ve etki kaybetmesidir. Bugün bir yaradana veya dine inanmama oranı, modern insan tarihinin en yüksek düzeyine ulaşmış durumdadır. Bunda pozitif bilimlerin önlenemez yükselişinin ve sosyal refah düzeyindeki nispi artışın tartışmasız etkileri vardır. Ve insan on binlerce yıllık zaafını yenmeye başlıyor. Doğadan ve evrenden duyulan o büyük korku, bugün yerini merağa bırakıyor. Tanrıları korku yaratmıştı ve cesaret bugün onları birer birer yıkıyor. Böylece ana konumuza tekrar dönebiliriz. Yaratıldığına inanmayan ve dinin varlığını reddeden insan için bu sorunun cevabı oldukça basittir: insan ne için yaşayacağını kendi belirler. İnsanlık ortak bir amaç için yaratılmamış, çünkü yaratılmamış. Ama bu sefer de onun karşısına daha büyük bir soru ve sorun çıkıyor; dinler, tanrılar ve ahiret yoksa iyi olmanın ne faydası vardır? Evrensel ölçekte bir iyi tanımı fiilen vardır; dürüst olmak, yardımsever olmak, cömert olmak gibi meziyetleri barındırır bu tanım. On binlerce yıldır düşünme yetisi din ile sınırlanmış insanoğlunun, bu düşünce kalıbı elinden alındığı zaman iyi olmak için elinde bir sebep kalmayacağı var sayılabilir. Ama dinlerin insanlığa asıl etkisi negatiftir; savaşlar, soykırımlar, katliamlar, kadın düşmanlığı bu etkilerinden yalnızca birkaçıdır. Yine de yerleşmiş olan bu evrensel "iyi" tanımına dinlerin de katkısı oldu. Peygamberler iyi insanlardı, toplumu değiştirmek isteyen ve bunu din kisvesi altında yapmak zorunda olan öncülerdi. Toplumu hep ileri doğru değiştirdiler. Ardıllarının ise, kendileri tarafından yaratılan ahlaki değerler ile samimi bir bağı kalmamıştı. Peygamberler ve tabi diğer sıradan insanlar tarafından bırakılan bu ahlaki miras, dinsel inançlar zayıflasa da sürüyor. Sosyal ahengin bu şekilde korunacağının herkes farkında. Hem de bu sefer çok daha samimi bir şekilde. Zira insanlar artık cehennem ateşinden korktukları için ya da cennette hurileri kapmak için iyi insan rolü yapmıyorlar. Bu davranışımız büyük ölçüde dünyevi sebeplerden dolayıdır artık. İyi olmak için hiçbir zorunluluğumuz yok, buna rağmen çoğunluğumuz iyi olmayı tercih ediyor. İşte insanın bencil olduğu yalanına vurulmuş bir darbe daha. Çıkarsızca iyi davranabiliyorsa insan, yaşamını da türünün ilerleyişine adayabilir. Hatta bu işte çıkarı da vardır. Zira toplumsal huzur ve mutluluk, bireysel huzur ve mutluluğun ön koşuludur. DUYGU GÜMÜŞCÜ HAYAT MARATONU Etrafımı izliyorum, her yerde bir hareketlilik var. Bu manzaraya her baktığımda bu karmaşanın gitgide arttığına tanık oluyorum. Sonra, bir bakıyorum ki ben de bu koşturmacanın tam merkezindeyim. Önce şaşırıyorum, bu duruma anlam veremiyorum ama sonra alışıyorum. Doğa Tarihi adlı kitabın baş karakteri olan Doğa gibi, her şeyi kasıp kavuran bu koşturmacada minik bir tanecik olduğumu kabulleniyorum. Çoğu zaman kabullensem bile bazen neden bu koşturmacanın içindeyim diye kendime soruyorum. Birden rüzgar, hayatın maratonunun bunu gerektirdiğini fısıldıyor. Dünyada günlük hayatın koşturmacasına kapılmayan kaç kişi kaldı? İçimize derin derin nefes çekebilmek, oturup gökyüzünü uzun uzun izleyebilmek ya da kendi kendimize tebessüm edebilmek sizce de günümüz dünyasında çok zor olmaya başlamadı mı? Neden bu koşturmaca, neden bu telaş? Bir bakıyorum ki kimsenin kimseye ayıracak vakti kalmamış. Sürekli bir şeyleri yetiştirmeye çalışmakla zaman akıp gidiyor. Şahsen, okul derslerimi, evdeki sorumluluklarımı ve birçok şeyi daha aynı anda yapmaya çalışıyorum. Bir de ‘daha iyi’ olarak nitelendirdiğim hedefin peşindeyim. Daha iyi sınav notları, daha iyi sosyal ilişkiler... şeklinde isteklerim uzayıp gidiyor ve bunların sonu asla gelmiyor. Bunlara ulaşmak için sevdiklerime zaman ayıramıyorum, sevdiğim şeyleri yapamıyorum. Zaten hayatın koşturmacası da bunu gerektirmiyor muydu? Tek tesellim, Doğa’nın aksine yaşadıklarımın farkında olmam. İlk fark ettiğim şeylerden biri, hayatımdaki koşturmacanın beni sürekli panik halinde yaşamaya yöneltmesiydi. Doğa’nın içinde bulunduğu distopya misali, sanki hepsi aynı anda yetiştirilmesi gereken milyonlarca işim varmış gibi hissediyorum. Toplumla beraber körüklenen bu baskı nefes almamı oldukça zorlaştırıyor. Doğa adlı karakterin hislerini anlayabiliyorum, tıpkı onun gibi ‘daha iyi’ olanı ‘en iyi’ olana çevirmeye çalışıyorum. Toplum içindeki bu baskıyla olan savaşımda, kendimi kısıtlamaya başlıyorum, sevdiğim şeylerden vazgeçiyorum ve hayatımdaki asıl önemli olanların öncelik sırasını değiştiriyorum. Bazen de onları tamamen görmezden geliyorum. Bu böyle sürüp gidiyor. En sonunda bir bakıyorum ki kurtulması olanaksız bir kafesin içindeyim, hem de tamamen kendi kendime oluşturduğum bir kafes. Demir parmaklıklar dört bir yandan yükseliyor ve bana hareket edecek yer dahi bırakmıyor. Bunu fark ettiğimde çok geç oluyor çünkü çıkış bulamıyorum ve çaresiz kalıyorum. Bu telaş, bu koşturmaca içinde benliğimi yitirip başkalarının istediği gibi bir kukla olmaya başlıyorum. Bu koşturmaca beni ne tarafa sürüklerse, o tarafa doğru yol alıyorum. Bu koşturmacanın neresinde olduğumuzu anlayabilmemiz önemlidir. Mesela, sevdiğiniz bir sanatçının yeni çıkan bir albümünü mü yoksa harika bir tasarımı olan, üzerinde o sanatçının resminin olduğu bir tişörtü mü almayı tercih ederdiniz? Aslında bu soruya vereceğimiz yanıt, hayatın koşturmacasına kendimizi ne kadar kaptırdığımıza dair iyi bir yanıt olabilir. Hakan Bıçakcı'nın Doğa Tarihi adlı kitabındaki ana karakter olan Doğa, tişörtü almayı seçiyor. Yani “dinlemek yerine onun ne dinlediğinin başka insanlar tarafından bilinmesini” (Bıçakcı 19) tercih ediyor. Bence bu oldukça ağır bir seçim. Resmen kendini ikinci plana attığının bir göstergesi. Koşturmaca öyle bir hâl almış ki ona ayak uydurabilmek amacıyla başkaları için yaşıyoruz artık. Peki, bu yıpratıcı karmaşadan kurtulmak mümkün olabilir mi? Bu sorunun cevabı ne kadar içinde olduğumuzla bağlantılı olabilir. Bu koşturmacaya ne kadar çok alıştıysak, bu şekilde devam etmek için, o kadar çok direnç göstereceğiz. Çünkü alıştığımız şekilde devam etmek kolaydır. Asıl zor olan; yeni olanı denemek, içinde olduğumuzdan farklı dünyalar tanımak ve tüm bunlara cesaret edebilmektir. Eğer artık çiçeklerin parıldayan renklerini ayırt edemiyorsak, içimize çektiğimiz derin nefeslerle rahatlayamıyorsak ve kendi kendimize tebessüm edip mutlu olamıyorsak, hayatın karmaşasından çıkıp kendimize dönüp bakmanın vakti gelmiş demektir. Ama, kendi gözlerimizle bakmalıyız, başkalarının gözlerinden değil. Hayatın bu karmaşasından sıyrılıp gerçekten neyi sevdiğimizi, ne yapmak istediğimizi anlamamız, kendimizi dinlememiz ve bu maratonda durmamız gerekir. Çünkü kendi hayatımızı kendimiz yönetemiyorsak, hayatın koşturmacası bizi ele geçirmiş demektir. Yararlanılan Kaynaklar Bıçakçı, Hakan. Doğa Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. Baskı. Ahmet Özkan Demir BOYUTLARI AŞAN KUVVET Yıldızlararası, vizyon tarihini aylardır bekliyor olduğum ve daha vizyona girdiği ilk günden sabırsızlıkla seyretmeye gittiğim nadir filmlerden biri. Zaten yönetmenin daha önceki yapıtları göz önünde bulundurulduğunda, ileride yapacağı filmler için sabırsızlanmamak elde değil. Film başından sonuna kadar izleyiciyi öyle sıkı kavrıyor ki, film bittikten sonra bile onun etkisinden çıkabilmek günlerimi aldı. Bu etkinin nedenlerinden biri de, filmin izleyiciyi hem film sırasında, hem de filmden sonra izlediklerini düşünmeye ve aralarında anlamlı bağlantılar kurmaya itmesi. Filmin senaryosu ilk başta orijinal gelmeyebilir: insan yaşamını tehlikeye sokan bir felaket, gizli bir grubu, insanlık için uygun başka bir gezegen bulmaya yönelik çalışmalara yönlendirir. Böylece, insan türü, ömrü artık bitmiş olan ilk yuvalarından ayrılıp başka bir gezegende yaşamını devam ettirebilecektir. Fakat film ilerledikçe anladım ki, sinema tarihinde belki de yüzlerce kez işlenmiş olan bu hikayeyi, orijinal ayrıntı ve fikirlerle bezeyerek, filmi klişeden uzaklaştırmayı başarmış. Bu işin ne kadar zor olabileceğini, bir filmin oluşum aşamalarını bilmeyen biri olarak, tahmin bile edemeyeceğimin farkındayım. Duyduğumda burun kıvıracağım klişe bir konunun bile, usta bir kadronun elinde bir şahesere dönüşebilmesi… Sinemayı tam anlamıyla “sanat” yapan da bu olsa gerek. Her ne kadar filmde aslında çok şey anlatılmaya çalışılıyor olsa da, bence asıl vurgulanmak istenen şey, sevginin bildiğimiz fiziksel veya soyut bağların tamamından çok daha güçlü bir bağ olması. Öyle güçlü bir bağ ki, bilinen en hızlı parçacık olan ışığın bile kaçıp kurtulamadığı kara delikten bir şekilde çıkabiliyor. Farklı birer fiziksel boyutta olsalar bile, birbirini çok seven iki kişiyi birbirine yakınlaştırarak, bir şekilde iletişim kurmalarını sağlayabiliyor. İlk başta biraz çocukça bir fikir gibi gelse de, filmin sevgiyle ilgili iddiasının aslında ne kadar doğru olduğunu daha sonra farkettim. Biz insanlar hâlâ en büyük gücün parada, şanda veya mevkide olduğunu zannederek yaşıyoruz hayatlarımızı. Bizi asıl güçlü kılan şeyin, güvenebileceğimiz ve koşulsuz sevebileceğimiz insanlar olduğunu ya ihmâl ediyor, ya da umursamıyoruz. Bu bakımdan, filmin sevgi üstüne yaptığı bu vurguyu çok yerinde buluyorum. Çünkü insanlar, çoğu zaman bir şeyin değerini ancak onu kaybettikten sonra anlayabildikleri için, onlara aslında neyin önem arzettiğinin bu filmde olduğu gibi etkileyici yollarla hatırlatılması gerekiyor. Filmin beni en derinden etkileyen kısmı, en sonunda ana karakterin kızına ulaştığı sahneydi. En son ne zaman ağladığımı hatırlamayacak kadar uzun süredir ağlamıyor olsam da, babasının niye bu kadar çok beklediğini sormasının ardından kızın ağzından dökülen “Çünkü „babam‟ bana söz verdi.” sözleri, bir iki damla gözyaşının içime doğru akmasına neden oldu. Filmin doruğu, tüylerimi diken diken eden bu buruk sahneydi kuşkusuz. Bu sahne, sevginin en güçlü çeşidinin çocuk ve ebeveyn arasında olan türden olduğunu fark etmemi sağladı. Bu sevgi öyle güçlüydü ki, aradaki devasa zaman ve mekân farkına rağmen film boyunca, baba ve kızı sanki yan yana duruyorlarmışçasına güçlü bir bağ ile birbirine bağladı. Babanın her davranışından önce kızının nasıl etkileneceğini göz önünde bulundurması ve film süresince kızını bir an olsun bile aklından çıkarmaması da, bana bunun ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Bir bilim-kurgu filmi izlemeyi bekliyordum Yıldızlararası için sinemaya gittiğimde. Ancak, çok daha derin ve anlamlı bir filmle karşılaştım. Bu film, insanın ebedi varoluş mücadelesini anlatıyor gibi görülüyordu; ancak aslında anlatmak istediği insanların en güçlü ve en gizemli duygusu olan sevginin nelere kadir olabileceğiydi. Belki de, insanları şu ana dek hayatta tutmuş, ve gelecekte de hayatta tutacak olan yegâne şey bu “sevgi” duygusundan başkası değildir. KAYNAKÇA Yıldızlararsı. Yön. Christopher Nolan. Oyuncular: Mathew McConaughey, Anne Hathaway, Jessica Chastain. Legendary Pictures, 2014. Sinema. Furkan Yılmaz Abrakadabra Bir sihirbaz sahneye çıkar. Elindekilerini misafirlerine gösterir ve misafirlerinin beklemediği anda gösterisini sergiler. Tüm salon sihirbaza şaşkın bakışlar atar. Sihirbazın onları nasıl büyülediğini anlamaya çalışırlar ama onlar numaranın nasıl işlediğini bulamayacaklar. Çünkü aslında numaranın gizemini çözmek istemiyorlar, onlar kandırılmak istiyorlar. The Prestige filminin bana verdiği bu mesaj, beni derinden etkilemişti ve fark ettim ki aslında bu ilişki tek sihirbaz ve misafirlerinin arasında değildi. Öğretmenlerimle birlikteyken buna benzer ilişkiler oluyordu. Zira sihirbazmış gibi izlediğim bir sürü öğretmenim olmuştu. Onlar benimle deneyimlerini, bilgilerini paylaşıyordu. Ben de yeni bir şey öğrenmenin mutluluğunu hep dışa vuruyordum (aynı seyircilerin şaşırması gibi). Onlar da benim bu tutumumdan memnundular ve bana çok şey öğreterek, gelecekte bana çok faydaları dokunacağına inanıyorlardı. Şimdi baktığımdaysa bana yardım etmekten ziyade sihirbazlık gösterisinin bir parçası olduklarını düşünüyorum. Ben sadece onların bana söylediklerini tekrarlamışım gibi hissediyorum. Hiçbir zaman bir şey öğrenmemişim gibi. Aynı sihirbazı izleyenlerin numaraların gizemine kafa yormaması gibi bende bilgilerin bana ne ifade ettiğini hiç düşünmemiştim. İzleyiciler nasıl kandırılmak istiyorsa ben de bana gösterilenler üzerine düşünmeyerek kandırılmak istiyordum. Yeni bir şey öğrendiğimi düşünerek kandırılıyordum. Aradaki tek fark beni kandıran sihirbaz aslında bendim. Yeni bilgiler öğrendiğimi ve daha bilgili birine dönüştüğümü sanıyordum ama yanılmışım. Öğrendiğim her şey başkalarının bilgileri ve deneyimleriydi. Ben hep başkalarını tekrarlıyordum. Şimdi ise bunun nedenini geçmişte aramalıyım. İlk öğretmenime kadar düşünmeye başladım. Aslında ilk öğretmenim diyemem çünkü tek kişi değil, onlar iki kişiydi. Annem ve babam. Onlar hayat hakkında kimsenin öğretmediği kadar fazla şey öğretmişlerdi ben küçükken. Onlardan öğrendiğim ilk şeylerde nasıl konuşmak ve nasıl tepki vermem gerektiğiydi. Onlar için komik olanlar bana da komik gelmiş, onların fikirleri benim fikirlerim olmuştu. Söylediklerini, yaptıklarını ve duygularını tekrarlıyordum. Örneğin annem kırmızıyı çok seviyorsa, benim en sevdiğim renk kırmızı oluyordu. O yıllarda taklit ederek öğrenmek insan doğasının bir parçasıydı ama ne zaman bunun bitmesi gerekiyordu bilmiyorum. Sonra ilkokula başladım. Birinci sınıftaydım ve bir sürü arkadaşım olmuştu. Onlarla oyunlar oynuyor, fikirlerimiz ya da isteklerimiz uyuşmadığı zamanda her çocuğun yaptığı gibi kavga da ediyorduk. Birbirilerimizle olan bu ilişkiden farklı olarak birde öğretmenimizle olan ilişkimiz vardı. Bizlere birinci sınıfta öğretmenimiz, öğretmenlerin okulda anne yarısı olduklarını öğretmişti. Bizde anne ve babalarımıza karşı nasıl davranıyorsak onlara da o şekilde davranıyorduk. Söylediklerine olabildiğince uymaya çalışıyor hatta karşı gelirsek de yaramaz çocuk diye anılmaktan çekiniyorduk. Bende bu durumda anne ve babamda olduğu gibi öğretmenim ne derse yapıyordum. Bizlere matematik, Türkçe ve diğer dersleri anlatıyordu. Sonra derste anlattıklarını sınavda soruyor biz de sınav kağıdında öğretmenimizin dediklerini tekrarlıyorduk. Yani kısacası sınav zamanlarımızda öğretmenimiz olsa acaba buraya ne yazardı diye kendimize sorup, soruları öyle cevaplıyorduk. Ebeveynlerimi taklit etmek yerine bu seferde öğretmenimi taklit ediyordum. İlköğretim bitmişti ve lise son sınıftaydım. Okulun ilk günü ve dersimiz edebiyattı. İçeriye pala bıyıklı bir hocamız girdi. Yeşilçam’dan çıkmışa benziyordu. Hepimiz ismini söylemesini bekliyorduk ki başka bir şey söyledi, “Benim söylediklerim her söz sizi alakadar etmemeli ben sadece kendi fikrimi paylaşıyorum. Sizler kendiniz bu bilgileri kendi süzgecinizden geçirip sizin için değer ifade ediyorsa almalısınız. Yoksa kopyala yapıştır yaparsanız sizlerle telif hakları konusunda tartışmaya gireriz.”. Pala bıyıklının bunu dediği gün ne demek istediğini tam anlamamıştık ama yine de gülmüştük. Hâlâ da gülüyorum ama bu sefer ne demek istediğini anlayarak gülüyorum. O bana gerçekten bir şeyler öğretmek istiyordu ve bunun onun elinde değil aslında bizim elimizde olduğunu bize ilk günden söylemişti. Bize bir şeyler öğretebilmesi için bizim öğrenmek için çabalamamız gerektiğini söylüyordu. Bizler de öğretmenin anlattıklarını öğrenmeye çalışıyorduk ama öğrenememiştik. Okul bittiğinde benim aklımda hiçbir şey kalmamıştı mesela. Çünkü şimdi anlıyorum ki aslında onun ne demek istediğini anlamaya çalışmıyordum, sadece onun söylediklerini ezberleyerek onu bir nevi taklit etmeye çalışıyordum. Onun fikirlerini kendiminmiş gibi gösteriyor, sınavlarda onun dediklerini kâğıda yazıyor ve biliyorum diyerek kendimi kandırıyordum. Ben aslında öğrenmek istemiyor, çok bildiğime kendimi kandırmak istiyordum. Oysa hiçbir fikir bana ait değildi. Oysa bilgi insanın kendisine özgü bir birikimi olmalıydı. Emrullah ILDIZ SEVGİYİ BULDUM! Paulo Coelho'nun Aldatmak isimli kitabının son sayfalarına yaklaşırken gözüm saate kaydı. Saat sanki bugüne teslim edilmesi gereken ödevi biliyormuş gibi inatla normalden hızlı akıp gidiyordu. Ben ise saatin o çalışkanlığının tam aksine daha blog yazımın konusunu bile belirlememiştim. Öyle bir yazı yazmak istiyordum ki bu yazımla ben, okuruma sadece dünyamı anlatmayayım aynı zamanda ona dünyamı hissettireyim tıpkı Melih Kibar'ın Çiğdem Talu'ya hissettirdiği gibi: Melih Kibar yüksek lisans için Londra'ya gider. Normalden daha erken gittiğinden olsa gerek hiçbir arkadaşı gelmemiştir ve sıkıldığından dışarı çıkmak ister. Halbuki dışarıda korkunç bir fırtına vardır. Bunu gören Melih Kibar ise binada dolaşırken kendini bir piyanonun önünde bulur. Oturur piyanonun başına ve bir beste yazar. Bu fırtınadan habersiz olan İstanbul'da yaşayan Çiğdem Talu'ya bu besteyi gönderir ve ondan besteyi kelimelerle anlamlandırmasını ister. Çiğdem Talu besteyi sonuna kadar hissettiğinden olsa gerek bizim de bildiğimiz İçimdeki Fırtına adlı sarkıyı yazar. Melih Kibar o besteyi nasıl yazmıştı da Çiğdem Talu bu denli besteyi hissedebilmişti. Bu merakla kitap okumaya devam ederken altı çizilmesi gereken bir cümle gözüme ilişti ve o cümleyi not etmek için siyah kaplı ajandamı açtığımda merakım birden çözülüverdi. Paulo Coelho 100 sayfa önceden bana sorumun cevabını şöyle vermişti: "Ben insanların ve meleklerin dilini konuşsam da söylediklerimde sevgi olmadığı sürece sesim borazanın zırlamasından, zillerin şıngırdamasından farksız çıkar." (Coelho 119) O an anladım ki Melih Kibar gibi hissettirebilmek için sevgi gerekiyordu. Halbuki ödevi bu akşama yetiştirme zorunluluğu kalbimin derinliklerinden gelen yazmaya karşı olan o isteği ve sevgiyi yok ediyordu. Bu hissizlik kalemimi pergelin sivri ucuna dönüştürmüştü. Kalemim kağıda dokunduğu yerden hareket etmiyordu. Bu şekilde yazamayacağımı nihayet anladıktan sonra masadan kalktım ve sevgiyi bulmaya karar verdim. Neydi bu sevgi, nasıl bir şeydi, nasıl bulabilirdim ben? Sevgiyi arama telaşesiyle etrafıma baktığımda kendimi yirmi yaşında yeni doğmuş bir bebek gibi hissettim. Bu dünya benim yirmi yıldır yaşadığım dünya olamazdı ve sanki ben yeni bir dünyaya doğmuştum. Bir elif misali çam ağaçları, güzelliğini ben baktıktan sonra yok olacakmış gibi son demine kadar sergiliyorlardı. Kuşlar, sabah serinliğiyle coşmuş halde son defa ötüyorlarmış gibi seslerine bambaşka bir renk veriyorlardı. Sabah serinliği ise hemen sonra kendi yerini kavurucu öğle sıcağına bırakacağını biliyormuş gibi bedenimi okşuyordu. Neler oluyordu böyle bütün dünyaya? Bu dünya belki de aynıydı da ben sevgi arayışıyla bakmak ile sadece ışınların ilettiği görüntüye bakmak arasındaki farkı tecrübe ediyordum. Melih Kibar'a sormak istediğim gibi bu ağaçlara, kuşlara, sabah serinliğine de güzelliklerini, nasıl bu denli yansıtabildiklerini sormak istedim. Sonra bir anda hayalime kış mevsimi, akşam sessizliği ve öğle sıcağı geldi. Bu güzellikler birden yok olmuştu. O an anladım ki bu güzellikler sadece bu varlıklara bağlı değildi. Sanki bu varlıklar zamanı geldiğinde güzelliklerini gösterebilmeleri için aydınlatılıyordu. Artık kapılar açılmıştı ve ben sevginin ne olduğunu anlamıştım. Sevgi beyaz, berrak bir ışıktı. Dünyadaki bütün güzellikler ise birer varlık. Işıksız hiçbir varlık görülemediği gibi sevgisiz de hiçbir güzellik görülemezdi. Tıpkı Paulo Coelho'nun bahsettiği gibi: "Bir gün insanlığın hayrına çalışmak isteyenlere yalvarırım. Asla, bedenleriniz Tanrı adına yakılmış olsa dahi unutmayın ki içinizdeki sevgi yoksa başka şeylerin hiç önemi yoktur. Hiç!" (Coelho 121) Bir anda Paulo Coelho'nun bir karakterini anımsadım: Jacob Konig. Jacob'un hayattan hakettiği mutluluğu bulamamasının nedeni sevgisizlikti. O ne karısını seviyordu ne de işini yani politikayı. O politikaya sırf başarabileceğini düşündüğü için başlamıştı ve sırf karısını memnun etmek için devam ediyordu. İçinde sevgi olmadığından olsa gerek hayatın güzelliklerini aydınlatamıyordu ve hakettiği mutluluğu bulamıyordu. Hayatta biz de Jacob Konig gibi birçok seçim yapıyoruz ve mutluluğu bulmak için didinip duruyoruz. Oysa birçoğumuz mutluluğu bulmaya çalışırken sevgiyi unutuyoruz ve yaptıklarımız bizi mutluluğa yaklaştırmak yerine uzaklaştırıyor. Sevgiyi anlamalıyız ve unutmamalıyız. Sevgiyi anlama yolunda ilerlediğine inanmış biri olarak blog yazımın son cümlesini sizlere sevgimi hissettirmiş olma umuduyla yazıyorum. KAYNAKÇA Coelho, Paulo. Aldatmak. İstanbul: Can Yayınları, 2014. Baskı. FATMA ZEHRA YORULMAZ NEYE, NİYE İNANIYORUZ? Hermann Broch’un Büyülenme adlı romanı, etkisi altında çok zaman kaldığım bir durumu anlatıyor: İnanmak. Kitaba harcadığım zaman diliminde çok sinirlendiğim bir durum olan inancın başka sebepler için kullanılması beni rahatsız etti. Ama yazara değil, bunu başaran karaktereydi olumsuz hislerim. İnsanların inancı bir başkasının maddi ve nefsani isteklerini karşılamak için bir yol olmamalı bence. İnsanlara inanma konusunda biraz aceleciyimdir aslında. Onlara inanmamı sağlayacak birtakım hal ve davranışları görürsem daha da çabuk inanırım. Maalesef bazen kendimi tehlikede hissediyorum bu sebepten. Galiba insanların tavırlarını ve karakterlerini değerlendirme ve doğru kanıya varma benlik değil. Uzun bir zamandır başkalarına inandıktan sonra yaşadığım hayal kırıklıkları beni biraz daha temkinli olmaya itse de bu inanma konusunda değil de harekete geçme konusunda yardımcı oluyor. Yani hemen harekete geçmeyip bir süre üzerinde düşünüyorum tavsiye edilen veya övülen bir eyleme kalkışmadan önce. Sorduğum ilk soru şu oluyor kendime: “Yapmayı düşündüğüm şey hayatım için ne kadar gerekli ve bana getirecekleri ve riske atacağım, kaybedebileceğim şeyler ne?”. Yalan olduğunu öğrendiğimde bana çok büyük kayıplar getirmiş veya getirecek olan bir inancım var mıydı diye düşünüyorum ve bulamıyorum. Büyük bir kayıp yaşamamam çok rahatlatıcı. Yaşadığım kayıplar daha çok hiçbir zaman beni tam manasıyla arkadaşı görmemiş birini fark etmem ve var olduğunu düşündüğüm arkadaşlığımı kaybetmem veya bana kestirmeden verilen cevaplara inanışımın daha geniş kapsamlı düşünmeme engel olması gibisinden şeyler. Telafi edemeyeceğim bir şey yaşamamış olduğuma çokça şükrediyorum. Ama bu daha sonraki hayatımda yaşamayacağımın garantisini de taşımıyor. Bunun benim anlama kapasitemle ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Sadece dünyamda insanların ne kadar kötü olabileceği ve bu kötü insanların ne kadar yakınımda olabileceği hakkında fazla bir karamsar bakışa sahip değilim. Biraz da bizlerin bir düşünce veya kanının var olduğuna kolayca inandığımız sosyal medya paylaşımlarından bahsetmek istiyorum. Çoğu zaman boş bulduğumuz vakitlerde ya da canımız sıkıldığında açtığımızı söylediğimiz –gerçi esas yapmamız gerekenlerin arasında yitirdiğimiz vakitlerin ana sebebini de oluşturabiliyor- sosyal medya siteleri gerekli-gereksiz, doğru-yanlış birçok bilgi ve yorum içeriyor. Gezerken gördüğümüz fotoğraf ve resimler, videoların ses efektleri ve renk geçişleri, kelimelerin büyüleyici kombinasyonları farkında olmadan bize düşünme ve sorgulama süzgecimize pek de ihtiyaç duymadığımızı hissettirerek olay veya durumun zihnimizdeki konumunu belirliyor. Bir saniye önceki biz bakıyoruz ki tamamen değişmişiz görüş açısı olarak. Kararlarımız ve verdiğimiz tepkiler de değişmiş. Sosyal medya hayranları ve bağımlıları bana bu açıdan benden bile kötü durumda görünüyorlar. Çünkü ben kandırılma karşısında kendim ile ilgili karar veriyorken sosyal medya bir topluluk olarak tepki vermeye dayanıyor. Yani beğeni sayısının yüz binleri aşması bireylerin sorumluluğunda ve ciddi durumlar için gerçekten daha kritik bir konum aslında onlarınki. Yüz binde bir olmak, yüz binin küçük görülecek bir parçası olmaktan ziyade bütünü oluşturmak için ihtiyaç duyulan her önemli parçadan biri olmaktır benim gözümde. Her paylaşıma, sorgulayarak temkinli yaklaşmanın önemli olacağı bu konudaki görüşüm. Bir de artık hiçbirine güvenemediğim gazeteler. Kanallarda siyasi taraflarıyla anılan gazetelerden başka tarafı olan kanallar da haber anlayışımı tamamen felç etmiş durumda. Artık çarpıtılan olayları takip etmekten de yoruldum. Bize bırakmıyorlar hangi tarafı tutacağımızı. Belki de hazırcılığımız bu hale soktu medyayı. Bu zaten sadece benim sıkıntım değil, tüm ülke hatta tüm dünya insanları bu konuda sıkıntılı. Buna bir çözüm getirmek mi? Kusura bakmayın ama buna bir çözüm getirilmesi şu an için zor görünüyor, zaten bu konuda yapılabilecek şeylerin bilinmiyor olması değil esas sorun. Özelden genele inandığımız oluşum ve kişilerden bahsetmek istedim bu yazımda –her ne kadar detaya inemesem de-. Yapabileceğim en iyi şeyin inanmak zorunda olmadığım şeylere inanmaktan kaçınmakla birlikte diğer şeyler için de iyi bir süzgeçten geçirme sonrası inandırıcılıklarına karar vermek olduğunu düşünüyorum. Mert Can Yıldız 19.11.2014 21102570 TURK102-30 Sağlıksız Aşk Hangi yaşta olursak olalım hepimiz âşık olmuş, hayatımıza bir başkasına diğer bütün insanlardan daha çok dâhil etmiş ve onunla beraberken her zaman olduğumuzdan daha çok mutlu olmuşuzdur. Birini sevmek her zaman mutlu sonla bitmeyebilir, fakat emin olun karşınızdaki kişiden tamamen bağımsız olarak kimi severseniz sevin, hayatınızı kiminle paylaşırsanız paylaşın o size bir şey öğretmese bile siz zaman içinde onun tavırlarından, davranışlarından, hayata karşı duruşundan, size yaklaşımından mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Bazen kendi yaptığınız bir yanlışı onun yaptığını görürsünüz aslında yapılanın çok yanlış olduğunu fark edersiniz, bazen ise onun yaptığı fakat sizin yapmaktan hoşlanmadığınız şeylerden birkaçının aslında sizin eksikliğinizden kaynaklandığını fark edersiniz. Bunlardan biri insanları olduğu gibi kabul etmek ve hiçbir zaman değiştirmeye çalışmadan onları hayatınıza dahil etmek olabilir. Kimi insanlar vardır ki arkadaşlarını ya da sevdiklerini önce hayatlarına dahil ederler, sonra onu gerçekten tanıdıktan sonra zaman içinde onun değiştirmeye çalışır, kendi istedikleri kişiyi yaratmaya çalışır. Genellikle bu tip davranışlar kişiler arasında şiddetli tartışma sebebi olup kötü sonuçlara neden olabilir. Bunun benzeri bir hatayı yapmamak için hayatınıza dahil edeceğiniz insanı önce tanımayı sonra o kişi ile bir hayat paylaşmayı deneyebilirsiniz. Ancak bazı durumlarda kişiler tamamen umarsızca ve sadece anı yaşama isteği ile hareket ederler. Bu anlar genellikle insanlar istemediği bir hayat yaşarken ya da büyük bunalımları takip eden günlerin ardından çıkar. Tıpkı karısı tarafından terk edilmiş Ben'in içinde bulunduğu büyük karmaşa ve Sera'nın hayatta kalmak için yapmak zorunda olduğu işin onun üzerindeki toplumsal baskısı gibi... Birini severken o kişi tarafından terkedilmiş olmak eminim ki hiç kimsenin tadına bakmak istemeyeceği bir histir, özellikle de bu kişi sizin karınızsa. Diğer taraftan dünyada hiçbir toplum tarafından onaylanmayan bir iş yapmak zorunda olmak ve daha da kötüsü bu işi yapmak zorunda bırakılmak insanın ruh sağlığını ciddi anlamda tehdit edici bir unsurdur. Bu hayatlara sahip insanlar aslında ruhen çok da sağlıklı insanalr değillerdir. Her zaman onları bu hayatın içinden çekip kurtaracak, onlara bu acıyı unuttaracak, bu hayattan uzak bir hayat yaşatabilecek imkânları ve kişileri bulma çabası içinde olurlar. Fakat sahip oldukları hayattan ve içinde bulundukları bunalımdan onları uzaklaştıracak kişiler olarak bir başka hastaya yani birbirlerine güvenir ve inanırlarsa işte her şey o zaman daha da içinde çıkılamaz bir hâl alır. Ben kendini alkol alarak ölmeye adamış bir adamdır. Los Angeles'da yaşar, orada bir işi vardır, fakat bu bunlaım yüzünden işini çok aksatır ve patronu tarafından işten çıkartılır. Sera ise Las Vegas'da yanında yaşadığı adam tarafından bedenini pazarlamaya zorlanan ve her akşam o adamın maddi beklentisini karşılamak zorunda olan bir kadındır. Ben, işten atıldıktan sonra Las Vegas'a gitmeye karar verir ve orada bulunduğu daha ilk gece de Sera ile tanışır. Sera'nın işi dolayısıyla tanıştıkları durum ve amaçları çok da nezih değil gibi görünür fakat çok kısa bir zaman sonra Ben, Sera'dan sadece onun yanında kalmasını, onu dinlemesini, onu dinleyerek ona yardım etmesini ister. Sera ise bunu daha önce hiç yaşamamıştır ve Ben'in bu tavrı karşısında oldukça şaşırır ve Ben'den etkilenir. Çünkü Ben şimdiye kadar Sera'nın Las Vegas'da karşılaştığı kişilerden çok daha farklıdır ve ona çok farklı yaklaşmıştır. Birkaç kez görüştükten sonra birbirlerinin hayat hikâyelerini anlamakta zorlanmazlar, fakat tuhaf olan şudur ki ikisi de sadece kendi hayatları dışında tutunacak bir dal aradıklarından karşı tarafın hayatına ikisi de saygı duyacağına söz verir ve sözde ikisi de durumu kabullenir. Fakat insan yaratılış gereği sahiplenmek ve sahiplenilmek ister. Onlar bu gerçeği unutur, bu yüzden onların bu saygı çerçevesinde olan maceraları çok kısa bir zaman içinde son bulur. Berk Erkeksoy 21301044 HALKIN SADE SESİ Sade ve güzel insan Orhan Veli. Edebiyatımızda sadeliğin en büyük temsilcilerinden biridir. Hikâyede konunun o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım.” (O. Veli, Hoşgör Köftecisi, YKY, II. Basım, s. 19) Bu sözüyle Maupassant tarzı öykücülüğünü benimsediğini anlayabiliriz. Kendini halktan biri olarak görür, fakirdir. Burjuva sınıfından haz duymaz. Sadelikten yanadır. Bende herkes gibi keşke erken yaşta kaybetmeseydik demekten kendimi alamıyorum. Her zaman içimde bir ukte kalmıştır bir kahvehane ya da meyhanede koyu bir sohbet. Zamanında bir dizi var idi ‘Ekmek Teknesi’ adında. Bu dizide kahvede insanlar vardı koyu sohbet halinde bir kişi anlatır diğerleri dinler idi. Kahvehane muhabbetleri hep ilgimi çekmiştir ve sürekli dedem ile gitmek istemişimdir ne yazık ki dedem izin vermemiştir ki günümüzde de böyle güzel muhabbetler yerini argolu muhabbetlere bırakmıştır. Şimdi burjuvai ‘café’ler var. İnsanlar hep yapmacık hep yalan dolan. Oysa ki kahvehane muhabbetleri öylemiydi ki; cana yakın, dürüst muhabbetlerdi, herkes birbirine saygı duyardı. Şimdilerde kahvehane dedim mi kavga, gürültü akla geliyor. İşte Orhan Veli bu susuzluğumu gidermiştir. Onun öykülerin de ki sadelik, cana yakınlık bana o kahvehane ortamını aratmamıştır. İnsan keşke erken yaşta kaybetmeseydik diyemeden kendini alamıyor. Kitabı okurken sanki Orhan Veli karşımda ve benle öyle konuşmaktadır hatta okurken ona mimiklerim ile eşlik ettim. Tabiki koyu muhabbetlerin olmazsa olmazları çay ile beraber. Sanki kahvehanede idik o anlatıyor ben de dinliyor idim. Orhan Veli halkın içinden biriydi ve halkı anlatıyordu, burjuva sınıfını anlatma gereksinimi duymuyordu, zaten Orhan Veli’nin burjuva sınıfı ile ne işi olabilirdi ki. Sadeliği çok severdi belli ki merhum, süslü anlatımlarla işi olmamıştı, belli ki, o da benim gibi kahvehane muhabbetlerini severdi. Hikayelerindeki o hava beni benden almıştı. Sadeliği o kadar çok severmiş ki sevdiği kadın bile sade idi, süslü değildi. Sevdiği kadın kambur idi ancak o zaten buna tutulmuştu sade idi, diğer hemcinsleri gibi şatafatlı, makyajlı kadınları değil. Sadeliği sevdiğini her öyküsünde belli ederdi. “Şu yemek denilen şey de tuhaf bir şey. İnsanlar neler icat etmişler! Düpedüz ot yemek, yahut çiğ çiğ et yemek dururken neler çıkarmışlar ortaya.” (O. Veli, Hoşgör Köftecisi, YKY, II. Basım, s. 34) İşte bu sözler sadeliği ne kadar çok sevdiğini göstermektedir. O öyküleri ile halkı temsil etmektedir. Cana yakınlığı halkın cana yakınlığı idi. İnsanın kendini eleştirebilmesi kendine olan özgüveniyle ve yeniliğe açık olduğunu gösterir. İnsan kendini eleştirebiliyor ve eleştirilmesine izin veriyorsa o büyük insandır. Orhan Veli o büyüklüğü göstermektedir. Kendini eleştirmektedir öykülerinde. Öykülerini anlatırken insanın mimiklerine hâkim olması neredeyse imkânsız. Orhan Veli anlatırken ben dinliyordum sanki, mimiklerime engel olamıyordum ki engel olmaya da çalışmıyordum. İnsanlar neden süslere önem verir ki neden sade yaşamı seçmezler? Süs sadece gerçekleri örter; süsü aslında gerçeklerini göstermek istemeyen insanlar kullanır. Evde tablolar aslında duvarın ayıbını örtmektedir. Makyaj aslında gerçek yüzünü saklayan ve güzelliğine güvenmeyen kadınların süsüdür. Süs burjuva içindir. Orhan Veli’nin de dediği gibi burjuvalar sahte kişilerdir. “Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz? Korkunç.” (O. Veli, Hoşgör Köftecisi, YKY, II. Basım, s. 30) (Biz küçük burjuvalar derken kendini kambur kız ile karşılaştırmaktadır.) Yalanlar da süstür; cümlenin süsleri. Aslında bizlere okuma öğretilirken dürüstlük öğretilmektedir. ‘Ali ata bak’ ne kadar sade ve dürüst bir cümledir. Bu halkın sesidir işte. Ta ki Işık ılık süt içene kadar devam etti bu dürüstlük. Ne kadar süslü cümle bu. Işık süt içse olmaz mıydı ki. Yalanlar da cümlelerin ayıbını örter oysa ki bu ayıplar dürüstlük değil miydi? Orhan Veli sadeyi o kadar güzel işlemiş ve konuşma havasını yakalamıştır ki kitap bitmesin diye dualar ettim. Ama her güzel şeyin sonu olduğu gibi bununda sonu gelmiş çatmıştı. Orhan Veli kahvehaneye olan ukteme son vermişti. Keşke bizler de sade olabilsek Orhan Veli gibi. BİR DENEME MACERASI Müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmenlik gibi çok çeşitli alanlarda kendini gösteren Ömer Zülfü Livaneli’nin deneme türündeki ilk eseri “Edebiyat Mutluluktur” adındadır. Bu eserin oluşturulmasında genellikle yazarın vatan gazatesindeki köşe yazıları kullanılmıştır. Bu eserin yazılma amacı halkımıza edebiyat tarihinin önemli isimlerini tanıtmak, onların hikayelerini okurlara ulaştırmak ve edebiyat dünyasına adım atmak isteyen genç yazar adaylarına yol göstermektir.Bu eserde Ömer Zülfü Livanelioğlu’nun güncel olaylara karşı duruşunu, karşılaşılacak problemlere karşı edebiyat inancını ve edebi bakış açısını görebilirsiniz. Bu eser anlatım tarzı, hayattaki problemlerin edebiyata etkisi ve içerdiği tarihsel olaylar ve bilgiler bakımından incelenmelidir. Bir deneme eserinin duru bir dile sahip olması gerekmektedir. “Edebiyat Mutluluktur” adlı eser bu konuda başarılıdır. Çünkü yazar gereksiz sözcük kullanımından abartılı süslemelerden ve dolaylı anlatımlardan kaçınarak okuru sıkılmaktan kurtarmıştır. Tabiki kitabın bu özelliğe sahip olmasının sebeplerinden bir tanesi köşe yazılarından derlenmiş olmasıdır. Ayrıca deneme türündeki eserlerde sürükleyicilik özelliği zor bulunur. Fakat yazarın konuları güncel olaylardan seçmesi veya tarihten merak edilen insanlarla ilgili örnekler vermesi okurda merak duygusunu uyanık tutmuş ve sürükleyiciliği sağlamasına yardımcı olmuştur. Anlatım tarzı açısından bahsedeceğim son özellik ise sözcük seçimidir. Yazar bu eserde okurun rahat anlayabileceği kelimeleri tercih etmiş ve eski tabirleri ve sözcükleri kullanmaktan kaçınmıştır. Yazar bu tarz sözcükler kullandığında kullandığı sözcüğün anlamını okurlarına açıklamıştır. Kısaca, Yazar bu eserinde anlatım tarzı bakımından başarılı olmuştur. İnsanlar hayatta bir problemle karşılaştıklarında hemen ümitsiz olurlar ve kendilerini dünyanın en şanssız insanı gibi hissederler. Fakat bu problemler insanı güçlendirir özellikle edebiyat alanında ise ortaya çıkar. Yazar bu eserde insanların problemlerle karşılaştığında edebiyata sığındığını ve edebiyatı güvenli bir çatı olarak gördüğünü anlatıyor. Edebiyatın bu yöntemle geliştiği zincirlerini kırdığından bahsediliyor ve bu konuda Nazım Hikmet’in hapishane şiirleri gibi örnekler verilerek bu düşüncenin temeli oluşturuluyor. Kısaca, yazar bu eserinde inanların yaşadığı problemlerin insanları edebiyata çektiğini ve edebiyatın insanları mutlu ettiğini anlatıyor. Bu eser hakkında anlatılması gereken diğer bir konu ise yazarın tarihe olan ilgisidir. Genellikle Sunay Akın’ın eserlerinde görmeye alışık olduğumuz tarihsel olaylar, bilgiler ve sonuçlar bu sefer Zülfü Livaneli’nin bu eserinde ortaya çıkmaktadır.Zülfü Livaneli hayatı boyunca şahit olduğu veya araştırarak öğrendiği olayları ve sonuçları bu eserin sürükleyiciliğinde kullanmış ve okurlarını bilgilendirme amacından ödün vermemiştir. Köşe yazıları doğası gereği güncel olaylar ve yazarın bakış açısını içermelidir ve köşe yazılarından derlenen bu eserde bu özellikleri taşımaktadır. Türk siyasetinin bunaldığı bir dönemdeki yazılarda bu konular işlenmiş olup tarihten benzer örnekler verilerek oluşabilecek muhtemel sonuçlara karşı uyarılar vardır. Ayrıca bazı yazarların sanık sandalyesine oturtulması ve ailelerin çektiği acılar halkçı bir kimliğe sahip olan yazar tarafından ustaca işlenmiş okurlarını bilgilendirme görevini yerine getirmiştir. Kısaca, günümüz sıkıntılarına kayıtsız kalamayan yazar gazatesinden ayrılma pahasına bile düşüncelerini değiştirmemiş ve kendi bakış açısına göre analizler yapmıştır. Sonuç olarak, Asıl mesleği köşe yazarlığı olmayan bir sanatçı için bu eser kesinlikle bir başarı olarak kabul edilmelidir. Abartısız dil kullanımı ve doğru sözcük seçimleri anlatım tarzı açısından başarıyı yakalamasına yardımcı olmuş , tarihsel olayları örnek olarak vermesi ve güncel konuları analiz etmesi sayesinde de sürükleyiciliği sağlamıştır.Ömer Zülfü Livanelioğlu sanatçı kişiliği ve diğer bütün özelliklerini kullanarak oluşturduğu bakış açısını bu eserinde başarılı bir şekilde göstermiş ve bu durum eserin başarılı olarak kabul edilmesine yardımcı olmuştur. ÖZGÜRLÜKLERİN BEDELİ İnsanlığın varoluşundan beri insanların kendiliğinden oluşmuş temel ihtiyaçları vardır. Bu temel ihtiyaçlar barınma, yeme-içme ve giyinme gibi bazı fiziksel ihtiyaçları kapsarken ; bir yere aidiyet ihtiyacı, sevgi ihtiyacı gibi psikolojik ihtiyaçları da kapsar. Bütün bu ihtiyaçların yerine getirilmesi için insanların en büyük ihtiyacı ise özgürlüktür. Özgürlük insanların uğruna yıllarca savaştığı, korumak uğruna canlarını verdiği insanlığın en büyük ihtiyacıdır. Peki bu özgürlüğün bedeli nedir? İnsan gerçekten özgürlüğünün bedelini belirleyebilir mi? İnsan içinde bulunduğu hangi durumlarda özgürlükleri hakkında konuşabilir? Özgürlük uğruna savaşlar bile verildiğinden bahsetmiştim. Bunun için en iyi örneğin Kurtuluş Savaşı olacağından eminim. Uğruna büyük bir destan yazılabilen bu özgürlük gerçekten nedir ? Günümüzde bahsedilen en büyük özgürlük fikir ve düşünce özgürlüğü üzerinedir. Peki fikir ve düşünce özgürlüğü gerçekten özgürlük kapsamında mıdır ? İnsanlar insanları fantastik filmlerdeki gibi manipüle etmediği sürece ne düşündüğüne , nasıl fikirler üreteceğine karışması imkansızdır. İnsanlar kendi iç dünyalarında, kendi fikirleri üzerine istedikleri gibi yaşayabilirler anlayacağınız. İnsanların fikir ve düşünce özgürlüğü derken gerçekten neden bahsettiklerini hiç düşündünüz mü ? İnsanların aslında bahsettiği fikirlerini ve düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğüdür ve bence dünya üzerindeki en büyük ve önemli özgürlükler dahil olmak üzere günümüz dünya düzeni bu özgürlük üzerine kurulmuştur. Tarihin en baskıcı dönemlerini incelediğimizde görürüz ki insanların ilk kısıtlandığı nokta fikirlerini ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmesi üzerine olmuştur. Dikta rejimleri tamamen insanların özgürlüklerini hiçe sayan ve yok eden rejimlerdir. Bunun en güzel örnekleri yine ifade özgürlüğü üzerinedir. İnsanları tamamen kontrolü altına almak isteyen bu rejimlerin başlarındakiler ifade özgürlüğüne öyle saldırırlar ki insanlar bunun farkına bile varamaz. Düşüncelerini ve fikirlerini rahatça ifade edemeyen insanlar yavaşça körelmeye başlarlar. İnsan olmanın temel gereksinimi olan düşünme ve sorgulama kabiliyetlerini yitirirler. Sonucunda görürüz ki paha biçilemez olan özgürlüklerini kendi elleriyle başka insanlara verirler ve sorulduğunda en özgür kendilerinin olduğunu düşünürler. Bu olay için bina yapımındaki tuğlaları düşünebiliriz. Eğer denge konumundaki tuğla yığınından birini çekerseniz tüm yığını yıkabilirsiniz. Yani anlatmak istediğim eğer ifade özgürlüğünüzden vazgeçerseniz tüm özgürlüklerinizi yavaş yavaş kenara bırakmaya başlarsınız. Peki gerçekten özgür yaşıyor muyuz yoksa özgür yaşadığımızı mı düşünüyoruz ya da öyle düşünülmemiz mi isteniyor ? Etrafınızı bir inceleyin günlük hayatta karşılaştığınız insanları düşünün. Çevremizin belirli kalıplar üzerine şekillediğini fark etmek çok zor olmasa gerek. Hepimizin üstünde aynı kıyafetler, cebimizde aynı telefonlar, telefonların ucundaki kulaklıklarda aynı müzikler... Nerede farklı, aykırı bir insan görsek ezici bakışlarla onun gerçekten özgür olduğunu fark edemeden onları dışlıyoruz. Böyle bir ortamda gerçekten özgürlüklerden bahsetmek ne kadar doğru ? Başka insanların belirlediği yaşamlar içinde özgürlüğün varlığı hakkında konuşabilir miyiz ? Bu durumda özgürlükler benim gözümde sadece basit yansımalardan ibaret. Sahip olduğumuz en değerli şey olduğundan bahsettiğim özgürlüklerimizi korumalıyız. Kişi kendi benliğini bile belirleyemezken özgürlüklerine sahip çıkması söz konusu bile olamaz. Bir gün hiç müzik dinleyemediğinizi, kitap okuyamadığınızı, istediğiniz gibi düşünemediğinizi ve bunu ifade edemediğinizi, istediğiniz yere bile bakamadığınızı düşünün. Kapalı bir kutu içinde zindan hayatı yaşamaya benzer. Bizlerden alınacak olan en küçük özgürlükler bile rutin hayatımızı tamamen değiştirebilir. Gerçek özgürlüğün ne olduğunu bulmak ise insanın kendine kalmış bedelinin ne olduğu tartışılır ama insan kafasını gökyüzüne kaldırdığında ufak bir umut parçası yakalayabiliyor ise gerçekten özgür olmanın ne olduğunu anlamaya yaklaşmış demektir. Berkay Özşeker IE 21601679 ÇAĞATAY MEMİŞ BİR TUTAM “KİRAZ LEKESİ” NELERE KADİR? O en sevdiğim zaman yine geldi çattı. Başucumda kitabım ve uykunun beni arayıp sormadığı o tarifi imkânsız zamanlarımı yaşıyorum. Bir arkadaşım almıştı bu güzel kitabı (her ne kadar aynı fikirde olmasak da) ve okuyamayacağını söyleyip bana yollamıştı. O güzel konusu ile beni çocukluğuma hatta çocukluğum en güzel ve heyecanlı zamanlarımı geçirdiğim bayramlara ve mahalle çocuğu günlerime götüren bu kitabın yeri bende ayrıdır. Selma Fazlic’in “Kiraz Lekesi” adlı kitabında geçen “Soğuk” isimli hikâyede, yazarın bayram ve komşuluk ilişkileriyle ilgili yaptığı çarpıcı yorum ve fikirleri beni fazlasıyla etkisi altında bıraktı. Şimdiye nazaran geçmişteki bayramların tatil değil de aile ziyaretleri için bir fırsat olduğunun üstünde duran yazar; ayriyeten de komşularımla kurduğum muhabbet ve samimiyetimi sorgulamama neden oldu. Şimdilerde yapılan o koca koca binalara sıkıştırılan onlarca aileden kaçı birbiriyle görüşüyor hatta tanışıyordur kim bilir. Eskilerin en sevdiğim yanlarından birisi de insanların birbirlerine duyduğu karşılıksız sevgi ve önemsemedir. Bizim şu asırda yaşadığımız bayramlara biz bayram diyorsak, onların zamanındakilere ne denmeli acaba? Hikâyede geçen başkarakter Seyfi ‘nin bayram namazından sonra camide oluşan o bayramlaşma seremonisinde yaşadığı heyecan, bana birkaç gözyaşına mal olmuştu. Küçükken aslında ben de bir Seyfi’ydim. Bayram namazlarını asla kaçırmazdım çünkü bayramın tadının hep o namaz ile başladığını düşünürdüm ve hâlâ da düşünüyorum. Namazın ardından anneannemde; dayımlar ve teyzemlerle beraber kahvaltı edip bayramlaşmanın verdiği o tat ve mutluluk benim için paha biçilemez. Kimi zamanlar dokuz güne denk gelen bayram tatilinin bazıları tarafından tatil yapma fırsatı olarak görülmesine ben şu yaşıma kadar anlam veremedim. Bana kalırsa ne zamandır görmediğim bir akrabamı veya eski komşumu ziyaret edip bayramını kutlamak, tatil yapmaktan daha önemli ve anlamlı geliyor. Bu konuyu böyle düşünen arkadaşlarımla tartıştığımda bana yeni teknolojiden ve onun sağladığı görüntülü konuşmadan bahsediyorlar. Ya sen o eli öpüp alnına koymadıktan sonra o bayramın bayramlığı mı kalır. Milli ve manevi değerlerimize ne kadar sahip çıkıldığının(!) göstergesi olan bu düşüncüler ışığında maalesef bayramların öneminin ve değerinin günden güne azaldığını kanısındayım. Bayram geldi diye ayrı bir sevinçle şekerini ve kolonyasını hazırlayan o ninelerini ve dedelerini ziyaret etmek yerine tatil yapmaya koşan insanların durup kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Kitabın bende yarattığı bir diğer farkındalık ise günümüzün komşuluk ilişkilerinin ne denli geride olduğudur. Bana kalırsa bu durumun oluşmasındaki en büyük nedenler; insanların umursamazlığı ve çevrenin bizler üstündeki etkisidir. Günümüzde çoğu insanın, gerek işlerinin yoğunluğu gerekse de kendi isteksizliğinden dolayı komşularıyla olan ilişkilerine gereken önemi vermediğini düşünüyorum. Hikâyede de belirtildiği gibi şu asırda insanlar kendi dertlerinden dolayı başkalarının hatta komşularının bile durumundan habersiz hayatını sürdürüyorlar. İş ve ekmek derdi (ekonomik zorluklar), vakit darlığı, çocuklar gibi nedenler dolayı insanların komşularıyla olan ilişkilerinin yetersiz olduğunun kanaatindeyim. Öte yandan; bir diğer nedenin de toplumsal yozlaşmanın, büyük apartmanların, hırsızlık olaylarının artması gibi çevresel faktörlerin komşuluk ilişkilerinin ilerlemesine engel olan en büyük etmenler olduğu düşünüyorum. İnsanlar günümüzde öyle büyük öyle devasa binalarda, yüzlerce hatta binlerce farklı insan içinde yaşamını sürdürmeye çalışıyorlar. Hâliyle insanlar birbirlerine karşı güven problemi yaşıyorlar. Önceden öyle miydi? Bizim evin anahtarı hem karşı hem de alt komşumuzda olurdu. Bizim apartmanda bir şey pişirdi mi, tadına bakmayan apartman sakini kalmazdı benim çocukluğumda. Bence “Komşuluk” denilen ilişkiler, böyle yaşanınca güzeller. Bu kitabı okumakla iyi mi etti kötü mü ettim bilemedim. Bana o özlediğim, hep geri gelmesini istediğim çocukluk günlerimi hatırlattı. Belki o zamanlar kendime ait telefonum, bilgisayarım, televizyonum yoktu ama beni seven, bana değer veren bir apartman dolusu insan vardı. Sanmayın ben az börek, kurabiye yemedim o kalabalık günlerde, akraba buluşmalarında; az el öpmedim o bayram ziyaretlerde, apartman toplanmalarında. Ama hepsi geride kaldı. Nedeni ne mi? Bence cevap basit: Değer verilmesi gereken şeyler ile verilmemesi gereken şeyler çok karışır oldu şu zamanlarda. Yaşamın Mücadelesi Bloğumdaki ilk yazımda yer vermek isteğim film ‘Yaratılış’. Charles Darwin’in yaşantısının en çalkantılı dönemlerini gözler önüne seren bu filme ’ Evrim Ağacı ‘ ismindeki popüler bilim sayfasında rastladım. İçeriğiyle hemen ilgimi çekti çünkü yakın zamanda evrim kuramıyla ilgili okuduğum bir kitaptan büyük zevk almıştım ve bu kuramı ortaya çıkaran beyinle tanışmak için sabırsızlanıyordum. Film Darwin’in teorisini ilk olarak dünyayla paylaştığı kitabı ‘Türlerin Kökeni’’ ni yazma ve yayınlama aşamasında yaşadığı duygusal dalgalanmaları ve sosyal çevresini ele alıyor. 1840’larda geçen film Darwin’in kızı Annie’nin fotoğraf çekinmesiyle başlıyor. Annie oldukça meraklı ve Baba’sı gibi sürekli çevresindekileri sorgulayan bir kız.’Baba bana bir hikaye anlat’ sözüyle Darwin’in ağzından geçmişe ait birçok kesit aldı. Darwin ve Annie arasındaki bağ oldukça güçlü bir bağ. Senarist Darwin ve çocukları arasındaki bağı göstermekte oldukça başarılı olmuş. Darwin’in bilimsel kişiliğinin çocuklarına yansımasını ve babayla çocukları arasındaki sevgiyi oldukça iyi harmanlamış. Çocuklarına anlattığı hikayelerde geçmişe gidip evrim mekanizmasının kafasında şekillendiği Galapagos adalarında geçirdiği günlere değinmesi oldukça başarılıydı. Ailesiyle geçirdikleri bir piknik gününde bir fareyi gözüyle izleyip boş bir geyik kafatasına girişini gözlemleyip ardından kafatası içindeki solucan ve mikroorganizmaların kalıntılarda çoğalışı, bir kuşun gelip solucanlardan birkaçını kapıp yuvasındaki yavrusuna götürürken yavrunun yuvadan düşüp yerde yardım için çırpınırken ölüp kurtçuklara boğulması filmde etkileyici sahnelerden biriydi. Fareyi görmesinden sonra bütün bu olaylar Darwin’in kafasının içinde şekillenmişti. Darwin doğayı Tanrı’nın yarattığı mükemmel bir düzen olarak görmektense bir savaş alanı olarak görüyordu. Hastalıklar , parazit canlılar , avlanan onlara canlı Darwin’in Tanrı’nın varlığını sorgulamasına yol açıyordu. Doğadaki her varlık hayatta kalma mücadelesi içindeydi. Darwin’in doğadaki bu mücadeleyi acımasızca bulması bana küçüklüğümü anımsattı. Çünkü küçükken belgeseller izlerken aynı çelişki içinde kaldığımı hatırlıyorum. Yavru bir penguenin yırtıcı bir kuş tarafından yenildiğini izlerken dedeme neden kameramanlar bir şey yapmıyor diye sorduğumda dedemin cevabı doğadaki dengeye karışmamamız gerektiğiydi. Acımasız bir şeyin olağan olduğunu öğrenmenin onu kabullenmemizi sağlaması hayata karşı geliştirdiğimiz bir adaptasyon olsa gerek. Film Darwin’in aklında evrim fikrinin nasıl şekillendiğinden çok sonrasında yaşadığı bunalım üstüne kurulu. Darwin’in kitabını yazdıktan sonra yayınlamak için 8 yıl kadar beklediğini biliyordum, film sayesinde nedenini daha iyi anladım. Çünkü filmi izlemek sizi tamda Darwin’in çıkmazıyla baş başa bırakıyor. Elinizde insanlıkla birlikte sorulmaya başlanmış olan sorulara yanıtlar var fakat bu yanıtlar toplumun üstünde batmadan kalabildiği filikaya bir fırtına etkisiyle çarpabilir. Çevrenizde size destek olan insanlar olsa bile en yakınınız, eşiniz sizi desteklemiyor. Gerçeği gün yüzüne çıkarmadığınız her gün karşılaştığınız yeni deliller kalbinizi kemiriyor. Kitabınızı yayınlamamanıza rağmen yayılan dedikodular insanların şimdiden size olan bakışlarını değiştirmiş. Darwin’e gerçekten özenirdim o kadar çok veriyi ,yaşamın verisini , bir araya getirebilecek kadar büyük bir beyni varmış ki tarihteki en büyük soruyu yanıtlayabilmiş. İnsanlık tarihinde ikinci kez bulunabilecek bir şey değil bu , işte bu yüzden onun yerinde olmak isteyebileceğimi düşünürdüm buna rağmen hayatının bir parçasına tanık olmak fikrimi değiştirdi. Bilim bir çocuğun heyecanıyla ilerler , çocukken o ana kadar yaptığınız en muazzam resmi yaptığınızı düşünün , ilk yapmak isteyeceğiniz şey bunu çevrenize , özelliklede ailenize göstermeyi istemek olacaktır. Çevrenizdeki insanlar resminizin günah olduğunu düşünüp sizi ayıplıyorlar ve ailenizde öyle. Büyük ihtimalle bütün şevkiniz kırılacaktır. Darwin’in yaşadığı da böyle bir duygunun kat kat üstü. Buna rağmen bilime olan şevkini yitirmemiş ki bu ona olan saygımı arttırdı. Darwin’in doğadaki kaosta Tanrı’yı arayışına , kızı Annie’nin ölümü bir balyoz gibi indi. Filmdeki en duygusal sahnelerden biriydi Annie’nin ölümü. Annie hastalandığında o dönemde yapılabilecek tüm tıbbi müdahaleler yapılmasına rağmen öldü ve ölümü filme girişi gibi bir hikayeyle oldu.Yine’ Baba bana bir hikaye anlat ‘ repliğiyle Darwin’in ağzından Galapagos adalarında yakalanıp New York Hayvanat Bahçe’sine satılan bir orangutan Jenny’nin hikayesine tanık olduk.New York’luların ilk gördüğü orangutan olan Jenny Darwin’in de bir kuyruksuz maymunun zekasına tanık olduğu ilk hayvandır. Jenny kafesinde son nefesini verdiğinde Annie de dünyaya gözlerini yumdu. Kızlarının ölümü Darwin ve eşinin arasını açtı çünkü ikisi de kızlarının ölümüyle ilgili kendilerini suçluyorlardı. Darwin ağır bir hastalığın pençesindeydi aynı zamanda ve bu halüsinasyon görmesine yol açıyordu ilk kez Annie yi gördüğünde hüzünlendim çünkü kızına olan büyük sevgiyi yeniden duyabilecekti fakat kızı aslında aklının bir ürünüydü ve bir şekilde Darwin’in iç sesi oldu.Darwin Tanrı’ya inanmayı çoktan bırakmıştı fakat dinin ,kilisenin , toplumlarını ayakta tutan bir yapı olduğunun farkındaydı. Tüm insanların Tanrı’nın onlar için yarattığı mükemmel dünyada yaşadıklarındansa kaos ve hayatta kalma savaşı içinde olduklarını düşünmelerinin toplum yapısını yerle bir edeceğini düşünüyor olmalıydı. Bundan sonra filmde her şey çok çabuk gelişti ki filmle ilgili tek olumsuz yorumum bu. Belki de buraya kadar izlediğim kısımlar filmle ilgili beklentilerimi yükseltti. Darwin’in içinde bulunduğu bu karmaşıklık bir anda çözümlendi. Kızının ölümünü kabullenmesiyle kitabı yazmaya devam etti, belki de daha kötü bir durumda olamayacağını düşünmüştür. Yahut kitabı yazıp Tanrı’yı kızdırma düşüncesi Tanrı’ya olan inancıyla birlikte uçup gitmiştir. Eşinin Darwin’in kitabı yayınlaması halinde ikisinin de cehenneme gideceği düşüncesi değişmese bile. Kabul etmeliyim ki filmin en can alıcı noktalından biri sonunda yer almakta. Kitabını bitirdikten sonra kitabının kaderini eşinin ellerine bırakması , hayatını verdiği araştırmalarının yanıp kül olma ihtimalini göze alması araştırmalarına olan güveninin sağlamlığını göstermektedir bana göre. Kitabı eşinin ellerine teslim ederken ‘okuduktan sonra karar ver’ deyişi hala gözlerimin önünde…. Cahit Caner Ünver 21200443 Turk 101 – 38 Vedat Yazıcı Mutluluğun Anahtarı Mutluluk nedir diye sorulsa hiç kimse aynı cevabı vermez. Dünya üzerindeki her bir kimse için bu tanım farklıdır. Yani mutluluğun tanımı göreceli bir kavramdır. Kimisi için mutluluk küçük bir köyde sevdiklerimizle yaşamak iken, kimisi için de her gün farklı lüks lokantalarda yemeğini yiyip farklı lezzetlerin tadına bakmaktır. Kimilerini küçük şeylerle bile mutlu edebilirken, kimilerine dünyaları versen mutlu edemezsin. Çünkü herkesin kendine ait bir mutluluk tanımı vardır ve o tanımı o kişiye sunmadan asla mutlu edemezsin. Sürekli mutluluktan, mutlu olmaktan, mutlu yaşamaktan bahsederiz. Peki gerçekten sürekli mutlu bir şekilde mi yaşarız? Tabi ki hayır. Elbette hiç kimse hayatı boyunca “mutlu bir şekilde yaşadım” diye iddia edemez. Herkesin hayatında inişli çıkışlı diye tabir edilen bir dönem vardır mutlaka. Bu iniş çıkışlar sayesinde hayatımızı düzene koyarız biraz da. Her inişte bir çıkış yolu ararız ve o çıkışı bulduğumuzda ister istemez mutluluğu tadarız. Her seferinde bu engebeli yolda, mutluluğun tanımı bizim için değişir ve farklı anlamlar, değişik boyutlar kazanır. İnsanoğlu doyumsuz olduğu için kimi zaman bu mutluluğun bile kıymetini bilmez ama bu iniş çıkışlar sayesinde biraz olsun farkındalığı artar ve bilinçlenir. Her inişin bir çıkışı olduğu gibi her çıkışın da bir inişi olduğunu aklımızda tutmalıyız. Yani söz konusu mutluluk bile olsa her zaman daha fazlasını istemek yerine elimizdekiyle de yetinmesini bilmeliyiz. Mutluluğu yaşadığını hissetsen bile asıl önemli olan şey o mutluluğu daimi kılmaktır. İnsan doğası gereği dinamik bir canlıdır. Bir kişiye sürekli aynı şeyleri hissettirerek her seferinde aynı şekilde mutlu olmasını beklemeyemezsiniz. İnsan beyni ve dolayısıyla düşüncesi yaşadığı her olaydan etkilenir ve hayata dönük algısı sürekli değişir. Eğer belli bir süre boyunca mutlu olduğunu hissettiğin bir eylemi yapmaya devam edersen, bir bakmışsın o şey rutine bağlamıştır ve sen artık mutlu değilsindir, mutlu olduğunu zannediyosundur. Patinaj yaptığın duygusu çöreklenir içine ve bir anda kendi hayatını değersiz ve ucuz görmeye başlarsın. Rutine bağlayan eylemlerin artık eskisi gibi mutluluk vermez, tam tersine iç burukluğu verir ve en sonunda bir kısıtlanmışlık hissi kaplar içini. Peki bu kısıtlanmışlık hissinden nasıl kurtulabilirsin? Hemen bir kaçış ararsın, yeni heyecanlara atmak istersin kendini, yeniliklere açarsın kendini bir anda. Kendini yeniliklere açarak, hayattan farklı şeyler bekleyerek kendini kurtarırsın. Hayatın, senin karşına ne çıkaracağını bilmeden yaşamaktan zevk alarak sürdürmelisin yaşamını. Böylece karşına çıkan her yeni şey hayatına ayrı bir renk katar, yeniden mutlu olmanın tadına varırsın ve belki de mutluluğun tanımı senin için değişiverir bir anda. Mutluluk kavramının bir yaşı yoktur. İnsan ister yedisinde olsun ister yetmişinde, hiçbir şekilde o yaşadığı mutluluk hissini kelimelere dökemez. Zaten mutluluğu anlatmak için sözcüklere de ihtiyaç duymazsın aslında, gözlerinden bile okunur kimi zaman o yaşadığın duygu. Öyle bir duygudur öyle bir kavramdır ki mutluluk, bir anda hayatına yeniden sahip olduğunu, zihnindeki eksik parçaların tamamlandığını hissedersin. Rüzgârı arkana alıp da hayatına devam ettiğini hissedersin. İşte gerçekten mutlu olduğunu hissettiğin o anda, zamanın durmasını ya da o anın hiç bitmemesini istersin. Yarını bilmeden, düşünmeden yaşamak istersin. Yalnızca o anın, o mutluluğun tadını çıkarmak istersin. Her şeyin bir sonu olduğunu o an kafandan çıkarırsın ve çıkarmalısın da. Çünkü bir “son” düşüncesiyle o anın, mutluluğun tadını çıkaramazsın. Hayatta da ister mutlu olalım ister olmayalım her zaman anın tadını çıkarmaya çalışmalıyız. Eğer anın tadını çıkarmaya çalışırsak mutluluk zaten bizi takip edecektir. Ömer Can Baltacı 21301306 11/11/14 Serbest 2 Don Kişot DON KİŞOT’UN KILICINDAN PARILDAMALAR Çocukluğumuzun ilk kitaplarından biridir Don Kişot. Cervantes’in kaleminden, derebeyliği, şövalyeliği ve toplumun yozlaşmış bölümlerini iğneleyici bir üslupla karşımıza çıkar. Hayaller ve gerçeklik hep bir aradadır kitapta. Basit şeyleri bir hayalperestin gözünden şövalyelere layık şekilde aktarır. Bu konuda çığır aşmış yazarlardan biri olan Dostoyevski, “İnsan düşüncesinin son ve en yüce sözcüğü” olarak tanımlar Don Kişot’u. Cervantes’in hapishanede kaleme aldığı Don Kişot, o devrin çok tutan şövalyelik romanlarına bir eleştiridir. Zamanınında çok tercih edilen öykü türünden, şu anki romana geçişin örneği olarak sayılabilir aynı zamanda. Komedi ve mizah öğelerine de yer verilen kitapta ana karakter –asıl adı Alonso, takma adı Don Kişot’dur- gerçek hayatta karşılaşılamayacak kadar saf ve hayalperest bir insandır. Okudukça özgürlüğün içinde kendisini boğası gelir insanın. Normalde yüzüne bile bakmayacağımız şeylere muhteşem kılıflar uydurmak ister. Sayfaları geçerken yazara ve özellikle Don Kişot’a hayran olmadan olmuyor. Gerçekten de muhteşem bir hayal gücüne sahipler. Kendisini şövalye gibi gören ve biraz da deli olan Don Kişot, atı Rosinante ve realiteye Don Kişot’a nazaran daha bağlı olan uşağı Sancho Panza ile beraber geçirdiği serüvenlerden oluşur kitap. Okuyanlar şöyle bir yoruma ulaşabilir; toplumun Don Kişot’la deli diye dalga geçmesi, aslında Don Kişot’un deli olması değil, toplumun deli olmasıdır. Yozlaşmış Orta Çağ toplumunu bu kadar güzel ve yoğun anlatan başka bir yazı olmasa gerek. Sürekli şövalyelik hikâyelerini okuyan Don Kişot, okudukça kendini şövalye sanmaya başlıyor ve şövalyeliğin ya da o dönemin tekrar gelmesini istiyor. Evinde bulduğu paslı, kırık dökük zırhını ve kılıcını alıp, kafasında mükemmel şekilde tasarladığı sıska atına atlayıp ezilen halkı kurtarmak için yola çıkıyor. Buradan, halkın kendisine uygulanan baskıya karşı, deli bile olsa cesarete sahip bir kahramana ihtiyacı olduğu anlaşılabilir. Orta Çağ’ın böyle kirli yönlerini her kitapta bulabiliriz fakat bu şekilde her yaşa hitap edebilen bir kitap yazmak gerçekten insanın ağzını açık bırakıyor. Sevdiği kişiyi –aslında köydeki fakir ve şişman bir kız- bir aristokrat ailenin kızı olarak görür Don Kişot. Şövalyelerin sevdiği kişinin yine soylu bir kişi olması gerektiğini düşünür. Soylu kişilerin o dönemde halka açılamamasının ve hep halkın üstünde bulunmasının nedenlerinden biridir bu da. Eğer yüksek statüdeki insanlar halka daha fazla açılabilseydi, o dönemde bu kadar fazla kopukluklar yaşanmayabilirdi. Yazar, bu noktada konuyu çok güzel aktarmış okuyucuya. Yazarın dilindeki betimleyici özellik, konuyu inanılmaz şekilde açıklayıcı hale getirmiş. Sevgilisi uğruna saldırdığı yel değirmenlerini de, Cervantes’in o zamanların şövalyelik romanlarına yaptığı eleştirilerden biri olarak görüyorum. Ek olarak da yel değirmenini sistemin çarkları olarak düşünebiliriz. Yel değirmenlerini devler olarak görür Don Kişot. Şövalyelerin yaptıkları kahramanlıkları Don Kişot’a göre de uydurmuştur Cervantes böylece. Don Kişot yel değirmenlerine saldırdığı bir zaman nasıl olduysa yaralanıyor. Burası da kahramanların sisteme karşı durduğunda yara almadan kurtulamayacağını anlayabiliyor insan. Don Kişot, bir gün gelir Sanson Crasco ile düello yapar ve kaybeden kişinin isediğini yapacaktır. Don Kişot Sanson’a kaybeder. Sanson’da onun evine dönmesini ve silahını bırakmasını ister. Don Kişot’da kendisinden istenileni yapar ve kahraman olmayı bırakır. Her zaman da böyle değil midir zaten? Sisteme karşı olmak delilik olarak görülür hep. Kahraman olan da başkaları tarafından tekrar sisteme ayak uydurmak zorunda bırakılır. Cervantes bu konuları gerçekten mükemmel bir şekilde betimlemiş. Okuyan kişi de hayret olmadan edemiyor. Kitap, yazıldığı zamandan, yaşadığımız zamana kadar yazılmış şaheserler arasında kendisine rahatlıkla yer bulabilir. ÖZGÜNLÜK ÇEMBERİ İlkokul zamanlarından itibaren toplumun bir parçası olmayı öğreniriz. Bize söylenenler artık büyüdüğümüz, kendi hayatımızı belirleyecek kararları kendimiz verdiğimiz, farklı ve özgün bireyler olduğumuzdur. Hayatta bizi istediğimiz noktaya getirecek şeyin, bizi biz yapan şeyin, özgünlüğümüz olduğu cümleleri o yaşlardan bu yaşlara kulaktan kulağa dolaşır. O yaşlarda farklı olmak değildir derdimiz, ama ergenlik dönemleri yaklaşınca işler iyice birbirine karışır. Hepimiz farklıysak, kim aynı? Herkes özelse hayatta başarısız olanların sebebi ne? gibi sorular ve genç yaşta insanları kendini kanıtlamaya zorlayan sistemin getirisiyle ya özgüvensiz, silik bireyler ya da sisteme ve topluma nefret kusan, başarısız geçen bir hayatın faturasını haklı sebeplerle topluma kesen insanlar olarak yetişiriz. Biz kendi içimizde bütün bu karmaşada hayatta kalmaya çalışırken sistem bize yapacağını çoktan yapmıştır. Üniversite yıllarına gelene kadar, farkını hissedemeyişinin sebebini bizleri robot gibi dizen okul önlüklerinde ararsın, kendini kanıtlamak için, özgürlüğünü hissetmek için heyacanla üniversiteye gitmeyi beklersin. Sonunda varırsın hedefine ama üniversite çok daha korkunçtur. Çünkü artık insanlarla aynı seviyede olduğunu hissetmezsin, onlardan çok daha geride olduğunu farkedersin. Çünkü sen bunca zamandır sistemin tamda senden beklediği şeyi yapıyorsundur. Sen bütün bu sorular arasında debelenirken, kim olduğunu aramayı çoktan unutmuş olduğunu farkedersin. Bir bakmışsın okul üniforması dönemi bitmiş ama sen hala herkesle aynı kıyafetleri giyiyorsun. Tam kendim oldum derken çok daha büyük bir planın, sandığından çok daha küçük bir piyonu olarak bulursun kendini. Reklamların kölesi olmuş, zevkini, favori kitabını ya da favori mekanını kendine göre değil, popüler oluşuna göre, daha da kötüsü insanların ne diyeceğine göre seçersin. Bu yıllar boyunca özgünleşmek adına attığını sandığın bütün adımlar tam tersi yönde sürüklemiştir seni. The Truman Show’ da gibi hissedersin kendini. Birileri sana hep oyunlar kurmuş, sen her ne kadar o tekneye atlayıp bu dünyadan uzaklaşmak istesende o seni hep türlü oyunlarla aynı noktaya geri sürüklemiştir. Etrafındaki birçok şeyin sen ne yaparsan yap değişmediğini görürsün. Kimsin peki sen? Ne yapmak istiyorsun? özünü bulmaya yönelik sorduğun bu sorular seni çemberden çıkarmaya başlamıştır. Ama artık çok daha zorlu bir görevin içinde bulursun kendini. Bir bataklık gibi, sen sıradanlıktan kaçmak için tepindikçe çemberdeki insanlar seni içine çekmeye çalışır. Bunu sana kendini değersiz, sıradan hissettirerek yaparlar. Cesaretini kıskanmışlardır ve buldukları her fırsatta seni aşağılamaya, kararlarını yargılamaya devam ederler. Başta kendine olan güvenin biraz sarsılsa da artık istediğin yolda ilk adımını atmışsındır bu his sana cesaret verecektir. Eleştirilerin ve seni geri çekmeye çalışan insanların çabaları gülüp, geçmeni sağlayacak kadar uzakta ve etkisizdir artık. Sonunda başından beri olmak istediğin noktaya ulaşmış bulursun kendini. Truman’ ın bütün fırtınaya rağmen kendi olmak için aştığı deniz, bütün bu oyunları farkettiğinde onu vazgeçirmeye çalışan toplum. Bu kaçış hem bir son, hem bir başlangıç. Yepyeni benden oluşan bir hayat, ne istediğini bilen bir birey. Sizi siz olduğunuz için seven insanlar. Özgün ve farklı olmak için çaba verilmeyen yeni bir çember. Artık sizin gibi insanlarla olmaktan kaçınmıyorsunuz. Çünkü bu çemberde herkes sizin gibi özgün. Bu çemberinde zorlukları olacak, belki ilerde bununda can sıkıcı olduğunu düşünüp daha fazlası için yollara koyulacaksın. Ama önemli olan şimdi buradasın. Film burada bitiyor. Kimse Truman’ ın gerçek dünyaya adım attığında başına neler geldiğini merak etmedi. Belki de o çoktan kendine aşılacak yeni çemberler bulmuştur... Kaynakça: Weir, Peter. The Truman Show. 1998. Berrak Müftüoğlu Sanal Dünya Gerçekleri O renkli ekranımızın, biz harflere bastıkça takırdayan klavyemizin arkasına saklanıp istediğimizi yapmak, söylemek ne kadar kolay geliyor değil mi? Bizim yaptıklarımız başkalarını nasıl etkileyeceğini hiç düşünmeden istediğimizi yapıyoruz. Oluşacak sonuçlardan biz sorumlu değilmişiz gibi söylüyoruz istediklerimizi, belki de birilerinin en büyük belası oluyoruz farkında olmadan. Böyle bir şeyin biz farkında olmadan olması mümkün mü? Yani gerçekten internet âleminde yazdığımız bütün o sözlerin sonuçlarının olmayacağını düşünüyor muyuz? Ben düşünmüyorum. Herhangi bir insanın içindeki kötülüğü başkasının minik heveslerini kırarak söndürmesinin o insanı hiç etkilemeyeceğini düşünemiyorum. Belki de ben fazla saf davranıyorumdur bu konuda. Belki de insanlar gerçekten her istediklerini söyleyip oluşan sonuçlarda hiç payları olmadığına inanıyorlardır. Cyberbully filmi de bu konu üzerinde yoğunlaşıyordu. Gerçekten yaptıklarımızı umursamadan yaşamımıza devam ederken sonuçların yüzümüze çarpmasının nasıl hissettireceğini gösteriyordu film. Genç bir kızın yaptığının sonuçlarını tahmin edemeden internette insanları küçük görmesi ve bir başkasının kızın bilgisayarını ele geçirerek aynı zorbalığı ona yapmasını anlatıyordu. İşin etik kısmı tabii ki tartışılabilir, yaptığının kötü olduğunu görsün diye aynısını kıza yapmak diğer kişiyi haklı çıkarır mı ki, ama o kadar derine inmeden daha yüzeysel düşüneceğim ben filmi. Dediğim gibi internette istediğimizi söyleme hakkına sahipmiş gibi davranıyoruz, özellikle de kimliğimizi gizleyebiliyorsak. Sanırım filmde de üstünde en çok durulan konulardan biriydi bu, ne kız diğerlerini aşağılarken ne de kıza saldıran kişi konuşurken kimliklerine dair bir iz bırakıyorlardı. Hatta kızın en çok korktuğu şeylerden biri kimliğinin açıklanması oluyordu. Bence bu kimliğinin açıklanması korkusu bizler için de geçerli bir durum. Bütün herkes değil belki ama çoğumuz internette bir yazı yazarken kimsenin bizi tanımayacağı bilgisine güvenerek yazıyoruz. Birilerinin bizi tanıma ihtimali olmasın diye ya farklı isimler kullanıyor ya da tamamen isimsiz bir hesap kullanmayı seçiyoruz. Birisi o isimsiz, gizli hesabın bizim hesabımız olduğunu öğrenince de hayatımız sona ermiş gibi tepkiler veriyoruz. Sanki o internette yazan kişiyle biz farklı kişilermişiz gibi. Peki, eğer öyleysek neden farklı biri gibi davranma ihtiyacı hissediyoruz, neden internetteki bizle gerçek hayattaki biz birbirinden saklanma ihtiyacı duyuyor; hiç var olmayan birinin dediklerimiz sonuçlarını üstlenmesi daha kolay olduğu için mi?. Bence o yüzden, sonuçta kendimizi farklı tanıtmamızın nedeni interneti kapattığımız anda hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilmek değil mi? Bu işin yorum yapan tarafı olduğu kadar bir de bu sözlere maruz kalan tarafı var tabii. İnternet kişilikleriyle kendi kişilikleri arasında bir fark olmayıp, kendileri oldukları için suçlanan taraf. Bunların bir kısmı üzerlerine gelen sözlere kulak asmadan yapmak istediklerini yapmaya devam edebiliyor, peki ya diğer kısım? İnternette azıcık aratınca bu kısmın hayatlarını anlattıkları videolardan intihar notlarına kadar bir sürü şey bulabiliyoruz. Filmde de baştaki kızın zorbalık yaptığı kişi işte bu sözlere dayanamayan taraftaydı. Sözler arttıkça okul değiştiriyor, hiçbir şey yokmuş gibi kendi işine devam ediyor, o zorbaları görmezden gelmeyi deniyordu. Sonunda bu sözlere dayanamayıp intihar etmişti. Başroldeki kız ise bu olayları öğrendikten sonra bile olayların kendisiyle hiçbir alakası olmadığını, mağdur olanın kendisi olduğunu iddia ediyordu. Yanlış anlaşılma olmasın, ne tek bir kişinin bu sonuçtan sorumlu olduğunu ne de dediğimiz her şeyin sonuçlarının bu kadar büyük olacağını söylüyorum, yine de söylediklerimizin olası sonuçlardaki payı göz ardı edilmemeli. Sanırım başından beri söylemeye çalıştığım şey de bu; kendi suçumuzu kabullenemiyoruz, özellikle de yaptıklarımız bilgisayar ekranında kilitli kalmış ifadeler gibi gelince olayın diğer tarafındaki kişiyi anlayamıyoruz, bize küçük yorumlarmış gibi gelen şeyler başkalarının hayatına mal olabiliyor. Teknolojiyi düzgün kullanmayı beceremiyoruz; sanki hiçbir önemi yokmuş gibi farklı kişiliklere bürünüyor, nefretimizi internetteki insanlara kusuyoruz. Bütün bunların en sonundaysa hiçbir şeyi umursamadan yazdıklarımızı bir tık arkada bırakarak gerçek dünyadaki halimize dönüyoruz, sanki yazdıklarımızın bir sunucu olmayacakmış gibi. Kaynakça Chanan, Ben. Cyberbully. Raw TV. 2015. Film. Beren Beliz Öztekin HİRA’YI GÖREBİLMEK 1500 sene evvel, Arabistan’ın çölleri hiç olmadığı kadar kurak, hiç olmadığı kadar verimsiz… Masum kız çocuklarının çığlıkları, kaçırılıp zorla evlendirilen kadınların yakarışlarına karışıyor… Açgözlü tüccarların para düşkünlüğü, nice masum bebeği daha kundaktayken açlıktan öldürüyor. Zenginlerin ağzı dolup taşan altın sandıkları, altında ezilen kölelerin kemikli sırtında taşınıyor yeni “tanrılar” yaptırmak için. Erkeğin koşulsuz ve devamlı artan egemenliği, toplumun içindeki zehirli bir sarmaşık gibi var olan tüm düzeni yok ediyor. Sokaklar, mahremiyeti artık bir düşman olarak görüyor; insanın içindeki aç nefis gün geçtikçe hayvanlaşıyor, hırçınlaşıyor ve daha da fazlasını istiyor. Daha çok para, daha çok kadın, daha güçlü egemenlik ve sınırsız özgürlük… Ve kadınlar… Erkeğin kölesi, toplumun en düşük mertebesi… Çiftleştirilen hayvanlar gibi önce doğurması beklenir, ardından erkek evlat veremezse “çürüklüğü” bir ömür boyu üzerinden silinmeyecek kara bir leke olarak onu yaşarken diri diri toprağa gömer. Oysa zaten çoktan ölmüştür o ana, saçlarını okşamaya bile kıyamadığı kızının gözyaşlarıyla o kızgın kumları yağmurlardan daha çok ıslattığı anlarda. Ya da ölüyordur altı yıl, altı kocaman yıl. Besleyip büyüttüğü kızını güzelce giydirip babasıyla bir yolculuğa çıkarmak için… Yolculuğun sonu, babanın seçimi… Yolculuğun sonu, küçük bir kızın kuyuya düşerken ki hayal kırıklığı ve anlam veremediği o koca dünya… Ve Kâbe… Cahiliye’nin Arapları; binlerce yıldır insanların ruhunu bir güneş gibi aydınlatan, kirlenen ve susamış nefisleri huzuruyla doyuran gül bahçesini, egolarının ve hırslarının çamurlu suları ile suluyordu. Böyle bir karanlıkta gün aydınlanırdı aydınlanmasına ama aymayan kalplere, doymayan ruhlara yeni bir güneşin ışıkları değmeliydi. Kendi benliğinde kaybolan insanoğluna, kendini yeniden tanıma fırsatı verilmeliydi ve yok etmek için suya karışan çamuru; suya yeni bir kaynak, yeni bir yol, yeni bir yön verilmeliydi… İşte bu zamanda, Hz. Muhammed bu çamurlu suyun içine doğanlardandı. Üstelik öyle bir çamur, öyle bir bataklığa dönüşmüştü ki bu cahiliyet, içine düşmemek, kirlenmemek elde değil. Bir toplumun yaşadığı ve yaşattığı en acımasız ve en gerici yıllarda, onları ileri götürebilecek bu nadide öğretmen bir yandan kendi kendine fark ettiği bu bataklıktan çıkmaya çalışırken bir yandan küçücük bedeni verdiği kayıplara alışamıyor, gün geçtikçe bu yanlışların içinde neye alışacağını bile bilemez bir hâle geliyordu… Zamanının dünyasını köklü bir şekilde değiştirip, bu değişimin güçlü dalgalarının hala hayatımıza yansıyıp bizim de dünyalarımızı değiştirmeye devam etmesine sebep olan tüm zamanların en etkili kişilerinden biri… Onun hakkında yazılan binlerce, milyonlarca kelimede o ve onun anlatıları hep öğretici, yol gösterici, aydınlatıcı, eşitlikçi… Ama onu düşünürken bir şey eksik… Suriye rejiminin kendi vatandaşlarına karşı başlattığı savaşta birbirine düşen Müslüman halk… Birçok Müslüman devletin çıkarları uğruna kullandıkları İslam Dini… Amerikan islamofobiklerinin hâlâ New York metrolarına astıkları “biz ve onlar” posterleri… Tüm bu yaşanan acı verici olaylarda, anlaşılması gereken Muhammed neredeydi? Onu ve öğretilerini doğru anladığını iddia eden taraftarları, onun tüm gerçekliği ve netliğiyle bilinmesini daha da zorlaştırmıyor muydu onun sözlerine duymadıkları sadakatleri ve acımasızlıklarıyla… Oysa o kendisine ve dolayısıyla Kuran’a inanan tüm Müslümanlara: “Alaylara aldırış etme, onları görmezden gel. Onları kendi hâline bırak, onlara yüzünü çevir…” derken… Tüm bu İslam karmaşası içinde, Hz. Muhammed’in bunca yıl doğru anlaşılmamış olması, onun karşısında tüm insanlık adına ezilen bir ruh hâli veriyor insana, hayatını okuyup gerçeklerle karşılaşınca ve onu bir bütün olarak görünce… Kullanıldığı tüm amaçlardan uzak; fedailikten, dini adanıştan, duygusallıktan, paradan, güçten… Onun hayatının içinde doğru Muhammed’i görmek o kadar da zor değil aslında… Yaşadığı tüm olaylarda belki de şimdilerde görünmesi istenmeyen “insanlığı” bağırıyor görülmek için, tüm yapaylıktan ve sahtelikten uzak… İslam dünyasının kaderini değiştiren 610 yılının bir gecesinde mesela… Biraz iç sükûneti, biraz da toplumun gittikçe ağırlaşan ahlaksızlıklarından yorulmuş bedeni için rahatlamak amacıyla gittiği Mekke’nin biraz ötesindeki Hira Mağarası’nda belki de görmeyi en son umduğu şey, vahyin ve ilahi ilhamın kör edici ağırlığıyla karşılaşmaktı. Sıradan ve tamamıyla insani ruh ve bedeni nasıl kaldırırdı böyle bir ağırlığı? İşte tam bu noktada bence görülmesi gereken şey; orada ne olduğu değil, aslında ne olmadığıdır. Böylesine ilahi bir olaydan sonra yaşadığı tecrübeyi dağdan aşağı sevinç çığlıkları atarak değil, oldukça korkuyla ve inkâr ederek karşılamıştı. Yanında ne neşe saçan bir melek korosu ne de başında altın bir hare yoktu, coşku ve sevinçten mest olma yoktu. İlk başlarda, başına gelenin zihninin kendisine oynadığı bir oyun sanmıştı hatta en kötü ihtimalle kötü bir cinin ona saldırdığını… Öyle bir ağırlığı tecrübe etmişti ki aklına ilk gelen en yüksek uçurumdan atlayıp bu tecrübeye bir son vermekti. Bu son derece doğal olan insanlık tepkileri; benim onu bir sembolden, bir konudan, bir araçtan çok daha fazlası, bir insan olarak görmemi sağladı. Saygı duyulması gereken bir insanoğlu; ihmal edilmiş bir yetimden, milyonların alkışladığı bir lidere… Ötekileştirilmiş bir yabancıdan, zamanının en güçlü liderine… Güçsüzlükten, güce… Ön yargıların, basmakalıpların, düşünülmemiş kararların, sembollerin, başörtülerinin, mezheplerin ötesine… Onu bir bütün olarak görerek… Engin Esen Zihin Köşkü Hepimiz kendi hayal dünyalarımızın, düşüncelerimizin efendileriyiz. Belki de bu yüzden gerçeklerden kaçıp hayal kurmak, söylemediğimiz binlerce şeyi düşünmek bize bu kadar cazip geliyor. Başka kimsenin karışmadığı, kendimizle baş başa kalabileceğimiz bir zihinsel köşk. Bu köşkün içinde sayısız odalar, salonlar… Hepsi birer hayali, birer düşünceyi temsil ediyor. Bazı odaları daha keşfetme şansımız olmamış. Bazılarını ise kilitlemişiz bir daha girmemek üzere. Sonsuzluğa uzanan bir koridorda odadan odaya geziyoruz. Gezmeye uğraşıyoruz. Yaşamımızdaki yoğun tempo nedeniyle bu zihinsel köşkü gezmeye yeterince vakit ayırmak zor oluyor. Bu nedenle odaları daha çabuk gezmeye çalışıyoruz. Bazen detayları atlıyoruz. Kim bilir ne harika düşünceler yaratma yeteneğine sahibiz de bunun farkına varamıyoruz. Bugün en yenilikçi, en güzel fikirler zihin köşkünü gezmeye yeterli zamanı ayıran insanlardan çıkıyor. Yaşamımızı değiştiren, kolaylaştıran, insanlığı ilerleten öncüler bu insanlar işte. Dönüp kendime, tanıdıklarıma baktığımdaysa içim acıyor. Günlük yaşamın hızına öyle kaptırmışız ki kendimizi; bırakın yeni düşünceler üretip hayaller kurmayı, mevcut olanın üzerinde düşünmeye bile zaman ayırmıyoruz. Dikkat ederseniz “ayırmıyoruz” dedim, “ayıramıyoruz” değil. Zaman ayırmayı istemiyoruz da ondan. Bize zor gelen belki de bilinenin dışına çıkma, farklı olma korkusu; biraz da aklımızla yapabileceklerimizin iyi ya da kötü sınırsız oluşundan korkmamız. Yaratıcılık iyi hoş da, ya biri bunu kötüye kullanırsa? Sonuçta insan tarih boyunca aklını sadece iyi şeyler yapmak için kullanmadı; biz de bugün herkesin dost olup birbirini sevdiği bir dünyada yaşamıyoruz. Bazı insanlar zihin köşklerini hapishane yapıyorlar; kötü düşünceler, kötü hayaller kurmaktan alıkoyamıyorlar kendilerini. Biraz da bu yüzden; yaratıcılıklarını ve hayal güçlerini kötüye kullanan insanlara karşı koyabilmek için zaman ayırmalıyız düşünmeye ve hayal kurmaya. Böylece dünyayı kötülüklerden arındırma yolunda bir adım daha atabiliriz. Ancak burada her şeyin masallardaki gibi sorunsuz olduğu bir dünyadan bahsetmiyorum tabii ki. Mutlaka önümüze engeller çıkacak, ama bunların etrafından dolaşmak yerine bu engelleri ortadan kaldırmak için zihin köşkümüzü ziyaret edip biriktirmiş olduğumuz deneyimden de faydalanarak yeni odaları keşfetmeye çalışmalıyız. Bu odalarda şüphesiz bize yardımcı olacak sayısız keşifler yapabiliriz. Bize nasıl yardımı dokunacak peki bu keşiflerin? Yeni düşüncelerle, yeni yöntemlerle hem bize hem de başkalarına faydalı olacak şeyler yapacağız. Örneğin bir ürün: yıllardır yapması çok üzün süren bir işi kısa sürede yapmamızı sağlayacak, ya da insanların hayatını kolaylaştırmasa bile onları günlük stresten uzaklaştırıp eğlendirecek bir ürün. Düşüncelerini yeni silahlar ya da benzeri zararlı ürünler tasarlamak için kullananlara karşılık biz de faydalı ürünler ortaya çıkarabiliriz. Günümüzde, evimizde ya da dışarıda herhangi bir yerde gördüğümüz birçok ürün, zihin köşklerini sıkılmadan dolaşıp yeni fikirler üreten insanların sayesinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle keşifleri değerlendirmek de bir o kadar önemli, çünkü hiç kimsenin gezdiği köşk bir başkasınınkiyle aynı değil, herkes farklı düşüncelere ve duygulara sahip. Milyonlarca insanın hepsi birbirinden farklı, hepsi farklı düşüncelere, hayallere kaptırıyor kendini. Bizi biz yapan şeylerden biri de bu. Çünkü tamamen özgür olduğumuz tek an köşkün odalarını gezdiğimiz an. Hiç kimse bir başkasının hayal dünyasına ve düşüncelerine karışamıyor. Dünyanın her köşesindeki insanlar istediklerini düşünmekte, istedikleri hayalleri kurmakta serbestler. Bir de gerçeğe dönüştürebilsek aklımızdakileri. Bazıları var ki hayallerini gerçeğe çevirmek için engel tanımıyorlar. Onlar için hayal kurmak ve düşünmek günlük rutinlerinin bir parçası. Bazen kendime bakıp acaba onlar gibi olmak için ne yapmak gerektiğini düşünüyorum. Düşündükçe de aklımda bir cevap beliriyor. Ne yapmak gerektiğini değil de, ne yapmamak gerektiğini görüyorum: Olanla yetiniyorum. Olanla yetiniyoruz. Birçok insan gibi önümüze sunulan neyse olduğu gibi kabul ediyor, sorgulamıyor, düşlemiyoruz. Kapattığımız odaları hiç görmemiş gibi unutuyoruz, bazı odaların kapısından içeri kafamızı bile uzatmıyoruz. Tabii ki bu hiç düşünmediğimiz ya da hayal kurmadığımız anlamına gelmiyor. Sadece yeteri kadar yapmıyoruz bunları. Eminim ki zihin köşkümüzü gezmeye daha fazla zaman ayırdığımızda daha mutlu olacak, köşkte eskisinden çok daha fazla odayı keşfetme olanağını bulacak, hayal gücümüzü tüm potansiyeliyle kullanmış olacağız. Hem de hayallerimizi ve düşüncelerimizi gerçekleştirmek için çok daha güçlü bulacağız kendimizi. Böylece başkalarına bakıp niye onlar gibi yaratıcı olamadığımızı düşündüğümüz günler geride kalacak, başkaları bizi örnek almaya başlayacaktır. Eylül Koşok Parantez İçindeki Yaşanmışlıklar Birkaç gün önce Bilkent Senfoni Orkestrası Atatürk’ün ölümünün anısına bir konser düzenledi. Konserin böyle bir anlamının olması da beni o salonda olmak için motive eden en büyük şeylerden biri oldu ve gidip hemen biletimi aldım. Konser hem dramatik hem de hareketli bir tempodaydı. Çalınan parçaların çoğunda güçlü çıkışların ardından alçalan ağır tempolar vardı, hatta bazen ses ve tempo o kadar yükseldi ki kalbimin sesini kulaklarımda duyduğumu hissettim. Konserde en çok ilgimi çeken ve beni düşündüren parça Bilkent Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde eğitimini sürdürmüş Füsun Köksal’ın “Parantez İçinde” eseri oldu. Güçlü çıkışlarla alçalan tempoların bir arada kullanıldığı yapıt, hepimizin zorla da olsa içinde bulunduğu gürültü ve kargaşa dolu günlük hayat üzerineydi. Eseri dinlerken bakır üflemeli çalgıların baskın kullanımıyla hayattaki kontrolümüz dışında gelişen, genellikle tatsız durumların simgelendiğini hissettim ve diğer enstrümanların tiz sololarını da insanın bu kargaşa dolu hayattaki birey olma çabasına benzettim. Birey olmak, kulağa basit gelse de insanların en çok zorlandığı şeylerden biri aslında bence çünkü dünyaya geldiğimiz andan beri kendimizi kendimize ve etrafımızdakilere kanıtlamaya çalışıp duruyoruz. Bizim elimizde olmayan bir çok faktöre rağmen elimizden gelenin en iyisini yapıp diğerlerinden farkımızı ortaya koymaya çalışıyoruz ancak kendimizi bir birey olarak doğru ifade edebilmek için uğraşırken bütünden de kopamıyoruz ve bu da beraberinde çatışmalı ve sancılı bir süreci getiriyor. Çünkü birey olmak yaptıklarının sonucunda başına gelenleri kabullenmek demek, bunu hepimiz biliyoruz ama tıpkı fizik dersinde öğrendiğimiz her şeyin günlük hayata uygulanamıyor olması gibi, olayları yaşarken durumlar karmaşıklaşabiliyor. Çünkü insan hayatta sadece kendi yaptıklarının sonucuna katlanmıyor, hayatın önüne getirip ona dayattıklarına da katlanmak zorunda kalıyor. Çünkü her ne kadar kaderimizi belirleyenin kendimiz olduğumuzu düşünmek istesek de aslında hayatımızdaki olayların çoğu bizim onayımız dışında gerçekleşiyor. Biz planlar yapıyoruz, Tanrı gülüyor. Aslında tüm yaptığımız bir nehrin akıntısında sürüklenmek. Birey olma çabamız da hangi dala tutunduğumuzu ve hangi dalın kırıldığını belirliyor ama sonuçta su akıyor, yolunu buluyor. Orkestra Köksal’ın eserini seslendirdikçe kafamdan bu düşüncelerin aktığını hissettim ve o yüksek sesli, baskıcı, bakır üflemeli çalgıların arasında kendi yolunu arayan, bir şekilde kendini ifade etmeye çalışan tiz kemanı kendime benzettim. Bu silik sololar eserin ana öğesi olmamakla birlikte benim bu parçaya kendimi fazlasıyla yakın hissetmemi sağladı. Köksal, eserinde içinde bulunduğumuz hayatın notalarla canlandırılabileceği en iyi şekli kullanmıştı bence, çünkü biz de her saniye dünyada milyonlarca şey olsa da kendi hayatımıza devam ediyorduk, yani kulaklarımızı her 1 Eylül Koşok tarafımızı sarmış bakır üflemeli çalgılara kapatıp olabildiğince kendi solomuza odaklanmaya çalışıyorduk. Sonuçta en başında bu dünyaya gelmek isteyip istemediğimiz bize sorulmamıştı, yani hayat bize içerdiği tüm güzellik ve kötülükle dayatılmıştı. Kazalar oluyor, haksızlıklar yapılıyor, insanlar ölüyor, savaşlar çıkıyordu ve biz bunlara sadece ucu bize dokunuyorsa gerçekten ilgi gösteriyorduk. Bazen de bir şey için çok çaba göstersek de olmayınca olmuyordu ve biz yine toparlanıp hiçbir şey yokmuş gibi yolumuza devam etmeye çalışıyorduk. Yolun sonuna geldiğimizde kendimizi yola çıkarken hayal ettiğimiz yerden çok farklı bir konumda bulsak da sessizce bunu kabulleniyor ve elimizde kalanlarla her şeyimizi kaybedene kadar yaşamaya devam ediyorduk. Yani aslında hepimiz kocaman, karmakarışık bir roman gibi görülebilecek bu dünyada, tıpkı eserin başlığındaki gibi parantez içinde yaşıyor ve ölüyorduk. 2 Çocuklar, Babalar ve Anlatılan Hikayeler Çok ilginç bir film Büyük Balık. Edward Bloom isimli bir babanın oğlu William’a anlattığı hikayelerden oluşuyor. Hikaye değil aslında, baba anlattıklarının gerçek olduğunu iddia ediyor ama oğlu neredeyse hiç inanmıyor bunlara. Edward’ın yaşlı halini görüyoruz ilk olarak. Kanser hastası. Her geçen gün ölüyor. İnatçı bir adam olan Edward ilaçlarını içmiyor, son anına kadar inatla hikayelerinin gerçek olduğunu söylüyor. Bir sürü farklı hikaye anlatıyor. Hikayelerin temelini Edward’ın eşi ile tanışma hikayesi oluşturuyor. İzlemesi çok eğlenceli, yormayan, tatlı, kitap uyarlaması bir film. Hikayeler gerçekten yaşanmış mı yoksa hepsi uydurma mı bize kesin olarak bir bilgi vermiyor. İnanmak bize kalmış. Hikayelerinde tanıştığı insanlarla tanışma şekli abartı ve uydurma olsa da, tanıştığı insanların hepsi gerçek bence. Çünkü anlattığı insanların hepsi Edward’ın cenazesine geliyor. İlk olarak doğum hikayesini anlatıyor Edward. Bebekliğinden beri normal değilmiş, diğer insanlardan farklıymış. Her şeyi uç seviyede yaşamış. Popülermiş, çok başarılı ve cesurmuş, yapamayacağı iş yokmuş. Başarılarının ödülü olarak yaşadığı şehrin anahtarını bile vermişler, o derece bir insan. Büyük ihtimalle kendini bir şekilde yüceltmeye çalışıyor Edward. Oğluna daha iyi bir insanmış gibi görünmeye, iyi bir baba olmaya çalışıyor. William asla inanmıyor ve babasına karşı bir güven eksikliği oluşuyor. William’ın küçüklüğünden beri babası ile problemli bir ilişkisi var. Bunun sebebi de Edward’ın sürekli anlattığı hikayeler. Başka insanlara güzel gelen bu hikayelerden sıkılmıştır William. Bir bıkkınlığın hikayesi aslında. Bir şaka yapılır, başta komiktir ama sonra o şaka sürekli yapılır, sürekli duyarsınız. Artık komik gelmez ve bayar. Aslında kötü bir olay. Belki William için daha üzücü. Herkes babası ile güzel vakit geçirmek ister. Öğrendiği ilginç şeyleri, yeni bilgileri paylaşmak ister. Belki de çocuklar bu olayı babalarından onay almak için yaparlar, bir nevi babalarının onları “kutsamasını” isterler. Çünkü çocuklar için önemli bir figür baba, güven verir, seni korur, başına bir şey gelmesini istemez. Belki de William’ın sorunu buradan kaynaklanıyor, babasına anlattığı hikayelerden dolayı güvenemiyor, bu yüzden de babasını sevmiyor ve ondan sıkılıyor. Aslında bu kişisel bir konu. Herkes farklı şekilde yaklaşır babasına ve babanın anlattığı şeylere. Benim babam da tutkulu olduğu konuları arada aklına gelince sanki bana ilk defa söylüyormuş gibi söyler. Küçük bir bilgi parçasını bile daha önce söylemiş olmasına ragmen söyler. Belki söylediğini unutuyordur daha önce söylediğini. Belki Edward da bir hikayeyi anlattığından emin olamıyordur ve tekrar anlatma ihtiyacı duyuyordur. Babası ile sorunları olan insanlar için çok etkileyici olabilir bu film. Hatta bazı durumlarda zorlayıcı. Baba çocuk ilişkisini sorgulatan bir film. Özellikle baba oğul ilişkilerinde. Baba figürünün bir şekilde ne kadar önemli olduğunu anlıyorsun. Kendi babanla ilişkini gözden geçiriyorsun. Baban ölmüşse geçmişteki ilişkinizi, yaşıyorsa da şimdiki ilişkinizi sorgulatıyor. William babası ölünce ilişkilerini sorgulamaya başladı. Belki hikayelerine tam olarak inanmadığı için, babasını üzgün bir şekilde kaybettiği için kendine kızıyordur. Belki de hikayelere kanıt olarak neden hiçbir şey sunmadığı için babasına kızıyordur. Edward’ın anlattığı hikayelere dahil olmak isterdim. Dahil olamasam bile onun ağzından dinlemek isterdim. Eğlenceli olsa da tarif edemediğim üzücü bir tarafı var anlatılanların. Bir şekilde insanı etkiliyor. Mutlaka filmden bir karakterle özleştiriyorsun kendini, ufak bir parça buluyorsun. Belki hayatı boyunca küçükken âşık olduğu Edward’ı bekleyen Jenny, kararsızlıklar içindeyken sonunda doğruyu seçen Sandra, farklı olduğu için herkes tarafından dışlanan ama sonrasında arkadaş bulan Karl, asıl olduğu kişiyi gizleyen Amos… Herkes için bir karakter var bu filmde. Hayatı boyunca William’a masal anlatan Edward, hayatının hikayesinin sonunu William’a anlattırıyor. Fark ettirmeden. William da bu hikayeyi devam ettiriyor. Bir nevi boyun eğiyor artık babasına, inadını kırıyor. Belki de kendi çocuklarına babasının hikayelerini anlatmaya devam edecek. Ben olsam öyle yapardım. Hatta yapacağım. Öğrendiğim her şeyi çocuklarıma aktarmaya çalışacağım. Ceren AK AYDINLIK ÇIKIŞI KAYBETMEDİM Zor günler geçiriyordum. Üstüme gelen sayısız soruna karşı ayakta kalmak zor geliyordu. Ders notlarımı yüksek tutamamam, sevgilimle iyi geçinemem, derslerin ağır gelmesi ve daha nicesi. Bu sorunların sorumlusu tamamen ben değildim ama onları algılamak, onlarla mücadele etmek ve onlara çözüm bulmaya çalışmak zorunda olan bendim, bu ne kadar adil gelmese de kaçamıyordum. Yaşadığım dünyanın, beklentilerimi karşıladığını söylersem yalan söylemiş olurum. Mükemmel bir hayatım olmayacaktı fakat ben mükemmel olabilirdim. Ben de bu yolu seçtim. Dürüst olmak gerekirse; başıma gelen olayların harikulade olmasını da beklemiyordum, zaten mükemmel olmak en kötü koşullarda bile problemlere takılıp kalmamayı gerektirir. Önümde iki tane seçenek vardı; ya sorunlara baş eğecektim ve daha içinden çıkılamaz bir hale sokacaktım ya da onlara en kötü koşullarda bile takılıp kalmayacaktım. Mükemmel bir insanın ne yapması gerekiyorsa ben de onu yaptım, takılıp kalmadım çünkü en karamsar olduğum zamanımda bile içimdeki o aydınlık çıkışı görebiliyordum. Bu yoldaki en büyük yardımcım bu oldu. Gün geçtikçe o aydınlık çıkışa daha çok yaklaştığımı fark ettim, özgüvenim yerine geldi ve artık hayata karşı bakış açım değişmişti, derslerimi yoluna koydum; ilişkimi düzelttim, artık eski hayatıma geri dönmek istemediğimi fark ettim. Bu kesin kararı en kısa zamanda vermeliydim çünkü beni zaman geçtikçe içten içe zehirliyordu, ne kadar kısa sürede buna engel olursam o kadar az zarar görecektim. Ben de olabildiğince küçük sıyrıklarla paçamı kurtardım. Ve sonunda istediğim kişi olmuştum. Kendimden sonra bunu çevreme de uygulamaya çalıştım. Şahane benliğimi, hayatıma adapte edebilirdim, öyle de yaptım çünkü öyle yaşamayı seçmiştim. Hayatımdaki olumsuzluklar beni bozamazdı, nasıl biri olduğumu ya da nasıl bir hayat yaşamak istediğimi belirleyemezdi. Ona, o yetkiyi vermedim. Hayatımda olan bitenler benim kontrolüm dışında gerçekleşebilir ama sonuçlarını sadece ben değiştirebilirim çünkü ben mükemmel biri olma yolunda çok önemli adımlar atmıştım, eğer geri adım atarsam bunu mahvetmiş olurum. Mükemmel olmak kolay olabilir ama mükemmel kalabilmek o kadar kolay değil; hak etmek, emek vermek gerekiyor. Alışılmışın dışına çıkabilmek ve zihnimi tamamen bu alışılmışlıklardan arındırdıktan sonra yeniden düzenlemek bana çok zor gelmişti, kendimi baştan yaratıyordum sanki; benim yerime başkası gelmişti, ama iyi ki yapmıştım. Bunu yapmanın bana nasıl bir faydası dokunduğunu söylemem gerekirse, şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; en kötü durumda bile o aydınlık çıkışı fark edebilmemi sağlayan şey zihnimi açık tutmamdı. Bu sayede yolumu kaybetmiyordum. Başıma bir türlü güzel şeylerin gelmediğini göz önünde bulundurursam, galiba harika olmak denemeye değerdi bu yüzden tamamen ümidimi yitirmektense; bir dala tutunup, beni götürdüğü yere gitmeyi tercih ederim. Hayatın bana neler yaşatacağını ya da neler yaşatabileceğini bilmiyorum ama çok merak ediyorum; bu merakımı sağlayan da pes etmeyişimdir. Negatif ve karamsar düşünerek mükemmel olmayı beceremezdim. Bu yüzden düşünce sistemimi pozitif düşüncelerle donatmam gerektiğini biliyordum. Önemli olan, o saman yığınında o küçük iğneyi görebilmek ve onu alabilmek için çabalamak, gayret göstermek. Ben bunu başarabildiğim için kendimle gurur duyuyorum, başaramasaydım şuan ne halde olurdum tahmin bile edemiyorum. Ayrıca, sorunlardan kaçmak yerine onları çözmek daha tatmin edici geliyor. Beni somut çıkışlara yönlendiren deneyimlere ihtiyacım var, beni olumsuzluğa kaptıran karamsar düşüncelere değil. Beni eksiye çeken her şeyden kendimi soyutladım ve bunu mükemmel olabilme adına yaptım. Yaptıklarımdan pişmanlık duymayacaktım çünkü ne yaptığımı biliyordum ve bu hoşuma gidiyordu. İnsana, yaptığı işleri, doğruluğunu bilerek yapmasından daha çok keyif veren bir şey yok. Ali Suvarioğulları Gurbette Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı Bazı kelimeler var ki ne kadar çok okursak okuyalım anlayamayız. Kaç sözlüğe bakarsak bakalım oturtamayız manasını kafamızda tam anlamıyla. Kelimeler de insanlar gibi bir bakıma, tanışmak gerekir üslubunca. Ne kadar çok duysak da tınısı kulaktan kulağa, ne kadar dolansa da telaffuzu ağızdan ağza; dokunmadıkça ruhumuza, yer etmedikçe beynimizde bizim için hep bir muammadır aslında. Varlığından haberdar olduğumuz ama hiç tanışma fırsatı bulamadığımız bir yabancıdan farksız biridir adeta. Bir de öyle kelimeler var ki sadece kulaklarımızda değil tüm hücrelerimizde tınısını duyduğumuz, iliklerimize kadar hissettiğimiz... Hatta gözlerimizin bile kayıtsız kalamayıp dolduğu kelimeler... Bir cümleden, paragraftan belki de bir kitaptan daha anlamlı daha derin sözcükler... Bizi derinliğine çekip alan, şu an'dan soyutlayan... Kelimenin ağırlığından belki de dudaktan çıktıktan sonra yutkunma ihtiyacı hissettiren, idraki için birkaç saniye kazandıran... Hafife alamazsınız bu kelimeleri... Ağırlıklarından, öyle kolay kolay da çıkmaz ağızdan. Gurbet de öyle bir kelime benim için. On sekiz yaşıma gelene kadar romanlarda, şiirlerde okuduğum, türkülerde duyduğum ama aslında hiç anlamadığım bir kelimeydi. Bir gün tanışacağımızı biliyordum o yüzden çok da heyecanlı değildim o gün gelip çattığında. Galiba sandığım kadar merak etmiyordum onu. Belki de hüznün baskınlığından heyecan girmeye cesaret edememişti içeriye. İçeride neler olduğunu ben bile bilmiyordum. İnsan ailesinden, doğduğu evden, alışkanlıklarından ayrılırken ne yaşadığını, nasıl bir bilinmezliğe sürüklendiğini kestiremiyor. Yaşanmışlıkların hüznü ile yaşanacakların heyecanı karışıyor siz evinizden ayrılırken. Büyüdüğünüzü hissediyorsunuz daha otobüste el sallarken annenize. Yalnızlığınızı hissediyorsunuz tek tabak koyarken masanıza. Eskisi gibi olmayacağını anlıyorsunuz artık çıkardığınız kıyafetlerinizi dolabınızda hâlihazırda bulamayınca. Hafta içinin koşturmasında değil; hafta sonlarında, evet o rahat keyif alınası zaman dilimlerinde bir yumru oturuyor göğsünüze, sabah yataktan kalkmak istemiyorsunuz mesela. Kızarmış ekmek kokusuyla, annenizin sesiyle uyanmak varken alarm sesiyle vazifeymişçesine yataktan kalkıp karnınızı doyurmak adına bir şeyler hazırlıyorsunuz kendinize. Belki de çaktırmamak için durumun dramını bir dizi açıyorsunuz kahvaltınızı yaparken. Yahut bir haber belki de magazin programı... Ne eserse kafanıza... Çayınızı sanal dünyayla karşılıklı yudumluyorsunuz. Odanızda bir başınıza oturduğunuz, nefes sesinizi duyabildiğiniz gecelerde anlıyorsunuz ki babanızın salonda çay karıştırma sesini bile alışkanlık edinmiş kulaklarınız ama duyamayınca sızlanan taraf yüreğinizmiş. Yemekhanedeki amca 'Buyur kızım.' deyip tabağınızı uzatınca birden gözleriniz doluyor çünkü kızım kelimesini üzerine alınmamışsınız aylardır. O an fark ediyorsunuz ki gurbet gibi kızım kelimesi de zamanla ağırlaşmış, benliğiniz bir anda kaldıramıyor. Bir yandan iple çektiğiniz o özgür, başına buyruk hayatı yaşamanın keyfini tadarken, öbür taraftan ne zaman eseceği belli olmayan özlem poyrazlarına kapılıp gidiyorsunuz. Arkadaşlarınızla sohbet ederken değil ama akşam olup gün bittiğinde yaşadıklarınızı paylaşacak, sizin neler yaptığınızı merak edecek birinin kapıyı açmasını umuyorsunuz. Yaptığınız en monoton, sıradan şeyleri anlatırken bile heyecanlanacak birinin...Sınavlara çalışırken değil ama o stres altında bir şeyler yeme ihtiyacı hissettiğinizde sessizce annenizin odanıza girip sizi beslemesini bekliyorsunuz. Birilerinin hayatınızı kolaylaştırmak için karşılıksızca çaba göstermesini arıyorsunuz aslında. Birinin sizi koşulsuz sevmesinin dünyadaki en kıymetli şey olduğunu idrak ediyorsunuz gurbette. Sonra diyorsunuz ki insanın sevdiklerinden uzakta olduğu her yer gurbettir. Kilometrelerle alakası yoktur aslında mesafe dediğimiz kelimenin. Mesafe iki insan arasındadır çünkü; iki şehir değil. Sürgün yiyen kalplerdir, bedenler değil. Bir yandan hayata dair çok şey öğrendiğim için şanslı sayıyorum kendimi, öbür taraftan eksik... Zorluklarla savaşırken güçlendiğimi hissediyorum, ama bazen yorgunluk kaplıyor tüm benliğimi. Öylece annemin koynunda yatmak isteği geliyor ki sormayın. Çocukluğumu özlüyorum, o savunmasız, bilinçsiz, güçsüz hâlimi... Büyüdüğümün farkındayım ama kabullenmek istemiyorum. Uykusu gelmiş yahut karnı acıkmış çocuk huzursuzluğunda kemiriyorum ruhumu. Bu gurbet hâli olmasaydı farkına varamazdım onları bu kadar sevdiğimin deyip avutuyorum sonra kendimi, kavuşmamıza kalan günleri sayarak uykuya dalıyorum, evimde alarmsız uyanacağım sabahların düşüyle. Banu Balıbey “DEVİR” BERABERLİK DEVRİ Kavramları bir güzel kullanırız da sıra tanımlamaya geldi mi tıkanır kalırız. Herkese göre değişir çünkü onlar, derler ya her yiğidin farklı bir yoğurt yiyişi var. Ben yoğurdumu şekerli severim, edebiyatımı ise barışçıl. Edebiyat hiçbir zaman yaşanamayacak kadar güzel düşlerin, hiçbir zaman ulaşılamayacak kadar uzaktaki mutlu günlerin, hobbit köylerinin savaştan önceki durumunun yazılı haline denir. Edebiyat dediğin birleştirir. Bütün ideolojilerimizi, savaşlarımızı, kırgınlıklarımızı kenara bırakır ve bizi insanlık paydasında birleştirir. Demek istediğim o ki, birleştirmeli. Yakıp yıkmak yerine onarmanın gücünü keşfedebilmeli satırların arasında. Mevcut dünyanın gürültüsünden kaçıp sığınılabilecek huzurlu bir liman olmalı. Ya da daha güzel bir dünyaya giden yolda bir kilometre taşı. İnandırmalı bizleri gelecek güzel günlere. Tutup bir silkelemeli bu gidiş iyiye gidiş değil diye, vurduğu yerde gül bitirmeli. Öyle bir vurmalı ki gül bitmeli. Edebiyat her zaman daha iyisi için var olmalı, geçmişin karanlık kuyularına saplanıp kalmamalı mesela. O karanlıklara ışık olmalı. Bir bayram misali gelmeli evimize ve barıştırmalı küsleri. Öfkeyi birbirine “devir” edip ötekileştirmek yerine. Mesela, sene 1980. Mesela Ülkücü ve Devrimci. 2015’te, otuz beş yıl sonrasında o meşum zamanlardan, “Unutulmayacak olanlar kalır... Ya hatırlamayacaklarımız?” diyerek yazılan bir kitap çıkıyor ve unutulması zaten mümkün olmayan, ancak hatırlamamakla ancak onarılan yaralarımıza tuz basıyor. Ama bu kez daha çok acıyor; zamanın hiçbir şeyi değiştirmediğini görmek, satır aralarına sinmiş nefret kokusunu içine çekmek daha çok acıtıyor. Saflığın simgesi olarak görüle gelmiş çocuğa dahi ideolojik bir rol yüklendikçe; temiz kalan son parçamızı, geleceğe olan inancımızı, çocuklarımızı “onlar ve biz” derken görüp kirlettikçe içinden bir daha onarılmamacasına bir şeyler kopuyor. Soruyorsun yazara, soy isminin aksine geleceğe dair kurulan tüm düşlerin temellerini yıkan Ece Temelkuran’a “Hangimiz öteki?” Ülkenin geleceğini Sosyalizmde gören bu ülkenin çocukları mı, yoksa ülkenin geleceğini Turan’da gören bu ülkenin çocukları mı? Her şekilde kaybeden biz değil miyiz? Öyleyse bu ladesi sürdürüp uzatılan zeytin dallarını “aklımda” diyerek geri çevirmenin kime, ne faydası olacak? Yine olan bize olacak. Yine ölen biz olacağız, bu ülkenin çocukları... Savaş nidaları duymak istemiyorum artık, artık ölmek istemiyorum. Artık sınıflandırılmak, düşüncelerime göre ayrışmak ve ayrıştığım yerden kırılmak istemiyorum. En temiz, en saf duygularımla, gençliğimin de baharında, büyük abilerin pışpışlamasıyla elime silah almak istemiyorum. Sıra arkadaşımı vurmak, komşumu pataklamak, hırgür çıkarmak istemiyorum. Büyük bir daire kurup yağ satarım bal satarım oynamak istiyorum, ama ustamın da ölmediği. Yaşlısının gencinin, kadınının erkeğinin bir olduğu, birlikte olduğu ve ebenin olmadığı bir yağ satarım bal satarım. Büyüklerin de oyun oynadığı ve çocukların oyun oynamak yerine “sağa sola” karışmadığı bir yağ satarım bal satarım. Yerlerimize geçip bir başımıza oturmak yerine el ele, omuz omuza olduğumuz bir yağ satarım bal satarım. . Birbirimizle savaşmak yerine birlikte olmanın gücünü keşfettiğimiz bir yağ satarım bal satarım. Okların tek kaldığında kırıldığını bildiğimiz, 10 oğul beraberken kırmaya kimsenin gücünün yetmediği bir yağ satarım bal satarım. Kimsenin ekmeğine, hele ki bizi birbirimize düşürenlerin ekmeğine yağ sürmediğimiz bir yağ satarım bal satarım. Çıkarlarının uyuştuğu günlerde yağlı ballı olurken onlar, bizim birbirimizin kuyusunu kazmadığımız bir... Ve sonra kavramlarımıza da aynı tanımları vereceğiz, belki farklı kelimelerle, farklı sıralamalarla. Ama asla edebiyatımız, sanatımız savaşla eşdeğer olmayacak. Farklı seslerle söyleyeceğiz belki, ama aynı şarkılar dilimize dolanacak. Ve o şarkılar hep güzel günleri anlatacak, güneşli günleri. Kaldırımlara da sevdalanacağız, Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı da olacağız. Birlikte olacağız, hep birlikte! Resim; http://mebk12.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/34/10/970255/resimler/2013_01/18105624_1 .jpg Saadet Selen Arıduru İNSAN OBJE VE KUTSALLIK İnsanoğlu değiştirmeye ve dönüştürmeye meraklıdır. Düşünebilen varlıklar olarak, hayatta sürekli birtakım şeylere yeni anlamlar yüklemeye, onları farklılaştırmaya ve hatta yozlaştırmaya meyilliyiz. Elimizin değdiği yere güzellik götürebildiğimiz gibi; kötülüğe, acıya da boğabiliriz şu dünyayı. Kitap beni çok eski ve “kutsal” bir yolculuğa çıkardığında aklımdan bu düşünceler geçiyordu. Çok büyük anlamlar ve değerler yüklenmiş kutsal şamdanın peşinden yaşlı adam (acıyla sınanmış kişi) Benjamin ile birlikte ben de oradan oraya sürüklendim. Benjamin şamdanı kurtarmanın derdine düşmüşken, ben de kutsallık olgusunu sorguladım. Kutsal olan, belki de sadece insanlar kutsallaştırdığı için kutsaldı. Şamdan gerçekten Tanrısal bir şeyle bezenmiş miydi bilmiyorum ama tarihsel ve dinsel açıdan bir toplumun kalbinde yer ettiği ve tüm haşmetiyle onları aydınlattığı belliydi. Ortak bir değer uğruna insanların dünyanın her neresinden olursa olsun, ister küs ister barışık, ister tanıdık ister yabancı, ne denli birleşebileceğine ve mükemmellikle organize olabileceğine şahit oldum. Yolculuk boyunca yaşlı ve bitkin Benjamin ile şamdanın sonunu merak ederken, benim için değerli olan şeyleri düşünmeye başladım. Bir obje için değil belki ama bir insan için bir sürü sıkıntıya katlanabilir ve şehirler, ülkeler arasında sürüklenmeye razı olabilirdim belki. Çünkü bazen bazı insanlar var olduğu için yaşadığımızı düşünürüz, onlarsız bir hayat düşünemeyiz ve yokluklarını hayal bile etmek istemeyiz. Gönülden, coşkunlukla bir sevgi besleriz ki sevgi dünyayı ayakta tutan elementlerden biridir. Sevgi tıpkı kutsallık gibi dünyevi olmanın ötesinde bir şeydir. Değerli olanı değerli yapan ona duyduğumuz sevgidir. Sevmek ve sevilmek uğruna onca sıkıntıya katlanıyoruzdur belki de. Aslında her zaman hayat tarafından sevilmek ve hayatı sevmek için çabalıyoruz. Başımıza gelen tüm kötü şeylere isyan ederken aslında hayat bizi sevmiyor diye hayıflanırız. Sevgi arayışlarına gireriz ve asla doymayız. Kim sevgiye doyabilir ki? Birçok insan hayatta bir amacı olduğuna inanır. Sadece yaşamış olmak için yaşadığını düşünmez. Hayatı önemsemeyen biri bile kendine mutlaka küçük küçük hedefler belirler. Ama dünyevi ama ilahi herkes kendine edindiği işleri veya başkalarının (belki de Tanrı’nın) verdiği görevleri yerine getirmek için uğraşır. Ben bana verilen bir görev var mı, Tanrı beni niye yarattı bilmiyorum ama hayatı her daim sevgiyle kucaklamaya ve sıkıntılarla mücadele ederek yaşamaya gayret ediyorum. Benjamin’in görevi kutsal olanla sınanmak, şamdana şahitlik etmekti. Ne kadar kutsal olursa olsun bir eşyaya bu kadar saplantılı kalmanın kötü bir şey olduğuna inansam da, Benjamin’in sabırla ve azimle görevini tamamlama istediğine, yaşlılığa ve yorgunluğuna aldırmadan tek başına bütün bir halkın sorumluluğunu, kaygısını üstlenmesini saygıyla ve hayranlıkla karşıladım. Kutsal olanı koruma amacı ve sevgisi, görevini tamamlama aşkı Benjamin’e dayanma gücü vermiş ve hatta ömrünü uzatmıştı. Şamdanın yolculuğunun başlangıcına da bitişine de şahit olan ilk ve son kişi oydu ve şamdanı huzura kavuşturunca kendi görevi de hayatı da son buldu. Kutsal bir eşyaya adanan bir ömür aslında kulağa o kadar ürkütücü ve anlamsız geliyor ki… “Kutsal”a değil de “eşya”ya çekilen dikkatim belki de bana anlamsız olduğunu söylüyor. Romanda şamdanın bir eşyadan çok daha fazlası olduğu aşikar. Şamdan sadece bir simge; birliğin, güzelliklerin, huzurun ve acının son buluşunun simgesi. Şamdan yaban ellerdeyken halk da darmadağın,düşman memleketlerde. Ne zaman ki şamdan güvende, o zaman insanlar da güvende. Ancak yine de sormadan edemiyorum, bir eşyaya yüklenen bu denli anlam ve değer, duygulara düşüncelere veya insana yüklenseydi daha doğru olmaz mıydı? Deniz Tufur Econ 16’ Son Duruşma Sokrates’in dediği gibi belki duruşması Sparta’da görülüyor olsaydı karar tek celsede kaleminin kırılması olmazdı. Ama bu neyi değiştirirdi? İnandığı şey uğruna ölmek, bu bana göre kendini Tanrı’nın elçisi olarak gören ve halk arasında sadece sorduğu sorular ve aldığı cevaplarla Atina Halkına bile kendini sorgulatan- ve belki de nefret ettiren- bir peygamber, bir deli, bir dahi daha da önemlisi asırlarca düşünceleri okunacak ve değer verilecek bir insan olarak gururunun okşanmasından başka ona ne kaybettirirdi ki? Gerçekten de Sokrates ölümden korkmuyordu. Son anına kadar ölüm korkusunu saklayıp blöf yapan bilimum suçlu son anda pişmanlık içinde haykırmasa da o son ana kadar gizlemek için çırpındıkları hatta başarılı oldukları pişmanlık duygusu son anda gözlerinde beliriyordu. Ancak, Sokrates ya da Albert Camus’un Yabancısındaki Meursault gibi ölümü beklerken karmakarışık duygular içinde bile bulunsalar ve tamamen haksız ve saptırılmış –saptırılma kısmı Meursault için daha uygundur velhasıl Sokrates’i yargılarken böyle bir saptırmaya bile gerek duyulmamış suçlu olduğunu gösterecek herhangi bir kanıt sunulmamıştır- suçlamalarla karşı karşıya olduklarından, belki de kendilerinden emin olduklarından bu pişmanlık ifadesinin onlarda olmadığını düşünüyorum. Ne Sokrates büyük bir oy farkıyla kaybedeceğini düşündüğü davaya ailesini getirmiş ne Meursault ölmeden önceki o uzun akşam hücresine cezaevi papazını sokmuştu. Tanrı’dan merhamet dileyeceği bir şey olmadığı için mi yoksa safi Tanrı’ya inanmadığı için mi bilemem ne de olsa Sokrates gibi büyük bir düşünür değildi ve düşüncesi yüzünden yargılanmıyordu; sadece anlık bir dürtüyle suç işlemişti- kendi sözlerine kulak verirsek Güneş ona bunu yapmasını söylemişti- o kadar. Sokrates’e geri dönecek olursak son anında bile geri adım atmayı düşünmemiş, daima haklı olan ve bilgeliğini dönemin diğer bilgelerine kanıtlamış hatta onların bilgeliğini eleştirileriyle yerle bir etmiş ve bunun karşılığında o bilgelerin öfkesini kazanmış yüce Sokrates! Nietzche’nin onu sahte bir bilge olarak ve aynı zamanda insanlara kendi gerçeğini kabul ettirme yolunda kullandığı soru-cevap yöntemini sert bir dille eleştirmesini daha iyi anlıyorum bu kitabı okuduktan sonra. Tanrıtanımazlıkla suçlanıp idam edilen bir mahkumun tanrının elçisi olduğunu söylemesi kadar saçma bence bilge bir insanın bilge olduğunu ilan etme çabası. Belki de, yıllarca hatta asırlarca okunulup üstüne tartışılan değerli bir düşünürü böyle sert eleştirme hakkını , daha henüz on sekizine basmış olan kendimde görmemeliyim. Ancak tam da şu an kurduğum süslü cümleler eşliğinde, hayatını insanların kafasını karıştırıp, onlara kendi gerçeğini empoze etmekle geçirmiş bir insan, hangi dönemde yaşamış olursa olsun ve ne kadar büyük ve ne kadar kabul gören bir düşünür olursa olsun biraz haksızdır zannımca. Tabii idam edilecek kadar da değil… Platon’un aktardığı üzere Sokrates’in bu inatçılığını ve kendi doğrusuna bağlılığını sert bir şekilde eleştirmekten çekinmesem de bir taraftan değerli buluyorum. Çünkü, Platon’un da bahsettiği üzere, son anına kadar insanlara ne kadar haklı olduğunu kanıtlamaktan ziyade, gerçekleri duymaktan ne kadar kaçtıklarını ve dolayısıyla haksız olduklarını kanıtlamakla geçirmiş bir düşünür ne kadar egoist olursa olsun cesaretinin su götürmez bir gerçek olduğu gün gibi ortada. Argümanlarıyla, gerçekten de zamanında olaylar onun ağzından çıktığı gibi yaşanmış ise bu davada haklı olduğu gerçeği çok ortada.-Tanrıtanımazlığın bir suç olması, bu denli büyük bir düşünürün,diğerlerine benzeyerek karı gibi ağlamamı beklemeyin, sözlerini sarfetmesi bence dönemimizin değerleriyle eleştirilmeye müsait değil. Zamanına göre de olsa Sokrates’in davasında haklı olduğu gün gibi ortada.- Son olarak cesaretine, zekasına, fikirlerine ve insanlara kendine ispat edişine, her ne kadar Nietzche’nin deyimiyle “hile yapsa” da-,hayran olduğumu saklamaya gerek duymuyorum. Güloğlu 1 SONBAHARI KOVALAMAK Bu kez de ben mutsuzluktan, acıtanlardan söz etmek istiyorum üstat, hazır tam mevsimi gelmişken. Şehrimi aydınlatan güneş yok şu an üstümde. Ankara bu, şaşırtmıyor; yine kendine has o koyu griliği var sadece gökyüzünde. Sararmış birkaç da yaprak sokaklarda... Griden başka bir renk olduğuna sevinmeli mi yoksa bu yapraklara üzülmeli mi insan? Bir de durgunluk var havada, rengi yok bunun. Adım atsam üstüme yapışıyor, nefesimi verişimle ruhumu içine çekiyor. Bu mevsimin özelliği midir bu bezmişlik yoksa bizlerden çıkan bir uydurmaca mı, bilinmez. Ama biliyorum ki kimse yanıp tutuşmuyor mutsuz olmak için, acı çekmek için. Ne hikmetse elimizle koymuşuz gibi buluyoruz biz her koşulda. Öylesine benimsemişiz işte mutsuzluğu; acımızı, kederimizi dindiremiyor değiliz, dindirmiyoruz. Başı ağrırken bile en büyük acıyı çekiyor zannediyor bazılarımız. Kan verirken korkudan bayılıyor. Sigaranın son nefesi boğazımı acıtıyor diyor. Ne güzel acılarınız, mutsuzluklarınız var öyle diyesim geliyor. Hiç mi bitmeyecek içimizdeki bu sonbaharlar? “Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun…” diyor ise Uyar, “…sevgim acıyor”(86). Acıyor şiirinin her dizesi, hissettiklerimizi anlamama yetiyor. Görüyorum ki, tüm mutluluklarımızın üstünü örtmüşüz beyaz kefenle. Görüyorum ki, kendi gülüşlerimizi en çok biz öldürmüşüz. Sadece sevsek de olurdu bir şeyleri. Kendi küçük sevinçlerimiz için, karşılık beklemeksizin. Şiiri sevseydik ya da elmayı, o bile yeterdi, gülümsetirdi. “Yazık sevgime diyor birisi” diye anlatıyor yakarışı Turgut Uyar, sevmeyi becermiş bir avuç insanın birinden çıkan bir cümle tahminimce (86). O bile sonunda hüznü seçmiş, doğasına meydan okumadan. Oysa ne ışıklar yakardık gri gökyüzüne, sadece gülümseyerek. Bir küçük tebessüm bile dünyadan büyük gelirdi bize belki bir zaman. Mutsuzluklarımız devrik cümleler kurdurmazdı, gecenin en karanlık saatinde bizi uyanık tutmazdı, sevgimizi acıtmazdı. Bir pazar burukluğu gibi damağımızdaki, tadını sevmedim. Size bir gülümsemenin beni nasıl üzdüğünü bir anıyla anlatmak isterim. Bir gün metroda yanımdaki yaşlı amca lafa tuttu beni. Torunu varmış, o da sınava girecekmiş benim gibi, ama benimkinden farklı. Öğrenmiş yaşlı amca tüm sınavların adlarını, tek tek saydı, acaba benimki onlardan biri mi diye. “Hiçbiri değil amca” dedim, susup gülümsedi. Belki en son ne zaman böyle masum gülümsendiğini hatırlattı bana, belki güzel şeylerin kayboluşunu hatırlattı, bir şeyler, ne olduğunu şu an bilmediğim bir şeyler hatırlattı muhakkak. İçten gelen bir tebessüm böyle canımı acıttı. Alışmışım çünkü yolda yürürken solgun suratlar görmeye. Teşekkür beklememeye alışmışım. Hâlbuki sokakta tanımadığım bir insan hapşırsa, “Çok yaşa!”dememeyi hiç planlamazdım. Fark ediyorum ki; insanlığı içimize hapsetmişiz hepimiz. Küçük bedenlerimize tüm dünyayı sığdırmışız, üstüne bir de güzel perde çekip karartmışız. Biri görür diye ödümüz kopar olmuş. İçimize hapsettiğimiz dünyanınsa içini mutsuzlukla doldurup sevgiyi bile acı hale getirmişiz, geride güzel bir tat bırakmadan. Üzülmemek için mi üzmemek için mi tüm bu uğraş? Hangisi için olursa olsun başarısızız görünen o ki. Okyanuslar yarattık en baştan gözyaşlarımızla, çok yazık. Siyahtan daha karanlık bir renk bulduk kalplerimizde; adı mutsuzluk mu olsun acı mı? En kolay kaçışımızın bir şeylerle savaşmak değil, yenik düşmek olduğunu biliyorum. Hırs değil, üzülmek kolay geliyor. Hayatı Güloğlu 2 böyle baştan yarattık, yeni günün ilk ışıkları bile heyecanlandırmıyor. “Dağlar kararıp aydınlanacak ve o kadar” diye özetlenmiş Uyar tarafından, yirmi dört saatimiz ya da belki yıllarımız (86). Kocaman mutluluklar lazım şimdi bize. Şiirler yazdıracak kadar büyük ve içimize sığmayacak kadar fazla. İnsanlığın bir araya gelip üzerine tartışacağı derecede yoğun sevinçler ve en önemlisi ise hiçbir güzel duyguyu tüketmeyecek denli baskın. O zaman sonbahar sona erecek ve biz bir daha solmuş bir yaprak üzerine düşünmeyeceğiz. Bulutlar kararsa da içimizdeki gökyüzü hep aydınlık kalacak işte o vakit. Sonrasında biz, ne yatayda ne de dikeyde mutsuzluktan söz bile etmeyeceğiz. Kaynakça: Uyar, Turgut. “Acıyor.” Göğe Bakma Durağı. Yapı Kredi Yayınları. 2014. İstanbul. Ece Burcu Güloğlu 21502612 VanGogh’unÖzgürTutsakları GökhanEğri “Ne farkımız var bizim bu tablodaki tutsaklardan?” Cevap oldukça basit: Özgürüz. Çemberler çizerek yürüyen, kafaları önlerine eğik, kendilerine ait bir bilinçten sıyrılmış, insanlıkları ellerinden alınmış bu tutsaklardan farklıyız kesinlikle. Sadece farklı değiliz hatta, üstünüz de aynı zamanda onlardan. Görüşlerimizle, kazançlarımızla, yaptıklarımızla,sevdiklerimizleüstünüz;çünküözgürüzbiz,onlarınaslaolamayacaklarıkadar. “Peki özgür müyüz gerçekten?” Cevaplanma amacını kaybetmiş bir soru bu günümüzde. Bu soruyu tartışmak bile; bir rengin kokusu, bir şarkının tadı kadar anlaşılmaz ve uzak geliyor bize. Belirli bir düzene karşı çıkmak, karşı bir düşüncenin karamsar etkilerini göz önüne sermek için kullanılan bir protesto kalıbı artık bu, gazetelerde okuyup ikinci bir düşünceye değer görmeden üzerine sayfayı çevirdiğimiz bir yardım çağrısı. Çünkü her sorulduğunda, cevabını da kendi içinde taşıyor: “Yeterince özgürüz.” Tüm dünyanın içtenlikle benimsediği bir zıtlık, barış adına yapılan bir savaş kadar ironik. İnsanlığın en acı dramına işaret ediyor belki de, gerçek özgürlüğü düşleyecek kadar özgürolmayışımıza. Gerçekten de sandığımız kadar farklı mıyız tablodaki tutsaklardan? Onların taştan duvarlarını kendi ellerimizle inşa etmiyor muyuz etrafımıza önyargılardan, bencilliklerden özenle yonttuğumuz tuğlalarımızla? Peki ya çemberler çizerek dolaşmıyor muyuz kendimizi üstün olduğuna inandırdığımız düşüncelerimizin peşinden? Yoksa utanmamız gereken yerde gururlanmıyor muyuz olmayan özgürlüğümüzle? En sonunda mutlu olmuyor muyuz duvarlarımızı bulutlarakadaryükselttiğimizde? Ancak bu tabloyla ilgili olarakşu ana kadar anlattıklarımdan başka bir şey daha var burada. Bahsettiğim her şeyden daha önemli bir ayrıntı. Kale duvarları gibi tutsakların üzerine kapanan avludan, kafasını yere eğmiş tutsaklardan, tutsakları gözeten gardiyanlardan, üzerinde yürünmekten parçalanmış yerden daha anlamlı. Anlamlandırılması en az fark edilmesi kadar güç olan, karamsarlığın içindeki iki som beyaz kelebek; arka avlu duvarının üzerinde belirli belirsizikibeyazleke. Benim için tek bir anlamı var bu iki kelebeğin: Umut. Van Gogh’un som beyaz kelebekleri tipik bir karamsarlık portresini;birumutışığına,dahaiyibirgeleceğeduyulanbirgüveninaktarımınadönüştürüyor.Pekibukadarönemli birduygunedenumurasamazcasınatuğlalarınarasınabirsilüetolaraksaklanmış.BelkideVanGogh,umudunancak aranarak, çaba gösterilerek bulunabileceğini anlatmak istiyordu bu kelebekleri saklayarak, belki de sadece küçük etmenlerin bütüne ne kadar anlamlı bir etkide bulunabileceğini göstermek için sadece küçük bir ışık demeti olarak göstermişti tablonun belki de en önemli parçasını. Belki de saklamıştı ki umuda sadece kafasını kaldırıp gökyüzüne bakanlarınerişebileceğinianlayalım. Peki ne oldu Van Gogh’un som beyaz kelebeklerine? İnşa ettiğimiz duvarların tozu altında kirlenip ışıltılarını mı kaybettiler, yoksa koyduğumuz sayısız tuğlanın arasında ezdik mi onları fark etmeden? Kaç kelebek geçti avlu duvarlarımızın içinden, kaç şansımız vardı umuda tutunmak için ve kaçını kaybettik önyargılarımız, ayrımcılıklarımız uğruna? Daha ne kadar kelebek gelecek önümüze bilemiyorum, ancak şundan eminim ki savaşlarımız, göçlerimiz, açlıklarımız devam ettikçe hızlanarak; duvarlarımızı göğe uzatacağız. Bir gün gelecek ki devleştirdiğimiz duvarlarımız birleşerek kubbeleşecek. O zaman Van Gogh’un som beyaz kelebekleri değil, güneş ısığı bile giremeyecek içeri. Duvarlarımızı da uzatamayacağız artık, ancak koyduğumuz tuğlaları parlatacağız, herbirini özenle birer aynaya çevireceğiz ki bize kendimizi göstersin, göstersin ki varlığımızla gururlanalım. İşte o zamanavlumuzunaynadanduvarlarındanyansıyıpgözümüzükamaştırankaranlığımızdakörolacağız. Gogh,V.V.(1890).TutuklularÇemberi[Resim].PuşkinMüzesi,Moskova Beliz Tabanlıoğlu GEÇMİŞE SIRT ÇEVİRME Bir yol düşünün, upuzun, sonu gözükmeyen. Kapkaranlık, belirsiz… Attığınız her adımda, yürüyerek arkanızda bıraktığınız mesafeyi aydınlatan bir ışık var. Önünüze, yolun geri kalan kısmına da kimi zaman o ışık yardım ediyor, kat ettiğiniz mesafenin yansımalarıyla. Hayat gibi, belirsiz bir geleceğe sahip olan, var olanın bir tek yaşanmışlıklar olduğu bir yol. Geceleri yatmadan önce yaşadığım günün kritiğini yapmak, daha sonra bir sonraki günü düşünmek, planlamak ve bu şekilde uykuya dalmak, kişiliğimin en belirgin özelliklerinden biri olan plan ve geleceğimi garanti altına alma takıntımı en iyi yansıtan alışkanlıklarımdan birisidir. Yarın yapacağım toplantıda bir öncekinde yaptığım hataları yapmamam gerektiğine dair kendimi uyarmak, sabahları sütlü mısır gevreği yediğimde midemin yandığını hatırlamak ve buna göre ne yiyeceğime karar vermek, yarın, bu sabahki gibi geç kalmamak için beş dakika daha erken kalkmam gerektiğini bilmek… Tüm bunlar ve daha birçoğu gece boyu hatta bazen gün içinde bile kafamın içinde dolanır durur. İşte bu noktada çevremdekileri hatta bazen içinde bulunduğum toplumu anlamakta güçlük çekiyorum. Ben gelecek için bu kadar plan ve program içerisindeyken, hatalarımdan ve yaşanmışlıklardan yola çıkıyorken çevremdeki insanların geçmişlerine karşı olan bu umursamaz tavırlarını aklım almıyor. “Hayat bu, plansız yaşanır, tesadüfler belirler gidişatını.” Bu cümleyi kaç kez duydum saymadım, sayamadım. Evet tesadüfler belirler gidişatı, evet hayat bazen yaptığın tüm planları bir çırpıda bozar. Sürprizler her daim kötüdür, hiçbir zaman yaşanmamalıdır demiyorum ama en azından kötü olabilecek sürprizleri, bizi üzeceğini tahmin ettiğimiz olayları geçmişteki deneyimlerimizden, üzüntülerimizden, sevinçlerimizden edindiğimiz bilgilerle önleyebilir, yaşayacaklarımızı kontrol altına alıp, geçmişin geleceğimiz üzerindeki yansımalarıyla şekillendirebiliriz. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu söylenir. Büyük bir heyecan ve umutla baktığımız, belirsizliklerle dolu geleceğimiz ya dedikleri gibi tamamen geçmişimizin tekrarından ibaretse? Ne kadar farklı olabilir ki, yaşanan her şeyin bir sebebi yok mu, geçmişe dayanan bir sebebi. Yaşanan her olay ileride yaşanacak olan bir başkasına gebe değil mi? Peki ya neden bu geçmişe sırt çevirmiş hallerimiz? Hiç yaşanmamışçasına ya da yaşanıp ardından hemen unutulmuşçasına davranışlarımız neden? Geleceğe dair neyi biliyoruz o halde, neyi tahmin edebiliyoruz, neyi görebiliyoruz? Geçmişimiz olmasa yaşayacaklarımıza dair en ufak bir fikrimizin olamayacağını, deneyimlerimiz olmasa kontrolün bizim elimizde olamayacağını farkında mıyız emin değilim. “Ufka baktım oraya bakanlarla birlikte arkaya bakan kimse yoktu. Geçmişi olmayan kalabalığın gelecek için söyleyecek sözü olabilir mi?” (Tanyol, 2015, 42). Ne güzel ifade etmiş düşüncelerimi Tuğrul Tanyol. Seni üzene koşar mısın bir daha, canını yakan insanı sever misin tekrardan, başarısız olduğunu bildiğin bir işle uğraşır mısın, sonunu bildiğin yolu yürür müsün yine? Peki ya o çokça merak ettiğin geleceğe doğru ilerlerken niçin sırt çevirirsin geçmişine? Her insan hata yapar, her millet, her toplum. Doğrular yaşandıkça öğrenilir, hatalar yaparak, deneyimleyerek, bir kez yaptığın yanlışı ikinci sefer tekrarlamayarak elde edilir zafer. Temeli sağlam bir gelecek elde etmenin yegâne yollarından biridir geçmişten feyz almak. Baktığın ufukta hataların, başarıların yansımalarını görmektir geleceğe emin adımlarla ilerlemek. Bir millet düşünün ki büyüklerinin elde ettiği başarıları biliyor ve bunlarla motive oluyor, kendinde o gücü ve kudreti buluyor. Bir birey düşünün ki iki yıl önce yaptığı bir yanlıştan ders almış şimdi onu tekrarlamamak adına kendine öncekinden apayrı bir yol çiziyor. Her iki durumda da insanı veya toplumu zafere götüren tek yol, geçmişte kendimizin veya başkalarının edindiği tecrübeler ve doğurduğu sonuçların bilincinde olmak ve bu doğrultuda hareket etmek. Ufka baktığında söyleyecek bir söze, izleyecek bir yola sahip olmanın tek koşulu geçmişe sırt çevirmemek. İnsan hatalarından ders alınca, başarılarıyla motive olunca, geleceğe nasıl emin adımlarla ilerlediğini fark ediyor. Geçmişi, hayat boyunca en büyük yardımcısı oluyor. KAYNAKÇA Tanyol, Tuğrul. Gelecek Günlerin Şarabı. 1. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. AYCAN ERGİN ALABİLDİĞİNE SORGULAMAK Gerçekliğin doğasını sorguladınız mı hiç şimdiye kadar? Gerçek nereye kadar gerçek? Sorguluyor musunuz hayatın gerçekliğini, varoluşu ve nedenlerini? Biliyorum ki, birçoğumuz amaçlar, düzenler ve istekler arasında sıkışıp kaldığımız ve kendi dünyamızdan başka kaçacak bir yer bulamadığımız zamanlarda bunları, özellikle de varlığımızı derinlemesine sorguluyoruz; amaç arıyoruz, neden arıyoruz; yaşamaya nedenler... Düşünsenize; her birimiz yaklaşık yedi yaşımızdan bu yana hayat telaşesi denen neden sonuç döngüsü içinde yürümeyi yeni öğrenmiş bebekler gibiyiz; yaşadığımız bütün olumsuzlukları unutup yavaşça ayağa kalkıyoruz, ayağa kalkmanın verdiği heyecanla hızlanıyoruz ve hayatında bizden yana olmasını bekliyoruz. Destek arıyoruz, hayata tutunacak en yakın destek; bir amaç, bir neden… Gözlerimiz o desteği ararken varlığımızın ağırlığı bizi yormaya başlıyor ve yeniden kalkmak üzere düşüyoruz, şanslı olanlarımız o desteği buluyor ve dinlenip denemeye devam ediyor ama şu bir gerçek ki; düşsek de devam etmeyi başarsakta daha düşecek çok yolumuz var. Şimdi sorgulayın; gerçekten böyle mi? Sorgulamak… Peki, sorgulamak, salt düşünme eylemini ve sonucunda kanıksamayı böylesine varsayımlaştırıyorsa eğer, gerçeklik nereye kadar var? Ya sizin kişisel gerçekliğiniz, iç dünyanızın perspektifinden görsel olarak algılanabilirliğe kavuşabilir mi desem. Bunu dışa vurmayı denediniz mi hiç? Vincent Van Gogh, ünlü izlenimsel ressam, bu algıyı “La Chambre à Arles”, “Slaapkamer te Arle”, “The Bedroom” ya da “Vincent’s Bedroom At Arles” adlarıyla anılan tablosunda bizim için; iç dünyasını yani huzurunu dış dünyası yani gerçekliğiyle harmanlayıp gözler önüne sermiş. (1) Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nde yer alan Van Gogh’un resmettiği yatak odasının kopyası (2) Ekim 1888, Tuval Üzerine Yağlıboya, Van Gogh Müzesi, Amsterdam Gerçeklik, gerçekliğin doğası, varoluş ve nedenleri; tarihten günümüze birçok ünlü düşünür, ressam ve hatta en basit “ben” kişisi tarafından ele alınmış, üzerinde düşünülmüş muhteşem konular. Bu konulara neden mi değindim; çünkü sorgulamak bu mevcut konuların babasıdır diyebiliriz; onlara ekmek, su götürendir, yaşamın en güzelini sağlamaya çabalayandır, sarıldığımızda dünyayı unutturandır. Sorgulamak dünyadaki düşüncelere varoluş kazandırandır, tıpkı bir baba gibi. Düşünmek ise onların başındaki hükümet gibidir; görünüşte babadan büyük ancak baba olmazsa bir hiç. Babalara yol, kömür sağlayarak sadece bir araç olduğunu göz ardı edip her şeyi yaptığını sanandır düşünmek. Babasız bir hükümet düşünülebilir mi? Ya sorgulamak olmaksızın düşünme eylemi gerçekleştirebilinir mi? Bakın, bunları düşünürken bile salt düşünmüyor, sorguluyorsunuz. O zaman biz de hükümet ayağını alıp, babayla verilen yollara çıkalım; şimdi alabildiğine sorgulayacağız. Şimdi bana dünyanız hakkında ne düşündüğünüzü gösterin desem, evet gösterin! İçinde yaşamını sürdürdüğünüz, toprağına ayak basabildiğiniz, güneşini teninde hissedebildiğiniz, havasını içine çekebildiğiniz somut dünyanızdan bahsetmiyorum. Sizin dünyanız; sizi oluşturan, varlığınızla özdeşleşen ve herkesten, her şeyden uzaklaşıp oraya vardığınızda gerçek sizle karşılaştığınız soyut dünyanız… Kafanızın derinliklerinde sır gibi sakladığınız dünyanız… Ne güzeldir değil mi şimdi oralar? Yapabildiniz mi? Sizinkini bilemem elbette ama ben gösteremesem de bahsedeyim; benimkinde sevgi var, özlem var; bunların getirdiği huzur var. Ailemi, evimdeki odamı çok özledim, özlemek insana huzur verir mi? Veriyor işte, insanlar uzağında da olsa varlıklarını bilmek yetiyor insana, insanın huzuruna kimi zaman, yani benim huzurum Van Gogh’ un huzurunun tek başınalığı ve yalnızlığından uzak. Sevgi… Sevmek güzel şey vesselam değil mi? Gülümsetebildim mi sizi az da olsa böyle? Bakın güldünüz mutlusunuz iç dünyanız dışınızda somutlaştı, görselliğine kavuştu. Van Gogh da bizim için bunun bir örneğini somutlaştırmış. İçsel sükûnetini barındıran kendi soyut dünyası ile dış dünyasını, içinde yaşamını sürdürdüğü Arles’teki o meşhur sarı evinin yatak odasını, birleştirip iç dünyasının görsel bir algısını ortaya koymuş, tam olarak “onun dünyası” nı her yönüyle bize bahşetmiş. Çizilen yatak odası Van Gogh tarafından tam üç kez bazı olgular ve renkler değiştirilerek resmedilmiş ancak şunu açıkça fark ediyoruz ki, küçük değişikliklere rağmen mutlak sakinlik ve huzur duygusu iç dünyasının sorgulanamaz gerçekliği olarak varlığını sürdürmüş. Tam olarak 3 kez aynı tabloyu resmetmesi bize açıkça huzurunun kaynağını işaret ediyor, o yatak odası onun favorisiydi çıkarımını yaptırıyor. Her bir versiyonda odanın dışarıyı görmemizi engelleyen camlarının kapalı olduğunu gözlemleyebiliriz çünkü burası Van Gogh’un özeli, dış dünya yok. Neredeyse hayatının tümüne hâkim olan deliliklerden uzak, aradığı tek başınalık, sakinlik, dinlenme ve huzur var. Van Gogh’un bu eseri içsel isteğinin gerçeğe dönüşmüş dışavurumu. Yani düşüncenin görsellikle algılanabilirliğe kavuşmuş boyutu. Her şeyden uzaklaşmasına gerek kalmaksızın o meşhur odada ne kadar süre öz benliğiyle baş başa kalıp iç dünyasını ziyaret edebildi acaba? Varoluşunu sorguladı mı saatlerce? Kesin sorgulamıştır yoksa o kadar deli olmazdı değil mi? Ya gerçeklik bağlamı, benim kadar sorgulamış mıdır onu da? Merak ettiklerim bu kaçık ressamla birlikte birer muamma olarak kalacak sanırım. Şimdi size neden göze farklı hitap eden 2 resmi yan yana koyduğumu açıklamak istiyorum. Yukarıda bulunan soldaki resim bir tablo değil, şaşırabilirsiniz ancak o bir fotoğraf. Van Gogh’un dinginliğini sonsuzluğa döktüğü, onun dünyasına bir pencere açan o görsel şöleni bizim için basit bir oda olmaktan öteye götürmüşler ve hayat vermişler. Hangisi daha gerçek sizin için ya da hangisi gerçekliğin doğasını sorgulatıyor size? Gözünüzün, beyin sinyalleri sayesinde algılanabilirlik kazandırdığı, dış dünya gerçekliği olarak varsaydığımız gerçeklikle örtüşen ve buna uygun olan değil mi? Çok garip; gerçeklik bile algısalken neye güveneceğiz? Gerçekliği bu odanın varoluş nedenleri gibi kanıtlarla özgülleştirerek destekleyebilir miyiz? Sorgulamak… Alabildiğine sorgulayalım o zaman! (1) Ekim 1888, Tuval Üzerine Yağlıboya, Van Gogh Müzesi, Amsterdam (2) Eylül 1889, Tuval Üzerine Yağlıboya, Art of Institute, Chicago (3) Eylül sonu 1889, Tuval Üzerine Yağlıboya, Musée d’Orsay, Paris, Fransa Yararlanılan Kaynaklar Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/Bedroom_in_Arles Ekshikaa. “You can now live like Van Gogh in ‘The Bedroom’.” 3 Ekim 2016 tarihinde erişildi. http://www.arch2o.com/can-now-live-like-van-gogh-bedroom/ Altas, Aysu. “Vincent Van Gogh’un ‘The Bedroom’ eseri.” Y.y. 28 Şubat 2014. Web. 3 Ekim 2016. https://resimbiterken.wordpress.com/2014/02/28/vincent-van-goghun-the-bedroom-eseri/ Fotograflar Riley, Chloe. “ ‘Van Gogh's Bedrooms’ Opens Valentine’s Day at the Art Institute.” Y.y. 10 Şubat 2016. http://chicagotonight.wttw.com/2016/02/10/van-goghs-bedrooms-opens-valentine-s-day-art-institute BİLLUR GÜVEN KİŞİSEL GEZİ REHBERİM: DÜNYANIN YEDİ HARİKASI Ben on dokuz yıldır Ankara’da yaşıyorum, burada doğdum ve sadece tatil zamanlarında gezdiğim farklı şehirler kadar gördüm Dünyanın zenginliklerini. Dünyamız, evrendeki en güzel gezegen ve insanoğlunun evi; binlerce doğa harikası ve güzellikle dolu, kültür zenginliğiyle insanı her dakika büyüleyen yuvamız. Böyle muhteşem bir gezegende yaşarken insan onu tüm güzellikleriyle tanımaya çalışmalı diye düşünüyorum. Kozmosun zaman diliminde bir göz kırpması kadar süren hayatlarımızda her yeri keşfetmek imkânsız belki de ama insan bu kısacık yaşamında öğrenebileceği kadar öğrenmeli ve gezebileceği kadar gezmeli. Umuyorum ki, ben de bu dünya kadar zenginlikten bir kısmını keşfedebilirim. Her yıl yaz tatiline kadar para biriktiriyorum ve son iki yıldır bu birikimimle yurtdışına kısa tatillere gidiyorum. Bundan sonraki rotalarım için ve bu dünya kadar zenginliği görebilmek adına kendime göre bir liste yaptım. Benim listem, Antik Dönemin Yedi Harikası olarak da bilinen ve M.Ö 2. yüzyılda son şeklini alan listeden farklı olarak doğal güzellikleri de kapsıyor. Antik Dönemin Yedi Harikası içerisinde yer alan yapılardan günümüzde sadece Keops Piramidi görülebilecek durumda. Ben ise listemi yaparken önümüzdeki on beş yıl içinde gidebileceğimi düşündüğüm yerleri seçtim. Listemin en başında Efes Celsus Kütüphanesi var. Roma döneminden kalan bu iki katlı kütüphane benim için bir medeniyetin sembolü. Ne zaman Antik Yunan Medeniyeti ile ilgili bir yazı görsem kafamdaki görsel internette fotoğrafını gördüğüm bu kütüphane. İkinci sırada ise Çin’deki Danxia adıyla da bilinen kırmızı kayalıklar var. Çin’in Kansu eyaletindeki bir jeolojik parkta yer alan bu kayalıkların fotoğrafını uzun zaman önce bir dergide görmüştüm. O günden beri bu doğa harikasını yakından görebilmek hayallerimden biri. Türkiye’de bulunan Ihlara Vadisi’nde oyulmuş kiliselere benzer bir yapı olan Hindistan’daki Ajanta Mağaraları ise gitmek istediğim bir diğer harika. Budistler için önemli olan buradaki tapınak ve manastırlar, efsaneleri ve ilginç mimari yapılarıyla listemdeki yerini aldı. Myanmar’da yer alan Bagan Antik Kenti ise masal kitaplarından fırlamış gibi. Fotoğraf makinem ile oraya gidip gün batımında anı ölümsüzleştirmek istiyorum. Listemin ikinci kısmında yer alan harikalara gitmek ise benim çocukluk hayalimdi. Yeni Zelanda’da 1999 yılında Yüzüklerin Efendisi (2001) film serisi için yapılan ve serinin sonraki filmlerinde de plato olarak kullanılan Hobbit Köyü yıllardır turistler tarafından ziyaret ediliyor. Yeşilin içinde yer alan bu minik evler, rengârenk yuvarlak kapıları ile çocukluğumda Hobbit olarak dünyaya gelmek istememe sebep olmuştu. Hobbitlerin gerçek olmadığını bilsem bile yıllarca resim ödevlerinde hayalimdeki ev olarak bu film platosunda yer alan evleri çizdim. Umuyorum ki bir gün burayı gezme şansım olur. Aurora Borealis olarak da bilinen kutup ışıklarını ilk kez Ayı Kardeş (2003) isimli animasyon filminde gördüm. Filmde doğaüstü güçleri temsil eden ışıklar, gerçekte büyüleyici bir görsel şölen sergiliyor. En yakın zamanda bir tur eşliğinde bu büyüye tanıklık etmek istiyorum. Listemde benim için en önemli yer ise And Dağları’nın zirvesindeki antik kent Machu Picchu. İnka Medeniyeti, Amerika kıtasında yaşamış diğer antik medeniyetler gibi sır dolu. Kültürleri, yaşam şekilleri ve ayinleri ile bu medeniyetler her zaman ilgimi çekmiştir. Machu Picchu ise bence bu medeniyetlerin sembolü olan bir antik şehir. Dağın zirvesindeki eşsiz manzarası ve bugüne göre ilkel kabul ettiğimiz bir medeniyetin mimarı bilgisi Machu Picchu’nun benim içi önemini daha da arttırıyor. Machu Picchu Antik Kenti – Jim Richardon Muhteşem güzelliklerle dolu, büyüleyici evimizde gezilecek ve öğrenecek sonuz yer var. Umuyorum ki hayallerimi gerçekleştiririm ve Dünyamın Yedi Harikasını gezebilirim. Bu liste zaman geçtikçe çoğalacak ve ben hayal kurabildiğim sürece yeni yerler eklemeye devam edeceğim. Evrende küçücük bir nokta gibi kalan ömründe, elimden geldiğince Dünyayı keşfetmeye çalışacağım. KAYNAK Richardson, Jim. Iconic Images With a Personal Touch. http://www.nationalgeographic.com/photography/photo-tips/original-iconic-images-richardson/ HAYATI GÜZELLEŞTİRMEK SİZİN ELİNİZDE Kimilerine göre hayat hep çok zordur kimilerine göreyse göründüğünden kolay. Yetişkinler zor olduğunu düşünen kesimken çocuklar tüm hayatı bir oyundan ibaret sanırlar. Roberto Benigni’nin 1997 yapımı La vita é bella (Hayat Güzeldir) filmi bahsettiğim durumu çok güzel anlatan izlerken insanı şaşkına düşüren aynı zamanda da gözyaşlarına boğan bir dram ve savaş filmi. Bu film alışılmışın çok dışında kan ve vahşet içermeyen aksine yer yer insanı güldürebilen ve içini umutla dolduran bir savaş filmi. İlk başta bahsettiğim gibi hayat çocuklar için bir oyundur aslında, öyle de olmalı, çünkü; dünya küçük temiz kalpli çocuklar için fazla kötü ve kirli bir yer. Filmde bir babanın çocuğunu 2.Dünya Savaşı’nın umutsuz atmosferinden nasıl koruduğu anlatılıyor. Guido (baba) oğlu Joshua, karısı Dora ve diğer Yahudilerle birlikte toplama kampına gönderilir. Bu zalim ve vahşi kampta oğlunu Alman güçlerinden korumak isteyen Guido oğluna tüm bu olanların aslında kendisinin düzenlediği bir oyun olduğunu anlatır. Eğer bu oyunu kazanırlarsa da kocaman bir tank kazanacaklarını söyler ve bu sayede oğlunu orada güvende tutmayı başarır. Filmde beni en çok etkileyen sahnelerden biri Guido sırtında kendinden kilolarca fazla ağırlıkta olan yükleri taşırken oğlunun yanına gelip çok sıkıldığını söylemesi ve babasının onu korkutmamak için sırtındakinin ödül olan tank için gerekli malzemeler olduğunu söylediği sahneydi. Beni etkilemesinin sebebi; çok zor bir durumdayken bile bir babanın çocuğu için bulunduğu konumu gizlemesi ve onu korumaya çalışmasıydı. Ana karakter Guido hayatla hep dalga geçen asla umutsuzluğa kapılmayan insanın içini yaşama sevgisiyle dolduran bir tiptir ve belki de bu yüzdendir ki içinde bulunduğu kötü koşullara rağmen çok mutludur. O mutlu ve pozitif oldukça oğlu ve karısı da her türlü zorluğa rağmen mutludurlar. Olması gereken de bu bence, hayat eğer size zor geliyorsa onu kolaylaştırmak sizin elinizde. Bulunduğunuz durum veya konum ne kadar kötü olursa olsun olaylara pozitif yaklaşmak sizi bir nebze rahatlatacak hatta belki de her şeye rağmen yüzünüzün gülmesini sağlayacaktır. Guido ölüme giderken bile mutluluk saçarak oğlunun içindeki umudun asla bitmemesini sağlıyor çünkü biliyor ki içinde bulunduğu çıkmaz durumu oğluna belli ederse oğlu üzülecek ve o küçük temiz kalbi kirlenecek. İşte bunun adı fedakarlıktır. Fedakarlık bana göre asla karşılık beklemeden yapılan iyiliklerdir. Kendi çıkarını gözetmeksizin karşısındaki sevdiği insanı mutlu etmek için kimi zaman canı pahasına yapılan güzelliklerdir. Peki fedakarlık yapmak sadece karşımızdakini mi mutlu eder? Hayır. Çünkü mutluluk bulaşıcıdır sevdiğiniz insanın mutluluğunu ve iyiliğini görmek sizi de mutlu edecektir. Tıpkı Guido’nun olduğu gibi. Onun umudunu asla yitirmemesini sağlayan etken oğluydu. Sadece pozitif olmak değil, biri için yapılan fedakarlıkar da insanın hayatını güzelleştirmeye yardımcı olur. Filmde bir babanın oğlu için yaptığı sayısız fedakarlıklar hem oğlunun hem de Guido’nun mutlu kalmasını ve asla umutlarını kaybetmemelerini sağlıyor. Her ne kadar fimin sonu iyi bitmese de en azından geride kalan küçük Joshua babasını her zaman fedakar ve pozitif bir insan olarak hatırlayacaktır ve bu tamamen Guido’nun başarısıdır. Hayat belki de Guido için güzel değildi ama güzel olan onun içindeki şefkat, oğluna duyduğu koşulsuz sevgi, asla bitmeyen umudu ve yaptığı sayısız fedakarlıklardı. Hayatı güzelleştiren şeyler bunlardan ibarettir aslında. Dediğim gibi hayatınızı güzelleştirmek sizin elinizde. Ya Guido gibi kötü olan hayatı güzelleştirmek ya da öyleymiş gibi göstermek için çabalamayı seçersiniz ve onurlu huzurlu bir şekide ölmeyi tercih edersiniz ya da kabuğunuza çekilip hiç bir etki bırakmadan yalnız başınıza mutsuz ölmeyi. KAYNAKÇA: Hayat Güzeldir (La vita è bella) Yapım Yılı:1997 Zeynep Kantav DENİZ DALLIÖZ 21401839 AHMET BARIŞ EKİZ TURK101-47 EINSTEIN’IN KALBİ Zekasıyla dünyayı kendine hayran bırakan, fizik adına yaptığı çalışmaları günümüze ışık tutan Albert Einstein'i duymayanız yoktur. Dünyanın en önemli fizik kanunlarını geliştiren, yeni kuramlar ortaya atan dâhinin yaşamı kadar ölümü de merak uyandırmış. Hatta bedeni yakılması için hazırlanma sırasında beyni patolojisti tarafından çalınmış[1]. Araştırmalara göre beyninde büyüklük ya da ağırlık konusunda diğer rivayetlerin aksine bir farklılık yokmuş. Sadece normal bir insan ortalama beyni 1,4 kilogramken onunki 1,3 kilogrammış. Bizimkilerden farkı ise zekasının bir nedeni olan parietal lobunun normalden %15 fazla olmasıymış. Peki ya kalbi? Onun kalbi beyni gibi araştırılmamış. Ama yirmili yaşlarda daha sonra eşi olacak Mileva Maric'e yazdığı mektuplar gösteriyor ki kalbinin bizim kalbimizden bir farkı yokmuş. Meğer dahi Einstein'ın da kalbi zaman zaman aşk için ritmik atıyormuş! O da zamanında bizim gibi seviyor ve seviliyormuş... Belirli bir statüsü, görevi ya da başarısı olan kişilerin özel hayatlarının olmaması gerektiği kanısı maalesef ki toplumumuzda çok yaygın. Ama onlar da insan değil mi? Duygusal olarak başkasına yakınlık hissedemez mi? Aşık olamazlar mı? Olabilirler, olabilmeliler. Ve emin olun o değerli insanların aşk hayatları bizimkilerden farklı değil. İkisi de bilim insanı Albert Einstein ve Mileva Maric'in aşkları da aynı bizimkiler gibi. Aşklarının “siz”den “Dollie-Johnnie” lakaplarına ilerlemesine yayımlanan mektup derlemesinden şahit olmak bende bir tebessüm yarattı. Bu ilerlemeler tıpkı normal insanların aşklarında yaşadığı zorlukları da içeriyordu. Albert Einstein ve Mileva Maric gerek maddi gerek çevresel zorluklar çekmiş. Mileva Maric bu zorlu süreçlerde Einstein’ı daima desteklemiş. Hatta Einstein’in annesi, oğlunun çalışmalarına engel olmaması için Maric’i onaylamamış. En önemli bilim insanlarından birinin annesi de olsan, oğlunun sevdiği kadını gelinin olarak kabul etmeyebiliyorsun... Maric’i onaylamayan Einstein’ın annesi ne kadar da bize tanıdık geldi değil mi? Çevremizde de çok yaygın değil mi? Kariyere öncelik vermek... Peki Einstein’ın Mileva’ya olan aşkının bizim yaşadığımız aşklardan farkı ne ki biz bu aşka bu derleme kitaptan tanık olduk? Mektupların insanlardaki belirli bir statüsü, görevi ya da başarısı olan kişilerin duygusuz olduğu algısını kırmak ve Einstein’ın da hepimiz gibi bir insan olduğunu göstermek için yayımlandığı bir gerçek. Bu kitabı okuyana kadar Einstein’ı fizikle bağdaştırmaktan başka bir fikrimiz yoktu. Bilim dünyasına sayısız katkısı olan Einstein’ın insani yönünün çok azını bilmiştik, onu da zaman içinde unutmuştuk. Onun da her insan gibi yönleri olabileceğini düşünmemiştik. Ki, bilimle uğraşanlar duygusuz değilken, onlar da severken... Bizler gibi... Ne kadar kitabın yayımlanma amacı bizlerdeki bilim insanları ya da toplumdaki başarılı kişiler hakkındaki yanlış düşüncelerimizi kırmaya yönelik olsa da bu mektupların gün yüzüne çıkması, bizim bu mektupları okumamız sizce iyi oldu mu? İki kişi arasında olan mektuplaşmalar o iki insana özeldir, ve içinde aşk varsa daha da özel... Düşünsenize sizin de sevgilinize olan mektuplarınız, ya da SMS, Whatsapp yazışmalarınız derlenecek, yayımlanacak... Sizleri bilmem de ben ortalığı kaldırırdım açıkçası. Bana özel olanın bana özel kalması benim en doğal haklarımdan değil mi? Ki Einstein ve Maric yaşasaydı, mektuplarının derlenip yayımlanmasına pek kayıtsız kalabileceğini de sanmıyorum. Bence onlar da rahatsız olurlardı. Belki de şuan zaten mezarlarında rahat değillerdir... Ne kadar bilim insanı da olsalar ya da toplum içinde saygı duyulan başarılı kişiler, değerli insanların aşk hayatları bizimkilerden farklı değil. Onlar da bizim gibi sevebilir, sevilebilir. Beyinleri ne kadar farklı çalışırsa çalışsın insanların kalpleri aynı. Albert Einstein da kalbini bir kadına kaptırmıştı. Evet dünyaca ünlü fizikçi Albert Einstein da -bu artık kulağımıza tuhaf gelmesin- aşktan anlıyordu. Kalbini, duygularını kağıtlara dökmüştü. Bu kağıtlar mektup oldu, mektuplar birikti, derlendi ve yayımlandı. Ve biz bu mektupları okuduk, sadece yazan kişiye ve yazılan kişiye özel olmasına rağmen... Peki ya Albert Einstein dünya çapında ismini duyurmuş bir fizikçi olmasaydı? Ünü olmayan geçmişte yaşamış herhangi bir insan olsaydı. Bu mektupları biz okumuş olacak mıydık? Albert ve Mileva tıpkı normal insanlar gibi aşk yaşamışlardı. Onların bu özel aşkına biz buradan şahit olacak mıydık? KAYNAKÇA Einstein, Albert ve Maric, Mileva. Aşk Mektupları. Çev. Nursel Yıldız. Alfa Yayınları, 2014. Baskı. Resim: https://tr.wikipedia.org/wiki/Mileva_Mari%C4%87#/media/File:Albert_Einstein_and_his_wife_Mileva_Maric.jpg [1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Albert_Einstein#.C3.96l.C3.BCm.C3.BC_ve_beyninin_.C3.A7al.C4.B1nmas.C4.B1 [2] http://www.gazetevatan.com/einstein-izafiyet-teorisinde-karisindan-yardim-almis-51603-dunya/ Defne Ceren Ergen 1 Ölümlü Nesneler Eminim siz de hayatınızın bir noktasında herhangi bir nesneyle konuşmuşsunuzdur. Hani, nesne, cansız olan bir şey yani... Aslına bakarsak çoğu zaman insanlık olarak, çocuklukta hayalgücümüzün inanılmaz genişliğiyle kesinkes nesnelerle konuşmuş, onlara canlıymış gibi davranmışızdır, ya da başka bir örnek verecek olursak, serçe ayak parmağımızı sehpaya çarptığımızda az mı küfretmişizdir sehpaya, sanki bir suçu varmışçasına... İşte bu kitapta da sevgili yazar değişik örnekleriyle birlikte öyküler anlatmış bize, çoğunda da nesnelere can vererek. Yolda otobüsle giderken hep düşünmüşümdür, bir taşa çarpsak ondan özür dilememiz gerekmez mi ya da bir lastik patladığında hemen ondan özür dileyip ebedî yolculuğuna uğurlamamız gerekmez mi diye. Kitabın ilk öyküsü olan “Sandalye”de de bunları hissettim. Eski bir maun ağacından yapıldığı belirtilen sandalyenin bacaklarının içinde o mükemmel Vahşi Doğulu tahtakurtları damarları çiğneye çiğneye yaşlı bir adamın düşmesine ve başını o hain ama orada olmaktan başka bir şey yapamayacak olan koltuğa çarpmasıyla beyin kanaması geçirmesini anlatıyor. Bence, insanlar işlerine geldiğinde bu cansız sadece bizim rahatlığımız için varolan nesnelere (cansız nesnelere) canlıymış ve onları duyabilirmiş gibi davranıyorlar, çoğu zaman onların orada aylarca belki de yıllarca temizlik ya da taşınma durumları dışında hiç kımıldatılmadan, görülmeden yaşadıklarını unutuyorlar. Ya gerçekten nesneler bize, ve devlete karşı isyan çıkarsalardı, ya da kendi kafalarına göre insanların kullanımı için olduklarını unutarak hareket etselerdi? Hayatımız onlarsız bir hiç olmaz mı? O zaman bence kesinlikle çatırdayıp çuturdayıp yok olup, çalıların içinde çırılçıplak insanlar olarak şehirleri ele geçirip, her şeyi yok etme hakkına sahipler! Belki de insanların günümüz kaosuna uyanıp, ya da uyanmışlarsa harekete geçmeleri için bir bardaklarını ya da ellerinin üstündeki bir deri parçasını kaybetmeliler. Her şeyin kontrolünün bizde olduğuna o kadar inanmışız ki, bence ürettiğimiz nesneler bize isyan etse, çok da haklılar! Arabanızın günümüzdeki tüketim çılgınlığına boyun eğdiğini, kendi başına hareket ettiğini ve sizi aşkla sarıp sarmaladığını ve gitmenize izin vermediğini düşünün bir de... Aslında bence burada anlatılmak istenen; eğer bir zorunlulukla, inceden inceden bize bir yaptırımda bulunduklarında ne kapitalizm ile ne de tüketim çılgınlığı ile hiçbir sorunumuz yok, ancak Alman yapımı, hoparlörleri aşırı ses veren ve “çok az benzin yakan” arabanız, o biricik belki senelerce çalışıp biriktirdiğiniz paranızla aldığınız o tanrısal arabanızda olmak ZORUNDASINIZ. İçinden ne çıkabilirsiniz ne de ne yapacağına her an siz karar veremezsiniz. Çünkü onun kendi düşünceleri var! İşte o anda, o araba, o mükemmel mavilikteki arabanızdan nefret etmeye, içinden çıkmazsanız yaşamayacağınıza inanmaya başlarsınız. Gözleriniz bir bakıma “açılır”. Elbette söylediğim sorunlarla ilgili bir şey yapmamaya devam edersiniz. Bir topluluğun bir mit olan sentoru kovaladığı gibi paranın ve tüketimin peşinden koşmaya ara vermezsiniz. Çünkü yakanıza yapışmıştır bir kere. Defne Ceren Ergen 2 Jose Saramago, öyle güzel kişileştirmelerde bulunmuş ki, buradan nerelere çıksak kârdır. Bende oluşturduğu belki de alevlendirdiği birkaç şeyi sizinle paylaşma gereği duydum. Elbette kitabı okuyup betimlemelerle başka şeyler yaşamak size kalmış. Ancak şunu da söylemeden geçmeyeyim, sahip olduğumuz her şeyin yok olmasını ve yeniden başlayıp, bir şeylere uyanmayı hak etmiyor muyuz? Sanırım Saramago da birazcık buna değinmeye çalışmış. Tabii edebiyat dediğimiz şey öznelliğin annesidir. O yüzden neyden ne çıkacağı hiç mi hiç belli olmaz. En iyisi mi, siz siz olun, sentorları korkutup kaçırmayın. Çünkü arabanız bir gün sizi de hapsedebilir! İnsan Gerçekten Ölür Mü İçeriden? İçeriden Ölmek, Robert Silverberg'in kaleme aldığı bir fantastik roman. Aslında bu kitaba fantastik veya bilim kurgu etiketi yapıştırmak çok doğru olmaz diye düşünüyorum. Kitap genel olarak insanların düşüncelerini okuma gücüne sahip olan ana karakterimizin hayatını ve gücünü nasıl zamanla kaybettiğini konu alsa da, içerdiği çözümlemeler, psikolojik analizler ve hatta siyasal göndermeler ile aslında bambaşka bir tür oluşturuyor kendi klasmanında. Kitabın tanıtım kısmını elimden geldiğince kısa tutmak istedim çünkü bu kitabın böyle sıkıcı "künye" bilgileriyle boğulmaması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. Kitabı geçen sene satın alıp okumuştum, sıklıkla takip ettiğim bir internet sitesinin inceleme yazıları arasında karşıma çıkmıştı ve zaten ben de fantastik edebiyat türüne karşı bir aşk duyduğum için inceleme yazısını okur okumaz ilk iş olarak sipariş etmiştim kitabı. Açık konuşmak gerekirse tahmin ettiğimden çok daha derin, çok daha etkileyici çıkmıştı bu kitap çünkü bu "süper güç" mevzusuna çok daha farklı ve çok daha objektif bir açıdan yaklaşıyordu. Ana karakterin yaşadığı tükenmişlik duygusunun çok daha hafifini o sıralar bizzat yaşadığım için karakterle empati kurmak çok zor olmadı. Okuduğum her bölümde, çevirdiğim her sayfada kendimden birkaç parça bulabildim ve bir yapboz gibi bu parçaları birleştirmeye çalışırken farkında olmadan kitabı bir solukta bitirdim. Bende bıraktığı etki o kadar büyük olacak ki normalde bir kitabı kolay kolay tekrar okumayan ben, bu kitabı en az üç sefer baştan sona okumuşumdur. Hala arada beni etkileyen bazı bölümleri boş zamanlarımda açar tekrar tekrar okurum. Yazımda daha önce de belirttiğim gibi karakterle kurduğum bu empati kaçınılmaz bir yakınlık bağına dönüştü ve kendimi onun yerine koyup onun yaşadıklarını kendi hayatıma monte edebildim; kalp kırıklıklarını, aşk acılarını ve günden güne kendinden soğumasını sağlayan o obsesyon duygusunu... Belki de hepimizin yaşadığı ve dışa vurmaktan çekindiği bu duyguların bir başkası tarafından hikayeleştirilerek bu denli sert ve etkili bir dille kaleme alınması olduk hoşuma gitmişti. Bir nevi kendimi yalnız hissettirmiyordu bu kitap, bu tarz problemlerin hemen hemen herkesin hayatında olduğunu, her ne kadar kitaptaki hikaye gerçek olmasa da ana karakterimizin hissettiği en küçük çaresizlik zerresinin bile hepimizin hayatlarında oldukça gerçek bir yer edindiğini anlatıyordu. Hatta bazı anlarda karakterin çaresizliğ benim çaresizliğime, öfkesi benim öfkeme dönüşüyordu. Kitabın sonlarına yaklaştıkça ilginç bir rahatlık hissi filizlenmeye başlamıştı bende. Sanki kitabın kapağını kapatıp kitaplıktaki yerine koyduktan sonra ben de ana karakterimiz de kaybedecek bir şeyimizin kalmamış olduğu gerçeğinin tatlı rahatlığına gömülecektik. Zira karakterimiz için bu dediğim oldu gerçekten de ancak benim için pek de söylenemez öyle olduğu. Kitabı bitirdikten sonra kendi gerçek dünyama dönüp seyrettim onu uzaktan uzaktan bir süre. Kitap karakterlerini hep imrenmişimdir bu yüzden, onlar kitapla beraber bitiyorlar bir yerde, siz ne kadar uzatırsan o kadar yaşıyorlar ama biz onlarsız yolumuza devam etmek zorunda kalıyoruz. Kırgınım bu yüzden aslında kitaba ve ana karakterimize çünkü aramızdaki o kadar yaşanmışlıktan sonra beni tekrar yalnız bıraktılar kendi dünyamda. Evet, kitapla ilgili söyleceklerim hemen hemen bu kadar. Daha fazla konuşup, kitabı daha fazla anlatmak isterdim ancak bu siz okuyuculara haksızlık olur diye düşünüyorum. Olacakları bilmeden bir kez okuma şansınız var bu kitabı ve ben bu şansınızı elinizden almak istemem. Her ne kadar kendisine bana bunca farklı duyguyu yaşattıktan sonra aniden çekip gittiği için dargın olsam da, beni bu biraz karanlık, biraz çaresiz ama oldukça bizden ve oldukça gerçek dünyasına buyur ettiği ve yolculuğum boyunca beni kendisinden ayrı görmediği için oldukça da müteşekkirim bu kitaba. Ulaş Sel Şeyhoğlu Sayfa Sayısı: 248 Baskı Yılı: 2011 Dili: Türkçe Yayınevi: İthaki Yayınları Sayfa Sayısı : 248 İlk Baskı Yılı : 2011 Dil : Türkçe ISBN: 9786053751458 Taner Baygün 21300987 Tur101-33 Aman Tanrım Hayatının mükemmel olduğunu düşünen insan sayısı son derece azdır. Hepimiz bir diğerinin hayatının güzel yönlerini görür ve başkalarının hayatlarına imreniriz. Ve Tanrı'ya kendi isteklerimizi sıralamaktan geri kalmayız. Peki ya Tanrı biz olsaydık? Dünya'yı daha iyi, daha yaşanabilir bir yer hâline getirebilir miydik? Bruce Nolan alt seviye haberleri sunan bir nevi komedi spikerliği yapan sıradan bir kişidir. Hayatının en kötü günlerinden birini geçiren herkesin yapacağı gibi Tanrı'dan şikâyet etmektedir ve bir anda Tanrı, Bruce' u yanına çağırarak ona güçlerini verir ve iki kural koyar. Birincisi kimseye Tanrı olduğunuzu söyleyemezsiniz, ikincisi insanların özgür iradesine müdahale edilemez. Kuralların basit olmasının dışında verilen bu Tanrısal gücün kullanımını hangi ölümlü kişisel çıkarları için kullanmazdı ki. Bugün dileklerin milyonerlik, sevgili ve başarı üçgeninde döndüğünü düşündüğümüzde aslında cevap apaçık ortada duruyor. Asıl sorun ise bu kadar büyük bir güç bir insan tarafından kontrol edilebilir mi? Çernobil faciasında pek çok bilim adamının birkaç reaktörün ısısını kontrol altında tutamadığını göz önüne alacak olursak dünyayı yok etme gücü olan bir insanın Hollywood Bulvarı'nı yok etmesi en fazla bir hafta sürecektir. İstediği her şeyi alabilen, elde edebilen insanlar genellikle en mutlu olan insanlar değillerdir ve büyük güç büyük sorumluluk getirir. Tanrı'nın gücünü aldığınızda onun sorumluluğunu da alıyorsunuz yani duaları. Peki, dualara nasıl cevap verirsiniz ki. 6 milyardan fazla insan yaşamakta yeryüzünde. Tanrı duaları gözden geçirirken onların sonuçlarını da düşünmeli; fakir bir insana milyonlarca dolar vermek her zaman o kişinin iyiliğine sebep olmaz. Tanrı'nın ne kadar kudreti olduğu hakkında bir fikir elde etmek açısından çok basit bir yöntem izlenebilir. Tanrı’nın önünüzde bulunduğunu düşünün ve öyle bir dilek dileyin ki istediğiniz şey engellenemez olsun. Örnek verecek olursak milyonlarca dolar isteyin ve Tanrı size milyonlarca dolar versin sizi öldürmeden 10 dakika önce. Bu durumda dileğiniz yerine geldiği için mutlu mu olurdunuz yoksa dileğinizi kullanamadığınız için yakınır mıydınız? Herhangi bir insanın bugün var olan düzenden daha iyi bir düzen kuracağını düşünmüyorum. En çok yapacakları şey kendilerine birkaç villa fazla almak olurdu. Dünya'daki güzellikler tersleri ile kıymetli olur. Yani bir madde ne kadar nadirse o kadar kıymetli olur. Altın, zümrüt ve yakutun pahalı olmasının sebebi budur. Herkese 1 milyon TL verilse yine en fakir olan en fakir olarak kalır. Dünya'yı daha güzel bir yer yapmak için Tanrı olmak gerekmez. Ancak insanların doğru olanı yapması gerekir. Yani hak edene hakkını vermesi gerekir. Bu konuda vicdan hâlâ körelmemiş vücutlarda kılavuz olmalıdır, gerisine yapılacak bir şey yok. Hepimizin daha iyi koşullarda yaşaması için tek gereken, hep birlikte adım atmak ama en zor olan kısmı da bu gibi gözüküyor. Kutsal kitaplar bile insanları kendi arkalarından yürütme yeteneklerine sahipken pek çok sorunla karşılaşmış, tartışmalara hatta tarihin en kanlı savaşlarına sebep olmuşlardır. Kendi kendime düşündüğümde yaşayan insanların sayısını çok fazla bulurum hep. Küçük bir Dünya için çok fazla tüketiciyiz. Eğer yarısı ölseydi bugünkü standartlarda aç insan sayısı yok denecek kadar azalırdı. Ya da dünyayı yaşanabilir hale getirmemiz gerekir ki bu tarım alanı açmak toplu alanlarda yaşamak ve kaynakları düzgün kullanmaktan geçer. Sanırım üniversiteler bu amaçlarla kurulmuşlar; insanları bilinçlendirmek ve savaş çıkaran din kitapları yerine iyi ve faziletli bir insan yetiştirerek Dünya'yı daha yaşanabilir bir yer hâline getirmek için. Eğer ben Tanrı olsaydım Dünya daha iyi bir yer olurdu diyorsanız. Dünya'yı daha iyi bir yer haline getirmek için çalışmaya hemen başlayın kaybedeceğiniz bir şey olmaz. İrem Kaftan Kalbimizdeki İki Duygu: Aşk ve Özlem Kalbim hayatımda ilk defa dizgilerinden kurtulmuş bir at gibi coşkulu ve hızlı atarken bedenim de soğuktan dolayı ellerini kenetleyerek küçücük vücudunu ısıtmaya çalışan bir kız çocuğu gibi titriyordu. Benliğimi kontrol altına almaya çok yakın olan bu büyülü duygu karmaşası beni tutkulu birlikteliklere mi, heyecanlı maceraları mı, yoksa ıstırap verici yitirilişlere mi sürükleyecekti bilmiyordum ama halimden hiç olmadığım kadar memnundum. Sanki karşımdaki insanın ruhuna karışıp hayatın güzelliklerini keşfe çıkmış ve kalbimi o insana emanet edip geriye bakmadan aydınlık günlere ilerliyormuş gibi hissediyordum. Kısacık yaşantımın bir taraftan bütün eksik yanlarımı tamamlayan diğer taraftan da kalbimin en derin noktalarını bile doldurmaya yeten ilk aşk hikâyesi de işte böyle başlamıştı. Geçen hafta en sevdiğim şiirlerden biri olan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Bir Pınarsın”ını okurken mazide kaldığını düşündüğüm ilk sevgi yolculuğumun kırıntıları duygu ve düşüncelerimi ele geçirmeye başladığı için onlara kulak vermeden duramadım. Altı yıl öncesine dönüp ‘o’ kişiyi ilk kez gördüğüm zamanı hatırlıyorum da ne kadar da masum hayaller kurmuştum aklımda, bir annenin yeni doğmuş çocuğuna dokunmaya kıyamaması gibi ben de ona hemencecik yaklaşamamıştım, beklemiştim. Karşımda tüm çıplaklığıyla duruyordu; karakteri, benliği, eksiklikleri, güçlü yanlarıyla ilgili hiçbir bilgim yoktu, sadece gözleri bana tüm ihtişamı ve güzelliğiyle parıldayan yıldızlarla dolu bir gökyüzünü çağrıştırıyordu. Kısa bir ‘merhaba’ ile o anın büyüsü bozulsa da hiç unutamayacağım üç yıla adım atmıştım, bir noktaya kadar hızla mükemmeliyete doğru ilerleyen sonra da yavaşça üzüntülerle şekillenen koskoca üç yıla. Birini kendi benliğinizden bile taviz verecek kadar çok sevdiğiniz ve onu kaybetmemek için elinizden geleni ardına koymadığınız zamanlar olmuştur, işte ben o haldeydim. Bu durum karşılıklı olduğu için beni acı dolu, geçmek bilmeyen günlere sürüklemek yerine ‘o’ kişiyle hayatımı renklendirme şansını bana sunmuştu. Onun kalbimdeki yerini en doğru ortaya koyan ifade “varken doyulamayansın, yokken dayanılmayan” (Oğuzcan, Bir Pınarsın) cümlesi olmuştu. Sürekli yesem bile tadına doyamadığım bir tatlı gibi ne kadar onun yanında dursam da ellerimiz birbirinden ayrıldığı anda onu özlemeye başlıyor, sevgim şehvetli ama fazlası zararlı olabilecek bir bağımlılığa doğru yol alıyordu. Sanki onun gülümsemesinde bir bahar sabahı güneşin doğduğunu görüyor, hayallere dalıyor ve onunla olduğumda zamanın neden durmadığından yakınıyordum. Şiirin dizelerinde kendi benliğimden izler bulmaya çalışırken aynı zamanda aklımda beliren bu düşünceleri de hızlıca savuşturmaya çalışıyordum. Kısa bir dörtlükten oluşmasına rağmen kalbimin en derinlerine gömdüğümü düşündüğüm mutlulukları ve üzüntüleri gün yüzüne çıkarmama yardımcı olan bu etkileyici şiir bana sadece ilk aşkımı değil özlemek kavramını da hatırlatmayı başarmıştı. Özlem duygusunu aklımda hep insanlarla özdeşleştirmiştim çünkü bir olayı, bir vakti ya da hayatımızdaki küçük bir detayı bir daha aynısını yaşayamayacağımızı bilsek bile özlemek bana anlamsız gelmişti. Zamanda yolculuk etmek mümkün olmadığı için eskiye dönük anıları geri getirmemiz mümkün değildi ama bir insanı hala hayattayken tekrar bulup özlemimizi gidermek mümkündü. Aklımın sonsuzluğa uzanan yönlerini kullansam bile çoğu durumda duygularıma yenik düşerek hareket ettiğim için insanları özlemek konusunda hiç başarılı olamamıştım. Birini özlediğimde içimdeki duygular kopmasına çok az kalmış bir fırtına gibi yükselmeye başlar ve elime geçen ilk fırsatta o kişinin yanına gitmeme yol açardı. Kalbimi dağlayan gri sis bulutlarını dağıtmanın başka bir çaresi yoktu. Hayatın bir saniye sonra bizlere ne sunacağı büyülü bir belirsizlik olduğu için birini özleyip onu görememe halinin çaresizliğini hiçbir zaman hissetmek istemiyor, belki de böyle yaparak kolaya kaçıyordum. Hayatımdaki bazı kişiler “bir pınarsın sen içilen ama hiç kanılmayan” (Oğuzcan, Bir Pınarsın) dizelerinin vücut bulmuş haliydi. Onların yanında susuzluğumu gideriyor, kendime geliyor ama uzun süreli ayrılıklara dayanamıyor, yaşamayı sürdürmek için onların varlığına ihtiyaç duyuyordum. Gün boyunca dost dediğim insanlarla beraber olduktan sonra eve geldiğimde telefonumu elimden düşürmeden onlarla konuşuyor, sanki yıllardır haber alamadığım biriyle iletişim kuruyormuş gibi zevk alıyordum. Bu satırları yazdığım gün şiirin üstünden belki de onlarca kez geçtim. Her seferinde aklımda öncekilerle bağdaşmayan çağrışımlar beliriyor, farklı dünyaları keşfe çıkıyordum. Şiiri son okuyuşumda “seveni yanıltmayan, sevince yanılmayan” (Oğuzcan, Bir Pınarsın) dizelerinin sahibinin kim olduğunu merak etmeye başladım. Birine karşı kalbimizde küçücük bir şüphe bile olmadan saf sevgi beslemek hepimizin sahip olmak istediği bir değerdi ama kolay elde edilmiyordu. İlk aşkımın beni yanıltmayacağını düşünmüştüm ama böyle olmamıştı, hayat hayallerimdeki kadar tozpembe olmadığını bana birçok kez göstermişti. ‘İşte bu benim ruh eşim’ dediğim kişiyle beraber olduktan sonra bu şiiri tekrar okuduğumda dizelerin bana daha anlamlı geleceğinden emindim çünkü ancak doğru kişiye karşı aşkın o insanı deli edici tarafını hisseden bir kişi bu şiiri tamamen özümseyebilirdi. Kaynakça “Bir Pınarsın İçilen Ama Hiç Kanılmayan”. Kültür Sanat Edebiyat Şiir. y.y. 14 Haziran 2014. Web. 23 Eylül 2017. Eylül Hazal Taşkın Distopyada Yaşamak Hayatın monotonlaşan akışında farklı bir birey olmak, kömür madeninden çıkarılan elmas gibi neredeyse imkânsız ve gerçekleşmesi güç bir olgu. Yıllardır yazarlar, siyasetçiler, felsefeciler ve bilim adamları ideal bir toplumun nasıl olması gerektiği hakkında fikir üretmişler, ancak belli bir toplum anlayışı üzerinde anlaşamamışlardır. Bu sıradanlaşan ve aynılaşan hayatta özgün olmak, kendi isteklerin doğrultusunda yaşamak toplum tarafından yargılanmaya, hatta dışlanmaya yol açabiliyor. Modernleşmeyle birlikte şekillenen hayatımız bir ütopyadan çok distopya bana kalırsa. Veronica Roth da toplumun bu tek düzeliğine dikkat çekmek için bu distopyayı yaratmış olabilir. Yazarın vurguladığı, farklı olmanın, uyumsuz olmanın yok edilmesi gereken değil, takdir ve teşvik edilmesi gereken bir özellik olduğu fikrine katılmamak elimde değil. Kitaplarda geçen olayların aslında bir kurgu değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu fark ettiğimiz zaman anlıyoruz zaten kurtuluşumuzun uyumsuzluk olduğunu. Uyumsuz olmak utanılacak değil, gurur duyulacak bir özellik; her insan ilk olarak bu düşünceyi benimsemeli, savunmalı ve yaşatmalı. Yaşadığımız toplumun, yıllardır kitaplarda bahsi geçen distopya örneklerinin bir benzeri olduğu yüzümüze tokat gibi çarptığında görmeye başlıyoruz gerçekleri, toplumun bizden koparıp aldıklarını. Uyum sağlamak için yaptığımız fedakârlıklar ağır gelmeye başlıyor yaşadığımız aydınlanmadan sonra, omuzlarımızdaki bu ağırlığı kaldırmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Farklı olanın yok edilmesi, dışlanması ve uyumsuz bir birey olmanın suç sayılması, içinde bulunduğumuz distopyanın çirkin ve acı yüzü. İnsan ırkının ten renkleri bile farklıyken, herkesin siyah ya da beyaz olması baskılanıyor toplum tarafından. Oysa ben, siyahın içindeki gökkuşağı olmanın, o tek renklilik arasında kaşıkçı elması gibi parlamanı sağladığını düşünüyorum. Değişik fikirler toplumun ilerlemesini sağlamıyor mu zaten? Farklı renkler, farklı dokular nasıl bir araya gelip bir kilim ortaya çıkarıyorsa; farklı kişilikteki insanlar da uyum içinde yaşayıp ideal toplumu oluşturabilir fikrimce. Herkesin kabul ettiği fikirleri benimsemek zorunda değiliz; başkalarının bizim için belirlediği kadere boyun eğmek, herkes ile aynı hayatı yaşamak zorunda hiç değiliz. Hepimiz bir bireyiz, bu toplumun bir parçasıyız ve hepimiz birbirimizden farklıyız. Bizi biz yapan da bu farklılıklarımız. Hayata gerçek anlamıyla tutunmak istiyorsak, kendimizden bir iz bırakabilmek istiyorsak kimseye boyun eğmemeli, bizi değiştirmelerine izin vermemeliyiz. Yaşadığımız bu distopyada, ancak mücadele ile hayatta kalabiliriz. Sen Ayşe’sin, ben Eylül. Adlarımız, görünüşlerimiz gibi kişiliklerimiz de farklı. Kendimize özgün özelliklerimiz var belli kalıplara sığdırılamayacak, etiketlenip gruplandırılamayacak. Biz, uyumsuzuz ve bununla da gurur duymalıyız. Olması gereken kalıplar değil, yaşatılması gereken özgünlükler bu hayatta. Gerçek hayatta karşımıza çıkmaz dediğimiz ve bizi hayrete düşüren birçok olay ve olgu, aslında tam olarak burnumuzun dibinde. Hatta içinde yaşıyoruz o hayal sandığımız gerçek dışı hayatın. Yaratılmaya çalışılan bir ütopya ama tam tersi bir şekilde bir distopyada yaşıyoruz bana göre. Kendine has olan tüm özelliklerinin yok edilmeye çalışılan, belli bir kalıba ve gruba girmeye zorlandığın, seni sen yapan her şeyini kaybettiğin bir dünya. Distopyada yaşamak bu denli zor ve acı tam olarak. Farklı olmak bir suç değil ki farklılığını bastırasın ya da saklayasın. Sen değişmek zorunda değilsin, uyumsuz olduğun için suçlanamaz ve cezalandırılamazsın. Hayatta birçok kez karşıma çıktı toplumun silikleştirdiği, kendisinden farklı ve kendi rengini kaybetmemiş herkese öfke kusan, kin güden insanlar. Distopyamızın yarattığı tek tip, kalıplaşmış toplumumuz. Böyle bir dünyada uyumsuz olmayıp da nasıl hayattan zevk alıp, gerçek anlamda nefes alabiliriz ki zaten. USULLER VE BİZDEN GÖTÜRDÜKLERİ Biçimler, kurallar her zaman vardır. Bunlar herkesin aynı derecede yeteneksiz olduğu varsayılarak oluşturulmuş yol haritalarıdır. Hemen hemen her alanda karşımıza çıkar bunlar. Henüz ilkokulda tahtaya yazılanları tekrar etmekteki başarımız başımızın okşanmasıyla ödüllendirilir. Belki birkaç ay sonra aldığımız karne daha tatmin edicidir. Ya da sonraları girdiğimiz 5 seçenekli sınavı becerebilip girdiğimiz üniversiteler daha ikna edicidir bizim, ailemiz ve yakınlarımız için. Ancak ikinci on yılımızı tamamladığımızda bilmiyorum kaçımız farkederiz ki hayatlarımızdaki başlıca tatmin kaynağı sadece boşlukları doldurmak, kurallara uymak ve başka birinin takdirini kazanmak olmuş? Başardığımızı hissetmek için onaylanmaya muhtacızdır. Ömrümüz boyunca bir şey üretmekle, yaratıcı olmakla değil; var olan yöntemlere, kurallara bağlılığımızla sınanmışızdır. Usüllerle çeperlenmiş zihnimiz bu koşullar altında yetenekli olduğu alanlarda bile kayda değer bir eser üretemeyecektir. Türk şiirinde nice şair vardır ki bir tarz için ustalaşmıştır, ama pek de nadir üstad vardır ki kalıplardan sıyrılmış ve kalemini geçmişteki şairler değil, sadece kendisi kontrol etmiştir. Nazım Hikmet’in anlattıkları çığır açan fikirler miydi, o yeni şeyler mi söylüyordu? Bu belki de tartışılabilir. Toplumsalcılık ülkemizde Osmanlı’dan bu yana etkisini gösteren, partiler kurduran, dergiler çıkaran bir akımdı. Sadece komünizm düşünceleriyle bir şair böylesine bir etki yaratamaz. Hayır, aslında Nazım Hikmet’i böylesine sarsıcı yapan şey söylediklerinden çok onu söylerkenki ses tonuydu. Eskilerden miras kalan ölçü kurallarını, nazım biçimlerini elinin tersiyle bir kenara itmişti. Onu sınırlayacak gereksiz kuralları boşverdi. Bunu yapması ona öyle bir geniş alan tanıdı ki onun şiirleri kimi zaman kavrayış sınırlarımızı zorlar. Eserleri çağının o kadar önündedir ki onlar kimi zaman kendilerinden 20 yıl sonra doğacak “rock n roll” yıldızlarının bir başka 20 yıl sonra ortaya koyacağı çığır açan şarkıları andırır. “Makinalaşmak istiyorum” şiiriyle adeta 40 yıl sonra ortaya çıkacak “Pink Floyd”a gönderme yapmıştır. Doğunun dirilişini arzuladığı, batıya isyan ettiği “Piyer Loti” şiirinde öfkesini hissedersiniz. Hiç alışılmadık bir biçimde karşımıza çıkan eserler öyle kurulmuştur ki, onlarda içeriğin şiiri ortaya çıkar. İçerikler biçimden biçime girmek için debelenmez, biçimler içeriğe itaat eder onun şiirlerinde. Kimi zaman anlaşılması zordur. Orada göründüğünden çok daha fazlası yazıyordur. Evet, kapalılık Nazım Hikmet’e özgü bir şey değildi belki ama onu özel kılan bazen karşınıza çıkacak olan bu kapalılık içerisinde şiirinde öyle bir anlatım sunar ki her okuyuşunuzda sanki karşınızda şiiri kendisi seslendiriyormuş gibi hissedersiniz. Gözünüzün içine bakar. Öyle güçlüdür ki bu his, her dizeye, her kelimeye hatta harflere özenle yaklaşmanız gerektiğini asla aklınızdan çıkaramazsınız. Belki başkalarının kapalı şiirlerini anlamadım diyerek kenara atabilirsiniz ama eğer bir Nazım Hikmet şiiri okuyorsanız onu anlamak bir seçenek değil, bir sorumluluktur. Size şiirini okuduktan sonra cevap bekler. Anladığınız şeyi duymayı bekler sizden. Öylece çekip gidemezsiniz. Her yönüyle farklı biriyle karşı karşıyasınızdır. Fakirliği, açlığı anlatışını öylece kayıtsız kalarak geçemezsiniz. Emperyalizmin doğuyu sömürüşünü anlattığında başınızı sallamakla yetinemezsiniz. Onun şiirleri duyarlılık yaratır. Derin bir tepkiye neden olur insanda. Kitleleri uyandıracak cinsten özel bir kişilik... “Ey Beni ağzı açık dinleyen adam! Belki arkamdan bana bu kalbini
 haykırana “kaçık”
 diyen, adam! Sen de eğer ötekiler gibi kazsan, bir mânâ koyamazsan sözlerime bak bari gözlerime; bunlar :
 Deli gözbebekleri gözbebekleri!” (Nazım Hikmet, Açların Gözbebekleri)Nazım Hikmet emperyalizmden bahsetmiştir, toplumlardan, fakirlikten, hatta sanayi devriminden, belki nadir de olsa aşktan. Ancak bu konuları ele alış asla sıradanlaşmamıştır. Onu Nazım Hikmet yapan şey bağlı olduğu akım değildir. Onu bu kadar özel yapan ele aldığı konular da değildi. Nazım’ı Nazım yapan onu hapse attıran şeyle aynıdır. O, eserleriyle insanlara uykudan uyandıran tokadı atar. İlham saçar şiirleriyle. Yeni bir şey yaratma arzusu kıvılcımlanır onu okuduğunuzda. Ve Nazım hapse düşmeyi haketmişti. Çünkü Nazım Hikmet gerçekten iyi şairdi. Evet, yalnızca yazdıklarıyla sınırdışı edilecek kadar iyi bir şairdi. Öyle büyük bir üstatdı ki, öyle özgün ve tutkuluydu ki vatan sevgisi üzerine yazdıkları onu vatan haini ilan etmişti. Kitleleri etkileme, iyiye götürme gücüne sahipti o. Evet, siz siz olun ve asla kuralların dışına çıkmayın. Hayatı daima kullanma kılavuzuna göre yaşayın. Aksi taktirde bakarsınız unutulmaz bir şair olmuşsunuz. Dünya çapında saygı duyulan, imrenilen bir sanatçı olmuşsunuz. Böyle bir tehlikeyi kim göze alabilir ki? GENÇLİK Gençlik, gelecek günahlarımızın bedeli gibi gelir bana çünkü neredeyse tüm hatalarımızı gençlik zamanlarımızda yapıyoruz. Aslında bir anlamda geleceğimizin kefaretini ödüyoruz. Hiç olgun bir insanın yaptığı hatalardan dolayı acı çektiğini görmedim çünkü onlar hatalarını toparlamaya ve her şeyi yoluna koymaya çalışırken hatalarını unuturlar. Oysa en çok gençken hatalar yakıyor canımızı, büyüdükçe olgunlaştıkça o kadar da acımıyor kalbimiz. Günlerce kıvranıp duruyoruz karın ağrısıyla, ağlamaktan canımız çıkıyor ve kendimizi dış dünyadan soyutluyoruz. Yaşça çok büyük biri olduğumu söyleyemem ama hatalarım çok yakıyor canımı. Bir hata yapıyorum ve sonucunu bir ömür çekecekmişim gibi hissediyorum. İşte bu yüzden özgür de olamıyorum, içimden geldiğince de yaşayamıyorum ve korkusuzca önüme, geleceğime bakamıyorum. Bu yüzden çok etkiledi beni Deniz Benim Kardeşim, okurken bende olmak istedim o kırık dökük masaları olan barda ve bilinmeyene doğru giden gemide. Özgürlüğü ciğerlerine çeken o gençlerden biri de ben olmayı çok istedim. Genç olmak ne demek bilemiyorum, yaşım daha varmadı yirmiye ama hatalarımdan ders alacağım yaşta hata yapmaktan korkuyorum. Hep özenmişimdir istediği gibi, arkasına bakmadan, yolun sonunu bilmeden koşan yaşıtlarıma çünkü sonunu göremediğim işlere daha hiç kalkışmadım, kalkışamadım. Korktum… Bu yüzden özgür yaşamayı hep korkusuz yaşamak olarak anarım ama özgürlüğün tanımı bu kitabı okumamla beraber biraz daha genişledi ve ucu bucağı görünmeyen masmavi denizin üstünde bir yolculuğa çıkmak, denizin tuzlu tanelerinin yanaklarıma değmesine izin vermek oldu. Bolca ağlamak, bolca gülmek, bolca tartışmak, ama kimseyi incitmeden, ve tüm bunları yanımda olmasını istediğim insanlarla yapmak istiyorum. Bir yandan da, kapkaranlık bir sokakta tüm kinimi haykırmak istiyorum, bana tüm o aşk acılarını yaşatan kalbimin katilini yumruklamak istiyorum ve sonra ağlayarak denize inmek istiyorum. İçimdeki kederi, yaptığım hataları dalgalar alıp götürsün istiyorum. Küçük bir bankta, cüzdanımın içinde kıvrılan sigarayı bulup yakmak istiyorum. Bütün bunları yapmak bana genç olduğumu hissettirecekse ben de bunları yapmak istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Hayallerim var, saçma sapan ya da anlamsız çoğu ama benim de hayallerim var. İşimi gücümü, ailemi arkada bırakıp tanımadığım bir adamla denize açılacak kadar çılgın olmasam da içimde bir yerlerde benimde doğduğum yeri bırakıp deniz kenarında küçük bir evde yaşamak gibi hayallerim var. Hiçbir şeyim olmasa da sabah uyandığımda kalbimi yerinden çıkartmaya yetecek mavi bir denizim olur. Her baktığımda özgürlüğü ciğerlerime çekerim. Öğle saatlerinde kahvemin o acı tadını tadar sonra da denizin serin sularına bırakırım kendimi, dalgalar görürür beni gittiği yere. Belki de o zaman iliklerime kadar özgürlüğü tadabilirim. Hayattan tüm beklentim bu aslında ve istediğim bu hayata ulaşana kadar da hata yapmamam imkânsız. Zaten hepimiz hatalarımızın bir ürünü değil miyiz? Düşüp kalkmadan nasıl yürüyebilirim ki, hiç tökezlemeden, bir yerlerim kanamadan nasıl büyüyebilirim ki? Bir yandan hiç hata yapmamak, bir yandan da hatalarımın beni götüreceği yere hemen varmak istiyorum. Gençken büyümek, şimdiden kanatlarımı çırpıp süzülmek istiyorum hayallerimin arasında. Bunları düşünürken, bir an önce ulaşmak istiyorum başkaları için küçük ama benim için kocaman olan hayallerime, denizime, kahveme ve daha da büyümeden, yaşlanmadan hayatı yaşamaya başlamak, nefes almak, her günün tadına bakmak, korkmamak istiyorum. Korkudan titreyen ben, özgürlükten kaçan gençliğim, Kerouac’ın kitabını okuduktan sonra başka bir hale geldi. İçimde gizliden gizliye beslediğim tüm hayallerim, hedeflerim ortaya çıktı ve hayallerime sarılıp, onlara ulaşmak için hiçbir yola sapmayıp ilerlemeye itti. KAYNAKÇA: Kerouac, Jack. Deniz Benim Kardeşim. Çev. Garo Kargıcı. İstanbul: Siren Yayınları. 2015. Baskı Selin Güngör RUHA DOKUNAN KİTABIN MÜZESİ Bazı anlar vardır hiç bitmesin istersiniz ya da o anı ölümsüzleştirebilmek. En güzel ölümsüzleştirme şekli bence fotoğraf çekmektir. Belki de bu nedenle evlerimizde rafları, duvarları, ofisimizde masalarımızı pek çok fotoğrafla süsleriz. Belki de koca günün stresinden bir fotoğraf karesiyle uzaklaşıyoruzdur kim bilir… Fakat eski zamanlarda yaşıyor olsam sanırım ben de Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi adlı eserindeki gibi o kişiye ait eşyaları ya da o güne ait, o günü daha sonra bana hatırlatabilecek eşyaları alır saklardım. İşte bu kitaptaki eşyalar da İstanbul’daki Masumiyet Müzesi’nde sergilenmektedir. Bundan altı ay önce sevgilim Deniz, bana Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi isimli kitabını önermişti ve bir gün denk gelirsek belki de beraber aynı isimli müzeyi gezebileceğimizi söylemişti. O zaman bu fikir imkansız gelmişti fakat yine de kitabın siparişini vermiştim. Kitap geldiğinde ise kalınlığından dolayı sadece kütüphanemde yerini alan bir kitap oldu. Peki altı ay sonra ne değişti de bu kitap beni böylesine etkiledi? Aniden gelişen bir İstanbul tatili planıyla belki bu müzeyi gezme şansım da olur diye kitabı okumaya başladım ve konuştuğumuz bu hayalimiz gerçek oldu. Minik İstanbul turumuzda bu müzeye de yer verdik. Gidiş yolu kesinlikle bana göre değildi çünkü ara sokaklardan geçtik ve nedense böyle sokaklar bana korku veriyor ve anında çıkmak istiyorum. Bir de bu sefer hiç bilmediğim bir şehrin sokağında yürüyordum. Sanırım yanımda Deniz olmasa, o an vazgeçerdim. Daha sonra telefondaki haritanın yardımıyla müzeyi bulduk. Daha müzeye girmeden kitabın içine girmiştik çünkü müzenin karşısındaki duvarda “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum” yazıyordu. Bu sözü kitabın ana kahramanı daha aşk hikayesini anlatmadan söylüyor ve aslında okur, bu hikayenin iyi bitmeyeceğini bir şekilde hissediyor. Bu söz ayrıca beni korkutuyor da çünkü bir gün bu sözü söylüyorsam o zaman mutlu değilimdir ya da o günlere çok özlem besliyorum demektir diye düşünüyorum. Hayat elbettte iniş çıkışlarla dolu fakat yine de bu sözü söylemek zorunda kalmam umarım. Fotoğraflar bize aittir. Daha sonra üç katlı müzenin gişesinden biletimizi aldık. Deniz’in bileti normal ziyaretçi biletiydi fakat benimki özeldi. Kitabın son bölümünün içinde bir bilet kısmı var ve kitapla gidenlere özel kitap bileti veriyorlar. Bence bu bilet, yolumuz düşerse müzeye gidip her şeyi yerinde görmek için çok büyük bir teşvik. Müzede sergilenen eşyaların hikayesi kitapta anlatılıyordu ve müzenin ilk katında, ilk bölümü temsil eden, koca bir duvar dolusu sigara izmaritleri vardı. Kimisi ana kahraman Kemal’in kimisi ise aşkı Füsun’undu. Çok etkileyiciydi çünkü yüzlerce izmarit vardı, kimisi rujlu, kimisi az içilmiş, kimisi hırsla söndürüldüğü belli şekilde kıvrılmış… Altlarında ise kitaptan sözler yazıyordu, onların konuştuğu. Adeta karşımda konuşuyorlar ve bir sigaradan ötekine geçiyor gibilerdi. Sanırım sadece beş dakikayı o duvara ayırdım ve geri kalanı için de daha çok heyecanlandım. Üst katta ilk sergilenen Füsun’un Kemal’de kalan küpesiydi. Ben kitabın sadece yarısını okuyabilmiştim fakat her bölümde bu küpeden hemen hemen söz ediliyordu. Bu nedenle çok merak ediyordum fakat görmem çok büyük hayal kırıklığı oldu. Ben, Füsun’u hep minik ve sade hayal etmiştim ama bu küpe kocaman, altın, telin bükülmesiyle yapılmış bir kelebeğin ucundan sallanan F harfli bir küpeydi. O an kitaba dair kafamda kurduğum her şey yıkıldı. Sanki bir yalana inanmışım gibiydi, oysa kafamda canlandırdığım aşk, insanlar, eşyalar çok farklıydı. Kitap mı film mi tartışması hep yapılır ya bu müze de adeta öyleydi. Sanırım kitap daha güzelmiş, yazarla baş başa kalmak, kelimelere anlam yüklemek, somut şeylere anlam yüklemekten daha özelmiş. Beni böyle etkileyen diğer bir bölüm ise son okuduğum, “Zaman” adlı bölüme ait eşyalardı. Onlarca saat vardı. Kemal hepsini Füsunlara gidişinde bir şekilde almıştı. Fakat nasıl bir insan utanmadan bu kadar çok saat “çalabilir” aklım almadı. Burada Füsun’un saati aynı hayalimdeki gibi inceydi, narindi ve aklımdaki imajına uyuyordu. Sanırım müzeden gitmeden önce kitapla ilgili izlenimlerim normale dönmüştü. Daha sonra en üst kata çıktığımızda sanırım en çok etkilendiğim ikinci yer burası oldu. Sadece basit bir yatak odası simülasyonu, kitabın taslaklarıyla beraber çıkarılan bölümler, dizgiciye notlar ve duvarda bir söz vardı. Taslakları okumak beni çok heyecanlandırdı çünkü çıkarılan bölümleri okumak bilinmeyen bir dizeye ait senaryoyu bilmek gibiydi, özel kılıyordu bence oraya gidenleri ve üst kata çıkanları. Daha sonra Orhan Pamuk’un sayfalarca, defterlerce yazdığı el yazılarını görmek bence imzasını almakla eş değerdi. Bunun dışında müzenin yapılmadan önce eşyaların yerleri ve katların planlarının çizimleri, yazarın kenarlara çizdiği küçük resimler, dizgiciye kırmızıyla yazdığı ve karşımda konuşuyormuş gibi hissettiren notlar… Orhan Pamuk oradaydı, görmüyordum ama hissediyordum. Bize bakıyor ve etkilendiğimizi görüp gururla gülümsüyordu. Duvarda, yatağın tam karşısında kitabın son sözü yazıyordu. Biliyordum çünkü bir kitabın içine girdiğimi hissettiğim an son sayfasını okurum ve olayları tahmin etmeye çalışırım. Yine bu kitapta da yapmıştım ve duvarda “Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım.” yazıyordu ana kahramanın imzasıyla. Yatağın tam karşısında olması sanki oraya bakarak, yatağında yatarak, huzurla ölmüş gibi hissettirdi ve çok etkilendim. Biz de bu mutlu yazının altında, mutlu bir Fotoğraflar bize aittir. fotoğraf çektirerek minik müze gezimizi bitirdik. Okuduğuma ve gezdiğime değdiğini düşündüğüm sayılı eserler arasında ilk sıradan yerini aldı böylece Masumiyet Müzesi… Berkem GÖĞÜSGER Fotoğraflar bize aittir. Fatih Özyurt 21100538 Oktay İkinci Turk 102-8 Yılanların Öcü: Ezen ve Ezilen İlişkisi Yılanların Öcü romanı geniş bir karakter kadrosuna sahip olmasına rağmen bu kişiler ezilen, fakir köylü, ezen, zengin memur ve bürokratlar olmak üzere iki kısımda ayrılıyor. Temel anlamda olaylar ezen ezilen ilişkisi çatısı altında toplandığı söyleyebilirim bu bağlamda romanda bulunan bu özellik romana ayrı bir hava kattığını düşünüyorum. İnsanlar bir takım sıfatlarından damıtıldığında ortaya temel iki tip insan türü çıkar: Ezen ve Ezilen. Karakterlerin, güçlü ile güçsüz arasında insanlık boyunca devam eden bir savaşın etrafında toplandığını belirtmekte fayda var ve kitabın isminden de anlaşılacağı üzere kötülük simgesi olan yılan meteforunun bu savaşta güçlü olan tarafı temsil ettiğini düşünüyorum ayrıca ezilen tarafın yani Kara Bayram ve ailesinin yılanlar ile mücadelesi romanın temel direği. Fakir Baykurt bu romanıyla günümüzde dahi siyasi düşüncelerin odak noktasında var olan ezen ezilen ilişkisini Anadolu gerçeği ile harmanlamış ve bunu yaparkan de yerli bir gerçeği yerli bir dil ile anlatmış. Bu bağlamda Fakir Baykurt’un bu eseri elit edebiyatın köye indirgenme sürecinde bir mihenk taşı olduğu su götürmez bir gerçek. Romanı karakterler olarak incelediğimde ise şaşırdığımı söylemeliyim çünkü köy hayatını işleyen bir romanda baskın karakterler genellikle evin erkeği iken Yılanların Öcü bu bağlamda okuyucuyu ters köşeye yatırıyor. Kara Bayram’ın annesi Irazca oğlu bayram üzerinde mutlak otoriteye sahip, köylü üzerinde sözü dinlenen ve köy yaşamında devleti temsil eden Muhtara dahi kafa tutabilen bir karakter. Çünkü geleneksel Anadolu yaşamında kadınlar erkeğinin sözünden çıkmaz, çıkamaz, değil devlete kocasına bile 1 Fatih Özyurt 21100538 Oktay İkinci Turk 102-8 karşı koyamaz bir yapıya sahip olduğu su götürmez bir gerçek. Olaylar Bayram’ın çevresinde dönsede olaylara yön veren Irazca bu bağlamda beni çok şaşırttı. Muhtar karakterinin ise çok gerçekçi olduğunu söylemekte fayda var. Muhat Cımbıldak Hüsnü romanda gücü, zenginliği ve otoriteyi yani devlet memurunu temsil ettiğine inanıyorum. Günümüzde dahi Hüsnü karakterine benzeyen birçok devlet memuru var. Bu türden memurlar romanda olduğu gibi gerçek hayatta da kibirli, gösterişi seven, bağlı bulunduğu üst yöneticiye menfaatleri gereği yalakalık yapan ve bu konuda sınır tanımayan insanlar romanın yazıldığı dönemde olduğu gibi günümüzde de varlar. Muhtar Hüsnü’nün yani ezen kesimin romanda sarf ettiği sözler ezilen kesimi yani köylüyü nasıl manipüle ettiğini bizlere anlatıyor. “Bahusu şimdi ortalıkta bir demokratçılar var. Dikkat edin, çilik değil, çılık ! Malum ya, çilik başka, çılık başka. Demokratçılıktan amaç, herkes nerde sen de orda olacaksın demektir. Şimdi bir işe başladın mı, çoğunluk diyorlar. Çoğunluk hayhayı bastı mı ‘Hayır’ deyenin hali harap. Anlaşıldı mı arkadaşlar ? Bundan böyle muhalifik, 1 münafıklık yoktur. ‘Hayır’ demek yasak edilmiştir” Haceli’yi ise sınıf atlamaya çalışan ve bu uğurda tüm kötülükleri yapmayı göze alan bir tip olarak düşünüyorum. Çıkarlar için Muhtarın yani devlet memurunun yani devletin yanında yer alan bir karakter olarak tanımlanabilir. Romanın vermek istediği mesaja gelecek olursak; insanlar hangi şartlarda olursa olsun, ne şekilde ve ne amaçla olursa olsun başkalarının haklarına saygı duymalı, zayıf ve yoksul kesimleri ezmeye çalışmamalıdır. Güçsüz ve fakir olan Kara Bayram ve ailesinin ezenler ile yani yılanlara ile verdiği mücadele güçlülerin egemen olduğu toplumda zayıfların haklarını korumaları ve mücadele etmeleri gerektiğine dair bir örnek. Belki de verdiği 2 Fatih Özyurt 21100538 Oktay İkinci Turk 102-8 bu mesaj yüzünden romanın sol propaganda yapıldığı iddia edildi, yazarı Fakir Baykurt hakkında soruşturma açıldı ve öğretmenlği elinden alındı. Yılanların Fakir Baykurt’dan öcünü bu şekilde aldığını düşünüyorum. 3 Tuğba Tandoğan Yaşam ve Kabullenme İnsanların beklentileri, hayalleri ve gerçekleri var. Doğası gereği doymayan bir varlık olduğumuzdan ötürü bazı noktalara ulaştığımızda bile kendimizi durduramıyoruz, yeni çıtalar koyuyor, yeni engeller çıkarıyoruz. Diğer bir yandan hepimizin bir ideali, olmak istediği ya da olmaya çalıştığı bir profil, başka bir insan kalıbı yok mu? Örneğin, takip ettiğimiz bir oyuncu, başarılarını hayranlıkla izlediğimiz bir sporcu ya da en basitinden hayatımızdaki bir kişi. Sanki o kişi olsak, kendimizi daha fazla sevebileceğiz, kendimize olan saygımız en üst seviyede olacak ve doygunluğa ulaşacağız ama bu durum sadece yeni bir hedef belirlememizle son bulacak bir serüven gibi. Bence aslında olay da burada, özümüzü kabullenmemizde başlıyor. Sonuçta bizi biz yapanın iyisiyle kötüsüyle yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız olduğuna inanıyorum. Hayatımızın iyi ve kötü günleri oluyor ve olacak, hatta birçoğumuz için kötü iyiden daha ağır basıyordur. Daha fazla hayal kırıklığı, daha fazla başarısızlık ve daha fazla hüzün doğuyor ama asıl bizi geliştirenler de bunlar olmaz mı diye düşünüyorum. Çok sevdiğim bir söz geliyor aklıma Samuel Beckett’dan: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil.” Bence devam etmek için itici bir güç arayanların baş ucu sözü olabilir. Peki, tüm duygusal yıkıntıların yanında; üstüne düşünerek kendimizi yenilememize, bir seviye daha üste çıkabilmemize etken olanlar, yani yenilgi olarak nitelendirdiklerimiz, nefretle andıklarımız olmaz mı? Onlar sayesinde bir daha ki sefere kaybetsek bile daha iyi kaybederiz diye düşünüyorum. Diğer bir yandan, öğrendiklerimizle kendimize yeni bakış açıları ve fikirler katarak toplum yargılarının onayladığı bir insan olma özelliği geliştiririz. Her aşamamızda tecrübelerimizi tekrar gözden geçirebilmemiz ve bunun üzerinden olaylara normalin dışında bakabilmemizin bizi özel ve değerli yapacağına inanıyorum. Mesela, geçirdiğimiz ağır bir kaza sonrası iyileşme sürecimizde olaylara ve insanlara bakış açımızın değişmesi ve birçok şeyi sorgulamaya başlamamız bizi daha açık görüşlü bir insan yapar. Tüm kötüler, tüm bu üzüntüler çok harika şeyler de bize çok fayda sağlıyor şeklinde bakmaya çalışmıyorum aslında olaya, asıl değinmek istediğim nokta: Bir gün geldiğinde bunların faydasını görebilmek. Aslında, “O gün çok nefret etmiştim ama beni şu yönde çok geliştirdi.” diyebilmekten bahsediyorum, başka bir yere taşınmak zorunda kaldığımızda oradan nefret etsek bile oradaki yaşamımızın bize çok farklı şeyler kattığını düşünmemiz gibi. Bizi oluşturan şeyler, yani tecrübelerimiz de karşımıza çıkanlar ya da tercihlerimizle oluşuyor ne de olsa. Sonuçta, insan daima doğru kararlar verebilen bir varlık değil, nasıl daima doğru olabilir, nasıl hatasız ve mükemmel bir mantık yetisine sahip olup ilerleyebiliriz? Yaptığımız hatalarla karakterimizi oluşturarak ve her şeye rağmen pişman olmadan devam edebilmek bizi daha güzel yapmaz mı? Aslında benim gözümdeki ideal insanın oluşması da bu noktada çıkıyor olsa gerek. Bence oturmuş bir kişilik, yaptığından ve tercihlerinden pişmanlık duymayan bir insan olabilen ve yaşadıklarından maksimum fayda ile çıkabilendir. Düşününce, bir gün geldiğinde birine geçmişte bırakmak istediklerimizi açtığımızda, onunla paylaşım yaptığımızda pişmanlık değil rahatlama hissedebilmeyi hangimiz istemeyiz ki? Aslında Stefan Zweig’in Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat kitabında Bayan C. için bu çaresizliği görüyoruz. Bizim kabullendiklerimize birçok insanın ayıplayarak ya da acıyarak bakacağını bilmek çok yaralayıcı oluyor. Sadece doğru kişileri bulduğumuzda paylaşabileceğimiz şeyler, cesaretli olduğumuz halde bizi cesaretsiz bir tavır sergilemeye sokan durumlar bütünü, bence dünyamızın en üzücü parçasını oluşturuyorlar. Ancak dışarıda her karakterden ve düşünceden insan olduğunu bilmek bir nebze rahatlatıcı olabilir. Karşındakinin göz devirmelerine, alttan alta laf söyleme çabalarına maruz kalmadan, kendimize olan güvenimizi zedelemeye çalışmayan bir kişi ile karşılaşma ihtimalimiz de yok diyemeyiz. Aslında burada başka bir düşünce de ortaya çıkıyor: Kendinden utanıyor musun ya da pişmanlık mı duyuyorsun da böyle bir insan arayışına giriyorsun temalı bakış açısı. Fakat bu bakış açısının kanaatimce oldukça kusurlu ve sinir bozucu olmasının nedeni insanı suçlayıcı bir özellik taşıması ve insan psikolojisi üzerine olan anlamsız yargısı olabilir. Maalesef bir şeyi kabul etmek, ona karşı olan tavırları görmezden gelebilme özelliğini bize vermiyor, bu yüzden de insan ve toplum seçimimiz kendi ruhsal sağlığımız açısından oldukça önemli bir hal alıyor. Sonuç Tuğba Tandoğan olarak, daimi rasyonel bakış açısına sahip ve kusursuz yaratıklar olamayacağımızdan ötürü kendimizi kabullenmeliyiz. Stefan Zweig’in mükemmel bir incelikle yazdığı Bayan C. gibi bir gün içinde hayatımızı tamamıyla değiştirebilecek kararlar alsak bile bunları bir parçamız olarak kabullenme yetimizi geliştirmeye odaklanmamız gerektiğine inanıyorum, en azından kendimiz için. Çünkü bunları başardığımızda gerçekten özgürleşebileceğiz. Tuğba Tandoğan Kaynakça Zweig, Stefan. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat. 6. Basım İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2016. Claesz, Pieter. Vanitas – Still Life. 1625. Yağlı boya. Frans Hals Museum. Haarlem Elif Kuvanlık SONU YOK SANDIM Hayatta en zor kabullendiğim olaydır “bitişler”. Birinin yaşamının bitmesi, bir ilişkinin bitmesi ya da üzerinde çalıştığım bir şeyin sonlanması benim için hep zor olmuştur. Genelde hayatımdaki her türlü şeye çok çabuk bağlanan bir insanım. Hayatımdaki kişilere hep çok değer veririm, çok severim ve onlardan kopma düşüncesi bile beni çok korkutur. Sevdiğim bir işi yaparken de öyledir, bir an önce başlayıp bitirmek isterim fakat bittiğinde de canım çok sıkılır. Boşluğa düşmek de hayatımda hep olan bir kavramdır. Bir şeyi kaybetmenin sonucu budur benim için. Hep çok zor dönemler geçirdim bu yüzden. Bir insanın verdiği huzuru ve sevgiyi kaybetmek boşluğa düşmekten farksızdır benim hayatımda. Tarif edilemez bir huzursuzlukla dolar içim, bazen nefes alamam, yaşamımda önemli olan temelleri bile yapmak istemem. Çünkü bitmiştir. Son noktadır o, bir daha oynanması mümkün olmayan bir tiyatronun perdelerini son kez indirmesi gibidir. Ama bir insanın hayatındaki bir ilişkiyi, bir olayı nasıl bitirebildiğini çoğu zaman anlayamam. Özellikle de karşısındaki insanla uzun zaman boyunca güzel şeyler paylaşmışsa ve verilen değer gözle görülebiliyorsa. Bu yüzden hiç alışamamışımdır gidişlere ve bitişlere. Anlayamadığım bir diğer konu ise bitti denildiği yerde nasıl bitebileceğidir. Bazı insanlar vardır ki “bitti” dediği anda her şeyi bitirir kafasında. Belki düşünür yine, aklına gelir yaşananlar ve dışarıya göstermez bunu ama gerçekten bitmiştir. Bazı insanlar da benim gibi yaşananların, bitmesinin üstünden aylar geçse bile çıkaramaz olanları aklından, düşünüp durur. Tam olarak benim dediğim durum Ali Lidar’ın “Z Raporu” adlı eserinde şu cümlelerle dile getirilmiştir: “Bana, bitti denilen şeyin, bitti denilen yerde, bitti denir denmez nasıl bitebildiğini anlatabilecek biri varsa, söz ilk biralar benden.” Çünkü anlam veremiyorum, nasıl hemen bitebilir? Aslında olan tamamen kişiyle alakalıdır. İstediği kadar çok bağlanmış olsun, sonrasında unutup unutmamak, düşünüp düşünmemek, gerçekten bitirip bitirmemek tamamen ona kalmış bir şeydir. Bir söz vardır, her bitiş yeni bir başlangıç içindir diye. Belki de bir şeyin bitmesi insanın karşısına çok daha güzel fırsatlar çıkarır, ona daha yardımcı olacak, daha iyi fırsatlar. Daha güzel insanlar çıkarır, daha güzel hayatlarla kesiştirir. Başta böyle görünmeyebilir, her şey çok daha kötü olacakmış gibi durabilir ama “her yağmurdan sonra gökkuşağı çıkar.” Bu nedenle hayatımızın sadece bir bitişten dolayı tamamen biteceğini düşünmektense, bize katmasının olağan olduğu durumları düşünmek daha iyi sonuçlara ulaştırabilir. Ben de en son yaşadığım “bitişten” sonra böyle yapmaya başladım. Bu da benim başlangıcım oldu. Artık yaşadığım hiçbir olaya “hayatımı şekillendiren” bir şeymiş gibi bakmamayı öğrendim. Her yaşanmışlığımdan kendime bir pay, hatta bir ders çıkarmayı, bana üzüntüden çok daha güzel duygular katabileceğini, hayatımda çok güzel değişiklikler yapabileceğimi ve bunlara göre kendimi çok farklı ve iyi bir şekilde yetiştirip geliştirebileceğimi öğrendim. Gerçekten de bir sonun yeni bir başlangıca kapı açtığını gördüm. Aynı sayfayı defalarca karalayıp yırtmaktansa beyaz bir sayfa açmanın her şeyden daha önemli olduğunu anladım. O zamandan beri de daha mutluyum, daha umutluyum. Hayatımdaki çoğu şeye daha olumlu bakıyorum ve eskiden yapamayacağımı düşündüğüm her şeye bir adım da olsa daha yakınım. Çünkü düştüğüm boşlukta kendimi buldum, kim olduğumu anladım ve buna göre davranmaya başladım. Neleri yapabileceğimi, nasıl yapabileceğimi ve bana neyin ne katabileceğini gördüm. Şimdi iyi ki diyorum, bazı şeyler iyi ki bitmiş. Yasin Balcancı ZİHİN SİNEMASINDAN BAŞYAPITA Uzay, tarih (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) e(cid:374) (cid:271)üyük (cid:373)erak ko(cid:374)uları(cid:374)da(cid:374) (cid:271)iri ol(cid:373)uştur. Eski (cid:373)ede(cid:374)iyetlerde (cid:374)eredeyse tü(cid:373) (cid:271)ili(cid:373) ada(cid:373)ları (cid:373)ate(cid:373)atikçi veya fizikçi ol(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ya(cid:374)ı(cid:374)da (cid:271)irer gök(cid:271)ili(cid:373)(cid:272)iydiler. Gü(cid:374)ü(cid:373)üzde ise i(cid:374)sa(cid:374)oğlu olarak ke(cid:374)di gezege(cid:374)i(cid:373)iz dışı(cid:374)da (cid:271)ir gök (cid:272)is(cid:373)i(cid:374)e ayak (cid:271)as(cid:373)ış çoğu(cid:374)u da tek(cid:374)olojik ayrı(cid:374)tılı şekilde gözle(cid:373)le(cid:373)iş duru(cid:373)dayız. Uzay, (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) de ve bir imkânlarla küçüklüğü(cid:373)de(cid:374) (cid:271)eri ilgi duyduğu(cid:373) ve içeriği(cid:374)i (cid:373)erak ettiği(cid:373) (cid:271)ir gizdir. Baze(cid:374) istilalarla gezege(cid:374)i(cid:373)i tesli(cid:373) ettiği(cid:373) düş(cid:373)a(cid:374)ları(cid:374) yuvası, (cid:271)aze(cid:374) de (cid:271)u gezege(cid:374)e yaptığı(cid:373)ız eziyetleri yap(cid:373)aya(cid:272)ağı(cid:373)ız , keşfedil(cid:373)eyi (cid:271)ekleye(cid:374) (cid:271)ir evi(cid:374) hayaliydi (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) içi(cid:374) uzay. Fizik (cid:271)ilgi(cid:373) arttıkça akılal(cid:373)az de(cid:374)gesi(cid:374)e daha (cid:271)ir ilgi duyduğu(cid:373), daha (cid:271)ir hayra(cid:374) kaldığı(cid:373) kara(cid:374)lık (cid:271)ir oda. Hayal et(cid:373)eye çalışırke(cid:374), "yok (cid:271)u kadar değil, daha (cid:271)üyük, daha da (cid:271)üyük" diye ke(cid:374)di(cid:373)i idraka zorladığı(cid:373) a(cid:373)a so(cid:374)u(cid:374)u (cid:271)ir türlü getire(cid:373)ediği(cid:373) (cid:271)ir sonsuzluk... Küçüklüğü(cid:373)de gü(cid:374)düzleri Ay'ı yok oluyor sa(cid:374)ırdı(cid:373). So(cid:374)rada(cid:374) öğre(cid:374)di(cid:373) ki Gü(cid:374)eş'i(cid:374) (cid:373)uazza(cid:373) parlaklığı ge(cid:272)e(cid:374)i(cid:374) süsü Ay'ı ört(cid:271)as eder(cid:373)iş. )ate(cid:374) Ay'ı(cid:374) ışığı da yala(cid:374)(cid:373)ış, ka(cid:374)dır(cid:373)ışlar (cid:271)izi. Ay Dede ge(cid:272)eleri Gü(cid:374)eş'i(cid:374) ışığı(cid:374)ı çala(cid:374) (cid:271)ir hırsız(cid:373)ış (cid:373)eğer. So(cid:374)rada(cid:374) öğre(cid:374)di(cid:373), o küçü(cid:272)ük yıldızları(cid:374) her (cid:271)iri Gü(cid:374)eş'te(cid:374) daha (cid:271)üyük ve parlak(cid:373)ış, hiç de öyle görü(cid:374)(cid:373)üyorlardı h . Kaydığı(cid:374)ı sa(cid:374)dığı(cid:373)ız yıldızlar, âlbuki soluduğu(cid:373)uz at(cid:373)osferi ta(cid:272)iz edip (cid:272)ezası(cid:374)ı (cid:271)ula(cid:374) göktaşlarıy(cid:373)ış. Gerçi elleri(cid:374)de değ il. Bu güzel gezegen aşağıda za(cid:374)(cid:374)ettiği(cid:373) gü(cid:374)ey kut(cid:271)u(cid:374)da suyu (cid:374)asıl yukarıda tutuyorsa o suçsuz taşları da ay(cid:374)ı güçle ö(cid:374)(cid:272)e , (cid:272)ez(cid:271)edip so(cid:374)ra yok ediyor(cid:373)uş. Lisede öğre(cid:374)dikleri(cid:373) ise zate(cid:374) sı(cid:374)ırlı ola(cid:374) idraki(cid:373)i daha da zorlar (cid:271)ilgilerdi. Karadelikler delik değil, devasa (cid:271)üyüklükteki yapılar(cid:373)ış. Öyle ki(cid:271)irli ki ışığı(cid:374)ı (cid:271)ile paylaş(cid:373)ıyor, ke(cid:374)di(cid:374)i siyah gösteriyor. Işık de(cid:373)işke(cid:374), ışık hızı hakkı(cid:374)da duydukları(cid:373) da (cid:271)aşka (cid:271)ir (cid:373)erakı(cid:373) ola(cid:374) za(cid:373)a(cid:374) yol(cid:272)uluğu(cid:374)u gözü(cid:373)de (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) kıl(cid:373)aya çalışırke(cid:374) (cid:271)e(cid:374) "Haydi (cid:272)a(cid:374)ı m sen de" deyip, inkâr etme yoluna gidiyordum. za(cid:373)a(cid:374)a ola(cid:374) (cid:271)u (cid:373)erakı(cid:373)da(cid:374)dır ki so(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)larda uzay fil(cid:373)leri(cid:374)e (cid:373)erak sar(cid:373)ıştı(cid:373). Uzay ve Be(cid:374)i(cid:373) hayalleri(cid:373) zihi(cid:374) si(cid:374)e(cid:373)a(cid:373)da (cid:271)a(cid:374)a özel sea(cid:374)slarla oy(cid:374)arke(cid:374), tü(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığa su(cid:374)ul(cid:373)uş (cid:271)u (cid:272)esur yapıtlarla se(cid:374)aristleri(cid:374) uzaya (cid:271)akışları(cid:374)ı, o(cid:374)ları(cid:374) hayalleri(cid:374)i a(cid:374)la(cid:373)aya çalıştı(cid:373). Uzaylı istilası(cid:374)ı ko(cid:374)u ala(cid:374) fil(cid:373)ler pek ilgi(cid:373)i çek(cid:373)ese de özellikle uzayda i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) keşif ça(cid:271)asıyla de(cid:271)ele(cid:374)diği fil(cid:373)leri zevkle seyretti(cid:373). Fakat hiç(cid:271)ir yapıt (cid:271)e(cid:374)i Yıldızlararasıfil(cid:373)i kadar ke(cid:374)di(cid:374)e (cid:271)ağlaya(cid:373)adı. İzlerke(cid:374) yazarı(cid:374) her olayı (cid:374)akış (cid:374)akış işleyişi(cid:374)i hayra(cid:374)lıkla seyretti(cid:373). Fil(cid:373)de karadelik vasıtasıyla za(cid:373)a(cid:374) kar(cid:373)aşası(cid:374)a yö(cid:374) -mekân vere(cid:374) sa(cid:374)atçı(cid:374)ı(cid:374), geç(cid:373)iş gele(cid:272)ek (cid:271)ağla(cid:374)tısı(cid:374)ı kuruşu(cid:374)u hayra(cid:374)lıkla takip etti(cid:373) ve fil(cid:373)i seyrettikte(cid:374) so(cid:374)ra - (cid:271)ir süre etkisi(cid:374)de(cid:374) çıka(cid:373)adı(cid:373). Açıkçası (cid:271)u fil(cid:373)i çok (cid:272)esur(cid:272)a kurgula(cid:374)(cid:373)ış (cid:271)ir yapıt olarak görüyoru(cid:373) . ü(cid:374)kü (cid:271)ili(cid:373)sel (cid:271)ir te(cid:373)eli ol(cid:373)a(cid:373)ası(cid:374)a rağ(cid:373)e(cid:374) zihi(cid:374) si(cid:374)e(cid:373)a(cid:373)da (cid:271)u(cid:374)(cid:272)a yıldır hiç deği(cid:374)(cid:373)ediği(cid:373) o kadar Ç detaya deği(cid:374)(cid:373)iş ki ke(cid:374)di kurguları(cid:373)ı(cid:374) darlığı(cid:373)a üzüldü(cid:373) doğrusu. Dü(cid:374)ya'(cid:374)ı(cid:374) içler a(cid:272)ısı duru(cid:373)u(cid:374)da, i(cid:374)sa(cid:374)lığı farklı (cid:271)ir gezege(cid:374)de hayata tutu(cid:374)dur(cid:373)a ça(cid:271)ası, hiç hayal et(cid:373)ediği(cid:373) (cid:271)ir (cid:373)etotla yapıl(cid:373)aya âdeta çalışıldı. Fil(cid:373)de "o(cid:374)lar" diye (cid:271)ahsi geçe(cid:374) (cid:271)oyut üstü varlıklar ise özgü(cid:374)lük algı(cid:373)ı (cid:271)ir kade(cid:373)e daha ileri taşıdı. Mev(cid:272)ut tek(cid:374)oloji düzeyiyle i(cid:374)sa(cid:374)oğlu uzayı so(cid:374)suzluk olarak ta(cid:374)ı(cid:373)lıyor. Gü(cid:374)eş Siste(cid:373)i miz gibi (cid:271)i(cid:374)ler(cid:272)esi, akılal(cid:373)az (cid:271)üyüklükteki gökada(cid:373)ız gi(cid:271)i (cid:373)ilyo(cid:374)lar(cid:272)ası yukarı (cid:271)aktığı(cid:373)ızda gördüğü(cid:373)üz(cid:894)!(cid:895) o uzayı(cid:374) deri(cid:374)likleri(cid:374)de keşfedil(cid:373)eyi (cid:271)ekliyor. Doğrusu Yıldızlararası'ı(cid:374)da (cid:271)ahsi geçe(cid:374) yol(cid:272)ulukları (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) kıla(cid:374) tek(cid:374)olojiye şahit ola(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:373)i za(cid:374)(cid:374)et(cid:373)iyoru(cid:373). Fakat her (cid:374)e keşfedersek keşfedeli(cid:373) (cid:271)ugü(cid:374)kü (cid:271)ilgi(cid:373)izle ve (cid:373)uhteşe(cid:373) (cid:271)ir kurguyla ortaya ko(cid:374)(cid:373)uş (cid:271)u yapıtı(cid:374) değeri (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) içi(cid:374) hep ayrı ola(cid:272)ak. , Gelecekte zamanda yolculuk mümkün olur mu bilmiyorum. Fakat benim için bu film bir gelecek. Her ne kadar hayal ürü(cid:374)ü olduğu(cid:374)u (cid:271)ilse(cid:373) de ke(cid:374)di hayalleri(cid:373)de(cid:374) (cid:271)ile daha çok (cid:271)e(cid:374)i(cid:373)sediği(cid:373) (cid:271)u kurgu (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) içi(cid:374) gerçek. U(cid:373)arı (cid:373)ız fil(cid:373)deki kadar u(cid:373)utsuz (cid:271)ir hale dö(cid:374)üş(cid:373)ez de, (cid:271)u (cid:271)izi(cid:373) eli(cid:373)izde ta(cid:271)ii, (cid:271)iz m Dünya de ye(cid:374)i (cid:271)ir yuva keşfet(cid:373)e zoru(cid:374)luluğu yaşa(cid:373)ayız. Yaşarsak da u(cid:373)arı(cid:373) (cid:271)izi(cid:373) de yardı(cid:373)ı(cid:373)ıza koşa(cid:272)ak (cid:271)ir "onlar" olur. Zeynep Sonkaya Hayata Balıklama Atlamak “ Çocukluğumuz boyunca derelerde, baraj göllerinde suya girmiştik ama denizi bilmiyorduk, çok merak ediyorduk. Deniz abim, “gel gidip denize bakalım.” dedi. Bayırdan aşağı indik. Masmavi, uçsuz bucaksız ve tertemizdi deniz… O zaman da temkinli biriydim; sınamadan hiçbir işe girişmezdim. O gün de denizin yanında durdum, birkaç kez korkarak ayağımı sokup çıkardım. Baktım abim üstünü çıkarmış, şortla çifte kayaların oraya çıkmış bile… Kayaların en ucuna gitti, benim şaşkın bakışlarım arasında, hiç düşünmeden pat diye denize atladı ve hayatı denizde geçmiş gibi yüzmeye başladı. İçimden, “Cesaret böyle bir şey işte,” dediğimi hatırlıyorum. Deniz o gün denize kavuşmuştu. ”(52) Can Dündar, Hamdi Gezmiş’in (Deniz Gezmiş’in en küçük kardeşi) ağzından Deniz’in cesurca denize kavuşmasını ne güzel betimlemiş. Deniz Gezmiş’e tarihte hep cesur sıfatı yakıştırılır. Ben ise onun gibi insanları ve hikâyelerini düşününce cesur olmayı anlamakta zorlanıyorum. Belki çok korkak olduğumdandır. Korkak mıyım yoksa Hamdi gibi sadece temkinli miyim? Çocukken ağaçlara tırmanmazdım. Düşebilirdim, yaralanabilirdim, canım acıyabilirdi. Hiç kimse için aşkım uğruna kendimi feda etmek istemedim. Karşıdakine kendimi kaptırmamaya çalıştım hep. Çünkü incinebilirdim, yaralanabilirdim, canım acıyabilirdi. Dibini görmediğim bir suya balıklama atlamadım. Kafamı dibe vurabilirdim, yaralanabilirdim, canım acıyabilirdi. Belki de gerçekten korkağım. Peki, eğer korku sahibi olmakta haklıysam? Sadece akıllı davrandığım ve tez canlılık yapmadığım için ağaca tırmanmıyor, âşık olmuyor, suya dalmıyorsam… Cesur olmak; biraz da cahilce sonunu düşünmeden hareket etmek değil mi? Cesur insanlar yaptıkları işlerin sonunu düşünmezler, tahminen düşünseler yapmazlardı. Ya Deniz Gezmiş çıktığı kayalarda ayağı kayıp denizin dibine çakılsaydı? Bunun olacağını biliyor olsa gene de çıkar mıydı? Peki; kendini uğrunda feda ettiği insanların, o asılırken sessiz kalacağını bilse gene de her şeyi yapar mıydı? Belki yapardı. Yoksa güzel şeyler yaşamak, yaratmak için sonu kendimize zarar verecek olsa bile o riski alıp gene de yapmak mı cesaret? Gözü kara olmak, acıya göğüs germek mi cesaret? Âşık onca insan aşklarını can acılarını anlatan şiirler, şarkılar, kitaplar yazıyorlar. Herkes biliyor acı olduğunu aşkın sonunun. Ama gene de tekrar âşık oluyorlar. Çok mu cesurlar yoksa çok mu avanaklar? Galiba onlar cesur, ben ise korkak. Belki de cesurlar her şeyi gerçekten olduğu gibi görüyor ve olayları kabulleniyorlar. Gene de zor durumların içinden çıkmak için kendilerinde çabalama gücünü buluyorlar. Hayatta kalma içgüdülerinin söylediği kaç uyarısını dinlemeyip acıya koşuyorlar. Savaşta öncü kuvvetler gibi. Onlar da korkuyorlar kesin. Mesela öncü kuvvetler kendilerini telkin edip geri dönmemek için çığlıklar atmıyor mu? Korkuyorlar ama gene de kaçmıyorlar yapmaları gerekenden. Sonra kazandıkları savaşlar, başarılar destan oluyor. Tarih kitaplarına giriyorlar. Yeni mektepliler, milli bayramlarda gözleri yaşlı o cesurlara teşekkür ediyorlar. Ama tarihe geçmek için ölmek mi gerek? Unutulması zor şöhrete, saygıya sahip olmak; hatırlanmak için cesur olmak gerek, risk almak gerek ama ölmek değil. Örneğin o öncü kuvvetlerin adını sorsam bilmezsiniz ama ölmeyip gene de cesur aynı zamanda akıllı insanların adını hiç unutmaz tarih. Komutanlardır bu dediklerim. Onlar ölüme koşacak kadar çılgın değiller belki de ama cesurlar gene de. Bana öyle geliyor ki cesur olmak aptal olmak anlamına gelmediği sürece iyi bir özellik. Deniz Gezmiş’in hayatına dair bu kitabı okudukça kendimi geliştirmeye karar verdim. Korkak olan insanın bir şeyleri değiştiremediğini fark ettim. Eğer dünyaya kendi izimi bırakmak istiyorsam risk almam gerek. Dünyaya iz bırakmayı geç, en azından bana özgü bir hayat yaşamak istiyorsam eğer şu an olduğumdan daha cesur olmalıyım. Herkesin yaptığı gibi risk almazsam özgün bir yaşama sahip olamam. Belki bu sayede ben de Deniz’in “denize” kavuşması gibi kendime kavuşabilirim. KAYNAKÇALAR: DÜNDAR, Can. Abim Deniz, Hiç Yayınlanmamış Mektup ve Fotoğraflarla Hamdi Gezmiş'in Anıları. İstanbul: Can Yayınları, Ocak 2016. Deniz Gezmiş’in Çocukluğu, Abim Deniz kitabından çekilmiştir. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 7 Kasım 2016. Ece Burcu Güloğlu 21502612 TURK102-3 Ali Turan Görgü Güloğlu 1 http://www.edvardmunch.org/the-scream.jsp MEDENİYETE TAHAMMÜLSÜZLÜK Loş bir ışık var başucumda, nefes almama yetecek kadar kalmış enerjimi, yetmezmiş gibi bir de o tüketiyor. Bir bardak su var yanında; yarısı boş ya da yarısı dolu, hangisini demek isterseniz… Perdem sımsıkı kapatılmış, aynı kapıları gibi kalbinizin. Bir tutam ışık girse içine, yarınlar sizin olmayacakmışçasına katılaştırdığınız yüreklerinizden bahsediyorum; odam gibi. Şimdi suyumu bitirdiğime göre artık bardağa tamamı boştan başka bir şey diyemeyeceğiz, insanlarla ortak paydalar bulmak hoşuma gitmiyor. Çünkü ne zaman ki bir fikirde ayrılığa düşelim, işte tam da o zaman Güloğlu 2 yüzlerindeki maskeler düşüyor. Aynı fikirlere sahip olmak ya da aynı fikirleri savunmak güzel bir ayıraç değil benim gözümde. Edvard Munch’ın The Scream adlı eseri etkiliyor beni bu düşüncelerimi paylaşırken. Farklı bir fikir duyduğu anda insanların suratlarındaki ifadeyi hatırlatıyor bana. Sanki bu mimik bu tablodakinden daha güzel yansıtılamaz gibime geliyor. Kendilerinki ile örtüşmeyen her fikre bir çığlık basacakmış gibi, farklı bir düşüncenin ardından atılan naralar gibi, aynı tablodaki gibi… Belki de insanlık adı altında hepimizi birleştirmeye çalışan binlerce yıllık bir başarısızlığın ürünüdür bu kapılarına kilit vurulan kalpleriniz. Aynı olmanın yaratacağı kıtlıktan bihaber, sürekli bir genelleştirme gayretidir bu muvaffakiyetsizlik. Öyle hızlı sıfıra ulaşıyor ki kendinden olmayana duyulan saygı, her koordinat sisteminde elimizde koca bir hiç kalıyor. İnsanlığın, insanlara tahammül sınırı hızla tükeniyor. Birlik hedefleyen insanlar, ikilik, üçlük, binlik kabul etmiyor. Düşünce de bir olacak, tavırlar da. Farklıysa fikirlerimiz, çığlık atalım! Belki de bu noktadan sonra, fikir ayrılıkları ve buna duyulan saygı, aynı bir mekanizmanın gelişmişliğini test edercesine medeniyetimizi test ediyordur. Hem bireysel boyutlarda hem de toplum mertebesinde. Örneğin bir sorunun çözümünde bile denenen onlarca metottan sonra cevaba ulaşılabiliyor. Olay bu basitlikteyken farklı yolları ve yöntemleri kabullenebilmek oldukça kolay değil mi? Ne zaman ki iş yeni bir bakış açısını duymak, üzerine düşünmek, tartışmak veya kabullenmek noktasına gelse; buraya kadar gelse ne âlâ! Yeni bir bakış açısını duyma noktasında kopuyor zaten tüm ipler. Sağına, soluna gözlerinin görebileceği her yöne bakmak varken sadece önündeki küçük çerçeve vazgeçilmezmiş gibi davranıyor küçük insanlarımız. Bir ileri gitmek varken, koşmak varken uygar insanlığa, adımlarınız hep geri gitmiş. Daralan düşünce boyutlarınızın ulaştığı son noktada, medeniyet dokunulmazınız olmuş. Sonu olmayan bir dünyanın yüzüp yüzüp sonuna geldik sanıyorlar. Ne sonsuzluğu anlatasım geliyor, ne de bir laf… Bu yazı ‘Ne kadar haklıyım, herkes böyle düşünürse aydınlanırız’ fikri ile yazılmadı. Başta da söylediğim gibi, insanlarla ortak paydalar bulmayı sevmiyorum. Varsın bardağın hepsi boş olana kadar, hiçbir yeri dolu olmasın. Nereden baktığınız hep size kalsın. Bir kişi bin söylese de haklı olmaz, bin kişi bir söylese de. Toplum ve insanlık ki içindeki çeşitlilikle güzel, aynı denizdeki tüm balıkların aynı olmaması ya da tüm çiçeklerin aynı kokmaması gibi. Ortak payda ya da kalıcı bir düzen her zaman sağlanır. Önemli olan bu ortayı bulana kadar sesli söylenilebilen ve önemle tartışılabilen fikirlerdir. Bir düşünce her zaman bir çığlıktan fazlasını hak eder. Hayatı gördüğünüz çerçevelerinizin içine saygı sığdırıp bir kenara atmanız yeterli. Bir fikir üzerine tartışırken alın üstünüze bu yeni çerçevelerinizi. Yeni gördüğünüz renkler hayatlarınıza yeni boyutlar katacaktır. Asıl tadı çıkarılması gereken kısım bu. Çığlıklarınızla rencide ettiğiniz haksız zaferler değil. Kaynakça: Munch, Edvard. Skrik (The Scream). Yağlıboya. 1893. Oslo Ulusal Galeri. EN  GÜZEL  ŞEYDİR  HATIRLAMAK     Bir  aylık  bir  aradan  sonra  yine  sizlerleyim.  Bunca  zaman  size  hep  okuğum   kitaplardan,  izlediğim  filmlerden  bahsettim.  Bu  yazı,  bu  köşedeki  son  yazım  olacak.   Kim  bilir  belki  bir  gün  yine  başka  köşelerde  buluşuruz  sizlerle.  Son  yazım  şerefine   bugün  bir  değişiklik  yapıp  biraz  da  kendimden  bahsedeceğim  size.       Ben   Bilge   Çevik.   Birkaç   aydır   takip   ettiğiniz   üzere,   yazı   yazmayı   çok   seviyorum.  Onun  dışında,  Psikoloji  bölümü  öğrencisiyim.  Kitap  ve  film  seçerken,   seçimlerimin   tercihen   severek   girdiğim   bölümümle   alakalı   olmasına   özen   gösteriyorum.   Özellikle   kitaplarda,   kişisel   gelişim   türünün   dışında   bir   tür   aradığımız   zaman   roman   ve   anı   türleri   daha   çok   çıkıyor   karşımıza.     Tahmin   edebileceğiniz  gibi  bu  romanlarda  da  işin  içine  gerilimin  de  girdiğine  rastlamak   kaçınılmaz  bir  son  oluyor.  Bu  romanlar  beni  her  ne  kadar  psikolojik  açıdan  etkilese   de  sıkıcı  tarih  romanlarına  tercih  edilesi  güzellikteler.     Bu   ay   ben   de   sizler   için   böyle   bir   roman   seçtim.   Biraz   gerilim,   biraz   heyecan..  Okuduğum  bu  roman  beni  gerçekten  etkiledi  ve  sizlerle  paylaşma  arzuma   engel   olamadım.   Sizi   daha   da   meraklandırmadan   hemen   söyleyeyim,   bu   ay   köşemize   konuk   olacak   roman   İngiliz   yazar   Steven   J.   Watson’ın   2011   yılında   kaleme  aldığı  Uyuyana  Kadar  adlı  roman.     Roman  Christine  adlı  bir  kadının  bir  sabah  uyanmasıyla  başlıyor.  İlk  başta   karışık   gibi   gelen   roman,   Christine’in   hafıza   problemi   olduğunu   anlamamızla   çözülmeye   başlıyor.   Christine,   uzun   süreli   hafızasında   problemi   olan,   yani   öğrendiklerini   uzun   süreli   hafızasına   aktaramayan,   hep   günlük   öğretilerle   yetinmek   zorunda   olan   bir   kadın.   İşin   kötü,   korkunç,   hüzünlü   -­‐veya   nasıl   adlandıracak   olursanız   –   ilginç   tarafı   ertesi   gün   uyandığında   yine   hiçbir   şey   hatırlamıyor  olması  Christine’in.  Bir  günlük  bir  hayat…  Ne  kadar  acı  düşününce.   Sevinci  bir  günlük,  mutluluğu  bir  günlük,  sevgisi  bir  günlük,  anıları  bir  günlük…   “Seni   sonsuza   kadar   seveceğim.”   diye   söz   verdiğin   sevgilini   uyuyana   kadar   sevebilmek…     Anılar  demişken,  anılar  değil  midir  bizi  biz  yapan  ?  Yaşadıklarımız,  hayatın   bize  öğrettikleri,  hayattan  aldıklarımız,  hatıralarımızı  oluştururlar  hep.  Anılarımız   .   olmazsa,  aklımıza  kendimizle,  sevdiklerimizle  ilgili  tek  bir  güzel  şey  dahi  gelmezse   ne   renk   olurdu   dünyamız   ?   Düşünüyorum   da   benimki   kapkaranlık   olurdu.   Sevdiğimin  sesi,  nefesi,  kokusu  bir  günlük,  bugün  var,  yarın  yok.  Düşünmesi  bile  ne   acıdır Anıları  olmadan  nasıl  yaşar  insan  ?  Hadi  yaşadı  diyelim,  peki  ya  her  sabah   yanında  bir  yabancıyla  uyanmak  olacak  iş  midir  ?  Nasıl  da  zordur  Christine’in   durumu.  O,  hayattan  değil  bir  başkasından  öğreniyor  kimi  sevdiğini,  kim  olduğunu,   nerede  olduğunu,  kaç  yaşında  olduğunu,  hatta  belki  nasıl  olduğunu.     Yazıma  başlarken  de  dediğim  gibi,  böyle  kitaplar  beni  çok  etkiliyor.  Daha   doğrusu  bu  hastalığın  bir  kurmaca  olmadığını  düşünürsek,  bu  kitapların  gerçeklik   boyutları  sanırım  beni  bu  kadar  etkileyen  şey.  Hani  hep  derler  ya,  içinizdeki  çocuk   hiç  büyümesin  diye,  neden  derler  hiç  düşündünüz  mü?  Ben  düşündüm.  Bazen  dünya   o   kadar   ağır,   o   kadar   zor   gelir   ki,   içinizdeki   çocuğun   masallarına   sığınmak   istersiniz.   Peki   kendinizi   unutmayı   bir   kenara   bırakın,   ya   hatırladığınız   bir   masalınız  bile  kalmamışsa…  Nasıl  başa  çıkılır  bu  koca  dünyayla  ?  Gün  gelir,  o   yaşanan  ve  yalnızca  uyuyana  kadar  hatırlanacak  olan  küçücük,  kısacık  bir  günde   dünya  yıkılır  başınıza.  Hayat  öyle  süprizlerle  dolu  ki,  ne  zaman  ne  olacağı  hiç  belli   olmuyor.    Bu  açıdan  baktığımız  zaman  özenilecek  bir  hayat  mıdır  acaba  Christine’in   hayatı  ?  Unutmak  iyidir  derler.  Unutmak  iyi  midir  gerçekten  ?  Mutluluklar,  acıları     unutturur.   Peki   ya   acılarımızı   hiç   hatırlamıyorsak   ?   Mutluluğumuzu   üzerine   koyabileceğimiz  bir  üzüntümüz  yoksa  geçmişten,  ya  mutsuzluğumuzu  hep  boşluğa   bırakıyorsak  ?  Gerçekten  anlamı  kalır  mı  o  zaman  hayatın  ?  Unutmak  gerçekten  de   iyi  midir  ?     Ben   bu   son   yazımda   sizlerin   ufkunda   birkaç   paragraftan   daha   çok   yer   edinmek   istiyorum   işin   doğrusu.   Aklınızın   bir   ucunda   kalayım   istiyorum.   Bu   nedenle   yazımı   sizlere   soracağım   birkaç   soruya   cevap   bularak   sizin   tamamlamanızı  istiyorum.  Şimdi  biraz  düşünelim.  Geçmişteki  acılarınızı  unuttunuz   mu  ,  yoksa  üzerlerini  büyük  mutluluklarla  mı  kapattınız  ?  Unutmak  gerçekten  de   sandığınız  kadar  güzel  bir  şey  mi  ?  Christine’in  hayatı  üzerine  biraz  düşündükten   sonra  yine  bir  kriz  anınızda  “Her  şeyi  unutmak  istiyorum.”  cümlesini  kurabilecek   kadar  cesaretiniz  var  mı  hala  ?...   Yazımdan   kendime   not   :     Daha   genç   yaşta   olmana   rağmen,   zorluklar   karşısında  hemen  pes  eden  yapından  vazgeç  isterim.  Bu  yazıyı  her  okuduğunda   hayata  tekrar  tekrar  teşekkür  et,  kötü  olayları  unutma.  Onlar  senin  doğrularının   zeminleri.  Ve  hep  yaz,  yazmaya  devam  et.  Eğer  bir  gün  olur  da  her  şeyi  unutursan,   bırak  da  geçmişten  bir  şeyler  kalsın  yanında.       Hep  sevgiyle  ve  sağlıkla  kalın  sevgili  okurlarım.     Görüşmek  üzere.       Bilge  Çevik En Karanlık Korkumuz Aklımızın bir köşesinde hep o korku yok mudur? Çocuğundan yaşlısına, gencinden yetişkinine herkesin aklında o korku vardır. Sevdiklerini geride bırakmak, onları bir daha görememek, istediklerini yapamamış olmak, hep daha fazlasını ve daha fazlasını istemek… Ölüm korkusu… Sadece bu sebeplerden mi yoksa bencillikten mi bilinmez. Belki de bilinmezlikten. Öldükten sonra ne olacak, o an neler hissedilecek, cennete mi gideceğiz yoksa cehenneme mi ya da cennet ve cehennem diye bir yer var mı? Öldükten sonra yaşam devam eder mi? Peki ya beden ölünce ruhumuza ne olur? Hiç kimse, dünyanın en bilge insanı bile bilemez bu soruların cevaplarını. Bir kişi çıkıp da cevaplayamaz bu soruları. Herkes korkar. Belki herkes için değişir bu korkunun derecesi ama hissetmeyen tek bir insan bile yoktur. Peki ya insanoğlu ölümsüz olsaydı? O zaman neler olurdu? Her şey daha mı iyiye giderdi yoksa bir kargaşa mı oluşurdu? İşte bu soruların yanıtlarını arıyor Jose Saramago ‘‘Ölüm Bir Varmış Yokmuş’’ adlı kitabında. Kimsenin adını bile bilmediği bir ülkede insanların ölmemesiyle başlar hikâye. Fakat hiçbir şey umulduğu üzere dört dörtlük gitmez. Ülkede karmaşa çıkar. Devlet, yetkililer, hastaneler ve kilise hiç kimse ne yapacağını bilemez. Çıkarlar söz konusu olduğu zaman insanlık kaybeder içindeki iyilik kavramını. Sistem devreye girer. Fakat her şey değişir bir anda ölümün tekrardan kapıyı çalmasıyla. Ölümsüz dediğimiz insanların ölüm zarfları gelmeye başlar birer birer. Jose Saramago’nun diğer kitaplarında da olduğu gibi ilgimi çeken en büyük şey devlete, düzene ve dine olan eleştirileri olmuştur bu kitabında. Kilisenin çaresizliği, nasıl ölüm üzerine bir düzen kurdukları, insanların bu en karanlık korkusunu kullanarak ve biraz da süsleyerek nasıl kendilerine inandırdıkları ve daha fazlası… Elbette ki sadece Hristiyanlar için yazılmış eleştiriler olarak görmüyorum ben bunları. Müslüman’ı, Yahudi’si, Hristiyan’ı ve daha fazlası… Tüm dinler için eleştiriler çok güzel ele alınmış. Ardından Saramago’nun devlete olan bakış açısı. Tam olarak içimde tuttuğum, haykırmak istediğim fakat bir türlü sesimi duyuramadığım noktalar… Ucuz, basit ve sıradan insanlar olduğumuzdan mıdır bilinmez, hepimizin bir eleştirisi vardır fakat kimse çıkıp da bunları dile getirmeye cesaret edemez. Kitapta ölümlü olmak isteyen insanların sınırdan geçişini sağlayan bir örgüt ile devletin yaptığı antlaşmalar, günümüzde de halkın gözünden saklanan, kulaklarından kaçırılan, insanların haberleri olmadan devletlerin çevirdiği işlerle çok güzel bağdaştırılmış ve bunlara örnek olmuştur bana kalırsa. Nedendir bilinmez ama kitabın asıl hikâyesinden çok bu çaresizlikler dikkatimi çekti benim. Dürüst olmak gerekirse ‘‘Körlük’’ ve ‘‘Görmek’’ kitaplarından sonra Saramago’nun bu kitaptaki dili beni biraz soğuttu kitaptan. Bitmek bilmeyen betimlemeler, uzun uzun paragraflar ve sayfalar… Bu yüzden kitabı defalarca bırakıp elime tekrar tekrar aldığımı bilirim. Fakat ne olursa olsun, yeniden bağlamıştır kitap beni kendine. En karanlık korkumu işlediğinden midir bilinmez ama üzerimde büyük bir etki yaratmıştır Saramago. Sonuçta gerçek hayatta böyle bir şeyin, ölümsüzlüğün, başımıza gelmeyeceğinden eminim. Bu yüzden bu kitap beni kendi ölümüm ve çevremdekilerin ölümü, ne yapacağım ve neler yaşayacaklarım, geride bırakacaklarım ve sevdiğim insanlar hakkında düşünmeye zorladı. Diğer bir deyiş ile en karanlık korkumu ortaya çıkardı ve beni onunla yüzleştirmeye zorladı. Son olarak insanları düşünmeye, sorgulamaya iten, sahip olduklarımızın değerlerini, hatta ve hatta ölümün bile değerini anlatan bu kitabı arkadaşlarıma da tavsiye edebilirim. Benim için bir kitabın en büyük ölçütü budur. Eğer ben tavsiye edebiliyorsam, kitap bende güzel bir izlenim bırakmıştır. Ya Siyah Ya Beyaz Kaç kere yalan söyleyebilir bir insan? Kaç kere kandırabilir karşısındakini? Kaç söz yeter inandırmaya birisini? Tahminimce çok dil dökmeye gerek yok. Bence insan doğası öyle bir şey ki çoğu zaman herkes içteki iyiliği görmeye odaklı olduğu için bir iki tatlı söze kanıyor, inanıyor karşısındakine. Hatta bazen hayatının merkezine koyuyor o kişiyi. Ne derse hiç düşünmeden yapıyor. Ne söylerse şüpheye bile düşmeden kabul ediyor. Peki ya bir kere yalanını görüp açığını yakaladıktan sonra da güvenebilir mi insan birine? Adam yerine koyup dinleyebilir mi? İnanır mı söylediklerine? Açıkçası ben inandım. Belki de inanmak istediğim için inandım sadece. Çünkü biliyordum bir kere yalan söyleyen birinin bunu hep yapacağını, alışkanlık haline getireceğini. Bir süre sonra bu yalan olmaktan çıkıyor çünkü. Kendileri de inanıyor söylediklerine, yapmadım diyerek yaptıkları şeylere. Ne kadar inkar etseler de göz önündeki gerçeği saklayamasalar da saklamak istiyorlar. En yakınım dediğim insan gözümün içine baka baka yalan söylediğinde anladım ben bunu. Üstüne ısrarla gitmeme rağmen bana gerçeği söylemediğinde anladım. Doğrusunu bildiğim yalanı tereddüt bile etmeden bana rahatça anlatırken anladım. Bilmediğimi düşünmesine izin verdim belki haftalar belki aylarca. En sonunda karşısına geçip yüzleştiğimdeyse hala bana kendini yarandırmak istemesinin nedenini sordum durdum kendime. Bana neredeyse her konuda yalan söylemesine, etrafa farklı yüzüme farklı konuşmasına rağmen neden bunun başlarda farkında olamadığımı sordum. Meğer ben at gözlüğüyle bakıyormuşum etrafıma. Gözümün önündekini görememişim. Sonra sonra bunu yapmayı bıraktığımda farkına vardım ki sadece kendimi kandırıyormuşum. Aslında bakarsanız beni kandırdığını düşünerek asıl kendini kandıran oymuş da ben bunu da fark edememişim. İnsanın güvendiği birine sırt çevirmesi, yalan söylediğini anlaması çok gurur kırıcı bir duyguymuş. Bir yandan yapmaz o öyle derken bir yandan da tam da yapmaz dediğiniz şeyi yaptığını görmek çok zormuş. 10 yıllık arkadaşlığı hatta kardeşliği bir daha aynı olamayacağınızı, aynı hissedemeyeceğinizi bildiğiniz için silip atmak, atmaya çalışmak çok zormuş. Sosyal medyada gezinirken tesadüfen Victor Hugo’nun “Hayatta kimseye güvenmeyeceksin demek saçmalıktır inan. Ama kime ‘iki defa güveneceğini’ hesaplamalı insan.” Sözünü görmesem düşünmeyecektim belki de hiç bunu. Aklıma gelmeyecekti ‘kardeşim’. Sahi kaç ay olmuştu beni arkadan bıçaklayalı? Saymayı bırakalı baya bir oldu onu biliyorum. Ama bana bu duyguyu yaşatalı ne kadar oldu onu bilmiyorum. Çok incindiğimi biliyorum. Bu olaydan sonra başka bir arkadaşıma güvenemedim onu biliyorum. Fakat aslında şu an bir daha kimseye güvenmeyeceğim, güvenemeyeceğim demek de boş laftan öte değil. Birine ona güvendiğim kadar güvenemeyeceğim belki ama güveneceğim yine. İçimi dökeceğim, hissettiklerimi anlatacağım, tüm sırlarımı paylaşacağım. Belki de herkeste onun yorumlarını, onun mimiklerini arayacağım. Ama asla bir daha ona güvenmeyeceğim, onu aramayacağım. Ona kapılarım kapalı artık ve geri dönüşü yok ne yazık ki bir daha açılmayacak o kapılar. Çünkü ben her zaman aklı başında bir insan net olmalı diye düşündüm. Böyle olmaya da özen gösterdim yaşadığım bu kısa hayat boyunca. Bana göre bir şey ya beyazdır ya siyahtır, benim hayatımda grilere yer yok. Bence kimsenin de olmamalı. Çünkü griler sadece hayatı zorlaştırır. ‘Acaba?’ Diye düşünür insan ister istemez. ‘Bu sefer yapmaz mı?’ Diye düşünür. Ben öyle düşünmüyorum. Bir kere yapmışsa insan bir hata, bir daha yapar; hatta belki tüm önlemlere rağmen aynı hatayı birkaç kez daha yapar. İşte bu yüzden kime sırt dayayacağını iyi seçmeli insan. Çabuk güvenmemeli, körü körüne inanmamalı. Herkese güvenmeye çalışmalı ama kimseye iki defa güvenmemeli. Hem böylece üzülmez belki de. Duvarın arkasından bakar çoğu kişiye ama canı yanmaz hiç değilse. KARIŞMIŞ ANTABUS
 Hepimizin korkusudur birgün gazetelerin üçüncü sayfasında bizim de haberimizin olacağı. Yaşananların ve yaşayanların hiçleştirildiği, düşüncesiz ve bencil haber anlatımı da, bu korkumuzu artıran etmenlerden. Antabus adlı romanda da üçüncü sayfa haberine sıkışmış, belki de sonsuza dek orada kalacak bir hikaye karşılıyor bizi. Kitabı okurken izleyici statüsüne konuluyor, olayların gidişatını alaycı bir dille öğreniyoruz. Karakterler o kadar sahici, o kadar günlük hayattan ki, olayların bu denli gerçekçiliği aynı zamanda ürkütüyor da. Kullanılan alaycı dilden dolayı oluşan huzursuz bir gülümsemeyle okunan bu roman, toplumun gerçeklerini, kadını değersizleştiren yargıları, görmemezlikten gelinen konuları yüzümüze birer birer vuruyor. Leyla yani romandaki üçüncü sayfa karakteri, belki biraz klasik fakat aynı zamanda toplum gerçeği olan, baskıcı bir aileden geliyor. Çalışması için işe başlatılıyor ve herşey bu yolda başlıyor zaten. O yolda Leyla, aşık oluyor, tecavüze uğruyor, terk ediliyor, aldatılıyor. Bu noktada farkediyoruz ki, büyük bir aşkın baş kahramanını oynadığımızı düşünürken, üçüncü sayfa haberlerinde bir nesne olmamız an meselesi. O haberlerde sadece o kadınlar sıkıntı çekmiyor, aslında tüm toplum tecavüze uğruyor, hepimiz öldürülüyoruz. Olayları hep dışarıdan izlememiz bizim de başımıza gelmeyeceği anlamına gelmiyor. O yola biz de girdik aslında, biz de yaşadık, yaşıyoruz, şiddete maruz kalıyoruz, her gün lanet ediyoruz, belki hayattan bıkıyoruz. Aynı zamanda, bu tür olayları bireysel düşünmek de bir o kadar yanlış. Bu suçlarda şiddeti uygulayan karşı tarafı tek başına cezalandırmak kadar geri bir düşünce yoktur çünkü bu sadece bireysel bir olay değildir, tüm toplum suçludur. Bir kadın tecavüze uğruyorsa bu toplumun bozukluğundandır, bir erkek çocuğa kız gibisin dendiğinde sinirlenip tepki veriyorsa, bu aile ve toplumun bozukluğundan, yanlış yetiştirme tarzından, dar görüşlülükten meydana çıkar. Halbuki gördüğümüz sadece çocuktur ama sorun aslında o kadar derinlerdedir ki. Derinlerde toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve gelecekte meydana çıkabilecek şiddete eğilim vardır. Baskın olma isteği vardır. Biz hep kendi bildiğimizi yapar, şiddet dozumuzu kendi istediğimiz zamanlarda haberleri izleyerek veya okuyarak alır, onun dışında dünyadaki olaylara kendimizi, ailemizi kapatır izletmeyiz, öğrenmeyiz, duymak zor gelir, üzerine düşünmek katlanılmaz olur. Bu yaşanan olaylar için birşeyleri değiştirmek istemeyiz, hayatımıza kaldığımız yerlerden devam ederiz. Çünkü görmemezlikten gelme huyumuz vardır hepimizin. İstemediğimiz, bizi mutsuz edecek şeylerle yüzleşmek istemeyiz. Neden mutsuz olalım ki deriz. Zaten güzel bir hayatımız, ailemiz, istediğimiz tarzda bir düzenimiz vardır. Tatsız olaylarla üzülmek istemez, susarız. Bu kitapta ise Şahiner, kullandığı alaycı dille yüzlerde huzursuz bir gülümseme oluşturur, ama bu buruk gülümseme okuyucularda utanca sebep olur aynı zamanda. İnsanların bir şeyleri sorgulamasını sağlar. Değinmek istediğim belki de en önemli nokta aslında suçların, yaşananların bireysel olmadığıdır. Hiçbir suç bireysel olmadığı gibi toplumun eğitilmesi gerekmektedir. Kadına uygulanan bu şiddet, tecavüz gibi olaylarda durumu ciddiye almayıp, alaycı şekilde tavırlar edinen, bunu yılların bir klasiği olarak gören polis memuru ile yapılacak bir iş değildir bu. Bugün bizim toplumumuzda da bu tür suçların, kadına şiddetin azalması gerekirken artmasının başında gelen en önemli etmen bu tür konularla gerçek psikologlar veya uzmanların ilgilenmesi gerekirken, kendi çapında olayı çözdüğünü zanneden cahil polis memurlarına bu görevi veren, düşünce yapıları da yine o memur kadar dar ve gelişememiş olan baştaki insanlar yüzündendir. Daha çocukluktan cinsiyet eşitsizliğinin bilinç altına yerleştirildiği bir toplumda, ne derece ilerleme kaydedilebilir tartışılır. Leyla’ya çocuklarından bile vazgeçebilmeyi göze aldıran bu olayların anlatıldığı kitap, mantık akışı ve alaycı anlatımıyla çok rahatsız edicidir. Çünkü yüzleşme gerektirir. Bu kitapta, rahatsız olunarak önümüze koyulan toplum gerçeğini, kadın olmanın zorluklarını, kadına şiddeti ve yaşananların insanı ne konuma getirebileceğini en iyi şekilde gözlemleriz. Şems’in dediği gibi, “ Kadın anlayana nefes, anlamayana nefstir. “ Kaynakça: Şahiner, Seray. Antabus. Can Yayınları, İstanbul: 2015. BERKAY TAŞCI 21601663 -HAZİNE AVCILARI- İNANDIKLARI UĞRUNA CANLARINI VERENLER İnsanlık tarihi iki görkemli dünya savaşına tanık olmuştur ve bu savaşların görkemli olmasının sebebi de başlatanların değil sonlandırmak için canlarını feda ederek tarihlere ve kültürlere sahip çıkan insanların olmasıdır. Sanat, her türlü resim, heykel, mimari, tiyatro gibi yazılı ve görsel olgular içermektedir. En önemlisi de sanat kültürlerin özelliklerini, karakterlerini, yaşayış biçimlerini geleceğe aktarabilmesi sayesinde bir miras niteliği taşımaktadır. Bütün savaşların insanlık tarihi adına bir yıkım olduğunu kabul edersek, kimsenin düşünemediği bir açıdan bu savaşlar aslında gelecek için hazırlanmış büyük bir mirasın da parçalanması demektir. Çoğumuz bilmiyor olsak da ikinci dünya savaşı bunun açık bir örneğidir. Almanya lideri Adolf Hitler’in kendine ait bir müze kurmak istemesiyle başlayan büyük hırsızlık akımı müttefik devletler savaşı kazanana kadar devam etmiş ve bu süre zarfında sayısız eser savaş arasında yakılıp yıkılmıştır. Fakat şöyle bir kritik detay vardır ki; asker bile olmayan bir grup sanat adamının fedakârlıkları sayesinde Fransa ressamlarıyla İtalya da heykeltıraşlarıyla ünlenip günümüze kadar gelebilmiştir. Bu sanatçı grubuyla ilgili olayları, yaşananları, hayatlarını Hazine Avcıları filminde detaylıca görmek mümkündür fakat asıl sorulması gereken bir soru vardır, o da bu adamların bilinmemesinin, tanınmamasının sebebi nedir? Bu soru aslında değerlerimiz ve önemsediklerimizle alakalıdır çünkü bu adamlar binlerce sanat eserini kurtarırken canlarını ve varlılarını geride bırakmışlardır. Böyle bir fedakârlık asla kolay değildir ama eğer kendimizi adadığımız bir gerçek varsa ve bu tehlikedeyse o zaman düşünmek bile anlamsızdır. Bizi biz yapan cebimize giren para ya da evimizin kapısında bekleyen arabanın rengi değildir, bizi biz yapan uğruna savaştıklarımız ve hayatımızı adadığımız olgulardır. Bu bazıları için fikirleri bazıları için de ürettikleridir fakat her iki durumda da verilen emek, dökülen ter aynı derecede önemlidir. Bu insanlar da sanat adamıdırlar, kimi için çizdikleri, kimi için şekil verdikleri hayatlarının anlamıdır ve dünya çapında sanat tarihi için böylesine bir yıkım belki benim tarafımdan önemsenmeyecek ama onlar tarafından can pahasına savunulacak bir durumdur. Muhammed Ali yaptığı spor için ve seçtiği dini için savaşmış, hapse girmiş ve sayısız suçlamaya maruz kalmıştır. Drazen Petrovic oynadığı basketbol için ulusu tarafından dışlanmayı göze almıştır. Mustafa Kemal savunduğu fikirleri ve inandığı milleti için idam kararına çarptırılmıştır ama asla savaşmakta, gerektiğinde de canını ortaya koymaktan bir an bile tereddüt etmemiştir. Bu adamların ortak olan noktası ise Muhammed Ali dünyanın en iyi boksörü, Petrovic Avrupa tarihinin en iyi oyun kurucusu Mustafa Kemal de Türkiye Cumhuriyeti’nin atası olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın bu isimsiz sanat adamları da belki eserleriyle bir iz bırakmamışlardır ama korudukları sanat dallarıyla büyük bir kültür mirasının günümüze gelmesini sağlamışlardır. O yılları, o savaşı çok okumuş biri olarak hiç duymadığım gerçek bir hikâyeyi izlerken sanırım en aklımda kalan olay herkesin bildiği dünyaca ünlü olan Meryem Ana heykelini kanını dökerek savunan ve bu amaçta hayatını kaybeden heykeltıraşın son anında heykele sarılması ve gözlerinin kapanmasıdır... Sanata her zaman büyük bir saygım olmuştur. Çok ciddi bir yeteneğim olmasa da lise de çizimler, birkaç yağlı boya çalışmışlığım da vardır fakat örnek almaya çalıştığım Picasso’nun eserlerini incelememin bu isimsiz kahramanlar sayesinde olduğu; Louvre Müzesinde insanı hayran bırakan sayısız tabloyu da onların sayesinde görebildiğim geçeği… Dediğim gibi her insanın kendini adadığı fikirleri, yetenekleri ve ilgi alanları vardır. İnsan bunlar için yaşar ve eğer gerektiğinde de bunlar için canını vermekten tereddüt etmezse kendisini de, fikirlerini de ölümsüzleştirebilir. İsimlerin bir caddede, bir kitapta ya da bir mezar taşında yazması önemli değildir; insanı insan yapan sevdikleri uğruna, inandıkları uğruna, fikirleri uğruna yaptığı fedakârlıkların yüceliğidir. Fikirleri ve inandıkları uğruna canını feda edenlere saygılarımla… Kaynakça Clooney, George. Hazine Avcıları. 2014. Tiglon Film. Film. http://tr.web.img4.acsta.net/c_300_300/pictures/14/03/06/11/07/579859.jpg ELLERİ KÜÇÜK KALBİ BÜYÜK KADIN: JEHAN BARBUR “Sarılmayı dilediğin ve aklına sakladığın o güzel adamı ya da kadını bulalım. Uzaktan izleyelim ve biliyor musun? Bu bile yetsin kalbimizin çarpmasına.” (sf. 68) Aslında ilk defa deniz görmüş bir çocuğun, Allah’ın her günü görmesine rağmen gökyüzünde uçağın bıraktığı izleri görüp sevinen koca bir adamın, sevdiği adamın savaştan dönmesini bekleyen yaşlı bir kadının umudu, yaşam sevinci var Jehan Barbur’da. Mutlu olmayı becerebilen bir kadın olduğuna eminim. Kötü geçen bir günde etrafa gülücük saçan bir bebek ya da sokak müzisyenlerini gördüğünde içinin ısındığını hissedebiliyorum. Ama gelin görün ki, bu narin kadını da yormuş zalim aşk. O da “Bazen içindekini sadece bir başkasına anlatabilirsin; sadece bir başkasına.” (sf. 130) deyip bir şeyler karalamış, belki küllüğün dolup taştığı, rujunun kadehte iz bıraktığı karanlık bir gecenin kucağında belki herhangi sıkıcı bir toplantı sırasında. Çok da iyi yapmış, en az şarkıları kadar dokunuyor kalemi, usul usul akıyor gözyaşlarım sayfalara. “…O deli adamın gözlerinde On saniyeden fazla duramıyorum.” (sf. 36) Belli, aşkın hakkını vermiş, dibini sıyırmış elleri küçük kalbi büyük kadın. Yoksa “Sevmenin işteş haline ne de çabuk dönülüyor. Buna belki başka bir isim bulmak lazım. Çünkü benim bildiğim sevmek, başka hallerle de olur bazen. Sadece dokunarak birbirine ya da uzun uzun gözlerinin içine bakarak birinin.” cümleleri dökülmezdi kaleminden. O şarkıları da yazamazdı aksi olsaydı. Belki en güzel günlerini yaşadı o sıra. Ama sonra batmış, yaralamış her bir hücresini aşk. Anladığım kadarıyla ayrılmış sevgilisinden. Valizini toplayıp kapıyı çarpıp çekip gitmesi kadar sert olmuş gidişi. Ama sonrasında sızlamış yüreği. Kendine bile itiraf etmeye çekinmiş ama özlemiş “deli adamını”, unutamamış. Makyajını temizlemeden yattığı geceler çok olmuş gibi. “…Olur mu sana da? Benim kadar nefes alamadığın? Benim kadar –az- nefes aldığın?...” (sf. 125) Unutamamak… “Unuttum” demek bile unutamadığımızı gösterir hâlbuki. Zordur bu kadar kanayıp da ölmemek. Her şeyi zorunda olduğu içinmiş gibi yapmak, hiçbir zevk alamamak, kalabalığın içinde yalnız hissetmek. Bazen bedenen var gibi gözükürüz fakat ruhumuz, kalbimiz işin içinde değildir. İnsanın içindeki çocuk da çoktan terk etmiştir bedeni. Öylesine eksik kalmış hisseder insan. Çareyi başka kollarda, yataklarda, aşklarda aramış ama aradığını bulamamış olmalı. “…Aynı şeyleri söylüyoruz birbirimize Başkalarında eskittiğimiz “aynı sevmeleri” Senin sesin Benim ellerim İşte yeniliyor eskiden söylenilenleri de.” (sf. 42-43) “Gönlüm” bir yerden ısırıyor bu acıyı! Teoman’a “Biz büyür dünya değişirken, birbirimizi düşünüp başkalarıyla sevişirken” sözlerini yazdıran duyguyla aynı neredeyse. Ne kötü değil mi? Kendinizi hayatıma devam ediyorum, her şey çok güzel, işte onsuz da mutluyum, başkasına kalbimi açtım diye inandırırsınız ama bir gün “sözde” sevgilinize gönlünüzün kaldığı kadının ya da adamın adıyla seslenirsiniz. Meğer ona söylediğiniz tüm aşk sözleri, aldığınız her hediye en önemlisi ona karşı hissettikleriniz aslında “o”na ait değilmiş. En acısı ölmüyor da insan, şanslıysanız güçlendirir sizi bu acı. Yok kaldıramazsanız işte o zaman fena. “…İyiyim bakma Vicdan da yapmıyorum artık beni çağırmalarına Seninle öğrendim desem yalan olmaz Sevilmeden bir şeyi sevmeyi…” (sf. 85) Ne büyük çelişki… Bu denli âşık olup bir o kadar kaçmak o adamdan ya da kadından. Kendini engellemek… Unutamamak ama bizim için yanlış olduğuna adımız gibi emin olmak. Onu düşünmeden uyuyamamak o başka birine sarılırken. Zaten onun için artık yoldan geçen herhangi birinden farkımız kalmamıştır belki de, her neyse. “…İyiyim sen bakma; hoş baktığın da yok ya!” (sf. 85) Buket Nur Ekim 'Geçmiş' Geçmiş Dostlar, Geçmiş Olsun! Küt diye konuya dalacağım. Bağışlayın. Dünya değişiyor dostlarım, memlekette her gün dev dev binalar yükseliyor, boy atıyor. Çocuklar büyüyor, ilkokul sıralarından ortaokul lise sıralarına terfi ediyorlar. Liseliler üniversiteye ve az bir kısmı da iş hayatına atılıyor. Herkesin bir hayatı var, herkes bir koşuşturma peşinde. Liseli kardeşlerime soracak olursanız dertleri çok, kapı gibi üniversite sınavı onları bekliyor. Sokaktan birini çevirip sorsak emin olun onun derdi de büyük. Söz gelimi bakkal Kemal Amca artık işi bırakıp köydeki evine çekilmek için planlar yapmakta ama ya uzak şehirlerde okuyan çocuklarına para gönderemezse? Ya da yaptığı yemekler dillere destan olan Ayşe Teyze için ne demeli? Çocuklarının geleceğini düşünüyor. Ha tabi bir de eşinin yatalak babası var onun için de gecesini gündüz ediyor. Peki ya onlara yeteri kadar vakit ayıramazsa? Sürekli bir koşuşturma içindeyiz, sürekli bir şeyleri kafamıza takıp onları düşünerek hayatımızı sürdürüyoruz (ya da acaba sürüklüyoruz mu demeliydim?). Bir derdimiz bitiyor hemen bir diğeri… Sonra diğeri sonra başka biri derken acaba nereye kadar? Bugün bu sorudan ziyade cevaplamak istediğim başka bir soru var: Bütün bu koşuşturmanın içinde kendi dünyasını yaratıp orada hayatlarını sürdürenlerimiz yok mu? Elbette var: çocuklar. Ne güzeldi değil mi o geçmiş güzel, çocukluk günlerimiz? Dertlerimizin tasalarımızın olmadığı -ve ne yazık ki- bir an önce büyümek istediğimiz o günler. Mesela ben kendi küçüklüğümden birkaç şey anlatayım sizlere, naçizane. Derdimiz, tasamız yoktu hiç dostlarım. Her gün okuldan eve gelip sokağa atardık kendimizi. Başlardık top peşinde koşmaya veya sadece koşardık. Birbirimizin peşinden koşardık sadece. Örneğin “11 -50” denen bir oyun vardı. Sahi neydi o oyunun amacı? Aman neyse ne koşardık işte, birbirimizi yakalayıp mutlu olurduk. Sonra yorulurduk elbet, tabi yorulacağız büyük bir iş yapmıştık ne de olsa, koşmuştuk gün boyu. Artık bu yorgunluğu bir ödülle taçlandırmamız gerekiyordu. Ne mi yapıyorduk? Mevsimine göre değişiyordu yaptığımız işlem aslında. Diyelim ki yaz aylarındayız o zaman hadi herkes koşsun eve, alsın alabileceği kadar parayı dondurma yiyeceğiz, sonuçta kendimizi ödüllendireceğiz. “Peki ya güz aylarında ne yapıyordunuz?” diye sormayın sakın, ama artık sordunuz bir kere söyleyeyim o zaman. Hemen alt mahalledeki Kel Asım’ın incir bahçesinde alıyorduk soluğu. Yaşlı adamcağız ne yapacağını şaşırırdı, tabi ilk başlarda biraz göz yumdu bahçesinden incir almamıza ne de olsa o da biliyordu çocuk olmanın ne demek olduğunu. Fakat biz yeni nesildik –maalesef- utanmazdık, arlanmazdık. Önce birkaç kez taş attı, kovaladı bizi, uslanmadık. Sonra bir gün baktım Yasin telaşlı telaşlı bize doğru koşturmakta. “Ne oldu?” dedik. “Geliyor” dedi “Kel Asım geliyor, manyak adamın elinde tüfek var.” Çıldırtmıştık adamı sonunda. Ne mi yaptık sonra? Koştuk tabi yine, yan taraftaki tütün bahçesinin içine doğru korkusuzca. Acaba pasif içici mi olmuştuk yoksa o küçük, çocuk yaşımızda? Hiç umurumuzda değildi ki nerede koşarsak koşalım mutluyduk çünkü. “Saçmalama ya nasıl mutlu olur insan?” diye düşünebilirsiniz fakat emin olun Yasin “Kel Asım’ın elinde tüfek var!” diye bağırdığında dahi korkmadık sadece birkaç ısırık daha aldık incirlerden biraz daha koşabilmek için. Dertsizdik, tasasızdık işte. Adettendir soralım yine de. Hiç mi derdimiz yoktu peki? Haa, tabi vardı elbet. Mesela öğretmenin verdiği hayat bilgisi ödevi zordu, ne de olsa koskoca yarım saatimizi alacaktı. Ahh, o yarım saatte kaç maç yapılırdı kim bilir? Bu arada maç dediysem yanlış anlamayın futbol topuyla oynamazdık, oynayamazdık yasaktı çünkü okulun bahçesinde futbol topu beden dersleri dışında. Lakin bu da bizi engelleyemezdi, bizim için böyle bir şey dert olamazdı hiçbir zaman. “Getirin yarım litrelik pet şişeleri, içlerine kum doldurup onları futbol topu(!) yapacağız!” Dertsizdik tasasızdık işte ve hep mutluyduk. Şimdi bakıyorum da “Ahh nerede o eski günler!” diyerek dert yanan büyüklerim ne kadar da haklıymışlar. Ne güzelmiş o günlerimiz meğerse boşunaymış büyümek için acele etmemiz. Çünkü artık, yazarın da dediği gibi, “Geçmişi düşünmeye dahi vaktimiz yok.” Geçmişi öldürmüşüz biz içimizde. Şimdi elimizdeki imkânlar çok daha fazla belki fakat hiçbir şey o günkü tadı vermiyor. Bir an önce hayata atılmanın, sürekli bir şeylere dertlenmenin hiçbir anlamı yokmuş meğer dertsiz, tasasız ve mutlu bir şekilde çıtkırıldım incir ağacının dalında oturmanın yanında. Ne mutlu o günleri yaşamış olanlara! Ahmet Emin Babutcu KAYNAKÇA Aksakal, Ayşen. Lakin İyi Yaşadık, Everest Yayınları, 2016. Ahmet MALAL ZAMANI PARÇALAMAK Resim çizmek, bir şeyler karalamak her zaman hoşuma gitmiştir. Birçoğu anlamsız olsa da yüzlerce belki de binlerce karalanmış kâğıdım olmuştur. Elime kâğıt kalem alınca bir şeyler karalama huyum parmak kaslarımın kalem tutma yetisini kazandığı güne kadar uzanıyor. Küçüklüğümden beri çizime olan ilgim diğer sanat dallarına göre daha fazla olmuştur. Şimdi bile fırsat buldukça devam ediyorum bir şeyler karalamaya. Resim çizmek yerine kâğıt karalama demeyi seçiyorum çünkü çizdiklerimin resim sayılabilmesi için başta sanat değeri taşıması ve kayda değer bir anlam ifade etmesi gerekiyor. Benim çizdiklerimin çoğu anlamsız karalamalardan ibaret. Ortaokulda iken idealist ve azimli bir resim öğretmenimiz vardı. Elinden geldiğince bize yardımcı olmaya çalışıyor ve resim çizmek için doğuştan gelen bir yeteneğin şart olmadığından bahsediyordu. Öğretmenimiz sınıfı iki gruba ayırıp bir gruba var olan resimleri bakarak çizme, diğer gruba ise kendi hayal dünyasından resimler çizme görevi vermişti. Ben tabii ki ikinci gruba dâhil olmak istedim çünkü hayal ettiğim şeyi birebir çizemeyeceğim için, çizeceğim şeyi hayal edebilecektim. Biraz kolaya kaçmak istiyordum aslında. Ama öğretmenimiz sınıfı ortadan ikiye ayırınca ben birinci grupta kaldım. Yani daha önce çizilmiş resimleri ve çekilmiş fotoğrafları kâğıda dökecektim. Öğretmenimizin bu şekilde sınıfı ikiye ayırmasında bir amaç vardı ama tam olarak hatırlamıyorum. Öğretmenime itiraz ettim hayal ettiğim şeyleri çizmek istiyorum, bakarak bir şeyi çizmek zor bana geliyor diye ama kabul etmedi. Aynı şekilde hayal ettiğim şeyleri çizemiyorum bakarak çizmek daha kolay geliyor diyen arkadaşlarım da vardı. Değişiklik yapmamıza izin vermedi. Sanırım farklı bakış açıları kazanmamızı istiyor ve yapamayacağımızı düşündüğümüz alanlarda da kendimizi geliştirmemiz gerektiğini düşünüyordu. Bir dönem boyunca kendi seçeceğimiz ya da öğretmenimizin önereceği resim ve fotoğrafları birebir kâğıda dökmek ile uğraşacaktık. İstemediğim bir görev olduğu için küçüklükten beri çok sevdiğim çizim eylemi, benim için bir eziyet hâline dönüşecekti. Çok şükür ki düşündüğüm gibi olmadı. Daha ilk derste bu ön yargım kırıldı. Öğretmenimiz bir resmi ya da fotoğrafı birebir aynı olacak şekilde beyaz bir kâğıda nasıl aktaracağımızı anlattı. Yöntem çok basitti. Böl, parçala, çiz. Resim çizerken en zor iş başlamaktır. Çünkü nereden başlayacağımızı bilemeyiz. Alt köşelerden, üst köşelerden, merkez objeden... Nereden başlarsak başlayalım diğer kısım orantısız olurdu. Ama öğretmenimizin gösterdiği teknik ile bu sorun ortadan kalkıyordu. Bakarak çizeceğimiz fotoğrafı eşit boyutlu karelere bölüyorduk. Aynı şekilde kâğıdımızı da kurşun kalemlerle kare sayısı fotoğraftaki ile eşit olacak şekilde çiziyorduk. Büyük resmin karmaşıklığına takılmadan istediğimiz köşeden başlayıp her küçük kareyi birebir çizmeye başlıyorduk. Bu şekilde aldığımız büyük ödevi küçük parçalara ayırarak devam ettiriyorduk. Bir kareyi tamamlayıp diğerine geçmek ayrı bir motivasyon sağlıyordu. Bu şekilde bir dönem içinde Hacivat ve Karagöz, semazen, çizgi film karakteri Slyvester ve Tweety, bir inek ve bir horoz konuşmasını konu alan bir karikatürden oluşan dört resimlik bir çalışmam olmuştu. Bunların ikisi okullar arası resim sergisine girmeye hak kazandı. İkinci dönem o öğretmenimiz okuldan ayrıldı. Ama öğrettiklerini hâlâ uygulamaya devam ediyorum. Sonuncusunu bu yaz çizdiğim yirmiye yakın resimden oluşan bir koleksiyonum var. http://tr.123rf.com/photo_22894602_albert-einstein,-ünlü-bilim-adamı-ve-izafiyet-teorisinin- yazarı..html?fromid=YXZzOWdLZGZYN2hIcmtpVUNlS1J4dz09 (SOLDAKİ) Malal,Ahmet.Eistein Vektörel Portre.2015 (SAĞDAKİ) İşin resim boyutu bir yana bu yöntem benim zorluklara karşı bakış açımı da değişirdi. Aslında zor görülen şeyleri parçalayarak çok daha kolay bir şekilde aşabileceğimi öğrendim. İlkokulu bitirip liseye geçince dersler ve ödevler daha da zorlaştı. Zorluklarla baş edebilmek için zamanı doğru ve yerinde kullanmak, belli şeyleri belli sıra ile yapmak gerekiyordu. Ödevlerin ve sınavların bastırdığı dönemlerde, zamanımı ve önceliğimi doğru bir şekilde ayarlayamazsam işler kötüye gidiyordu. Ben de aynen ilkokuldaki resim öğretmenimizin yaptığı gibi büyük resmi, yani zamanı doğru bir şekilde bölmeye başladım. Aylık, haftalık ve günlük hedefler listesi çıkarıyordum. Her zaman cebimde küçük bir kâğıt ve o gün yapılacakların listesi... Şu güne kadar şunlar yapılacak tarzı. Tamamladığım her görev sonrası cebimdeki ufak kâğıdı çıkarıp üstünü kırmızı pilot kalemle çizmek, küçük bir kareyi çizip diğer kareye geçerkenki hissettiğim motivasyonu veriyordu. Şu an üniversitedeyim ve yetiştirilmesi gereken online ödevler, yapılacak sunumlar, tamamlanması gereken projeler ve yaklaşan vizelerim var. Tüm bunları düşününce işin içinden çıkılması oldukça güç görülüyor. Zamanımı doğru bir şekilde ayarlayamazsam bunların birçoğunu yetiştiremeyeceğim. Yetiştirsem bile baştan savma yapılan ödevler ve sunumlar olacak. Vizelerden alacağım düşük notlar da ayrı bir probleme dönüşecek. Anlayacağınız yapılması gerekenlerin listesi bayağı uzadı. Çizilmesi gereken resim derinleşip, daha da karmaşık bir hâl aldı diyebiliriz. Öğretmenimiz böyle durumlarda kare sayısını arttırır, resmi daha küçük parçalara bölerdi. Ben de aynı şekilde haftaları günlere, günleri de saatlere bölmeye başladım. Tabii bir de sıralama sıkıntısı başladı. Artık cebimde küçük bir kâğıt ve yapılacakların “sıralı” listesi vardı. Sıralı olmasının ayrı bir önemi var. Şöyle düşünebiliriz elimizde bir kavanoz, üç tane büyük taş, çakıl taşları ve kum taneleri olsun. Eğer biz ilk olarak kumu kavanoza boşaltarak işe başlarsak büyük taşları kavanoza yerleştirmekte zorlanırız. Ama ilk önce büyük taşları sonra boş kalan kısımları çakıl taşları ile doldurursak en son boş kalan kısmı da kum ile doldurabiliriz. Yani kavanozumuz alabildiğince dolu olur ve bunu yaparken herhangi bir zorluk çekmeyiz. Büyük taşları sınavlarımıza, çakıl taşlarını projeler ve sunumlarımıza, kum tanelerini de ödevlerimiz olarak düşünebiliriz. Eğer biz önceliği ödevlerimize verirsek, sınavlarımız için yeterince vakit ayıramayız. Aynı büyük taş-kum örneğinde olduğu gibi. Zor bir şeyi parçalara ayırarak üstesinden gelmeyi bir öğrencinin gözünden anlatmaya çalıştım. Aynı şekilde siz de bu yöntemi kendi hayatınıza uyarlayabilirsiniz. Kaynakça Einstein Vektörel Çizim adlı fotoğraf http://tr.123rf.com/photo_22894602_albert -einstein,-ünlü-bilim-adamı-ve-izafiyet-teorisinin- yazarı..html?fromid=YXZzOWdLZGZYN2hIcmtpVUNlS1J4dz09 Yazarın kendi çizdiği resim Malal,Ahmet.Einstein vektörel çizim.2015. KONUŞAMIYORUZ “Nasıl başlayacağını bilmemek” , en zoru bu galiba. Anlatmaya nereden başlayacağını bilmemek, neler düşündüğünü açıklayamamak. Bütün insanlar aynı kelimeleri kullansa da birbirinden farklı hayatlar verirler kelimere. Bu kadar birbirinden farklı hayat varken nasıl bekleyebilir ki insan anlaşılmayı? Peki ya konuşmak? İnsanoğlu varlığından bu yana hep kendini bir şekilde ifade etmek, anlatmak istedi. Sonunda, nihayet konuşsa da anlatılanlar birbirinin aynısı gibi gözükse de farklıydılar aslında. Çünkü asıl gözden kaçırılan; doğamızı anlamlandırırken aynı kelimeleri kullansak da onlara yüklediğimiz anlamların biribirinden tamamen farklı olmasıydı. Her birimiz kendi bakışı ve kavrayışı doğrultusunda varlıklara anlam yükledi çünkü. Peki nasıl anlayacağız biribirimizi? Nasıl anlatacağız biribirimize derdimizi? Aslında bunun tek yolu konuşabilmekte, konuşmakta değil sadece. Neredeyse her gün düşünürüm kendi kendime insanlara ne anlatmak istedim, onlar nasıl anladı. Bu soru sürekli kafamın içinde dolanır oldu son günlerde. Öyle ki, artık sözlerime başlamadan önce iki değil üç-dört kez düşünür oldum. Hatta bazen öyle anlar oluyor ki konuşmaya korkar oldum. Peki nedir bu korkunun sebebi? Kafamda deli sorular dolanırken bir anlam karmaşasının içinde buluyorum kendimi. Belki düşüncelerimi anlamlandıramıyorumdur. Asıl sorun buysa, daha kendim bilmiyorsam, zorlanıyorsam düşüncelerimi anlamlandırırken, nasıl konuşacağım peki? İşte bu noktada aklıma geliyor Osman Çakmakçı’nın eseri, konuşmanın imkansızlığı.Yazarımız kitapta "Evet, ilk bakışta, konuşmak gibi basit bir eylemin böylesine karmaşık bir şeymiş gibi ele alınması saçma. Ama ilk bakış yanıltıcı olabilir, değil mi? Sanırım sen konuşmayı tek yönlü bir aktarım olarak anlıyorsun da ondan. Hâlbuki konuşma, merkezdeki bir noktadan dışarıya akıtılan bir ifade değildir. Aksine en az iki merkez noktanın karşılıklı birbirine akmasıdır.” (s. 15) diyor. Bu cümleler az da olsa konuşmanın gerçekte ne olduğunu gözler önüne seriyor. Artık konuşmayı anlamlandırmak o kadar da zor gelmiyor gibi. Farklılıklar, farklı anlamlar yüklüyor hayatımıza ve dolayısıyla kelimelerimize. Birbirinden değişik aile yapısı içinde büyüyor, birbirinden farklı tecrübeler kazanıyoruz bu yüzden de farklı anlamlandırıyoruz yaşadığımız zamanı. Birbirinden farklı düşünce yapımız ve hayal dünyamız var. Düşüncelerimiz bir kanaldan diğer kanala aktarılırken asıl anlatılmak istenenden farklı bir kalıba geçiyor birdenbire. İşte o zaman asıl anlatmak istenenle anlanan arasında farklılıklar oluşuyor. İnsanın dünyayı kendi penceresinden görmesi, algılaması ve kendine göre yorumlaması elbette ki doğaldır. Ama pek az insan böyle yaptığının bilincinde olur. Bunun bilincinde olmayan insanlar kendi hapishanelerine hapsederler kendilerini. Bu bilince sahip olan insanlar ise dillerinin sınırlarını genişletmeye çalışarak dört duvar arasındaki benliklerini geliştirmeye çalışırlar. İşte tam da bu noktada anlamaya başlar insan kendini ve bir adım daha yaklaşır anlamak için karşısındakini. İnsana duygularını en kısa yoldan ifade etmesine olanak sağlar sanat. Kelimelerin sustuğu yerde o konuşmuştur çoğu zaman. Evet, aklınıza ilk gelen müzik oldu değil mi? İnsanın kendi sınırlarının ötesine geçmesine, yaşlı kabuğundan kurtulmasına yardım etmiştir müzik. Konuşmanın imkansız olduğu yerde elini uzatmıştır hemen ihtiyacı olana koşulsuzca. Kulaklarımda İlhan İrem’in “Konuşamıyorum” adlı şarkısını duyar gibi oluyorum galiba. Ne yapmalı peki, nasıl bir yol izlemeli insan? Bence sonuna kadar devam etmeli, sınırlarını genişletmeli, aşmalı kendini korkmadan. Farklı kimlikler edinmeli yürüdüğü yol boyunca çünkü ancak o zaman anlayabilir ve anlatabilir istediğini kolayca; konuşabilir yani. Son zamanlarda çok daha zor olamaya başladı konuşmak çünkü konuşma toplumsal işlevselliğini yitirdi bir bakıma. Bireyselleşen dil aradaki mesafeleri arttırdı gitgide. Birbirimize iyice uzak olunca da daha çok bireyselleşti dilimiz. Herkes kendine özgü diliyle konuşmaya başladı, aradaki bu uçurum anlam kargaşalarına yol açtı tabii. Bana göre bir insan anlaşılmak istediği için anlamaya çalışmamalı karşısındakini çünkü anlamak tek taraflıdır ve ancak böyle yaparak olgunlaşabilir insan, sınırlarının ötesindekileri keşfedebilir. Sanırım benim tek istediğimde bu; doğanın, evrenin büyük anlamıyla bir olmak. Ben böyle konuşmak istiyorum. Osman Çakmakçı’nın dediği gibi: “Konuşmak imkansızdır, bu kesin. Ama işte bunun için konuşmak gerekir.”(s. 21) SERHAT ÖZDEMİR Şevval CENGİZ KAYAN BİR YILDIZIN DİNAMİĞİ Hepimiz doğduğumuz ilk andan itibaren büyük resmin parçası olmak isteriz. Kendimizi bir şeye ait hissetmek bize güven ve cesaret verir. Hayatımızın büyük kısmı kalıplara girmeye çalışırken anı unutmakla geçer. Çünkü normlar bizi sürüde kalmaya teşvik edici biçimde şekillenmiştir ta en başta. Kendi adıma; sürüden ayrılanı kurt kapacağına hiç inanmadım. Özümüzü inkar etmeliyiz de hiç demedim fakat “sınıf bilinci” kazanmamız gerektiğini, yaşadığımız yeri en iyi biçimde kavramamız gerektiğini düşündüm hep. Bu süreçte genelde yalnızlaşırız; bir adım geriye gidip bir sürüde otlandığımızı görmek bizi afallatır ve sürünün hoşuna gitmez. Düşünenler hiç sevilmemiştir. Gel zaman git zaman gerek sürünün dışlaması gerekse bizim bütün gün otlanmanın amaçsızlığını görmüş olmamız bizi yabancılaştırır. Önce dünyaya; sonra kendimize.En azından Karl Marx böyle der ki nice aydınların yaşamın basitliğine ve amaçsızlığına daha fazla katlanamayıp, dağ başında yalnız bir hayat sürdüğünü kitaplar ve kaynaklar aracılığıyla biliyoruz. Hatta kimilerinin intahar ettiklerini de biliyoruz. Çünkü bu insanlar, hırsın ve elde edilebilecekler listesinin sonlu olduğunu,kendileri kadar zeki olmayan nicelerinden önce fark etmiştir. Bu vakada ise Mehmet Pişkin adında ODTÜ mezunu,kendine ait bir kuruluşu olan bir adam var. O, sahip olduğu onca şeye rağmen hayatın anlamsızlığı ve kısır döngüsü tarafından uçlara sürüklendi ve bir sabah kendini asarak aramızdan ayrıldı. Onun intihar sebebi, belki de hayatını güzelleştirecek bir amacı olmamasıydı. Hayatta kalmak bizim en temel içgüdümüzdür; evlenmekten tuvalete gitmeye kadar her şeyi hayatta kalmak ve normlara uyup “marjinal” olmamak için yaparız. Marjinal olmanın kötü ve ayrıştırıcı olduğu DNA mızda yazar. Terli terli soğuk su içmemek kadar temeldir. Buna rağmen herkes alfa olamaz.Bazılarımız sürü dışıyızdır.Gördüğüm ve bana hissettirdiği kadarıyla bu adam,Mehmet Bey sürünün dışında olmakla beraber aydın ve naif biriydi.Sonucunda evren onu küstürdü ve bir sabah bir yıldız daha kaydı.Demek ki hep gece değildir yıldız kayması…Bunların yanında, bana kalırsa Mehmet Pişkin aslında intihar videosunda şunu demeye çalışıyor: “Hayat kendi mutluluğumuzun ve haklarımızın peşinden gitmemek için çok kısa, normlarla duygularınız çelişiyorsa duygularınızı seçin.” Bu videodan bahsetmek isteme nedenim tam olarak buydu. Hayatım boyunca normları ve sistemleri sevmedim. Sistemler belki de var olmalıdır ve ancak gerekli bütünlük ve içerikle muntazamdır fakat sistemi empoze eden kimdir? Hangi sistem doğru sistemdir? Örneğin ekonomimizin sağlam olmamasının nedenlerinde biri “evinin kadını” mantığından öne gelir. Türkiye’de 12 milyon ev hanımı var. Peki sistem kadın çalışmamalıdır mı der, yoksa çalışmalıdır çünkü ekonomi için gereklidir mi der? İlk koşulda çalışan kadınlar ; ikinci koşulda ev hanımları marjinal olur. Mantık çöker. Peki yeşil saçlı,küpeli kişilere marjinal denilen sisteme göre kim marjinal olur? Diyeceğim o ki, herkes olduğu şekilde özel ve güzeldir; kimsenin bir müdahaleye ihtiyacı yoktur. Marjinal aydınlarımız da, Ayşe teyzemiz de birbirleri için iyisini bilirler; biri birinin kömürünü; diğeri diğerinin içki içmesini eleştirir fakat gerçek şudur ki, bilemezler. Herkes için kendi bakış açısının farklı olduğunu binlerce yıldır bilmemize rağmen kavrayamamamız hayret verici. Birine göre Fransa’ya gitmeyen görgüsüzdür; diğerine göre hayatında hiç pastörize edilmemiş süt içmeyen. Kısaca bu adam bana birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmenin hem daha özgür bir ortam yaratacağını hem de içimizdeki merhamet ve insanlığı ortaya çıkardığını öğretti ve bakış açımı oldukça değiştirdi. Bir diğer şey ise, genel doğrunun var olmadığı. Genel doğru olsaydı, bunu binlerce yıldır keşfetmiş ve uyguluyor olurduk. Oysaki etrafımızdaki her şey dinamik halde. Bugün kötülük kazanırsa diğer gün iyilik kazanıyor; bu seçim sosyalistler kazanıyorsa diğer seçim liberaller kazanıyor. Bugün trend renk kırmızıysa yarın mavi…Asıl değişim ve yolculuğun siyah beyazı tamamen tek renk yapmak değil, birlikte tutmak olduğunu gördüm ve evrenin ince dengesi bana bir kez daha göz kırptı. KAFESİN ÜSTÜNDEKİ KUŞ: HOLLY GOLİGHTY İnsan karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu yüzden de diğer canlılara kıyasla yaşamak için çok farklı bir şeye ihtiyaç duyar: İnanmaya. İnsan inanmak zorundadır, çünkü yolunu aydınlatacak bır ışığa, örnek alacak bir şeye ihtiyaç duyar. Bu inandıklarımızı biz değil, istesek de değiştiremeyeceğimiz, asıl benliğimiz yani gizli "biz" seçer. İnsanların her birinin diğerinden tamamıyla farklı olmasının sonucunda kişinin kendine seçtiği totem, yol gösterici ışık da diğerlerininkinden farklılık gösterir. Ben hayranlık duyduğum, örnek aldığım şeyi Truman Capote sayesinde buldum. Truman Capote 1958 yılında Tiffany'de Kahvaltı'yı kaleme aldığı sırada aslında eserinin önüne geçecek bir idol, karakter yarattı. Tiffany'de Kahvaltı ana karakter Holly Golightly'nin kendine has tavrı, davranışlarının bütünü, yani genel benliğinin olaylar karşısındaki sıradışı tepkileri hikayeden daha çekici geliyor bana. Çekici gelmesindeki sebepleri tek bir başlıkta genellemem gerekirse o da kendimde gördüğüm, insanlara karşı gösterdiğim ilginç ve temkinli davranışların bir çoğuna Holly karakterinde rastlamam. Aslında kendimle Holly’nin davranışlarını karşılaştırıp benzerlikler bulurken, bir yandan da Holly’nin aşırıya kaçan tepkilerini gördükçe kendi davranışlarımın o kadar da farklı olmadığını görüyorum. Örneğin; Holly bir gece randevulaştığı bir adamın ilgisinden bıkıp onu sıradan bir şekilde kovmak yerine yangın merdiveninden komşusunun yani anlatıcının evine girdiğinde onu kardeşine benzetiyor ve sıradışı davranışları ve tepkileri daha kitabın başında kendini okuyucuya hissettiriyor. " Şu yangın merdiveni de ne kadar soğukmuş. Sen de öylesine sıcak görünüyorsun ki. Tıpkı erkek kardeşim Fred gibi. Biz bir yatakta dört kişi uyurduk, soğuk gecelerde yalnız Fred kendisine sarılmama izin verirdi. Aklıma gelmişken, sana Fred desem kızar mısın?"(sf:22-23) Kitabı, yaratılan Holly karakterinin yönettiğinin bir diğer kanıtı da diğer karakterlerin Holly'nin davranışlarına tepkilerinin, eleştirilerinin kitaptaki diyalogların çoğunluğunu oluşturması." Yanılıyorsun, o kaçığın biridir. Fakat bir bakıma da haklısın, kaçak değil zır delidir. Aklına esen tüm zırvalıklara inanır. Onu bunlardan caydıramazsın. sen onun için beynini parçalayabilirsin, o ise buna karşılık sana tabak içinde bir at pisliği sunar."(sf:36) "Karşıdaki ses: 'Ben Holly' der. Ben derim ki:' Balım sesin uzaklardan geliyor.' O cevap verir: 'New York'tayım.' Ben derim: 'Ne halt etmeye ordasın, yarın pazar, burada denemen varken?' 'Ben New York'tayım çünkü daha önce hiç New York'a gitmemiştim. ' " (sf:39) Holly 1940 New York kadınının edebiyattaki en güzel yansımalarından biri. Modern dünyaya ayak uyduran, klişelere baş kaldıran vurdumduymaz bir kadın Holly. Bunu söylenenleri önemsememesinden, tabir yerindeyse başına buyrukluğundan kolayca anlaşılıyor. Ayrıca Holly'yi imgeleştirmem gerekirse küçük ve fazla hareketli bir kafesin üzerindeki gösterişli ve göz alıcı bir kuş olarak düşünebilirim. Holly kesin çizgilerle herhangi bir şeye bağlanmayı, bir şeye takılı takılmayı reddediyor. Kitabı irdelediğimde olayların çıkış noktalarının Holly'nin bu özelliğinden kaynaklandığını fark ediyorum. Bu karakteri bu kadar benimsemem ve ilgi çekici görmemin sebebini ise Holly’nin özgürlük anlayışıyla kendi özgürlük düşkünlüğümü karşılaştırdığımda ikisini birbirine benzetmeme ve her okuduğumda kendi ilişkilerimdeki pürüzlerin aynılarını kitapta Holly’nin yaşadığını görüyor olmama bağlıyorum. Holly bir şeye bağlanmaktan, özgürlüğüne pranga takılmasından bu kadar kaçınırken farkında olmadan özgürlüğüne, bağımsızlığına kendi zincir vuruyor. Hayatını bir olayın ya da bir kişinin yönlendirmesine bu kadar karşı çıkarken, bu çabanın onun hayatını ordan oraya savurduğunu ve asıl bu çabaya bağlandığını göremiyor. Kitaptan uyarlama filmde Holly'nin bu habersiz köleliği filmin sonlarına doğru daha da belirginleştiriliyor. "Bayan her kimsen senin neyin var biliyor musun? Sen bir korkaksın cesaretin yok. "Tamam, yaşam bir gerçektir" demeye korkuyorsun. İnsanlar aşık olur. İnsanlar birbirine aittir. Başkasına sahip olabilmek, mutluluk için tek şanstır. Kendine özgür ruh veya vahşi yaratık diyorsun. Birisi seni kafese tıkacak diye ürkersin. Peki, bebek, sen zaten bu kafestesin. Onu kendi ellerinle yarattın. Ve o kafes Tulip, Teksas ve Somali ile de sınırlı değil. Sen nereye gidersen seninle. Ne yana koşarsan koş, fark etmez. Sonunda bitiş çizgin yine kendinsin." EDWARDS Blake(Yön.), Breakfast at Tiffany's, Paramount Pictures, 1961. Başta da değindiğim gibi bana kitabın içeriğinden çok ana karakter ilham almak açısından daha kıymetli ve çekici geliyor. Holly özgürlüğüne düşkünlüğü yüzünden aidiyet duygusundan kaçmaya çalışırken bir yandan da ironik bir biçimde kitabın çoğu bölümünde kendini bir yere ait hissedemediğini söylüyor. Bir gün o yeri bulduğunda tüm bu dengesizliklerin, arayışların son bulacağını çevresindekilere empoze etmeye çalışırken aslında deyim yerindeyse kendi yalanına inanmaya çalışıyor. "En iyi şeyin, bir taksiye binip Tiffany'ye gitmek olduğunu buldum. Oranın sessiz ve gururlu görünüşü beni bir anda durgunlaştırıyor. Orada kimsenin başına kötü bir şey gelmez; güzel giysili iyi adamların, gümüş süslemeleri olan timsah derisi cüzdanların kokuları arasında böyle bir şey olamaz. Gerçek yaşamda bana Tiffany'nin verdiği bu duyguları verebilecek bir yer bulursam, hemen birkaç eşya alıp kediye de bir ad takardım."(sf:48) Holly Golightly'nin sıradışılığı kitaptaki çatışmaların ve yaşananların ana sebebi olurken, gerçek hayattaki insanlara ilham kaynağı, yol göstericisi, insanların kendilerinden bir parça bulabildikleri bir karakter olabiliyor. Truman Capote Tiffany'de Kahvaltı'yı kaleme alırken hikayeden çok karakterinin ön planda olacağını, karakterin ikonlaşacağını tahmin edebilir miydi bilmiyorum, ama şundan eminim ki,özgürlüğüne fazlasıyla saplantılı, dikte edilenleri kabul etmeyen ben, Tiffany'de Kahvaltı adlı eserden fazlasıyla etkileniyor ve kendimden bir parça buluyorum. Çünkü ben de Holly gibi oradan oraya savrulurken, bir yandan da içten içe artık kedime isim vermek istiyorum. Gizem GÜLSOY Kaynakça: Capote, T. (2013). Tiffany'de kahvaltı (M. Alakuş, Çev.) İstanbul: SEL. EDWARDS Blake(Yön.), Breakfast at Tiffany's, Paramount Pictures, 1961. Feyza Ünal HAYALÎ BİR PENCERENİN ARDINDAKİ MELODİ Hayal etmek insanoğluna bahşedilmiş belki de en mühim özelliktir, diyorum çoğu zaman. Çünkü hayal ederken asla sınırlarımız, korkularımız, çekincelerimiz, dertlerimiz hatta bazen benliğimiz dahi yok. İnsanın kendinden bile kaçıp kurtulabileceği bir dünyası olduğunu, muhtemelen, benim kadar iyi tecrübe etmiş insan çok azdır. Kendi içimdeki bu dünya çoğu kez beni bile içine alıyor, hatta hapsediyor. En olmadık yerlerde, en olmadık şeylerden -gerçekçi ya da anlamsız diye düşünmeden- başka başka hikâyeler çıkarıp kendimi o andan uzaklaştırabilmek hayatta en çok zevk aldığım şeydir. Ve kendini farklı bir yerde bulmanın yolunu en iyi, şarkıların gösterdiğine inanırım. Ne vakit bir melodi duysam aklım bambaşka; ruhum, bedenim bambaşka olur. Her şarkının, her melodinin insanı alıp götüreceği bir diyar olduğunu düşünüyorum. Ufacık bir his kırıntısı bırakır yüreğine tek bir nota ve kim bilir nerede bulur kendini insan. Kimi tek bir melodiye sıkışmış geçmişini yâd eder, yeniden yaşar kimi asla yaşanmayacakların hayallerine kapılıp gider. Birkaç dakikalığına, belki de başka türlü yaşayamayacağımız nice duyguda kayboluruz. Bense her şarkının, her melodinin - dinleyiciden bağımsız- kendine has bir hikâyesi olduğuna inanırım ve sözlerinden, hissettirdiklerinden bir hikâye bulup çıkartırım; bestekârıyla karşılıklı oturur, sözleriyle, notalarıyla halleşirim hayallerimde bir zaman. Dilinden anlamadığım şarkılarda bile, sanatçının sesinde tanıdık, yüreğime dokunan bir tını ararım ve o tınıyı alamadığım, yüreğime bir his koyamamış, beni ilk anda başka bir diyara sürüklememiş şarkılara pek kıymet de vermem. Her şarkısında kendimi yenilenmiş gibi hissettiğim, hayallere kapılıp gittiğim sanatçı pek fazla yoktur o yüzden ve bu sanatçıların konserlerini özenle takip ederim. Çünkü bana daha önce hissetmediğim duyguları tattırabilen, her şarkıda bir yaşanmışlık aratıp hikâyeler çıkarttıran bu kişileri canlı canlı dinlemenin verdiği haz bir başkadır. İncesaz, her şarkısının içindeki hikâyeye kapıldığım o nadir gruplardan biridir. Bizzat konserlerinde bir kez daha teyit etme şerefine eriştim ki İncesaz’ın şarkılarını dinlerken tanımlayamadığım bir huzurun içinde buluyorum kendimi. Ne vakit bir şarkısını dinlesem, ya İstanbul’un eskiden kalma mahalle aralarında gezinirim ya da Kız Kulesi’ni, Galata’yı seyre dalmış olurum. Belki sözlerinde çokça İstanbul geçtiğinden; belki İstanbul yolculuklarımdan birinde İncesaz’a rastladığımdan böyledir hayallerim, bilinmez. Bildiğim tek şey; bir şarkılarının dahi bir yaşanmışlık, bir hikâye içermediğine inanmanın benim için oldukça güç olduğudur. Konser esnasında durmadan şunu tekrar edip durdum kendime; hâlâ böyle Feyza Ünal hissedebilmek, oturduğun yerden başka bir memlekete yolculuk yapabilmek, yaşanılan andan kopabilmek ne hoş! Diyorum ya, hayal edebilmek büyük bir lütuf. Hayallerde hikâyeler yaşatabilmek, hayallerde yaşayıp gerçeklerden kopmak tehlikesiyle karşı karşıya bıraksa da insanı; hayallerin olmadığı bir dünyada yaşayabilmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Üstelik bu hayalleri gerçek gibi hissettiren, her seferinde yeniden hatırlatan şarkılar varken… Hayatın zorluklarının yorulmadan, her daim karşımızda dimdik durdurduğu gerçeğini asla inkâr edemeyiz elbette. Lakin hayattan zevk almaya bakmak, kendimize küçük mutluluklar bulmak gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden kaçış yerim, hayallerimdir. Her karşılaştığım melodiye, her gittiğim yere, tanıdığım veya rastladığım her insana hayallerimde bir hikâye bulup çıkartışım bir nevi kendimce bulduğum; anlık mutluluklara, kaçışlara ulaşan bir yoldur. Ve ancak bu yol sayesinde kendim olabiliyor, kendi kendime yetebiliyorum. Belki de insanlık olarak yanlış anladığımız ve kapılıp gitmekten çekindiğimiz hayallerimizi göz ardı etmemek gerek. Hem böylece hayatın yükünü hafifletmiş, kendimize bir pencere açmış oluruz. "Ne adamlar var! Bana soruyorlar; 'Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?' diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir? Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum? Roman daktiloyla mı yazılır? Arkadaş (gözleriyle kalbini göstererek), fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim! Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım… Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim.” Ara Güler ARA’DAN ÖNCESİ SONRASI ŞİMDİSİ Küçüklüğümden beri fotoğraflara bakmak, fotoğraf çekmek en büyük hobim olmuştur. Bunun nedenini hep anneme bağlamışımdır. Annemin eski Canon AE-1 filmli makinesiyle Norveç’te yaşarken çektiği, Doğu Anadolu’ya gidip Van, Doğu Beyazıt ve Hozi civarındaki köylülerle zaman geçirip onları çektiği onca fotoğraf evimizdeki büyük çekmecede dururdu. Bende her haftasonu sabah erkenden kalkar onları karıştırır ve annemin benden önceki hayatındaki izlere bakardım. Sonra biraz daha büyüdüğüm zaman bu sefer bende fotoğraf çekmeye başlayıp, kendi izlerimi bırakma kararı verdim. İlk olarak kafama koyduğum şey nasıl fotoğraflarla ilgilendiğimi, nasıl bir fotoğrafçı olmak istediğimi bulmaktı. Buraya yazarken bile “Tanrım, ne kadar da kolay maksimum 1 ay düşünürsün sonra kafanda bir şeyler kesinleşir.” gibi cümleler geçti aklımdan. Ardından duraksadım ve herhangi bir fikrimin bu kadar kesin ve sabit kalmaması gerektiğine karar verdim. Ama Bilkent Siyaset Bilimi’ne gelme sebebim gibi ben Foto-Muhabir olmaya karar vermiştim. Medyada yer alacaktım. Bu artık benim hayat planımdı. Zaten sonra yolum İzmir Alsancak’taki en güzel kitapçılardan biri olan Yakın Kitabevi’nde annemden sıkça adını duyduğum bir adamın kitabıyla kesişti: Ara Güler. Ara Güler benim için gerçekten apayrı bir dünyanın kapısını açmıştı.Elime aldığım kitapta aklımda en çok kalan şey ise Ankara Ulus Meydanı üzerinde iki uçağın çarpışarak, meydana düşmesi sonucu yanan bedenlerin fotoğrafı oldu. Çoğu insan gibi yanmış bir insanın fotoğrafını görmek ilk başta beni rahatsız etmişti gerçekten fakat bu his bir anda yok olunca aklıma Ara Güler’in nasıl böyle bir fotoğraf çekebildiği geldi. Öyle bir alanda muhabirliğin verdiği soğukkanlılıkla tarihte çokça yer alacak bir fotoğraf çekmişti ve en güzel denebilecek kısım benim herhangi bir fotoğrafçı kitabında yaşayamadığım şeyi yaşamam oldu. Tarih sahnesinde aslında önemli bir rol alması gereken bu olayı o güne kadar hiç duymamış, bir fotoğrafçının kitabından öğrenmiştim. İşte o an bir fotoğrafçı ile foto-muhabir arasındaki farkı anlamıştım. Ara Güler gözümde daha da büyüyordu. Büyük sanatçımız Bernard Russell, Arnold Toynbee, Winston Churchill, Picasso ve Salvador Dali gibi isimlerin fotoğraflarını çekip röportaj yapmıştır. Bu fotoğraflardan birkaçını ve Abidin Dino’nun Paris’te Ara Güler tarafından çekilmiş fotoğrafını sizlerle paylaşmak istiyorum. (Google Images) Sol üsten alta, Dali-Abidin Dino Sağ üsten alta Picasso-Churchill (Google Images) Ara Güler’in fotoğraflarının bu denli özel, güzel ve tarihi önem tanımasını yaşına vuran çok duyarız ama yazımın başına yazdığım sözünde de söylediği gibi Ara Güler fotoğrafını çektiği her insanı tanımıştır. Fotoğraflarındaki ruh bu yüzden şu sıralar popüler olan fotoğrafçıların stüdyolarında yoğun makyaj ve photoshoplarının etkisiyle görülemez hale geliyor. Artık insanlar doğal, yaratıcı ve farklı şeyleri sevmiyorlar gibi geliyor bana. Bu düşünceyi bende uyandıran şey ise sosyal medya fotoğrafçılığı diyebiliriz aslında. Instagram uygulaması çoğu kişinin akıllı telefonlarında yer etti. Hepimiz güzel anlarımızı çekmeyi, paylaşmayı seviyoruz ve “beğeni” aldığımız zaman kendimizi iyi hissediyoruz. “Evet ya, ben güzel fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafçı olur benden. Baksana amma takipçim var.” gibi cümleler çok duyuyorum. Tabii ben kendi yaş grubum adına konuşuyorum. Eline her fotoğraf makinesi alan o makinenin deklanşörüne neden bastığını bilmiyor. Zaten fotoğraf çeken bir kimse ile gerçek fotoğrafçıyı ayıran bunu bilip bilmemek olduğunu söyler Ara Güler. Ayrıca fotoğrafçılar ile foto-muhabirleri de ayrı tutar Ara Güler. Bir röportajında dile getirmiştir bu ayrılığı. Ona göre bir edebiyatçı gazeteci ve bir gazeteci de edebiyatçı olamayacağı gibi bir fotoğrafçı foto-muhabir olamaz ve foto-muhabir de fotoğrafçı olamaz. Eğer bir yerde bomba batlarsa, savaş çıkarsa bu ortama eline aldığı ilk makineyle koşan kişi foto-muhabir, bu olaylar gerçekleşirken evine koşup eşinin koynuna yerleşen adam ise fotoğrafçı demiştir. Dürüst olmak gerekirse bu sözü biraz sert ve fazla genelleyici buluyorum ama katıldığım bir nokta kesinlikle var. Bombanın patladığı yere, savaş alanlarına gitmek kesinlikle ciddi bir cesaret isteyen bir davranış, o yüzden evet sözleri sert ama foto-muhabirlerin oraya gitmeleri, gitmeyen fotoğrafçılardan onları ayırır. Son olarak da 2014 yılında ilk basımını veren Gazeteci Nezih Tavlaş’ın kaleme aldığı Foto Muhabiri kitabı Ara Güler’in hayatını doğduğu günden şimdiki yaşına kadar (kendisi 87 yaşında) kronolojik sırayla anlatmakta ve Ara Güler bu uzun hayatında tarihi birçok olayla karşılaştığı için tarihi bir yapısı olan bir kitap karşımıza çıkıyor. Eğer bu yazıyı okumadan önce Ara Güler’le tanışmadıysanız ve şuan ilginizi çektiyse yada Ara Güler’i zaten tanıyordum daha çok bilgi sahibi olmak istiyorum demekteyseniz bu kitabı şiddetle okumanızı öneririm. Afiyet olsun! SOLİN BİZSEL (Google Images) Kaynakça  Wikipedia  Google Images SAÇLARIM KONTROLDEN ÇIKTI Hayatımı sorsanız saçlarımı gösterirdim. Her bir yana dağılmışlar ve ne kadar elimle yön vermeye çalışsam da bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Tek bir taraf olması gereken yerin dışına fırlamış olsa belki o kadar rahatsız etmezdi ama her bir tel olması gereken yerden uzakta isyankarca bana meydan okuyor. Böyle bir durumda insan ne yapabilir ki ? İlk seçenek saçı tamamen üçe vurdurmak galiba ama o zaman da değerli anılar ve beni hayata bağlayan şeyler de kesilmiş olur. O yüzden ilk seçenek pek mantık sınırları içerisinde değil. Oluruna bırakmak ikinci seçenek galiba. Saçlarımın, hayatımın ve her şeyin kontrolünün bende olmadığını kabul etmekten geçiyor. Saçlarım ne tarafa savrulurlarsa onların buyruğuna boyun eğmekten ibaret bu seçenek. Bu da pek muhtemel gözükmüyor, bir noktada illaki patlak veririm. Ot gibi ne kadar yaşayabilir ki bir insan? Pek değil bence. Geriye pek bir seçenek kalmıyor galiba. Rachel'ın saçları benimkinden çok daha fazla dağınık galiba. Çünkü hayallerim ve sevdiğim insanlar her şeye rağmen yanımda. Ayrıca Rachel bir kadın ve saçları benimkinden kat kat daha uzun. Uzun saçların sert rüzgârlarda darmadağın olduğu su götürmez bir gerçek. Onun hayatı ve saçları benimkilere imreniyordur belki. İstediği her şeyi elde etmiş aslında. Hayal ettiği istediği her şey kocasıyla çocuğuyla geçirebileceği huzurlu bir yaşam. Üstelik bu hayalinin en iyi tarafı da bunların Rachel'in düşlerinde yer alan evde gerçekleşmesi. Tek bir ufak pürüz haricinde Rachel'ın düşleri tamamıyla gerçekleşiyor ama başka bir kadın için. Bu ufak pürüz Rachel'ın rüzgârı. Ufak dediğime bakmayın cidden nasıl bir çığ ufacık bir kartopuyla başlayabiliyorsa bu ufak pürüz de, derli toplu saçların mutlak bir kaosa doğru gitmesindeki ufak kartopu. Her neyse konudan sapmadan söylemeliyim Rachel ister istemez birinci seçeneğe kayıyor. Saçı yerinde dursa bile onu hayata bağlayan şeyler elinden kayıp gidiyor bir anda. Ne yazık ki bu şeyler yok olunca bile insan sefil varlığıyla bu dünyayı dolaşıyor. Düşününce başka insanların hayatına bağlanıyorum belki de. Onları gözlemlemek, onların mutluluklarını görmek, her şey iyi olacak diye fısıldayan tatlı bir meltem sanki. Kontrolü elden kaçırmamak lazım ama. Eğer ipin ucu kaçarsa o insanların hayatlarını gözlemlemek saplantıyı bile geçip içimizdeki boşluğu en kötü şekilde doldurabilir. Her gün trende manzarayla birlikte bir çifti izlemek gibi masum tatlı bir fısıltı bir anda o çiftin hayatının gelgitlerine kapılarak korkunç bir fırtınaya da dönüşebilir. İşte bu yüzden kontrollü olmak lazım eğer hayatlarıyla olan bağlantımız ölçülüyse, her zaman yeni bir gösteri yeni biri çift bizi bekliyor olur. Bize umut veren hayatın içine çok düştüysek durum bambaşka bir hal alır. Onların problemleri bizim olur. Mutlulukları bizim olur. O hayatı düzeltmeye çalışırken daha da kötü bir hale sokarız belki de. Rachel olsam daha kesin bir şeyler söylerdim ama ne yazık ki söyleyemem. Galiba saçlarımın düzeleceğini bile bile dağınık diye yakınıyorum. Saç sonuçta bir de bakacağım ki düzelmişler bile. Her şey yoluna girer eminim buna. Son seçenek bu. Her şeyi silmek değil ya da her şeyden elimizi ayağımızı çekmek. Sadece kendimize hâkim olmak işlerin yoluna gireceğini bilmek ve buna göre davranmak. Hayat cidden çok basit çünkü bir şeyler hep ters gider ve bazen de gitmez. Bir şeyler hep yolunda gider ve bazen de gitmez. Saçlarımız bazen darmadağın olur ve rahat bir nefes almamıza bile engel olur. Saçlarımız bazen derli toplu olur ve mutluluğun tadına varırız. Tek yapmam gereken beklemek ve saçlarımı daha da dağıtmamak galiba çünkü şu an yapabilecekleri tek şey yüzümden hayatımdan çekilip düzene girmek. Tolga Can Aybirdi Kaynakça: Hawkins, Paula. Trendeki Kız. Çev. Aslıhan Kuzucan İstanbul: İthaki Yayınları, 2015 İlknur Erdoğan İnsan Yaşadığı Yere Benzer “İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.”(Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri) demiş şair. Bazı konular vardır saatlerce üstünde konuşursun da bitiremezsin, biri gelir tek cümleyle her şeyi anlatır ya, bu mısra öyle benim için. Ben bu mısrayı okuyunca çocukluğumu görüyorum içinde. Arkadaşlarımı özlüyorum, o masum ve çıkarsız arkadaşlıkları. Hani birimiz düşse hepimizin canının yandığı, elimizdeki hiçbir şeyi sakınmadığımız, yalan nedir bilmediğimiz ve en çok birbirimizin kalbini kırmaktan korktuğumuz arkadaşlıkları. Bana şeker veren esnafını, komşularımızda yediğimiz elma turtalarını görüyorum bu mısrada. Yabancı da olsa herkesi aileden saydığımız o koca mahalleyi. Ne kadar çok insana kendimizi sevdirirsek o kadar zengin hissettiğimiz o güzelim günleri. Kış günleri içtiğim çorbanın kokusunu alıyorum, sanki bir yudumda içim yine ısınıyor. Yaz mevsiminde yüzdüğüm kıyılara tekrar gidiyorum, tekrar o denizde kendimi bırakıp gözlerimi kapatmışçasına dalgaları hissediyorum kollarımda, parmaklarımın ucunda. Bazen bir sahne beliriyor gözlerimin önünde en sevdiğim filmden, bazen ablamın bana okuduğu masalların içine düşüyorum geceleri, öyle kapıyorum gözlerimi. En sevdiğim renk var bu cümlenin içinde, ilk ezberlediğim şarkı. İlk kavgam, ilk aşkım… Dönüp bakıyorum da, hangi şehrin bulutlarına bakarak hayal kurmuşsam ve hangi şehrin kurumuş, sararmış yapraklarına basa basa yürümüşsem sokaklarında; içimde taşıyorum ondan bir parça. Ben biraz İzmirliyim, biraz Bursalı, biraz da Ankaralı. İzmirliyim, şehrin tüm insanları arkadaş benim için. Kim paylaşmak istese derdini kederini veya sevincini, ben saatlerce dinleyebilirim. İçim içime sığmayınca benim de yanıma biri gelecektir elbet. Hiç tanımadığım bir insanın gözlerine bakıp en içten selamlarımı sunabilirim. Beraber çalışıp beraber eğlenmek nedir bilirim. Hayatın tüm zorlukları üstüme geldiğinde deniz kokusu arayanlardanım. Ama bir denize baktığımda sadece dalgaları görmem ben. Sahilde uçuşan kuşlar da bir parçası mekânın, onlarla ortak olur, onlarla paylaşırım suyun sesini. Bursalıyım, Türk kahvesi günün en çok hangi saatinde iyi gider bilirim. Zeki Müren “Şimdi uzaklardasın.” dediğinde ben şehre tepeden bakınca o uzaklar neresi görebilirim. Hangi kapıyı çalsam, bir güler yüz var içerde, güvenebilecek limanlar hâlâ var benim için. Bazı sokaklarında yaşanmışlık var, tarih var. O sokaklar, o taşlar her şeyi gördü; her türlü ayrılığı bilir onlar. Ankaralıyım, grinin içinde kaybolmayı iliklerine kadar hissedenlerdenim. Kendi yalnızlığımla Kızılay’a çıkıp herkesin yalnızlığı içinde bütünleşmeyi, kalabalıklaşmayı öğrendim. Asıl soğukluğun havada değil de kalpte olunca insanın üşüdüğünü yine bu şehirde öğrendim, her zaman beton yığınının şehri kirletmediğini de. İyi güzel yönleri değil de asıl kusurları sevince gerçekten bağ kurulduğunu gördüm bu şehirde ben. Bir insanın ilk önce yanlışlarına bakmak gerektiğini, buna alışırsak her şeye dayanabileceğimizi anladım. Ve biliyorum ki elleri titreyen yaşlı bir nine olup da herhangi bir şehrin herhangi bir huzurevinde dinlenirken özlediğim geçmişimi, özlediğim şehirlerde arayacağım. Sanki en mutlu olduğum çağlara dönebilmek için o şehre tekrar uğramak yetermiş gibi seyahatler çekecek canım, aynı sokaklarda bu sefer torunlarımın koluna yaslanarak da olsa yürümenin hayalini kuracağım. Tıpkı kendim gibi o şehirlerin, sokakların da değiştiğini görmek kalbimi kıracak belki. Belki yaşadığım evi arayacağım da mahallemi bile bulamayacağım. Hiçbir şey tanıdık gelmeyecek, sanki yolumu şaşırmış da farklı bir şehirde dolaşmışım diyeceğim kendime. İşte o zaman çaresizliği kabullenen her insan gibi hayallerime döneceğim yeniden, bir pencerenin köşesine çekilip kendi içimde yaşattığım şehirlerimi ziyaret edeceğim. Onca zaman yaşadığım yerlerin beni kendine benzettiği gibi belki ben de ömrümün son deminde yaşadığım her yeri kendime benzeteceğim, belli mi olur? Büşra Öncül MASKELERİN ARDINDA En son ne zaman oturup kendinizi dinlediniz? En basitinden hiç düşündünüz mü acaba kendinizi iyi hissetmek için neler yapıyorsunuz? Farkında değiliz ama hayat denilen, hiç durmak bilmeyen bir yaşam diliminde nereye gideceğimizi bilmeden sürekli kürek çekiyoruz.Zaman zaman öyle kaptırıyoruz ki kendimizi rüzgar bizi hangi yöne savurduysa orada buluyoruz. Hayattan ne istiyoruz, neler hissediyoruz ve ne için uğraşıyoruz? En son gittiğim Yahon Chang’in ‘Akış’ adlı sergisinde özgür ve akıcı fırça izlerini inançlar ve duyguları anlatmak için kullandığını gördüm.Evet, inançlar ve duygular... Resimleri inceledikten sonra dışarıdan nasıl göründüğümü düşündüm.Acaba mutluyken gerçekten mutlu gözüküyor muydum ya da üzüntümü ben de aynı resimlerdeki gibi mi belli ediyordum? Ya da gerçekten o anda ne hissediyordum? Mutluluk mu, şaşkınlık mı, öfke mi…Belki de hiçbiriydi. İnsanları gülerken gördüğümüz zaman mutlu olduklarını, gözyaşlarını gördüğümüz zaman ise üzgün olduklarını düşünürüz. Hâlbuki biz insanlar mutlu olunca bile göz yaşlarımızı tutamayıp ağlayan varlıklarızdır.Bu örnek gibi hayatımızda yaşadığımız birçok olayda dışarıdan farklı gözükebiliriz. Karşımızdakiler ise bize bu maskelere göre yaklaşırlar ve çaresizce bir çözüm arayışı içine girerler.Ya da ön yargı girer işin içine.Yeni tanıştığımız insanlarla ilişkimizde, tutumuzu hep o ilk andaki karşılaştığımız tepkilere göre şekillendiririz. Ancak sergilerde, konserlerde ya da herhangi bir sanat dalında bu öyle değildir. Belli bi grup insan belli bir etkinlik için toplanır ve bu etkinlikerde saatlerini harcarlar. Bazıları bu geçen saatlerin ne için geçtiğini asla anlamaz ama karşılarındaki değeri anlayanlar bu zevkin peşini asla bırakmazlar. Belki de zorunluluktan gittiğim bu sergide, bu resmin ilgimi çekmesinin sebebi de bu olabilir aslında. Ben oradaydım. Kendi benliğimle ve kendi seçimimle oraya gitmiştim ama aslında mutsuzdum. Ya da yanımda olan insanlardan sıkılmıştım ama ben bunu belli edemezdim. Ben o maskeyi yüzüme takmak zorundaydım ve bu şekilde devam etmeliydim. Resimlerdekiler ise sonsuza dek bir duyguyu temsil etmek üzere bizlerin karşısındaydılar. Belki de yıllarca aynı maskeyi takan bir adam tam da maskeyi yere düşürdüğü sırada bir sanatkar bunu fark etmişti ve bunu tuvaline taşımıştı. İşte bunu düşündüğümde kendimin de o resimlerde olabileceğini düşündüm. Acaba ben bir günde kaç kez maske takyordum ve o maske kaç kez yere düşüyordu? Bu resmin etrafında toplananlara baktığımda yalnız olmadığımı fark ettim. Herkes belirli bir duygusunu belirli bir maskeyle örtmüş, bu saf ve doğal duygunun resmine bakıyordu hatta hayranlıkla bunu aralarında tartışıyorlardı. Peki herkes bunu yapıyorsa ve bir resimle dahi olsa bu saflığa ulaşmayı istiyorsa neden herkes maske takıyordu? İşte benim içi asıl soru buydu. Ben ben olabilmek isterdim. Sahte duygulardan arınmak isterdim. Ben o fotoğraftaki çocuk olmak isterdim. Hatta ben çocuk olmak isterdim.Aklıma ne geliyorsa, dilediğimce hissettiklerimi, düşündüklerimi söylemek isterdim.Maalesef ki günümüzde birçoğumuz düşüncelerimizi dile getirmekten çekiniyoruz sırf yanlış anlaşılırız ya da dışlanırız diye ya da zaman zaman da duygularımızı bastırıyoruz sırf etrafımızdakiler maskemizin altındaki zayıf noktalarımızı görmesinler diye.Aslında bakarsanız kendi kendimize kalın duvarlar örüyoruz ve bu duvarlardan kimsenin geçmesini istemiyoruz.Güçlü olduğumuzu düşünüyoruz, en azından ben bu şekilde güçlü olduğumu düşünüyordum.Kimsenin beni zayıflıklarımla ya da farklılıklarımla görmesini istemiyordum.Çünkü böylesi en kolay yoluydu kırılmamanın, incinmemenin.Hâlbuki bu durum beni ferahlatmıyor aksine kendi kendimi boğuyordum.Bu sergiden sonra anladım ki taktığımız maskelerimizi bir kenara bırakıp kendi düşüncelerimizi, duygularımızı ve inançlarımızı korkusuzca söylemeliyiz. Sina Kıratlı 21603406 İmtina Etmeyin Kendinizi Adayın ! Güçlü anlamlar çağrıştıran kelimelere karşı daima bir zaafım olmuştur. Bu kelimeler öyle ya da böyle çoğu insanın bam teline dokunur hatta tüylerini diken diken eder. Beni en çok etkileyen kelime ise hiç şüphesiz ki ‘adanmak’tır. Bu denli güçlü ama aynı zamanda mutsuzluğa kestirmeden bir yol açacak kelimeyi zamanının insanları nasıl bulmuş bilemiyorum ama günümüz yaşantısını da bu kadar güzel tespit edecek bir kelime olduğunu düşünmüyorum. Türkçe oldukça zengin bir dil olmasına rağmen bu kelime gibi anlam derinliği upuzun bir zaman dilimini anlatacak başka bir kelime olduğunu hafızamı zorladığımda dahi hatırlayamıyorum. Öyle ki, zaman belirteçleri ile bu fevkalade kelimeyi karşılaştırmak insan onuruna ve yaşantısına hakarettir. Ne de olsa, bir insanı hatırlarken onun ne kadar yaşadığını değil ne amaçla yaşadığını anlatırız. İmrendiğimiz yaşantıları gözümüzde canlandırdığımızda, o mutluluğa haiz insanların daima tek bir özelliği aklımıza gelir. O insanlar kendilerini daima tek bir nitelik ile tanımlarken, hayatlarını o doğrultuda tam dikkat ile sürdürmüşlerdir. Sayısız örnek bulabileceğim bu konuda en doğrusunun kendimden yola çıkmak olduğunu düşünüyorum. Küçük yaşlardan beri spor üzerine kitap yazmak istememden ötürü kendimi yıllardır bu amaç uğruna hazırlıyorum. Arkadaşlarımla çıkabileceğim vakitlerde maç izlerken, ders çalışacağım vakitlerde de rapor ve köşe yazısı okuyorum. Bu benim tercihim olmasına rağmen bu davranışların benim lügatımdaki anlamı adanmaktır. Eğer bir işe ya da hayatınızdaki bir olgu için fedakarlıkta bulunabiliyorsanız bu sizi eksik ya da takıntılı biri yapmaz tam tersine gıpta edilecek bir insan haline getirir. Şampiyonlar Ligi Finali’nde Barcelona’yı Bununla birlikte bu paragrafın yanında yer yenen Emre’ye Messi yaklaşır ve şöyle der; verdiğim metin kutusuna da değinmek istiyorum. “Senin gibi oynayabilmek için tüm hayatımı verirdim!” Her ne kadar bu diyalog gerçeği yansıtmıyor olsa Emre, tarihe geçecek o lafı söyler; da özü beni gerçekten çok etkiledi. Büyük bir “Ben verdim!” başarının arkasında önemli bir adanmışlığın ve azmin olduğunu belirtmesi de beni açıkçası gururlandırdı. Kim bilir bu başarının ardında ne gibi fedakarlıklar vardır diye düşünmeden edemiyorum. Zaten kanaatimce, bir olguyu başarılı kılan unsur uğruna fedakarlıkta bulunulanlardır. Ek olarak unutmamak gerekir ki, hayatımızı değiştiren olayların istisnasız hepsinde az ya da çok adanma vardır. Aksi bir durumda siz üniversiteyi nasıl kazanabilirdiniz ki? Zaten hali hazırda kimse yıllar yıllar sonra anılar gözünün önüne geldiğinde sınavı hatırlamaz, sadece o aşamada gösterdiği çabayı hatırlar. O çaba öyle güzel ve özel bir çabadır ki, süreç içinde amaç kutsallaşırken, süreç başarı ile kutsanır. Son olarak da adanma konusunu kendisi için mutsuzluğun kaynağı olarak görenlere bir kaç satır ayırmak istedim. Adanmasının karşılığını güvensizlik veya terk edilmek olarak alan insanların sayısı maalesef azımsanmayacak sayıda. Yıllarca aynı firma için çalışmış olanlardan tutun, sürekli eşinin üzerinde titreyen ve bir dediğini iki etmeyen adam da mutsuz olabiliyor. Hayatta olumsuzluklar vardır ancak eğer bir konuya kendinizi adarsanız bu durumun size getireceği ruhsal dinginlik ve memnuniyetin ne parasal ne de sevgi görme açısından karşılığı yoktur. Önemli olan insanın başkası tarafından takdir edilmesinden çok iç huzurunu tatmin etmesidir. Haksızlığa uğramak his olarak felaket bir duygu olmasına rağmen kendi ruhunuza haksızlığı bizzat kendinizin yapması bence daha acıklı olurdu. Elinden geleni, hakkıyla yapanın mutsuz olması bana bu nedenden dolayı mantıksız geliyor. Haydi kaldırın kafanızı! Umutsuz hissettiğinizde görseldeki sporcuya bakın. Kendisi defalarca yenildi ama sonunda mutlu sona ulaştı. Bu hırs ve adanmışlık olmasa değil sahada, bu çalışmada bile olamayacaktı. Adeta bir nehir gibi yatağından hırs ve sevgi ile doğan herhangi bir davranışın, mutlu son ile denize karışmasının tek yolu o konuya adanmaktır. Bu adanma bahsettiğim gibi hayatın belirli bir vaktinden feragat etmek yolu ile de olabilirken, feda ettiğiniz kendi yaşantınız da olabiliyor. Anın gereksinimlerine göre mutlu olup olmamak sizin elinizde. Kısa vadeli planlarınızı bilemem ama uzun vadeli planlarınız ve özellikle bu planlar mutlu olmayı içeriyorsa mutlaka o konuya kendiniz adamanız lazım. Tavsiyem altın değerindedir. Bu doğrultuda yapmanız gereken, herkesin sahip olabileceği rakamlardan ziyade geriye kendinizi daima hatırlatacak bir sıfat bırakmaktır. Kaynaklar McRyan. "Emre Belözoğlu." Ekşi sözlük. N.p., 01 Apr. 2017. Web. 07 Apr. 2017. Görsel Kaynağı Saracoğlu, Orçun Sena. "Kevin Garnett Yuvasına Döndü." GazeteBilkent. N.p., 22 Feb. 2015. Web. 07 Apr. 2017. Tozpembe İstanbul Zaman çok çabuk geçiyor. Okullar açılalı nerdeyse bir ay olmuş. Dersler giderek zorlaşıyor, midtermler yaklaşıyor… Hukuk fakültesinde günlerdir bir sağa bir sola koşturuyorum ben de. Çok yoruluyorum, canım çıkıyor. Tam artık düzenimi oturttum, okula alıştım derken hiç hesapta olmayan bir haber aldım geçen hafta. Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla 28 Ekim Cuma günü ders yapılmayacakmış. Çarşamba öğleden sonramın boş olduğunu, perşembe günü de hiç dersimin olmadığını düşünürsek, hafta sonuyla da birleştirince benim için dört günlük bir tatil demek bu! Bu koşuşturmacadan biraz olsun çıkıp dinleneceğim, sonunda kendime vakit ayırabileceğim diye çok sevinmiştim ki ailem sağ olsun sevincim kursağımda kaldı. İstanbul âşığı ailem bu boşluğu fırsat bilmiş, hemen bir tatil programı yapmış. “Hazırlan Cansu, haftaya yine İstanbul’dayız.” Yazın üç ayla yetinmeyip her bayramı, yılbaşını, hâtta bazı hafta sonlarını tatile dönüştüren bir aile benimkisi. Ders programımın uygun olduğunu görünce beni de dâhil etmişler bu son İstanbul kaçamağına, uçak biletlerini almışlar bile. Gitmesem olmaz, mecbur gideceğim ben de. Tatile gitmekten şikâyetçi değilim, sakın yanlış anlamayın. Beni asıl bıktıran ailemin özel olarak İstanbul’a duyduğu abartılı hayranlık, hatta hayranlıktan öte âşk diyebilirim. Tipik İstanbul âşıkları işte… Her fırsatta İstanbul’u överler, birkaç günlüğüne bile olsa bu şehre gitmek için can atarlar. Bırakın başka şehirleri, Ankara’yı bile kıyaslarlar İstanbul’la. Denizi yok diye hor görürler Ankara’yı, “Bu nasıl şehir?” derler. Bazen televizyonda İstanbul silueti görünce, bazen bir şarkıda adı geçince İstanbul’un bir ah çekerler, “Şimdi boğazda olmak vardı…” diye söylenirler. Açıkçası anlayamıyorum ben bu âşkı, içimde hissedemiyorum. Nedir bu şehri bu kadar özel kılan? Taşı toprağı altın mı gerçekten? Giden neden dönemiyor memleketine, neden bu kadar bağlanıyor bu şehre? Bugünün işi değil bu tabi, yüzyılların meselesi. Byzantion, Konstantinopolis, Konstantiniyye, Dersaadet, İstanbul… Yalnız Türkiye’nin değil dünyanın göz bebeği.Boğazın boydan boya ikiye böldüğü koca İstanbul… Dünyadaki en eşsiz manzaralardan birine sahip bu koca şehir. Öyle eşsiz bir manzara ki bu; uğruna tüm dünya birbirine girmiş. Geçmişte ne çok savaş çıkmış ne çok kan dökülmüş. Adına yüzyıllardır nice şarkılar, kitaplar, şiirler yazılmış. Dile kolay üç yüz bin yıllık bir geçmişi var bu şehrin. Üç yüz bin yıldır dünyanın ilgi odağı. Roma’sından Osmanlı’sına kimler gelip geçmemiş ki boğazın iki yakasından? Her gelen de başka bir iz bırakıp gitmiş arkasında, güzelliğine güzellik katmış bu şehrin. Günümüzde pek çok kişi İstanbul'un sadece bu güzel taraflarını görüp âşık oluyor ama madalyonun diğer yüzünden kimse bahsetmiyor. Yeşilin, mavinin, tarihin içinden geçen asfalt yollar, vinçler, gecekondular, her memleketten türlü türlü insan, düzensizlik, kargaşa... Ulaşım sıkıntılı, yaşamak pahalı, hırlısı hırsızı, dolandırıcısı, teröristi fazla. Milyonları aşan ve giderek artan bir nüfus var bir kere. Malum, bir gören bir daha bırakamıyor bu güzelliği. Güzelliğinden kuşku yok elbette ama maalesef herkes için güzel değil bu şehir. Herkese adil davranmıyor. Birbirinden kopuk yaşanan bambaşka hayatlar var burada. Bir tarafta karnını doyuracak ekmek dahi bulamayan, dilenen, çöpleri karışıran küçük çocuklar; diğer tarafta vergi rekortmeni babanın boğazdaki yalısında büyüyen biricik oğlu var. Semtler arası büyük uçurumlar var bu şehirde. Bebek, Etiler, Nişantaşı... Yanıbaşında Fatih, Eyüp, Tarlabaşı... Yarım saat yol gidince semt değil ülke değiştirmiş gibi hissediyor insan. Dağı taşı, havası suyu, insanı bile bambaşka buraların. Zıtlıklar şehri bu İstanbul. İyi-kötü, güzel-çirkin, zengin-fakir bir arada burada, arası yok. Hafta sonu bir kitapçıda öylesine gezinirken tam da bu karmaşayı çok güzel anlatan bir kitap geçti elime: Amerikalı yazar Brendan-John Freely’den “Galata, Pera, Beyoğlu”. Okudukça gördüm ki yukarıda bahsettiğim İstanbul hakkındaki görüşlerim yazarınkilerle büyük oranda paralelllilk gösteriyor. Adından da belli olacağı üzere, Freely yazısında çoğunlukla Beyoğlu ve çevresi üzerinde yoğunlaşmış ancak özü bakımından kitapta yazılanların bir bütün olarak İstanbul’u çok doğru bir şekilde resmettiğini söyleyebilirim. “Bölgenin gelişimini ve sosyal tarihini, Haliç'teki ilk yerleşimlerden Taksim ve çevresindeki son yerleşimlere kadar, sadece mimarisiyle değil, katillerinden mafyasına, fahişelerinden bankerlerine, diplomatlarından sosyetesine kadar, bütün sakinlerini de inceleyerek sokak sokak takip ediyor.” diye yazılmış kitabın arka kapağına. Bahsettiğim zıtlıkların bir arada bulunduğunun altını çiziyor yazar, Beyoğlu üzerinden. Meşhur Galatasaray Lisesi’nin olduğu yer eski bir Avrupa kentini anımsatırken, birkaç sokak arkasında yer alan kenar mahaller şehrin bambaşka bir yüzüyle buluşturuyor bizleri. Hâla “Ne güzel şehirsin sen İstanbul!” diyorsanız bu kitaba boş bir zamanınızda göz atmanızı tavsiye ederim. Hiçbir şeyin ortası bulunmayan bu koca şehre derin bir hayranlık besliyorsanız okuduktan sonra bakış açınız biraz olsun değişir, gerçek İstanbul’la tanışırsınız diye okuyun diyorum. Belki biraz olsun hak verirsiniz bana. Son olarak da kitabı bitirdikten sonra kendinize bir sorun derim; öve öve bitiremediğiniz, asla kopamadığınız, büyük bir âşk ile bağlandığınız bu şehir hangi İstanbul? diye. Kitabı bitirdiğinizde cevabınızın ve tozpembe İstanbul’a olan bakışınızın değişeceğinden eminim. Hepinize keyifli okumalar... ZOR YOL Kolay geçmiyor zaman, kimilerine uzun gelen saatler, kimilerinin peşinden koşuyor. Bazılarımızın korkulu rüyası oluyor belki de geçen her saniye, her dakika. Zamanın ilerleyişi tedirgin ediyor kendi hikâyesini yazmak isteyenleri. Kalemi alıp kendi sayfamızı doldurmaya korkar kılıyor bizleri. Bu geçen süreçte de amacımızın olmaması elimizi kolumuzu bağlıyor, önümüzü görmemize engel oluyor. Korkunca kabuğuna çekilen kaplumbağa misali dış dünya ile bağlantımızı kesmemize neden oluyor. Bizi hayata bağlayan, daha sıkı tutunmamızı sağlayan hayallerin yoksunluğu hissediliyor o vakit gözlerimizde. Boş gözlerle izliyor insan geçen zamanı, etrafındaki olayları. Olaylar monotonlaşıyor, hayat tekdüzeleşiyor. Her gün birbirinin aynısı olmaya başlıyor, isimleri değişiyor sadece geçen günlerin, harflerin farklılığı dahi anlamını yitiriyor her geçen vakit. Geçmişe baktığında anlıyor insan koşmak varken öylece durduğunu, dünya etrafında hızlıca dönerken aslında kendi içinde hapsolduğunu. Dünya bizden bağımsız da dönmeye devam ediyor. Peki, kendi dünyamız için de aynı şey geçerli mi, biz itmezsek kendi dünyamız da dönmeye devam eder mi? Geçenlerde izlediğim “Asla Pes Etme” (orijinal adıyla “Never Back Down”) filmi bana bu soruyu sorduran ve kendimce cevaplamamı sağlayan Amerikan yapımı bir film. Film, hayallerimizin aslında birer hedef olduğunu ve hedeflerimize ulaşmanın da pes etmemekten geçtiğini düşünmemi sağlıyor. Kendi yolumuzu bizden başkasının çizemeyeceğini ve bu yolun kahramanının yine bizler olduğumuzu görmemi sağlıyor. Kararlarımızın, hayallerimizin peşinden aslanın avını kovaladığı gibi koşmamız gerektiğini, ancak yakalayınca da bırakmamız gerektiğini düşündürüyor bana. Ağaçtan dökülen bir yaprak gibi rüzgârın istediği yöne savrulmaktansa, kendi rüzgârımızla yapraklara yön verme fikrini aşılıyor zihnime. Filmin başkahramanı Jake dövüşçü olma amacıyla çıktığı yolda çok darbe alıyor, hatta arkadaşlarının önünde küçük düşürülerek dövülüyor. Jake’in başına gelen bu olay bir şeyler başarmanın dışarıdan görüldüğü kadar da kolay olmadığını görmemi sağlıyor. Çıktığımız yolda, bizler gibi o yolun yolcusu olan, o yolda bize engel teşkil eden kişilerle, olaylarla karşılaşacağımız gerçeğini fark ettiriyor. Tepeden aşağı yuvarlanan taşın bile düzlüğe varmasına engel olacak o kadar çukur, ağaç varken, bizlerin hedeflerimiz doğrultusunda karşılaşabileceğimiz güçlüklerin boyutlarını öngörmemi sağlıyor. Önemli olan hayatta karşılaştığımız bu engellerin bizden neler götürdüğü değil, sıradaki güçlük karşısında nasıl mücadele edeceğimizi öğretmesidir dedirtiyor bana. Peki, bizler bu güçlüklerden, darbelerden sağlam çıkabiliyor muyuz? Yoksa ilk düşüşte bir daha ayağa kalkamayacak durumuna mı düşürüyoruz kendimizi? Filmin kahramanı Jake için aldığı bu darbe onu kamçılıyor, ancak etrafıma baktığımda bizler için durumun böyle olmadığını görüyorum. Aldığımız her darbe bizi büyütmesi gerekirken, tam tersine küçültüyor, gittiğimiz yoldan döndürüyor bizleri. Denize açılmak istiyoruz, karşı kıyıya varmak istiyoruz, ancak suyun altında büyük balık görünce hemen rotamızı çeviriyoruz. Gideceğimiz yoldan mı emin değiliz bilmiyorum ama kolay vazgeçiyoruz. Anlık heveslerle bisikletin pedallarını hızlı çeviriyoruz, gücümüz çabuk tükeniyor ve pedalları çeviremediğimiz anda düşüyoruz. Hedeflerimize uzun ve istikrarlı bir periyodun sonunda ulaşabileceğimizi unutuyoruz. Başarısızlıklarımıza bahane buluyoruz, denizin git gide derinleşeceğini, dalgaların daha da büyüyeceğini bildiğimiz hâlde hazırlıklarımızı ona göre yapmıyoruz. Pes etmek kolay bir tercih bizler için, avuçlarımızın kanaması, alnımızın terlemesi korkutuyor bizleri. Bu korkularla da hedeflerimize varmak âdeta bir hayal oluyor zihnimizde. Filmden sonra hedeflerimize ulaşmanın kolay olmadığını artık daha iyi biliyorum. Uğruna savaştıklarımızın bize hayata bağlayacağını ve hayatı yaşanılır kılanın da bu olduğunu fark ediyorum. Kendi ideallerimize, sözlerimize sahip çıkmanın önemini kavrıyorum. “Never Back Down” filmine, benim zihnimde bu düşüncelerin kapısını açtığı için teşekkür ediyorum. Berke Eren 21401867 Gözde UĞUR KONSER VE ÖTESİ Şimdi size bu senemin en güzel akşamını ve neden bu kadar güzel olduğunu anlatacağım. Yer Bilkent Odeon… Zaman 08 Mayıs… Sahnede Mor ve Ötesi var. Konserin öncesinde arkadaşlarıma grubun ‘’ abartılmış’’ olduğundan bahsediyorum sonrasında ise bu gece senenin en güzel gecesi oluveriyor. Peki nasıl? O gece orada ne oldu? Çok sıradan bir o kadar da sıra dışı bir şeyler… Hayatla ilgili en büyüleyici bulduğum şeylerden birisi birbirini tanımayan insanların aynı nedenle ama birbirlerinden bağımsız bir şekilde bir araya gelmeleridir. Bizim durumumuzda bunlar birbirini tanımayan -en azından benim çoğunu tanımadığım- yüzlerce seyirci ve sahnedeki adamlardır. Konser sırasında öyle bir an geliyor ki Harun Tekin1 ve benden başka kimse yokmuş gibi hissediyorum. Geri kalan herkes bu anın ne kadar gerçek üstü olduğunu hissetmemi sağlamak için fon müziği yapıyorlar sanki. Bu anı gerçek üstü yapan, beni bu kadar büyüleyen şey ne? Verdiğim kararları düşünüyorum; kendimi içinde bulduğum aileyi, taşındığım şehri, okuduğum üniversiteyi, seçtiğim arkadaşlarımı, en sevdiğim filmi, onu sevme nedenimi, müzik zevkimi oluşturan şeyleri… 20 yıl boyunca attığım büyük küçük bütün adımlar beni bu ana getirdi. Sonra aynı şeyi Harun Tekin için düşünüyorum. Çocukluk hayalleri, dinlediği müzikler, hayran olduğu bütün insanlar, kariyerinde attığı bütün adımlar, yaptığı bütün şarkılar… Onun bu şarkıları yazarkenki duyguları, bir şarkı sözündeki bir kelime için düşündüğü alternatifleri, en son karar verdiği kelimeyi beğenmesine neden olan altyapıyı düşünüyorum. Onu etkileyen şairler ve 1 Mor ve Ötesi’nin solisti, söz yazarı, müzisyen Gözde UĞUR Gözde UĞUR yazarlar… Bütün geçmişi ve birikimleri… Hepsi kendini o kelimenin seçiminde gösteriyor. Şimdi bizim diğer kelimeyi değil bunu söylememize neden oluyor. Beni büyüleyen de bu. Onun yaptığı seçimlerle benim yaptığım seçimlerin, yaşadığımız ve yaşayacağımız sonsuz anlardan yalnızca birinde, tam o anda bizi buluşturması. Hissettiğim şey sadece o an için geçerli, asla taklit ve tekrar edilemez. İşte bu anı ve hatta bütün anları değerli yapan şey de bu. Benim bütün bu büyülenmişliğimin tercümanı ise yine Harun Tekin oluyor: ‘’Şimdi burada ölsek, mutlu ölürüz.’’ Bu buluşmanın bir de diğer boyutu var elbette: yüzlerce belki binlerce yabancının benzer isteklerle bir araya gelmesi. Harun Tekin’le kendim için kurduğum bağlantıyı diğer seyircilerle de kuruyorum ister istemez. Onlar da benim gibi Cambazı defalarca dinleyip şarkıdaki göndermenin kime olduğunu tartışmışlar mıydı? Küçükken televizyonda Bir Derdim Varın klibinin çıkmasını beklemişler miydi? Mor ve Ötesi’nin zamanında Eurovision’a Türkçe şarkıyla katılmasına ne demişlerdi? En sevdikleri şarkı ve o şarkıyı sevme nedenleri neydi? Hiç bir Mor ve Ötesi şarkısı dinlerken ağlamışlar mıydı? Bütün bu sorular gözüme şu sahneyi getiriyor: yıllar önce farklı şehirlerde yaşayan birbirinden habersiz iki çocuk televizyon karşısında Kral TV’de ‘’o’’ klibin çıkmasını bekliyorlar. Şimdi o çocukla ben yan yana bu konseri izliyoruz belki de. Sahnedekiler mikrofonu seyircilere yönelttiğinde ‘’o’’ şarkıyı çocukluğumuzu düşünerek söylüyoruz. Bu anın gerçek olması için sonsuz sayıda koşulun sağlanması gerektiğini biliyorum ve hepsinin de sağlanmış olduğunu bilmek beni ürpertici bir şekilde etkiliyor. Evet, bu düşük ihtimal gerçek oldu. Hem de sadece o iki çocuk için değil. O konseri izleyen herkes için gerçek oldu. Bütün koşullar sağlandı ve bir şekilde bütün o yabancıların hayatları kesişti. O an orada bulunan herkesin, seyircilerin ve grup üyelerinin, başında ışıklı bir şekilde onları o ana taşıyan nedenleri gördüm, o an aynı nakaratı Gözde UĞUR Gözde UĞUR bağırmamızı sağlayan şeyleri… Orada gördüğüm şey uzay boşluğundaki yıldızlar gibiydi. İşte o gün bu yüzden bu senemin en güzel günüydü. Bu da hemen konser sonrasında biletimin arkasına aldığım not, bütün bu yazımı özetler nitelikte. Gözde UĞUR Fatma Sezgi ABAK MÜKEMMEL IRK MÜMKÜN MÜDÜR? Farklı etnik kökenden insanlar gerçekten birbirlerinden farklı mıdırlar? Japonlar bizden zeki, Almanlar bizden daha mı disiplinlidir? Benimki de dâhil birçoğumuzun cevabı olumlu olacaktır bu sorulara. Fatih Balkış’ın Baht Dönüşü adlı öyküsünü okumaya başladığım ilk andan itibaren içinde çok tanıdık ve geçmişe götüren bir şey fark ettim. Yazarın Fransızca ve Almanca hakkında yaptığı karşılaştırma ve uzun uzun Almanlardan bahsetmesi bana lise yıllarımı hatırlattı. Okuduğum lisede birçok lisenin aksine ana yabancı dil Almanca veya Fransızca olmak zorundaydı. Bu da ister istemez hem öğrenciler hem de öğretmenler arasında çekişmeler yaratırdı. Hangi dil daha iyi, Fransızlar gerçekten ırkçı mı, Almanya’da azınlıklara şiddet var mı , diye sık sık tartışılırdı. Kitaba devam etmem ve 4 sene Alman öğretmenler tarafından eğitim görmem kafamızdaki millet şemalarıyla ilgili yazmaya beni itti. İlk köle satışlarından beri insanların kafalarında oluşan kafatasçılığın bu şemalarla oldukça ilgili olduğunu düşünüyorum. Bir kangal cinsi köpeğin bir süs köpeğinden güçlü olması ırkları arasındaki farkla kolayca açıklanabilir. Bugün insanların Alman, İsveç, Türk diye ırklara değil hepsinin yalnızca insan ırkına ait olduğu kabul edilen ve bizi hayvanlardan ayıran bir gerçek. Bu yukarıdaki bilgiye dayanarak söyleyebilirim ki Japonların bizden daha zeki olması, kültürlerinin buna teşvik etmesiyle doğru orantılı olabilir. Ancak insanoğlu özeleştiri yapmakta yeni doğmuş bir buzağının yürüyüşü kadar beceriksiz olduğundan üstün veya alçak yetenekleri etnik kökenlerin genetik özellikleri olarak kabul edip işin içinden sıyrılmayı tercih etti. Belki de bu yüzden, milletlere yüklediğimiz sıfatları doğuştan kazanılmış gibi görmekten, bugün hâlâ ırkçılıkla mücadele ediyoruz. Elbette insanlar yaşadıkları yerlerle ilgili olarak farklı evrimleştiler. Afrikalı bir sporcu bu yüzden diğerlerinden daha hızlı. Kırgız birinin gözleri bu yüzden kumlara daha dayanıklı. Ancak benim bahsettiğim şey akıl, disiplin, saygılı olmak gibi kazanılan erdemler. Başka milletlerin zekâlarına, saygılarına, insanlarına verdikleri öneme bakıp “Bunlar doğuştan ya.” diyerek işin içinden çıkmak yerine kendi insanımıza da bunları aşılamaya çalışmalıyız. Başta da bahsettiğim gibi bu davranışsal özellikler kültürle tetiklenen şeyler. Şimdi “Başka kültürleri benimseyip kendi kültürümüze haksızlık mı edelim? “ diyebilirsiniz. Ancak çok değerli bir hocamın da dediği gibi kültürleri birbirinden ayıran net sınırlar var mı? Türkler çok sıcakkanlıdır, ee İspanyollar gibi yani. Türkler aileye düşkündür, İtalyanlar da öyle. Türkler geleneklerine bağlıdır, Araplar gibi mi? Söylemeye çalıştığım kendimize ait gördüğümüz kültürel değerler bile paylaşılarak çoğalmış ortak noktalar sadece. Ama yine de kendimize ait çekirdek bir yapı her zaman varlığını sürdürüyor. Örneğin Türkçeyi düşünelim. En arı hâlinden beri içine bu kadar fazla yabancı kelime girmiş bir dil yoktur herhâlde. Ama Türkçe hiç yok olma ya da ciddi bir yozlaşma tehlikesi altına girmedi çünkü çekirdek yapı hep korundu. Benim diğer milletlerden örnek alalım dediğim noktalar da bu çekirdek yapıya çok dokunmayan, ortak noktalardaki birkaç konu. Zekâlarından, sosyal düzenlemelerinden etkilendiğimiz milletlerden örnek alıp refah seviyemizle ilgili düzenlemeler yapabiliriz. Ne yazık ki hâlâ kitap okuma oranı en düşük ülkelerden biriyiz. Bunda da eğitim sistemimizin hep bir acelesi olması etkili olabilir. Sınavlara hazırlanmak, kitaplara vakit ayırmaktan daha önemli. Bu durum bana hep Tahsin Yücel’in ”Okumuş adam roman okumuş adamdır, diplomalı değil.” sözünü hatırlatır. Bunun gibi gelişimimizi yavaşlatan koşulları iyileştirerek özendiğimiz erdemlere ulaşabiliriz. Kaynakça Fatih Balkış, (2015). Baht Dönüşü. İstanbul: Can İpek  Auf       21303634     İnsanoğlunun  varoluşuyla  birlikte  kadın-­‐  erkek,  biz-­‐  siz,  siyah-­‐  beyaz,  zengin-­‐   fakir   gibi   karşılaştırmalar   günlükB   hiza  yvaet  Oınn  lbairr     parçası   olmaya   başladı.   Tarih   boyunca  yaşanmış  çoğu  katliamın  sebebini  oluşturan  ‘’biz  ve  onlar’’  durumunun   en  sarsıcı  örneklerinden  biri  Hitler  tarafından  yapılmış  olan  Yahudi  katliamıydı.   Çağlardır   insanoğlu   kendi   ırkından,   ülkesinden,   dininden   hatta   ve   hatta   mezhebinden     olmayan   insanları   küçümsedi,   kendine   benzeyeni   üstün   saydı.   Günümüze   gelindiğinde   ise   büyük   şehirlerde   kendimize   benzeyen   ve   benzemeyen  farklı  dinlere,  ırklara,  cinsiyetlere  ve  ideolojilere  sahip  insanların   bir  arada  yaşadığı  bir  dünyadayız.  21.  Yüzyıla  baktığımızda  ise  ‘’biz  ve  onlar’’   ayrımı  ne  yazık  ki  hala  güncel  ve  bir  sorun.  Dünyanın  her  noktasında  kendini   gösteren  bu  durumun  her  coğrafi  bölgeye  farklı  yansımaları  var.  Türkiye’de  bu   durum   kendini   farklı   politik   görüşlere   sahip   insanların   birbirlerini   yabancılaştırmalarıyla  gösterirken  Ortadoğu’da  din  ve  mezhep  farklılıklarından   çıkan  karışıklıkları  izliyoruz.  Siyasi  parti  liderlerinin  dahi  kullandığı  ‘’onlar  ve   bizler’’  terimleri  ülkeleri  ve  dünyayı  bölüyor.  Hem  edebiyatta  hem  de  sinema  da   sıkça   konu   edilmiş   bu   temayı   ‘’Peki   Şimdi   Nereye?’’   adlı   film   olağanüstü   bir   şekilde  ele  alıyor.        isimli  2011  yapımı  Nadine  Labaki   filminin  hem  acıklı,  hem  mutlu,  hem  eğlenceli,  hem  eğlenceli    filmin  hayatın  tam   olarak   kendisini   izletir   izleyiciye.   Film,   bir   kadın   grubunun   mezarlıkların   ‘a’Praeskıin  Şdima  mdi  aNteemre  ydea?n’’  s(ıE  yt  ampaminatseıynlaan  bt  aoşnl  avra.    Hoùiç?b)ir  beklentim  ve  önbilgim  olmadan   izlemeye  başladığım  filmin  bu  teatral  sahnenin  başta  bir  şey  ifade  etmediğini   söylesem  yalan  söylemiş  olmam.  Eşşiz  Ortadoğu  ezgileri  taşıyan  müzikler  bu   sahneden  itibaren  beni  çok  etkiledi.  Müziğin  duyguları  sözcüklerden  çok  daha   derinden   dinleyiciye   hissettirebildiğine   inananlardanım...   Sözcükler   ve   coğrafyanın  ezgileriyle  filme  renk  ve  anlam  katan  şarkılar  film  bittikten  sonra   tekrar  tekrar  dinlenesi  nitelikte.  Filmin  ilerleyen  sahnelerinde  Lübnan’ın  küçük   bir   köyündeyiz.   Nadine   Labaki’nin   ustaca   yönetmenliği   sayesinde   köyün   dokusunu  anlayıp,  halkın  yaşamının  içine  sokar  izleyiciyi.  Müslüman  ve  Hristiyan   insanların  bir  arada  yaşadığı  bu  köye  ilk  kez  televizyon  gelir.  Bu  sahne  şüphesiz   Türk  izleyicisine  2001  yapımı    filmini  anımsatacaktır.    Ne     filminde   ne   de     televizyon   köye   huzur   getirmiştir.    filminde  köy  halkının  birlikte  televizyon  izlediği  bir  anda  haberler   açılır  ve  köylerine  yakın  bölg‘e’Vleizrodnet  eHler’i’stiyanların  ve  Müslümanlar‘ı’nV  izçoantıtşemlea’’   içinde  olduğu  sö‘y’Pleenkii  r  Şsiömydlei  nNmereezy  ke?a’d’ınlar  erkeklerin  görmesini  engellerle‘r’P.  eBkui     Şsaimhndei    Nbearneay  et?a’m’  olarak  günümüzü  çağrıştırdı.  Medya  bizim  toplumumuza  huzur   mu   getiriyor,   huzursuzluk   mu   çokça   tartışılabilir...   ama   dürüst   olmayan,   olamayan  medyanın  topluma  etkisi  yadsınamaz  derecede  büyüktür.  Filmin  bu   sahnesinden   sonra   kadınların   huzuru   korumak   ve   herhangi   bir   gerginliğe     meydan  vermemek  için  gösterdikleri  akıl  almaz  çabayı  görmeye  başlıyoruz.  En       İpek  Auf       21303634   küçük  hane  olan  aile  de  dahi  gözlemleyebildiğimiz  huzuru  ve  metaneti  korumaya   çalışan   anne,   kadın   figürü   filmde   köyünü   korumaya   çalışan   Müslümanlar   ve   Hristiyanlar  olarak  karşımıza  çıkıyor.  Radyo  ve  televizyon  gibi  medya  organlarını   köyün  erkeklerinden  saklamaya,  her  huzur  bozulduğunda  türlü  çeşitli  planlarla   huzuru   sağlamaya   çalışırlar.   Bu   gerek   kendi   kocalarına   Rus   kadınlar   getirip   kafalarını  dağıtmak  olsun,  gerek  kocalarının  yiyeceklerine  haşhaş  katmak  olsun   bir  çok  yol  denerler.  İzleyiciyi  derinden  etkileyen  sahnelerden  biri  bir  annenin   yakın  bir  köyde  Hristiyan-­‐  Müslüman  çatışmasında  ölen  çocuğunu  köyün  huzuru   için  herkesten  saklaması  olur.  Filmin  sonunda  ise  Müslüman  kadınlar  Hristiyan,   Hristiyan  kadınlar  ise  Müslüman  olur...  En  nihayetinde  ‘’insan’’  olmak  vurgulanır.   Kadınların  bu  çabası,  bir  kadın  olarak  rahatça  söyleyebilirim  ki  her  toplumda   mevcut.  ‘’Her  başarılı  erkeğin  arkasında  bir  erkek  mevcuttur.’’  Klişesi  vardır  ya...   bu  filmi  izledikten  sonra  her  huzurlu,  mutlu  toplumun  arkasında  akıllı  kadınlar   vardır  diyebilirim.  Nadine  Labaki’nin  yönetmenliğini  ve  oyunculuğunu  izlerken   kendisinin  de  içinde  bulunduğu  kadın  grubunun  zekasına  hayran  kaldım.     Birçok  festivalde  beğeni  toplamış  film,  toplumdaki  kadın  figürüne  bir  kadın  bakış   açısıyla  yaklaşmış,  din  sebebiyle  çıkan  tüm  gerginliklerin  absürtlüğünü  izleyiciye   göstermiştir.   İzleyici   filmin   sonunda   şüphesiz   ‘’insan’’   olmanın   önceliğini   hissetmiştir.   Özellikle   günümüzde   herkes   tarafından   izlenmesi   ve   üzerine   düşünülmesi  gereken  bir  film.                                           Labaki Nadine, Et Maintenant on Va Où? ; Yazarlar,Thomas Bidegain, Rodney El Haddad, Jihad Hojeily, Nadine Labaki, Bassam Nessim; Oyuncular, Claude Baz Moussawbaa, Leyla Hakim, Nadine Labaki, Les Films des Tournelles, Pathé, Les Films de Beyrouth; 14 September 2011 (France) Ahmet Özkan Demir AMAÇ 3 Aptal; insan ne kadar mutsuz, usanmış, günlük hayatın yoğunluğuyla karamsarlığa bürünmüş olursa olsun; üstündeki tüm o ağırlığı bir anda yok edecek, dahiyane tespitlerle dolu samimi ve sıcak bir film. “Bollywood” denildiğinde normalde klişelerle, abartılı sahnelerle dolu; uzaması için birkaç dans ve müzik sahnesiyle şişirilmiş bir film hayal ederim. Fakat 3 Aptal, bu ön yargılarımdan kurtulmamı ve Bollywood sinemasına daha iyimser bir açıdan bakmaya başlamamı sağladı. Müzik sayesinde hem filme bağlandım hem de filmden beklentim arttı, çünkü müziği kaliteli bir filmin kendisinin de kaliteli ve doyurucu bir yapım olmasını beklerim. Neyse ki film, bu beklentimi fazlasıyla karşıladı. Filmin çıkış noktası, Hint eğitim sistemini eleştirmek gibi gözüküyor. Bazen suratımıza sert bir şekilde çarpıyor, bazense ironik bir şekilde çaktırmadan hissettirmek istiyor sistemdeki bozuklukları. Baş karakterimizin bir öğretmenine söylediği “Hocam siz bize mühendis olmayı değil, nasıl iyi not alınacağını öğretiyorsunuz.” sözü, belki de filmin vermek istediği ana mesajın en açık şekilde dile getirilmiş hâlidir. Eğitim sistemimize şöyle bir göz attığımda, gerçekten de iyi not almanın herşeyden üstün tutulduğunu görebiliyorum. “Mükemmelliği kovalayın, başarı zaten arkadan gelecektir.” Belki de dünyadaki tüm eğitim sistemlerinin daha temelden kusurlu olduğunun en büyük kanıtı budur. Hiçbir okulda, üniversitede veya herhangi bir eğitim kurumunda, insanlara hayallerini kovalamak fikri aşılanmaz. Mükemmelin peşinden koşan insanlar yerine; herkesi kendine rakip olarak gören, iyi not almayı ya da büyük paralar kazanmayı hayatta ulaşılabilecek en yüksek nokta addeden, kendi paçasını kurtarıyorsa dünya yıkılsa bile umrunda olmayacak insanlar yetişiyor. Günümüz insanının en büyük sorunu budur belki de… Hayallerinin peşinden koşmak, mutlu olmaya çalışmak veya sevdiğimiz bir işe tutkuyla sarılmak takdir edilen özelliklerden değil artık. Hatta, takdir edilmek bir yana dursun, böyle insanlar genelde toplum tarafından sevilmez; yaptıkları şeyler hor görülür. Bunun nedeni de, insan gözünde önem arz eden şeylerin son birkaç yüzyılda tamamen değişmiş olması. İnsanı değerli kılan özellikler artık kibarlık, iyilikseverlik ya da merhamet değil; bunlar çok zaman önce canlılığını yitirmiş, arada sırada üstümüze konan ancak anında süzülerek bizi terk eden hayaletler. Bu özellikler, kaynağını insandan almıyor artık. Bir insanın kazandığı para miktarı veya “yaşamayı” feda ederek elde ettiği ünvanı belirliyor artık bu değeri. Günümüz dünyası iyi bir doktor olmayı değil, iyi “kazanan” bir doktor olmayı gerektiriyor maalesef. Film sayesinde irdelediğim bu nokta, filmdeki o sıcak ve samimi ortamın neden gerçek dünyada olmadığını da gösteriyor. Bu büyük sorunun altında yatan sebepse, filmde de vurgulandığı gibi eğitim sisteminin artık insanları eğitmiyor oluşu. İnsanlara işini nasıl yapacağı, daha da önemlisi işini nasıl seveceği öğretilmiyor. Binlerce teorik bilgi, gerekli olup olmadığına bakılmaksızın insanların kafalarına sokulmaya çalışılıyor. İnsanlar, eğitim sistemindeki büyük yanlışlığın, ancak iş hayatlarına atıldıktan sonra farkına varıyorlar, ancak o zaman da çoktan iş işten geçmiş oluyor. İnanıyorum ki, bir öğretmen ne kadar iyi bir eğitim almış olursa olsun, gerçek bir sınıfa girip gerçek öğrencilere ders anlatana kadar, öğretmenliğe dair pek bir şey yapmış sayılmaz. Bu durum, geri kalan tüm meslek dalları için de geçerlidir. Bu apaçık dengesizliğe rağmen, hâlâ insanın ne iş yapacağına bakılmaksızın, mesleğinin pratiğinden çok teorisini öğretiyorlar insana. Bu yüzden de işinde aradığını bulamayan, mutsuz nesiller yetişiyor; bu eğitim sistemi kökünden sökülüp yerine yenisi getirilene kadar da yetişmeye devam edecekler. Çok büyük paralar kazanıp, dünyanın başına geçmeye çalışarak yitip giden bir hayata sahip olmak ya da yaşamımızı az para kazanıp, sevdiğimiz insanlarla, sevdiğimiz işi yaparak geçirmek… Eğitim sistemi belli ki bizi ilkine yönlendiriyor, ancak ikincisi, filozofların en başından beri cevabını aradığı “Hayatın amacı nedir?” sorusunun, gene en başından beri gözümüzün önünde duran ancak burun kıvırarak baktığımız cevabıdır belki de. KAYNAKÇA 3 Aptal. Yön. Rajkumar Hirani. Oyuncular: Aamir Khan, Madhavan, Karena Kapoor, Sharman Joshi. Vinod Chopra Productions, 2009. DVD. YAŞAMIN ANLAMI Gülben Ergen başarılı aynı zamanda değerli bir sanatçımızdır. Hayat ile ilgili önemli bilgilerini ve tecrübelerini Öğrendim ki… kitabında anlatmıştır. İmkansız olaylar karşısında evrenin o sihirli kurallarını uygulayarak hayatı pespembe ve muhteşem hale getirebileceğimizi şimdi daha iyi anladım. Öğrenmek çok önemlidir. Öğrenelim ki hayatımızdaki bazı şeyleri, yani yanlış gördüğümüz ya da göremediğimiz şeyleri düzeltebilelim. Öğrenmek, bilmek ve fark etmek hayatımızı kolaylaştırır. İşte burada sihir başlar ve büyülü bir dünyaya adım atarız. Eğer çevremizdeki her şeyden haberdar olup bunların farkına varırsak, hayatımıza daha rahat devam edip, daha doğru kararlar alabiliriz. Ayrıca hayatta başarılı olmak için evrenin kurallarını bilmemiz ve bunları kullanabilme özelliği kazanmamız gerektiğini düşünüyorum. Bence başarının sırrı evrende gizli ve herkesin bilinç altında saklıdır. Yaşama amacınızı ve hayatınıza giren insanların neden hayatınızda olduklarını ve size ne anlatmaya geldiklerini öğrenmeye çalışmalısınız. Her insan hayatımıza, bize bir şeyler öğretmek için girer. Hem kötülüğü hem de iyiliği onlardan öğreniriz. Kötülüğü bilmeden ve öğrenmeden iyiliğin tadını da anlayamayız. Kime sinir oluyorsak, aslında kendimizde olan o yönümüze sinir olduğumuzu düşünüyorum. Olayların alt metnine girerek bilinç altımızı konuşturmaya başlamalıyız. Bir olay karşısında hislerimizi kontrol etmeyi öğrenmeliyiz; çünkü hislerimiz bize olayın ehemmiyetinin boyutunu gösterir. Yani bir olayı düşündüğümüzde iyi hissediyorsak devam etmeliyiz, kötü hissediyorsak planlarımızı değiştirmeliyiz. Gülben Ergen yaşadığı olayları anlattıktan sonra sonuna “Öğrendim ki” diye bir paragraf koymuş ve aldığı dersleri anlatmış. Biz de yaşadığımız olayların sonunda iç benliğimize ne öğrendiğimizi sorarak hayata daha bilinçli başlayabileceğimizi düşündüm. Yaşadığımız olaylar sonunda “Ne öğrendim ki?” sorusunu kendimize sormamız gerektiğine inanıyorum. Bu durumlardan ne gibi ders çıkardığımızı, olayların neden-sonuç ilişkisini öğrenmemiz gerekir, gerekir ki hayatımızı iyi yönde şekillendirebilelim. Genelde başımıza gelen olayları öylece anlatır geçeriz ve hiçbir şey öğrenmeden öylece kalır. Çevremde gözlemlediklerim kadarıyla hiçbir kişi “Acaba bana bu olay ne öğretti?” sorusunu kendisine sormuyor ve sadece yaşadığı olaya takılı kalıyor ve bir adım ileri gidemiyor. Yaşamın her safhasında bir imtihan var ve bize bir şey anlatmak ile görevli insanlar bulunur. Tesadüf diye bir şey yok. Her şey, herkes olması gerektiği için hayatımızdalar. İyi ya da kötü olayları olması gerektiği ve bunlardan bazı dersler çıkarmamız gerektiği için yaşıyoruz. Evren bunları istiyor ve bu yüzden yaşadıklarımızın sorumlusu evren… İnanç… Hayatımız için inanç çok önemli bir duygudur. İnanmadan hiçbir şeyi başaramayız. Evren, inandığımız sürece istediklerimizi gerçekleştirir. İnanç duygusu bir büyü veya bir sihir gibidir. Her şeyi ama her şeyi bu duygu ile başarabileceğimize inanıyorum. Gülben Ergen’ nin de yaşadığı bir olay vardır. Hiç kimse onun ses sanatçısı olabilmesine inanmıyormuş; fakat Ergen sonuna kadar inanmış ve şimdi Türkiye’ de adı geçen önemli ses sanatçılarındandır. İnancın gücü çok büyük ve bu büyük güce inanmamın bir sebebi daha ise, annemin bir anısından dolayıdır. Annem lise hayatında çok iyi bir öğrenci değilmiş; fakat tıp fakültesine girmek istiyormuş. Bir gün matematik hocası, anneanneme “Bıraksın hayal peşinde koşmayı, çok üzülecek; çünkü asla tıp fakültesine giremez” demiş; fakat anneannem bunu annemden gizlemiş ve anneme çok büyük bir destek vererek ve annemin inancını yüksek tutarak, annemin tıp fakültesine girmesini başarmış. Bu başarı inancın gücü… Ben hep bu güce, bu hikaye sayesinde inandım. Kendine güvenmek ve inanmak başarının yarısı değil hepsidir, inanç olduğu zaman sadece sonuç beklenir ve kazanılır. İyilik…İyi niyet çok önemlidir. Niyetin kötüyse evrenden çok çekeceğin var! Mesela, annem televizyonda kötü ve negatif enerjili bir haber çıktığında, kanalı değiştirir. Evine, hanesine o kötülüğü çekmez. Konuşurken her zaman yüzünde gülücükler vardır ve kahkahalarını bütün komşular duyar. Devamlı şikayet eden insanlardan uzak durur. Şikayetin kötü bir büyü olduğuna inanır. Başına gelen her şeyi memnuniyetle kabul eder ve mutlu olmaya çalışır. Bunları yapmasının sebebi ise bilinç altımızın her şeyi kaydederek, bunları sonradan ortaya çıkarmasıdır, yani gerçekleştirmesidir. Ben de sert, kaba ve kötümser insanları tek tek hayatımdan çıkarmaya çalışıyorum. Çıkardıkça hayatımın daha iyi bir yola girdiğini hissediyorum. Affetmek… Ben herkesi affediyorum. Affetmek çok önemlidir. Eğer affedersen rahat bir yaşam sürebilirsin; ama kin ve nefretle devam edersen iyiliğe ulaşamazsın. Bütün ayıp edenleri, gıcık insanları ve sana kötülüğü dokunan kişileri affetmelisin ve böylelikle vicdanının ve kalbinin rahat olacağına inanıyorum. Kendimizi iyi hissettiren her şeyi yapmamız gerektiğini düşünüyorum. İyi hissedersek evrene yaydığımız titreşimimiz artarak enerjimiz yükselir ve enerjimizin yüksek olması hayatımızı iyi yönde etkiler. Bu evrenin diğer bir kuralıdır. Affet ve enerjini yüksek tut… Aynı benim gibi, affediyorum, iyi hissediyorum, enerjimi yüksek tutuyorum ve mutlu oluyorum. Sonuç olarak, insan, güzel, başarılı ve sağlıklı bir yaşamı kendi inşa eder. Öğrenmek çok önemlidir. İnsan öğrenince bir şeylerin farkına varabilir. İnancını her zaman yüksek tutmalısın ki bu sihri kullanarak, hayatını istediğin şekilde yönlendirebilesin. Ayrıca iyi niyetli ve sevecen olunması gerekir ki pozitif enerji bünyemize çekilsin ve hayatımız bu enerji ile devam etsin. Tabii ki de kin ve nefretten uzak durarak, her şeyi affederek ve kabul ederek iyilik yolunda hayatımıza devam etmemiz gerektiğini düşünüyorum; çünkü evren bizden bunları istiyor ve eğer bunları yapmazsak, hayatımız bizim ellimizden gider ve evren hayatımızı ele geçirir. Evrenin kurallarını doğru uygulayarak, hayatımızı yönlendirmeyi öğrenmeliyiz. Yoksa mutsuz yaşarız. Esin Bayramlı 21402388 İSPANYA MI KATALONYA MI? Bu yılın eylül ayında bilişim alanında düzenlenen bir etkinliğe katılmak için gitmiştim aslında Barselona, İspanya’ya; oradakilerin söylemeyi tercih ettiği şekliyle Katalonya, İspanya’ya. Şehre vardığımda dikkatimi çeken ilk şey her yerde bağımsızlıkla ilgili sembollerin, bayrakların varlığı oldu. İnsanlar bağımsızlık yürüyüşleri yapıyor, ‘Bağımsızlık istiyoruz.’ diye bağırmasalar da hareketleriyle bunu ifade ediyorlardı türlü şekillerde. Bu savaşı, iç karışıklığı şehrin neresine giderseniz gidin görebilir; duvarların serzenişini, insanların kalp kırıklığını, yeniden bağımsız bir ülke olma ülküsünü elle tutulur bir şekilde hissedebilirdiniz. Ben de bu çılgın, bir o kadar da mahzun sokakların arasında dolaşıp, bu karışık duygularla yoğrulurken bir yandan da sorgulamaya başlamış buldum bir anda kendimi. Neydi tüm bu isyanın, serzenişin altında yatan? Neydi tüm bu duyguların asıl kaynağı, bel kemiği? Tutku, heyecan, acıma, korku, merak, belki nefret ya da kin sadece? Ya da hüzün... Evet, hüzün. Hüzün vardı bu sokakların geçmişinde, hüzün vardı bu insanların yüzünde, kalbinde. Aslında tüm bu hırs, kin, başkaldırı kaynağını onulmaz bir hüzünden, tamiri mümkün olmayan bir kalp kırıklığından alıyordu. Nasıl bir duyguydu peki hüzün? Nasıl bir duyguydu ki bunca insanı ayağa kaldırıyor, tek bir amaç etrafında birleştiriyor, sıcak evlerinden çıkarıp sokaklara döküyordu? Hüzün… Öyle bir duygu ki hüzün, en şefkatli insanın kin beslemesine neden olur, en mülayim insanı tutkuyla donatır, bazen korkaklığa, bazen çaresizliğe yol açarken bazen de katıksız özgüven ve cesarete kapı aralar. Hüzün, kardeştir öfkeyle. Bazen sadece öfkelenirsiniz aniden, ortada elle tutulur bir sebep yokken birden parlarsınız; her şeye, herkese kızarsınız. Yıllar önce vefat eden akrabanızı hatırlamış ya da başınızdan geçen acı bir hadise gelmiştir aklınıza, hüzünlenmişsinizdir aslında; ama olanca dışa vurumu öfke olur bu kederin. Rolleri değiştirirler bazen de. Başınızdan geçen bir haksızlığa öfkelenirsiniz önce, sıcaktır yaşananlar çünkü. Aradan zaman geçer; geriye ince bir sızı, bir hüzün kalır sadece. Bazen de bir silsile halinde takip ederler birbirlerini. Önce hüzünlenir, sonra öfkelenir, sonra tekrar hüzünlenirsiniz. Barselona insanının başına gelen de aslında tam olarak bu bence. Geçmişte kendi halklarından olan insanların yaşadığı acıları getirirler hatırlarına ve önce üzülür, sonra öfkelenir, sonra da hala onlara bu zulmü yapan, bağımsızlıklarını ellerinden alan insanlarla beraber yaşıyor olmalarına hüzünlenir, kendilerine bunu yapan insanlara öfkelenirler. Hüzün ve öfke harmanlanır, geçmişteki yaşanmışlıklarla birleşir ve ayrılık ateşini fitiller. Kin ve nefret de aradaki sürtüşmelerin, kavgaların, öfkenin ve kederin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkar. En nihayetinde tutkuyla bağımsızlığını isteyen bir millet ortaya çıkar. Peki, hüzün müydü sadece tüm bu olanlara neden olan tek duygu? Barselona’da fark ettiğim bir diğer şey de insanların Katalan dilini konuşmayı ısrarla sürdürdükleri, İspanyolca konuşmayı ve İspanyol olarak anılmayı reddettikleri olmuştu. Şehrin tarihinin başladığı yerleri korumaya çalışmış, geçmişlerine sahip çıkmışlardı olabildiğince. Başta şaşırsam da düşünmeye devam ettim. Sadece hüzün ve öfke miydi onları bu kadar çabalamaya iten, asimile olmadan devam etme gücünü bulmalarını sağlayan? Belki de duydukları hüzne bambaşka bir duygu daha eşlik ediyordu: sadakat. Sadakat denince aslında sevgiliye duyulan bağlılık gelir ilk önce akla. Diğer bağlılık türlerine bir çeşit ihanettir bence bu. İnsan herkese, her şeye, bazen bir nesneye, bazen bir hayvana bağlılık duyabilir ve duyguların en kutsalıdır sadakat. Ne güzel, ne yüce bir şeydir bir yere, bir insana, bir millete, belki de bir amaca ait olmak ve sonuna kadar bağlılığını bazen açıktan, bazen sadece içinden olmak üzere yaşamak. Sadakat insanları, kitleleri dinamik tutar, bağlarını kuvvetlendirir, duyana ve duyulana güven verir. Katalan insanı da milli benliğine sadakati bir borç, bir zorunluluk olarak görmüş; geçmişine, atalarına, milletine, diline, bölgesine, insanına sadakat duyup bu değerleri korumak için elinden geleni yapmış, bağımsız bir ülke olmak adına bazen küçük, bazen büyük adımlar atmaya ve ilerlemeye başlamıştı. İşte böyle, Barselona’ya gidene kadar aslında hiç bilmediğim, hakkında hiçbir bilgi birikimimin olmadığı Katalan Bağımsızlık Hareketi hakkındaki ilk izlenimlerimi edinmiş, aslında üç duygunun bütün bu başkaldırının altında yattığına inanmaya başlamıştım: hüzün, öfke ve sadakat. GİZEM ÖZPINARLI GÖNENÇ TUZCU TÜRKÇE:102-23 KLASİK MÜZİK KONSERİ Pat… Fularım düzgün... Pat… Cüzdanımı çantama koydum... Pat… Rujumu sürdüm… Pat… Lütfiye’ye yola çıktığımızı bildiren mesajı yolladım… Pat… Saate bakıyorum. Pat… 19.16 Pat… Pat… Pat… Heyecanımı yatıştırmaya çalışırken aklımdan sırayla geçerken bu düşünceler, inmem gereken katların biri son buluyor ve üçüncü katın ortak alanına ulaşıyorum. Tam tırabzanlardan elimi çektiğim anda kimya bölümünden arkadaşım Burçin’in bakışları kucaklıyor beni; sevecen, tatlı, şımartan bakışları… Kalan merdivenleri de indikten sonra dış kapıyı açıyoruz ve birer İzmirli olarak bizi iliklerimize kadar titreten ama bir Ankaralı için “soğuk” diyemeyeceği kadar normal bir hava kucaklıyor bizi. Üstelik de yağmur çiseliyor sanırım. Şemsiye almış mıydık yanımıza? Hayır! Zaten gökyüzünün bizim “yağmur” dediğimiz gözyaşları altında hüznünü paylaşırcasına bulutların ıslanmak hoşuma gidiyor kendimi bildim bileli. Öyle ki ne yanımda şemsiye taşıyor ne de ıslanmamam için başımın üzerine uzatılan şemsiyelerin altına giriyorum. Dinlemeyi seviyorum bulutların gözyaşlarının tenime değdiğinde ya da saçlarımdan akarak yere damladığında çıkardığı sesi. Bugün yeteri kadar üzmemiş olacak ki insanlar kötü şeyler yaparak bulutları, ağlamayacak gibi görünüyor bulutlar biz attığımız her adımda daha da yaklaşırken konser salonuna. Tadından yenmez bir muhabbetle yapılan zevkli bir yürüyüşün ardından, tüm ihtişamıyla Bilkent Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi karşılıyor bizi. Çevredeki kalabalığı gördükçe klasik müziği seven bu kadar çok insan olduğu için seviniyor ama üzerlerindeki gayri resmi kıyafetleri görünce klasik müzik konserine gitmenin eski saygınlığını yitirdiğini düşünerek üzülüyorum. Kafamı bu düşünceler meşgul ederken binaya giriyoruz ve bilet gişesinde sıraya girmiş olan Lütfiye’nin yanına gidiyoruz. Daha sonra biz kenarda beklerken; o, biletlerimizi alıyor ve hep beraber üst kata çıkıyoruz. Birer broşür sıkıştırılıyor elimize üzerinde büyük puntolu harflerle “Richard Wagner” yazan ve incelemeye başlıyorum. Kısa bir bekleyişten sonra montlarımızı vestiyere teslim ederek konser salonunun kapısında içeriye ilk adımlarımızı atıyoruz. Daha önce havasını, hatırladığım kadarıyla dört kez, teneffüs ettiğim salonda hemen yerlerimize oturuyoruz. Salonun büyüsüne kapılarak kendimden geçmiş bir halde etrafıma bakarken tanıdık yüzlere çarpıyor gözüm: daha sonra bu konuda bir dedikodu yapılabilir. O sırada saatler 20.00’ı vurmak üzereyken orkestra elemanları yerlerini alıyor, birazdan konuşturacakları müzik aletlerinin son kez ses ayarlarını yaparak sessizliğe bürünüyorlar. Ardından, her bir teline ak düşmüş saçarlına inat, yaşıtları arasında anormal görünebilecek ama sahnede ona devasalık katan ve gözlerinden açıkça belli olan bir enerjiyle orkestra şefi Klaus Weise sahneye geliyor. Selam veriyor, alkışlamalar bitmesi için yüzünü orkestraya dönüyor, çubuğunu hazır vaziyette havaya kaldırıyor ve tek bir hareketiyle müzik ziyafeti başlıyor bizim için. Orkestra, Richard Wagner’in eserlerini seslendirirken bilgisayarımdan Fredric Chopin veya Farid Farjad’ın eserlerini dinlerkenki keyifle olmasa da beğeniyle dinliyorum ve klasik müziğin kendine has büyüsüyle hayal âlemine dalıyorum. Keman ağlıyor, çello kızıyor, obua ve flüt hüzünleniyor, viyola küsüyor, kontrbas bağırıyor, arp inliyor… Ben koltuğumda duygudan duyguya sürüklenirken ilk parça bitiyor ve alkışlarla birlikte bas-bariton operacı Albert Dohmen geliyor ve bize bu duyguların kelimelere dökülmüş halini seslendirmeye başlıyor. Bilmiyorum neden sözlü müzikleri bir türlü sevemiyorum. Müziğin ait olacağı sahneyi ben canlandırmalıyım kafamda; yani bana hazır verilmemeli, ben hayalimde yarattığım karakterleri yönlendirmeliyim. Kısıtlanmayı sevmiyorum sanırım. Notalar dizekleri, dizekler eserleri kovalarken konserin ilk bölümü bitiyor. Alkışlar son bulduktan sonra sanırım sürü psikolojisiyle hareket ederek dışarı çıkıyoruz. İkinci bölümde de canlı müzik dinlemenin ne kadar keyifli olduğunu kanıtlayan bir eseri dinlerken en yakın zamanda çocukluğumdan beri hayalini kurduğum siyah ladin kemanı alıp bir kursa başlamakta karar kılıyorum. Duygular seline kapılmış dinlerken çalan müziği, konser sona eriyor. Bu sefer de alkışlar bitmek bilmiyor. Kollarımız ağrıyana, avuçlarımız kızarana kadar alkışlarken biz, şef ve operacı tekrar tekrar kulise girip, çıkıp selamlayarak bizi sanki alkışlarımızı cevaplıyorlardı. Her güzel anın bir sonu vardır maalesef ki. Bu müzikli gece de bizi konser binasına veda edişimizle son buluyor. Kapıdan dışarı çıkıyoruz ve daha da artmış olan soğuğun etkisiyle müziğin üzerimizde yarattığı melankolik halimizden çıkıp kendimize geliyoruz. Sanki bir anda büyü bozuldu ve Sindrella tekrar Kül Kedisi oldu. Lütfiye’yi otobüsüne uğurladıktan sonra ve Burçin ile ben yola koyuluyoruz. Zaman geri akmaya başlıyor sanki o andan itibaren. Gözlerimizden yaş akıtan soğuğa rağmen otobüse binmeyi reddeden asi gençler olarak geldiğimiz yoldan geriye dönüyoruz “yuvamız” diye nitelendirdiğimiz yurdumuza kaldırımları çiğneye çiğneye… Pat… Pat… Pat… Üçüncü katta Burçin odasına gitmek için ayrılıyor. Pat… Güzel bir geceydi… Pat… Yoruldu belki bedenim... Pat… Ama yaşanılası duygularla doldu yüreğim… Pat… En kısa zamanda keman almalıyım… Pat… Ama şimdilik daha taze iken yaşadıklarım… Pat… Konuşturmalıyım kalemimi Gönenç Hocam için… Yasal Olmayan Düzen Bir yazarın, yönetmenin veya bestecinin eserinin yasa dışı yollara başvurarak izinsiz çoğaltılması durumu, geçmişte olduğu gibi günümüzde halen varlığını sürdüren ve çözülememiş bir sorun olarak yerini korumaktadır. Geçmişte, en fazla izinsiz olarak basılan kitaplarla karşımıza çıkan bu sorun; bilgisayar, internet, telefon gibi teknolojik aletlerin icadı ve gelişimi ile "korsancılık" terimi daha da yayılmış ve içinden çıkılamaz bir duruma dönüşmüştür. Türkiye’nin genel durumuna bakıldığında, en çok da eğitim sektöründe orijinal eserler yerine, kopyalarının tercih edildiği görülmektedir. Bunun nedenlerinin başında, üniversite öğrencilerinin dersleri takip edebilmesi için alması gereken ithal orijinal kitaplar yerine, kopyalarını tercih etmelerinin başlıca sebebi, kuşkusuz ki orijinal kitapların, öğrencinin bir aylık bütçesine oranla çok daha pahalı oluşundandır. Günümüzdeki eğitim sistemi sadece kitap ağırlıklı bir müfredat içermemekle birlikte, örneğin tasarımla ilgili bazı meslek gruplarının eğitimi sırasında, mesleki bilgisayar programlarından da yararlanmaktadır. Her ne kadar çoğu programın deneme versiyonları olsa da, kullanımı belirli bir süre ile kısıtlı olduğundan, daha uzun vadede kullanım için ancak belli bir miktar para karşılığında sınırlı veya sınırsız bir şekilde kullanımı sağlanabilmektedir. Böyle bir durum karşısında ise öğrencilerin birçoğu aynı sebeplerden dolayı yine orijinal olmayan bilgisayar programlarına yönelmektedir. Belki de böyle bir durumun farkında olan ve öncelikli olarak öğrencinin eğitimini destekleyen bazı firmalar, sahte yazılım kullanımı engellemek için kendi programlarını, karşılığında herhangi bir ücret talep etmeden öğrenci versiyonlarını internet aracılığı ile tüm öğrencilere sınırsız bir süre için kullanıma açmıştır. Bu durum, öğrencilerden herhangi bir ücret talep edilmediği için onları sahte programlar kullanmak zorunda bırakmadığından, belki de eğitim sektöründe büyük bir sorun haline gelen korsancılığa bir çözüm olabilecek devrim niteliğinde bir uygulamadır. Telif hakları ihlali, sadece kitap, bilgisayar programları vb. arasında yaygın olmamakla birlikte, sinema ve film sektöründe de sık sık karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir yönelimin olmasının nedeni ise dar gelirli insanların bütçelerinin kısıtlı olması, sinema bileti ve DVD fiyatlarının bütçelerine ek masraf getirmesidir. Ayrıca gelişen teknoloji ile insanların sinemaya gitmek yerine evdeki internetten istediği filmi izleyebilmesi kolaylığından dolayı da bu tip bir yönelim gözlenebilir. Belki de bu duruma dikkat çekmek ve toplum arasında bir sağduyu oluşturmak isteyen Cem Yılmaz, en son filmi "Pek Yakında" da, genel olarak ülkemizdeki yıllardır gündemde olan korsan film sektörünü konu almıştır. Film, genel olarak korsan film pazarlamacısı Zafer adlı ana karakterin hayatını, psikolojisi ve aile ilişkileri açısından ele almıştır. Her ne kadar bu sektörde çalışmak istemese de geçim kaynağını böyle karşılayan Zafer, hak ettiği parayı kazanabilmek için kendi filmini çekerek, kendisini ailesine ispat etmeye çalışmaktadır. Zafer'in çekmek istediği film için ayırdığı bütçe ise,elinde bulunan "Avatar 2" adlı filmin henüz piyasaya sürülmemiş tek kopyasını satarak edindiği para ile oluşmuştur. Filmdeki bu ayrıntı ile ülkemizde, henüz vizyona girmemiş yabancı filmlerin orijinallerinden önce kopyalarının izlenmeye başlanması sorunu, ülkemizdeki sinema sektöründe gerilemeye neden olmasının nedenlerinden olabileceği için, bu konuya dikkat çekmeye amaçlamış olabilir. Aynı zamanda daha yayınlanmamış bir filmin kopyasının tercih edilerek izlenmesi durumu ile gerçek izleyici kitlesi istatiksel olarak belirlenemediğinden, ülkemizin adı, sinema için yapılmış dünya genel sıralamalarında geriye bile düşmektedir. Her ne kadar “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” ile eserlerin sahibinden izinsiz yayınlanması güvence altında olmasına rağmen, izinsiz olarak çoğaltılan kitap, film ve besteler yalnızca ülkemizde yıllardır süre gelen bir sorun olmasının yanında, eserin sahibinin de emeğinin karşılığında kazanması gereken para engellenmektedir. En nihayetinde, bilgisayar çağının yaşandığı bu dönemde, hem eser sahibini mağdur etmeyecek; hem de okuyucu, izleyici veya dinleyici kitlesine hitap edebilecek bir çözümün yakın zamanda bulunacağını ümit ediyorum. Cansu COŞKUN 21202149 TURK102-14 ALIŞABİLMEK Hayata alışabilmek.Nehirde sürüklenirken,oraya nasıl düştüğünü bilmemek ya da sorgulamamak kadar saçma bir tutum.Uzun bir süredir neredeyse tüm herkes hayata alışmış durumda.Her saniye aslında zamanda atlarlarken bunu takmıyorlar bile.Düşünürsek aslında şu anın da olmadığını anlayabiliriz.Sanki her an uçuyoruz.Geriye gitmenin imkânsız olduğu bir kasırgada gibi.Değişim de bunun en büyük parçalarından biri.En basitinden varlığımız değişiyor.Yüzümüz,ruhumuz... Rüyalar.Belki de bize hayatı ve ondan sonraki durumumuzu anlatan yegane şeyler olabilir.Hayata alışmak bunlara çok benziyor aslında.Rüyalarda genelde olayın tam ortasında buluruz kendimizi ve hiçbir şekilde bunu yadırgamayız.Savaşın tam ortasında olsak,evimizin bir adım önünde bir uçurum görsek bile yadırgamayız.İşte hayat da aynı böyle işliyor aslında.Bir şekilde alışabilmişiz.Düşünsenize renkler,sesler vb. Bir sürü yoktan var olan,soyut-somut arası köprü görevi gören şeyler var.Ama bunlar bize o kadar basit ve sıradan gelmeye başlamış ki,aslında bir nefes ötemizde olan muazzam filmi göremiyoruz.Peki bu iyi mi yoksa kötü mü?Aslında her ikisi de.Eğer hayata alışmasaydık,sürekli canavar ya da tanrı görmüş gibi olurduk ve bu gerçekten hissetmemizi engelleyebilirdi.Öte yandan alışmamız çok kötü çünkü tüm bunları görmezden gelebiliyoruz.Şaşırmıyoruz çoğu zaman.Böyle düşününce bana kalırsa ikisini de aynı anda yapmamız doğru olacaktır.Aslında her şey böyle değil midir?Dengede.Eğer dışına çıkarsanız,ya çok kararır ya da çok beyazlaşırsınız.Fakat renkler bu ikisinin tam uyumuyla gerçek anlamda ortaya çıkar.Yinede ben hâlâ kesin bir karara varamıyorum.Çünkü bu yaratımda her düşünce sonunda tıkanıyor.Hepsi en sonunda bir girdaba giriyor ve sanki daire etrafında yürüyormuşum gibi hissediyorum. Değişime gelirsek,bu tamamen farklı ve aynı zamanda tamamen bağlı bir durum.Bazen saate bakıyorum ve bir dakika sonrasında aslında şu anın eskiyeceğini ve tamamen farklı birine dönüşeceğimi görüyorum.Gerçekten de böyle oluyor.Bir de bunu yıllara göre düşünürsek,değişim kesinlikle köklü.Her halükarda nehirde sürüklenecekken sürekli dallara tutunmak çok saçma.Bu hayata her anlamda deneyim kazanmak için atıldıysak,her farklı anımızın tadını çıkarmamız lazım.Belki de bazı değişimlerin karşısında güçsüz kalacağımızı düşündüğümüzden korkuyor olabiliriz.Mesela en kolayından yaşlanmak.Her geçen saniyenin bizi eskitmesi ve bunun bize izletilmesi.Hem çok korkunç;hem de bir o kadar enteresan bir durum.Bu bir işkence mi?Yoksa bir tecrübe mi?İkisi de belki de.Ya da değil.İşte bunun kadar saçma bir durumdayız.Ben kendi açımdan konuşursam,asla karar veremiyorum bu durumlarla ilgili.Zaten vermememiz gerekiyordur belki de.Yolun kendisinden zevk almak daha sağlıklı bir durum olabilir. İnsanoğlunun bir diğer laneti de bence kesinlikle sadece karanlık görmemiz.Bir öğrenci her zaman yüksek not alırken bir anda saçma sapan düşük bir not alırsa,ailesi bunu anca o zaman fark eder.Çok saçma değil mi sizce de?Belki de anın tadını çıkaramamızın tek bariyeri bu durum olabilir.Sadece baksak hâlbuki.Renklere,seslere,varlıklara ve bunların inanılmaz birleşimiyle oluşan aurasal alana.Hayat dediğimiz kavram kökende bizden çıkma bir kelime olurken,endişe etmek çok saçma.Aslında olmayan şeylere karşı saçma sapan takıntılara girmek..Benim açımdan hatırlatılmaya ihtiyacımız var.Bir şekilde.Belki de hatırlatıla hatırlatıla en sonunda kendimiz uygulayabilmeye başlarız ve gerçekten sahte olmayan duyguları hissedebilmeye başlarız. Değişim,hayatımızın en karanlık ve aynı zamanda nötr gerçeklerinden biri.İster buna hiç takılmayın,isterseniz de bu konulara her an kafa yorun,gerçekten de etkilenmeyen tek şey.Fakat hayata alışmak bana daha korkutucu geliyor.Belki de her anlamda farklı olduğumuzdan,varamadığımız sonuçlar da bize göre şekilleniyordur ama benim için galiba böyle.Fakat günün sonunda sadece gözlerimi kapamadan önce bunu aklımdan defalarca geçirmemle kalmam kadar da saçma.En nihayetinde vardığım tek kanı da hep anı yaşayabilmek ve ne olursa olsun olaylara ve onların kökenlerine karşı gülebilmek oluyor. 1 Barkın Durmuş 21400759 Başak Berna Cordan TURK-101 Sec: 19 Ödev: 4-2 02.12.2014 Mahallemizdeki Çocuk Emrah Serbes’ in sıra dışı roman anlayışından ayrı olarak yazdığı kısa öykülerden oluşan kitabi Erken Kaybedenler, adeta bizi bize anlatıyor. Her mahallede olan karakterlerin duygularına inmiş, algılarını gözler önüne sermiş. Okurken her yeni karakterin aslında hiç de yabancı olmadığını aslında tanıdığımız kişiler olduğunu fark ediyoruz. Birçok yazarın işlemediği “ergen erkek” temasını çok güzel bir şekilde işleyen Emrah Serbes aynı zamanda bize kahraman olarak sunulan karakterlerin iç dünyasını anlatıyor. Öykülerden bir tanesi çok çarpıcı olduğu gibi günlük diyebileceğimiz kadar sıradan. Aslında bize doğru haber kaynağı olarak sunulan kişilerin ve/veya kurumların yanlışlarını ve sahteliğini gösteriyor. . Üst Kattaki Terörist, ağabeyi şehit olan küçük bir çocuğun, bozuk psikolojisinin, medya tarafından takdir edilerek reyting ve gösteriş için kullanılmasını anlatıyor. Aynı bozuk psikolojinin mahalle halkı ve aile tarafından da devam ettirilmesi, bu bozuk psikolojinin aslında kitleler tarafından benimsenmiş bir düşünce biçimi olması ve bunun sadece kitapta değil gerçek hayatta da bulunması ise üzücü bir gerçek. Zaten yazarın kitapta yarattığı kurgu gerçek hayattaki özneleri değiştirmekten ibaret. Çünkü bu kurgu zaten her gün yaşadığımız ve artık bizim için sıradan olan olayların yüzümüze vurulması için kurulmuş. Bu öyküde mahallenin dedikodusuyla terörist olarak yaftalanmış bir üniversite öğrencisi ile dostluk kuran bir şehit kardeşinin öyküsü anlatılıyor. (Serbes, 89-101). Durmus,2 Aslında bu çok yabancısı olmadığımız bir durum. İnsanları tanımadan, farklı kimliklerine bakarak yapılan yorumlardan kaynaklanan çok fazla adli suç olmasına rağmen toplumumuzun vazgeçilmez geleneği olarak, kendilerinden olmayan insanları zararlı olarak lanse etme davranışı “hâla” çok ciddi sorunlara yol açmaya devam ediyor. Bir insanın siyasi görüşü ve kendi elinde olmadan, doğuştan belirlenen etnik kimliği yüzünden ayrımcılığa uğraması hatta fiziksel zarar görmesi günlük hayatta çok sıradan bir olay olarak kabul ediliyor. Bu olay insanın toplum içinde etnik kimliğini gizlemesi gibi korkunç bir sonuç doğuruyor. Siyasi anlaşmazlıklar, kan davası, cinsel ayrımcılık yüzünden onlarca insanın zarar gördüğü toplumda; barışı isteyen, intikam duygusu güderek bu kavgaları devam ettirmek istemeyen insanların ise yalancı ve samimiyetsiz damgası yiyip istenmeyen kişiye dönüştürülmesi ve böyle mantıklı insanların itibarsızlaştırılması bu sorunların çözümsüz bir şekilde devam etmesine yol açıyor. Bu sorunu şehit yakını tarafından sorguladığımızda ise çok daha feci bir durum haline geliyor. Zaten bu anlaşmazlıklar yüzünden hayatından biri koparılmış olan acılı birey karşı görüşü karşı tahammül sınırında duruyor. Toplumdan gelen yanlış bilgi ve nefret beslemesiyle mantıklı olanların bile gözleri nefretle bakıyor. Olayın içine yaş faktörünü de katarsak bu gözünü nefret bürümüş bireyin küçük ve bilinçsiz yaşlarda hayatını nasıl karartabileceğinin örneğini bu öyküde görüyoruz. Aynı zamanda bu sorunların diyalogla nasıl çözülebildiğini aslında çözümün çok basit olduğunu da bu öyküden çıkarabiliyoruz. Karşı taraftan nefret etmek yerine onu tanımak toplumun tek çıkar yolu olabilir. Kitabın tüm başlığı Erken Kaybedenler: Kâinatta Yapayalnız Kalmış Erkek Çocuklarının Hikâyesi. Başlık pek bir karamsar gözükse de kitapta anlatılan bizim yani erkek çocuklarının iç dünyası. Mahalle maçları, çocukluk kahramanlıklarımız, haylazlıklarımız kısacası çocukluğumuz. Büyüdükçe unuttuğumuz her şey sanki bu kitapta hatırlatılmış. Küçükken bize hayal gelen her şeye sahibiz belki ama heyecanımız yok. “Çünkü büyüdükçe Durmus,3 arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle bir küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.” (Serbes, 13). Büyüdükçe kaybettiğimiz kahramanlarımız, hayallerimiz içimizden heyecanımızı alıyor. Belki de sorgulamak lazım ne için yaşıyoruz? Amacımız ne? İnsanın elbette her döneminde bir amacı var ve onun için yalıyor ama o amaç kimin için? Küçükken hep kendimizi düşünürüz, aklımız hep hayallerdedir. Belki uçarız, belki süper kahraman oluruz ama “biz” oluruz. İnsan büyüdükçe her işinde mantık arıyor. Hayallerinde bile kurallardan çıkamıyor. İçimizdeki çocuk ölüyor. Büyüdükçe başkaları için yaşamaya başlıyoruz. Ebeveynler çocukları için çalışıyor onlar için kendi hayatlarından vazgeçiyorlar. Bekâr olanlar kariyer için, toplumda saygın bir yer için yaşıyor ama ne anlamı kalıyor sonunda mutlu olmadıktan, bunları yaparken zevk almadıktan sonra? Bu hikâyeler belki her okuyucu için bunları sorgulatmayacak ama tek bir şey çok kesin: bunları okuyan yetişkin erkeklerin gözünden mutlaka bir damla yaş gelecek. KAYNAKÇA  Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İstanbul: İletişim Yayınları, 2009. Durmus,4 Beste Çiftçi Yeniden Doğuş En çok sevdiğim şeydir güneşin doğuşu. Hergün batar ve ertesi sabaha kadar yenilenir. Yeni bir doğuş, her yeni sabah sanki bir başlangıç gibi geliyor. Hele birde dağların tepesinden yükseliyorsa paha biçilemez bir sabaha yeniden uyanırsınız. Bir düşünsenize güneş yeniden doğmuş aslında sizde yeniden doğmuşsunuz. Artık dünün bir önemi kalmamış dün bitmiş ve bugün yeni bir hayat başlamış gibi. Aslında tüm gerçek bu sanırım. Biz hayatımızı hep geçmişe bağlı yaşadığımız için hiçbir zaman yeni bir doğuşa uyanamıyoruz. Aslında dünden bugüne hayatımızda neler değişti biz nasıl değiştik ve yenilendik farkına varamıyoruz. Biraz derin düşünürsek biz artık dünkü insan olmuyoruz. İnsanlar neden hep geçmişe dönük yaşar hiç sorguladınız mı? Etrafımıza bir baktığımızda herkesin geçmiş hayatından bir şeylere takılı kaldığını ya da geçmiş güzel günlerden bahsettiğini duyuyoruz. Hatta daha ilerisi geçmişte yaşadığımız kötü günlere takılı kalıp bugünümüzü huzurlu yaşayamıyoruz. Mesela ben size biraz geçmişimden bahsedicek olursam bugünlerde ne kadar zorluk çektiğimi anlamış olursunuz. Öncelikle okul hayatımın bana kattığı olumsuzluklar günlük yaşantımı hala etkiliyor. Geçmişte sadece bir şehire alışamadığım ve bulunduğum düzenden ayrılıp yeni bir hayata sıfırdan başlamanın zorlukları yüzünden uzun yıllar okul hayatımda başarısız oldum. Bugün geçmişte yaşananların izleri olarak hiçbir vaktimi rahat ve huzurlu geçiremememin sıkıntısını yaşıyorum. Çünkü sürekli boş kalmamam gerektiğini ve vaktimin her kısmını ders çalışmaya ayırmam gerektiğini düşünüyorum. İkinci olarak ve hatta bence en kötüsü ilişki durumları. Eğer geçmişte başınızdan kötü bir ilişki deneyimi geçtiyse ve çok üzüldüyseniz çok büyük korkulara sahip olabilirsiniz. Tıpkı benim gibi. Bir kez kaybedince insan bir daha kaybetmemek için kazanmakta istemiyor. En azından benim için öyle. Peki bu iyi bir şey mi? Kendini korumaya çalışmak ya da kaçmak mıdır bunun adı? Hala net bir cevap bulamasam da ikiside uyuyor gibi. Bir şeylerden kaçmak en kolay yaptığımız davranış olsa gerek. Fakat bir şeylerden kaçmakta hiçbir şeyi çözümlemiyor. O kaçtıklarımız güneşin doğduğu bir gün elbet bizi buluyor. Geçmişe takılı kalıp ileriye gidememekte, korkularımızdan bugün hala zarar görmekte bize gerçekten iyi gelmiyor. Bir düşünsenize; güneş bir hayat ve bir günü en dolu şekilde yaşıyor. Fakat ertesi gün güneş aynı yerden aynı şekilde doğmuş olsada o artık dünkü güneş değil aslında. Bugün daha olgun bugün daha kırmızı bugün daha bilinçli ve tecrübeli. Dünkü sorunlarını bitirmiş onlardan ders çıkartmış ve güne yeni kararlarla yeni biri olarak başlıyor. Sanki hergün bir serüvenmiş gibi... Doğada var olanlar tıpkı bizler gibi ağaçlarda mevsim geçişlerini yaşarlar toprakta, su da. Birde mevsim geçişlerini insan hayatına uyarlarsak ortaya inanılmaz şeyler çıkıyor. Sonbahar; zorluklara alışma zamanıdır bence. Hayat yavaş yavaş sokar gününe bulutları. Yaprak dökümüdür sonbahar. Kuruyanlar dökülür teker teker hayatından. Kış'a hazırlar insanı. Kış; sert, soğuk ve zorluklarla doludur. Atlatması diğerlerine göre çok daha zordur. Soğuğu kemiklerine kadar hissedersin tıpkı kaybettiklerinin üzüntüsünü hissettiğin gibi. Fakat 3 aydır kış, 3 ay sonunda öyle bir uyanırsın ki bahar gelmiş. İçinde çiçekler açmaya başlıyor. Renklisin, mutlusun, yenilendin ve yeniden uyanıyorsun. Artık yaz geldiği zaman değişimin son gelişimini tamamlama zamanına gelmiş gibi olursun. Her şeyi herkesi bir yana bırakır yaşadıklarından çıkardığın derslerle yeni seni tanımayabaşlarsın. Üzerinden 4 mevsim geçmiş yeni sen nasıl olur bir düşün bakalım... Steve McCurry'ninitalya'da çektiği bu fotoğrafa bakınca tüm bu hisler ve düşünceler geçiyor kafamdan. Fotoğraf o kadar sıcak o kadar canlı ki tıpkı yeni bir başlangıcın habercisi gibi geliyor. Doğayı tüm canlılığıyla fotoğraflamış ünlü fotoğrafçı. Bir şeylere yeniden hayat verir hissi uyandırıyor bende. Çünkü bizde doğayız, evrenin bir parçası, güneşin doğuşu, mevsimlerin geçisi gibiyiz. Birçok benzer özelliğimiz var o yüzden. Ben bu fotoğrafı kendimce doğanın bir parçası, bana anımsattırdıkları ve benzerliklerimiz olarak yorumladım. Herkesin iç dünyasına göre şekillenecek olan bir şey fakat biraz anlattıklarım üzerine fotoğrafa bakarsanız belki sizde yeniden doğuşu ve o canlılığı yakalayabilirsiniz. References: "Italy." Steve McCurry. N.p., 2016. Web. 15 Nov. 2016. Buğrahan Mehmet Karakelle KENDİN OLMAK VARKEN Sokakta dolaşan insanlara baktığımda birçoğunun hayatlarından mutsuz olduğunu hissedebiliyorum. Bu da insanların neden mutsuz olduklarını düşünmeme neden oluyor. Bu düşünceler arasında bulduğum nedenlerden biri de insanların hayatlarında kendi mutluluklarına yeterince yer vermedikleri hatta kendi hayatlarını bile yaşayamadıklarıdır. Bana göre bu tip insanlar diğerleri için, onların istekleri ve beklentileri doğrultusunda yaşıyorlar.Bu durum daonlarınmutsuzbirhayat yaşamalarınasebep oluyor. Peki insan hayatını nasıl yaşamalıdır? Elbette bu sorunun cevabını ben veremem zaten yazımım temel taşı da bu düşünce üzerinde kuruluyor. ‘‘Kimse kendine ait olan biricik hayatını başkalarının beklentilerine göre yaşamamalıdır.’’ fakat bu söylediklerim de yanlış anlaşılmamalıdır. Tabii ki insanlar başkalarına yardım etmelidir. Sonuçta insan sosyal bir varlıktır ve hayatını toplu bir yardımlaşmayla sürdürür, çocuklar annelerinin fedakârlıkları ile büyür, toplumlar insanların ortak çabası ile gelişir. Benim asıl anlatmak istediğim şey kişinin bütün bu yardımlaşma ve beklentilerin arasında kendi benliğini kaybetmemesi, kendi isteklerini de unutmadan hareket etmesidir. Bana göre sadece başkaları için çalışan bir insanın robottan farkı kalmaz. Bu yüzden insanlar kendi benliklerini geri plana atmayıp bir miktar da kendi isteklerine göre hareket etmelidir. Bunun için de kendilerini bazıağırlıklardan kurtarmaları gerekir. Bu ağırlıklardan bir tanesi diğer insanların yaptıklarımız hakkında ne düşünecekleri konusundaki endişemizdir. İnsanlar çevresindekilerin tepkisine göre hareket eder ve kendilerini bu tepkilere göre kısıtlar. Size bu kısıtlamaları tamamen boş verin, kimseyi dikkate almayın gibi bir şey söylemeyeceğim. Sonuçta görgü kuralları da bu şekilde oluşmuş kurallardır. Daha önce de dediğim gibi insanlar birlikte yaşayan sosyal varlıklardır ve bu ortak yaşam içerisinde görgü kuralları gibi yazısız kuralların olması insanların yaşamında düzenin sağlanması için önemlidir. Asıl sıkıntı bu kısıtlamaların toplumun genel yararından uzaklaşıp kişileri rahatsız edecek bir şekle dönüşmesidir. Buna bir örnek dedikodu olabilir. Dedikodusunun yapılacağı korkusu kişileri adım atmaktan bile alıkoyan bir şeydir. Bu durum sadece yaptığımız davranışlarla ilgili de değildir zaten dedikodunun asıl korkutucu yanı da budur. İnsanlar bazen yapmadıkları şeylerden bile sorumlu tutulabiliyor ve bunlardan dolayı kınanabiliyorlar işte bu yanlış anlaşılma korkusu yüzünden hayatlarının her dakikasını tedirginlik içinde kendilerini kısıtlayarak geçiriyorlar.Bu kısıtlamalar kişilerin hayatlarını çekilmezhâlegetiriyor. Bana göre insanların mutlu bir hayat geçirmesi için öncelikle bu toplum baskısından kurtulması gerekir. Bu durum bana göre iki şekilde gerçekleşebilir. İlki toplumun baskıcı yapısının değişmesi ile gerçekleşebilir. Toplum kişileri sahip oldukları farklılıklar ile kabul edip onlara beklentilerini karşılamaları için baskı uygulamazsa insanlar kendi yaşantılarında daha özgür olabilirler. Bu şeçeneğin biraz ütopik olduğunun farkındayım. Sonuçta içinde yaşadığımız toplumda insanlar birbirleri ile yardımlaşarak hayatlarınısürdürüyorlar bu durum da kişiler arasında beklentileri doğuruyor. Toplumun düzenini değiştirmek kolay olmadığı için buseçenek şimdilikgerçekdışıgözüküyor. İkincisi ise diğerine göre daha gerçekçi görünüyor. Bu şeçenekte toplumun değişmesine gerek kalmıyor. Kişi kişi kendisini başkalarının beklentilerine göre değiştirmeyip hayatını başkaları için değil kendi için yaşıyor. Burada anlatmaya çalıştığım şey mutlu olmak için diğer insanları gözden gelmek değildir. Anlatmak istediğim mutlu olmak isteyen insanların kendi benliklerini kaybetmemesi gerektiğidir. Bana göre kişi kendi mutlu olmadığı sürece diğer insanları da mutlu edemez tıpkı eski bir atasözünün dediği gibi ‘‘ Gönülsüz yenen aş ya karın ağrıtır ya baş ’’. Yani başkalarının beklentilerine göre yaşayan insanlar bu beklentileri karşılayamadıkları gibi kendi hayatlarını da çekilmez hâle getirirler. Bu yüzden kişi kendi hayatını başkalarının isteklerinebağlı olmadan yaşamalıdır. ESER: Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın YAZAR: Jeanette Winterson SEN MİSİN BİZE SIKINTI VEREN? Zorluklarla karşılaşırsanız ne yaparsınız? Geçmiş yaşantınızı şöylece bir gözden geçirin. Hayatınızda kaç kere hiç halledemeyeceğinizi düşündüğünüz bir sorunla karşılaşmanıza rağmen onunla başa çıkmayı başarabildiniz? Eğer aklınızda bir cevap oluşmadıysa bu çok normaldir. Beynimiz bize soruyu, sorunun cevabı gelene kadar zor gösterir ki kafa yorup sorunun çözüm yolunu arayalım. Sıkıntılı dönemleriniz olmuşsa bile bunları şu anda “halledilemez sorunlar” kategorisine koymamanız oldukça olağan. Bu yüzden, bu soruma bilinçli ve kendinden emin bir şekilde cevap verenlerin azınlıkta olacağına eminim. Ciddi sorunlarla yüzleşenlerin az sonra anlatacaklarıma kulak vermesini tavsiye ediyorum. Diğer yandan eğer sıkıntılarla başa çıkmayı iyi bilen birisi olduğunuzu düşünüyorsanız da bu yazıya devam etmeniz ve tecrübelerimden faydalanmanız sizin için iyi olacaktır. Öncelikle hiçbir işe başlarken her zaman doğru sonuç alınacak diye bir şey yok. Thomas Edison, ampulü binlerce yanlış denemenin sonunda icat edebildi. Herkesin hayatı böyle yanlış denemelerle doludur, yanlışlar birbirini kovalar ve bunlar ilk bakışta fark edilmeyebilir. Aslında bu nedenlerden ötürü sorunlar bizlere zor gözükür. Bazen aldığınız yanlış kararlar çok kötü sonuçlara sebebiyet verebilir. Öbür taraftan içinde bulunulan ortam ve zaman da sorun yaratıcı olur veya daha önce kimsenin başına gelmemiş bir sıkıntı size denk gelir. Bu şekilde doğan sıkıntılar ilk başta halledilebilecek boyutlardadır ancak bu sorunları çözmek –ne yazık ki- sonraya bırakılır. Tedavisi yapılmamış bir yaranın iltihap kapması gibi bu sorunlar da daha ciddi boyutlara ulaşır. İlk başta kuzu gibi görünen sorun kurt olup çıkar ve insanı yok etmeye o zaman başlar. Bu gibi ciddi sorunlarda insan hayata karşı yabancılaşmaya, kendini soyutlamaya başlar ve bu soyutlama insanı dibe çeker. İşler sarpa sarmaya başladığında kendinizi insanları karınca boyutlarında gördüğünüz bir bina tepesinde, ıssız bir uçurum kenarında veya bir ipin ucunda hayatınızı sonlandırmadan önce kalan son saniyelerinizi yaşarken bulabilirsiniz. Bu gibi kötü sonlardan kaçınmak için yapılması gereken iki şey çok kolaydır ve bunları herkes yapabilir: hayal etmek ve umudunu korumak. Sıkıntılı bir döneminizde “Benim derdim çok büyük” diye düşünmeyin çünkü siz onları kafanızda büyüttükçe ve onlardan korktukça sıkıntılarınız size daha şiddetli saldıracaktır. Bunun yerine sizden daha kötü durumdaki insanları hayal edin ve kendi sorunlarınızı kontrol altına almak için çabalayın. Unutmayın ki bu yolda en büyük yardımcınız umudunuz olacaktır. Her şeyin düzeleceğine inanmak zor gelebilir. Belki hayattan yediğiniz darbeler sizi engelliyordur ama umudu koruyarak, en kötü durumlarda bile bir çözüm olacağına inanıp daha güzel bir hayata yelken açmak zor değildir. İşte bu konuda kendime zor durumlar karşısında söylediğim bir motivasyon cümlesi: “Eğer birisi yapabiliyorsa, sen de yapabilirsin, eğer kimse yapamıyorsa, sen yapmak zorundasın!”. İşte beni hayatta daima ileri götüren ve asla pes etmememi sağlayan mottomu sizinle paylaştım. İnsanoğlunun temel içgüdülerinden biridir daha iyiyi aramak ve bu arayış insanı iyiye yönlendirdiği gibi zaman zaman sıkıntılar yaşamasına da sebep olur. İşin aslı, tüm imkânlar, imkânsızlıklara dönüştüğünde bile umudunu yitirmemekte ve korkuların elbet başa geleceğinin farkında olarak onlarla erkenden yüzleşmekte aslında. Hayat sizi keder belasıyla boğmaya çalıştığında siz de hayatın gırtlağına yapışın ki bu kararlı mücadeleniz karşısında hayat pes etsin. Çevrenize ilham verin, umut dağıtın ve insanlara yardımcı olun. Geleceğinize engel oluşturan bu sıkıntıları geçmişte bırakın ve hayatı dolu dolu yaşayın. Gözlerinizi kapatıp aydınlık yarınları hayal edin ve hatalarınızdan ders çıkarın ki bu tecrübeler geleceğinize gölge düşürmeye çalışan sıkıntılarınıza karşı size destek olsun. Musab Tayyib GELİŞGEN Büşra Göçer Değişim ve Var Olma Durumumuz ‘’Bir terslik, bir tuhaflık vardı. Elimi uzattığım yerde hiçbir şeye dokunamadım, hissedemedim, algılayamadım ve ne olduğunu anlayamadan bir çığlık daha attım. Sesim çıkmadı. Bir şey... Bir şey olmuştu. Vücudum yerinde yoktu. Bakışlarımı korkuyla bedenime çevirdiğimde, boş yatağın üzerinde dağınık yatak örtüsünden başka hiçbir şey olmadığını gördüm.’’ (6) Bu cümleleri okuduğum andan itibaren acaba bir gün uyansam, bilincim açık fakat varlığım aynada görünmez olsa nasıl bir düşünce akışının dalgalı sularında mevcudiyetimi devam ettirmeye çalışırım ve bu durum beni neler yapmaya davet eder diye düşünmeye başladım. Bir yandan bilincin açık olduğu zaman yaşanılan yok oluş kafamı karıştırıp midemi bulandırsa da yok olma kısmından hoşlandığımı söyleyebilirim, hele de bu günler için, varlığımı daha doğrusu yok olamayışımı en çok düşündüğüm günler, kendi hayatımdaki varlığımdan rahatsız olduğum günler. Kim olduğumu tanıyamadığım şu günlerde hem eski halimi ‘’Aslında o zaman düşündüğüm şeylerde bile öyle düşünmüyormuşum.’’ diye inkâr edip hem de şu anki halimden zaten hazzetmiyorken ilerisi için kafamda kurduğum taslaklar aklıma geliyor. Bir varlığın varlığını kanıtladığı şey onunla beraber gelen değişimdir, bu şekilde anlarım kalemin masada olduğunu, kalemi masadan kaldırarak ve dolayısıyla kalemin sağladığı olanakları kullanamayarak. Bunları yazınca sanki kendimi kullanılmış hissediyormuşum gibi bir anlam çıktı fakat öyle değil. Kendi değişimimden yola çıkarak varlığımı kanıtlamış oluyorum, aynaya bakarak ve bunun takibinde aynada yansımamı görerek değil. Değişim zaten kaçınılmaz bir olay, en basitinden boyumuz uzuyor, kilo alıp veriyoruz, demem o ki illaki değişiyoruz hem materyalist açıdan hem de materyalist açıdan geriye kalan açı her ne ise o açıdan. Şimdi o değişimleri buraya sık sık yaptığım iç konuşmamdaki anahtar sözcüklere ek olarak cümle şeklinde yazabilmek adına gözden geçiriyorum. En çok değişen duygu veyahut durum umudum, umut seviyem. Eskiden daha çok umut ederdim güzel şeylerin olacağına dair, içimde hep bir ümit vardı. Şimdilerde ise dünya üzerinde olan bütün yaşam formlarının her birinin teker teker sonu olduğunu benimsediğim için bu sona doğru çıkılan yolda, her şeyin bir şekilde sonunun geleceği bazen düz bazen ise dolambaçlı olan yolda, yol sırasındayken yapılan eylemler önemsiz geliyor. Kulağa çok amaçsız geliyordur muhtemelen, bir yol var önünde bir şekilde bitecek, e o zaman o sırada yapabildiğin kadar şey yap. Ama neden? Yaptığımız her şey ve buna ilaveten varlığımız bir şekilde dünyanın diğer formlarına dönüşecek. Çok ekstrem bir şey yapmadığımız sürece en çok üç veya dört jenerasyon daha hatırlanacağız. Örneğin babam büyük babasını tanımamış, onu tanıtan cümlelere de şahit olmamış; yani en az elli sene yaşanan bir ömür torun tarafından bilinmiyor, tanınmadığı için babam tarafından sadece şu an burada olmayan ama zamanında yaşamış bir insan. Yanlış anlaşılmasın, demek istediğim varlığımız başkalarının varlığımızı tanımalarına bağlı olduğunu değil kesinlikle hatta konuya direk bu göndermeyle başlama sebebim insanların genellikle bu önergeyle gelip varlıklarına anlam kazandıran şeyin başkaları tarafından hatırlanmak olduğunu düşünmelerinden, ki onlara da hak verdiğim durumlar da var, fakat varlık anlamımızı sadece buna bağlamak doğru gelmiyor bana. Hala varlığını sürdüren isteklerimden biri güzel hatırlanmak, başkaları tarafından hatırlanmanın varlıklarına anlam kazandıracağını düşünenlere hak verdiğim durum tam olarak da bu. Velhasıl, her varlığın bir anlamı olduğuna inanmak ve bu anlamı başkaları tarafından hatırlanmakla ölçmek sanıyorum ki çok benlik bir davranış değil, hele de şu günlerde. Varlık değişimi zorunlu kılar, değişim de bazen bizi üzer ama hepsi eninde sonunda geçer. Sabah uyanıldığında varlığımızı göstermeyen durum eski halimizin yokluğudur, dönülmesi umut edilen ama istenmeyen. Büşra Göçer KAYNAKÇA: Kocaoğlan, Işıl. Bir Sabah Uyandığımda Yoktum. 1.Baskı. İletişim Yayıncılık Elif Bilgen Kuruyup Giden Arkadaşlıklarımız Arkadaşlıkla ilgili o kadar söylenen söz, yazılan hikaye var ki hangisini düşünüp de bu yazıya başlasam bilemiyorum. Sadece benim başımdan geçenler bile yeterli, arkadaşlığın nasıl bir duygu olduğunu anlamam için. İnsanın sahip olunca anlayabileceği bir şey arkadaşlık ve o zaman bu dünya biraz daha çekilebilir geliyor insana. Arkadaşın olunca yaslanabileceğin, dayanabileceğin bir yerin olduğunu biliyorsun. Bu yüzden bu dünyanın üzüntülerine daha kolay katlanabiliyorsun. O üzüntülerini arkadaşınla yaşayınca ya da gelip anlatınca biraz daha hafifliyorsun, sırtından bir yük azalmış oluyor. Gelip onun yanında ağlayabiliyorsun ve gözyaşlarını saklamak zorunda kalmıyorsun çünkü zaten arkadaşın seni olduğun gibi bilen nadir insanlardan. O seni bütün duygularınla sevebilmiş ve hiçbir zaman bunlarla seni yargılamamış. Zaten senin duygularını saçma bulsaydı, seni yargılayıp suçlasaydı öyle yanında kolay kolay ağlanamazdı. Tüm bu üzüntülerin, acıların yanında bir o kadar eğlenceli ve sıcacık bir şey arkadaşlık. Bazen saçma bir videoya arkadaşınla saatlerce gülebiliyorsun. Diğer insanlar belki bunu anlamaz, “burada bu kadar gülünecek ne var,” diyebilirler ama siz ikiniz onda gülünecek birçok şey bulabilirsiniz çünkü ortak bir eğlence anlayışınız çoktan oluşmuştur. Bazen gün boyunca anormal hiçbir durum yaşamamış olsanız bile gelip arkadaşınıza dakikalarca günü özetleyebilirsiniz ve içlerinden illa gülünecek bir şey çıkar. Özellikle tek başınıza başka bir şehirden kalkıp yabancı bir şehre okumaya geldiğinizde bu durumu daha iyi anlıyorsunuz çünkü oda arkadaşlarınız, okuldan sonra yarım saat günün dedikodusunun yapılabileceği güzel insanlar olabilirler. Bazen de arkadaşınız, eğer aranızdaki iletişim bu seviyeye geldiyse, onunla konuşmadan tek bir bakışınızla olayı anlayıp size tepki verebiliyor. Örneğin, bir kafede oturduğunuzda onun sevmediği biri oralardaysa, yüzünüzü buruşturduğunuzda eminim gördüğünüz kişinin kim olduğunu anlayacaktır, sizin anlatmanıza bile gerek kalmadan. Bunun sebebi aranızda oluşan iletişimdir ve bu iletişim bir tek ikinizin anlayabileceği kelimeler ve mimiklerle doludur. http://suffagah.com/wp-content/uploads/2015/03/unnamed-710x422.jpg Arkadaşlık böyle bol gülümsemeli, kahkahalı ve bir o kadar da ağlamaklı bir duruma sebep oluyor ve sanki büyük bir sırmış gibi arkadaşınızla yaşadığınız mutluluklar bir anda artarken, üzüntüler de çabucak azalıyor. Keşke böyle olsa hepimizin arkadaşlıkları değil mi? Hepimiz ona yaslanabileceğimiz ve güvenebileceğimiz bir dostumuz olsun isteriz ama maalesef herkes böyle güzel bir şansa sahip olamayabiliyor ya da “dostum” dediğimiz kişiler o güvenimizi kaybediveriyorlar. Bugüne kadar arkadaş bilip sarıldığımız kişiler bir süre sonra yanımızda uzaklaşabiliyorlar ya da belki biz gitmeyi tercih ediyoruz. Her şey gibi arkadaşlıklarımızın da sonu gelebiliyor. Nedeni çok bu sonların. Ya anlaşamıyoruz bir yerlerde ya da değişiyor fikirlerimiz. Bir süre sonra bakmışız ki bizim sırtımızdaki yükü azaltan kişiler bize daha da ağırlık vermeye başlamışlar. İnsanoğlu değil miyiz sonuçta, illa birilerinin hata yapması ve birilerinin de üzülmesi gerekiyor. İşte benim uzun uzun anlatmaya çalıştığım arkadaşlığı Suzan Bilgen Özgün, kısacık hikayeleriyle Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız kitabında anlatmış. Arkadaşlıkla ilgili hikayesini okuduğumda düşündüğüm tek şey bugüne kadar ya zamanın hızında yerle bir olmuş ya da işte böyle sırtıma yük olan arkadaşlıklarımdı. O bu sonu çok güzel bir benzetmeyle anlatmış kitabında: “Bazen ta baştan, içindeki dalın çıtırtısını duyarsın. Küçücük, zayıf bir sestir önce, giderek büyür. Dışarıdan baktığında ağaç duruyordur ancak kuruma başlamıştır artık. Sona yaklaşan arkadaşlıklar gibi…” (Özgün, 29) Gerçekten de aynı böyle olmuyor mu bazı arkadaşlıklar, dışarıdan bakıldığında hala devam ediyor belki ama içeride bir şeyler bitip tükenmiş. O güzel arkadaşlarımız, yanındayken güldüğümüz, ağladığımız ve bütün duygularımızı en içten gösterdiğimiz arkadaşlarımız, bir gün geliyor ve kuru bir ağaca dönüşüveriyor. Sonunda bu kurumayı fark ettiğinizde her şey çoktan geçmiş oluyor. Bir bakıyoruz ki farklı yollara girmişiz. Olup biten her şey anılarımıza oluyor bir de çünkü bu saatten sonra onları unutmak pek mümkün olmuyor. Keşke bütün arkadaşlarımız acısıyla, tatlısıyla her zaman yanımızda kalmayı başarabilseler. Çocukluk arkadaşlarımız, okul arkadaşlarımız, sınıf arkadaşlarımız, servis arkadaşlarımız, ev arkadaşlarımız, oda arkadaşlarımız… Hepsi keşke yaşlandığımızda bile yanımızda olabilseler ya da en azından hepsini gülerek hatırlasak ve hep kalbimizde bir yerleri olsa. Kaynakça Özgün, Suzan Bilgen. Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız. İstanbul: Dedalus Kitap, 2015. Baskı. Ezgi Avaroğlu ASLA PES ETME “Bir noktada, işler hep ters gidecek ve siz bu kadar diyeceksiniz. Bunu ya kabul edersiniz, ya da işe koyulursunuz. Hepsi bu. Olay sadece başlamakta. Matematiğini siz yapın. Bir sorunu çözeceksiniz ve daha sonra ikincisini ve sonra bir tane daha… Ve eğer yeterince sorun çözerseniz, eve geleceksiniz.” Bazen hepimizin yaşadığı bir durumdur bu değil mi? Her şey üst üste gelir, toparlayamayacağımızı düşünür, “Pes ediyorum!” deriz ya da ayağa kalkar ve mücadeleye koyuluruz. Andy Weir’in yazdığı Marslı kitabı da tam olarak bu durumu anlatıyor. Özellikle yeni bir şehre taşınma ve üniversiteye başlama arifesinde hayatta kalmak için durmaksızın mücadele eden bir adamın hikâyesini okumak beni gerçekten çok etkiledi. Daha aileme dört saatlik bir mesafede olan bir yerde bile ayrı kalmaya alışamamışken Mark Dünya’ya uzaklığı yaklaşık 140 milyon mil olan Mars’ta yalnız başına kalıyor hem de yaklaşık 1,5 yıl boyunca. Kulağa şaka gibi geliyor değil mi? Üstelik birçok defa ölümden dönüyor fakat Mark buna rağmen asla mücadelesinden vazgeçmeyip durmadan “Nasıl daha uzun süre hayatta kalabilirim? ” diye düşünüyor. Yani bizim çoğu zaman burada gösteremediğimiz mücadeleyi o Mars’ta tek başına gösteriyor. Bu mücadeleci ruh çoğu zaman göremesek de aslında hepimizin içinde var; olay sadece sorunları kafamızda büyütmeyip “Her zaman bir çözümü vardır.” diyebilmekte bitiyor. Geçen sene bunu ben de yaşadım, sınava çalışırken birçok şeyi anlamam ve ezberlemem gerekiyordu. Pes ettiğim ve depresyona girdiğim zamanlar oldu ama her zaman ileriyi düşündüm ve tekrar ayağa kalktım. Sonucunda da hedefime ulaştım; şu an hayalini kurduğum bölümde ve okulda okuyorum, yani olay sadece başlamak ve sonucunda ulaşacağımız şeyi düşünmek ve asla vazgeçmemekte. Peki, şu anda hiç bir mücadelem yok mu? Tabii ki var. Yeni bir şehre ve okula uyum sağlamaya çalışıyorum, ailemi daha az görmeye alışıyorum, zaman zaman tabii ki zorlanıyorum. Ama her zaman işin olumlu taraflarını görmeye çalışıyorum. Okuldaki sosyal aktivitelere katılıyorum, boş zamanlarımda ilginç şeyler okuyup kendimi geliştiriyorum ve bu şehrin güzelliklerini öğreniyorum. Bu yaşadıklarımın hepsinden de mutluyum çünkü bu benim için yeni bir süreç ve bu sürecin bana çok şey katacağına inanıyorum. Anlattığım süreci yaşarken yanımda bana destek olan sevdiğim insanlar vardı ama Mark bütün bu mücadeleyi verirken tek başınaydı; ona destek olan kimse yoktu ve bu yüzden bir yandan da psikolojisini güçlü tutması gerekiyordu. Kitabı okurken kendimi onun yerine koydum. Acaba onun kadar dayanabilir miydim, hep güçlü kalabilir miydim diye. Büyük ihtimalle bu kadar iradeli bir şekilde kalamaz, durmadan ileriye pozitif bir şekilde bakamazdım. Kitabın beni bu kadar etkilemesinin en önemli sebebi de Mark’ın bu güçlü karakteri oldu. Hepimize ilham kaynağı olması gereken Mark Watney’nin yaptıkları ve yaşadıklarının çoğunun bilimsel olarak mümkün olması aklıma “Gerçekten olabilir mi?” sorusunu getiriyor. Gerçekten bir gün Mars’ta yaşayabilir miyiz? Umarım yaşayabiliriz. Çünkü Dünyanın bir gün sonunun geleceği artık kaçınılmaz bir gerçek, ama bu bizimde sonumuz olacak diye bir şey yok. Bu uçsuz bucaksız evrende insanların yaşayabileceği başka bir gezegen daha olduğuna eminim ve bu gezegenin bulunacağına da inancım tam. O güne kadar yapmamız gereken de Dünyamızı kirletmekten vazgeçip onu korumaya çalışmak. Gittikçe betonlaşan çevremizde kaldırım aralarından çıkan küçük çiçekler hala bir umudun olduğunun göstergesi bence. Ben sürükleyici ve aksiyon dolu olan bu kitabı okurken gerçekten çok keyif aldım. Bana çok keyifli vakit geçirtip aynı zamanda hâlâ vakit varken sahip olduğumuz gezegenin değerini bilmemiz gerektiğini gösterdi ve zorluklar karşısında azimli olmam gerektiğini, asla yılmamam gerektiğini bir kez daha anladım. Mark’ın hayatta kalma mücadelesi ve bitmek tükenmeyen azmi, NASA’nın onu kurtarmak için durmadan çalışıp pes etmemesi ve hala insanlığın ölmediğini göstermesi ve Mars’ta hayatın olabilme ihtimalini bilimsel bir şekilde açıklayıp beni sorularla baş başa bırakan ve bana örnek alacak yeni bir karakter kazandıran; filmi de en az kendisi kadar güzel olan bu kitabı herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. Hayatta önümüze birçok engel çıkar önemli olan yolumuza devam edebilmek ve asla pes etmemektir çünkü her sorunun bir çözümü; her karanlığın da bir çıkışı vardır. Kaynakça: https://www.tumblr.com/search/Marsl%C4%B1 http://frpnet.net/incelemeler/andy-weirin-marsli-kitabi-incelemesi https://kristalkitap.blogspot.com.tr/2015/08/alsveris-notlarm-18-hediyeler-ve.html Kubilay Meşe 21302093 Deniz Son Kuşlar, Sait Faik Abasıyanık’ın 19 hikâyesini içeren öykü kitabı. Hikâyelerin büyük bir bölümü deniz ve balıkçılıkla ilgili olduğu için epey yabancılık çektim; ömrü boyunca toplamda üç kere deniz görmüş, denizi, içinde yüzmeyi, kayıkları, balık tutmayı, olta başında beklerken muhabbete dalmayı hayal edememek içime oturmuştu. Buna rağmen, Abasıyanık anlatıyor da ben dinliyorum hissiyatı içinde fakat gerçekte pek çok zaman yaptığım gibi kendi kendime düşünür halde kitabı okudum. Balıklarla aram iyi değildir. Böyle söyleyince sanki her gün gittiğim yolda, arkamdan hızla geçerken her defasında omuz atan bir adamdan bahseder göründüm. Bana omuz atıp geçmediler tabii ki, kendi hallerinde var olmaya çalışan gariban yüzgeçliler onlar. Aslında benim onlarla alıp veremediğim yok, ben balıkla özdeşleşmiş deniz kültürüne ve benim bile ne kadar sevdiğimi kestiremediğim Ankara’mın denizden -ve kültüründen- yoksun oluşuna kızarım. Kızarken de üç kuruşluk canı olan balıklara çatarım. Denizle iç içe yaşamamış bir insanın onu sevmemesi, hatta kimilerine göre küstahça deniz kültürünü aşağılaması normal değil midir? Ankara’ya her gelen sahil kenti insanının “Denizi yok, hiç güzel bir şehir değil” deyip dudak bükenleri görünce ben, o anki halet-i ruhiye içerisinde, “Sana göre öyle!” diye kızınca o sahil kenti insanlarının suratının aldığı şekil “Bu tepki senin gibi deniz yoksunu bir insandan beklenecek bir tepki.” demiyor mu? Meşe 2 Öyleyse bir şehri güzel yapan nedir? Abasıyanık, “insansız hiçbir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel.”(28) diyerek, aslında bana fırsat tanımadan soruyu cevaplamış oluyor. Yine de benim kafamdaki tüm soru işaretleri silindi diyemem. Çünkü böylesi bir cevap kısa ve özlü olsa da, gerçekte iş bitirici bir cevap değil. Çünkü Ankara’yı –kimileri için- güzel olmayan bir şehir yapan şey insansızlık değil, insanların algılarındaki bozulma. Bizler birçok algımızı olduğu gibi güzellik algımızı da nesnelere odalı olacak şekilde budamışız. Bir tablonun güzelliği, yaşattığı hislerden çok, fırçanın tuvale vuruş şekli ile; bir musikinin güzelliği, sürüklediği duygulardan çok, makamları ve notalarının sırası ile; bir yerin güzelliği de tekrar yaşattığı anılardan veya şehrin içindeki saklı, yıllarca yanı başında olsa bile göremeyecekmişçesine saklı kahveleri, yeşillikleri, dinlenme yerleri, yolları, dağları ve evlerinden çok, pasparlak ışıldaklı tabelalar gibi göze batan, duygulardan ve duygularla beslenen estetikten yoksun sözüm ona şehrin kimliği ile belirlenir olmuş. Duygular, günümüz insanının gözünde ele ayağa düşmüş haldeler. Anılar da herkesin her saniye milyonlarcasını üretebildiği alelade zaman parçaları oluvermiş. Günümüzde deniz sevgisi de bu tür bir algı haline gelmiş. Nerede Abasıyanık’ınki gibi bir deniz aşkı? Onun denize, balıkçılığa olan aşkında, zor olanı sevmek var, zor olanı başarmayı sevmek var. Onun aşkında zor olanı başarınca güle oynaya sevinmek var. Bu yüzden “Balık tutmuş çelebi sevinci ile ırıp tayfasının sevincini birbirine karıştırmamak lazım.”(25) diyor ya. Peki, böylesine deniz aşkıyla yaşamış bir yazara bakınca, yayvan bir ağızla “Deniz yok ya!” deyip somurtan sözde asri insanların aşkı mı sahici yoksa benim gibi şehrini kalbî bir şefkat Meşe 3 ile seven, şusu yok busu yok diye bahane üretmeden eksik gedik her köşesiyle seven bir insanın aşkı mı? Aslında sorularımın cevabı önemli değil, hatta benim yazdıklarım bile önemli değil. Çünkü benim yazımda da “…bir dedikoduculuk, bir anlayışsızlık, bir göremeyiş, bir özenti havası vardı.” (Abasıyanık, 94). Çünkü bende de, biraz Abasıyanık’ta sezdiğim gibi, yazmayı bir boş uğraş, bir zararlı iş; yazma ile işi bittiğinde bir daha yazmayacağım hissi vardı. O zaman ben diyemedikten sonra, kim benim hayata dair tüm algılarıma ve aşklarıma sahici diyebilir ki? Ad ve soyad: Kubilay Meşe Öğrenci no: 21302093 ÇARESİZLİĞİN SONU Aileniz açlık ve sefalet yüzünden acı çekse ne yapardınız? Şimdiden hepinizin böyle bir durumdan kurtulmak için “Elimizden geleni ardımıza koymayız” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında bakarsanız Kaptan Phillips filminde olaylara bu açıdan bakılmaktansa zamane korsanların gemileri kaçırıp mürettebata yaptıkları kötülükler baz alınmıştır. Ancak bana göre günümüzde yaşanan korsanlık olaylarına ön yargılı yaklaşmaktansa cereyan eden bu olayların iç yüzüne odaklanmak gerekmektedir. Bir başka şekilde anlatmak gerekirse korsanları engellemenin yeni yolları üretileceğine, korsanları nasıl olur da bu işe mecbur bırakmayız diye düşünülmelidir. En nihayetinde emin olun hiç bir insan zevk olsun diye korsanlık yapmaz, son çare olarak korsanlığı gördüğü için bu işe kalkışır. Kaptan Phillips filminde de görüldüğü gibi bu tür korsanlık vakaları genellikle Afrika’nın az gelişmiş ve açlıkla boğuşan bölgelerinde görülmektedir. Somali ise bu yerlere verilebilecek en güncel örneklerden biridir. Korsanlığı anlamanın en iyi yolu Somalili korsanlar’ın bakış açısından olaylara yaklaşmaktır. Örneğin Somali gibi az gelişmiş bir ülkede yaşıyorsanız eğer ailenizin ve sevdiklerinizin yaşamasını istiyorsanız en azından onlara yiyecek ve temiz su sağlamanız gerekir. Ancak bildiğiniz gibi Afrika’nın iklim ve coğrafik şartlarından dolayı tarım oldukça sınırlı ve verimsizdir. Bunların sonucunda da Somalide açlık insanların en büyük düşmanı olarak karşımıza çıkar. Tabii Somalililer de buna karşın ellerinden gelen tek şey olan korsanlığa yönelip ailelerine yiyecek ve temiz su kaçırıyorlar. Günümüzün en tartışmalı konulardan biri olan etik değer algısı burdan ortaya çıkıyor. Etik olarak yanlışı yapan; bu çaresiz insanlar mı, yoksa bu insanları bu hale getiren diğer ülkeler mi? Bana kalırsa hiç bir zaman eşit tutum sergilemeyen bencil ülkeler bu işin asıl sorumlularıdır. Tabii bu ülkelerde doğrudan kendilerini ortaya çıkarmıyorlar ve bir çok temelsiz bahane ile kendilerini suçsuz göstermeye çalışıyorlar. Bu temelsiz ithamlardan en çok öne çıkanı ise Afrika’daki kuraklık yüzünden yeterince yiyecek sağlanamadığı söyleniyor. Düz ve sığ bir mantıkla yaklaşınca dediklerine hak verenler olabilir. Ancak eğer iklim yüzünden yiyecek bulunamadığı söylenince insanın aklına yılın en az dokuz ayı buzlar altında olan İskandinav ülkelerine nasıl yiyecek temin edilebildiği geliyor. Yani iklim madem okadar önemli İskandinav ülkelerininde de ozaman açlıktan dolayı korsanlığa başlaması lazım. Demek ki iklimin elverişsiz olması o ülkeye yiyecek verilememesi anlamına gelmiyor. Bir başka temelsiz düşünceleri ise dünyada herkesi doyuracak kadar besin üretilemiyor. İşin komik yanı ise bu fikri en çok savunan ülkesinin de dünyanın en yüksek besin israfı oranına sahip olması. Eminim hepiniz hangi ülkeden bahsettiğimi anlamışsınızdır. Amerika son yirmi yılın en yüksek israf miktarına sahip ülkesi olarak bir günde yapılan toplam besin israfı ile Somali’de bir yılda tüketilen besin miktarı birbirlerine neredeyse eşittir. Yani hem bir yandan dünyada yeterince besin yok diyeceksin hem de yediğin yemekten çok israf edeceksin. Tabii bunun yanında “Afrikada ki insanlar eğitimsiz, cahil, kontrolsüz” gibi ithamlarda da bulunuyorlar. Ancak asıl sebebi ordaki insanlar aç; aç bir insanın da asla ilk önceliği okula gitmek veya kültürlenmek olamaz. Kaptan Phillips filminin genelinde korsanları saldırgan birer düşman gibi gösterilmektedir. Seyircileri hali hazırda olan ön yargılarını bir kez daha perçinleyip sorunun asıl kaynağından ve çözümünden oldukça uzaklaştırmıştır. Bana kalırsa bu tür yapıtlara karşı işin iç boyutunu gösteren tarafsız filmler milyonlarca insanın fikrini değiştirip onlara aslında korsanlığın mecburiyetten yapıldığını göstermesi gerekir. Eğer bu farkındalık yaratılırsa eminim dünyanın hiç bir yerinde yoksulluk yüzünden böyle olaylar yaşanmaz. Ahmet Batıkan ÜNAL Oyunculuk   Yazan:  Erna  Gülin  Langbroek   Öğrenci  Numarası:  21401317       Üniversiteye  başlamadan  önce  kendime  bir  söz   vermiştim.  Akademik  başarımı  sürdürürken  bir  yandan   hobilerimden  ve  sosyal  hayatımdan  vazgeçmeyecektim.  Bu   nedenle  benim  hayatta  yapmaktan  en  çok  zevk  aldığım   aktivite  olan  tiyatro  kulübüne,  Bilkent’te  nam-­‐ı  diğer  Drama   Atölyesine  yazıldım.     Atölyenin  tanışma  toplantısına  en  az  yetmiş  civarı  kişi   gelmişti.  Kulüp  başkanları  samimi  bir  girişten  sonra   herkesten  kendini  birkaç  cümleyle  tanıtmasını,  daha  sonra   neden  bu  kulübe  katıldığını  açıklamasını  istedi.  Bazıları   tiyatroyla  ilk  kez  tanışacak,  bazıları  ise  tutkuyla  bu  işe   Bilkent’te  tekrar  atılacaktı.  Bir  kişinin  yaptığı  yorum  beni   gerçekten  çok  etkiledi.  Kendini  tanıtması  şu  şekildeydi;     “Tiyatroyla  zaten  iç  içe  olduğumuzu,  çünkü  günlük   hayatta  herkesin  rol  yaptığını  düşünüyorum”  dedi.    Odada   ben  dahil  herkesin  buna  katıla  katıla  gülmesi,  olayı  daha  da   ilginç  kıldı.  O  kişinin  bu  dediği  o  kadar  çarpıcı  bir  sözdü  ki,   insanlar  sözün  ağırlığından  kurtulmak  ve  ortamı  hafifletmek   için  gülmüş  olabildiklerini  düşündüm.    Toplantı  bittikten  sonra  ister  istemez  bu  yorum  kafamda  kendini  tekrar   etmeye,  bana  yük  olmaya  başladı.       Rol  yapmayı  seven  biri  olarak,  arkadaşımın  bu  sözü   üzerine  kendimin  ve  etrafımdakilerin  davranışlarını   sorgulamaya  başladım  ve  hepimizin  birer  oyuncu  olduğu   kanısına  vardım.  Shakespeare’in    adlı   oyununda  da  belirttiği  gibi,  “Bütün  dünya  bir  sahnedir…Ve   bütün  erkekler  ve  kadınlar  birer  oyuncu…Girerler  ve   As  You  Like  It çıkarlar.  Bir  kişi  bir  çok  rolü  birden  oynar”.  Benim  merak   ettiğim,  rol  yapmak  ahlaki  bir  yanlış  mıdır  yoksa  insan   doğasının  bir  özelliği  midir?       Eğer  hepimizin  üstlendiği  bu  oyunculuk  mesleği   doğamızın  gerektirdiği  bir  özellik  ise,  başta  kendime  olmak   üzere  kimseye  kızmaya  hakkım  olduğunu  düşünmüyorum.   Rol  yapmak  bizi  istediğimiz  yerlere  götürüyorsa,  bize  zarar   verecek  olan  kişilerden  koruyorsa,  neden  rol  yapmayalım?   Adeta  bir  savunma  mekanizması  olarak  geliştirmiş   olabileceğimiz  bu  özellik,  kimi  zaman  başkalarına  zarar   vermeden  bize  faydalı  olabilir  nitelikte.  Sizinle  sırf  paranız   veya  güzelliğiniz  için  arkadaşlık  kurmak  isteyen  birini   düşünün.  Bu  kişiye  duyduğunuz  siniri  doğrudan  belli   ettiğinizde  olabilecekleri,  bir  de  onu  iyi  bir  şekilde   gözlemleyecek  kadar  kendinize  yakın  tuttuğunuzu  düşünün.   Onun  size  biçtiği  pahayı,  siz  neden  aynı  şekilde  ona   biçemeyesiniz  ki?  Bu  örnekte  olduğu  gibi  kimseye  zarar  vermeden  farklı  bir  kişiliğe  bürünmenin  ne  kadar  yanlış   olduğunu  bize  kim  söyleyebilir?  Ahlaki  açıdan  bu  yanlış  bir   davranış  olsa  da  bizi  kim  yargılayabilir?       Bir  de  rol  yapmanın  sonradan  öğrenilen  ve  geliştirilen   bir  davranış  olduğunu  düşünelim.  Sözde  bizi  kontrol  eden   kişiler  -­‐  bunlar  öğretmenler,  polisler,  hakimler,  patronlar   olsun;  saygı  gereği  her  zaman  hoşgörüyle  yaklaşılmalıdırlar.     Çünkü  günümüz  normları  bunu  gerektirir.  Halbuki  onların   bizden  tek  farkı  üzerlerindeki  üniforma,  veya  meslekleri   değil  midir?  Evcilik  oynarmış  gibi  herkese  bir  rol  düşmüş,   insanlar  da  üzerlerine  düşen  rolü  oynuyor.  Kimisi  bu  role   öylesine  bürünüyor  ki  kendi  benliğini  unutuyor,  kimisi  bir   role  bürünmediği  için  oyundan  dışlanıyor.    İnsanların  bize   koyduğu  adlar  ve  verdiği  görevler,  aslında  bizim  için  çizilen   sınırlardır.    İçinde  bulunduğumuz  düzende  akıl  sağlığımızı   kaybetmemek  adına  bize  çizilen  sınırların  içinde  kalmalı,   kısacası  kendimizi  kandırmalıyız;  Ben  buyum,  bu  yüzden   bunu  yapmalıyım  diyebilmeliyiz.  Öğrenciler  veya  asgari   ücretle  çalışanlar  hiyerarşide  üstte  olanlara  itaat  etmeli,   emir  verecek  pozisyondakiler  ise  otoriteyi  sağlamalıdır.   Ancak  pek  çok  kişi  bir  oyunun  içinde  olduğunu,  dahası  bir   rol  oynadığının  farkında  değil.  Bir  bırakırsak  rol  yapmayı,   ayakta  alkışlanacağız… A. Deniz Çayırtepe Çikolata Kutusu Atletik olarak çok özel yeteneklere sahip olsa da öğrenme güçlüğü çektiği için birçok zorlukla karşılaşan adamı konu alan filmi bilmeyeniniz yoktur. Evet, bahsettiğim film Forrest Gump. Küçük yaştan itibaren arkadaşları tarafından dışlanmış ve yetersiz hissettirilen bir adamın hayata tutunuşunun ve azminin öyküsü… Baştan sona insanı derinden etkileyen unsurlar barındıran filmde beni diğer her şeyden daha çok etkileyen ise kısa bir repliktir: “Hayat bir kutu çikolata gibidir, içinden ne çıkacağını asla bilemezsin.”. Bu sözden etkilenmemin sebebi kendi hayatımı çikolata kutusuna benzetmemdir diye düşünürken “Bir çikolata kutusu ne kadar tahmin edilemez ne kadar belirsiz olabilir ki?”* diye bir çelişki geliyor aklıma. Ona çikolata kutusu denmesinin sebebi içinde çikolata bulunduğunu bilmemiz değil mi? Bu söz üzerine düşündükçe ne kadar doğru olduğunu anlıyorum. Belirsizliği veren kutuda çikolata bulunması değil de size hangi çikolatanın sunulduğu. Hepsi birbirinden farklı tatlara ve görüntülere sahip yüzlerce hatta binlerce çikolata. Burada belirsizlik tatları ve görüntüleri uyuşmayanlar yüzünden çıkıyor belki de. Bu aslında görünüşün yanıltıcı olabileceğini, buz dağının görünen yüzüyle görünmeyenin nasıl farklılık gösterebileceğini hatırlatan bir çıkarım. Bu noktada bahsettiğim şeyi basite indirgeyecek kısa bir şey yapmanızı istiyorum. Bir çikolata kutusu hayal edin. Özenle hazırlanmış, baktıkça içini açmak isteği uyandıran, sizi kendine çeken bir kutu. Bu, içindeki çikolataların tadını seveceğiniz anlamına gelmez öyle değil mi? Tam tersi favoriniz olacak çikolatayı da basit ve değersiz görünen bir paketin içinde bulabilirsiniz. Tıpkı Forrest’ın aptal görüntüsü altında yatan yetenekleri gibi… Sonra kendi hayatımı düşünüyorum. Bu kısa repliğin hayatımı ne kadar güzel özetlediğini… Gerçekleşmesini kesin olarak gördüğüm şeyler gerçekleşmezken aklımın ucundan bile geçmeyecek, ihtimal dahi vermediğim durumlarla karşı karşıya kaldığım tüm o zamanlar film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden. Bu belirsizlik bizi mutlu edecek şekilde sonuçlanırsa halimizden, doğal olarak, şikâyet etmeyiz. Ancak tam tersi durumda dünyalar başımıza yıkılır. Neye uğradığımızı şaşırırız. Bazen olaylar içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Her şey üst üste gelip sizi hayatınızı sorgulamaya itebilir. Bir kutudaki çikolataların hepsi çürük çıkabilir mi? Bu soru beyninizde bir kanser gibi yayılmaya ve sizi kötümser bir ruh haline hapsetmeye başlar. Artık olumsuz düşüncelerin tutsağı olmuş ve başarısız olma korkusuyla risk alamaz hale gelmişsinizdir. Kafanızı kemiren belirsizlik yüzünden geceleri uyuyamaz hale gelir sabah olduğunda ise yürüyen ölüler gibi ortalıkta dolaşıp insanlara anlamsız, boş bakışlar atmaya başlarsınız. Kurduğunuz her diyalog ise adeta yaranızı hedef alıp fırlatılan oklar gibi saplanır kalbinize. Çünkü hepsinin ortak bir noktası vardır. Kilit soru: “Neyin var?”. Cevap veremez öylece susarsınız meraklı bakışların karşısında. Belki siz de bilmiyorsunuzdur cevabı, sadece gülmek gelmiyordur içinizden. Belki her şeyi anlatıp tekrar üzülmeye gücünüz de cesaretiniz de kalmamıştır. Bütün o tedirginlik, belirsizlik ve bekleyiş sizi yormuş, enerjinizi çalmış olabilir. Bu durumun bir adım ötesi hayata küsmüş, olaylara umutla bakmayı unutmuş ruhsuz bedenler gibi günlerin geçmesini beklemektir. Daha düne kadar açmak için sabırsızlandığımız çikolata kutuları açılmadan çöpe gitmeye başlamıştır. Bizi meraklandıran bir şey kalmamıştır artık hayatımızda. Çünkü bizi bekleyen her şeyin olumsuz sonuçlanacağına kendimizi şartlamışızdır. Öğrenilmiş bir çaresizliğe hapsolmuştur adeta zihnimiz. Elimizden gelen bir şey olmadığına, olsa bile uğraşmaya değmeyeceğine inanırız. Bu cümleyi her düşündüğümde bu çaresizlik, bekleyiş, yıkılan hayaller istemsiz bir şekilde aklıma hücum eder. Geç de olsa farkına vardığım bir gerçek beynimde şimşek gibi çaktığında aklımdaki tek şey kutudaki çikolataların –anılarımız ve tecrübelerimiz- sınırlı olduğudur. Çikolatalar bir gün tükenecek. O gün geldiğinde belki de tadını beğenmediklerimizi bile çok özleyeceğiz. *Forrest Gump filminde, Forrest’ın annesiyle arasındaki diyalogu anlatırken bahsettiği söz. Cihangir Mercan ÇOK SATAN AŞKLAR Şiir okumak gibi bir alışkanlığım yoktur. Hatta şiir en az ilgi duyduğum edebi türdür. Lise yıllarımda okuduğum her şiir, müfredatın ön gördükleriydi; çünkü şiir incelediğimiz edebiyat derslerinde bazen alt anlamı o kadar çok deşerdik ki eser benim için anlamsız olurdu. Okuduğum edebi türlerde çok az bile olsa realizmi hissetmek isterim çünkü aksi halde kelimelerin anlamları bana anlamsız gelmeye başlıyor. Hikmet Anıl Öztekin’in Elif Gibi Sevmek kitabı şiir hakkındaki düşüncelerimi az da olsa esnetti. Tasavvufa her zaman hayranlık duymuşumdur ama ona nasıl hakim olunacağına dair hiçbir fikrim olmadığından özellikle tasavvufi yazılar okuma arayışına girmezdim. Bu kitap tasavvufu okumaya nereden başlayacağıma dair de bana ipucu verdi: nereden ve kimden istiyorsan onla başla. Aşk, dünyamızı en çok meşgul eden duygudur. İnsanlar, teknoloji ve iletişim sistemlerinin gelişmesiyle aşkı arayışlarını daha umumi alanlara taşıma fırsatı buldu. Bu fırsat bazen kişilerin aşkı, bağımlılık ve takıntıyla bağdaştırmasına neden oldu diyebilirim. Artık aşk hakkında konuşan insanları dinleyenler, o kişinin samimiyetini kendilerine özgün fikirlerle sorgulamaya başladılar ve bu durum insan ilişkilerine oldukça yansıdı. Aşkı acı ve hüzünle bağdaştıranlar da oldu, tek geceye sığdıranlar da. Her iki şekilde de artık kitleler aşkı bir peri masalı gibi algılamaya başladı. İnanması güç, mistik ve sihirli bir şey oldu aşk. Hikmet Anıl Öztekin’in kitabı bu denli sattıran şeyin ise aşka farklı bir tanım kazandırması olduğunu düşünüyorum. Din gibi, şu an ülkemizde üzerine hararetli tartışmaların yaşandığı bir olguyla aşkı bir tuttu. Allah aşkını, bir kulun bir kula duyabileceği aşkın benzeri olarak gösterdi. Yazdığı şiirlerin Cihangir Mercan dizeleri bu fikri destekleyecek nitelikte ama yeterli mi diye sorarsanız, sanmıyorum yanıtını veririm. Öncelikle aşkın aynı inanç sistemleri gibi kişilere özgü olduğunu düşünüyorum. Bir kişinin bir insanı severken aşkına karşılık bulamamasının aşkını anlamsızlaştırdığını düşünmüyorum ancak bu durum kişiye acı verecek noktaya geldiğinde onu imtihan olarak adlandırmasını da gerçekçi bulmuyorum. Çok uzun süredir insanoğlu “çünkü hayat bu” cümlesi kurmak yerine, başarısızlıklarını spritüel yetersizliklerine bağlıyor. Bu durumun bireyin psikolojisine olumsuz etki ettiğini ve bireyi giderek gerçeklikten kopararak bir hayal dünyasına sürüklediğine inanıyorum. Hayal dünyasında yaşamanın bir insanın kişisel gelişimine ne denli katkı sağlayacağının tartışılması gerektiğini söylemeliyim. Aşkın benim için ne anlama geldiğini bu kitabı okuduktan sonra epey düşündüm. Kişisel olarak yaşadığımız çağda aşık olmanın zor bir durum olduğunu düşünüyorum. Çoğu kişinin birbirlerini oldukları gibi kabul etme problemleri var. Bizim neslimiz bir insanın suretine sahip bir hayale tutulmaya meyilli. Gerçekten sevmek adına hiçbir şey bilmiyoruz. Belki de şu zamana kadar popüler olan ve büyük çoğunluğumuzun büyürken izlediği filmler, diziler, tiyatro oyunları bize aşkı çok ulaşılamaz bir nokta gibi gösterdi. Birine olan ilgimizin yeterince uzun boylu, yeterince paralı, yeterince entelektüel olmadığı gerekçesiyle giderek azalabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Öztekin’in kitabındaki aşk teması, benim kafamdaki aşk tanımını daha karmaşık bir hale geldi. Eskiden aşkı bulmak zor diye düşünürken şimdi imkansız olduğunu düşünüyorum. Aşkın sürekli tanımlanmasını isteyen kitleler giderek daha kalabalıklaşıyor. Bu durumun insanların giderek daha yalnızlaşmasından ötürü olduğunu düşünüyorum. Cihangir Mercan İletişim arttı ancak birbirlerini dinleme, anlama ve kendini anlatma durumları azaldı. İnsanlar neyin çabuk ve kolay tüketilir olduğuna kanaat getirirse ona yönelmeye başladı. Belki bu kitap şiirlerle değil de, uzun paragraflarla yazılsaydı bu kadar ilgi bile görmezdi. Düşününce sizce de öyle değil mi? Uğurlu   1   Elvan  Mert  UĞURLU                                     21301153    TURK102-­‐6    Başak  Berna  CORDAN   16  Şubat  2015     Uzun  zamandır  “zaman”  kavramı  hakkında  düşünüyorum.  Zaman   nedir,  zaman  var  olan  bir  şey  midir  yoksa  insanların  değişimi  ifade   ERİYEN  SAATLER   etmek  için  kullandıkları  bir  araç  mıdır...?  İşte,  tam  da  bu  sorular   kafamda  uçuşurken,  internette  tesadüfen  gördüğüm  bir  resim  beni   oldukça  heyecanlandırdı.   adlı  bu  eser  ünlü  ressam   Salvador  Dali  tarafından  tuvale  dökülmüş.  Resim  koyu  pastel  renklerle   çizilmiş  ve  kargaşadan  öte  sade,  ama  kafa  karıştırıcı  figürlere  yer   verilmiş:  resmin  ortasında  yer  alan,  gözlerini  kapamış  insan  suratına   Belleğin  Azmi   benzeyen  beyaz  “örtü”  mesela.  Göze  çarpan  diğer  bir  etmense,  belki  de   resmin  en  önemli  kısmı,  farklı  şekillerde  çizilmiş  cep  saatleri,  birisi   ağacın  dallarından  sarkmakta,  bir  diğeri  erimekte,  bir  diğeriyse  gözünü   kapayan  surata  benzeyen  örtüye  sarılmış.  Her  biri  farklı  bir  şekilde,  Uğurlu   2   ancak  hepsinin  ortak  bir  noktası  var:  bu  saatler  bildiğimiz  saatlere   benzemiyor,  bu  saatler  esnek,  yumuşak  ve  akıcı.  İşte  tam  da  bunu  fark   ettiğim  anda  âdeta  Dali’nin  dünyasına  giriveriyorum  ve  hayatı  onun   gözüyle  inceleme  fırsatına  sahip  oluyorum.     Zamanın  ne  olduğunu  kavramak  gerçekten  zor,  belki  de  imkânsız.   Zamanı  soyut  ya  da  somut  olarak  ayırt  etmek  de  bu  yüzden  bir  o  kadar   zor.  Evet  zamanı  ne  görüyoruz,  ne  duyuyoruz,  ne  de  ona   dokunabiliyoruz.  O  hâlde  neden  zaman  soyut  olmasın  ki?  Ama  bir  anda   saatler  geliyor  aklıma,  iyi  de  biz  zamanı  ölçebiliyoruz:  bir  saniye,  bir   dakika,  bir  saat...  Yani  insanoğlu  zamanı  ölçebilen  somut  gereçler   yaratmış.  Peki,  bu  zamanı  somut  kılar  mı?  Ölçtüğümüzü  sandığımız  şey   gerçekten  akan  zaman  mı  yoksa  bu  sadece  bizim  onu  algılayış  biçimimiz   mi?  Dali’nin  eriyen  saati  mesela.  Hani  sevdiklerimize  ayırdığımız,  çok   mutlu  olduğumuz  zamanlar  vardır  ya,  hemencecik  geçiverir.  Eriyen  saat   bana  o  zamanlarımızı  hatırlatıyor  işte,  hızlıca  akıp  giden  zamanı.  Ancak   zaman  her  zaman  o  kadar  hızlı  akıp  gitmiyor.  Haftanın  son  gününde,   günün  son  saatlerinde  girdiğiniz  bir  dersi  düşünün  mesela.  Ne  kadar   geçti  acaba  diye  saate  baktığınız  her  an  farkına  varıyoruz  aslında  bunun.   Zaman,  bulunduğumuz  çevreye,  duruma  ve  koşullara  bağlı  farklı   hızlarda  akıp  gidiyor.  Peki,  ya  zaman  herkes  için  aynı  hızda  mı  akıyor?   Bence  hayır.  Sizin  için  hızlı  akan  zaman,  aynı  anda  bir  başkası  için  yavaş   akıyor  olabilir.  Zaman  da  zaten  bu  yüzden  böylesine  esrarengiz  değil   mi?     Dali’nin  resminde  dikkatimi  çeken  bir  diğer  öğe  ise  yapraklarını   kaybetmiş,  tek  dalı  kalmış  çelimsiz  ve  üzgün  ağaç.  Çaresizlikten   boynunu  bükmüş  bir  insan  gibi  durmuş,  âdeta  ağlıyor...  Bu  ağaç  benim   için  yaşanmışlıkların,  güzel  anıların,  mazinin  ağacı.  Bu  ağaç  dalına   tünemiş  akıp  giden  o  cep  saatinin  yükünü  üstünde  hissediyor.  Ama   vazgeçmiyor,  direniyor,  azmediyor.  Belki  de  resmin  ismindeki  “bellek”   bu  ağaçtır,  belleğimizdeki  güzel  şeylerin  bir  sembolüdür  bu  ağaç,  ve  yok   olmaya,  zamanın  acımasız  akışına  karşı  koyuyordur.    Her  ne  kadar   Dali’nin  bunları  çizerken  neleri  hayal  ettiğini  üstüne  kafa  yorsak  da   bunu  asla  bilemeyeceğiz.  Ama  belki  de  Dali’nin  yapmak  istediği  onun  ne   hissettiğini  anlamamızdan  öte  hepimizin  bildiği  ama  önem  vermediği   bir  gerçeğe  dikkat  çekmektir  :  Zaman  akıp  gidiyor  ve  zamanın  akışına   karşı  koymak  imkânsız.  Geçen  her  saniye  ömrümüzden  kopan  bir  sayfa   gibi.  Evet,  maalesef  zaman  gaddar,  ama  bir  o  kadar  da  cömert.  Bizlere  Uğurlu   3   hayallerimizi  gerçekleştirmek  için  bir  fırsat  sunuyor  ve  geri  saymaya   başlıyor.  Şimdi  ya  zamanın  değerini  bilerek  her  anı  doyasıya  yaşarız  ya   da  çaresiz  bir  şekilde  zamanın  akıp  gidişini  izleriz.  Seçim  bizim! Batuhan Seke ŞEREFSİZLİĞİN GÜCÜ Genellikle kaybedecek bir şeyi olmaz yüzsüzlerin. Kendi insanlığına ait son ve aslında en önemli kozlarından bir tanesini çoktan kaybetmiş olduğundan, bir şeyler kaybetmek, yüzsüzü rahatsız etmez bir hal alır. Kaybetmeye başladığı zaman, başlarda biraz üzüntü biraz burukluk sarar o insanı. Kaybetmenin sayısı ve kaybedilen şeylerin değeri arttığı sürece, üzüntü ve burukluk şiddetlenir, daha ileri seviyelerde ise yerini başkalarını çekememeye, yüzsüzlüğe ve şerefsizliğe bırakır. Her bir kaybetme seviyesi atlandığında, kaybedenin erişmesi gereken belli bir şerefsizlik ve çirkeflik seviyesi vardır. Aynı dövüş sanatlarında dövüşçünün kendisini geliştirdikçe daha üst seviyelere yükselmesine benzer. Öğrenmeye yeni başlamış beyaz kuşak bir karateci genellikle fazla bir şey bilmez. Dövüş esnasında kendi fiziksel gücünü, önceden sahip olabileceği atletikliği kullanmaktan başka bir şey gelmez elinden. Tekniği ve tecrübesi yoktur. Ne beklemesi gerektiğini önceden bilemez. Karşısına çıkan bir durumda ne yapması gerektiği ile ilgili bir fikri olmaz. Öte yandan siyah kuşak bir karate uzmanının bilgisi ve tekniği vardır. Zorluğu ve etkisi çok yüksek teknikleri bilir, anlar ve zorlamadan pratiğe dökebilir. Çoğu durum karşısında ne yapacağını önceden bilir. Düşünmeden, otomatik olarak harekete geçen refleksleri oluşmuştur. Repertuarı zengin ve cephanesi doludur. Fiziksel olarak kendinden üstün bir yeniyetmeyi, ustalığını kullanarak alt edebilir. Ancak bu seviyeye gelmek için de vaktinde çok dayak yemiştir. Kendisine atılan sopaların her birinden bir motivasyon sahibi olup feyz almış, onlardan ders çıkarmıştır. İşte kaybede kaybede şerefsiz olmak da buna benzer. Bu alanda ise motivasyon kaynağı kaybetmek, hak ettiğinden çok daha fazlasına sahip olmanın hayalini kurmak ve diğer enayiler emeklerinin karşılığını beklerken, o dahiyane köylü kurnazlığıyla yüksek düzey şerefsizlik sayesinde hayalini kurduğu şeyi elde etmektir. Ardından da buna pratik zeka demektir. Yeniyetme bir kaybeden genel olarak henüz savunmasız olur. Kaybetmeyi kabullenememiş, olanları ve olacakları önceden görememiş, kendisinin gerçek boyuyla yüzleşememiş bir şekilde yeni yediği dayağın yaralarını sarmaktan başka bir şey gelmez elinden. Henüz yalan söylemeyi, insanları tongaya düşürmeyi, dolap çevirmeyi bilemez. Repertuarı zayıftır ve cephanesi boştur. Bu alanın motivasyon kaynakları ise bu noktada o insanı geliştirmeye başlar. Orta düzey bir şerefsiz olma onuruna erişmiş birisinin artık kendi geliştirdiği özel teknikleri oluşmaya başlamıştır. Her kaybedilenin ardından sızlanıp söylenmek, sinir krizleri geçirmek, hayatta tek kaybedenin kendisi olduğuna ölümüne inanmak ve etrafındaki insanları buna ikna etmeye çalışmak, diğer insanlara rahatsızlık vermek amacıyla maksimum çaba sarfetmek ve hatta kendisinin kaybetmesinin suçlusu olarak başkalarını göstermek rutin halini alarak alışkanlık olur. Olabildiğince fazla miktarda manipülatif davranarak ve diğer insanları kullanarak hayatta kalmak artık ödün verilemez prensipler halini almıştır. Yapılan ikiyüzlülüklerden, etrafındaki insanların arkalarından çevrilen işlerden ve söylenilen yalanlardan kesinlikle utanılmaz. Bunlar gurur ve motivasyon kaynağıdır, akıl dolu oyunlarının ulaştığı seviyenin göstergesidir. Utanç ve yüz kızarması gibi durumlar bir şerefsiz için zayıflık belirtileridir ve yapılan eylemlerin arkasında duramamanın somut belgesidir. Utanmayı tamamen aklından silerek tam bir pişkin olmak üzere kişi kendini pişirir. Yüksek seviye bir şerefsiz olmak sadece en başarılı şekilde utanmayanların erişebileceği bir seviyedir. Bu seviye de artık kesinlikle her şey mübahtır. Çevredeki bütün insanlara kazık atılmıştır, herkes onun ne halt olduğunu ya bilir ya duyarak ya da ilk etkileşimde öğrenir. Artık asla kaybetmez çünkü kaybedecek herhangi bir şey kalmamıştır elinde. Daha ne kaybedeceksin? Hiçbir münakaşadan kaçmana gerek yoktur çünkü bir şey kaybetmene imkan yok. Ve gerçek bir şerefsiz işte gücünü burdan alır. Herhangi bir işte çalışmadığından dolayı yiyecek yemek Batuhan Seke almaya parası yokken 2000 dolara dövme yaptıran birisinin, sokaklarda koli kartonu üstünde uyurken dilendiği parayla kenevir alanın açlığa sövmesi ve bunun haksızlık olduğunu beyan etmesi bu yüzdendir. İşe alkollü giden, üstün manipülasyon teknikleriyle tatlı görünen barista kızın, işten kovulması bu yüzden haksızlıktır. Zahire ve Ayhan’ın basıldıktan sonra yorganı atarak mevzuyu hiç gizlemeyişi, üstüne yüzsüz bir şekilde kahkaha atması, Ayhan’ın Zahire’nin içinden çıkmaya tenezzül bile etmemesi bu yüzden güçlü katar. Şerefsizlik gücünü bu şekilde kazanır. BİREY, AMAÇ ve ÖZNELLİK “Öznellik Nedir?” adlı eserin kendisiyle ilgilenmeden önce yazarı olan Sartre hakkında ufak bir araştırma yaptım ve Nobel Edebiyat Ödülünü reddettiğini öğrendim. Yaptığı açıklamada sorunun akademiyle veya ödülle ilgili olmadığından, amacının aşağılayıcı bir tutum sergilemek olmadığından bahsediyor. Kabul etmemesinin asıl sebebi böyle bir ödülün kabulünün kişisel hedeflerini ve bir yazar olarak rolünü belli bir kuruma göre yönlendirmesi, şekillendirmesi anlamına geldiğiymiş. Bana kalırsa gerçek başarı, eylemlerini söylediklerinle tutarlı hale getirebilmektir, bu yüzden bunu öğrenmek beni gerçekten etkiledi. Belki de bu tutum yazdığı kitaplardan daha elle tutulur ve daha etkilidir. Eseri olan “Öznellik Nedir?” de biraz bununla ilgili sanırım. Yazar kitabında, tahmin edebileceğiniz üzere, tek başına ifade edildiğinde pek bir yüzeysel kalan “öznellikten” bahsediyor. Aslında insanların öznel yargılarda bulunamadığından, yaptığımız seçimlerin bize ait olmadığından ve muhtemel seçenekleri göz önünde bulundururken bunların ayırdını başkalarının doğru veya yanlış anlayışına göre yaptığımızı yani öznel bir tutum sergileyemediğimizi anlatıyor. Her fırsatta doğal seçilimi ortaya attığımın farkındayım fakat gerçek şu ki canlıyla ilgili olarak ele aldığımız her şey, merkezinde evrim sürecini, doğal seçilimi ve bunların katkısını içerir. Bilimsel açıdan yaklaşacak olursak en temel içgüdülerimizin oluşumu evrim sürecinde meydana gelmiştir. Bu kısa açıklamadan sonra şunu söylemeliyim ki aynı coğrafyada yaşayan ve aynı toplumun parçası olan insanların ortak doğrularla ve etik anlayışıyla hareket ediyor olması sosyolojik ve evrimsel olarak beklenmedik veya aksinin her zaman mümkün olduğu bir durum değil. Fakat homo sapiens olarak yaklaşık iki yüz bin yıldır varolduğumuzu düşünürsek, evrimin kalıtsallaştırdığı unsurları biraz da olsa törpüleyebilmeliyiz. Anlaşılması gereken ilk şey bir toplumun içinde ve bu toplumun kurallarıyla yaşadığımız, bir sürünün içinde ve sürünün her davranışını taklit ederek yaşadığımız değil. Güvenli bir yol olduğu için taklit etmek, her yönüyle aynılaşmak, iradeden ve mantıktan uzaklaşmaktır. Aslında insanın en temel yapıtaşından uzaklaşmasıdır, zaten bir hayvan olan insanın daha da hayvanlaşmasıdır. Bunun tam zıttını düşünelim bir de, öznelliğin genelde anarşizmle, çıkıntılık veya aykırılıkla karıştırılması. Bunun işe yaramaz, komik ve ironik bir tutum olduğunun göstergesi şu: aykırı olmaya çalışırken aynılaşan, basmakalıplaşıp yozlaşan insanlarla her gün karşılaşıyor olmamız. Bu yanlış anlaşılmaya ve iki farklı uca değindikten sonra onları kendi mağaralarında başbaşa bırakıp “topluluktan” bahsetmek istiyorum. İnsan bir topluluk içinde olduğunun farkında olmalı, çünkü toplumu oluşturan bireydir. Toplumun ve toplumun parçası olduğunun farkında olmak bireysel farkındalığa giden bir yoldur. Ayrıca bir topluluk içerisinde olmak bireye “öznel” olabilmek için çabalama fırsatını tanır. Bu çabalama süreci aslında sadece düşünmek ve idrak etmekle ilgilidir. Bebekken ve çocukken yarı bilinçli ve içgüdüsel olarak yaptığımız “idrak etmek için çabalamak” eyleminin devamının sağlayabileceğimiz bir ortam sunar bize. Toplumun yapısının ve kurallarının farkındalığı ise kalıcılığının sağlanması gereken “dengeyi” öğretir. Ne zaman sığ olup ne zaman normların dışına çıkılabileceğini anlamamızı sağlayan şey bu denge ve topluma karşı olan farkındalıktır. Öznelliğin devamı sadece ve sadece dengeli bir tutum ve idrak yeteneği ile mümkündür. Aşırı uçlara sürüklenmenin önlenmesinin ve yaşamın asıl amacı olan faydalı olabilmenin ilk gerekçesidir kanaatimce. Faydalı olmak ise üretmektir, üretmek için de kendi yolumuzu çizebilmemiz gerekir, çizebilmek içinse öznellik gerekir. Aslında bahsettiğim tanımlar ve noktalar benim algı çerçevem içerisinde doğrusal bir çizgide değil, bir düzlemde birbirlerine bağlı halde duruyorlar. Bu yüzden birey olabilmek insanın ulaşması gereken ilk hedeftir, üretmesi ve türünü, yani insanı, insan olarak devam ettirebilmesi için tek yoldur. Murathan Arıkan Gizlice 1 Erol Gizlice 21000824 TURK 101- Sec. 34 Ahmet Özer 10 Kasım 2014 ŞANS NEDİR? Geçtiğimiz yaz arkadaşlarımla Çıralı‟ya çok güzel bir bungalov eve gitmiştik. Her yer yemyeşildi. Geceleri sadece ağustos böceklerinin sesini duyuyorduk. Öyle sessiz sakin ve dinlendirici bir yerdi ki meditasyon, masaj veya yoga yapsam bu rahatlığa erişemezdim... Geceleri arkadaşlarımla otelin terasında oturup, hayal bile edilemeyecek kadar ışıltılı parlayan yıldızların altında hayatımın en güzel anını yaşıyordum. Arkadan gelen kısık sesli müzik eşliğinde biralarımızı almış muhabbet ediyorduk. Sonra konu konuyu açtı ve arkadaşım bana “Senin için şans nedir?” diye sordu... O anda aklıma Oliver Sacks tarafından kaleme alınan “Müzikofili (Müzik ve Beyin Öyküleri)” kitabı aklıma geldi.Kitapta bir araya getirilen vakaların ortak noktası, kişilerin geçirdikleri hastalık veya kazalar sonrasında müziğe karşı geliştirdikleri hassasiyetleri. Bir sabah uyanıp da zihninde hiç susmayan bir melodi duyan kadından, yıldırım çarpmasından sonra piyano çalmaya karşı tutkulu bir ilgi geliştiren doktora kadar ilginç vakaların anlatıldığı kitap kesinlikle beynin gizemli dünyasına karşı insanda merak uyandırıyor. İnsana çok şey kattığını düşündüğüm kitapta arka kapağında da kısaca bahsedildiği üzere,nörolojik hasarlar ve bunlarla baş etme süreçlerinin kişilere yeni "algı kapıları" ile özgül ve sıradışı deneyimlerin önünü açabileceği anlatılmış. Nörolog-yazar Oliver Sacks'ın meslek hayatında karşılaştığı olaylardan yola çıkarak kaleme aldığı kitapta kahramanların, başlarına geleceklerden haberi yok. Birçoğu oldukça sağlıklı insanlar; ama bir müddet sonra, örneğin kimi sessiz bir odaya girdiğinde inceden inceye çalan bir keman sesi işittiğini söylüyor, kimi uyandığında bir müzisyen gibi yaşamaya Gizlice 2 başlıyor… “Musallat Olan Müzik”, “Müzik Yatkınlığının Geniş Yelpazesi”, “Bellek, Hareket ve Müzik”, “Duygu, Kimlik ve Müzik” ana başlıklarıyla dört bölümden oluşan Kitapta “Bellek, Hareket ve Müzik” bölümündeki Ravel‟in, en tatlı melodilerini rüyalarında bestelediğini ve Handel, Mozart, Chopin, Brahms ve Paul McCartney‟in gibi büyük üstadların da bestelerini aynı şekilde müzikal rüyalarından yaptıklarını öğrenmek her ne kadar oldukça ilginç gelse de beni kitapta en çok etkileyen hikâye Tony Cicoria‟nın hikâyesi... New York‟ta yaşayan Tony Cicoria 42 yaşında kendi halinde bir ortopedisttir. Bir gün telefon kabininde yağmurdan korunmaya çalışırken kendine yıldırım çarpar . Hiç şüphesiz bunun onun için çok büyük bir talihsizlik olduğunu düşünür -Hangimiz düşünmezdik ki-. Talihsiz kahramanımız yerde yatarken büyük ihtimalle bundan sonra hayatının bir tekerlekli sandalyede geçeceğini düşünür. Ardından kalbi durur. Ancak bi mucize gibi hayata zorda olsa döndürülür... Cicoria‟nın yüzü yanmış ve sol tarafı felç olmuştur... Kendisini hep halsiz hisseden, kelimeleri ve isimleri hatırlamakta güçlük çeken Cicoria bunun hiçbir insanın istemeyeceği bir hayat olduğunu düşünür. Ne var ki Tony Cicoria birkaç hafta içinde toparlanmayı başarır ve hastaneden taburcu olur. Kahramanımıza artık yepyeni bir hayat kucak açmıştır. Artık beyninde çok farklı şeyler döndüğünü hissedebilmektedir, bu daha önce hiç tanımadığı bir dürtü gibi bir şeydir ve onu hiç rahat bırakmaz. Bir zaman sonra piyanoya heves edip, piyano çalmayı öğrenmeye karar veren Cicoria‟nın beyninde öyle güçlü notalar uçuşmaktadır ki piyanoyu çok hızlı öğrenir ve üçüncü ayın sonunda hem piyano çalabilen hem de müzik besteleyebilen bir duruma gelmiştir. Artık bambaşka bir insandır Cicoria. Kendisini çok mutlu ve yepyeni hissetmektedir. Sanırım Tony Cicoria “yeniden doğmak” deyiminin en doğru ve en güzel örneği. Peki onun nasıl böyle bir hayatı oluvermişti? Bilime göre, Dr. Tony Cicoria nörolojideki en şiddetli Gizlice 3 müzikofili örneği… İlk başta gazeteler Cicoria‟yı “Talihsiz Cerrah” diye yazarken, şimdi dünyanın en talihli adamlarından biri oluvermişti. İşte Çıralıda o akşam arkadaşım bana “Senin için şans nedir?” diye sorduğunda onlara bu hikâyeyi anlattım. Cicoria‟nın hikâyesini duyunca hepsi ne kadar şanslı olduğundan bahsedip imrenmişti.. Birçoğumuz şuan yaşadığımız hayattan şikâyet ediyoruz, „Şu yaşımıza dönsek‟, „şimdi bir şans daha verseler‟ gibi cümleler sarfediyoruz her fırsatta. Bambaşka bir hayata gözlerini açmak her ne kadar güzel görünse de Cicoria‟nin o hayata erişebilmesi ölümle yaşam arasındaki ince çizgide zorlu bir bekleyişten sağ çıkmasıyla mümkün olmuştu. “Bence şans, ikinci bir hayata ihtiyaç duymadan yaşayabilmek. Geriye dönüp baktığında sahip olduğum hayatı ne güzel yaşamışım deyip mutlu olabilmek” diye cevapladım sorusunu. Güldük, biralarımızdan birer yudum aldık. Güzel bir yaz akşamıydı.. Büşra KOÇ Bir Gülümseme Bin Mutluluk Bu hayatta size en çok ne keyif veriyor? Bir dostunuzla oturup kahve içmek mi, sevgilinizle tatile çıkmak mı, yoksa tüm kalabalıktan sıyrılıp evde yalnız kalmak mı? Eminim herkesin bu soruya mutlaka bir cevabı vardır. Bana sorarsanız ben bu hayatta en çok başka insanları mutlu etmekten keyif alıyorum. Bir insanın gülümsemesini izlemek ve onu hissetmek bambaşka bir duygu veriyor bana. Gönüllü olmak, gönülden yardım etmek, sevgini paylaşmak ve bir kişinin hayatına dokunmak… Birisinin umutlarını canlandırmak, yüzündeki gülümsemenin sebebini olduğunu bilmek, bir insanın yapabileceği en güzel şey, hissedebileceği en güzel duyguymuş. Bunun en güzel örneğini dört yıldır hem gönüllüsü hem de koordinatörlerinden olduğum Bilkent Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri’nde (TDP) yaşıyorum. Size bu projede yaşadığım kısa bir anımdan bahsetmek istiyorum. Yıl 2014, Toplumsal Duyarlılık Projeleri kapsamında Gönüllü Eğitim Projesi okul koordinatörlüğünü yaparken Ankara’nın sosyoekonomik açıdan diğerlerine göre daha altta olan Altındağ ilçesinde Halim Şaşmaz Ortaokulu’na eğitime gidiyorduk her hafta. Ortaokul dört, beş, altı, yedi ve sekizinci sınıf öğrencilerine hafta sonları derslerine yardımcı olacak kurslar açıyorduk. Bunun yanı sıra sosyal etkinliklerimizi de eksik etmiyorduk. Tüm amacımız onların hayatlarında birer rol model olabilmekti. Ve bizim de öğrencim Derya ile yollarımız o okulda kesişti. Derya, sınıfındaki arkadaşlarına nazaran oldukça sessiz ve çekingen, derslerinde de başarısı pek parlak olmayan bir öğrenciydi. Sınıf arkadaşlarının alay konusu olması da Derya’nın hayata tedirgin bakışlarla bakmasına sebep olmuştu. Her ders çıkısına annesi gelir ve Derya ile ilgili endişelerinden bahsederdi bana. Bir gün ders anında arkadaşının ona bir söz söylemesi üzerine Derya’yla göz göze gelişimizle daha iyi anlamıştım onun içinde hissettiklerini. Bir bakışı yetti kelimelerle kendini anlatmasına. Ve o günden sonra Derya ile özel olarak ilgilenmeye başladım. Birlikte okul dışında da vakit geçirdik. Öğretmen öğrenci ilişkisinden çok abla kardeş bağı kurmaya başladık. Bire bir dersler yaptık. Şimdi güzel Derya’m liseye başladı, derslerinde de gayet başarılı ve hâlâ arada “hocam sesinizi duymayı özledim” diye arar, doğum günümü, öğretmenle gününü asla atlamaz, kutlar oldu. Bir insanın hayatına dokunmak, onda bıraktığınız etkiyi izlemek o kadar farklı ve özel hissettiriyor ki insanı. Sanırım ben duygularıma tam anlamıyla böyle durumlarda gerçek Büşra KOÇ anlamda karşılık bulabiliyorum. “Yaşadığımı hissediyorum” derler ya bazen, ben de yaşamıma anlam katıyorum aslında tam anlamıyla. Kabul etseniz de etmeseniz de birer birey olarak hepimizin bu topluma karşı sorumlulukları var. Bu dünyada yaşayan her canlı aldığı her nefesin hakkını vermeli. Kimileri yeni bir mont derdine düşerken, bir yerlerde kimi insanlar kışı nasıl geçireceklerini düşünüyorlar. Kimileri ders çalışmaktan şikâyet ederken, bu ülkede ne çocuklar var soru kitabı arıyorlar, yokluktan alamıyorlar. Daha nice örnekleri var saymakla bitmez belki ama ne olursa olsun bunda hepimizin de payı var. Şimdi sorabilirsiniz ki ben tek başıma nasıl tüm sorunların üstesinden geleceğim diye. Kelebek etkisi gibi düşünün. Sizin bir kişiye yapacağınız yardım ya da vereceğiniz sevgi ve de bir gülümseme onun mutluluğuna, onun mutluluğu da çevresine derken tahmin edemeyeceğimiz büyüklükte bir zincire sebep olacak belki de. Duyduğumuz ufak bir yardım haberi bile içimizi ısıtabiliyorken, yardımların bir parçası olmak sizi tarifsiz bir mutluluk saracak inanın. O yüzden siz siz olun elinizden geleni yüreğinizle yapın, bir insanı mutlu etmenin mükafatını da bir gülümseme ile fazlasıyla alırsınız. Gönüllü günlere olsun! Ahmet Kılıç Bir Bardak Çay Çoğuna göre hüsrandır kar. Soğuk insanları mutsuz eder ve evlerine hapseder içleri kaynasa bile. Yapılacak pek bir şey olmadığından da sıkıcı geçer birçok insana göre kış ayları, yaz aylarına nazaran. Buna rağmen, kendimi tam olarak bir kış aşığı olarak adlandırsam hata yapmış olmam sanırım. Yine günlerden bir gün, bir dans ritmiyle gökyüzünden aşağıya doğru süzülen ve onları rahatsız edecek herhangi bir rüzgar olmayan bir havada, kar tanelerini izliyor bir yandan da kahvemi yudumluyordum. Biranda aklıma ormanlar geldi. ‘Ne güzellerdir şimdi kayın ağaçları bembeyaz örtünün üstünde’ diye düşünüyordum kendi kendime. ‘Ne duruyorsun ki?’ dedi içimdeki ses birden. Bende durmadım. Hızla çantamı hazırlamaya koyuldum. Çadırımı, uyku tulumumu, matımı, su mataramı, kamp ocağımı, yemek setimi; meşe ağacından kendi ellerimle yaptığım bardağımı karların üzerine uzanıp bir çay içebilmek umuduyla koydum çantama. Şimdi her şey hazırdı. Sabaha yola çıkmak üzere, iyi geceler dileyip kendime, uykuya daldım. Otostopla yolculuk yapacağımdan, nereye gideceğime dair bir fikrim olmadan çıktım yola. Ama güzel bir ormana gitmek istememden ve ne zamandır aklımda olduğundan, Yenice Ormanları’nı seçtim kendime hayallerime ortak olması için ve Karabük’e doğru yola çıktım. Güzel ve hızlı bir yolculuğun ardından, teşekkür edip, anayolda ormana girmek üzere indim arabadan. 4 kilometre yürüyeceğim aklımdan geçmezdi doğrusu. Boylarıyla sanki birbirleriyle yarışıyor gibi gözüken kayın dostlarım sanki beni selamlamaya durmuşlardı girişten itibaren. Sanki hepsi benim geleceğimden haberdar, umutla bakıyorlardı yollara. Tek tek her birine dokunmak istiyordum, ki yapabildiğim kadarına yaptım yürüyüşüm boyunca. Sırtımda çantamla, karda yürümek biraz zor oluyordu elbette fakat öyle güzel bir atmosferdeydim ki hiç durmak istemedim. Kendime güzel bir kamp alanı buldum –çadır kurabileceğim bir düzlük tabi kive çantamdan küreğimi çıkarıp çadırımın boyu kadar temizledim karı. Karşıdaki şehvetle duran dağı, uyanıp çadırımın kapısını açtığımda görmek istememden dolayı, o şekilde konumlandırarak kurdum çadırımı. İçerden tekrar test ettim elbette doğru açıyla mı duruyor diye. Eşyalarımı yerleştirdim ve yemek yapabileceğim, ısınabileceğim, çay demleyip içebileceğim ve en önemlisi bakıp hayal kurabileceğim, çıtır çıtır yanan bir ateş yakmak için kuru odun bulmaya çıktım. Ateş bir kampın vazgeçilmezidir. Islandığınızda kuruyacağınız, yemek yapacağınız, ısınacağınız tek kaynak yakabileceğiniz ateştir. Eğer hayatta kalma mücadelesi veriyorsanız, ateşsiz bir hiçsiniz demektir. Kış aylarında ormanın gerçek sahibi dostlarımızın da yiyecek bulması zorlaşıyor elbette ve sizi görüp kafaları karışmaması için de ateş muazzam bir yoldaş oluyor. Evet ateş çok önemlidir fakat kışın kuru odun bulmak da bir o kadar zordur. Ayakta kalmış ama ölmüş ağaçları tespit edip kesmeniz gerekiyor. Her şeyi bir yana bırakalım, kurumuş ama ayakta duran ağacı tanıyacak bilgide olmayan insanların, ormanda kamp yapmaları doğru değildir. Tecrübelerimden yararlanarak kolay zamanda, işimi görecek kadar odun buldum ve çadırıma döndüm. Hava artık kararmıştı. Ateş yakıp, biraz ısınıp, hızlı bir yemek yapıp uyumaya karar verdim. Yarın tüm ormanı gezmek istiyordum. Sabah, şehirde olsam nefret edeceğim ama orada sesi bülbül gibi gelen bir karga dostumun haykırışlarıyla uyandım. O bile o kadar mutlu etti ki beni. Havada muhteşem bir orman ve kar kokusu vardı. Yavaşça, hiç acele etmeden, belki milimetrelerle açtım çadırımın kapısını. Karşımda tüm heybetiyle karlı bir dağ duruyor, eteklerindeki kayalıklardan aşağıya doğru şelale akıyor, ve eteklerindeki kayın ağaçları selamlıyordu beni. Bir süre hiç ses çıkarmadan, hareket etmeden izledim bu manzarayı. Bob Ross amcamın resimlerinin içindeydim sanki. Sanki şuraya da birazcık çalılık koymuştu kendisi. Kalkıp hazırlandım ve yürüyüş için yola koyuldum. Ormanda yürürken her attığınız adıma dikkat etmeli, her adımda daha fazla detay aramalısınız. Rastgele geçtiğiniz, önem vermediğiniz bir detay, tüm varoluşçu felsefecilere taş çıkaracak kadar anlam yüklüdür. Bir kayanın üzerinde duran dışkıya baktım uzun bir süre. Bir domuzun dışkısıydı bu. İçinde bir meyvenin çekirdekleri duruyordu. Nerede yedi bu meyveyi bilinmez ama bu çekirdekler toprağa karışacak, yağmur onu besleyecek, güneş ona ışık olacak ve orada yeni bir ağaç bitecek. O ağaç meyve verecek, bir domuz onu yiyip gidecek. Bu döngünün içinde olduğumu bilmek bana büyük huzur veriyor. Biliyorum ki ben bu döngünün bir sonucu-parçasıyım. Dönüş yolunun tam yanında bir kuşburnu ağacı gördüm. Birazcık yanıma alıp çadırıma döndüm. Geceme yaren olacak güzel bir ateş yaktım, yemeğimi yapıp yedim. Çantamın bir köşesinde hep hazır ettiğim çaydanlığımı çıkardım, içine su koyup kaynattım. Özenle topladığım kuş burunlarını içine atıp kaynamasını bekledim. Hiç üşütmeyen buz gibi bir soğuğun içindeydim. Üzerinde el emeğim olan, attığım her zımparanın izini gördüğüm bardağımı çıkarıp birazcık kuşburnu koydum. Kitabımı elime aldım, mis gibi kokan ormanda, kuş burnu tadıyla, meşe dostumun altında ilk sayfasını çevirdim. ZİHNİMDEKİ SÜPER BEN Ödevlerinizle boğuştuğunuz, sınavlara girdiğiniz, iş yerinizde dosyalarınızın arasında kaybolduğunuz ya da sadece hayatın koşuşturmasında boğulduğunuz bir haftadan sonra nasıl dinlendirirsiniz kendinizi, nasıl ödüllendirirsiniz? Beni hayatın normalliği ve banallığından uzaklaştırmasından mıdır bilmem bu soruya cevabım hep süper kahraman filmleri olmuştur. İçinde barındırdığı aksiyon sahnelerinden tutun aşk sahnelerine kadar her anı hayatıma farklı anlamlar katmıştır. Hatta belki de içimde kimselerin bilmediği bir zihin sarayı misali oluşturduğum hayal dünyam beni normal dünyanın bağladığından daha çok hayata bağlamıştır. Aslında her şey küçükken anaokulundansa ‘’anneanne okulunu’’ seçmemle başladı. Sabahları annemler işe giderken anneannemlere bırakırdı beni. Anneanneciğim uykulu ama kocaman gülümsemesiyle kapıda beni beklerdi. Sonra bana bir bardak süt verip uyumak üzere beni oturma odasına yatırırdı. Bense avını bekleyen bir avcı gibi onun tekrar uyumasını bekleyip hemen televizyona gider ve efsane çizgi film kanalı ‘Fox Kids’i açardım. Sabahın o erken saatlerinde ise arka arkaya bölümleriyle ‘’X-Men’’ i izlerdim. İşte her şey böyle başladı. Doktor X, Wolverine, Storm, Rouge, Gambit ve dizinin en ufak sahnesinden bile geçmiş her kahramanın benim kalbimde ayrı bir yeri vardır. (http://www.moviefancentral.com) 2000’li yıllara geldiğimizde serinin çizgi filmleri yayından kaldırıldı fakat yoğun istek üzerine efsane kadroyla film serisine dönüştü. Böylelikle de benimle babam için küçük çocukların dondurma yeme gününü beklemesi gibi yeni filmin çıkışını büyük bir sabırla bekleyip ilk seansına gitme ritüeline dönüştü. Toplumda hep bir genel kanı vardır. Bir kitap filme çevrildi mi bütün özelliğini kaybeder. Ben de şöyle diyorum: ‘’ Hayal gücünüzde oluşturduğunuz dünyayı bir filme ya da bir kitaba dönüştürdüğünüzde bütün yaratıcılığını ve spesifikliğini kaybeder.’’ Ben büyük bir X-men filmi hayranı olmama rağmen açıkça söyleyebilirim ki benim zihin sarayımdaki evrenimin verdiği tadı hiçbir yerde bulamam. Çok küçük yaşlarımdan beri hep uykuya hayal kurarak dalarım. Bazı günler var ki sadece kendi evrenime gidebilmek için gözlerimi kapattığım. Başrol benim tabi ki de. Her karakterden farklı özellikleri alarak kendimde birleştiririm. İlk ve en önemli gücüm tabi ki de zihin okuma ve yönlendirebilme! Hayatım boyunca hep insanların birbirlerine hakkında ne düşündüklerini ve başkalarının hayatına onların gözünden bakmak nasıl olurdu öğrenmek istemişimdir ama bunu eğer bir süper güç olarak değerlendireceksek zihin okumayı insanların gerçek kişiliklerinin ne olduğunu anlamak için istiyorum ki böylece onları yönlendirebileyim. Bazen dünya için bazen de sadece kendim için bir şeyler yaptırabilmek güzel olurdu itiraf etmeliyim. Bu hayalim bütün hayatımı etkiledi ve beni psikoloji okumaya itti. Bazı filmlerin hayatınızı nasıl değiştireceğini bilemezsiniz. İşte benim gibi bütün hayatınızı değiştirecek adımlar atmanızda bir itici kuvvet olabilir. Kim bilir? Bir diğeri ise 4 temel elementi kontrol edebilme. Biraz bencilce kabul ediyorum ama küçükken bunu sadece kışın da karpuz yiyebilmek için istemiştim… Şimdi ise bu tarz bir gücün insanı doğayla birleştireceğini ve tıpkı yogadaki gibi iç huzurunuzu dengelemekte büyük önem taşıyabileceğini düşünüyorum. Bir düşünün toprakta yürümek bile insanlara bu kadar iyi gelirken onu duyabilmek, hissedebilmek neler yapabilirdi? Ve herkes gibi ben de yenilmesi zor bir güç isterdim. Bence bu günlük hayatta yenildiklerimiz ve yenilmekten korktuğumuz için yapamadıklarımızdan kaynaklanan bir güç isteği. Bu isteğin hayatımdaki etkisine gelecek olursam dövüş sporlarına başlamam oldu ki şimdi anlıyorum da bu toplumumuzda her kız çocuğunun öğrenmesi gereken bir şeymiş. Son olarak da teleportasyon yeteneği isterdim. Kolayca kendini ve insanları bir yerden bir yere götürmek insan aklının alamayacağı kadar havalı bir şey. Henüz gerçek hayatta bu noktaya ulaşabilen ya da ulaşmaya yakın ne yazık ki hiçbir çalışma yok. Süper kahramanlık ben beyaz saçlı, kucağında torunuyla gezen bir anneanne olsam da hep içimde bir hayal olarak kalacak. Bir gün bu tarz genlerin bulunabileceğine ya da eklenebileceğine olan inancım oldukça az ya da en azından bunu görecek kadar uzun yaşayabileceğimi sanmıyorum. Ama bir gün bazılarımızın bu dünyanın düzeninden sıkılıp vücutlarına, yüreklerine zırhlarını giyip bizi kurtaracaklarına olan inancım hiç azalmayacak. Meltem Lübe Yaşaran Mert Sayar Section 67 21601435 "AYDIN"LIK EĞİTİM Yakın bir tarihte, telefonuma bir ileti düştü. İletiyi kitap okumaktan hayret ettiğim derecede zevk alan teyzem göndermişti ve acilen "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" isimli yapıtı okumamı söylüyordu. Yapıtı okuyup, yapıt hakkındaki fikirlerimi teyzemle paylaşacaktım. Bu iletinin üzerine eser hakkında araştırma yapmaya koyuldum. Yapıtın Atatürk tarafından hayranlıkla okunduğunu , Atatürk'ün bu yapıtın müfredata konmasını istediğini, hatta ve hatta yapıtın bir zamanlar ülkemizde Kuran'dan sonra en çok basılan kitap olduğunu öğrenmemle birlikte uzun zamandır ulaşamadığım bir hızla kitabı bitirdim. Adeta büyüsüne kapılarak okuduğum yapıttan pek çok çıkarım yaptım. Toplumun bütün kesimlerinin seferber olarak yaptığı köklü reformların anlatıldığı yapıtta, benim dikkatimi en çok çeken faktörler eğitim ve toplumdaki aydınların rolleri oldu. Bu blog yazısında, özellikle geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler için eğitimin öneminden ve aydınların toplumu yönlendirebilme potansiyellerinden bahsetmek istiyorum. Şimdi, iki farklı toplum düşünelim. İlk toplum; işini olabilecek en iyi şekilde yapan, halkı yönlendirebilecek entelüktel birikime sahip, halk ile durmaksızın iletişim içerisinde olan, toplumun "beyin takımı" olarak nitelendirebileceğimiz aydınlara sahip olsun. İkinci toplum ise; siyasi otorite sahibi kimselerden başka kimsenin halk üzerinde etkisinin olmadığı bir toplum olsun. Sadece bu tabloya baktığınızda, hangi toplumun daha gelişmiş olabileceği üzerine bir varsayım yapabilir misiniz? Sanıyorum aydın kesimin hayatımızdaki rolü, zannettiğimizden çok daha fazla... Açıkçası, toplumun aydın kesiminin aynı toplumun geleceğinde bu kadar hayati bir rol oynayabileceği aklıma gelmezdi. Eğitim seviyesi yüksek olan toplumların, gelişmişlik seviyesinin de yüksek olması sanıyorum kimseyi şaşırtmayacaktır. Benim "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" isimli yapıtta en çok etkilendiğim kısım, tabandan başlayarak toplumun bütün kesimlerine yayılan seferberlik hareketi oldu. Büyük bir eğitim reformu geçiren Finlandiya, güçsüz ve ufak bir sömürge ülkesiyken dünyada refah düzeyi en yüksek olan ülkelerden biri olur. Bir ağaç türü hayal edelim. Bu ağaç, ekildiği toprağa verilebilecek en değerli gübreden bile daha yararlı olduğu gibi, piyasada olağanüstü derecede rağbet gören meyveler versin. Fakat bu ağacın yetişmesi uzun bir zamana mal olacak olsun. Eğitim olgusunu bu ağaç ile ilişkilendirebiliriz. Belki kısa vadede gözle görülür değişiklikler yaratamayacak fakat uzun vadede toplumu, tıpkı Finlandiya'da olduğu gibi dünyanın parmakla gösterilen toplumlarından biri haline getirecek. Bu sebeple, bu ağacı dikmekte en ufak bir tereddüt dahi etmemeliyiz. Finlandiya gibi kusursuz, temelli bir eğitim sistemine sahip olması durumunda, Türkiye'yi de çok parlak bir geleceğin beklediğini düşünüyorum . Zaten Türkiye'de bu esere duyulan olağanüstü rağbet, umutları yeşertecek nitelikte. Maalesef yıllardır köklü bir eğitim sistemi oturtamadan yenisine geçiyoruz. Okullarımızda verilen eğitim, öğrencilere sorgulama, eleştirel bakabilme veya çözüm odaklı düşünme kabiliyeti kazandırmak yerine ezberletme üzerine kurulu. Eğitim sistemimizi başarılı bir altyapı üzerine kuramadığımız takdirde de, şu anda zaten çok iç acıcı olmayan durumumuzun gelecekte daha da acıklı hale geleceğini söyleyebiliriz. Ancak eğitim sistemimizin temelinden daha büyük bir sıkıntı var. Çocukların, özellikle eğitim çağındaki kız çocuklarının okula gönderilmemesi. Ne yazık ki yirmi birinci yüzyılda olmamıza rağmen toplumumuzun önde gelen sorunlarından biri de kız çocuklarının eğitimden mahrum bırakılması. Bu sorunun çözümü için insanların bilinçlenmesini beklemek yerine, pratikte kolaylık sağlayacak yöntemlere başvurulmalı. Siirt'te kızlarını okula gönderen babalara ilin valisi tarafından altın hediye edilmesi, Trabzon'da kızlarının eğitim almasını sağlayan ailelere kümes hayvanları hediye edilmesi gibi örnekler halkı eğitime teşvik ettiği gibi, toplumun bilinçlenmesini de sağlamakta. Tabii ki bu köklü değişim, yalnızca valilerin, belediye başkanlarının emekleriyle yapılacak bir değişim değil. Bu durumda devreye "aydın" olarak nitelendirdiğimiz kesim girmeli. Bence eğitimli kesime düşen şey; eğitimsiz kesimi hor görmek, ülkenin içinde bulunduğu halden öbür kesimleri sorumlu tutmak yerine tıpkı Fin halkının yaptığı gibi kol kola girerek, omuz omuza vererek köklü bir değişim hareketi başlatmak. Bu bağlamda, toplumdaki aydın kesimin toplum üzerindeki etkisi oldukça önemli. Yapıtta da , yapılan reformlarda toplumdaki aydınların etkisine ve önemine dikkat çekilmiş. Bir toplum, kendisine rol model olabilecek, kendisine yol gösterebilecek , halkın arasına rahatlıkla karışabilecek ve kendisini etkili bir şekilde ifade edecek omurgalı ve ilkeli aydınlara sahip olduğunda, bu toplumun gerek sosyal, gerekse kültürel düzeyde yol kat etmemesi düşünülemez. Kitapta dikkatimi çeken bir başka etken ise, yapıtın geçtiği dönemde toplumda hiçbir kutuplaşma olmaması. Toplumun bütün kesimlerinin birbirine kenetlenerek olağanüstü bir kalkınmaya öncülük etmesi. Açıkçası bu durum uzun zamanlardan beri hayalini kurduğum bir durum. Bu şartlarda bu hayali daha uzun seneler kuracağım gibi gözüküyor. Eğitim konusu çok daha kapsamlı ve üzerine çok daha uzun yazılar yazılabilecek konu. Ben bu yazıda, eğitimli ve eğitimsiz kitlelerin bir işbirliği içerisinde ülkenin geleceğini inşa etmeleri ihtimali üzerine fikirlerimi yazdım. Bana göre, bir toplumun kalkınabilmesi için en önemli etken eğitimdir. Eğitimsiz kitlelerin de desteğine ihtiyaç duyulacak olan bu süreçte, bu kitleleri bilinçlendiren ve toplumla içli dışlı olabilen, aynı zamanda bakış açılarına doğrudan etkisi olan aydın isimlere ihtiyaç var. Aydınlık, refah seviyesinin yüksek olduğu bir ülkede buluşmak dileğiyle. Kaynakça : Petrov, Grigory.Beyaz Zambaklar Ülkesinde.2009, Koridor Yayıncılık. Beril Erdin İsimlendirmiş Hisler ve Hissizlik Merhaba, bu yazımda Stefan Zweig'ın Olağan Üstü Bir Gece kitabında tartıştığı, hayatı duygularla, hissederek yaşama kavramına değinmek istiyorum. Öncelikle kitapta Zweig, aslında hayatında bir heyecan olmadan yaşasa da bunun farkında olup bundan rahatsızlık duymayan bir karaktere yer vermiş. Karakter günlük yaşamında yaşadığı neredeyse her şey içerisinde bu hissizliğini anlatıyor. Buna karşı olan tavrı oldukça dikkatimi çekti ve beni hisler, duygular üzerine yazmaya teşvik etti. Başlarken sormak istediğim ilk şey, acaba duygular gerçekten adlandırılabilir mi? Bu soru sıkça kafamı kurcalıyor. Farklı iki kişi aynı şey için aynı şeyleri hissettiklerini düşünüp bunu bir isimle sınırlandırıp dile getirebilirler lakin isim aynı olsa da hissedilenler, kişide uyanan hisler tıpkı parmak izlerimiz gibi, aynı olmayacaktır hiçbir zaman. Peki o zaman nereden çıkmış ki bu isimler, hem olmasalar kendimizi nasıl ifade edecek, nasıl açıklayacağız? Tabii ki isimsiz işin içinden çıkamayız ama varlarken de kendimizi kısıtlıyoruz sanki, daha çok hissederken dışa vurduğumuzda, kelimeler tarif edemiyor hem fark etmeden kendi içimizde de kısıtlanıyoruz. Sanki demek istediğimiz hiçbir zaman dediğimizle aynı olamayacakmış gibi. Diyelim ki hisleri kabullendik, ikinci bir mesele ise, hayatımızda mutlu olmak diye bir algı vardır, bazıları için hedef gibi bir duygu. Mutluluk ya da böyle benzer duygular, insanlar yaşamda bunlardan hep olsun, eksik olmasın isterler. Bir yakının ölürse üzülürsün, bir şey kazanırsan sevinirsin, konuşma yapacaksan heyecanlısındır gibi tanımlar sıradan ve herkes için aynıdır. Peki bir kimse duygusuz da yaşayamaz mı, hatta belki bir paradoks olacak ama, insan duyguları yok sayarak, onlarsız yaşarsa aslında gerçek mutluluğa ulaşmaz mı? Buradan yine isim vermek konusuna çıkıyorum, örneğin mutluluğa birçok şey neden olabilir, beklendik ya da beklenmedik şeyler. Hatta bazen üzülünce bile bu üzüntü bazılarına mutluluk getirebilir. Sanılanın aksine bence, hüzün mutluluğun karşıtı değildir, bazen mutluluk yokken hüzün de yoktur, kitaptaki gibi bir kabullenme varken oluşacak durum gibi hiçbir hissi önemle yaşamamak ve sonucunda bundan üzüntü de duyamamak. Yine de hissizliğin her zaman karakterdeki gibi bir boşluk yaratacağını düşünmüyorum. Aksine mantıklı yaşamayı, çoğu olaydan daha az etkilenmeyi beraberinde getireceği kanaatindeyim. Denemekten çekinmemeyi ve yılma payını aza indirecek, kafamıza takılan onca şeyi görmezden gelip hayatımızın kalanını etkilemelerine izin vermeyecek kısacası kendi kendimiz önüne taş koymamamıza çıkar yol olacak bir koridor olarak görüyorum hissizce yaklaşmayı hayata. Bizi birer robota dönüştüreceği kanısına katılmıyorum çünkü nedensizce yapılan eylemlerin gerçekten var olduğuna inanıyorum. Bir çocuğa oyuncak verirken sonrasında çocuğun yüzündeki gülümsemenin beni mutlu edeceği düşüncesinden çok sadece o çocuğa oyuncağı verdikten sonra içimde oluşan duygunun bir isme ihtiyaç duymadığı ama bende bir anlam ifade ettiği düşüncesi daha mantıklı geliyor. Yani bu yapacağım işleri yapmamı engellemek yerine sadece ne için yaptığımı ve sonrasında ne düşüneceğimi değiştiriyor. Varmak istediğim nokta aslında yanlış olarak görülen, kelime anlamı olarak bile insana kötü bir şey gibi çağırım yapan hissizlikten kastın direkt olarak hiçbir şey hissetmemek değil, ki bu imkânlı bir şey mi emin değilim, hissedilenleri adlandırmamak ve üzerine kafa yormamak olduğunu hatta ve hatta kitapta da bu haliyle verildiğini düşünüyorum. Ayrıca hissizleşmenin insanda sadece, genelde edebî metinlerde olduğu gibi, bir sürü acı verici, üzücü olaylar yaşanması sonucu ortaya çıkacağı düşüncesine de katılmıyorum. Benim tanımladığım hissizlik kavramını daha güzel adlandırmak, açıklamak istersem; hissizlik kelimesi yerine sanırım hisleri isimlendirmeden ve onları hayatının merkezine koymadan, rastgele yaşamak demem daha doğru olabilir. Bu yönüyle yaşanan hissizliğin hayata daha mantıklı bir bakış açısı ve çoğu alanda bir rahatlama yaratacağını düşünüyorum. SABAHIN İLK IŞIKLARI Varoluş; geçmişten günümüze esir tuttuğu sırlarla hayatın değişen parçalarını gölgeleyen bir ağaç gibi. Dallanıp budaklandıkça değişen soyut bir olgu ki bize bizi hatırlatan her şeyi ortak bir çatı altında topluyor; yeryüzü. Kök salan her şeyin bir gün kök saldığı yerde çürüyeceğini hatırladıkça değişmezlere olan inancımızı sorguluyoruz içten içe. Neye güvenebilirdik ki? Yüzerken suyun üstünde altımızdaki buzul parçası, anlayabiliyor muyuz eriyip gittiğini? Ben çok değiştim. Hepimizin düşleri değişmedi mi sanki zamanla? Bazen vardıkça, bazen düşündükçe değişti rotamız. Sevinçlerime tanıklık eden şeyler mutlaka üzüntülerime de tanıklık etmiştir; elde edilmiş zaferlerin hep hayalde kalan yeni mutluluklarda son bulduğu gibi. Yetinmek ve açgözlülük arasındaki ince çizgi ve de bu çizgide yürürken insanı dengede tutan hep acılardır. Hani bir sabah uyandığında güneş hala doğmamıştır ya, içini ısıtamaz daha gün ışığı; o an hatırlıyorum işte günlerin getirdiğini. Hatıralar geçmişte kaldıysa da güneş yeniden doğacak, sessizce fark ettirecek kendini. Ben yine sıcak kahvemi yudumlayacak, güneşin beni ısıtmasını bekleyeceğim. Çünkü gün batımında vedalaşsak da, o hep oradaydı, beni bana anlatmak için. Biliyordum ki geri geleceğini tekrardan kayaların arasından gözümü alan kızıl parıltısıyla, sadece bir anlığına unutmuşum. Peki, ne değişti? Sormayın bana. Çünkü size yine aynı yalanı söyleyeceğim. “Hiç.”. Mutlak olan kaderde mutlak olmayan bazı şeyler vardır. Bir pusula düşünün. Hayatınız boyunca takip ettiğiniz patikada size hep o yol gösterdi. Peki, ne zaman göğe bakıp göreceksiniz güneşin doğudan doğmadığını? Belki de gölgenizi göreceksiniz doğuda ilk önce. Başınızı ya öne eğecek, ya da en yukarı kaldıracaksınız düşeceğinizi anlamak için. Ben de unutuyorum bazen göz ucuyla yeri kontrol etmeyi. Hani bugün kaldırım taşına takıldım ya, düşüyordum, gördünüz. O taş yarın da orda olacak ve ben yine karşıya bakacağım. Çünkü artık biliyorum. “Atlı adamlar suları geçerken O dağ hep olacak diyordu şair O dağ koruyacak kendini.” demiş Bejan Matur (22). Geçici bir mutlaklık olacak ve yol gösterecek. Neyin değişip değişmediğini onun sayesinde algılayacağız. Bizi hem düşüren, hem de ayakta tutan olacak o, bir kilometre taşı belki de. Ya bana düşen? Gözüm yolda, yola devam edeceğim. Bir İspanyol şarkısı. Adını doğru telaffuz edemiyorum. İspanyolca bilgim yok denecek kadar az, fakat anlıyorum ne anlam ifade ettiğini. Hüzünle birlikte bir umut hissettirir İspanyol şarkıları, tınılarda bulursunuz kendinizi ve anlamazsınız nasıl eşlik ettiğinizi. Neyin hüznüdür bu? Diyorum ki ben, yaşanacak olan değil yaşanmış olan hüzünlendirir ancak. Ne zaman durup soluk alacak dakikalarla baş başa kalsam bir terazinin iki kefesine yerleştiririm geçmiş ve geleceği. Evet, yaşanmışlığın hüznü ve geleceğin umutlarından bahsediyorum. Bir dengedir ki bu alışıldık yaşantımıza bile ilham verir bazen, bizi bir adım daha atmak için teşvik eder sanki. Geçmişten ders çıkarmak ve geleceğe bakmak… Belki bir gün benliğimiz hariç her şeyi unutacağız ve kaygılarla yaşamaya son vereceğiz değil mi? Değiştiğimizi anlayabildiğimiz tek gün ve herkes gibi ben de o günü bekliyorum. Gecenin son ışıkları da kapanırken düşüncelere dalıyorum. İnsanoğlunun doğayı anlayabilme ihtiyacını sorguluyor, doğanın bizi izliyor olabileceğini düşünüyorum. Değişiyor dünya, fakat biz daha hızlı değişiyoruz. Doğanın dili olsa da konuşsa; bize yolumuzu ve yurdumuzu anlatsa. Biliyorum benim gibi siz de değiştiğinizi inkâr ederdiniz. Güneş yeniden doğacak ve kim bilir, belki sorgulayacak bizi yarın sabah. Ben yine kahvemi yudumluyor ve bekliyor olacağım. Ta ki o ilk ışıklar gözükene kadar… Cem Yılgın REFERANS Matur, Bejan. Son Dağ. n.p.: İstanbul : Everest Yayınları, 2015., 2015. BILKENT UNIVERSITY's Catalog. Web. 4 Oct. 2016 Yeryüzünden Ruh Karalamaları zavallıyım, hüviyetimi basarım zavallıyım. Gören gözlerle ihtişam ve büyüyü öyle betimlemek isterdim ki… Ve hayır, gözler değil dil kördür çoğu zaman. hezeyanı elzem kılar bu dilemma ve hezeyanı paylaşacak bir gölge, bir düş elzem midir ? Ya da kör diliyle insan doğaya mı borçlu kalmalı hep. bu ikilemden beni sıyıracak çıkar yol arıyorum elbet fakat bu sırada nacizane yaşamımı sürdürülebilir kılışımın formülü yaşadıklarımın söz gelimi canına okumamdandır. Bin bir şekle sokup da yine bin bir ayrı göze hitap edecek nitelikte ambalajlara büründürüyorum onları, hiç zaman kaybetmeden canlarına okuyorum, bin bir parçaya ayrılmasın diye yaşantı. hem sonra yaşantının kendi bütününden kocaman bir ağı vardır, herkes göremez. kim dokunursa dokunsun ağ kendi kendini yutar. ki güzelliğine kapılan insan yapar bu hatayı oysa ağ ile yaşamak ve onun güzelliğine saygı duymak gerekir insan ağ ile salınmalıdır çünkü kendisi şekillendirilmeyi kabul etmeyecek kadar onurludur. ağ bir kere bozulmaya yüz tutsun, insanı sonsuzluğun kapısından mahrum bırakır, yok olma korkusundan mahrum. sonra çaresizlikle donup kalırsın ne söylesen tekerrürden ibaret ne yapsan ancak ayak izleriyle donatılmış yollarda sınırlandırılmışsın. işte bundandır insan İKİ kere hayal etmeyi öğrenemez.  'Dünya, bildiğimiz bir şey değildir.’(syf.121 Köpekler İçin Gece Masalı) Bu defa bir kedinin hikayesini düşüneceğim bu sefer tıpkı kitap gibi ben de yeryüzünden ‘kediyi' düşüneceğim. Kendini tanrılardan kutsal saydıracak kadar insan sarrafı bir kedinin hikayesini düşüneceğim. Çünkü kimilerince yeryüzünce erişilebilecek en  büyük kıdemdir Tanrı olmak. Hem kedilerin gözünden güçsüzlük sembolü olan bir damla yaşın dahi aktığını gören olmuş mudur hiç ? Demek ki kediler çok iyi anlar ve kullanır yeryüzü nimetlerini çünkü yeteneklerin en kutsalı dilenmektir -kimi varlıkların sırf ben merkezciliğinden yüzleri kızarır- ya da bizim tekirlerin parlak sarı fularları Tanrının ışığını insanlığa yansıttığından kutsaldır kedi. Dünyada tek bir mutlak gerçek yoktur muhakkak zaten kedi de yeraltını ve uçsuz bucaksız denizlerin dünyasını bilemez. Dünyayı kimse tanımaz, dünya herkesi tanır, dünya herkese her şeyi tanıtır. İnsana bir kere hayal etmenin yolunu, kediye tüylerini nasıl parlak tutması gerektiğini dünya tanıtır. demek ki insan 2 defa dünyaya karşı boynu bükük kalır birincisi, dilinin kör oluşu, onu anlatamayışından diğeri doğanın ona karşı olan platonik aşkına asla karşılık gösteremeyeceğinden. İnsan varoluşsal günahlarının farkında gerçeğin peşine mi düşmelidir bu noktada ya da okkalı şiirler okuyup şiirselliğini sürdürebilmek için şarapların dünyasına mı ait olmalıdır?  Ah keşke ben bir kedi olsaydım ve sahibim için değil de bir parça iyi kızarmış but hatırına her gün tüylerimi fırçalasaydım, ne Tanrıya ne de kendime borçlu, günahkar hissetmeden kendimi, ah keşke ben bir kedi olsaydım.   ‘Köpekler yağmuru korkunç haber sayarlardı.' (syf.61 Köpekler İçin Gece Müziği) ilk dinlerin gökyüzünden kendine tapınacak bir tanrı çıkarma huyundan köpeklerde de varsa şayet köpeklerin yağmuru korkunç haberden bildiği kadar biliyorum cevapsız kalma korkusunu. Oysa insanlık bana hep tınıları takip et becerirsin dedi sonra ya bizleri sağır ya da tınıları hadım etti. her şeyin bir efsanesi doğdu, gözlerin alışkın olmadığı Tanrıya ait gözüken renkler büyüdü birdenbire. çocuklar ağladı anneler dayanamaz kimse de dayanamadı. Sonrası kan gölü dediler. Göle sığındık, dinerdi ya her şey. hep sonradan peygamberler indi bizler başı sandık oysa hikayelerin.  tüm bunlar kafamın içinde dalga dalga yayılıp bir başka veriye dönüşmeden ya da bir başka insana ulaşmadan önce benim kitaba cevabım: Evet, insanın içi sıklıkla düşünceden bunalır. Nuray Beyza YANIKOĞLU AYNA SÖYLE BANA Hani bazen kimsenin sizi bilmediği bir yere gitmek istersiniz ya… Ġşte son zamanlarda böyle hissediyorum ben de. Ġster tanınmamak arzusu deyin, ister bıkkınlık hâli deyin. Ancak şunu kabul edin ki bazen kalabalığın içinde yalnız kalmak aslında çok yakınlarda aradığımız bir ihtiyaç son zamanlarda. En azından benim için… Kendinle baş başa kalmak… Kendinin farkına varmak… Kendine şans vermek… Kendi kendinin aynası olmak… Kendin, kendin, kendin! Ne kadar çok kullandım bu kelimeyi değil mi? Peki neden sizce? Belki benim bencil ve sadece kendini düşünen, önemseyen biri olduğumu düşünüyorsunuzdur okuduğunuzda ama maalesef sizi haklı çıkaracak bu tür bir nedenim yok. Aksine bu kelimeyi tekrar tekrar kullanmamın nedeni son zamanlarda çevremdeki insanların “kendilerine” ne kadar az vakit ayırdıklarını fark edip bu kelimeyi sizlere yeniden hatırlatmak istemem. Hatırlamaya var mısınız? Ne dersiniz, kendinizle baş başa kalabilecek kadar cesaretli misiniz? Evet, ne diyorduk? Kendin… Son zamanlarda kendisi için ama sadece kendisi için bir şey yapan var mı aranızda? Mesela kendisini dinlemeye vakit ayıran, kendi kendiyle sohbet eden veya kendine kendi gözlerinden bakmayı deneyen? Olmadığına dair mırıldanmalarınızı duyar gibiyim sanki çünkü ben de sizin gibi kendimi karşıma alıp onunla yüzleşmek için hiç çaba harcamadım. Oysaki insanın arada bazen nefeslenmesi, kalabalığa biraz mola vermesi, kendi dünyasına yönelmesi gerekiyor. En önemlisi de kendisine hesap verebilmesi gerekiyor. Gerçeklerini, yalanlarını, doğrularını, yanlışlarını dürüstçe ve cesurca kendine itiraf edebilmesi ve bunları kendi aynasından görmek için kendisine şans verebilmesi gerekiyor. Söylemesi kolay diyeceksiniz belki ancak söylemesi de yapması da oldukça zor, biliyorum. Kendine karşı dürüst olabilmek… Ne kadar basit ve kolay geliyor kulağa değil mi uzaktan? Lakin kişinin en büyük zorluğu kendisiyle hesaplaşabilmesiymiş bu hayatta. Kimseye değil de kendine hesap verebilmek ne kadar büyük bir külfetmiş. Sözcüklerin konuşulamadan boğazda düğümlenmesi, kaçacak bir yerin olmadığı fark edilince çaresizliğin boy göstermesi ne kadar da yorucuymuş. Kendi çerçevenden kendine bakabilmeye çalışırken aslında hiç tanımadığın biriyle karşılaşma korkusu ne kadar ürkütücüymüş. Benim mesela son zamanlarda hiç tanımadığım bir Beyza’nın varlığını hissettiğim an bunu reddetmeye yönelişim o kadar sancılıydı ki her gün bunun ağırlığıyla başlıyordum güne. Ama işte bizler bu noktada –her ne kadar ben bulamasam da- yine her zaman olduğu gibi sığınacak farklı bir kapı buluyoruz. Ġnsanoğlu işte, istemediği her olaydan istediği her şekilde o kadar kurnazca Nuray Beyza YANIKOĞLU sıyrılabiliyor ki… Ne yapıyoruz peki? Kendimize anlatmayıp başka birine anlatıyoruz gerçeklerimizi, yalanlarımızı, doğrularımızı, yanlışlarımızı. Ve bunu yaparken de bir usta edasıyla ince eleyip sık dokuyarak seçiyoruz karşımızdakini. Bizi hiç tanımamasına, bilmemesine, eleştirecek kadar yakın olmamasına özen gösteriyoruz. Bizi “olumsuz” yargılarla değerlendiremeyecek kadar hayatımızın içinde olmamasına dikkat ediyoruz. O nedenle kimi zaman gerçek sırlar en çıplak haliyle en yakınla, bir dostla, bir arkadaşla hatta kişinin kendisiyle bile değil de bir yabancıyla paylaşılıyor. Kim bilir belki de o sırlar gerçeğiyle, doğrusuyla, yanlışıyla, yalanıyla ama en yalın haliyle bir başkasına anlatılıyor. “Bazı gerçekler yalnızca bir yabancıya söylenebilir.” dercesine… Bir yabancının yanında muhakkak ki kendimizle baş başa kaldığımızdan daha rahat oluyoruz. Neden mi? Çünkü onlar, bizim onlara anlattığımız kadar bir ayna olabiliyorlar bize. Ve onlara gerçekler anlatılsa dahi bizler, kendimize kendi gözlerimizden daha az çekindiğimiz –aslında hiç bilmediğimiz- bir aynadan bakmayı tercih ediyoruz. O ayna da gerçekleri bilse dahi Pamuk Prenses’teki üvey annenin aynası misali bizlere katlanabileceğimiz kadarını gösteriyor, söylüyor. Ben mesela ne zaman mutsuz olsam ve bu gerçeğimi kimseye söylemek istemesem hemen kaçamak gülümsemelerime başvururum, insanlara mutlu olduğum yanılgısını yansıtırım çünkü mutsuzluğumu görmek o an kaldırabileceğim bir durum olmaz genelde. Ġşte insanlar kendilerinden kaçıp yabancı ruhlara sığınarak korkularını her defasında yine ve yeniden bastırmaya çalışıyor, bunun için fırsat kolluyor. Kendi aynası olmaktan aciz bir şekilde… Aynalar, hayatımızın her anında dönüp bakarak kendimizi hatırlamaya çalıştığımız gözler aslında. Her ne kadar bazen o gözleri bir yabancıya emanet etmekten çekinmesek de ilerleyebilmek, yola devam edebilmek ve en önemlisi de kendimize hesap verebilmek için o gözlerin varlığına ihtiyacımız var. Ġnsanın en doğru aynası kendisidir normalde. Ancak yoğunlukta kendimize zaman ayırmadığımız için “gerçeklerimizi” tüm detaylarıyla görmeye vakit bulamadığımızdan mıdır yoksa kendimizi oldukça önemsediğimiz için “gerçeklerimizi” tüm çıplaklığıyla görmekten korktuğumuzdan mıdır bilinmez en gerçek “gerçeklerimizi” anlattığımız aynalar hiç bilinmezler. Yoksa gerçekleri en kısa yoldan ve en tereddütsüz şekilde nasıl gün yüzüne çıkarabilirdik ki? Gün yüzüne çıkan gerçeklerle birlikte bizler aslında terk ediyoruz kendimizi. Hem de kendimize en çok ihtiyaç duyduğumuz anda… Hiç vakit ayırmadan, üzerinde durmadan, kritik bile yapmadan hayatımızı, kendimizi koyduğumuz trene uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Kendimizle baş başa kalmak en büyük korkumuz oluveriyor ve biz mutlaka yanımızda, görünmeyen ama gerçek kendimizden bizi koruyacak birilerini istiyoruz. Daha da fazlası seçiyoruz. Bizi bizim izin verdiğimiz kadar tanıdığını bile bile onlarda teselli bulmakla Nuray Beyza YANIKOĞLU kandırıyoruz kendimizi. Ancak unutmayalım ki bizden sadece bir tane var ve maalesef bizi bizden başka tam anlamıyla tanıyan biri de yok. O nedenle gerçeklerimizi yansımalardan aramaktan vazgeçmeliyiz. Çünkü yansımalar, bize ihtiyacımız olanı değil de istediğimizi vermekten başka bir işe yaramıyor. Belki çok acımasız bir eleştiri yapıyorum ancak ben kendimden biliyorum: Kendimin aynası olmak son zamanlarda vazgeçtiğimden beri olayları hep kendi kurgumdan izliyorum kendimi kandırdığımı bilerek üstelik. Hukuk ve Ahlak Çatışması Kardeşim büyük bir süper kahraman filmleri fanatiğidir, vizyona girecek olan filmleri aylar öncesinden tüm detaylarına kadar bilir. Yeni filmleri izlemek için sinemaya gitmeyi beklemenin yanında, daha önceden izlediği filmleri de tekrardan izlemekten alıkoymaz kendini. Geçen gün “Batman: Kara Şövalye’yi izleyeceğim tekrar, gelmek ister misin?” diye sorduğunda, ne yalan söyleyeyim, odamda vakit öldürmek dışında yaptığım bir şey yoktu. Filmi yıllar önce izlemiştim zaten, o yüzden çok da istekli değildim teklifi kabul etmeye, ama o anda yapacak daha iyi bir işim olmadığından kendimi kardeşimin yanında buldum. Diğer süper kahraman filmlerinden az kalır bir yönü yok Batman’in. Klasik bir kötü adamın şehri ele geçirme çabasının ve süper kahramanın bu plana engel olarak günü kurtarmasının hikayesi. Aksiyon sahneleri de oldukça etkileyici, tempoyu hiç düşürmeyerek seyircinin dikkatini ayakta tutmayı başarıyor. Filmi ilk izlediğimde de filmin barındırdığı aksiyonu, Batman’in sosyopat olan Joker’i yenmesini çok sevmiştim, ama çocukluk işte, filmin sadece bunlardan ibaret olduğu zannetmiştim. Oysaki film, basit bir çizgi roman uyarlaması olmasının ötesinde, felsefi olarak incelenebilecek bir esermiş, bunu ancak ikinci izleyişimde anladım. Batman şehri kurtarmayı başarıyor, fakat bu uğurda hukuk kavramını göz ardı ediyor. Kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna kendisi karar veriyor, suçlu bulduklarını kendine has yöntemlerle cezalandırıyor, polisi hiçe sayıyor, hatta insanların telefonlarını birer sonar aracı olarak kullanıyor. Bütün bu yaptıkları hukuka aykırı, özellikle de sonuncusu her insanın kanunlarca koruma altına alınmış olan özel hayatın gizliliği maddesini ihlal edecek seviyede. Bütün bunlara rağmen, belki de polisin hiçbir zaman yakalayamayacağı suçluları yargılıyor. Bu noktada aklıma çok önemli bir soru geldi, ahlak hukukun üstünde midir? Hukuk, en basit haliyle her vatandaşın uymakla yükümlü olduğu yazılı kurallar bütünü olarak karşımıza çıkıyor. Öyle ki, her birey davranışlarının hukuki bir yaptırımı olacağının bilinciyle hareket eder. Buna karşılık olarak ahlak da toplumda yazılı olmayan ama yine de herkes tarafından bilinen davranışlar bütünüyse, ahlak ve hukuk karşı karşıya geldiğinde hangisini seçmek gerekir? Sonuçta insan davranışları da ahlaki olarak doğru veya yanlış olarak kategorize edilir ve ahlaken yanlış bir eylemde bulunduğumuz zaman, belki hukukta olduğu gibi somut bir yaptırımla karşılaşmayız ama toplumun diğer fertleri tarafından hor görülürüz. Filmi izledikten sonra yaşadığım dilema da buydu, Batman’in yaptıklarının hukuken yanlış olmasına rağmen ahlaken doğru bir sonuca ulaşması beni düşünmeye sevk etti. Ulaşılan amacın meşruluğu, kullanılan aracı haklı kılar mıydı? İnsanların belirlediği kurallar, yine insanların belirlediği başka kurallara uymak pahasına ihlal edilebilir miydi, edilirse ne dereceye kadar kabul edilebilirdi? Filmi izlemeyi bitirdikten sonra işte bu sorularla baş başa kalmıştım. Bu sorulara yanıt bulabilmek için gerçek hayatta da bu tür ikilemlerin olup olmadığını sorgulamaya başladım. Bu durumun en somut örneğinin de terör olaylarının önceden engellenebilmesi için vatandaşlarının telefonlarının dinlenip dinlenmemesi tartışması olduğunu gördüm. Nitekim Edward Snowden, Amerikan hükümetinin telefonlardaki kişisel bilgileri data olarak muhafaza ettiğini ifşa edince tüm dünyayı yerinden sarstı. Özellikle 11 Eylül’ü ve o tarihten sonra da dünya genelinde artan terör olaylarını göz önünde bulundurursak, telefonların dinlenmesi eylemi aklanabilir. Evet, bu durum özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlali olur, ancak eğer bu sayede binlerce insanın hayatı kurtulacaksa, bu ahlaki olarak doğru bir davranış olmaz mı? Doğmamış bebeklerin, okula gidecek olan çocukların, ilk aşklarını yaşayacak olan gençlerin, dünyanın ilerlemesine katkı sağlayacak bilim insanlarının, işlerinde terfi alabilmek için çabalayacak yetişkinlerin hayatları bu sayede kurtulamaz mı? Bir canın kurtulması uğruna özel hayattan feragat edilemez mi? Kulağa çok adil bir anlaşma gibi gelse de, uluslararası antlaşmalarla da garanti edilmiş bir temel hakkın korunabilmesi için başka bir temel hakkın çiğnenmesi hukuken suç sayılabilecek nitelikte bir eylem. Üstelik terör eylemlerinin bu yolla engelleneceğinin garantisi de yok. Bu sebepten ötürü birçok masum insanın haksız yere suçlanarak daha fazla hak ihlaline yol açılması da olasılıklar arasında. Şahsi fikrim her türlü insan hakkına, mahremiyet de dahil olmak üzere, saygı duyulması yönünde, ancak tüm dünyanın dehşet içinde yaşamasına neden olan terör faaliyetlerinin de durdurulma ihtimali aklımı çelmeye devam ediyor. Inception gibi insanı fazlasıyla düşündüren filmlerin arkasındaki isim olan Christopher Nolan’dan sıradan bir aksiyon filmi beklemekle nasıl büyük bir yanılgıya düştüğümü göstermiş oldu Batman: Kara Şövalye. Günümüzde yaşadığımız birçok olaya farklı bir perspektiften bakmamı sağladı bu film, bu nedenle de iyi ki kardeşimin teklifini kabul etmişim diyorum. Her ne kadar üzerinde kafa yorduğum sorulara net cevaplar veremese de, Batman çok kritik bir unsuru fark etmemi sağladı: Hukukun her zaman tek ve doğru seçenek olmayabileceği ve ahlakın insanların yaşamında ne kadar önemli bir yere sahip olduğu. ÇAĞLA ERGÜL Kaynakça: Nolan, Christopher. The Dark Knight. 2008. Warner Bros. Film. Betül Kocaman GİZEMLİ HAYATLAR Hayatımıza çeşitli sanat eserleriyle ve farklı yönleriyle giren hem şiir hem öykü hem roman yazan geniş bir edebi kişiliğe sahip olan Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna romanıyla okurlarına muhteşem bir okuma şöleni yaşatmıştır. Lise yıllarında Servet-i Fünun dönemini işlerken gördüğüm bu romandan dilinin ağır olacağı düşüncesiyle çekinmiştim. Nihayet bu kitabı okumaya başladığımda romanın ilk sayfalarında bir başkasının benim hayatımı kaleme aldığı hissine kapıldım. Çünkü on iki yaşımda annemden gördüğüm baskı ve benim bu baskıya gösterdiğim duyarsızlık kitapta dillenmiş gibiydi. Raif Efendi( ana karakter) ile benzerliklerimiz bunlarla sınırlı kalmıyordu. Kitap okumak, utangaçlık, hayal aleminde yaşamak gibi ortak noktalarımız da vardı. O yaşlarda duygularımı, düşüncelerimi hiç kimseyle paylaşamıyordum. Gerçeklerin canımı acıtmasından korktuğumdan hayata 1-0 yenik başlıyordum, hatta aktif olarak hayatta rolümü alamamıştım.Hayatımdaki insanlarla arama sırlardan oluşan duvarlar örmüştüm. Aslında sadece benim değil hepimizin hayatında hiç kimseyle paylaşamadığımız, bizi biz yapan, olgunlaştıran sırlarımız vardır mutlaka. Özellikle ' en son babalar duyar' misali ailemize, çevremize hiç itiraf edemediğimiz, en yakınımıza dahi söyleyemediğimiz gizlerimiz yok mudur? Tek farkı kimimizinki bir defterle, kimimizinki aradan yıllar geçtikten sonra itiraflarla açığa çıkar. Kimimizinki de ruhumuzu teslim edip kara toprağa girince bizimle gömülmez mi? Bu sırlar bizi bazen hiç bir şekilde huzursuz etmezken bazen de kalbimize bir hançer gibi saplanabilir. Raif Efendi'yi ne sabunculuk ne Batı hayranlığı ne Almanya'daki yaşadıkları hakkında sakladıkları rahatsız etmemişti. O'nu tek rahatsız eden ilk görüşte aşık olduğu, ilk ve tek aşkı olan Maria Puder Selbstportrat'a kavuşamamasıydı. Raif Efendi Maria(Kürk Mantolu Madonna) ‘ya kavuşsaydı içindeki hayalleriyle onu bu kadar büyütemez, sevemezdi. Nitekim her şeyin değeri ulaşıldığında azalıyor. İçinden hayalleri çıkartınca, gerçekler çırılçıplak bütün ayrıntılarıyla açığa çıkınca o kadar da göz alıcı bir ihtişama sahip olmuyor. Maria’ya ulaşamayan Raif Efendi daha sonraki hayatında bütün insanlardan kaçarak yaşadı çünkü onun da kendine ait, kimseyle paylaşamadığı sırları vardı. Bu herkesten gizlenmiş olan aşk Raif Efendi’nin kara kaplı defteriyle ortaya çıktı. Açığa çıkan bu defterle Raif Efendi'nin yaşadığı aşkın kalbine nasıl ağır geldiğini ve bu ağırlıkla aslında neden kendini dünyadan soyutlamış olduğunu anladım. Babasının bir telgrafı ile yarım kalan aşkına yeniden kavuşma umudu ile veda ederken bir daha onu göremeyeceğini aklının ucundan dahi geçirmemişti. Yazdığı mektuplara cevap alamayan Raif Efendi bu aşkın gölgesinde bir evliliğe imza atmıştı. Ama ne eşi ne çocukları ne de işi onu hayata bağlayamıyordu. Dış dünyayla hiçbir şekilde iletişim kurmayan, içine kapanık aynı zamanda yaşadığı hiçbir şeyden zevk almayan bir insan haline gelmişti. Hastalandığında hasta yatağından çıkmak istemeyen Raif Efendi'yi tek çözen Rasim Bey(iş arkadaşı) olmuştu.Ne acıdırki yaşadıklarından hiç kimseyi sorumlu tutmayan, tek sebepli olarak kendini gören Raif Efendi hem kendi hayatını hem de ailesinin hayatını bu uğurda heba etmişti. O etrafında yaşayan insanlara olan tavırlarını, hareketlerini, onlara çektirdiklerini hiçbir zaman yargılamadı. Hayatını sanki bir anlıkmışcasına yaşantısının bir evresine odaklayarak şimdiki zamanı ziyan etmişti. Oysaki herkesin içinde saklı bir yarası vardır. Mühim olan yaralarımızı kendimizin sarıp iyileştirmesi, kabuk bağlaması için çabalamamız, hayat acısıyla tatlısıyla güzel deyip ayakta dimdik durmamızdır. İçimizdeki acılar, mutlu anlar, dertler, sıkıntılar, gizemler bizim ise mücadelesini de biz yapmalıyız ve bizi ancak ve ancak biz çözebiliriz.Her insan kapalı bir kutu gibidir, içindekileri bilen puzzle'ı tek birleştirebilecek olan da insanın kendisidir. PAZARLIKSIZ ‘DOST’LUKLARA (Nilgün TANRIKULU, Portaxe&Portaxe galerisi, 12-16 Kasım 2011) Arkadaşlık insanı insan yapan en temel gereksinimdir bence. Sevinçlerini, acılarını, hayallerini, hayatlarını, umutlarını paylaşacak birine ihtiyaç duyar insan hep. Bu bazen bir hayvan bazen de çok değer verdiğimiz bir insan olabilir. Benim hikâyem de tam bu noktada başlıyor. Küçüklüğümde hiçbir zaman sosyal, kendini rahat ifade edebilen, diğer insanlarla kolay iletişim kurabilen biri olamadım. Sanırım işte tam bu nedenlerden dolayı ailem kendimi daha rahat hissetmem ve yaşadıklarımı dışa vurmam için bana bir köpek almaya karar verdi. Zeytin gibi gözleri olan Dost isimli bir Golden. Arkadaşlığın, dostluğun ne kadar önemli olduğunu Dostla öğrendim, aslına bakarsanız ondan çok şey öğrenmiştim. Belki çok klasik olacak ama okulda beni üzen bir olay yaşadığımda derslerin bitmesini iple çekerdim; gidip Dostla dertleşmek ve ona sarılmak için. Dikkatinizi çekerim anne babama değil, Dost’a anlatmak ona sarılmak için. Saatlerce konuşurdum ve o bana her şeyi anlıyormuş imajı çizen gözlerine bakarken huzurla dolardım. Bazen de yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi Dost’u yanıma oturtur ve ona kemanımla küçük çaplı bir konser verirdim. Belki de dostluğun en pazarlıksız, en saf halini kafamda her şeyin yeni yeni oluşmaya başladığı ve dünyanın anlam kazandığı zamanda Dostumdan öğrenmiştim. Karşımda beni sözleriyle teselli edemeyen, destekleyemeyen, hislerini sözcüklere dökemeyen bir köpek(en yalın haliyle) vardı ama dostluğun ne demek olduğunu gerçek anlamda kavratan varlık da oydu aynı zamanda. Bazen ağladığımda karşımda bana ağlama, üzülme diyen bir arkadaş yerine onun bakışlarındaki samimiyeti aradım dost diyebileceğim kişilerde. Çocukluğumun en güzel anlarını yanında geçirdiğim Dostum aynı zamanda en büyük acıyı da yaşatıp arkasında bırakmıştı beni. Ama arkasında çok farklı bir insan bırakmıştı aslında. O küçük, özgüvensiz kız onun dostluğuyla çok farklı bir dünyaya evrilmiş, arkadaşlığın kıymetini anlamış, küçük dünyasındaki büyük duygusal değişimlerle olgunlaşmıştı. Yaşadıklarım bu filme farklı bir boyut kazandırdı. Profesör Parker ve Hachiko arasındaki bağı Dostla aramdaki ilişkiyle bağdaştırdığım için bu kadar etkilendim bu filmden belki de. Hachiko’nun ait olduğu tür olan Akitalar insanlar ve köpekler arasındaki dostluğu başlatmıştır ve filmi etkileyici kılan nedenlerden biri de buydu benim için. Ama keşke insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişki filmde anlatıldığı ölçüde çıkarsızca olsa. Bu kadar özel bir dostluğu bana hediye eden canlıya ve türüne yapılan haksızlıklardan bahsetmek isterim biraz da. İnsan ırkı zamanla bir sistem yaratmış ve bu sistemin kölesi olmuş, hırslarına yenik düşüp duygularını bastırmak zorunda kalmıştır ve bu bastırılan duygularını kendinden güçsüz gördüğü diğer canlılar üzerinde uygulamıştır. Köpeklerin bunun kurbanı olması insanların o samimi ilişkiye tanık olmadıklarının göstergesidir bir nevi. İnsan, sistemin kendinden istediklerini sorgulamadan vermeye o kadar alışmış ki güçlerinin yettiği diğer canlılardan örneğin köpeklerden de aynısını bekliyor. Yaptığımız işlerin karşılığında maaş aldığımız küçük ve sevgisiz dünyamızı onlarınkiyle karıştırmamalıyız. Onun getirdiği top karşılığında onu ödüllendirmek yerine bunu aranızdaki özel bağın yaptırmasını beklemelisiniz. Filmde de Profesör Parker’ın arkadaşının dediği gibi ‘İnsanı memnun etmek için uğraşmaz, rüşvetle satın alınamazlar.’ Hachiko’nun da o topu profesöre öleceği gün de getirmesi bunu çok özel bir nedenden dolayı yaptığının en büyük göstergesidir. Daha fazla kanıta ihtiyacı var mıydı ki insanoğlunun onlarla ne kadar değerli dostluklar kurabileceğini fark edebilmesi için? İnsanoğlu bencilliğini bir kenara bırakıp ‘ İnsan yaratılmışların en üstünüdür.’ söylemine bir son verip kendinden daha saf duygular taşıyan canlıların dostluğuna kıymet vermeli ve bu dostluğa ihanet etmemelidir. Yoksa bu dünyayı anlamlandıran bir ide olan dostluğun tadına asla varamayacaktır ve bu insanoğlu için en büyük kayıp olacaktır. Bu duyguları tatmış biri olarak her ne kadar hikâyemin sonu kötü bitse de kendime tekrar bir DOST edinmek isterim ve şunu açıkça söyleyebilirim ki hırslarınızdan arınmak, nefes aldığınızı hissetmek ve gerçekten bu dünyayı yaşamak istiyorsanız harekete geçmelisiniz. Meryem ERKOÇ Ata Alp Gündoğdu Büyüyen Kar Topu Ne ilginçtir ki, hayatımızda başımıza gelen en ufak kıvılcım, geleceğimizi, ileride olacağımız kişiyi kökünden değiştirmeye yetiyor da artıyor bile. Kısacası domino etkisi ile tek bir karar şekillendiriyor bütün geleceğimizi. Kelebek etkisini ilk duyduğumda anlamamıştım ne anlama geldiğini, çok saçma gelmişti çünkü bir kararımın veya bazen başıma gelen ufak bir kazanın, nasıl bütün hayatımı etkileyeceğini anlayamamıştım. Kelebek etkisini anlamama çok ilginç bir şekilde bir oyun yardım etti. Until Dawn adında mükemmel bir oyun. Oyun, aldığınız en ufak kararların bile yaşamanıza nasıl yardım ettiğini çok güzel bir şekilde anlatmış. Oyunun amacı karakterleri kötülerden kurtarmak ve bir kahraman olmaktı. Ben oyunu oynarken, aldığım bazı yanlış kararlar yüzünden her karakteri kurtarmayı başaramadım. Sonra Youtube’ da oyun ile ilgili öğretici videolar izledim ve böylece herkesin kurtulabildiğini gördüm. İşte bundan sonra kelebek etkisini daha iyi anlamaya ve hayatımın bir parçası hâline getirmeye başladım. Hayatım aldığım en küçük karar, hatta bu yazıyı yazmak bile benim geleceğimi değiştirmeme sebep oluyor olabilirdi. Hem de tam şu anda... Çünkü böyle birşeydi kelebek etkisi... Öyle bir etkisi vardı ki insan üzerinde, üstüne düşünmeye başladığınızda alıyor götürüyordu sizi. Anılarda boğuluyordunuz. Attığınız her bir adım bu düşünce girdabına, deliliğe bir tık daha yaklaştırıyordu sizi. Düşünsenize hayatınızda hemen hemen her olayda sonsuz parametre ve olasılık oluyor bir şey yapmak için, ama siz birini seçiyorsunuz ve tüm hayatınız ona göre şekilleniyor. Dolayısıyla, asla öğrenemiyoruz diğer yolu seçseydik ne olacağını. İşte tam burada da devreye keşkeler giriyor. Biz seçtiğimiz kararlar sonucunda mutlu olmadığımız zaman keşkeye başvurarak diğer yolu seçmeyi diliyoruz ama artık iş işten geçmiş oluyoruz ve o keşke de hayatımızı etkileyecek kelebek etkisinin içine giriyor. O keşkeler işte esas onlar en büyük kelebek etkileri, insanı güçsüz kılan, yolundan mutsuz eden kısacı hayatı zindan eden etkiler onlar. İşte o yüzden ben hiçbir zaman keşke dememeye özen gösteririm, seçtiğim kararla barışık ve aldığım kararın sorumluluklarını kabul edebilecek kadar güçlü olamaya... Kafamı kurcalayan başka bir soru ise, kader kavramının varlığı ve hayatlarımız üzerindeki etkisidir aslında. Gerçekten yazılı bir düzen var mı? İşte bu soru da dini sorgulamama neden oluyor. Eğer seçimler bize aitse, biz belirliyorsak geleceğimizi, biz şekillendiriyorsak hayatımızı, görevi nedir yaratanın bu hikâyede? Benim fikrimi soracak olursanız kader diye bir şey yoktur. Eğer kader diye bir şey olsaydı ve bunu biri belirliyor olsaydı, önümüze sunulan ve kelebek etkisini yaratan seçenekler anlamını yitirirdi. Eğer böyle bir şey varsa ve bize seçme hakkı sunuluyormuş gibi gözüküyorsa ama biz seçmiyorsak, yani seçilen yola biz karar vermişiz süsü veriliyorsa yaratan tarafından, bu onu ne kadar iyi biri yapar? Bu insanı kandırmak olmaz mı? İşte tam da bu sebepten, Tanrı’nın bizi kandıran bir varlık olduğuna inanmaktansa kadere inanmamayı seçiyorum ve seçimlerimi kendimin yaptığına inanıyorum. Yoksa şu an bu düşüncelerin kafamdan geçişi bile çoktan yazılmış bir kurgu mu aslında? Çoktan inandırılmış mıydım zaten kaderin yokluğuna? Bu paradoksun içinden çıkılamaz sanırım bu yüzden kadere inanmamamı sağlayan bir başka nedeni paylaşmak isterim. Eğer kader diye bir şey varsa eğer sonumuz yani ne olacağımız belliyse bunca insan neden bir şeyler başarmak için çabalıyor, okuyor. Kaderin insanı tembelleştirdiğine inananlardanım. İnsan bir şeyi istiyorsa onun için uğraşmalı ve elinden geleni yapmalı. Doğru kararları verip geleceğine kendi kararlarıyla yön vermeli. Ben kaderime göz yumdum diyen adam korkaktır. Hayatta asla hiçbir şey olamaz, çünkü zihinsel olarak zaten dünyamızda yenilmiştir çoktan. Kadere inanmayın kaderinizi kendiniz belirleyin ki hayatınız istediğiniz gibi olsun. İşte yine bir yazının daha sonuna geliyorum ve yazdığım sözcükler, cümleler hayatımı etkiliyor. Kelebek etkisi. Amerika’da kıtasındaki bir kelebeğin kanat çırpışı, Japonya'da bir tsunami yaratabiliyor ve yaratacak da. Şu an asla bilemeyiz ama bu yazıyı yazmam bile benim geleceğimi şekillendiren ve büyük bir deprem yaratacak küçük bir kıvılcım. Umarım güzel bir kıvılcım olur çünkü ne olursa olsun asla keşke demeyeceğim. Tembelliğin İkonu: Oblomov Toplum arasında da kalıplaşmış "Oblomovluk" teriminin çıkış noktası olan Gonçarov'un ünlü eseri Oblomov , aslında hepimizin içinde yatan tembelliği kitapla buluşturmamıza olanak sağlıyor. Okurken eminim ki herkesin içinden bir parça bulabileceği bu eser, Gonçarov'un en ünlü eseri olmasına rağmen yazarın söylemine göre 1 ayda tamamlanmış ancak yaşadığı süre boyunca içinde bu eseri oluşturmuş. Eserdeki Oblomov karakteri, tembelliğiyle bilinmiş olsa da tüm hayatının akışını değiştirecek kalbine düşen bir ateş parçası onu tembelliğinden sıyırmaya ve hayatında ilk kez aşka inandırmaya yetiyor. Peki siz, tüm hayatınızı değiştirebilecek, benliğinizi unutturacak kadar çarpıldığınız ve kendinizden çok onun iyiliğini düşüneceğiniz biriyle karşılaşabileceğinize inanıyor musunuz? Hem de hayatınızdan ümidi kesmişken... Rus edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Oblomov, (cid:92)(cid:68)(cid:93)(cid:213)(cid:79)(cid:71)(cid:213)(cid:247)(cid:213)(cid:3)(cid:71)(cid:124)(cid:81)(cid:72)(cid:80)(cid:71)(cid:72)(cid:78)(cid:76)(cid:3)(cid:53)(cid:88)(cid:86)(cid:92)(cid:68)(cid:10)(cid:81)(cid:213)(cid:81)(cid:3)(cid:71)(cid:88)(cid:85)(cid:88)(cid:80)(cid:88)(cid:81)(cid:88)(cid:81)(cid:3) (cid:69)(cid:76)(cid:85)(cid:3)(cid:78)(cid:68)(cid:85)(cid:68)(cid:78)(cid:87)(cid:72)(cid:85)(cid:3)(cid:129)(cid:93)(cid:72)(cid:85)(cid:76)(cid:81)(cid:71)(cid:72)(cid:81)(cid:3)(cid:68)(cid:81)(cid:79)(cid:68)(cid:87)(cid:80)(cid:68)(cid:86)(cid:213)(cid:92)(cid:79)(cid:68)(cid:3)(cid:68)(cid:92)(cid:81)(cid:213)(cid:3)(cid:93)(cid:68)(cid:80)(cid:68)(cid:81)(cid:71)(cid:68)(cid:3)(cid:71)(cid:124)(cid:81)(cid:72)(cid:80)(cid:86)(cid:72)(cid:79)(cid:3)(cid:69)(cid:76)(cid:85)(cid:3)(cid:85)(cid:82)(cid:80)(cid:68)(cid:81)(cid:71)(cid:213)(cid:85)(cid:17)(cid:3)1850'li yılların Rusya'sının feodal düzenden burjuvaziye geçişi(cid:3)ve bu geçişe ayak uyduramayan Oblomov üzerinden (cid:71)(cid:72)(cid:3)Rus halkı kitapta ele alınmıştır. Oblomov'un evrensel mi yoksa doğuyu mu temsil eden bir karakter olduğu hala bir tartışma konusu olsa da şahsi fikrim dönem anlatan bir roman olmasına rağmen evrensel bir karakter olduğunu 'Oblomovluk' teriminin bu günlere kadar gelmesinden açıkça anlayabiliriz. Kitap, tembellik kelimesinin hat safhasında olan Oblomov'un günlerinin monotonluğunu anlatarak geçiyor ve kitapta en çok ismini duyduğumuz diğer bir karakter de Oblomov'un tezat karakterine sahip olan hizmetçisi Zahar. Eserden anlaşıldığı üzere Oblomov, ailesinin onu fazla rahat bir şekilde büyütmesinin sonuçlarını çeken bir karakter olarak doğmuş. Belli ki ailesinden kalan tek mirası da tembelliği. Tembellik ve uyuşukluğunun etkisi altında hayatını sürdürürken birden hasepta olmayan aşkı Olga ile yüzleşmesi kitaptaki onca tembelliğin üstüne bir heyecan serpiştiriyor. Kitabın en etkileyici kısmı olan Oblomov'un Olga'ya olan mektubu ise benim için kitabı yüceltmeye yetti. Okuyucuların yine bir ruhsal çözümlemeyle karşılaşıp romanda kendini bulması kaçınılmaz bir durum hele ki bir de aşk işin içine girdiyse. Ailesinin ölümünden sonra hayatın sunduklarına kayıtsız kalan ve tüm kapılarını kapatan bu denli ümitsiz vaka bir adamı hayata döndürebilecek belki de tek güç, aşk. Hayat da böyle değil midir zaten? Herkes düştüğü derin kuyunun ucunda kendine uzanacak bir el bekler hayata tutunabilmek için, yaşama amacını hatırlamak için, körelen duygularımızı yeniden yaşatabilmek için. O kuyunun içinden çekip alacak kişi karşımıza çıkınca da bir daha bırakmamak üzere tutunuruz. Oblomov'un aşkına karşılık bulamaması onu yaralasa da, onun sayesinde bir süreliğine de olsa hayata döndüğü için minnettar olması, gözüken kişiliğinin altındaki vefakar insanı ortaya çıkarmaya yetiyor. Ancak o uzanan ele bile tutunmaya üşenmesi aşk hikayesini yarıda bırakıyor. Bu aşk hikayesinin sonu okuyucuları genel olarak tatmin etmeyerek bitse de okurken tam Oblomov'luk bir hareket dedirtiyor. Aşkına karşılık aramasından evvel karşısındaki insanı da kendi kuyusuna düşürmekten korktuğu için vazgeçtiği bir aşk hikayesi “Ben uykulu ve uyuşuk huzura alışmışım; fırtınalara tahammülüm yok” diyerek aşkına veda edip kendi alıştığı hayatına geri dönmesiyle sona eriyor. Okurken her an kendimizen bir parça bulabileceğimiz birçok duygusal anlara yer veriliyor romanda. Ancak, Oblomov'u gerçekten anlayan bir kimse bu durumun, kendimizi Oblomov'a benzettiğimizden değil, Oblomovluğu anladığımızdan kaynaklandığını algılayabiliyor. Kitaptaki tembelliğin doruk noktasında olmasından dolayı okurken insanı mayıştırması kitabı geç bitirmeme vesile olsa da herkesin zevk alabileceğini düşünüyorum. Bazı okuyucuların kitapla ilgili olumsuz yorumu olmasının da bundan kaynaklandığını düşünüyorum çünkü başkarakteri anlamayan biri için bir karakterin baştan sona monoton hayatını anlatan sıkıcı bir roman gibi gelebilir ancak karakterin analizini yaparak kitabı okuma sürecini kendi içinizde keyifli bir hale getirdiğiniz sürece eminim ki size iz bırakacak bir roman olacaktır. Başak Gaye Akar file:///C/Users/NH/Desktop/milano.txt[4.10.2016 22:26:17] EZGİ YASDUR 21301717 TURK 102/26 22.10.2014 ÇÜNKÜ BİR ERKEK BİR KADININ NEFESİ KADAR… Bir kadın olarak geldiğim bu dünyadan hemcinslerim adına yazıyorum bu yazıyı… Bu yaşıma kadar erkek cinsinin üstün özellikleri ile ilgili sayısız hikâye duydum, kitap okudum ya da birçok insanın fikrini dinledim. Erkek kahramandı, erkek devrim yaptı, erkek iyileştirdi, erkek savundu, erkek egemendi, erkek üstündü, erkek güçlüydü, erkek hep doğruydu, erkek hep cesurdu, hiç korkmazdı… Ve erkek, ülkemde bir ayın her gününde bir kadın cinayeti işledi. Peki ya kadın? Kadın neler yapabilir, bir erkeğin hep el üstünde tutulmasını istediği o egosu altında? Kadın destekler, kadın tamir eder, kadın kırıklarını süpürür gönlünün, kadın ehlileştirir, kadın kahkahalar savurur, kadın efsunlar, kadın düğümlere üfler… Tek nefeste kadın baharı getirir, kaderi baştan yazar. Ümmü Gülsüm’ün şarkıları mı kaybettirdi Mısır’a Altı Gün Savaşı’nı? Asmahan’ın gözleri miydi bir adamı kolsuz kanatsız bırakan kanlı bir savaşın ortasında? Her tarih, başka topraklar üzerinde, başka anneler başka çocuklar başka babalar ile aynı acıları anlatır. Acımasızlıkla, hoyratlıkla, vahşetle, zulüm ile bezenmiş o acıları… İnsanın insana zulmü ile… İşte tam da burada erkek girer devreye. Acının keskin kokusu havayı sarmış, buruk tadı damakları yakmış ve kıvılcımları yürekleri dağlamışken. Kadınlar en soğuk ayazda sofrasını sıcacık güneş ile bezerken, şifalı elleri ile yaraları sararken, arzu ile beklenen kahkahalarını savururken, güzelliği ile değil yüreği ile aydınlatır iken, erkek savaşır, erkek korur, erkek kurtarır. Hakiki devrimi erkek yapar ama hep erkek yapar. “Devrimden sonra herkes devrimci oldu. Meğer millet ne kahramanmış da haberimiz yokmuş! Bir avuç insandık biz, şimdi bakıyorum da meydanları dolduruyor devrimciler. Ben EZGİ YASDUR 21301717 TURK 102/26 22.10.2014 de bekledim ki, sabrettim ki… Babama söyleyemeden öldü. O içime oturuyor. Yazmadım, yüzüne söyleyeyim dedim. Yüzüne yüzüne yani. Yani senin o kızın diyeyim, senin o dansöz, o aşufte kızın bu devrimi yaptı…” (Temelkuran, s:196) Ece Temelkuran’ da kadın düğümlere üfledi şimdi, tek nefeste sert ve keskin… Kim olduğu önemli değildir. Adına ister Meryem de ister Amirra ister bir başkası. Kadın hep aynı yüreği taşır, kılık değiştirir. Yalnız, üzgün, sevgisiz ve yaralı kadın huzur için, özgürlük için, bahar için üfler düğümlere. Keskin, sert ve tek nefeste… Dünyayı saran çiçekli baharlar, mis kokular, şarkılar ve aşklar altında erkek yine şiddetle, bu kez daha da nefretle, zulüm ile korku ile çiçekli baharları kara kışlara çevirir, iklimi değiştirir. Kadın tek nefeste, daha keskin, daha sert üfler düğümlere bu kez. İşte o zaman görür erkek, kalbi kırık bir kadının yapabileceklerini. Anlar yerkürenin erkek yüzü nefesin kıymetini… Belki kırılmaz ondan sonra kadın kalpleri, belki o gözlerden yaşlar değil pırıltılar dökülür, hıçkırıklar değil kahkahalar yankılanır duvarlarda… Aynalardaki yüzler yara bere içinde değil güller içinde yansır. O yüzlere sevgi ile bakılsın, o kalplere aşk saçılsın ve o nefese iyi bakılsın. Bir kadın asil sevilsin. Çünkü bilinsin ki bir nefes yeter! Çünkü bilinsin ki hayat nefesin yettiği kadar… Çünkü bir erkek bir kadının nefesi kadar… Ece Temelkuran tanıştırıyor: Ortadoğu’nun güçlü kadınları, Meryem, Sayda, Amirra, Madam Lila, Dido, Sibel, El Kahina, Hinan, Tint, Tanit, Ümmü Gülsüm, Asmahan, Fatima… Mısır’ın, Fas’ın, Libya’nın, Tunus’un yürekli kadınları… Daha niceleri… Avrupa’nın, Asya’nın ve tüm dünyanın kadınları… Çok güzelsiniz, iyi ki varsınız… Hemcinsimize güç olan, yürek verenlerdensiniz… Hepimize nefessiniz… BİZ SENİN SESİNİ DUYDUK MERAK ETME GRAMOFON Eskişehir’in en merkezi yerlerinden birinde sadece araba park yeri olarak kullanılan koca on bin metre karelik alan… Yarısı boş olan bu alanda, kullanılmayan binaların varlığını hiç sorgulamadan her gün bunun yanından geçip giden insanlar… Okulun ilk günü bize Eskişehir’deki eski otogar projesi verildiğinde ne yalan söyleyeyim pek ilgimi çekmemişti ve hatta içimden koca bir of çekip yeni dönemimin nasıl geçeceği hakkında karamsar düşüncelere kapılmaya başlamıştım. Tabii ki Eskişehir’e gidene kadar orası hakkında araştırmalar yapıp durduk. Açıkçası bu araştırmalar sonunda projemizi daha iyi tanıyıp ve anlayıp projeye karşı biraz daha sempatiyle yaklaşacağımı düşünmüştüm tıpkı ilk başta önyargıyla yaklaşılan fakat sonra en yakın arkadaşın olan insana hissedilen duygular gibi. Maalesef ki bu sürecin sonunda hislerimde pek de değişiklik olmamıştı. Evet, bu yer hala ilgimi çekmiyordu ve yapmak zorunda olduğum proje için heyecan duymamak beni korkutmaya başlamıştı. Eskişehir’e gittikten sonra projem için bu kadar heyecanlanabileceğimi bilsem gezi tarihini beklemeden otobüse atlayıp tek başıma giderdim oraya. Peki düşüncelerimi değiştirecek ne gördüm diye soruyorum kendime. Sevimsiz, camları kırılmış sıvaları çıkmış rahatsızlık veren bina yığınları. Benim gibi bulunduğu mekandan hemen etkilenen, bir anda çok huzurlu veya çok mutsuz hissedebilen takıntılı bir insan için aslında hiç de heyecan verici bir şey olmaması gerek bu dökülmüş bina yığınlarının. Zaten gitmeden önceki araştırmalarımda bunu gördüğüm için karamsarlığa kapılmıştım; ama uydu görüntüleri, haritalar, internetteki bilgiler ne kadar anlatabilir ki bir yeri? Gidip görmek, o yeri yaşamak ve özellikle orayı hissetmek çok farklıymış. İşte maalesef bu devreden sonra teknolojinin yardımlarını göremiyoruz; çünkü o bize bir şehri şehir yapan varlığı göstermekte yetersiz kalıyor: o yerde yaşayan insanları. Beni de projenin derinden etkileyen, heyecanlandıran kısmı tam olarak da burasıydı. Oradaki insanları izlemek, incelemek yani o şehirde onlarla beraber yaşamak benim bütün düşüncelerimi değiştirmişti. İlk gördüğümde beni çok mutsuz eden arazi sadece bir saat gibi kısa bir sürenin sonunda beni çok heyecanlandırmayı başarmıştı. Eskişehir’in halkıyla beraber orada bir saat yaşayarak oradaki insanlarla bizim bina yığınları arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyordum. Her gün binlerce insan geçiyor o koca alanın yanından; fakat birisi bile kafasını kaldırıp bakmıyor burada ne varmış diye. Öyle güzel bir konumu var ki, eğer bu binalar olmasa halkın her gün kullandığı yol kısalacak çünkü; bu yerin etrafından dolaşmak zorunda kalmayacaklar. Fazla yürüdükleri mesafelere rağmen bir kişi bile şikayetçi değil. Şikayetçi olmak da ne, kimse orada bir yapı olduğundan haberdar bile değil. Eskiden Eskişehir’in en canlı olan, her gün yüzlerce insanın geldiği bir yer nasıl olabilir de yıllar içinde bu kadar unutulmuş bir yer haline gelebilir anlam veremiyorum. Zamanında sevenler birbirine orada kavuşmuş, aileler çocuklarından orada ayrılmışlar çocukları başka şehre okumaya giderken. Zamanında bu kadar yoğun duyguların yaşandığı yer, Eskişehir’in eski otogarının bulunduğu yer, bu kadar kısa süre içinde unutulmamalı. Orası Eskişehir’in bozulmuş ve unutulmaya mahkum kalan, artık müzik çalmayan gramofonu. Yıllar önce en temiz müziği çıkaran bir aletken artık evin bir köşesinde paslanmış bir halde yatıyor. Çırpınıyor, birisi onu fark etsin diye; çırpınıyor birisi onu tamir etsin diye, eskisi gibi tertemiz bir sesle güzel müzikler çalabilsin diye. Her gün yanından pazardan gelen teyzeler, okula giden çocuklar, işe giden adamlar geçiyor ama hiçbirisi duymuyor bu yardım çağrılarını. Hatta duymamakla beraber gözlerinin önünde durduğu halde görmüyorlar bile! O yokmuş gibi hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Biz senin sesini duyduk merak etme gramofon. Seni, elinden tutup kaldırmaya geldik. Öyle bir kalkış olacak ki bu, eskisinden çok daha gür çıkacak sesin. Seni görmeyen ve duymayan insanlar nasıl fark edememişiz diyerek hayret içinde sana bakıp her gün senin müziğini dinlemeye gelecekler ve dibinden ayrılmayacaklar. Ben Eskişehir’in unutulmuş ve insanların görmeden yanından geçip gittiği eski otogara karşı karamsarlıkla bakarken artık çok yoğun duygular besliyorum. Orasının elinden tuttum, benim oldu, benim sorumluluğumda ve her gün binlerce insanla dolup taşana kadar bırakmayacağım elini. Sadece bu eskiyen yerin mimarı değil aynı zamanda kahramanı olacağım. Ben senin sesini duydum, hislerini anladım merak etme gramofon. Elif Gamze Dedeler Aslıhan Demirel 21301263 Serbest Yazı Hayal Şehri Okuduğum romanda,Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı, İstanbul’da geçen bir aşk hikayesi anlatılıyor ve bundan yola çıkarak kendi İstanbul’umu yazmak istedim. İstanbul… Taşı toprağı altın denilen şehir. Yıllar boyu tüm dünya ona ulaşmak ve oraya sahip olmak için savaştı ve hâlâ da İstanbul dünyanın en gözde şehirlerinden bir tanesi. Gün içinde milyonlarca insan İstanbul’a geliyor ve İstanbul’dan gidiyor. Şehrin içinde bile pek çok insan oradan oraya yolculuk hâlinde. Orada yaşayan insanlar genelde hızlı yaşamaya alışmış yorgun ve sürekli hareket hâlinde gibi görünüyorlar İstanbul dışından bakıldığında. Geçen haftalarda İstanbul’a seyahat ettim ailemle ve düşündüm bizler, yani İstanbul’da bulunan insanlar gün içinde bin bir türlü farklı ruh hâline bürünürken; acaba İstanbul neler hissediyordu dedim.Geçen hafta yaşadıklarım belki çok küçük ama bana göre çok derin duygulardı. Ben her şehrin bir ruhunun olduğuna ve bunun orada yaşayanlara yansıdığına inanırım. Örneğin, Ankara insanı genellikle daha düzenli ve sakin bir yaşam sürerken İstanbullular da genelde daha gergin ve plansız yaşıyorlar. Bu nedenle, bana göre orada bulunduğum tarihteki gözlemlediğim İstanbul’u anlatmaya çalışacağım. Sonbahar, Teoman’ın da dediği gibi çok güzel İstanbul’da. Kimi zaman güneş açıyor şehir, kimi zamansa yağmurlu ama ne çok soğuk ne de çok sıcak. Bana göre yılın en güzel dönemidir sonbahar ve İstanbul hep içten içe çok sevdiğim ama bunu ona söyleyemediğim birisi gibidir. İstanbul hep ağrısı olan bir insan gibi sanki ama asla yaşlı değil, genç. İstanbul yüzölçümü olarak çok büyük olmamasına rağmen hemen her noktasında yaşam olan bir şehir. Bu nedenle diğer şehirlerimizden ayrılıyor. Milyonlarca insan bu şehirde nefes alıyor fakat yıllarca Boğaz’ı görmeyen yani ondan çok uzakta yaşayan İstanbullular da var. Bu kısım, İstanbul’un çalışan ve yorulan hep ağrıyan sırtı sanki. Arada bir o ağrı geçer fakat en ufak ani bir harekette kendini hatırlatır. İstanbul’da Boğaz’da yaşayanlar ise eğer onu bir kadın olarak hayal edersek, İstanbul’un güzel makyajlı ve bakımlı yüzüdür. Onu uzaktan gören herkes cazibesine aldanır ondan etkilenir ve ona sahip olmak ister, imrenir. Gerçekler ise çok daha farklı tabii ki. İstanbul da bunun farkında, kendi içinde sürekli gelgitler yaşarken o güzel yüzünü de asla yaşlandırmaması gerektiğini biliyor. Kimseye bunlardan asla bahsetmez. İstanbul’un sırt ağrısından başka sıkıntıları da var tabii ki. Nefes alamıyor İstanbul. Akciğerleri her geçen gün daha da kötüleşiyor. O siyahlığı hissediyor ciğerlerindeki. Yine de devam ediyor o sızıyı görmezden gelerek aynı hayatına. Belki de artık çok geç diye geçiriyor içinden, çok geç artık bu yaşamı değiştirmek. Öte yandan her gün yeni bilgiler ediniyor İstanbul pek çok sosyal ve kültürel etkinliğe ev sahipliği yaparken. Müzeleri, sergileri, konferansları çok başka diğer şehirlerden. Bunu biliyor İstanbul ve ondan öğrenmek isteyene de çok güzel bilgiler öğretiyor yani bir yandan eğitimci de. Güzelliğine ve cazibesine bunları da katıyor İstanbul. İstanbul karışık, belki de manik depresif. Aklı gidiyor bazen, bıktırıyor herkesi. Yalnız kalmak istiyor, kimseye kapısını açmıyor, soğusunlar istiyor ondan. Bazen de kıpır kıpır, canlı ve çok cezbedici. Kendini ona kaptırsınlar istiyor, çekiyor içine tüm iyilikleri ve kötülükleri. İstanbul kaprisli, onun istediği gibi davranmayanı çok zor durumda bırakıyor. Mesela, karşıya geçmenin bile bir saati var İstanbul’da. Eğer o çok yoğun saatlerde geçmeye çalışırsan hırpalar İstanbul, tekrardan soğutur kendinden. Daha sayılsa ne çok ağrısı ve ne çok güzelliği var İstanbul’un… ancak bunlar benim o kısa ziyaretimde hissedebildiklerim. Yani kısaca bana göre İstanbul… Her ne olursa olsun, İstanbul ona ayak uydurulabilirse dünyanın en güzel şehirlerinden birisi, ona aşık olmamak elde değil. Fatih Özgür ARDIÇ Hapishane Çocukları Sizce hapiste yaşamak zor mudur? Birkaç parmaklığın arasından dışarıya bakıp orada yaşadığınızı hayal etmek gerçekten zor olmalı. Sanırım bu yüzden yasalara uymayan insanları gönderdiğimiz yerlerde bu ortamla karşılaşıyoruz. Onları sadece düzgün, yasalara uyan bir toplumdan dışlamak değil de onlara neleri kaybettiklerini, tekrar yaşayabilecekleri hayatı göstermek için. Yasalara uymayan kişiler için gayet normal ve güzel bir ceza gibi görünüyor. Peki ya bu hayatı son derece masum insanların da yaşadığını söylersem nasıl hissedersiniz? Belki birkaç demir parmaklığın arkasında değil bu hayatlar fakat ebeveynlerinin sıcak ve huzurlu parmaklarındaki çocuklardan bahsediyorum. Bu demir parmakların ardındaki bir çocukla başlıyor filmimiz. Neil, filmin başrolündeki tiyatro düşkünü lise öğrencisi, babasının zorlaması yüzünden gittiği okulda tiyatro kulübüne yazılıyor ve babasının da bunu öğrenmesiyle hikâyenin sonu kendini elinde tuttuğu silahın namlusunun ucunda bulmasıyla bitiyor. Burada kendimize sormamız gereken soru ‘neden’. İnsan neden bu kadar küçük bir şey yüzünden kendi canına kıyabiliyor? Bence bunu anlamanın en iyi yolu ise hapishanedeki insanları incelemekten geçiyor. Hapishanede o parmakların arasında gördüğünüz hayatı yaşamak istiyorsunuz ve bir süreniz var. Biliyorsunuz ki bir şansınız daha var. Ama o parmaklıklardan kaçış olmadığınızı fark ettiğinizde yapılabilecek fazla bir şey yok. Ya hayatınızı(!) başkalarının yönlendirmeleriyle yaşamayı kabul edeceksiniz ya da o başkaldırıp hapishanenizi yok edeceksiniz. Fakat bu hapishane ebeveynlerinizin sevgisiyle, korumacılığıyla dikilmiş. Bu hapishaneyi yok edebilir misiniz? Eğer bunu da yapamıyorsanız bilinmeyene, ölüme, gitmek çok da mantıksız gelmiyor çünkü bence insanın bir kaçamak noktası olmalı. Bu nokta bir hobi olabilir, bir yer hatta bir kişi bile olabilir. Önemli olan şey bu noktalarda kendini hayatın sorunlarından, hatta canınızı sıkan her şeyinden soyutlayabilmek. O anda biraz bile olsa kendinizi mutlu edip hayat enerjinizi tazelemeniz gerekiyor. Bir gemi suda ilerlemek için yapılmış olabilir fakat bazen limanlarda durup onarılması gerekir. Onu sevdiğimiz, iyi zaman geçirdiğimiz hatta isim koyduğumuz gemimizin bu kadar darbeye maruz kalmasına izin vermek pek de mantıklı gelmiyor bana. Tabii ki geminin darbelere karşı sağlam olması gerekiyor fakat bu demek değil ki bakıma ihtiyacı olmuyor. Aslında bu günümüzde oldukça büyük bir sorun gibi gözüküyor. Ailelerimiz onların çektiği zorlukları çekmeyelim diye kendilerine göre bir çözüm buluyor ve bu çözüm de zorluğu daha öncesinden çekmek anlamına geliyor fakat bu sorunları bir denge içerisinde çözmek çok daha iyi bir çözüm olmaz mıydı? Hem hayatta başarılı olup hem de mutlu ve huzurlu bir yaşama sahip olmak çok daha iyi gözüküyor ve oldukça da mümkün. Sonuçta başarılı olmak içinde tek bir anlam içermiyor. Doktor ya da mühendis olmak ve hayatını düzene sokmak başarılı olmak demek değil. Bir fotoğrafçı ya da bir tiyatro sanatçısı da gayet başarılı olabilir. Bizim başarımızı belirleyen etken ne kadar para kazandığımız değil, yaptığımız şeylerden memnun olmak. Zaten kendi durumumuzdan memnun olamıyorsak ortaya çıkartacağımız ürünün de iyi olamayacağı düşüncesindeyim. Bu dünyaya verdiğimiz en iyi ürünler ise gelecek nesiller değil midir? Çocuklar ebeveynlerinin yansımasıdır diye eski bir söz vardır fakat bu çocuklarınızın sizinle aynı şeylere ilgi duyacakları ya da sizin seçimlerinizin onların da seçimleri olması gerektiği anlamına gelmiyor. Öğüt vermek ya da yaşanılan anılarınızı, pişmanlıklarınızı anlatmakta bir zarar yok fakat insan kendi kişiliğini oluşturur. Birinden siz olmasını bekleyemezsiniz. Bu şekilde ne siz ne de çocuğunuz özel olur. O zaman son sorum, masum çocukları hapse koymanın mantığı ne? EN GÜZEL YALAN: HAKİKAT Biz insanlar neden gerçeklerden kaçarız? Neden kendimizi yalanlara inandırmaya çalışırız? Hatta neden bu yalanlara inanıp ona göre davranırız? Bana kalırsa dünya üzerinde bu ilginç davranışları yapan tek tür insanlardır. Çünkü her canlı hakikati bilir, görür ve ona uygun yaşar. Ancak sadece insanlarda bunu değiştirmeye çalışan bir akıl ve bilinç vardır. Madem dünya üzerinde mutlak bir gerçeklik var, neden onu değiştirmeye, ondan kaçmaya uğraşıyoruz? Kim bilir, belki işimize böyle geliyor belki de gerçekler canımızı acıtacak. Sebebi ne olursa olsun insanoğlunun içinde hakikatten kaçma içgüdüsü her zaman var olmuştur ve var olacaktır. Geçen hafta elime geçen Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu adlı kitabı tam da bunu anlatıyor. Kitapta Bayan Ming kendini on tane çocuğu olduğuna inandırmış ve bunu öyle iyi yapmış ki onun hikayesini dinleyen adam bunun yalan olduğunu anlasa bile onu zevkle dinlemeye devam ediyor. Bu kısa ama sürükleyici kitap beni içinde bulunduğum dünyayı ve insanların davranışlarını sorgulamaya itti. Ve gördüm ki aslında hepimiz içinde bulunduğumuz gerçeklerden kaçmaya çalışıyoruz. Kimi zaman gerçekler hayal kırıklığı yaratıyor, kimi zaman yüzümüze tokat gibi çarpıyor, kimi zaman da bizi bir değişime zorluyor diye onlarla yüzleşmek istemiyoruz. Günlük hayatımızda sınavdan aldığımız nottan sahip olduğumuz eşyalara kadar her konuda gerçekten kaçma, onu saptırma, çoğunlukla da onu daha güzel bir kalıba sokma eğilimindeyiz. Gerçeği kendimize göre uyarlayınca kulağımıza daha iyi geliyorsa sorun yok diye düşünüyoruz. Ama unuttuğumuz nokta şu ki: Gerçeği kendimize göre şekillendirdiğimizde o artık gerçek olmaktan çıkıyor. Yani bir tür yalan oluyor. Kasti olarak yalan söylemek istemesek de sözleri saptırdığımız için o artık bir “yalan” haline geliyor. Gerçeklerden kaçıp onları değiştirmemizin en büyük nedeni ise eksiklikler ve baskı. Mesela Bayan Ming’in on çocuk hikayesi masum, içten ve saf bir yalan. Bana kalırsa bu yalanı söyleme nedeni Çin’deki tek çocuk yasasının onun içinde yarattığı çok çocuk özlemi. Yüreğindeki bu eksik duyguyu bir yalan uydurup, onunla kapatmaya çalışması. Düşündüm de hepimiz genellikle eksik olduğumuz ya da yoksunluğumuz olan konularda yalan söyleriz. Kendine güveni olmayan insanlar hep “Ben en iyisini bilirim”, “Bu işi en güzel ben yaparım” gibi cümleler kurarlar. Ya da maddi durumu iyi olmayan biri sahip olduklarından, aldıklarından, fiyatlardan bahsedip durur. Yani insanlar eksikliklerini belli etmemek için hatta kendilerini olduklarından çok daha üstün göstermek için hakikatten kaçıp yalana yönelirler. Böylece daha özgüvenli, daha mutlu ve daha huzurlu hissederler. Ama bu iç rahatlığı çok uzun sürmez çünkü içten içe her şeyin yalan olduğunu bilirler. Kendilerini kandırsalar da bir yere kadar dayanabilirler yalanlara. Yani mutlulukları da geçici ve yalan bir mutluluktur. Öte yandan baskı da bizleri yalan söylemeye iten en önemli unsurlardan biridir. Nerede bir toplumsal, aile içi hatta kişinin kendine yaptığı bir baskı, bir kısıtlama ya da bir zorlama varsa orada bir yalan vardır. İnsan kendini korumak için, benliğini kabullendirmek için ya da olduğundan daha iyi gözükmek için gerçeklerden kaçıp, yalana başvurur. Bir nevi bir savunma mekanizması haline gelir yalan söylemek. Baskı dolu ortamlarda yalanlar çoğaldıkça çoğalır, adeta bir virüs gibi ele geçirir kişiyi. Zaman geçtikçe daha çok zarar verir insana ve en sonunda hasta eder. Bunun olmasını istemiyorsak özgür olabileceğimiz, kendimiz olabileceğimiz sağlıklı ortamlarda bulunmalıyız. Her koşulda cesaretimizi toplayıp gerçeklerle yüzleşmeli ve onlarla yaşamayı öğrenmeliyiz. Ancak bu şekilde kendimizle ve hayatla barışık bireyler oluruz. GAMZE NAZ ÖZTAN UMUDUNU KAYBETME Öyle bir kelimedir ki ‘umut’ ona inandığınız sürece imkânsız diye düşündüğünüz her durumun içinde saklanmış olan mümkün olma ihtimalini görmenizi sağlar. Hedefinize ulaşmak için yürüdüğünüz yolda karşınıza çıkan bütün engelleri umudunuzla aşabilirsiniz. Kimse size inanmazken o en büyük destekçinizdir, onun sayesinde ulaşırsınız amacınıza çünkü umudunuz olmadan bir gayeniz de olamaz. Hayat pes etmeniz için önünüze türlü engeller çıkarır fakat umut ettiğiniz sürece üstesinden gelemeyeceğiniz hiçbir engel yoktur. O engelleri birer birer aşmanız için kurulmuş bir köprü gibidir umut. Her seferinde en ufak bir darbede sallansa da tam ‘Başardım!’ derken kopsa da vazgeçemezsiniz ondan. Çünkü bilirsiniz, hayalleriniz o köprüden geçiyordur ve tek çareniz o köprüye tutunmaktır. Henüz küçük bir çocukken öğretmenleri ve ailesi tarafından zihinsel engelli olduğu düşünülen Einstein bundan yıllar sonra fizikte çığır açarak Nobel ödülüne layık görüldü, üretken olmadığı gerekçesiyle işinden atılan Edison 2000 kez deney yapmanın sonucunda ampulü buldu, lisede basketbol takımından atılan ve kariyeri boyunca neredeyse 300 maç kaybeden Michael Jordan dünyanın en iyi basketbol oyuncusu denince akla gelen ilk isimlerden olmayı başardı. Bu insanlar baş koydukları yolda her ne kadar düşseler de denemekten hiçbir zaman vazgeçmediler çünkü umutları vardı, umut ettikleri takdirde hedeflerine zaten ulaşacaklardı. Tıpkı dünyaya geldiğinde umut ışığının varlığını kanıtlayan Hope gibi. Henüz doğduğunda doktorlar bu küçüğün yaşamayacağına karar vermiş, teyzesinin sabrı ve umuduyla yaşama tutunmuştu. Ona bakamayacağını düşünüp onu terk eden annesi ve ondan bir haber olan babası yoktu ama hayatının her evresinde yanında olan teyzesi ve hiç yitirmediği umutları vardı. Belki bir gün olur da karşılaşır diye babasına yazdığı günlükleri, iş bulmak amacıyla farklı yerlere sürüklenmenin getirdiği kariyer sahibi olma dilekleriydi hiç sönmeyen umut ışığı. Umut insanoğlunun varlığıyla anlam kazandı. Umudun olmadığı yerde insanın olmadığı gibi insanın olmadığı yerde de umuttan söz edilemez. Tarihte yaşanan birçok can alıcı olaya dikkat çekerseniz hepsinin üstesinden azmin temeli olan umutla gelindiğine şahit olursunuz. Kazanılan savaşlar ve salgın hastalıklar, vazgeçmemenin, umudunu yitirmemenin en önemli kanıtıdır. Antik Yunan’da Pers ordusunu iki günlük sürekli savaşta durdurmayı başaran 300 Spartalı’dır o kanıtlardan biri, itilaf devletleri ülkenin dört bir yanını sarmışken silah, erzak ve asker yetersizliğine rağmen umutlarını zırhlanıp savaşmış ve topraklarımızı kadın, yaşlı, çocuk demeden geri almış olan insanımızdır, topraklarını sömüren İngiliz devletine karşı Mahatma Gandhi önderliğinde bağımsızlık hareketi başlatan Hindistan’dır. Döneminde ülkeyi karış karış gezip cüzzamı tedavi edip insanları topluma geri kazandıran Türkan Saylan’dır umudun kanıtı, verem mikrobunu bulmak için günlerce çalışıp bir sonuca ulaşamayınca tam ümidini kesecekken Robert Koch’a mikroskoptaki tedaviyi bulduran o küçük ayrıntıdır. Bunlar gibi daha birçok tarihi olayda umut her zaman kırılma noktası rolünde mütevaziliğini koruyarak yer aldı. Umut ettikçe yaşarsınız, daha fazla güvenirsiniz kendinize, özgürlüğü hissedersiniz. İnsanlar sürekli konuşur yapmak istedikleriniz hakkında. Çok azdır ‘Ben sana güveniyorum, başaracaksın’ diyebilen ve genelde Hope gibi şanslı insanlar böyleleriyle karşılaşır. Nereye giderse gitsin Hope’un hep iyi olacağına inanan Morty gibi nadirdir sizden ümidini kesmeyecek insanlar. Diğerleri genelde hep aksini iddia eder, vazgeçirmeye çalışır. Kimi bunu kendine güveni olmadığı için ve diğer insanları da kendisi gibi zannettiği için söyler, kiminin ise mutluluk kaynağı başkasının başarısızlığı ve hüznü olduğu için. İşte o noktada sizin yapmanız gereken umudunuzu giyinip bu insanlara ‘Bakın nasıl da yapıyorum’ cevabını verebilmektir. Tıpkı yaratıcı olmadığı gerekçesiyle editörü tarafından kovulan daha sonra kurduğu şirketlerde de başarısız olan ama yine de pes etmeyen günümüzün en büyük yapım şirketlerinden birinin sahibi olan Walt Disney gibi. Sıradan insanlar büyük umutlarla büyük insanlar oldu, tarih sahnesinin en önemli olayları büyük umutlarla devrim niteliği taşıdı, siz bunu okurken büyük umutlarla tedavi olan bir kadın göğüs kanserini yendi. Sabretmek umut ettikçe güzel, denemek umut ettikçe anlamlı, insan umut ettikçe var. Hedefe giden o zorlu yolda zaman zaman hayal kırıklığı yaşamak, başarısız olmak, ümidini kesmek hepsi umudun varlığını hatırlayıp azmetmek için, siz ona inandığınız sürece o hep orada olacaktır. NİLAY TOKSOY KAYNAK: KİTAP BAUER, JOAN. BURADA UMUT VARDI. EPSİLON YAYINLARI, 2016 Mehmet Bi Turk101- 1 21601702 VAKİT VAKİTTİR Zamana Karşı filmini izlediğim zaman ilk hayran kaldığım nokta insan ömrü ve para kavramlarının nasıl değerlendirildiğiydi. Filmde, günümüzde ihtiyaçlarımızı temin etmemize, hizmet almamıza yarayan ve emek vererek elde ettiğimiz para kavramı insan ömrüyle özdeştirilmiş. Filmdeki dünyaya göre insanlar kollarındaki dijital sisteme bakarak ne kadar ömürleri kaldığını saniyesine kadar görebiliyor. Aynı zamanda insanlar bu süreyi para olarak da kullanabiliyor. Çok yaratıcı gelmesine karşın bu olay, biraz düşününce, günümüz dünyasından çok uzak değil. Günümüzde fakir ve zengin kesimi birbirinden ayıran belli özellikler var. Fakir kesim genelde her gün uyandıklarında belli sabit zorluklarla yüzleşir ve ertesi gün de bu zorluklarla yüzleşmeleri gerektiğini bilir. Zenginler ise gününü gün eder ve yarın kaygısı gütmeden lüks içinde yaşarlar. Günümüzdeki genel zengin-fakir tablosu ne kadar adaletsiz ve üzücü ise, filmdeki dünyada da olay aynı. Zenginlerin kollarında milyonlarca yılı olmasına rağmen sokaklarda fakir insanlar kalan son otuz saniyelerinde sokaktan geçen insanlara “Oğlumla vedalaşmam lazım, lütfen beş dakika verin!” diyecek kadar yokluk içinde bir hayat sürüp gidiyor. Yıllarca her yerde duyduğumuz vakit nakittir sözü tüm bunları düşündükten gayet anlamsız geliyor artık. Vakit dediğimiz şey aslında sadece bir saat, on saat ya da bir haftadan ibaret değil, vakit dediğimiz şey bizim hayatımız. Nakit ise burada sadece parayı ifade ediyor. Bu deyiş ilk bakışta mantıklı gelebilir. Sonuçta bir bakkalın dükkânını sekiz saat açık tuttuğu bir günle on iki saat açık tuttuğu bir günün kazancı normal şartlarda eşit olamaz. Daha uzun süre dükkânının başında olduğu gün daha çok kazanır. Ancak bu bakkal amca para kazanmıyor ki, parayı vaktiyle satın alıyor. Aslında hayatlarımız hep böyleydi. Bir şeyler elde etmek için hep vaktimizden verdik. Eski çağlarda insanlar tarım yaptığı zaman emeklerinin yanında zamanlarını da verdi ve mahsullerini topladı. Günümüzde ise bu iş biraz çığırından çıkmış gibime geliyor. Bizler, genç nesil, hayatlarımızın yirmi beş yılını para kazanmak için harcıyoruz. Mesela ben ve çevrem gençlik yıllarımızın çok büyük bir kısmını üniversite sınavını kazanmak için sarf ettik. Bundan sonrası için planımız ise o parayla hayatımızı güzelleştirmekti. Yani önce hayatımızı para kazanmak için harcıyoruz sonra ise verdiğimiz onca emek ve vakit karşılığında kendimize bol bol vakit ayırabileceğimiz bir gelecek hayal ediyoruz. Oysaki bu yolun başında zaten kendimize ayıracak zamanımız vardı. Filmdeki koşmak kavramının nasıl işlendiği, zaman kavramını daha iyi anlamamı sağladı. Yürüyerek 15 dakikada gidebileceğimiz yere yürümek yerine koşarsak gideceğimiz yere varma süresini kısaltırız. Ancak ne kadar hızlı koşarsak koşalım o mesafeyi kat etmek bir vakit alacak. Yani yapacağımız herhangi bir işten hiçbir zaman kazanamayız. Yapabileceğimiz tek şey onun olabildiğince az vakit almasını sağlamak. Buradan benim çıkarımım işte bu: zaman her zaman akıyor ve bunu engellemenin bir yolu yok. Ben ve arkadaşlarım üniversite sınavına hazırlanırken de, bahsettiğim bakkal amca dükkanının başında daha fazla beklerken de aslında vakit kaybetme ya da vakit kazanma olmuyordu. Bu fedakarlıklar, zamanın gelecekte ne getireceği belli olmadığı için, ne olur ne olmaz diye yapılıyordu. Günümüzde bu örneklere daha çoğunu da ekleyebiliriz. Çünkü zaman herkes için aynı şekilde işliyor ve çoğu zamanını en iyi şekilde kullanmasını gerektiğinin farkında. Tıpkı benim hala vaktim olduğu halde bu ödevi erkenden yapmam gibi. Yaşadığımız dünyada değişmeyen bir gerçek var. Zamanın miktarı önemli değil, önemli olan zaman defteri kapanmadan önce içine neler yazılabildiğidir. Bizim neslimiz her ne kadar bilinçsiz de olsa zamanını geleceği için harcıyor. Bu harcama, aslında tam harcama da değil, kötü yönlü bir şeyden ziyade bir yatırım. Güzel bir gelecek için yatırım. Ancak bu yatırım mevcut günlerimizin tamamına denk değil. Her ne kadar hayatımızın bir kısmını feda etmemiz gerekse de kalan kısım hala bizim. En yoğun günlerim, en çok feda ettiğim günlerim diye adlandırdığım sınav dönemimde bile arkadaşlarımla bilardo oynadığım, Playstation oynamaya gittiğim günler oldukça fazla. O günlerimde bile kendime onca zamanı ayırabildiysem, para ve vaktin çok farklı kavramlar olduğunu söyleyebilirim. Zaman hiçbir zaman tükenmez, ölmek hariç tabii, ancak para zamandan farklı olarak tükenir, kazanılır veya kaybedilir. Zaman ise sadece akıp gider. Bu yüzden bence “vakit ‘eşit değildir’ nakit”. 1 Etrafımızdaki Daireler Bir deneme kitabı okumak ve onun hakkında kişisel düşüncelerimi bir yazıya aktarmak başta biraz ürkütücü ve zor göründü gözüme. Sonuçta yazar kendi düşüncelerini anlatıyor ve ben okuyorum. Katılırım veya katılmam ama onun görüşlerinden yola çıkıp kendi görüşüm hakkında yazı yazmak bence kolay degil. Murathan Mungan’ın bu eserinin sayfalarını çevirdikçe bu görüşüm biraz değişti. Aslında öyle olmayabilirmiş dedim kendime. Kitapta ilgimi çeken çok şey var ama yazarın bir sözü beni insanın kendini hapsettiği sınırlar hakkıda bir hayli düşündürdü. Kendi hayali hapishanelerimiz mi var acaba ? Gardiyanı, müdürü, mahkumu kendimiz olan hapishaneler. Kitabın bir bölümünde Ezidi bir adamla dalga geçildiğini gördüğü anı anlatıyor yazar. Ezidilere göre daire kutsal olduğu için Ezidi adam çizilen dairenin dışına çıkamıyor biri daireyi silene kadar ve etrafındakiler adamı taşlıyor.”Bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını çok sonra anlayacaktım.”diyor Mungan. Daireler içinde olmak basit ve güçlü bir ifade bence. Ne tür daireler ? Acaba değerler de daire sayılır mı ? Benim görüşüm insanların içinde bulunması gereken daireler vardır. Ahlak bir dairedir bence. Dışına çıkılması toplumda hoş karşılanmayan bir daire. Ama bence yazarın burada kastettiği daireler daha çok önyargı anlamında azınlık olan veya farklı gelen fikirlerin, insanların, dinlerin dışlanmasına, taciz edilmesine ve saygı görmemesine sebep olan daireler. Bu dairelerin içinde olduğunun farkında bile değil çoğu insan. Hatta sorsan bu dairelerin zararları hakkında size konuşma bile yaparlar. Bu düşünceleri edindiğimden bu yana farklı görüşlere daha farklı bir açıyla yaklaşmaya başladım. Hemen onaylar veya reddeder biçimde değil elbette ama değer veren ve saygı gösteren bir şekilde. Başka bir kültürün, görüşün bize farklı gelmesi onun değersiz ve saçma olduğu anlamına gelmez. Bu tarz dar bir bakış açısı zaten tahammülsüzlüğün ve 2 egoistliğin göstergesi bence. Ezidi adamı taşlayanlar kendi inançlarını çok iyi bilip adamınkinin yanlış olduğunu saptayıp mı taş attılar ? Elbette hayır. O adamın görüşünü saygıyla karşılamayan o kişiler şüphesiz kendi inançlarını bilecek kadar bile açık fikirli değillerdi. Bilselerdi taşlamazlardı zaten. Dünya’da kabul gören çoğu din veya ahlaki ilke böyle hoşgörüsüz yaklaşımları kabul etmez. Bazı daireleri bizim egoizmimiz ve cehaletimiz çiziyor bence. Ön yargı daireleri, cehalet daireleri, korku daireleri... diye uzar gider bu liste.Çizmektense bu daireleri içinden çıkmak daha kolay bu dairelerin bana sorarsanız . Biraz açık fikirlilik ve hoşgörü yeterli bunun için. Maalesef yanlış yönlendirilmenin yaygın olduğu toplumumuzda bazen bu daireler başkaları tarafından bile çizilebiliyor insanların etrafına. Az sorgulayan bireyler bu tuzaklara daha rahat düşüyor. Bana olmaz demektense donanımlı yetişmek daha iyi bir tercih bana kalırsa. Belki yazar hiç dairemiz olmasa daha iyi olur demek istiyor bilmiyorum ama eğer öyleyse bile bence bazı dairelerin bize ve topluma faydası var. Ama bahsettiğim gibi önyargı, nefret, cehalet ve başka insanların kötü yönlendirmeleri dairelerimizi çizen etmenler olmamalı. Başka kültürlere hoşgörülü yaklaşmanın kendi kültürümüze hakaret veya saygısızlık olduğunu düşünen sığ düşünceli insanlardan olmamalıyız. Eğitim düzeyimizi arttırarak yanlış yönlendirmelerden korunmalıyız. Ayrıca her türlü dışlama, hor görme olayına karşı tavrımızı da koymalıyız. Ezidi adamın yaşadıkları belki biraz uç görünebilir gözümüze ama bana sorarsanız kalbe, fikire, kültüre atılan taş kafaya atılan taş kadar zarar verebilir bir insana. Kimsenin de bir başkasını incitmeye hakkı yok. Son olarak söylemek isteğim zararlı dairelerden uzak durmalıyız. İçine girmiş olabiliriz elbette ama o zaman hemen çıkmalıyız. Önyargı dairelerini ne etrafımıza çizelim ne çizilmesine izin verelim. Ahmet Said Aydil / 21501535 GÜNDOĞDU1 Ayşe Nur Gündoğdu 21200840 TURK-102-03 ESER GÜLER AŞK KAVRAMI Bu kitabı okuduğumda kendi içimde aşk kavramını sorgulamaya başladım çünkü Yüzyılın Aşkları başlığını gördüğümde çok daha farklı şeyler beklemiştim oysa yüzyılın aşkları diye seçilen hikâyelerin çoğu kırık dökük aşklar. Peki, böylesine kırık dökük aldatmalar, ayrılıklar, acılarla dolu hikâyeler nasıl yüzyılın aşk hikâyesi diye nitelendirilebilir? Kimin aşk tanımı böylesine karamsar olabilir? Elbette aşk tamamen mutluluk üzerine kurulu değildir tabii ki hayatın kendisi başta olmak üzere içinde bulundurduğu her kavram gibi aşkın da acı ve tatlı anları olmalıdır fakat Ferhat ve Şirin’in, Leyla ve Mecnun’un ve daha nicelerinin büyük ve ihtişamlı aşk hikâyeleriyle büyütülmüş bizler için böylesine hüzünlü hikâyeler nasıl yüzyılın aşkları olabilir? Peki, hangi aşk kavramı doğrudur yüzyıllardır anlatılagelen efsaneleşmiş aşk hikâyeleri mi yoksa 20. yüzyılın kırık dökük aşkları mı? Sevmek, sevgi, aşk kavramları kişilere göre ne kadar farklılıklar gösterebilir ki? Mesela bir adam aynı anda kaç kadını sevebilir? Kitaptaki hikâyeleri incelediğimizde bu rakam en az iki olarak karşımıza çıkıyor. Peki, bu aşk kavramı nasıl bir kavramdır ki aynı anda hem evdeki karısını hem de dışardaki sevgilisini sevebilir erkekler. Hangisi gerçek aşktır ya da gerçek aşk diye bir kavram var mıdır? Eğer var ise aldatmak da aşka dâhildir o halde yoksa bunca ilişki nasıl açıklanabilir. Nazım Piraye’yi sevmemiş midir? Sevmiştir elbette yoksa onca şiir onca mektup nasıl ortaya çıkabilir ortada aşk olmadan. Madem sevmiştir niçin aldatmıştır? Peki, Adnan Menderes uğruna karısını aldattığı Ayhan Hanım’dan neden vazgeçmiş, Bedri Rahmi Ernestine’sini biricik aşkını nasıl unutup bir başka kadına âşık olarak karısını boynu bükük ve bir ömür boyu kırgın bırakabilmiştir? 20. yüzyıl aşkları bunlar mıdır bir an var bir an yok. Bir sabah evden seni seviyorum nidalarıyla, gözleri aşkla bakarak çıkan adam nasıl olur da bir anda sevmiyorum diyebilir hatta üzerine bir de başkasına âşık olduğunu ekleyebilir? Aşk böylesine değişken bir duyguysa eğer niye bu kadar değerlidir ki ya da bu hikâyelerde değerli olan erkeklerin değil de kadınların aşkı mıdır aslında? Çünkü hikâyelerdeki kadın kahramanlara baktığımızda biraz kırgın ve buruk GÜNDOĞDU2 da olsa daima sevmişlerdir sevgililerini ne olursa olsun terk edememişlerdir. Aydan Hanım mesela ölmüş de olsa Adnan Bey’den vazgeçmemiş fotoğrafını bulundurmuştur mutlaka evinde ayrıca bebek davasında biten ilişkilerine rağmen onu en iyi şekilde savunmuş cesaretiyle ve söyledikleriyle destek olmuştur. Eren Hanım da eşinin kendisine dönmesini bekleyip döndüğünde de ona kol kanat gererek yaralarını sarmasını sağlamıştır. Keza Piraye de senelerce gelmeyecek bir kocayı sefalet içinde bir de yanında çocuğuyla ama içinde bulunduğu şartlara rağmen umut dolu bir şekilde beklemiştir. Beklenen gelmemiş olsa da Piraye aşkına sahip çıkmış ve evlenmemiştir. Şimdi düşündüğümüzde hikâyelerimizin kadın kahramanları da sevgilileri gibi aşklarını âdeta gönül eğlendirme gibi düşünüp sevdikleri adamlardan vazgeçseler mutluluğu başka kollarda arasalar çok daha mutlu olmazlar mıydı? Olurlardı elbet peki o zaman bunun adı yine aşk olur muydu orası muallak. Bu hikâyeleri derleyenler neler düşündü neye göre bunları yüzyılın aşkları seçti bilmem ama bence kadın kahramanların hayatları karşısında aşklarına sahip çıkışları, aşklarını her şeye herkese rağmen sahiplenişleri onları yüzyılın aşk hikâyeleri yaptı. Bu sahip çıkış aynı zamanda efsaneleşmiş ve yıllarca anlatılagelmiş klasik aşk hikâyesinin de en temel en vazgeçilmez ögesidir. Bu açıdan bakıldığında klasik aşk da modern aşk da aynı aşktır sadece nereden bakacağını bilmek lazım. Dört Yıldır Paris’teyim CanÖzkan “Sabahları Paris, güzeldir… Akşamüstleri Paris, çekicidir… AkşamlarıParis, büyüleyicidir… Ama gece yarısından sonra Paris, sihirlidir…” İronik olarak Paris’ehiçgitmemiş olsamda, dört yıldırne zaman birşeyleriçinilham almak istesem Paris’e giderim. Yani, en azından hayallerim gider. Hiçyoktan iyidir, değil mi? Yalnız,benim Paris’imidiğerlerininkinden ayıran özelliği, her geceyarısı kiliselerin çan seslerinden sonra beni geçmişe doğru, sanatsal biryolculuğa çıkarmasıdır. Keşkesizde bir Midnight in Paris (Paris’teGece Yarısı)geçirebilseniz.O zaman muhtemelen daha iyi anlardınızyaşadığım veyaşatmak istediğimhisleri. Fransız kültürüne veWoodyAllen’ınfilmlerinekarşıayrı ayrı herzaman birilgim vardı.E bunusöyledikten sonra daikisininbirleştiği buprojeyi duyduğum zamankiduygularımı tahmin etmekte güçlükçekmemişsinizdirherhalde. Uzun süre bufilmibeklediğimi söyleyebilirim. Ve insanbir filminfragmanını izlediği zaman az çokfilminneyle ilgili olduğunuanlamaya başlarya, işteozaman anladım bufilminkesinlikle bağımlısı olacağımı. WoodyAllen’ınson 10-15 yıldaki filmlerininkimi filmseverler tarafından negatif yorumlar aldığınabolca şahit oldum.Genelde birfilmi izlemeden önce fikirsahibiolmak içinfilm hakkında yapılan yorumları ve çeşitli internet sitelerindefilme verilen puanlamaları inceleyip bunlara göre hareket etmemerağmen hiçbir zamanWoodyAllen’ınfilmlerinden şüphem olmadı.Tamam kabul, biraz takıntılı geliyor olabilirkulağaama gerçekten filmleri beni her zaman tatmin etmeyi başarmıştır. Midnight in Paris deiçindepekçokduygularbarındıran nostaljik vekesinliklesevilesi birfilm.Yalnız şöyle biruyarı yapmalıyım:Filmi izlemeden önce tam anlamıyla keyif alabilmek için geçmiş dönemlerdeki ressamların,yazarların, müzisyenlerin; kısaca sanatçılarınisimlerini(ki filmdegeçenisimleri çoğuinsan biliyor olmalı)veeserlerini birazcıkda olsatanımışolmak gerekiyor. Bu konuda, itirafetmeliyim, ben debiraz hazırlıksızyakalanmıştım.İmrendiğimden dolayı,söz konusuParis’ten “benim”diye bahsediyorum amayanlış anlaşılmasın,aslındaorası 2011yılındaWoodyAllen Midnight in Paris adlı filmi çektiğinden beri GilPender’ın(Owen Wilson) Paris’i.Gil, artıkdahafazlası olmak isteyen birsenaryo yazarı vedebirhayalperest. Paris’etatilegeldiğinden beri hersanatçı gibi şehrin ilhamını ve kültürel zenginliklerini sömürmek istiyor. NişanlısıInez (Rachel McAdams)onunbu tutkusunu herne kadar ciddiye almasa dageceleri tek başınayürüyüşlere çıkan Gil, (ki benim de yabancısıolduğum şehirlerde ençokyapmayı sevdiğim şeylerden biridir)birgece kaybolup, yolda birmerdiveneoturduktan sonratam pes etmek üzereyken kilisinenin gece yarısıolduğunuanlatan çanlarınınçalmasıyla beraber 1920’lerden kalmabir arabanın, oturduğubasamağınönündeki kaldırımadoğru yanaştığınıgörür. Arabanıniçindeki insanlar eğlenceli vealışılmadıkbirşekildeonuarabaya çağırırlar ve böylece hayallerine doğru yolculuğubaşlar. Bu yolculuktaErnest Hemingway’den PabloPicasso’ya, Edgar Degas’dan ColePorter’akadar onunlabirliktebirçokinsanın hayranı olduğusanatçılarda tanışır. Hatta bumacerasıesnasındaGertrude Stein’a, yazmakta olduğuromanını bileinceletir. Eminim ki pek çokyazarınveya yazarolmak isteyenlerin hayalini kurduğubirşeydir bu. Bana kalırsaMidnight inParis, çokdasonu tahminedilebilir filmlerden değil.Filmin bu özelliğinin, benim gibi insanlarınçokda hoşuna gideceğinidüşünüyorum çünküfilmlerin sonunutahmin edebilmek kesinlikleen can sıkıcı şeylerden biridirbence. Nice efsanevi olma potansiyeli olan filmler izlemişizdirki sadece sonunu tahmin edince bütünheyecanı kaçmıştır. Bütünbuetkileyici 90dakikanınsonunda (kinormal birfilmiizledikten sonra filmin sonundaki jeneriği izlemezsiniz, amaben onuda izledim)birsüredaha oturduğum yerde boşluğabakarak veyüzümdebirgülümsemeyle filmiderinlemesine idrak edip sindirdim. Bana böyle hissettiren filmlerden ayrı birkeyifalırım. Filmin çokda güzelveönemli bir mesajı var, amaonuburada söyleyerek tadınıkaçırmak istemiyorum. Kendi başınızaizleyip, “Vaaaay!” demek çokdaha eğlenceli. Sonolarak dagerek diyaloglar, gerek deParis’ten kareler olsun; kesinlikleedebi vegörsel şölenlerle dolu birfilm. Bunedenle filmi herkese değil de,daha çoksanatlailgili insanların izlemesini tavsiye ederim. Ve böyle insanlara daumarımsizler debenim yaşadığım gibi “Paris’teGece Yarısı”yaşarsınız,diyerek yazımı bitiriyorum. Tekinsiz Kasaba Terk edilmiş bir kasaba… Ne olduğuna dair bir belirsizlik… İnsanlar arasında yayılan bir korku ve merak… Tek Kanatlı Bir Kuş’ u oluşturan atmosfer bu şekilde. Kitaptaki bu ürkütücü havanın Freud’ un “Uncanny” teorisiyle pek çok noktada uyuştuğunu düşünüyorum. Freud’a göre; Almanca’da ‘heimlich’ , İngilizce’de ‘uncanny’ olarak karşımıza çıkan tekinsiz kelimesi ve tekinsizlik durumu; korkutucu ve bize yabancı olan bir durumun veya objenin aynı zamanda bizde merak ve ilgi uyandırmasıdır. Öte yandan, yakından tanıdığımızı düşündüğümüz bir şeyin bize kimi zaman tuhaf ve ürkütücü gelmesi de tekinsizlik olarak nitelendirilir. Günlük hayatta da sıradan şeylerin tekrar etmesiyle oluşan ve dikkatimizi çeken olayların bize tekinsizlik duygusunu yaşattığı durumlar vardır. Örneğin, nadir rastlanan yeşil renkli bir arabayı gün içinde birkaç kez görmek, aynı sayının karşımıza sürekli çıkar hale gelmesi ve dikkatimizi çekmesi veya yeni öğrendiğimiz bir kelimeye sürekli denk gelmek… Bu tip durumlar huzursuz hissetmemize ve ürpermemize yol açar fakat içten içe de bunun gizemli bir sebebi olup olmadığını merak ederiz. Peki ya dejavu olarak adlandırılan ve yaşadığımız bir anı daha önceden de aynen yaşadığımızı hissettiğimiz durumları da bu tekinsizlik çemberine dahil edemez miyiz? Gerçekten de ilk kez gittiğiniz bir yerde orada daha önceden de bulunduğunuzu hissetmek ya da sıradan bir olay esnasında bunu daha önce de yaşadığınızı düşünmek korkuyla birlikte bir kafa karışıklığı yaratır çoğu zaman. İnsan ne olduğunu bilmediği objelere, sebebini çözemediği olaylara ve kendisine ölüm, yalnızlık, karanlık gibi insanı ürküten kavramları hatırlatan yerlere karşı her zaman bir kuşku taşır. Merak ettiği şeyin gerçekte ne olduğunu anlamaya çekinebilir çünkü zarar görmekten korkar ama aynı zamanda ona karşı bir çekim duyar ve ondan uzak kalamaz. Kitapta da terk edilmiş bir kasaba ve oraya girmeye çekinmelerine rağmen duydukları merak yüzünden vazgeçip gidemeyen, kasabanın girişine yakın bir yerde ağaçların altına kamp kuran insanlar söz konusu. Hepsi kasabadaki insanların başına ne geldiğini merak etmelerine rağmen korkuları onların kasabaya girip meraklarını gidermelerine izin vermiyor fakat aynı merak da korkuya rağmen kasabadan uzaklaşmalarına engel oluyor. İşte buradaki korku- merak ikilisinin yarattığı durum da tekinsizliğin örneklerinden. Bence tekinsizlik duygusunun ortaya çıkmasına sadece belirsiz olaylar ya da tekerrür eden durumlar sebep olmaz, her gün içli dışlı olduğumuz şeyler de zaman zaman bize tuhaf gelebilir. Bazen gece yatarken odamda bulunan ve ne olduğunu bildiğim bir nesne bana tuhaf bir şekli anımsatarak beni korkutabiliyor, karanlıkta yanından geçtiğim parkta ağaçların arasında ürkütücü şeyler gördüğümüzü düşünebiliyorum veya uyurken cama vuran yağmur damlaları birinin cama tıkladığını hissettiriyor. Böyle durumlarda da anlık bir korku duyumsayıp, hatta bazen hissettiğim şeyin ne olduğuna bakmaktansa görmezden gelip başka şeylere odaklanırım, uyumaya devam etmek gibi. Freud’un ‘Uncanny’ isimli makalesinde açıkladığı garip olarak nitelendirebileceğimiz varlıkların ve durumların insanlara hem korku hem şüphe tohumları ekmesini tekinsizlik duygusu olarak adlandırmasının, Yaşar Kemal’in romanındaki kasabayla ve bu kasabaya hem korkuyla hem de merakla yaklaşan insanlarla örtüştüğünü düşünmekteyim. Gerçekten de gerek romandaki kurguda, gerekse bizim günlük hayatımızda yaşadığımız bu tarz olaylarda ironik bir şekilde hem bir korkuya kapılırız hem de bunun bize çekici aynı zamanda da merak uyandırıcı geldiğini düşünürüz. Sonuç olarak, bu sebebi bilinmeyen ürkütücü his aslında hepimizin tanıdık olduğu, nitekim romanlarda da karşılaştığımız bir durum. Kaynakça Freud, Sigmund. "Uncanny." Imago (1919). Kemal, Yaşar. Tek Kanatlı Bir Kuş. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013. FARK ETMEDİĞİMİZ ŞANSIMIZ 20. yüzyılın sonlarında belki de 21. yüzyılın başlarında doğmuş bir nesil olarak ne kadar şanslı olduğumuzu bir kez daha hatırlatmak istedim. Bunun hızla gelişen teknolojiyle; iphone’larla, ipad’lerle ya da televizyonda ve sinemalarda izlediğimiz büyük bütçeli filmlerle alakası yok. Bu şansımız toplum olarak bu yıllarda savaş ve savaşın getirdiği zorlukları görmemiş olmamız. Ne düşündüğünüzü az çok tahmin edebiliyorum “sınırımız olan Orta Doğu’da sürekli bir savaş var’’ ya da “dedelerim dünya savaşı gördü” gibi yorumlar aklınızdan geçiyor olabilir ama benim demek istediğim ülke olarak savaşta olduğumuz yılları hatırlayan yoktur ve inanın görmek istemeyiz. Ne I. Dünya Savaşı’na tanık olacak kadar uzun yaşadık ne II. Dünya Savaşı’nı gördük. Bu her milletin elinde olmayan bir şanstır ve savaşın arkasında bıraktığı trajediyi görmemize engel olmuştur şu ana kadar. Günümüzde Türkiye’nin şu anda en çok karşılaştığı sorun Suriyeli mülteci sorunudur. Bu örneği verme sebebim hem çok aşina olduğumuz bir konu olabileceği ve olaylar arasında daha rahat ilişki kurmamızı sağlayabileceği içindir. Orada yaşayan insanların ülkelerindeki iç savaş nedeniyle bütün mal varlıklarını geride bırakarak ülkemize barınma, yeme ve sağlık hizmeti gibi temel ihtiyaçlarından yoksun bir şekilde gelmişlerdir. Bu durum savaşın yıkıcı etkisini bir kez daha yüzümüze vurmuştur. Savaş, kayıp ilanlarıyla dolan gazetelerin çoğaldığı, insanların her gün aldıkları ölüm haberleriyle sarsıldığı, evini ve dostlarını, kısacası hayatlarını geride bırakıp bir şekilde yaşama tutunmaya çalışan insanlar bırakmıştır geçtiği yerde. Belki de bu yüzden savaş denince akla hemen yıkım kelimesi geliyordur. Bu yıkım sadece binalar, caddeler ve şehirler üzerinde olan maddi bir hasardan ibaret olmamakla birlikte ailelerin yıkılması, sevdiklerimizin ölmesi, kayıp haberleri vs. insanlar üzerinde psikolojik yıkımlar olmak üzere manevi yıkımlara da yol açabilmektedir. Böyle bir durumda hiç karşılaşmadığımız için ne kadar şükretsek az. Fakat böyle bir durumda yapılması gereken tek bir şey vardır: Umutlu olmak. Ivana Bodrožić’in “Hiçbir Yer Oteli” adlı yapıtında ise savaşın getirdiği yıkım genç bir kızın hayatı üzerinden anlatılmıştır. Ülkesinde çıkan iç savaştan sonra annesi ve abisiyle birlikte 9 metre kare olan bir odada yaşayan küçük bir kızın (adı kitapta geçmiyor) hayatta kalmak için çalıştığı bu yapıtta parçalanmış bir ailenin izleri görülmektedir. Babasının ülkesindeki savaşta olması ve kendisinden haber alınamaması aile içinde sürekli bir karamsarlık havası yaratmıştır. Ne de olsa belirsizlik insanın içini kemirirken insanın bildiği şeyin onu etkileme ihtimali daha az olur. Ana karakterin hayat tarafından üzerine atılan her türlü zorluğu yenmeye çalışması ve bunu yaparken gösterdiği iradesi beni en çok etkileyen nokta olmuştur. Bunun yanında ana karakterin bir an olsun bile umudunu kaybetmemesi ve sürekli gelecekte her şeyin iyi olacağına dair hayaller kurması ana karakterin beni en çok etkileyen ve yapıtın en güçlü yanı olmuştur. “Bir gün bir eşim olduğu zaman, kırmızı puantiyeli, ipek elbisem olacak. Sarı, havlu kumaşlı ev kıyafeti üzerimde komşuma kahve içmeye gideceğim, uzun uzun bütün gece dedikodu yapacağız… Biz böyle konuşurken kızım ayaklarımın arasına çömelip oynuyormuş gibi yapacak.” (Bodrožić, 107) Daha yaşımız küçük, önümüzde uzun bir ömür var ve daha nice olaylara tanık olacağız. Daha kaç kez üzülüp kaç kez sevineceğimizi kestiremeyiz. Geleceği göremeye biliriz, hatta umutsuz olabiliriz ama geleceğe umutla bakmamız gerekiyor. Elimizde olan fakat fark etmediğimiz bu şansımız bir gün tükenmeden önce gelecek hakkında bir planımızın olması gerekmektedir. Savaşlar engellenemeyebilir, sonuçları da kimsenin istemeyeceği bir şekilde sonuçlanabilir ama bizi ayakta tutacak bir güç ararsanız fazla uzağa gitmenize gerek yok, güç içinizde. ROMAN ve ŞİİR Bir yazı neden kaleme alınır? Bir heykel ellerde neden şekilledirilir?bir sinema flimi neden çekilir? Bir eser herhangi bir sanat dalında ortaya konulduktan sonra neden bir daha yaratılma ihtiyacı duyar? Heykeltraştan yazara, yönetmene her sanatçı kendi özgünlüğünde bir değer yaratır. Yaratılan bu eser farklı sanat dallarında bütünlüğüne bağlı kalınarak tekrar yorumlanabilir, uyarlanabilir. Örneğin bir kitabın kurgusu sinema filmi olabilir, bir şiir bir şarkıda tekrar yaratılıp, anlam bulabilir. Hasan Ali Toptaş’ ın Gölgesizler kitabını arkadaşlarım önerdiğinde her zaman yaptığım gibi kısa bir araştırma yaptım ve aynı isimde yerli bir filmin olması dikkatimi çekti. Filmi izlemeden önce kitaptan uyarlandığını bilgisini okudum ve fazlasıyla ilgimi çeken film beni kitabı okumaya yöneltti. Ancak kitap ve film birbirinden çok farklıydı. Filmde olay ve olayın kurgusu ön plana çıkartılmışken kitapta detaylar olayı daha da derinleştiriyordu. Kitapta bir şiirsel akış içerisinde verilen imgesel betimlemeler olayın yüzeysel detaylardan yoksun bir şekilde perdeye aktarılmasına neden olmuş. Bu gayet normal ‘söz uçar yazı kalır’ diyor bir üstat sözün gücü görsellikte anlam, yer bulamamış olabilir. Ama bana göre asıl üzerinde durulması gereken nokta kitaptaki imgelelerin özgünlüğüydü. Kurgu sanki o imgeler üzerinden gerçekleştirilmiş hissine kapıldım. İmgeleri sonrasında not alabilmek için kitabı altını çizerek okudum zaten olaya filmi izlediğim için hâkimdim. Mesela "cennetin oğlu" diyordu yazar neden annesinin adını cennet olarak seçmişti aslında doğal olarak hepsi bir bilincin, bir kurgunun sonucuydu. Âdeta kitapta imge avına çıktığımı söyleyebilirim. Kütüphaneden aldığım kitabı geri iade edeceğim için altını çizdiğim yerleri alt alta yazdım ve karşılaştığım dizim karşısında hayran kaldım. Kurgu veya roman bir şiirin serpiştirilmesiyle yazılmıştı ya da şiirsel gücü çok güçlü bir romanla karşı karşıyaydım. Her romanın derinliklerinde bir şiir var mıdır sorusu aklıma geldi. Sustum ürperdim. Bu bana filmi izlemekten daha büyük bir haz verdi. Ufak değişikliklerle son hâlini verdiğim alttaki şiiri de yazmak istedim. Kısacası bu roman keşfedilmeyi bekleyen bir şiir barındırıyordu ve ben bunu fark ettiğimi düşünüyorum. Gerçekten her romanın şekilselliğinde sözcüklerinden bir şiir yaratılabiir mi? Eğer cevap evetse bunun gerçeklik ve sanat algısıyla ilşkisi nedir ve ortaya yeni bir eser koyulmuş olur mu? Mustafa Özgür DEMİROĞLU Ek1: Gölgesizler(Yaşam Geçişleri) Ruhum sıkılıyor Kendine sığmaz artık Bıyıkları yeşermez Belirsizlik belki Gözleri ateş kuyusunda kedinin Al ibrikli horozların Kalın esmer dudaklı kadınlardan Binlerce yıl sonra döndüğünde Kırmızı mendil gibi Sabah ezanından kopmuş heceler Cennetin oğlu Kendini kendinde gizlemekte Cellat gözleri kuşluk vakti Kurana el basmakta Havadan peygamber yağsa Herkes her şeyi görmekte kör Mezar sessizliği ölümün soğukluğu Varoluşun son çizgisinde Sonu sonsuza dayanan Alacakaranlık odalar Bir güvercin kaybolur Tekrarlardan değil Tekrarların tekrarından Mevsimlerin ötesinde misk kokusu Tütün kesesinde toprağın sesi Yürek toplamında cehennem çalgıcıları Herkes kendi elini tutmakta Ayna yüklü kuşlar yılan ıslıklarında Dede Musa doksanlık kör İki tas pekmezde ipek bir hançer Gözetlemenin tedirginliğinde Tanrı heykelinde çınar Ölü aşk hamalı insanlar Herkesin bir yoku var Ak sakallı yaşlılar keklik kafesinde Kösele kokusu kurumuş ellerde Paslı çivide kuş yavrusu Dilsiz tülden ince Yokun varlığı Avlu kapısında Zamanın altında kalanlar İnsan bir kemik ağacı Yanlızlığın paylaşımı rakı kadehi El öpme kekik kokulu odalar Kapkara bir kedi hüzün karası Yüreklere inen ölüm yeşil karanlıkta Tutunacak dal yok yürek yorgun Gözlerinin içi gülerken Yıkılmış bir dağ Kederin içine dalan bilinmeyen boşluklar Altın damlası mısır koçanlarında Kekre bir gülümseyişte ürkmüş kirpi Altuni renkli bir kurşun yağmuru Gözlerinin ışıltısı kayıp yıldız Bebek düşünün anlaşılmaz sözleri Sabah kahvesinde kırlangıç sesleri Kayıp bir kentte ölü yılanlar Hayalet gemisinin anımsayış anı Cevaz verilmeyen tahta kaşıklar Ölümün ölünen yerle güzelleştiği Susuz toprağın kaval sesi Kül tablasında kuşların uykusu Diş gıcırtısında insafın kuruması Toprak testilerde serseri mayınlar Bir anlık irkiliş Çay parasında yüzünü gömmek Merhamet damarında surat asmak Sözle dahi dokunulmayan püsküllü bela Yeşil sularda mayıs kuzuları Yaraları kaşıyarak ağıt yakanlar Gece kelebekleri bekçi düdüğünde Koyun postu kırmızı güllü yorganı Ağlamaktan kör olmuş iğde dalı Örümcek ağı sedirlerin köşesinde Kaçak rüzgarlarda tartılan sözcükler Umutsuzlukların ortasında teneke soba Kerpiç duvarlarda kirli bulutlar Karanlık bir çığlık Sıcak ekmek Ayşe CİVAŞ Paha Biçilemeyen Hediye ; AŞK Öncelikle tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki ben aşkın sonuna kadar olduğuna inananlardanım. Aşk diye bir şey var ve bunu bulabilen insanlar dünyanın en şanslı insanları. Ben küçükken annemle babama saatlerce bakıp aralarındaki muhteşem kıvılcımı hissederdim. Sanki birbirlerine öyle bir bakarlardı ki dünya o ikisinin etrafında dönerdi. Mişli cümleler kuruyorum maalesef çünkü artık aralarında ki o ,beni aşka inandıran kıvılcımı artık göremiyorum. Bundan altı yıl önceydi. Bir sabah kalktım ve annemi ağlayarak buldum. Hemen ne olduğunu sordum ve annem sadece bana baktı ,ağzından bir tek kelime çıkamadı. Sonra abimden öğrendim ki annemle babam boşanmaya karar vermiş. Bunu öğrendiğim ilk an küçük eğlenceli aşk dolu dünyam başıma yıkıldı. Günler geçtikçe, büyüdükçe fark ettim ki aşk denilen şey güzel olduğu kadar bir o kadarda tehlikeli olabiliyor. Ne zaman biteceği belli olmayan, bir insana her şeyi yaptırabilen bu duygu Ahmet Günay Yıldız’ın 'da dediği gibi "Aşk Diye Bir Şeydir en nihayetinde, bir ömürlük misafir olduğun dünyanın gerçeği..." Aşktan kaçabilen hiç bir insanla karşılaşmadım ben yirmi yıllık hayatım boyunca. Aşk hayatın en güzel gerçeğidir yaşayabilene ama tabi ki her şey gibi onunda bir ömrü vardır ve bir anda bitebilir. Sonsuz aşk diye bir şey yoktur. Ben bu kanıya annemi o sabah ağlarken gördüğümde fark ettim. Aşkın tanımını öğrendiğim iki insanın birbirinden tamamen uzaklaşıp ayrı yollarda yürümek istediğine şahit olduğumda anladım ki aşkta her şey gibi bir gün bitiyor. Şu hayatta keşke bitmese dediğim tek şey aşk bir dönüp düşündüğümde. Ama ben aşka sırtımı dönmedim her zaman ,her yerde aşkı aramaya devam ettim. Bana eğer aşkın tanımını bir kelimeyle yap deseler tek diyeceğim şey huzur olur. Huzur bana göre bu hayatta aşkı anlatan en güzel kelime. İçinde hem duruluğu hem mutluluğu hem de sakinliği barındırıyor. Bir insan aşık olduğu zaman sakinleşir, saflaşır ve mutlu olur her "o'nu" aklına getirdiği an. Size de olmuş mudur bilmem ama kendimden ve gözlemlerimden çıkardığım kadarıyla insan huzuruna kavuşuyor kelimenin tam anlamıyla gerçek aşkıyla karşılaştığı zaman. Hepimizin en az bir defa bile olsa aşkla tanışmış olması lazım. Eğer tanışmadıysanız ya çok şansız bir insansınız, umarım öyle değilsinizdir, ya da karşılaşmanıza çok az kalmıştır. Ne güzel demiş Ahmet Günbay Yıldız kitabının satırlarında “İçindeki ışıkları söndürme!.. Gün akşam olsa da güneşini kaybetsen de umudunun ışığı daima yansın. "İnsan eğer aşkta hep kaybettiğini düşünüyorsa asla ışığını kaybetmemeli, beklemeli, sabretmeli umudunun ışığı yandığı her an aşk onları gelip bulacaktır. Her yaşta, her saatte , her ülkede, şehirde, kasabada, köyde aşk vardır yeter ki insanoğlu kapılarını perdelesin ve beklesin. Bu ömürlük yaşadığımız fani dünyada aşk insanoğluna verilmiş en anlamlı hediye. Bu hediyenin kıymetini bilemeyip annem ve babam gibi aşklarını bitirip kendi yollarına devam edenlerde var. Bir de bir aşk bitse de diğer aşkı arayanlarda var. Ben o insanlardanım çünkü bu paha biçilmez hediye bizi hayata bağlıyor ve o muhteşem duyguları yaşamamızı sağlıyor. Bu satın alınamayan muhteşem hediyeyi neden bir kere bitti diye arkamızı dönüp küselim ki? Neden bize sonsuz mutluluk veren bu duyguyu sadece bir kere yaşayalım? Ben aşkı hayatın her alanına taşıyan ve aşka hiç bir zaman küsmeyenlerdenim. Bu duyguyu o kadar geliştirdim ki içimde baktığım her yerde, her şeyde aşkı görebiliyorum. Bazıları bunun delilik olduğunu düşünüyor ama ben kendimi dünyanın en şanslı insanı olarak görüyorum. Bu kitabı okuduğum zaman bir kez daha anladım ki ben tam bir aşk insanıyım. Aşksız yaşayan her insana gözüm kapalı tavsiye edebilirim bu kitabı. Eminim ki onlarda bu kitabı okuduklarında aşkı hayatlarına almak için bir adım atacaklardır. Ve şanslı insanlar kervanına katılacaklardır. Aşk diye bir şey insanı hayata bağlayan en güzel paha biçilemeyen hediye. Ayşe CİVAŞ KAYNAKÇA Ahmet Günbay Yıldız ‘‘Aşk Diye Bir Şey’’ Timaş Yayınları, Deneme Dizisi Sonlandırılamayan Hikayeler Uğultulu Tepeler romanı, okuru adeta kendinden geçiriyor diyebiliriz. Çok büyük bir hayal gücünün, çok çok daha büyük bir tutkuyla olan birleşimi diyebiliriz bu roman için. Yazarla ilgili yaptığım bir takım araştırmalar sonucu çok genç yaşta öldüğü bilgisine eriştim ve bu durum, kat ve kat etkilenmeme sebep oldu romandan. Çok akıcı, sürükleyici ve bir o kadar da tutkuyla yazılmış bu romanın yazarının bu kadar genç yaşta bu eseri ortaya koyması, beni hem etkiledi hem de yazarın yaşamını düşünmeye sevk etti. Roman her ne kadar İngiliz edebiyatı için altın değerinde de olsa, dönemin sorunlarını ve yazarın kişisel sorunlarını barındırdığını düşünmemek elde değil. Kitapta; sosyal, bireysel, dinsel ve toplumsal sorunlara çokça değinilmiştir fakat esas olarak odaklanılan karakter, yazarın iç dünyasının bir yansıması olduğunu düşündürüyor bana. Ayrıca kasvetli betimlemeler ve olaylar da yine dönemin sorunlarını ve yazarın kendi çevresindeki ve kişiliğindeki problemleri anlatır niteliktedir. Kitap, baba Earnshaw’ in eve getirdiği yetim bir çocukla başlar. Evde zaten iki çocuk vardır ve çocuklardan büyük olan Hindley, yetim Heatcliff’i dışlar ve kotu davranmaya başlar. Bu çocuk, babanın öz çocukları gibi güzel ve eğitimli değil; çingene gibi, kaba ve asi bir yetimdir. Evdeki diğer çocuk olan Catherine ise Heatcliff ile bir anda çok yakın olur ve aralarında asla tükenmek bilmeyen bir sevgi bağı oluşur. Evde Heatcliff’i sadece baba ve Catherine severken, Hindley git gide daha çok nefret eder Heatcliff’ten ve nihayet bir gün baba Earnshaw’un ölümüyle Hindley malikânenin yeni efendisi olur ve Heatcliff’e eziyet etmeye baslar. Çocuklar zaman içinde büyürler ve Heatcliff, Catherine’e karşı farklı duygular hissetmeye başlar. Bu duygular git gide tutkulu bir aşka dönüşür. Catherine de Heatcliff’e karşı ayni şekilde hissetmesine rağmen aralarında oluşan kültürel farktan dolayı, bir sohbet sırasında Heatcliff ile o şekilde bir şey düşünmediğini söyler ve şans bu ki Heatcliff bunu duyar. Bunun üzerine oradan kaçan Heatcliff üç yıl kadar ortadan kaybolur ve bu sırada Catherine, köyün soylularından biri olan Edgar Linton ile evlenir. Üç yıl sonra geri donen Heatcliff herkesi şaşırtır çünkü hayat onun lehine ilerlemiştir ve çok büyük bir maddi varlık elde etmiştir. Bu maddi varlığın yani sıra çok büyük bir kin de Heatcliff’in kalbine girmiştir ve bundan sonra ona zarar veren herkesi cezalandırır. Hindley kumar düşkünü olmuştur ve Heatcliff onun bu durumundan faydalanarak bütün mal varlığına sahip olur. Edgar Linton’ a ise bir tanecik aşkı, hayattaki tek mutluluğu olan Catherine’ i aldığı için intikam almak ister ve Edgar Linton’un kardeşi olan Isabella’nin gönlünü çalar. Böylece Isabella’yi ikna eder ve kaçarlar. Edgar Linton’un her şeyi olan kardeşi, böylesine bir ikiyüzlülük yaptığı için ağabeyi Edgar için çok büyük bir darbe olmuştur. Bütün bunların üzerine Catherine’in ölümü, Heatcliff’in nefretinin çok daha artmasına neden olur ve herkesin servetine çeşitli yollarla el koyar. Bu durumu gururlarına yediremeyerek intihar eden Linton ve Hindler’dan sonra Heatcliff, onların çocuklarına da çeşitli eziyetlerde bulunur ve bir müddet sonra ölür. Roman, çok eleştirel bir yaklaşımla yazılmıştır. O dönemde toplumdaki sorunları böylesine kaleme almak, adeta asi bir davranış olarak tanımlanabilirdi ve dönemin yorumcuları tarafından da böyle düşünüldü. Yazarın değindiği bir konu ise dindeki yozlaşmalar ve hayatlarını bu yozlaşmalara göre yaşayan insanların her zaman “iyi” insanlar olmadığı... Kilise, İncil ve din adamlarıyla alakalı yorumlar çok sert ve bir o kadar da keskin biçimde yapılmış. O dönemin Ingilteresi’nde böylesine bir kitap yazabilmek için oldukça cesur olmak gerekir doğrusu. Bunun dışında, ana karakterdeki asilik ve baş kaldırış, toplumda kabul görmeyen ve dışlanan insanları temsil ediyor. Bir anlamda herkesin ettiğini bulduğu bu dünyada, bir şekilde bir adalet olduğu anlatılıyor. Kötünün yaptığı kötülük yanına kalmıyor ve hayat onu bir şekilde, acımasızca alıyor. Bazen olum en büyük cezayken bazense yaşamak her şeyden ağır olabiliyor. Hayatın adaletine şaşıyor insan! Zeynep Kantarcı ID: 21301413 Turk 102-4 Eser Güler Sisifos’un Hiçliğe Yolculuğu Camus’nun, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kaleme aldığı deneme kitabı Sisifos Söyleni, absürt ve varoluşçuluk kavramları üzerinden ölümün beyhudeliğini, varoluş ile var olan arasındaki uyumsuzluğu anlatıyor. Yaşamın değişken, acı tatlı bin bir türlü halinin bireylerin dünyasında yarattığı sanrıları dile getiren Camus, Yabancı’nın Mersault’su ve Veba’nın Rieux’sü gibi bir “uyumsuz kahraman” yaratmaktan geri durmuyor. Savaş sonrası kaleme alınmasının bir yansıması olarak, Camus, psikolojik anlamda çöken bir toplumun hiçliğe doğru sürüklenen bireylerinin uyumsuz ve sanrılı oluşundan etkileniyor ve kendi “uyumsuz kahraman”ını yaratıyor. Camus’nun yazdığı yıllarda, politika, akıl ve insan yenilgiye uğramıştır. Bu bağlamda onun düşünsel sistemini ve söylemlerini iki aşamada incelemek mümkündür. İlk olarak “absürt” kavramı üzerine yoğunlaşır ve ana düşünce olarak da intiharı ele alır. Onu anlamak için Camus’nun “absürt”ü birinci anlamından (“akla, mantığa aykırı; kendi içinde çelişen, anlamdan yoksun olan”) farklı olarak “uyumsuz”a karşılık kullandığını görmemiz gerekir. İntiharın var oluşa nasıl ters düştüğünü, bireyin başkaldırısında bulduğu mutlulukla temellendirir. Düşünsel gelişiminin diğer aşamasında ise Camus, başkaldıran bireyin gün güne artan şuuruyla mutluluğu arasında bir paralellik kurar. “Yaşamını, başkaldırısını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak, fazla yaşamaktır.” (s.75) Ölümlülerin en bilgesi olan Sisifos, bir gün tanrılarını kızdırır ve bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla lanetlenir. Güç bela oynattığı kayayı tam tepeye yerleştirecekken, kaya aşağı yuvarlanır. Sisifos kayayı bir kez daha tepeye çıkarmak için uğraşır fakat tepeye geldiğinde kaya tekrar aşağı yuvarlanır. Ancak her yeni günde, düşeceğini bildiği halde kayayı tepeye çıkarmaya devam eder. Sisifos’un bu kısır döngüden kurtulmak için tek bir şansı vardır; intihar. Ancak o; beklenmeyeni, uyumsuz olanı yapar ve tanrılara karşı gelmez. Bu, onun beyhude kaderine boyun eğmesi değildir; Sisifos bir “uyumsuz kahraman”dır ve kaderine başkaldırır. Camus’ya göre “absürt” burada başlar. Sisifos’un kısır döngüsündeki gizli başkaldırının intiharı haksız çıkardığını, “Tepelere doğru didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter” sözüyle kanıtlar. Bu bağlamda Sisifos Söyleni bir tavırla alakalıdır, bir manifestodur. Sisifos ise bir aktivisttir, felsefe yapmaz ya da bir düşünsel sistem kurmaz. Camus’nun düşünsel sisteminin ikinci aşamasında karşımıza çıkan “başkaldırı”, uyumsuz kahramanın en önemli özelliğidir ve bencil bir eylem olmasıyla birlikte toplum adına büyük bir önem taşır. Başlangıçta bireysel olmayan başkaldırı, kolektif bir bilinçlenme durumuna dönüştükçe yaşamı anlamlı kılar. Çünkü başkaldırı, yalnızca bireyin kendi durumuna değil, başkalarının durumlarına da işaret ediyor olabilir. Bir başka deyişle birey, başkaldırdığı ve savunduğu değeri kendi başına taşıyamayabilir. Böyle bir başkaldırıyı oluşturmak için kolektif bir şuura ihtiyaç vardır ki bu durumda birey başkaldırısında kendini aşmış olur. Camus’nun absürde ve intihara isyan bayrağı, bireyleri ölümün çekiciliğine sürükleyen nihilist ideolojileri ve ölümle biten yaşamın beyhudeliğini sorguladığı Sisifos Söyleni’dir. İnsan var olduğu sürece “absürt”ün yok olamayacağını, ona asla boyun eğmememizi ancak kabul edip onunla savaşmamız gerektiğini savunur. Bu bağlamda Sisifos bir aktivisttir ve intiharın absürtlüğünü topluma kendi başkaldırısıyla kanıtlar. . . . . . . . Kaynakça:  Camus, Albert. Sisifos Söyleni. Can Yayınları, 1997  http://tr.wikipedia.org/wiki/Aktivizm  http://erguvanlar.blogcu.com/sisifos-soyleni-albert-camus/6691268  Bulunmaz, Ali. “”Absurde”e Başkaldırıyoruz, O Halde Varız!” Üç Aylık Edebiyat Dergisi 65-72 Mehmet Ali Hoşkan BEYAZ GERÇEKLİK Yolda yürürken başına gelebilecek en kötü olay nedir ki? Araba kazası mı? Bir kediyi ezmek mi? Hayır. En kötü olay kırmızı ışıkta beklerken bir anda gözlerinize beyaz bir perde inmesidir. “Körlük”, Saramago’nun etkileyici anlatımıyla okuyucunun tüylerini diken diken eden, insanın nasıl bir hayvan olduğunu çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuran bir başyapıt. Açıkçası kitaba başladığımda içimde büyük bir heyecan vardı. Hep heyecanlı olmaz mıyız zaten yeni adımlarımızda? İlk başlarda gerçekten elimden bırakamıyordum. Ama ilerledikçe kitabı okumak istememeye başladım. Olaylar o duruma gelmişti ki okuduklarıma inanamıyordum, belki de inanmak istemiyordum. İçimdeki seslerden biri hemen okuyup bitirmemi söylüyordu; diğeri ise kitabı asla elime almamamı, aksi halde korkunç gerçeklerle yüzleşeceğimi söylüyordu. Cesaretimi toplamak zor oldu olmasına ama insan ırkının gelebileceği noktayı kademe kademe görmek, iliklerime kadar hissetmek, gerçekten katlanılması kolay bir şey değildi. Kitaba başlar başlamaz farkına vardığım en önemli şey yazarımızın gerçekten muhteşem bir iş çıkarmış olmasıydı. Okuduğum her satırda bunu hissettiriyordu. Kitabın başından sonuna kadar küçük numaralarla kitabın okuyucuya verdiği hazzı doruğa çıkarmıştı. Bu küçük numaralardan en çarpıcı olan kitap boyunca hiçbir karakterin isminin verilmemesiydi. Çoğu kişi için gereksiz bir ayrıntı bu, ama oturup düşündüğümde isimlerin ne kadar önemli olduğunu fark ediyordum. Bütün dünyanın gözüne bembeyaz bir perde indiğinde insanların ne kadar önemsizleştiğini anlıyordum ve onları sadece hayatta kalmaya çalışan hayvanlar olarak görmeye başlıyordum. Bir bizonu parçalayan aslanın da parçalanan bizonun da adı ne kadar önemliyse, hayatta kalmak için birbirini yok eden iki körün de adının o kadar önemli olduğunun farkına varıyordum. Bir insanın(!) sokağın ortasına -bir hayvandan farksızcasına- pislemesinin ne kadar yanlış olduğunu bilsem de, kimse görmediğinde sokağa pisleyenin kim olduğunun da öneminin kalmadığını anlıyordum. Kısacası kimse göremediğinde şahsiyetin ne kadar anlamsızlaştığını görüyordum. Yazarın yaptığı küçük numaralardan bir başkası da bütün bu kaos ortamının içine kocası için yapmayacağı şey olmayan, kör olmamasına rağmen kocasına yardım etmek için herkese karşı kör taklidi yapan masum ve güçlü bir kadını bir başına atmaktı. Aslında erkek ve kadın arasındaki karşılaştırmalara karşıyımdır ama genel olarak kadınlar erkeklere nispeten çok daha güçlüdürler. Yazarın da kurbanı bu sebeple kadın seçtiğini düşünüyorum. Evet kurban dedim. Bazılarınıza göre tek görebilen o olduğu için kurban olacak en son kişi o. Yanılıyorsunuz. Çünkü iyileşemeyen bir hastaya bakmaktansa o hasta olmak çok daha kolaydır. Sırtınızda bir grup insanı taşımak, o insanların insan kalmak için tek umutları olmak ve bunların üstüne yaşanan rezilliğe şahit olmak dünya tarihindeki en talihsiz olay olsa gerek. Bu kadar talihsizliğe de ancak güçlü bir kadının katlanabileceği bariz bir gerçek. Ne kadar zor olsa da savaşır kadın. Sonsuza kadar böyle mi sürecek diye düşünmez, elinden gelenin en iyisini yapar. Bazı anlarda gücü tükense de pes etmez; bir köpeğe de olsa derdini anlatır, göz yaşını döker ve yoluna devam eder. Yazarımızın kadınların kutsallığını çok güzel yansıttığını düşünüyorum.Hep umutsuzluktan bahsettim ama yazarımız en karanlık anlarda bile umut olduğunu da çok güzel bir şekilde göstermiş. Kör olduğunuzda karşınızdakinin dış görünüşünün ya da diğer fiziksel özelliklerini önemsizleştiğini ve gerçek aşkın çok daha mümkün olduğunu fark ettiğimde körlük salgını için biraz da olsa sevindim açıkçası. Gözler göremediğinde kalbinizin devreye girme şansı da artıyor. Boşuna “En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez." dememiş Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry. Kitabi bitirdikten sonra düşünüyordum. Ne kadar körüz? Ne kadar körleştik? Ne kadar hızlı körleşiyoruz? Farkında olmadan insan ırkının yok oluşunu izlediğimizi fark ettim. Kimsenin göremediği bir dünyada bembeyaz bir gerçekliğin ortaya çıktığını gördüm. Televizyonlarda halka izletilenlerin ne kadar insanlık dışı olduğunu fark ettim. Açıkçası kör olan bir dünyada tek gören olmak ne kadar zor olsa da görebilmek için elimden geleni yapacağıma söz verdim kendime. Umarım “Körlük” sizde de aynı etkiyi bırakır. Umarım siz de bazı şeylerin farkına varır ve ne kadar kör olduğumuzu anlarsınız. KAYNAKÇA De Saint-Exupéry, Antoine. Küçük Prens. Çev., Sumru Ağıryürüyen. İstanbul: Mavibulut Yayıncılık: 2013. Ahmet Tunç Her İnsan Kendi Gemisinde “A ship is like a country” sloganıyla çıkıyor film karşımıza, gemi bir ülkeye benzer diye. Evet, her gemi bir ülke gibidir belki de. Kaptanı başbakanı, mürettebatı da tebaasıdır geminin yahut ülkenin. Fakat filmin aksine ben gemiyi ömre benzeteceğim biraz. Filmde işlenen temadan biraz uzaklaşacağım gibi; senarist erkek duyguları ve istekleri üzerine yoğunlaşmış ve çok da gerçekçi bir şekilde yansıtmış bunları ama bana düşündürdükleri daha farklı oldu: gemi yolculukları da insan hayatına benzedi gözümde. Yalnız film özelinde değil, rotasını belirlemiş her gemi yükünü yükler -yolcu ve/veya mal fark etmez- ve yola koyulur. Yüklediği yükler insanın duygularına denktir bu benzetmede ve hatta maddiyata, paraya, işe, aşa. Çoğunun rotası bellidir aşağı yukarı ve çizdiği o rotayı takip eder yolculuğu boyunca. Hedefini koymuştur ve o hedefe ulaşıp limana demirlediği zaman bitmiştir onun yolculuğu ve çekmiştir elini eteğini dünya denilen bu denizden. Artık kendi köşesindedir sakin ve demirli. Kimileri de vardır ki ilk defa balığa çıkan amatör balıkçının takası gibidir, ne rotası vardır ne hedefi. Başıboş halde turlar durur hayat denizini, ağlarını atıp amacını arar hayat denizinde. Bulursa şanslıdır çünkü o küçük yolculuğuna bir anlam katabilmiştir ve artık dönmeye de sebebi vardır, amacını saptamış ve gerçekleştirmiştir çünkü. Bu saatten sonra daha ne istesindir artık bu hayat denizinden? Ama ya bulamazsa? İşte asıl endişe verici olan da budur ya: yolculuğuna bir anlam katamaması. Bir amacı olmaması o yolculuğun ve çizilmemiş olması rotanın ve dahi çizilemeyecek oluşu. Hal böyleyken ne yapsındır o gemi? Niçin gerek vardır bu başıboş yolculuğu yapmaya? Niçin gerek vardır motorları açık tutup oradan oraya yönlenmeye. Vazgeçer artık o da. İndiriverir yelkenleri ve kendi haline bırakıverir artık yolculuğu, vazgeçmiştir sonuçsuz çabalamaktan. Artık gideceği yer dalgaların onu sürükleyeceği yerdir ve ne adı bellidir, ne zamanı ne de yeri. Kendini de unutuverir gemi ve daha da azaltır zaten az olan yükünü. Duygularını boşaltır denize, hiç bulmamak üzere kurtulmak istercesine. İşe yaramamıştır o yükler, adı gibi yük oluvermiştir sadece ve zorlaştırmştır sadece yolculuğu. Gerek yoktur o halde bu yüklere. Boşaltılmalıdırlar gemiden ve öyle de olmuştur zaten. Peki, daha mı iyi olmuştur böyle? Belki evet, belki hayır. Yüksüz gemi gibi duygusuz insan da daha mı mutludur? Belki evet, belki hayır. Evet daha iyi olmuştur çünkü hafiflemiştir gemi ve daha özgürdür artık. Gidebilecektir istediği yöne ve yere daha kolayca. Ama hayır, iyi olmamıştır tabii ki. Gidebileceği ya da gitmek isteyeceği bir yer yoktu ya hani. Ne fark edecektir ki boşaltsa? Hem belki insan duygularına denk olan o gemi yükleri bir işe yarar gün gelir de. İyi ya da kötü, az ya da çok fark etmez; sonuçta bir hedef bulma ümidi varsa bu yükler sayesinde olacaktır ve onlar belirleyecektir rotayı da hedefi de. Onlardır bu gemiyi bu yolculuğa çıkaran ve yine onlardır bu gemiye anlam katan. Yoksa ne yapsındır diğerleri bu boş gemiyi. Hem ne kadar boyarsan boya, üstüne ismini ne kadar büyük yazarsan yaz, bunlarla anılmaz gemi. Yüküyle anılır, içeriğiyle anılır. İşte gemi misali ömür de böyle anlam kazanır. Ve o ömrü sürdüren beden de böylece kıymete biner. Duygularıyla var olur insan ve onlarla anılır iyi ya da kötü. Zayıftır veya güçlüdür, hırslıdır veya korkaktır, öyledir ya da böyledir. Bunlarla birlikte insandır insan, ve bunlarsız savrulur o limandan bu limana. İşte bu savrulmanın yegane tedbiri duygulardır ve bu duyguları sahiplenmektir. Onlarsız içine düşülecek boşluğun farkında olmak, onlarla yaşamayı istemektir insan olmak ve yolculuğa başlamak. Dedik ya, onlar olmadan insan ne yapacaktır be Kâmil? İNSANLIĞIMIZIN SON YILLARI MI? Son yıllarda sıkça tartışılan bir konu olan insanlığın gidişatı ve geleceğimiz elbette beni de kendine çekti. Geçen sene okuduğum Sapiens kitabı bana yeni bakış açıları kazandırmış ve beni tarihimiz hakkında daha çok soru sormama teşvik etti. Nihayet bu sene Yuval Noah Harari’nin yeni kitabı çıktı ve üm sorularımı yanıtlamaya hazır. Geleceğimiz gerçekten filmlerde, kitaplarda ve internette yazıldığı ve bize aktarılmaya çalışıldığı gibi parlak ve tozpembe mi yoksa kendimizi kurtarma çabalarımız asıl düşmanımız mı olacak? İnsan ırkı olarak hepimiz hep elimizde olandan daha fazlasını istiyoruz, her zaman gözümüz bizde olmayan özellikleri aramakta ve onları elde edebilmek için her yolu denemekteyiz ancak unuttuğumuz belki de düşünmek istemediğimiz bir nokta var: O üstün gücün bize neler yaptırabileceği ve insan ırkını nasıl değiştireceği gerçeği. Hepimiz hayat kalitemizi artıracak yeni teknolojiler, çareler arıyoruz, hastalıkların olmadığı, herkesin yaşamlarından keyif ve mutluluk aldığı bir ütopya arıyoruz. Harari’ye göre ise tüm bu arayış ve kurtulma çabaları, insan ırkının en büyük ve en tehlikeli düşmanı aslında ben de bu teoriye kitabı okuduktan sonra katılmaya başladım ve şu an tüm bu olanlara şahit olurken daha da katılıyorum. Hayatlarımızı uzatmaya çalışırken aslında insanlığımızı ve değerlerimizi yitiriyoruz. Hep daha iyisinin peşinden gitme arzusu bizi kendimizden koparıyor, değerlerimizi siliyor, duygularımızı, hislerimizi ve yaşama dair her ne varsa hepsini alıp yok ediyor. Farkında değiliz belki ama bu üstünlük arayışı, bizi kendi benliğimizden ayırıyor ve maalesef bu değişim son sürat ilerliyor. Kitabı okuduktan sonra bu düşünceler kafamda belirmeye başladı, Harari’nin bakış açısı her geçen sayfada beni etkiledi. Yetinmemek sanırım hepimizde olan bir özellik ve tarihimiz boyunca yaşanan ve yaşanacak tüm trajik olaylardan, savaşlardan, anlaşmazlıklardan da o duygu, o arzu sorumlu. İnsan olarak her zaman gözümüz yükseklerden, kendi çıkarlarımız ve hayallerimiz için doğayı mahvettik, hayvan ve bitki türlerini tükettik, dünyamızı kökünden değiştirdik ve şimdi de sıra bize geldi. İnsan ırkına. Şimdi de en korkunç silahlarımızı kendimize çektik. İyiye ulaşma çabası, bizim en büyük düşmanımız haline geldi çünkü bilim adamlarına, yazarlara ve yöneticilerimize göre bizler yeterince iyi ve üstün değiliz; hala bazı önemli hatalarımız var ve tüm bunlar acizliğimizin göstergesi. Gerçekten öyle miyiz peki? Ben öyle düşünmüyorum. Bizi bekleyen gelecek bizleri duygusuz, biyokimyasal robotlara dönüştürecekse; tüm insanlık değerlerinimizi, kültürümüzü, duygularımızı silecekse; ölümü ve hastalıkları yok edip bizleri ölümsüz “amaçsız” bir yapay dünyaya hapsedecekse ben böyle bir gelecekte yaşamak istemiyorum. Harari’nin de savunduğu gibi, tüm bu üstün özellikler, süslü hayaller (ölümsüzlük, hastalıksız bir yaşam, yaşlanmayı durdurma…) insan ırkına çok pahalıya mal olacak ve bir kere bu yapay ortamı yarattığımızda ise geriye dönüş olmayacak. Gücü ve en iyisini isteme arzumuz, tüm insanlığı felaketlere sürükleyecek. Bizi bekleyen neler var bilemiyorum ancak bunları hayal etmek bile beni derinden sarsıyor, beni dehşete düşürüyor ve bu kontrol edilemeyen teknolojiler ve güçler karşısında hayrete düşüyorum. Böyle bir gelecek istemiyorum, “en iyisi” yüzünden yok olmak istemiyorum. Homo Deus’un bu konu hakkında okuduğum en etkileyici kitap olmasının nedenleri arasında tam da bu etkenler var. Yazar tüm bu gelecek senaryolarını o kadar çarpıcı ve gerçekçi anlatıyor ki siz bir süre sonra tüm bu senaryoların gelecekte bir gün,çok kısa bir süre sonra, gerçekleşeceğini anlıyorsunuz. Sizi inanılmaz bir karamsarlık ve korku kaplıyor ancak daha sonra anlıyorsunuz ki bu son kaçınılmaz çünkü doğamızda bu var: En iyisini aramak. Beni etkileyen nedenler sırf bunlar değil. Kitabı okurken, dünyada ne kadar farklı düşünce olduğunu anlıyorsunuz; bazıları insanlığımızın bu üstünlük arayışını desteklerken hatta bunun için ellerinden geleni yaparken, bazılarımız tam tersini savunmakta, bu değişimin “insanlığın en tehlikeli düşüncesi” olarak tanımlamakta. 1 Bu tür radikal kararlar ve eğilimler, insanları ikiye bölerken aslında bizi birbirimize daha da bağlamakta. Homo Deus, iki farklı zıt kutbu nasıl birleştirilebileceğini gösteren bir kitap. Her ne olursa olsun insanlığın bir gün ortak bir paydada buluşabileceği ümidi beni etkileyen bir diğer neden. Biliyorum, hepimiz gelecek için kaygılıyız, bilinmeyen her zaman korkulandır. Homo Deus, tüm kaygılarınızı bir kenara bırakıp sizi inanılmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Tüm o gelecek senaryolarını teker teker oynatıp, sonunda sizin seçim yapmanızı istiyor. Son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaptı Homo Deus. Her şeyde olduğu gibi sonumuz yine kendi elimizden mi olacak yoksa bu zekamız bizi daha da ileriye mi götürecek? Sanırım en iyisi, bekleyip görmek. 1 Bostrom, N. (2014). Transhumanism: The World’s Most Dangerous Idea? Retrieved November 01, 2016, from http://www.nickbostrom.com/papers/dangerous.html MELİSSA KÖKSAL Harari, Y. N. (2016). Homo deus: A brief history of tomorrow. London: Harvill Secker. Sena Uysal 21300904 SIMSICAK BİR AŞKIN HİKÂYESİ Mevzu aşk ise gerisi teferruattır… Olağanın aksine olmayanı zorlayan ve cesur sahneleriyle bizi kendine hayran bırakan Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü kazanmış Mavi En Sıcak Renktir, sıra dışı konusunun yanında oyuncularının başarılarıyla da bir sinemasever olarak benden de tam not almayı başardı. Genelde bir kadın ve bir erkek vardır. Ya erkek âşıktır ya kadın ya da ikisi de âşıktır ama ya zaman yanlıştır ya da aileler izin vermez… Bildiğimiz bir sonla biter ve bizler de sadece izlemiş olmak için izleyenlerden oluruz. Fakat ilk defa bir aşk filminin sonunda kendimi sorgularken buldum. Film, iki eş cinsel kadının aşkını basit bir şekilde ele almak yerine kendinizi sorgulayabilmemiz için duyguları çok yoğun bir şekilde yansıtıyor ki izlerken siz bunun sadece bir film olduğunu unutuyorsunuz. Peki sizce beni bu denli etkileyen şey neydi bu aşkta? Hele ki benden oldukça farklı his ve görüşlere sahip bu iki kızın aşk hikâyesinde… Aşkın tanımı yapmamı isteseler ya susarak oradan uzaklaşır ya da kendimden daha çok sevmek derdim. Eğer âşıksanız, tüm dünya susar ve sadece kalbiniz konuşur. Herkes için aşkın tanımı kalpte başlar, fakat bilimsel araştırmalar gösteriyor ki “aşk, kalp ile ilgili bir duygu değildir ve diğer bütün duygular gibi aşk da sadece ve sadece beyinde meydana gelmektedir.” Bunu kabullenmek ne kadar zor olsa da gerçeği doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu kullanabilme: duygusal zekâmızın bir yeteneğidir. Aşka hiçbir zaman bilimsel açıdan yaklaşabilen biri olmadım çünkü aşkın bende hissettirdiği duygunun ve bana yaptırdıklarının hiçbir mantık çerçevesine sığmadığını biliyorum. Herhangi bir kişiye karşı hissedilen her güzel ve yoğun duygunun adı aşk olmamalı. Filmde benim için önemli bir nokta da bu kısımdı. Karşı cinsten birini çok beğendiğimiz ve ona hayranlık duyduğumuz zaman ile doğru insana hissettiğimiz duygunun arasındaki fark. Aşk birini beğenmek kadar kolay hissedilen veya birine saplantılı kalabileceğimiz kadar acı bir duygu değildi. Bunu düşünmeme sebep olan sahne Adele’in kendisine ilgi duyan yakışıklı bir erkekle yaşamaya başladığı ilişki ve sonrasında ilişki içindeki mutsuzluğundan dolayı kendini keşfetmesi. Hepimizin kendi içinde keşfedilmeyi bekleyen duygular vardır. Adele kendisi için gerçek aşkı keşfetmişti. O saniyeden sonra ne cinsiyeti ne yaşı ne kaşı önemliydi tek bir bakış yetmişti tüm her şeyi göze alabilmesi için. Aşk herkes için farklı ama kesinlikle kelimelere dökemeyeceğimiz bir his şüphesiz. Eskilerden beri basmakalıp bir cümledir “aşkın yaşı olmaz”. Peki ya aşkın cinsiyeti olur mu? İnsanların cinsel yönelimine karşı her zaman saygı duymuşumdur, fakat bunun genlerden gelen bir şey olmadığını da biliyorum. Eşcinsellik zor ve acı bir sürecin sonunda oluşan ve birçok sebepten ötürü tercih edilen bir durum. Tercih diyorum çünkü insan hayatını kendi istediği gibi tasarlayıp yaşayabilecek bir bilinç gücüne sahiptir. Ayrıca bu tercihin sebeplerini örneklendirmek gerekirse; rol modellerin yanlış alınması, çocukluk döneminde şiddete maruz kalmak, tacize ve tecavüze uğramak özellikle son zamanlarda görsel medyanın eşcinselliği özendirici yayınları veya aile baskısı ile meydana gelmesi gibi birçok şekilde açıklanabilir. Saygı duymanın önemli olduğu gibi buna özendirmek de çok yanlış olur. Filmde aşkı birbirinde bulan iki eşcinsel Adele ve Emma: her şeyi kabul edebilmişlerken sınıf farkını kabul edemiyor hayat… Aslında filmde aşk ve eşcinsellik ön planda olsa da verilen önemli mesajlardan biri de “çiftler arasındaki sınıf farkı.” Emma çok güçlü ve sanatsal kişiliğinin yanı sıra olgun tavırlarıyla dikkat çekerken; Adele, aslında hepimize tanındık olan merakla ve iştahla her şeyi deneyen ve yaşayarak öğrenen, sevişerek büyüyen, acı çekerek olgunlaşan, kırılgan ve çoğu zaman salya sümük ağlayan bir ergen âşığın hikâyesini anlatıyor… Mirza Benek Nitelik ve Nicelik İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni Almanya’da ikisi de öğretmen olan bir çift uzak doğuya yolculuğa çıkmaya karar verirler. Nazi egemenliği sonrası yeni toparlanmaya başlayan Almanya’nın nüfusu neredeyse hiç artmazken Çin ve Hindistan gibi insanı hayrete düşürecek nüfusa sahip olan bu ülkeleri görünce akıllarına birçok soru düşer. Mesela o yıllarda bulunan dokuz yüz elli milyon Çinli yerine dokuz yüz elli milyon Alman olsa ne olurdu? Dünya böyle bir şeye dayanabilir miydi? Peki ya o yıllarda da korkulduğu gibi Almanların soyu tükenseydi? Üzerinde Almanların bulunmadığı bir dünya neye benzerdi? Yunan mitolojisinde Zeus’un kafasından doğan Tanrıça Athena’ya ithafen ismi koyulan Kafadan Doğumlar kitabında yolculukları boyunca çiftin bu tür düşüncelerle ve sorularla boğuşması anlatılıyor. Almanya’nın o yıllarda yaşadığı nüfus sıkıntısının sebeplerinden birkaçı da savaştan yeni çıkmış olmaları, nüfusun yaş dağılımı ve yüksek yaş ortalaması gibi faktörler olarak görülmektedir. Bu sebepler nüfusun yerinde saymasına hatta gerilemesine sebep olabilir fakat bir ulusun, bir milletin ilerleyebilmesi ve devamlılığı için tek önemli olan unsur kişi sayısı değildir. Bir zamanlar komşu olan insanları farklı devletlerin vatandaşı haline getiren bir duvar adeta önlerine örülen bir duvar haline gelmiştir. İki farklı devlet olarak yaşamaya çalışan tek bir ulusun onları ileri götürecek gelişmeler ve fikirler öne sürmesi gerekirken yapabildiklerinin en iyisi hayati fonksiyonlarını sabit tutmaktan öteye gidemez. Sürekli gelişen dünya içinde bir yere tutunabilmelerini sağlayacak, onları geride bırakılmaya mahkum etmeyecek adımları atamayan milletlerin çok parlak bir geleceği olmadığı basitçe öngörülebilir. Bu gibi tehditlerle karşı karşıya kalan bir ulusun ise nüfus sorunu sadece bir sayıdan ibaret olur. Yani çokluk iyi bir sonuç elde etmek için her zaman yeterli değildir. Günlük hayatta da bu gibi ikilemlerle sürekli karşı karşıya kalırız. Kalite ve miktar arasında seçim yapmamız gereken anlar sık sık karşımıza çıkar. Tabii ki bu iki seçenekten hangisini seçeceği her insana ve seçimi yapacak olan kişinin içinde bulunduğu duruma göre farklılıklar gösterebilir ancak bu kararla karşılaşabileceğimiz durumlar arasında bir genelleme yaparak hangi seçeneğin daha doğru ve yararlı olduğunu belirleyebiliriz. Fakat ulaşacağımız sonuç yine herkesin fikrine uymayacak ve öznel bir kanı olmaktan kurtulamayacaktır. Tabii ki olabilecek en ideal sonuç kalitenin de miktarın da maksimum olduğu seçenektir ama bu ideal durum her zaman seçenekler arasında yer almayabilir ve bu iki özellikten birini tercih etme durumunda kalabiliriz. Eğer kaliteyi ön planda tutacaksak ki benim tercihim genellikle bu yönde olur, dikkat edeceğimiz ilk şey elde edeceğimiz sonucun niteliğidir. Sayısına bakılmaksızın tek başına memnun etmesi gerekir. Tabii kaliteyi ön planda tuttuğumuz durumlarda masraf artacağından her zaman bu seçeneği seçmek mümkün olmayabilir. Miktarı ön planda tuttuğumuz zaman ise elde etiğimiz sonucun niteliği yerine niceliğine dikkat ederiz. Bu durumda elde edeceğimiz sonuçta ise çeşitlilik fazla olsa da nitelik olarak diğer seçeneklerden daha aşağıda kalınabilir. Konuyu basit örneklerle somutlaştıracak olursak kalite ön planda tutulduğu zaman bir çift marka ayakkabı iki çift normal kalitede ayakkabıya tercih edilebilir. Miktar ön planda tutulduğu zaman da tam tersi durum söz konusudur. Bu seçenekler her zaman materyalistik seçenekler de olmak zorunda değildir. Mesela çok sayıda normal arkadaşa sahip olmaktansa daha az sayıda ama daha samimi ve yakın arkadaşlar da tercih edilebilir. Bu ve bunun gibi konular hakkında sayısız örnek bulunabilir. Hayatımızı nitelik ve nicelik terazisinde ölçüp yaşarız adeta. Bize maksimum mutluluğu getirecek o dengeyi bulmaya çalışırız. Hemen hemen attığımız her adımda bu yol ayrımına geliriz ve bir karar vermemiz gerekir. Sonuç olarak gerek insan hayatındaki önemsiz bir seçenek olsun gerek bir ülkenin geleceği, tüm tercihlerimizi bu iki özelliğe göre değerlendirir ve bize en doğru geleni seçmeye çalışırız. Buse YAMAN Bir Zamanlar Nerede Bugüne ait insanları imrenen gözlerle izlediğimi fark ettim yakın bir zaman önce. Bulundukları yere, bulunduklara zamana ait insanları… Bu şekilde söylediğimde klişe bir romantizme kapılıp gittiğimi düşünebilir ve söylediklerime küçümser bir gözle bakabilirsiniz pek tabii. Ama belki siz de ruhunuzun derinliklerine inip varlığınıza kulak verirseniz, onunla baş başa kalabilirseniz; bambaşka bir zamanda, bambaşka bir yerde bulabilirsiniz kendinizi. Geleceğin bilinmeyen derinliklerinde bir hayalde veya hiç unutamadığınız, kopamadığınız bir hatırada… Sevebilmenin ait olma hissiyle ilintili olduğunu düşünürüm hep. Birini ya da bir şeyi sevebilmek için önce onu sahiplenmek, sonra da ona ruhunun bir parçasını teslim etmek gerekiyor bence. Belki de bu yüzden başka bir zamana ya da başka bir mekâna ait hissetmekten kastım, bir yeri veya zamanın bir parçasını bütün varlığımızla sevmekten ibarettir. İşte ben de tam da bu sebeple, bu durumun herkes için geçerli olduğunu iddia ediyorum. İçinde bulundukları zamana ait, yaşadıkları çevreye sevgiyle bağlı insanlar da bu iddiamı bir yerde destekliyorlar. Ama benim asıl değinmek istediklerim, bu kadar şanslı olmayan insanlar. Geçmiş bir zamanın, küçük bir anında kalmış; şimdiye kadarki en mutlu, en özel anlarını o zamanda yaşamış; bu sebeplerle de gözünü ne zaman kapatsa o ana dönen insanlar… Ya da kendisini sık sık gelecekte bir gün dilediği hayatı elde etmeyi başarmış ve ait olduğu zamana kavuşmuş şekilde düşleyen insanlar… Ben bu kategorilerden hangisine girebileceğimden emin değilim, ama hiç değilse emin olduğum bir şey var. Nereye ait olduğumu biliyorum. Nerede kaldığımı, nerede olmak istediğimi biliyorum. Zamanın birinde beni derinden etkileyen ve görünmez bir kuvvetle kendisine bağlayan şey o zamanın verdiği bir mutluluk değildi, o etki tamamıyla bulunduğum yerle ilgiliydi. Kendisini şehriyle özdeşleştirmeyi başarmış, ait olduğu yeri bulmuş ve hayatını oraya adayarak sürdürmüş şanslı bir yazarın, benim açımdan da oldukça etkileyici olan bir eseriyle tanışma şansı yakaladım geçtiğimiz günlerde. Beni bu kadar çok etkileyen eserin, Ackroyd’ın Bir Zamanlar Londra’da’sı olduğunu söylememle birlikte sanıyorum ki bahsettiğim o ait olduğumu hissettiğim yerin neresi olduğunu anlayacaksınız. Londra… Uğruna sayısız eser verilmiş; filmlere, dizilere konu edilmiş; birçok açıdan dünyanın gözbebeklerinden biri olan Londra… Tüm bunların ötesinde yaşama fırsatı bulduğum kısa dönemde beni ışıltısıyla büyülemiş ve kendisiyle ortak bir ahenk yakalamamı sağlamış güzel Londra… Ackroyd’ın eserinin beni kendisine mıknatıs gibi çekmesinin asıl sebebi, şehrin ismini bir yerde görmenin bile bende parıltılı bir etki bırakıyor oluşu sanıyorum. Nitekim kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar Londra’nın esintileriyle huzur doldum ve doğrusu karakterlere ve asıl kurguya pek de önem vermeden yaptım bunu. Bana aitlik hissimi hatırlatan, bu hissiyatın sevgiyle arasında bir bağ olduğuna inanmamı sağlayan ve bana tüm bu cümleleri kurduran bu kitaptır. Bugüne ait olacak kadar şanslı değildim belki de, bulunduğum yerle de aramda güçlü bir bağ hissedemiyorum ne yazık ki. Ama biliyorum ki özlemimi dizginleyen; içimi mutlulukla dolduran; beni o güzel şehre, o güzel zamana götüren birçok eser olacak daha. Yine biliyorum ki gözlerini kapattıklarında hep aynı yere giden insanlar yeterince ister ve çabalarsa kendilerini o yerde bulurlar bir gün. Gelecekte bir günü bekleyenlerin yanında geçmişte yaşayanlar için de geçerli bu söylediklerim, tarih eğer tekerrürden ibaretse neden düşlenen zaman yeniden yaratılamasın? Her insanın hakkı olan güzel bir yaşamın tamamen bu hisle, bu tatminlikle alakalı olduğunu düşündüğüm için dilerim ki bir gün herkes ait olduğu yere ve zamana kavuşur. Kaynakça Ackroyd, Peter. Bir Zamanlar Londra’da. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2016. Baskı. Ceren KILINÇ MALALA OLABİLMEK Ekim 2012. Pakistan'da bir salı günü. Henüz 15 yaşında bir kız. Okul servisiyle eve dönerken servise binip "Malala kim?" diye soran Taliban teröristine cesurca "Malala benim." diye cevap veren ve başından vurulan bir kız Malala. Tek suçu aldığı tüm tehditlere rağmen tıpkı yemek ve barınma gibi temel bir hakkı olan eğitim hakkını savunmak. Tek suçu "Oku!" ayetiyle başlayan bir dinin kurallarını -okulları bombalayarak, masum insanları öldürerek- uyguladığını söyleyen, kız çocuklarının eğitim hakkını ellerinden alan bir örgütün fetvasına karşı gelmek. Malala'nın öyküsü bu terör örgütünün dayatmalarına her zaman karşı gelmesi, susturulmayı reddetmesi sonucunda Pakistan'daki ücra bir vadiden Nobel Barış Ödülüne uzanıyor. Henüz 15 yaşında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen en genç kişi olarak tarihe geçen Malala 16.yaş gününde Birleşmiş Milletler kürsüsünde anlatıyor sadece hakkını savunduğu için ödediği bedeli ve bununla yetinmeyip "Ben, Malala. Bu da benim hikayem." diyerek tek bir insanın sesinin dünyaya nasıl bir ilham verebileceğini göstermeye çalışıyor. "Sesimizin değerini ancak susturulduğumuzda anlarız." diyen Malala bir çoğumuzun gözünde imkansız olan şeyi gerçekleştiriyor cesaretiyle. Malala'nın yerine kendinizi koymaya çalışın. Kaçınız onun kadar cesur olabilirdi? Kaçınız Malala'nın yaptığı gibi eli silahlı bir teröristin karşısında dimdik durabilirdi? Bir çoğumuz Malala kadar cesaretli ve kararlı değiliz maalesef. Malala'nın hikayesi bana sahip olduklarımızı ve bizim imkanlarımıza sahip olmayan diğer insanları çoğu zaman göz ardı ettiğimizi hatırlatıyor. Okula gitmeyen çocuklar listesinde 2.olan bir ülkede doğan Malala'nın tek şansı kendisine her zaman destek olan, hata yaptığında bile kızının yanında olup onu Mahatma Gandhi'nin "Hata yapma özgürlüğü olmadığı sürece özgür olmaya değmez." sözüyle teselli eden anlayışlı ve cesur bir babaya sahip olmakken bizim sahip olduğumuz her şeyden şikayetçi oluşumuzu yüzüme vuruyor bu kitap. Her zaman en kötü şeyler bizim başımıza geliyormuş gibi davrandığımız için utanç duymama neden oluyor. Bir çoğumuzun sahip olduğu eğitim hakkının ve bizden sevgisini ve desteğini esirgemeyen ailelerimizin değerini bilmeyişimizi hatırlatıyor. Yüzüme vurduğu gerçeklerin yanında bir çözüm arayışına itiyor beni Malala'nın hikayesi. Malala ile aynı şartlar altında hatta belki de daha kötü şartlar altında yaşayan ve dahi yalnızca eğitim hakkı değil yaşama hakkı da elinden alınan çocuklar için bir değişim yaratma arayışında buluyorum kendimi. Bir kez daha Malala'nın hikayesi yol gösteriyor bana; terörü yenmek konusunda eğitim ve sevginin gerekliliğini fark etmemi sağlıyor. Dünya'da var olan bunca kötülüğün, zulmün, yıkımın kaynağı olan nefret ve kin yerine bizi insan yapan sevgi ve merhameti koymayı bilmiyoruz. Kendisini vuran kişiden bile nefret etmediğini söyleyen Malala kadar yüce davranamıyoruz. İyiliğe, güzelliğe, adalete, doğruluğa değil haksızlığa, zulme, vicdansızlığa hizmet ediyoruz. Zor olanı yapıp Yaradandan ötürü yaratılanı sevmektense, kolay olanı yapıp birbirimizi sevmek içi çaba sarf etmemeyi seçiyoruz. Birbirimizi ötekileştiriyor. İnsanları inancına, ırkına, diline, rengine göre yargılıyoruz. Dünya'daki her insanın bizim gibi özgürce yaşamaya, eğitim almaya hakkı olduğunu göz ardı ediyor, haklarını savunmak konusunda destek olmuyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla bizden farklı olan insanlara karşı yapılan haksızlıklara göz yumuyoruz. Bu dünyanın hepimize yetebileceğini tıpkı bizim gibi diğer insanların da yaşama hakkı olduğunu göz ardı ediyoruz. Oysa ki, içinde sevgi barınan için bütün dünya tek bir ailedir. "Dünya'yı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey." demiş Sait Faik Abasıyanık bize sevginin önemini anlatmak istercesine. Birbirimizi severek Dünya'yı daha yaşanabilir kılabileceğimizi hatırlatmak istemiş bize. Asıl önemli olanın insan olabilmek olduğunu bunun için çok fazla şeye değil yalnızca sevgiye ihtiyacımız olduğunu vurgulamış büyük usta. Sait Faik şu insanı ya da bu insanı sevin diyerek sınırlamamış sevgiyi. Herhangi bir insanı yalnızca insan olduğu için sevmemiz gerektiğini söylemiş yalnızca. Dünya'yı daha yaşanabilir kılabilmemiz, kin ve nefreti önleyebilmemiz için sevgi kadar elzem başka bir adım daha var: eğitim. "Eğitimin amacı, doğuştan insanda var olan cevheri işlemek, özü bulmaktır." der Galiani. Bu sözüyle anlatmaya çalıştığı insanı insan yapan değerleri, sevgiyi, merhameti ve bilinci ancak eğitim yoluyla geliştirebileceğimizdir. Terör öncelikle zihinde başlar. Zihinde tasarlanan bir eylemi ancak yüreğimizdeki sevgi ve merhamet süzgecinden geçirdikten sonra uygulamalıyız. Her daim insanları sevmeyi öğütleyen, ırkçılığa karşı çıkan bir dinin gereğini uyguladığını öne sürerek insanların beynini yıkayan terör örgütlerine tıpkı Malala gibi eğitimin önemini savunarak karşılık vermeliyiz. Eğitim anlayışımızı dini dogma ve hurafeler üzerine değil sevgi ve barış üzerine kurmalıyız. Çocuklarımıza her daim sevgiyi ve merhameti, kendi inançlarına ve kültürlerine sahip olmayan insanları dışlamak yerine onları kucaklamayı öğütlemeliyiz. Şiddetin çözümünün eğitim ve sevgi olduğunu ve terörün küresel bir sorun olup yalnızca bizi etkilemediğini unutmamak gerekir.Terörü yok edemesek bile azaltmak, daha çok insanın zulme uğramasını engellemek için el ele vermeli, silahlar karşısında boyun eğmek yerine tıpkı Malala gibi dimdik durmalıyız. KAYNAKÇA Yusufzay, M. ve Lamb, C. (2016). Ben, Malala. İstanbul: Epsilon. ERDEMOĞLU 1 Hasan Emre Erdemoğlu Ali Turan Görgü TURK 101 – Sınıf 26 4 Kasım 2014 Üşüyorum, Lütfen Sarın Beni! “Biraz fazla yürümüşüm… Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim… Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim… Hızlı mı yürüdüm nedir… Sıcak bastı… Önümü açtım… Hava da rüzgârlıydı… Biraz kar da sepeliyordu… Herhalde üşüdüm…” (Ali 35) --Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali Sararan yapraklar arasında, hafif Eylül esintileri ve yağmurlarıyla karşılıyorum sonbaharı… Sabahları iliklerime kadar beni donduran, beni sıcak yatağıma çivileyen yeni gün, öğlen bütün sevgisini gösteriyor ve beni sıcaklığıyla boğuyor. Benim için hiç memnun olmayan ve dolayısıyla aynı memnuniyeti bekleyemeyeceğim bir kadın gibidir sonbahar. Hissettiklerim böyle olunca bu dünya üzerindeki herhangi bir insanın mevsimlerin kendileri üzerinde bir etkisi olmadığını belirtip ispat edebileceklerine inanmıyorum. İnsanlarla mevsimler birbirlerine kırık bir kemiğin kaynadığı gibi kaynamışlardır, ikisi de birbirlerine kendilerinden bir şey katarken, birleştikleri noktada kırılgan bir bütünü oluştururlar. Dediklerime inanmayacağınızı bildiğim için size Kürk Mantolu Madonna’dan bahsetmek istiyorum. Sabahattin Ali bize dünyanın her yerinde aşkın kutsallığını ve aşkın, âşık insanın çehresine olumlu ve olumsuz etkilerini bu romanda anlatır. Bazı okurlarımın şu an bana, “İyi de mevsimlerle aşkın ne alakası var?” dediğini duyar gibiyim, o yüzden sizden tek ricam var: Kürk Mantolu Madonna’yı okumaya başlamalısınız. ERDEMOĞLU 2 Açmamış tomurcuklar gibiyiz aslında. Günlük yaşantımızdaki güzellikleri göremeyecek kadar içine kapanmış, açılmak istemeyecek kadar korkak ve narin. Küçük bir esintide yıkılacağımızı düşündüğümüz için belki kendi kabuğumuzdan çıkamıyoruz. Durum böyle olunca hayata uzanan her uzvumuz uyuşmuş ve çevresindekileri hissedemez oluyor. Anlatıcı, Raif’in anı defterini okumadan önce Raif Efendi’yi hayatından memnun olmayan, ailesi tarafından önemsenmeyen, pasif, geçmişine takılmış ama çevresindeki insanları detaylıca değerlendiren biri olarak gözlemledim. Ama insanlar bu kadarla sınırlı değiller. Bizler dıştan basit ama içten karışık bir ruha sahip insanlarız ve ne yazık ki birbirimize kendimizi açacak kadar cesur değiliz. Soğuktan yapraklarımızın yanacağına inandığımızdan, birbirimizi anlamamayı, duygularımızdan kaçmayı ve bir ömür böyle yaşamayı tercih ediyoruz. İşte bu yüzden Sabahattin Ali’yi okurken en büyük keyfi yarattığı başkarakterin bilinç akışını, gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini kendimde deneyimlerken alırım. Ankara’nın kışı serttir, insanı fiziken yıpratır. Raif Efendi hakkında izlenimlerimi Raif’in epilogdaki sözüyle beraber düşündüğümde yaşadığı birtakım olayların onu psikolojik olarak yorduğunu anlıyorum. Raif bu yorgunluğu aynı zamanda kendine fiziksel zarar verme haline getiriyor ve bana göre bu durum onun kışa zorluk, hüzün ve keder anlamlarını yüklemesine yol açıyor. Duygusal, kadınsı kişiliği ve ketum yapısıyla kırılgan bir bütün olan Raif, sanki soğuğa çıkıp verem olmayı kendi istemiş gibi… Sanki ruhundan yaşama sıcaklığı seneler önce çekilmiş… Raif ve Maria’nın aşkına gelecek olursam, Raif’in notlarında Maria’yla birlikte iken mevsimlerin olumsuz bir çağrışım yaptığını pek görmedim. Maria’nın yağmurlu bir günde Nebatat bahçesindeki sözleri bana hem Raif hem de Maria için sonbahar yağmurlarının, tıpkı Raif’in hissettiği gibi, yalnızlığı hissettirdiğini çağrıştırıyor. ERDEMOĞLU 3 Biliyor musunuz, Berlin’de senenin ancak yüz gününde hava açık ve güneşli, senenin iki yüz altmış beş gününde kapalıdır. . . . Canlı bir mevcudu kendisine uygun olan iklimden ayırarak, birkaç meraklının keyfi için bu berbat şartlara tabi etmek bir nevi bir işkence değil midir? . . . Biz de bunlar gibi yerimizden sökülüp dağıtılmış değil miyiz? (Ali 91,92) Ama işin güzel tarafı, yalnızlığı temsil eden bu imge, kişilik açısından tamamen zıt olan bu iki insanın birbirlerini anlamalarını ve arkadaşlık kurmalarını sağlayan en önemli ortak noktalarını oluşturuyor. Yağmurun altında, iki ayrı ülkeden, iki ayrı kültürden birbirinden apayrı hayatlara sahip bu iki insan, yalnızlıklarını bir kenara koyup aşkın nasıl engelleri aştığını kanıtlayabiliyorlar. Benim önceden havayı kestiremediğim için hiç hoşlanamadığım, ama yine de bana hem yazın hem de kışın tadını aynı anda çıkarttığı için sevdiğim sonbahar Raif için Maria’yla ona bütün zıtlıklarına rağmen ortak yönler kattığı, beraber geçirdikleri zamanı o havada paylaştıkları için çok daha değerli olabiliyor. Eminim ki siz de mevsimlere kendi anlamlarınızı katıyorsunuzdur. Raif’in, Maria’nın veremden öleceğini duyduğunda yaşama isteğinin içinden çekilmesi gibi sizin için de kışın olumlu veya olumsuz bir anlamı vardır. Eminim her zaman yere yeni düşmüş yağmurun kokusunu içinize çektiğinizde Maria gibi hayattaki varlığınızı en azından bir kere sorgulamışsınızdır. Raif’in Maria’ya duyduğu aşkı takdir ediyorum. Onun için son bir defa ölmeden önce son yürüyüşe çıkışını gözümün önüne getirmek istiyorum, Raif’in ağzından, usta yazar Sabahattin Ali’nin uygun gördüğü gibi… Kışı ve acıyı Raif’le beraber hissetmek istiyorum. ERDEMOĞLU 4 On sene geçti… On sene geçti, ölüm seninle beni ayırdığından, ruhum kalbimin derinliklerine kadar çekilip ellerim ve ayaklarım soğuk kaldığından… O gündendir yürüyorum, üstüme çöken tipiye rağmen yürüyorum, buz tutmuş yollara rağmen yürüyorum; önümü göremiyorum, Sana erişemiyorum, terliyorum… Ferahlamak için göğsümü açıyorum, daha da çok yanıyorum. Kış her yerde, kış dokunduğu her yeri soğuk bıçağıyla kesiyor. Gitgide içime çekiliyorum… Sanırım Raif’le duygudaşlık kurmaya çalışırken üşümeye başladım; ya Raif’i gerçekten hissedebilmeye başladığımdan ya da gün battıkça havanın soğumaya başlamasından… Üşüyorum, lütfen sarın beni! Ben yazımı burada noktalayıp ısınmak için kahve almaya giderken sizin bir daha düşünmenizi istiyorum. Yaşadığımız mevsim size ne hisler uyandırıyor? ERDEMOĞLU 5 Kaynakça: Ali, Sabahattin. Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: YKY, 2013. Basılı. Kapıdaki Düşman / Giray Atabey Kırtız II. Dünya Savaşı'nın konu alındığı birçok film izlediğinize eminim. Bu filmlerin çoğunda Amerikalıların nasıl dünyayı Almanya'nın pençelerinden kurtardıklarının propagandasının yapıldığını birçok sinemasever gibi farketmişsinizdir. Artık II. Dünya Savaşı'nın konu alındığı klişe filmler izlemekten sıkıldıysanız, şu an bu yazıyı okuyarak çok doğru bir karar verdiğinizi söylemekten mutluluk duyuyorum. “Enemy At The Gates” döneme hiç tanık olmadığınız farklı bir açıdan bakıyor. Bu sefer döneme bir Rus askerinin gözünden bakıyoruz. Film, Mart 2001'de “Kapıdaki Düşman” ismiyle Türkiye'de gösterime girdi. Film gösterime gireli neredeyse 14 yıl oldu. Benim görüşüm bu 14 yıl içerisinde dönemi daha güzel işleyen bir film şu ana kadar gösterime girmedi. Film konu olarak Volga nehrinin kıyısındaki küçük bir şehir olan Stalingrad'daki Rus direnişini konu alıyor. Filmin ana karakteri “Vassili Zaitsev” isimli bir çoban. Vassili, Joseph Stalin'in çağrısına uyarak, Ural Dağları'ndaki köyünden kalkıp vatanını korumak için Stalingrad'a geliyor. Vassili gerçekten iyi bir nişancı ve nişancılığını dedesine borçlu. Dedesi ona daha bir çocukken tüfek kullanmayı öğretmiş. Ancak, dedesi Vassili'ye bu kabiliyeti öğretirken, bu kabiliyetin Vassili'nin hayatını değiştireceğini düşünmediğine eminim. Vassili'nin botları Stalingrad'ın kanla sulanmış topraklarına değer değmez, Vassili'nin karşılaştığı manzara tüyler ürpertici. Bu sahneyi gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olabilirim. Şimdi sizden rengi gri olan bir nehir düşünmenizi istiyorum. Havanın kasvetli ve gri olduğunu hayal edin. Sanki, doğa bu savaşı lanetliyor ve insanlardan Güneş'i saklıyor. Nehrin üstündeki asker taşıyan botları; gökyüzünden ölüm saçan uçakları; nehrin karşısında bulunan, savaş karşısında direnmeye çalışan yıkık binaları; etrafta koşturan ve bağıran askerleri hayal edin. İşte Vassili karanlık bir tren vagonundan sonra ilk kez bu görüntüyle karşılaşıyor. Vassili'nin bu görüntüyü gördükten sonraki duygularını tahmin edebilmişsinizdir. Vassili'nin bu görüntü karşısında adeta kanı çekiliyor. Vassili daha neler olup bittiğini anlamadan kendini umutsuz bir taarruzun içinde buluyor. Bu taarruzu Almanlar kolaylıkla püskürtüyor. Vassili Almanlardan korunmak için ölü taklidi yapıyor. Bu sırada bir şanssızlık eseri Vassili'nin yanına sığınmak zorunda kalan Danilov ile tanışıyor. Bu tanışmanın Danilov ve Vassili'nin hayatlarını değiştireceğinden ikisinin de haberinin olmadığını size söyleyebilirim . Bu tanışmanın ardından Vassili büyük bir beceri ve soğukkanlılık ile beş Alman askerini vuruyor; Danilov'u ve kendisini kurtarıyor. Vassili, Danilov'un bir politik subay olduğunu bilmiyor. Ardından, Danilov amirlerine halkın savaşma direncinin kaybolmaması için gereken şeyin umut olduğundan bahsediyor. Amirleri bu fikri çok beğeniyor. Danilov terfi ettiriliyor ve Vassili, Danilov'un yardımıyla keskin nişancı birliğine yazdırılıyor. Bundan sonra Danilov ve Vassili'nin hayatları hiçbir zaman eskisi gibi olmuyor. Vassili bundan sonra bir propaganda ürününe dönüşüyor. Halkın direnci Vassili'nin hikâyeleriyle güçlendiriliyor. Ancak, Vassili'nin halkın gözüne kahraman gibi gösterilmesinin kötü sonuçlar doğuracağından Danilov'un hiç haberi yok. Bana göre filmin bu kadar başarılı olmasının temel sebebi, çoğu savaş filmi gibi sadece şiddetten ibaret olmaması. Film büyük ölçüde savaşın duygusal yönünü işliyor ve sizede bu duyguları yaşatıyor. Filmi izlerken adeta Vassili ile yer değiştiriyorsunuz. Onun duygularını size geçirmekte film çok başarılı. Filmin bir sahnesinde Vassili keskin nişancılığın aslında duygusal açıdan ne kadar zor olduğunu anlatabilmek için birkaç cümle kuruyor.”O senin var olduğunu bilmiyor. O an sen dünyada ki herkesten ona daha yakınsın. Yüzünü dürbünden görüyorsun. Suratının tıraşlı olup olmadığını görüyorsun. Eğer yüzüğü varsa, evli olup olmadığını görüyorsun. Bu bir cisme ateş etmeye benzemiyor. Ateş ettiğin bir üniforma değil. Bir insanın yüzü. O yüzler asla yok olmazlar. O yüzler geri gelir ve aralarına yeni yüzler katılır.”. Vassili bu sözleri sarf ederken keskin nişancılığın aslında ne kadar zor olduğunun farkına varıyorsunuz. Şu an bu cümlelerin çok etkileyici olmadığını farkındayım ama Vassili bu cümleleri sarf ederken yüzünde bulunan ifadeyi gördükçe sanki bu sözler kalbinize teker teker saplanıyor. Şimdi sizden yine hayal gücünüzü kullanmanızı isteyeceğim. Kendinizi Vassili'nin yerine koyun. Yaşadığınız yerden kilometrelerce uzaktasınız, hergün silah arkadaşlarınızın gözünüzün önünde hayatını kaybettiğine şahit oluyorsunuz, her gün sevdiğiniz insanları kaybetme korkusuyla yaşıyorsunuz, her gün sizin gibi devletinin idealleri için savaşmaya gelmiş insanları öldürüyorsunuz. Bana göre bunları yaşamak duygusal çöküntüden başka bir sonuca varamaz. Vassili adeta bir devletin zafere karşı olan umutlarını omuzlarında taşıyor. İşte Vassili'nin ruhu da böyle bir yükün altında eziliyor. Filmde Vassili Zaitsev karakterine “Jude Law” hayat vermiş. Jude Law'ın bu rölün hakkını verdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Law; duygusal yönü ağır basan bu filmde izleyiciye, kullandığı başarılı jest ve mimikler ile Vassili'nin yaşadığı duyguları geçirmekte çok başarılı. Bana göre Vassili Zaitsev rolü için Jude Law'dan daha doğru bir seçim yapılamazdı. Filmin gerçek bir hikâyeyi konu aldığını belirtmek isterim. Kısaca, filmde göreceğiniz neredeyse her şey gerçekten yıllar önce yaşandı. Filmdeki sahnelerin yaşanmış olduğunu düşünmek benim için her zaman tüyler ürpertici olmuştur. Size de tavsiyem filmi izlemeden önce bunu aklınıza getirin. Eğer bunu yaparsanız filmin üzerinizdeki etkisi kesinlikle artacaktır. Eğer sinemada farklı bir soluk arıyorsanız sizin için en doğru seçim savaşın kazananının olmadığını gösteren “Enemy At The Gates” . Nilüfer YENEN 21402250 KİMİN DOĞRUSU? Doğru kararlar vererek doğru sonuçlara ulaşmak istediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Ancak her ne kadar elimizden geleni yapsak da dünya mükemmel bir yer olamadı. Peki bunun sebebi ne? Kısaca belirtmem gerekirse, her birimizin geçmişi, yaşam koşulları ve karakteristik yapısı birbirinden farklı olduğu için, her birimizin doğrusu birbirimizden farklı. Elimizden geldiğince doğrularımıza sahip çıkarız ve uygularız. Kendimizinkine taban tabana zıt bir fikir duyduğumuzda da genellikle ona katılmayız. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanının başkahramanı olan Raskolnikov’dan söz etmek istiyorum. Başta asla ama asla katılmayacağımız bir olayı, bize bir şekilde kabul ettirebilen, kendi doğrularımızı sorgulatan bir karakter kendisi. Eğitimli ve idealist bir genç olan Raskolnikov kendine ve diğer herkese kötülüğü dokunduğunu düşündüğü bir tefeci kadını öldürür. Para ya da kana susamışlıkla değil, insanların iyiliği için olduğunu düşünerek işlemiştir bu cinayeti. Bu kadının kime yararı vardır ki zaten? Kadının evinden çıkmak üzereyken, kadının kız kardeşiyle karşılaşınca tereddüt bile etmeden onu da öldürür. Hesapta olmayan bir cinayet eklenmiştir ama onun için pek sorun olmaz. Çünkü Raskolnikov, onların toplumdan eksilmesini bir kayıp değil, daha iyi bir topluma doğru atılan adımlar olarak görmektedir. İyi bir sonuca ulaşmak için kötü bir yoldan geçmek zorunda kalmıştır sadece. Kimseye yararı olmayan insanların, fırsatını buldukça topluma zarar vermesini önlemiştir Raskolnikov. Karakterin düşüncelerini ve kendince haklı olduğu sebeplerini okudukça, ister istemez ona hak vermeye başlayacağınız bu romanın, sizi kendinizle çeliştirdiğini ve sorgulattığını göreceksiniz. İşte o bir katile hak vermeye başlamanın rahatsız edici hissi, yazarın oldukça büyük bir başarıya imza attığının göstergesidir bence. Sadece cinayeti işleme sebepleriyle değil, cinayet sonrası yaşadığı vicdan azabı ve psikolojik sorunlarıyla da bizim kendisi gibi hissetmemizi sağlar. Raskolnikov işlediği cinayetten ve cinayet sonrası yaşadığı ikilemler ve yakalanma korkusu yüzünden fazlasıyla etkilenip dengesiz hareketler sergilemeye başlar. Öyle ki cinayeti işlediği eve bakmaya bile gider sonradan. Sağlığını da kaybetmiş, yataklara düşmüştür. Suçluluk duygusu onu yakalamıştır artık. Ne kadar uğraşsa da saklayamaz. Raskolnikov, böylesine etkileneceğini bilmeden çıkmıştır bu yola. Toplum için olduğuna inandırmıştır kendisini. Öyleyse neden fikri değişmeye başlamıştır? Madem bir düşüncesi vardı ve o düşünceyle hareket etti, şimdi neden böyle hissediyor olabilir? Pek çok şeyi düşünüp yola çıkan Raskolnikov belki de tek bir şeyi atlamıştır, suçluluk duygusu. Özverili bir insan olması onun bu suçluluk duygusuna yenilmesine neden olmuştur. O suçluluk duygusunu bize iliklerimize kadar hissettirir yazar. Cezası çekilmemiş suçun Raskolnikov’un üstündeki etkisi zamanla artar ve o artık tek bir şeyi düşünmeye başlar, teslim olmak ve tabi ki sonunda teslim olur. Gerek cinayet öncesi, gerekse sonrası tam olarak Raskolnikov oluruz. Başta cinayeti işleme nedenine inandırır bizi, kesin yargılarımızı kırarak bizi düşündürür ve kendi kendimizle çeliştirir, daha sonra da yavaş yavaş bizi de içine soktuğu bu cinayet sonrası suçluluk duygusunu ve vicdan azabını yaşatır bize. Akıl sağlığı yerinde birinin toplum için, toplum kurallarına ve insan haklarına aykırı bir şey yapması, hem onu, hem toplumu hem de toplum kurallarını sorgulatır bize. Kendi doğrusunu uygulamış olan Raskolnikov’un verdiği bu karar, ne kadar doğrudur? Hepimizin doğru olanı yapmaya çalıştığı dünyada neden her şey mükemmelliğe ulaşamadı demiştim. Bize kendi doğrusunu gösteren Raskolnikov sayesinde şimdi siz de cevabımı daha iyi anlıyorsunuzdur, hepimizin doğru anlayışı birbirimizinkinden farklı. İREM ÜNAY 21402153 1 BAŞAK BERNA CORDAN 09.12.2014 SECTION 15 Köy Ortamında “Yaban Olmak” Cihan savaşında mücadele vermiş bir gazi için Anadolu’nun en ücra köşesinde yaşamaya çalışmak, o insanların dilinden anlama çabaları ile yaşama karşı yeni bir bakış, yeni duygular edinmiş olmak ne kadar zor olabilir? Zaman anlayışlarını kaybetmiş, medeniyetten kilometrelerce uzak o insanlar için savaşarak kolunu kaybetmiş olmanın verdiği hayal kırıklığı hayatta yaşanabilecek sayılı acılardan biriydi sadece. Senin de onlardan bir farkın yoktu onlar ÜNAY,2 için, onlar kambur, topaldı, sen de kolsuz. Kendini gösterebileceğin neyin var, bilgilerin mi, daha kim olduğunu bile bilmeyen o insanlar ilimden ne anlar? Hislerin seni yanıltmıyor, köye yaklaştıkça kaybettiğin şeyin, medeniyetin yokluğunu iliklerinde hissetmeye başlıyorsun. Kaybettiğin şeyi burada bulamayacağını anlıyor, belki her geçen saniyede benliğinden eksilenlerin sayısı gitgide artıyor. Gittikçe onlara bağımlı yaşamaya başladığında karar verme yetini de yitirdiğini fark ediyorsun. Seni sadece anlamamakla kalmaz, içlerine de almaz seni o zalim, acımasız, samimiyetsiz insan cemiyeti. Onların yanındayken hiçbir şeyin bir anlam ifade etmemesi, her hareketinin sirkteymişsin hissini vermesi aranızdaki bütün farkı ortaya koyar adeta. Tıraş olmak, diş fırçalamak hatta kitap okumak dahi garipsenmektedir. Hayatının tümünü kir ve pislik içinde geçirmiş, su bulabilmek için içi balçık dolu çaya gitmek zorunda olan insanlardan da farklı bir davranış da beklenemez, beklenmemelidir. Sergiledikleri davranışlarda onların bir suçu olmadığını anlaman da uzun sürmedi aslında. Kitaplar, ansiklopediler yerine, batıl inançları yön verdi onlara. Kendini beğenmiş bir Şeyh’ in de her şeyi bildiğine inanmalarının tek nedeni yaşadıkları çevreydi. Bir subay olarak sen de ülkende sürüp giden Batılılaşma çabalarının neden sonuca ulaşmadığını da çevre etkenine bağlayabilecek kadar deneyim sahibisin. Sen ülkene bu denli önem verirken, İnönü Zaferi haberi karşısında günlerce sevinebilirken, bu insanların ruhsuzluğu seni yanıltmasın. Onlar büyük bir çatışma içerisinde kendilerine yaşıyormuş süsü veren ama aslında hayata dair en ufak bir fikir sahibi bile olmayan insanlardır. Kendi haklarını savunamayacak kadar güçsüz oluşları da kadınlarda daha baskın olmak üzere ağa haricindeki bütün büyün köy insanlarında görülen bir özelliktir. Kadınlara biçilen değerin düşüklüğü bekâret tabusu ile kendini gösterir. Kızların ufacık bir fikirlerine dahi danışılmadan başlarından savma kaygısı ile gönüllerinin razı gelmediği bir ÜNAY, 3 evliliğe mecbur bırakılmaları, toplumun kadınlar üzerindeki değer algısını ortaya çıkarır niteliktedir. Toplumun yaşam tarzını gördükçe sen de artık kendini henüz ürün vermemiş, yetişmemiş bir tohuma benzetiyorsun. Halkın sana verdiği suyla sen de meyve vereceksin. Köy insanı gibi oldun sen de ama onlar gibi düşünemeyeceksin, hissedemeyeceksin, kendini tıpkı bir konserve kutusu gibi kullanılıp atılmış hissedeceksin. Aidiyetsizlik duygusunu yaşamaya işte o anda gerçekten başlayacaksın. Yaşam tarzları ve düşünce yapılarındaki farklılık da aydın kişiyi köyde yalnız ve çaresiz bir yola sürükler. Gerçekten iletişim kurabileceği ya kimse yoktur ya da tek bir kişi vardır. Geleneklere bağlı olmak gereklidir elbet, fakat her şeyin bir sınırı olmalı. Sevinmenin, üzülmenin ya da herhangi bir diğer duygu belirtisinin tuhaf karşılandığı bir ortam her açıdan kişiyi oraya yabanlaştırır. Bulunduğun köye kendini yabancılaşmış hissedince sen; memleketini, İstanbul’unu arar gözlerin. İmkânsız bir hayal olduğunu anlarsın ve sonunda bir geyiğe, genç bir kıza tutulursun. Yaşadığın yere ait olmadığını, oranın sana göre bir yer olmadığını anladığın zaman işte içinden geçen sadece kaçmak olur, sevdiğin kızla birlikte. Sadece kaçmak yetmez bazen, koşullar o kadar zordur ki; bacağından vurulur, yürüyemez hale gelirsin. O zaman sen de anılarını, bilgilerini, benliğini oracıkta bırakıp tek başına uzaklaşırsın. KAYNAKÇA: Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, 62.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınevi, 2011 Batuhan Karadeniz Se7en Filminin İncelemesi David Fincher'in yönetmenliğini yaptığı Andrew Kevin Walker'ın hem yazıp hem de kendine rol verdiği Se7en yaratıcı isim tercihi ile nacizane gerilim ve dedektiflik tarzı film. İlk izlemeye başladığımda otobüs yolculuğu yapıyordum. Daha önce birçok arkadaşım tarafından önerilmesinin etkisiyle izlemeye başlamıştım. Ama ilk sahnesinde daha bir korku bir iğrenmedir kapatmayı tercih ettim. Benim için o an izlemek için doğru yer ve zaman değildi. Neyse baktım böyle bir ödev dedim tam zamanı. Dedim bu sefer başarabilirim. Morgan Freeman'a hayranlığımın üstüne Brad Pitt'de olması tabi izlemem için oldukça teşfik etti beni. İlk sefer de bu ikisinin oynadığını biliyordum tabi ama Morgan Freeman'a bu kadar hayran değildim henüz. Bu sefer tamam dedim başladım. Filmin karanlık atmosferi her ne kadar ömrümden ömür de götürse bence harika bir felsefi cinayet filmi olmuş. O dönem hıristiyanlıktaki 7 günah temalı başka filmlerde izlemiş olduğum için izledikçe içine çekti beni film. Sarı-kahverengi tonları olsun karanlık teması olsun izlerken çok keyif aldım. Dante'nin İlahi Komedyasından ilham alarak cinayetlerini işleyen katilimizi de Kevin Spacey muazzam oynamış. Müzikleri de oldukça başarılıydı beni filme iyice çekmeyi başardı diyebilirim. Zaten Howard Shore diyince kötü bi beklenti oluşmuyor akılda. "Kutuda ne var?" sorusu filmin efsane sonunu anlatmak için yeterli sanırım. Katilin kendini o kadar kolay yakalatmasında bi ince bekliyodum. Ama son günahı bu şekilde tamamlaması. Yani yerimde oturamadım kalktım ayağa bi süre temiz hava alma ihtiyacı duydum. Daha önce birçok dedektiflik, cinayet ve gerilim filmi izlemiştim. Ama dedektiflik olarak Sherlock'u dışarda tutarsak bu kriterleri bir arada bulunduran izlediğim en iyi film diyebilirim. Etrafımıza baktığımızda bu 7 günahla ne kadar çok kendimde ya da etrafta karşılaştığımı fark etmem de beni ayrıca etkiledi. Hep gözümün önünde olan şeylerdi belki bunlar. Ama bu filmden sonra gözüme iyice batmaya başladı adeta. Filmde katil seçtiği vahşi ve iğrenç yolla ibret vermeye çalışıyor adeta. Kendini insanlığı düzeltmeye adadığını sanıyor ya da yaptığının doğru olduğunu sanıyor. Ama bunu yapmak için kullandığı yol gerçekten korkunç. Ve bu bana birşeyleri düzeltmek için yapılabilicek ne kadar fazla yol olduğunu hatırlatıyor. Doğru ya da yanlış. İyi ya da kötü. Kendi seçimlerimiz doğrultusunda yaşıyoruz. Ve bu seçimlerin sonuçlarına katlanıyoruz. Tutkularımız ve arzularımız tabiki seçimlerimizde önemli roller oynuyor. Bu katil bey de saplantılı tutkusunu bu şekilde ifade etmeyi uygun görmüş. Bizim için yanlış olan bu durum onun hayatının anlamı haline gelmiş ve en sonunda canını vererek eserini tamamlıyor. Aktör seçimlerinin de filme etkisini görmezden gelmek oldukça güç. Emekliliği gelmek üzere olan yaşlı kurt bir dedektif. Morgan Freeman bu iş için biçilmiş kaftan adeta. Bradd Pitt'in Fight Clubdakine benzer agresif ve sinirli işe yeni başlayan dedektifi canlandırması. Gerçekten bu konuda yönetmeni tebrik etmek gerek. Kevin Spacey zaten ne denebilir ki. Ne kadar tutarlı oyuncu tercihleri olduğunu oyuncuların aldıkları MTV Film Ödüllerinden de anlıyoruz zaten. Oyuncuların yanı sıra müzikler de başlı başına harika. Howard Shore'dan daha azı beklenemezdi zaten. Kendimi biraz tekrar etmiş gibi oldum bu kısımda sanırım ama bu kısımlar üzerinde en çok durulması gerekli kısımlar gibi geliyor bana. Ama türkçe altyazılarda biraz sıkıntı mevcut. İngilizce altyazlı ya da tamamen ingilizce izlenmesi daha iyi olur. Yani ilk izlemeye çalıştığımda 2 3 sitede böyleydi durum. Ufak bi uyarı yani. Sonuç olarak gerçekten muazzam bir film. Ölmeden önce mutlaka izlenmeli. www.beyazperde.com sitesinden faydalandım. ASLI ALGÜN MEKTUPSUZLUĞUMUZ Kimimizin hayatına ucundan dahil olmuş, kimimizin ise hiç yaşamadığı bir iletişim aracıdır mektuplaşmak. Büyük olasılıkla her birimizin büyükanne ve büyükbabalarının hasretle anımsadığı, hiç vazgeçmeden tekrar tekrar o sakladıkları kutulardan çıkarıp okudukları, her bir okumada belki başka bir ipucu fark ettikleri mektupları vardır. Çoğu, ölümlerine kadar saklar mektuplarını, ölümleri ile çocukları bambaşka yüzleri ile tanışır anne ve babalarının mektuplarda. Benim hayatımda mektuplar geçmişimde değil aslında sadece. Genel anlamda mektup türündeki kitapları okumaktan çok keyif alırım, insanların bazen birbirini hiç görmeden anlaşmaları hatta birbirlerine âşık olmaları, tek taraflı ya da karşılıklı okurken onların hislerini düşünmek beni hep etkilemiştir. Bu yüzden belki unutulmaz dediğim kitaplar ya sadece mektuplardan oluşuyor ya da mektuplaşmanın önemi hiç yadsınamaz ilişkilerden. Bu yüzden de listede gördüğümde mutlaka okumalıyım dediğim kitaplardan biri ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun birçok tanıdığımız isimle mektuplarından oluşan Hughette Eyüboğlu’nun yayınladığı “Biz Mektup Yazardık! Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar” oldu. Okurken unutulmaya başlayan mektuplaşmanın bana yaşattığı duygular tekrar canlandı. Maalesef ki bırakın mektup yazmayı artık derslerde bile bilgisayar üzerinde not alan bir nesiliz. Kağıdın, kalemin hissini, el yazısı kavramını, beklemeyi tamamen değersizleştirdik, unuttuk. Birçok yaşıtım bir mektubu beklemenin, her gün sabırsızlıkla posta kutusuna bakmanın ne demek olduğunu, elinle yazarken seni heyecanlandıran, korkutan bir şey yazarken elinin titremesinin ne olduğunu bunun yazına nasıl yansıdığını, karşı taraftan gelen mektubu okurken en basit olanında bile yansıyan duyguların sana hissettirdiklerini bilmiyor. Kısa da olsa bir mektuplaşma tecrübem olmuştu, ilkokul öğretmenim mektup yazmanın kurallarını öğretirken bir mektup yazmamızı ve göndermemizi istemişti, ben de Bursa’da yaşayan teyzeme yazıp yollamıştım. Onun da özlediği bu olay çok sık şekilde olmasa da yedi sekiz yıl kadar karşılıklı mektuplarımız ile devam etmişti. Hâlâ sakladığım mektupları bekleyişimi, eve gelip geldiğini gördüğümde belki her gün telefonla zaten konuştuğum kişinin günlerini anlattığı mektubunu büyük bir merakla okuyuşumu, cevaplamak için heyecanlandığım kendi mektuplarımı, mektupları yazmak için özenerek tek tek seçtiğim kağıtları ve zarfları, benim için seçtiği teyzemi yansıtan kağıtları unutmuyorum. Sonra zamanla araları açıldı mektuplarımızın, ben de bana iyi gelen bu alışkanlığımı başka şekilde devam ettirme kararı aldım: Kendime mektuplar yazmaya başladım. Aslında günlük tutuyordum zaten ama günlük yazılarımın şeklini değiştirip kendime mektup yazıyormuş gibi yazmaya başladım. Çok sık değildi yine bu mektuplarım, bazen aylarca hiçbir şey yazmazdım ama bazen aynı gün üç ayrı mektup yazdığım oluyordu. Başka birine, bazen geçmişteki Aslı’ya, bazen gelecekte olmak istediğim Aslı’ya yazıyordum defterime yazdığım mektuplarımı. Şimdi yıllar sonra dönüp okuyorum mektuplarımı, zamanın, yaşın bazı şeyleri nasıl değersizleştiğini anlamak için daha iyi bir yöntemim yok benim. Bazı olaylara yıllar sonra şimdiki Aslı’nın gözünden görmek, bazı olayları o zamanki Aslı gibi çözmek iyi geliyor. İşte tam da bu yüzden devam ediyorum yazmaya, genellikle el yazısı ile ama bazen telefonda bilgisayarda karşıma çıkan kendime küçük notlarımla. Kendimi yalnız, çaresiz, mutsuz hissettiğimde hiçbir zaman e-postalarıma bakmıyorum ama arkadaşlarımın defterlerime yazdığı notlara, teyzemin yolladığı mektuplara ya da kendime yazdığım mektuplara sık sık sığınıyorum. Sığındım diğer bir şey ise mektup türündeki kitaplar. Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplar, Nazım Hikmet’in Piraye’ye yazdığı mektuplar, Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar hepimiz gibi benim de aşka inancımı güçlendirirken, Kafka’nın babasına yazdığı, Emre Kongar’ın “Kızlarıma Mektuplar” kitabı ailemi özlediğimde sarıldığım kitaplar benim için. Aşk mektuplarını okurken tek bir taraftan, genelde erkekten, aşkı dinlemek, hiç tanımadığı bir insana âşık olmasına tanık olmak, aşkın getirdiği o yoğun duyguları dışarıdan bile hissedebilmek bence başka türlü mümkün olamayacak bir şey. Bir babanın çocuklarına seslenişi, bir çocuğun babası ile dertleşmesi normal hayatımızda çok karışamayacağımız bir durum, en azından bu kadar şeffaflıkla tanık olmanın mümkün olmadığı bir durum. İşte bu yüzden üçüncü kişi olarak bir mektubu okumak en az yazmak ya da bana yazılan mektubu okumak kadar heyecanlandırıcı bir durum benim için. Beliz Güner Kadının Sesi Yüzyıllardan beri kadınlar erkeklerden daha az gelişmiş, daha az iş becerebilen bir cins olarak nitelendirilmişler. Bugün de kadın olmak birçok alanda erkeklerin yanında ikinci planda kalmak demek. Kadınlar erkeklerden daha üstün olmalıdır diyenleri de desteklemiyorum asla, bence bir cins bir öbüründen hiçbir nedenle daha üstün olamaz. İkisi de kendisine göre artıları ve eksileri olan durumlardır. Ancak yine de tarih boyunca kadınların daha aşağıda görülmesi sebebiyle birçok alanda ezildiğini ve hatta kontrol altında tutulmaları gerektiğinin düşünüldüğünü söylesem yanılmış olmam diye düşünüyorum. Bu konu her kadın gibi benim de ilgimi çektiği için Sesin Cinsiyeti kitabını gördüğümde bunu okumam gerektiğini düşündüm. Ne de olsa benim cinsimi ilgilendiren bir konudan bahsediyordu. Bu kitabın beni etkilemesinin asıl sebebi ise konuyu belki de de daha önce benim bile düşünmediğim bir perspektiften ele almasıydı. Kadınların tarih boyunca daha aşağı görüldüğü birçok alan var: siyaset, ekonomi, iş hayatı… Bunları her zaman söylüyoruz ve haklarında konuşuyoruz zaten. Ama daha önce ben hiç kadının sesinin bile kontrol altına alınmaya çalışıldığını düşünmemiştim. Genelde kadınların kontrol altına alınmasından bahsederken onların çalıştırılmamasından, yeteri kadar değer görmemelerinden, eğitim hayatında onlara yeterince fırsat verilmemesinden bahsederiz. Ama aslında kadınlara olan davranışları anlatırken sadece bunları söylememiz belki de biraz eksik kalıyor ve bu davranışlara asıl neden olan psikolojik durumu göz ardı etmiş oluyoruz. Daha çok küçük yaşlarında kız çocuklarının aklına yerleştirilir bazı şeyler. Sesli gülme, yüksek sesle konuşma, cilveli bir ses tonuyla konuşma… Bunun çok acı bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunu erkek çocuklarına yapmayan bir aile veya toplum kız çocuklarına yapıyorsa eğer kendisinin bunu kontrol edemeyeceğini düşünüyorlardır. Bu da demek oluyor ki kadının, kendi yetilerinde üzerinde yeterince hak sahibi olamadığını düşünüyorlar. Aslında aynı yaştaki bir erkek çocuğu hangi ses tonuyla konuşması gerektiğini ne kadar biliyorsa, bunu bir kız çocuğu da o kadar bilebilir. Daha o yaştan çocuklarımızı bu şekilde ayırarak belki de ileriki yaşamlarında birbirlerinden ne kadar farklı yerlerde tutulacaklarını onlara sezdirmiş oluyoruzdur. Kadının ses tonuna karışmak gibi birçok şey aslında kadının kadın olmaktan gelen özelliklerinin bir nevi kısıtlanması ve hatta elinden alınması demek bence. Çünkü insanların ses tonu, konuşma tarzı ve nasıl güldüğü sosyal ilişkilerde oldukça önemlidir. İnsanların düşüncelerini, duygularını anlayabiliriz bunlar sayesinde. Kadının sesini kontrol almaya çalışmak, o kadının iletişim kurmada gittikçe daha da başarısız olmasına sebep olur bence. Çünkü bir kadına biriyle konuşurken nasıl davranması gerektiğini söyler ve bunu ona dayatırsanız kadının kendisi gibi olmasını engellersiniz. O zaman da ağzından çıkan söz her ne olursa olsun eğreti duracaktır, samimi Beliz Güner gelmeyecektir ve hatta basit gelecektir kulağınıza. Sonra da o kadının başarısızlığından bahsedeceksiniz, iş yapmak için yeterli hünerleri olmadığını söyleyeceksiniz ve hatta onu kendinizden aşağıda görmeye başlayacaksınız. Çünkü ne olursa olsun her işin başı iletişimdir ve siz kadının sesini kontrol altına alınca, o kadının hiçbir alanda başarılı olmamasını sağlayacaksınız. İşte ben de Sesin Cinsiyeti kitabını okuduktan sonra kadına karşı olan tavrın nedeninin aslında toplumun zihnine kazınmış bu tarz küçük detaylarda saklı olduğunu düşünmeye başladım. Kadınla ilgili ayrımcı düşüncelerini kuşaktan kuşağa aktaran toplumlar aslında hiç de iyi bir şey yapmıyorlar. Çocuklarımıza bunları aşıladıkça ve onları da böyle yetiştirdikçe, nesiller boyunca kadınların ezildiğini, baskı altına alındığını ve aşağılandığını izlemek zorunda kalacağız diye düşünüyorum. Bırakın kız çocuklarınız da erkek çocuklarınız gibi özgürce yüksek sesle gülebilsin, konuşabilsin, bağırabilsin. Sadece konuşmada da değil, bırakın kızlarınız da erkeklerinizin çalışabildiği yerlerde onlarla eşit şartlarda çalışabilsin. Bu bizden bir şey götürmez ama eminim ki medeniyet ve eşitlik yolunda bize birçok şey kazandırabilir. Güçlü Olmak Nedir? Güç hayatta kalabilmekle mi alakalıdır? Bence sevdiklerimizi koruyabildiğimiz kadar güçlüyüzdür. Sonuçlarının kötü olacağını bile bile fedakârlık yapabildiğimiz kadar güçlüyüzdür. Hayatta kalmanın her zaman önemli olmadığını, önemli olanın hayatta kaldığımız süreç boyunca verdiğimiz kararlar olduğunu anladığımızda güçlüyüzdür. İnsan doğası gereği bencil bir yaratıktır. Genelde kendi çıkarlarının uyuşmadığı şeylerden uzak durur. Bence bu bencilliğin sadece iki durumda istisnası vardır. Bunlardan ilki aşk, ikincisi ise çocuk sahibi olmak. İnsanlar o zaman kendi çıkarlarını yok sayıp, başkalarının çıkarları için hareket edebilirler. Bunu doğada da görebiliriz. Örneğin bir yavrusu olan dişi aslan doğum yaptıktan sonra hayatını tamamen yavrusuna göre ayarlar. Önceliği artık kendi güvenliği değil, yavrusunun güvenliğidir. Yeri geldiğinde yavrusunun güvenliği için kendini tehlikeye atmaktan çekinmez. Geçen hafta izlediğim Kore yapımı Train to Busan filminde de bu koruma içgüdüsü ve fedakârlık duygularını net bir şekilde görebildim. Filmde insanların sevdiklerinin güvenliği için nelerden vazgeçebileceğine tanık oldum. Bir babanın kızı için gerektiğinde hayatından vazgeçebileceğini anladım. Tüm bu duygularla ve Hollywood tarzı grafikleriyle bence Train to Busan oldukça iyi bir aksiyon ve dram filmiydi. Filmde net olarak gördüğümüz bir başka olay da insanların panik halinde sonuçlarını düşünmeden aldıkları kararlar. Hayatta kalma isteği oldukça yüksek olan bazı insanlar maalesef olağanüstü durumlarda tamamen kendi canlarını düşünerek bencilce kararlar alabiliyor. Örneğin filmdeki bir karakter hayatta kalabilmek adına birçok insanın ölümüne yol açıyor. Peki, gerçekten bir bireyin hayatı bu kadar önemli midir? Tabii ki, insanlar hayatta kalmak isterler ve bunun için çaba harcamaları normal bir durum. Ancak başkalarının ölümüne yol açacağını bile bile gerçekten bunu yapmak? Bence bu her insanın yapabileceği bir şey değil. Doğrudan ya da dolaylı olarak başka insanların ölümüne yol açmak bu kadar basit değil. Bu kadar basit olmamalı. İnsanların yaşamaktan daha önem vermesi gereken konular var. Kendimize insan dememizin ve hayvanlardan farklı olarak görmemizin bazı sebepleri var. İnsani değerler… Hayatta kalmak uğruna bunları yıkıp geçmek bence yapılabilecek en büyük yanlışlardan biri. Çünkü yaşamaya devam etsek bile kalan hayatımızda yaptığımız şeylerin sonuçlarıyla yaşayacağız. Sonuçta her insanın az ya da çok bir vicdanı vardır. Eğer kendi değerlerimizi yıkarsak bence vicdanımız da bizi rahat bırakmaz. Ayrıca bu tip durum için kendimizden küçüklere de örnek olmak zorundayız. Çünkü gelecekte içinde bulunacağımız toplumun yapısını belirleyecek olanlar da onlar. Eğer daha küçükken insanların bencilce aldıkları kararları görür ve bu uğurda insanların öldüğüne şahit olurlarsa gelecekte nasıl insanlar olurlar? Çocuklar genelde bu konularda yetişkinlerden daha vicdanlı olurlar. Ben her zaman onları daha temiz bir sayfa olarak görmüşümdür. Ama gün geçtikçe gördükleri örnekler onları yavaş yavaş kirletiyor ve bir gün onlar da diğer birçok yetişkin gibi kendilerinden başkasını göremiyorlar. Hâlbuki daha çocukken onlara güzel örnekler gösterebilirsek başkalarının hayatına gereken önemi verebilirler ve ileride insani değerlere sahip çıkan bireyler olabilirler. Son olarak bu filmi izlerken aklımdan geçen bir konu daha var. O da karma yasası. Bu yasa genel olarak insanın yaptığı tüm eylemlerin bir şekilde yine onu etkileyeceğini öngörür. Ettiğini bulmak deyimi de bunun için güzel bir örnek. Filmde de bunu net bir şekilde görebiliyoruz. İnsanlara yardım ettiğimizde bunun bir şekilde bize döneceğini, tam tersi olarak onlara yardım etmediğimizde, onları yok saydığımızda ise bunun kötü bir şekilde hayatımıza yansıyacağını görebiliriz. Aslında bunu her zaman bir yasayla açıklamaya gerek yok. İnsanlar genel olarak kendilerine yapılan yardımları unutmaz ve bunu bir gün sahiplerine başka bir konuda yardım ederek geri öderler. İnsani değerlerimizi kaybetmememiz ve vicdanımızın sesini dinlememiz gerektiğinin bir sebebi de bu. Çünkü biz bu değerleri korursak elbet bu değerleri koruyacak başka kişiler de çıkar. KAYNAKÇA Train To Busan. Görsel, 2016. http://www.hollywoodreporter.com/news/south-korean-zombie-hit- train-933674 Zeynep Ayça ÇAM YILDIZ1 Orkun Batuhan YILDIZ 21201214 Section: 017 Tarih: 21.10.2014 Başak Berna Cordan Üstadın Kaleminden Necip Fazıl’ın Çile adlı kitabını elime alıp ilk sayfasını çevirdiğimde “Şiirlerim ve şairliğim” adlı takdim bölümü karşıladı beni: Necip Fazıl’ın şairliğe başlama hikâyesi. “Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter. Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde. Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp “Şair olmanı ne çok isterdim.” O an büyük üstat annesinin bu dileği üzerine on iki yaşında şair olmaya karar vermiş. İşte o günden sonra milletçe yaşadığımız büyük edebiyat fetreti bitecek, kimilerinin sadece basit bir şair olarak tanımlamasına rağmen o bir nesli yoğurup taraflı-tarafsız sağcı-solcu herkesin beğenisini kazanacaktı. Necip Fazıl’ın tüm şiirlerini topladığı bu kitap Allah, İnsan, Şehir, Tabiat, Ölüm, Kadın, Korku, Daüssıla, Ukde, Hafakan, Dekor, Tecrit, Kahramanlar gibi birçok bölümden oluşmaktadır. Üstadın iki dizesi için sayfalarca makaleler yazılabilir. O yüzden sizlere en meşhur ve beni en çok etkileyen şiirleri tahlil etmeye çalışacağım. YILDIZ2 Allah bölümünde şiirlerinde onun tek yaratıcı ve tek güç olduğundan bahsederken mutlak teslimiyet her kelimesinde hissediliyor. Şiirlerinde bu kadar az kelimeyle bu kadar duyguyu keskin bir şekilde anlatması çokça şaşırttı beni. İnsan bölümüne geldiğimde Hz Muhammed’e şiirler yazdığını gördüm. Ancak bunlar bir erkeğin kıza yazdığı sıradan aşk şiirleri gibi değildi. Görmediği bir insana daha önce görülmemiş bir aşkla yazmış üstat ve kendi canından çok onu sevdiğini hissedebildim. Nefs, mürşid, esfel-i sâfilîn gibi dini kavramlar kullanmış. Peygamber ve Allah aşkı dışında da kitabın diğer bölümlerinde Aşk’ın bütün tezahürlerini okudum. Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim; Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim! (63) Gözüme çarpan nokta bu dizede yaratılmış bütün varlıklar adına Peygamber efendimize minnetle överken, onsuz bir hayatı düşünmüyor bile. Bu bölümdeki çoğu şiirinde coşkun bir lirizme rastladım. İnsan ve Allah bölümünün ortak özelliği tüylerimi diken diken etmesinin yanında, bendeki ümmet duygusunu yeniden uyandırmasıydı. Ölüm bölümüne geldiğimde ise içten içe ürperdim. Şiirleri okurken ölümün bir adım önümde olduğunu hissettim. Sanki birisi ölüp geri gelmiş bana oradan sesleniyordu, bana oradan anlatıyordu. Şehir bölümüne gelip üstadı meşhur eden Kaldırımlar şiirini okuduktan sonra nihayet o meşhur şiirine ulaşmıştım. İstanbul’un şehir tanıtımında da yer almış, cumhur-u reis ’in bile dilinden düşürmediği “Canım İstanbul” a gelmişti sıra. YILDIZ3 Her kelimesini ezbere bildiğim bu şiir okuduğum zaman İstanbul’un manzaralarını Sultanahmet’i Eyüp’ü Kız Kulesini, Ayasofya’yı bir film şeridi gibi aklımdan geçirtiyor. Üniversite tercih listemin ilk üç sırasının gecesi sünbül kokan, Türkçesi bülbül kokan İstanbul olmasının yegane sebebidir bu şiir. Şair adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu dediğinde sanki arkamdan o İstanbul’un mis gibi kokan rüzgârı yüzümü yalıyor. Her İstanbul’a gittiğimde surlara bakarken şu mısralar aklıma gelir. “Tarihin gözleri var surlarda delik delik / Servi, endamlı servi ahirete perdelik Bulutta şaha kalkmış Fatihten kalma kır at / Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat”(166) İstanbul sevda, kara bir sevda. Ne kadar kızsakta sevmekten vazgeçemeyeceğimiz bir sevgili. Benim gibi Ankara sevdalısı birisini bile İstanbul’a âşık etmeye yetmiştir bu şiir. Özellikle Daüssıla bölümündeki “Anneme Mektup” beni derinden etkiledi. Şiiri okurken bir yandanda annemin yaptığı mis gibi ıspanaklı böreği yiyordum. Yoğun duygular içerisinde şiiri okurken dizelerin hiçbirinde “anne” kelimesinin kullanılmaması gözümden kaçmadı. Aynı zamanda ‘anne’ yi sürrealist bir biçimde anlatmış. Anneye duyulan özlemi şiirin her mısrasın da hissedebiliyor insan. Neredeyse her şiirinde olduğu gibi bu şiirede diğer konu özellikleri yansımış. “Yüzünü görmeden ölürsem diye, üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.” (145) dizesinde ölüm unsuru yoğun bir şekilde hissediliyor. Belki de gurbette kaldığı zaman hissettiği yalnızlık duygusu onu bu satırları yazmaya teşvik etti.Çünkü insan yalnız kaldığında ölümü düşünür. Ölümle yalnızlık iç içedir. Gözlerimden akan birkaç damla yaş ile şiiri bitirirken telefona sarıldım hemen. Canım annemle konuşup hasret giderdikten sonra kitabı bitirdim. Genel olarak büyük usta nükteli adeta düşündüren ve güldüren fıkra gibi cevapları var. Kitabı okuduktan sonra üstadın adını neden edebiyat tarihine altın harflerde yazdırdığını bir kez daha anladım. KAYNAKÇA YILDIZ4 Büyük Ortadoğu Yayınları Necip Fazıl Kısakürek Çile 2006 baskı Modern Korku Kültürüne Bir  Çağrı   ­Anıl Karasaç­          Korku teması her zaman sinemada, edebiyatta ve televizyonda bıkmadan  tekrar tekrar kullanılan bir tema olmuştur. Eğer birazcık ilgiliyseniz ortaya çıkan pek  çok ürünün temelde büyük benzerlikler gösterdiğini de fark etmişsinizdir. Sanki her  biri aynı kaynaktan geliyormuş gibi hissettirmiş bile olabilir size bu durum. Peki  eğer durum böyleyse o aynı kaynak ne? Büyük ihtimalle bu kaynağın oluşmasına  birden çok isim katkıda bulunmuştur. Ama büyük ihtimalle bunların arasından  korku kültürünü en çok besleyen isim Howard Philips Lovecraft’tır. Kendisi başlı  başına bir mit ortaya çıkarmıştır. Necronomicon isimli meşhur kitabı kurgulayan kişi  de odur. Eserleriyle günümüze kadar bilim­kurgu ve fantastik korku türünün en  büyük ilham kaynaklarından biri olmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen Lovecraft  denince ilk akla gelen isim Cthulhu’dur. Bu nedenle Cthulhu’nun Çağrısı eser  olarak büyük bir önem taşıyor.          Hikaye anlatıcının büyük amcasının ölümüyle başlıyor ve bütün olaylar bu ölen  büyük amcanın ardında bıraktığı belgeler ve eşyalar üzerinden anlatılıyor.  Anlatıcının bu belge ve eşyaları araştırması sonucu tarikatlar, kâbuslar, ruh sağlığı  bozukları ve tuhaf heykellerle doğrudan ilgili korkunç gerçekler ortaya çıkıyor ve  hepsinin tek bir bağlantı noktası var: Cthulhu isimli efsanevi yaratık. Kendisi  denizlerin altında sabırla yeniden yükseleceği günü bekliyor. “Yeniden” diyorum çünkü aslında bu ahtapot kafalı, ejderha kanatlı devasa yaratık zamanında yer  yüzünün hâkimlerinden biriymiş ve çeşitli olaylar sonucu okyanusun dibinde  sonsuz bir uykuya yatmak durumunda kalmış. Sonuç olarak olaylar bu doğrultuda  gelişiyor ve sizi merakta bırakacak bir şekilde sona eriyor. Ancak eserin kendisi  sadece buz dağının görünen tarafı olabilir.          Lovecraft “korkunç” derecede geniş bir hayal dünyasına sahip. Ama edebiyat  konusundaki yeteneği için benzer bir şey söylemek maalesef mümkün değil. Ki  zaten mümkün olsaydı büyük ihtimalde şu an çok daha fazla insan Lovecraft’tan ve  eserlerinden haberdar olurdu. Belki onun eserlerinden uyarlanmış birkaç  Hollywood filmi bile görebilirdik. Bu tarz bir durum şimdilik sadece bir hayal olabilir  ama bu Lovecraft’ın korku kültürüne yaptığı paha biçilemez katkının yok sayılması  gerektiği anlamına gelmiyor. Onun izlerini her yerde görebilirsiniz. Denizden gelen  dev canavarların veya bir kulübede yaşanan dehşet verici olayların işlendiği büyük  bütçeli filmler buram buram Lovecraft kokar aslında. Ayrıca Necronomicon ve  Cthulhu adını duyduğunuz her şeyin ilham kaynağının o olduğundan emin  olabilirsiniz. Bunun yanı sıra korku temalı bilgisayar oyunlarında sık sık  karşılaştığınız pek çok tuhaf yaratığın onun karakterlerinden esinlenildiği  konusunda sizi temin ederim. Anlayacağınız Lovecraft görünmez bir kahraman  gibi. Çok az biliniyor ama etrafınızda görebileceğiniz korku temasıyla alakalı pek  çok şey onun ekmeğini yiyor.         Lovecraft’ın edebiyatı bir amaçtan ziyade bir araç olarak kullandığı ortada.  Bunu devasa bir yapboz misali özenle birbirine bağladığı çok sayıda hikâyesinden  rahatlıkla anlayabiliriz. Bir eserde eksik kalanları diğeriyle tamamlıyorsunuz. Onda  eksik kalanları da bir diğeriyle ve sonunda büyük tablo ortaya çıkıyor. Yani  Cthulhu’nun Çağrısı’nı okumak size korku edebiyatının temel taşlarından birini  okumanın keyfini vermekle kalmıyor, aynı zamanda size koskoca ve karmaşık bir  düzenin kapılarını açıyor. Bu düzeni incelemek, anlamak ve çözümlemek ise  tamamen size kalıyor.           Sonuç olarak Cthulhu’nun Çağrısı ilgi çekici bir eser olmanın dışında keyifli bir  deneyim de sunuyor okuyuculara. Yani korku edebiyatına biraz olsun ilgi  duyuyorsanız ya da korku kültürünün beslendiği kaynakları merak ediyorsanız  Cthulhu’nun Çağrısı’na göz atmanızda fayda var. Oğuz Ali Hanecioğlu Tekil Yaşamlar Herakleitos’un ünlü sözü bir insanın aynı nehirde iki kere yıkanamayacağını söylerken insanın nehre ikinci kez girdiğinde nehrin artık aynı nehir olmayacağını iddia eder. Peki bunu söylerken aslında insanın da aynı insan olmayacağı iddiasında bulunmuş mudur acaba? İnsanın da nehirler gibi dinamik olduğu ve sürekli değiştiği gerçeği bizi aslında herhangi bir insanın o andan sonra bir daha asla aynı insan olamayacağına götürüyor. Dolayısıyla birisinin karşımıza bir kadın karakter ya da birbirinin yansıması olan beş farklı kadın karakterle gelmesinin pek de önemli olmadığını, aksine beş farklı karakterin farklı hareketleri sonucu yaratmak istediği karakteri daha iyi ifade edebileceğini söylemesine pek de ses çıkarmamamız gerektiğini düşünüyorum. Hem her karakteri ayrı ayrı bir bütün olarak ele almanın da ilginç bir cazibesi olsa gerek. Azorno’nun romanın başlangıcı olan yedinci sayfada buluştuğu kadının hangisi olduğunu sorgulamaya başlamak, hangileriyle tanışmadığını sorgulamaktan çok daha anlamsız olsa gerek. Bir eylemin gerçekleşmesine engel olmayan her şey, aslında onun olmasına sebebiyet vermektedir ne de olsa. Azorno’nun henüz yedinci sayfada buluştuğu kadın hakkında bir roman yazmasının yanı sıra elimizde bir de bütün bunlardan –ve çok daha fazlasından- bahseden bir başka anlatı daha var elimizde tuttuğumuz. Kadın kahramanımız Azorno ile karşılaşmayı beklerken onun yansımalarından biriyle karşılaşıyor ve kiminle karşılaştığının pek önemi kalmıyor, ne de olsa sadece bu buluşma için Almanya’yı bir uçtan diğerine kat etmiş durumda. Azorno’nun Mayıs’ın ilk pazar günü Randi ile buluşmasını önlemek için Roma’ya doğru yola çıkıyor. Peki bu buluşmayı engellemek için bu buluşmayı isteyen Sampel’i mi, onu engellemesi için gönderen Randi’yi mi, yoksa her şeyden habersiz Azorno’yu mu durdurması gerekiyor? Eh Mayıs’ın ilk pazarı alışılmamış derece sıcak ya da soğuk olabileceğine göre cevabı kendisi de bilmiyor. Daha da ötesi kim olduğundan bile emin değil. Kahramanımız kendisiyle alakalı bütün olayların aslında dışında olduğunu fark ettiğinde dört farklı kadın üzerine bir roman yazmaktadır. Yazdıkları onun asla yaşamadığı şeylerdi ama onu yaşamış olanlar için hepsi gerçekti. Peki yazdığı karakterler ondan gerçekten farklı mıydı? Okuduğu romanda Azorno’nun henüz yedinci sayfada karşılaştığı kişinin artık kendisi olduğunu düşünmüyordu, belki de o kadınlar üzerine yazdığı romanı Sampel’e gösterirse o kadının kim olduğunu anlamak için bir şansı olabilirdi. İşin ilginç yanı gerçek dünyada Sampel’e karşı beslediği hisler bu romanı yazmaya devam ettikçe, Azorno’ya olan bir özleme dönüşüyordu. Kendisi sürekli plan yaparken ve hayatını yaşarken bir kadından diğerine geçiş yaptığını, dünyasının hep beklenenden daha soğuk ya da sıcak olan Mayıs’ın ilk pazarında kendisini yalnız başına bir adamdan diğerine gitmeye çalışırken bulduğunu fark edemiyor. Yıllardır tanıdığı o adama duyduğu hisler sürekli değişirken, yıllardır tanıdığı o adamın kim olduğunu sorguluyor ama bu süreçte değişenin kendi hisleri olduğunu fark etmesi gerçekten çok zor oluyor. Mayıs’ın ilk pazar günü oldukça güzel bir havada yazar ile başkişisi aralarındaki yakın ilişkinin onları farklı kişiler yapmadığını fark ettiğinde karşısındakine henüz yedinci sayfada buluştuğu o kişi söyler ve yıllardır tanıdığı kişinin de o olduğunu idrak eder. Her ne kadar akan nehirler zaman içinde birbirlerinden ayrılıp farklı nehirler oluşturmuş olsa da yaşanmış olan tekildir ve ortada birden fazla yaşam söz konusu değildir. Hem insanın aslında kiminle birlikte olduğunun da hiçbir önemi yoktur bütün bunlar göz önüne alındığında. Bir kişiyle birlikte olarak bile sonsuz sayıda ihtimalle birlikte olmuşsunuzdur. Sadece olmuş olanı kabullendiğinizde artık o pazar günü bitebilir ve akşamın gelişini haber veren ılık akşam havası duyumsanabilir. “Bu benim tek yaşamımdır.” (Christensen, 89) Kaynakça - Inger Christensen.Azorno.İstanbul: YKY Yayıncılık, 2016. TANRISALLAŞTIRMAK İnsanlar bazen körü körüne; hiç araştırmadan, sorgulamadan bir inanç şekline veya düşünceye bağlanırlar. Böyle insanlar bazen kendilerini küçük düşürecek hareketlerde bile bulunurlar, çünkü yaptıklarının ne olduğunu fark etmezler. Okay Uludok da 40 Şizofrenden 1 Öykü kitabının bir öyküsünde bu duruma gönderme yapmıştır. Kendisi de şizofreni hastası olan Okay Uludok’un müthiş hayal gücünü kullanarak satirik dilde kaleme aldığı öykülerinin ortak noktası, her bir öyküdeki ana kahramanın şizofren olması ve okuyucuya şizofreniyi anlatmasıdır. İlk öyküsünde ise şizofreni tanısı konan bir klon peygamberden bahsetmektedir. Herkesin kendine idol aldığı, benzemeye çalıştığı biri vardır elbet. İster anne, baba, bir iş adamı, ünlü bir bilim adamı isterse Peygamber olsun. Bu aşırıya kaçmadığı sürece, yani örnek alınan kişi taklit edilmediği veya tanrısallaştırılmadığı sürece kişiye hiçbir şekilde zarar vermez. Ancak bu durum abartıldığında insanlar kendilerini komik hatta küçük düşürecek durumlara gelebilirler. Okay Uludok’un yazdığı “Sahte Peygamber” adlı öyküde peygamberin neye benzediğini görmek isteyen ve geleceğe yolculuk yapabilen Bilgin Gaznevi’nin peygamberin klonlanmasına neden olup ortalığı nasıl karıştırdığı anlatılmaktadır. Gaznevi’nin peygamberi görme isteği her ne kadar masum olsa da onun bu düşüncesiz davranışı tamamen peygamberi idolleştirmeyi aşarak tanrısallaştırmasından kaynaklanmaktadır. Sırf bu yüzden 20. yüzyıl Türkiye’sinde bir karışıklık yaratmıştır. Bu karışıklıkta peygamberi klonlaması için gereken Sakal-ı Şerife’yi kısa bir süreliğine ortadan kaldırmıştır. Bu tür davranışlara gerçek hayatta da karşılaşmak mümkündür. Bunun en belirgin örneği bir oyuncu veya şarkıcının genç kızlar veya erkekler tarafından aşırı derecede sevilmesi ve bu sevginin çığrından çıkmasıdır. Bu sevgi idollüğü aşarak bir takıntı haline gelir ve bu insanların gerçekte anlamsız olan hareketler yapmasına neden olur. Mesela hiç tanımadığı birini sırf televizyonda gördüğü için çığlık çığlığa karşılayan, ona dokunması için yalvaran izleyici kitlesi tıpkı Bilgin Gaznevi gibi kontrolden çıkmıştır. Bilgin Gaznevi o kadar kontrolden çıkmıştır ki, istediği klon peygamberi doğduktan sonra ona tıpkı gerçek bir peygambermiş gibi davranıp, 40 yaşına gelmesini bekleyerek ona ilk vahyi kendisi söylemiştir. Gerçek Cebrail’in hiç uğramadığı klon peygamber bu durumu kendine dert edinip doktora başvurur. Görüldüğü üzere Bilgin Gaznevi’nin bu bencilce davranışı, tanrısallaştırdığı kişinin klonunun akıl sağlığını yitirmeye başlamasına neden olmuştur. Sırf peygambere olan inancı ve sevgisi onun idolleştirdiği kişiye zarar vermesine neden olmuş, kendisinin yaptığı saçma davranışların cezasını başkasının çekmesine yol açmıştır. Klon peygamber bu rahatsızlığı yüzünden akıl hastanesinde tedavi görmeye gitmiştir. Bilgin Gaznevi gibi kişiler aslında idolleştirdikleri kişilere inandıklarını söyleyerek kendilerini kandırıyorlar, çünkü bu tür insanlar aslında kendi düşüncelerinde yarattıkları tanrıcıklara tapıyorlar. Bazen insanları kendilerine yönlendiren kişiler dahi, insanların saplantılarıyla tanrısallaşabilir. İşin ilginç yanı ise her hangi birini tanrısallaştıran insan bunu kesinlikle reddeder ve bunu asla kabul etmez. Öyle ki tanrılallaştırılan öge asıl kişinin önüne geçmeyi bir şekilde başarır. Aynı zamanda her hangi bir şeyi tanrısallaştıran kişi, kendi düşüncelerini tamamıyla yok eder. Bu kişinin kendine ait bir özgür düşüncesi olamaz. Bu kişinin savunduğu cümleler tamamı ile tanrısallaştırdığı kişiye aittir. Tanrısallaştırmanın en büyük nedenlerinden birisi, tanrısallaştırılan kişinin veya nesnenin hiçbir zaman tam anlamıyla anlaşılamamasıdır. İnsanlar bu kişileri veya nesneleri kendince yorumlayarak asıl öğretiyi veya amacı kaçırır ve yanlış detaylara takılırlar. Bu da onların anlamsız ve saçma hareketlerde bulunmasına neden olur. Kaynakça: Uludok, Okay. 40 Şizofrenden 1 Öykü. İstanbul: Doğan Kitap, 2015 Emin Taşdemir Blog; http://emintasdemir.blogcu.com/tanrisallastirmak/9313168 Defne Akkar 21601905 Volkan Kahriman 21103357 TURK-101-01 Başak Berna Cordan DAKTİLO Düşündüğümüz kadar özgür müyüz yoksa özgür olduğumuz düşüncesi o kadar kafamıza yerleşmiş ki özgür olmadığımızın farkında değil miyiz ? Her istediğimiz yere gidebilmek ya da internet sitelerinde dolaşmak bize özgürlüğü sonuna kadar sağlıyor mu? Hiç birileri tarafından takip edildiğiniz hissine kapıldınız mı ? Tüm bu sorular size modern çağda oluşan birer paranoya gibi gelebilir ama her geçen gün yaşadığımız bu zaman dilimi daha fazla kontrol edilebilir bir hâl almaya başlıyor. Sırf birilerinin düşüncelerine veya çıkarlarına ters düştüğümüz için tüm bu soruların odağı olmak günümüz dünyasının bir parçası hâline geldi artık. Tıpkı Florian Henckel von Donnersmarck’ın yönettiği 2006 Almanya yapımı Başkalarının Hayatı filminde olduğu gibi sizde sadece ülkenizin refahını düşündüğünüz için ya da sadece sanat yaptığınız için takip edilebilir sistemin bütün oklarını kendi üzerinizde toplayabilirsiniz. Peki insanlar neden başkalarını kontrol etmek ister ? Onları bu kadar korkutan nedir ki başkalarının hayatına müdahale eder hâle gelirler. Olay aslında çok karışık değil. Yenilenmek veya değişmek, işte bütün olay bu iki kelimenin sözlük anlamlarına bağlı. İnsanları korkutan başkalarının kendi düzenlerini bozacaklarına inandıran bu iki kelimenin anlamı kadar basit. Modern çağın getirdiği bu gereksiz yük her geçen dakika insanların birbiri üzerinde baskı kurmasına olanak sağlamaya devam ediyor. Belki bu filmdeki gibi bir istihbarat sistemi tarafından üzerinizde bir baskı kurulmuyor artık ama toplum o kadar uç noktalara ulaşmış durumdaki kendisi bir istihbarat görevlisi olmuş durumda. Sanki bakıcı bir yönetimin prangaları altında yaşıyormuş gibi hissetmemek imkânsız hâle geldi. Düzene hiç itiraz etmeden gülümseyen maskelerin altında yaşamak ne kadar yaşamaktır ki ? Bizi sadece kendi fikirleri doğrultusunda hareket ettiren bir yapının içerisi de yer aldığımızı fark edemez duruma geldik. Her gün sosyal medya hesaplarımız sayesinde milyonlarca fotoğrafa, bilgiye, videoya ulaşıyoruz. İnsanlar bu bilgi akışını kontrol etme mekanizması gibi kullanılır durumda artık. Geçmişte yürütülen baskı politikaları sanki hâlâ insanlar üstünde etkisini göstermeye devam ediyor. Hükümetler bilgi erişimlerini sınırlıyor, toplu m görünmeyen kurallara aykırı olduğunu düşündüğü her türlü düşünce ve düşünceleri engellemeye çalışıyor. Dünya teknoloji ile her gün daha ileri gidiyormuş gibi görünse de aslında yerinde saymaya devam ediyor. Sistemlerin adı değişiyor fakat uygulamaları aynı kalıyor. Yıllar önce devletlerin gizli olarak yürüttüğü bu eylemler günümüzde apaçık bir şekilde gerçekleştiriliyor üstelik maskeleme gereği duyulmadan. Hep temel bir fikir hakim 'insanların özgürlüğü için'. Eğer insanlar başkalarını dinleyemez, duyamazsa nasıl olur da özgürlük için bir adım atılmış olur. Her geçen gün daha da garipleşen bu durum içinden çıkılamaz bir hâl almış gibi gözüküyor. Daha önce olan örnekler gibi bu modern istihbarat sistemi de yakında çökebilir ya da farklı bir form haline geçip diğer insanları değiştirmek için kullananları hedef alabilir. Sistem kendi canavarlarını yaratmanın yanı sıra bir yerden sonra kendi koruyucularını da yaratmaya başlıyor. Asıl kaçınılmaz son o zaman başlıyor işte. Nasıl Yüzbaşı Gerd Wiesler yaratıldığı sisteme başkaldırıp inançları doğrultusunda hareket etmeyi başardıysa yakın zamanda onun gibi başka insanlar da bu modern sistemin dayatmalarına itiraz edebilirler. Bunların hepsi bize tek bir şey gösteriyor aslında olan her olaydan insanlar sorumlu. İyi ya da kötü tarafı seçmek tamamen kendi ellerinde sistem onlara her ne kadar dayatma, baskı veya kısıtlama uygulasa da eğer yeterince cesaret bulabilirsek sistemi yenebiliriz çünkü onu biz yarattık. Erkal-1 Fatih Erkal 21301418 Turk 102-58 Vedat Yazıcı 16.02.2015 Şarkın Garpla İmtihanı/ Fatih Erkal Bu kitap Doğu’nun hamuruyla, özüyle ve kültürüyle yoğrulmuş hayatların; Batı’nın şaşaasına ve süsüne karşı duydukları istemsiz bir gıptayı, bu gıptanın büyüyüp arzuya ve ihtiraslara dönüşmesiyle o şaşaaya ve süslü hayatlara ulaşma hayallerini ve bir yandan kendi özlerine karşı peyda olan sebepsiz kini ve nefreti anlatır… Kendine özüne karşı duyulan bu istemsiz nefrete karşı ağlamaları… Kendine sığdıramadığı yalanları… Ve bu ikilemde sıkışmış kendini arayan genç bir kızın hıçkırıklarıyla, bu ikilemde zıt iki kutba konuşlanmış iki genç erkeğin rollerini… Kısacası bu kitap yalancı, zehirli bir tutam bal hükmünde olan Batı’yı tatma çabasında yaşanılan kültür zehirlenmesini ve bu zehirlenmeyle derinlere yerleşen bir acının ruhta yaptığı sessiz haykırışların yankılarını anlatır… Neriman… Neriman… Yükseklerden düşmüş bir kuş misali… Ağacın tepesindeki rahat ve gösterişli yuvasından, aşağıya ağacın kovuğuna düşmüş ve eski yuvasına hasretle ve özlemle bakan bir kuş misali… Babası Faiz Bey’in bir göz ağrısı… Batı’nın o şaşaalı yaşamı, gösterişli kıyafetleri, nazik ve narin çalgı aletleri aslında tam da onun küçükken ruhunda Erkal-2 atılmış temellerin bir yansıması sanki… O güzel ve rahat yaşama bir dönüş ve yeniden arzulanana bir kaçış sanki… Ve Şinasi… Bu silsilede Doğu’nun temsilcisi… Sessizliğin ve sükûtun efendisi… Ağırbaşlılığı ve duruşuyla tam bir Fatih beyefendisi… Alaturka sevgisiyle bir kültür direnişçisi… Pasif ve suskun duruşuyla savaşan ve sessiz müdafaalarıyla galip gelen bir şarklı… İç âleminde, yaşadıklarını eritip yavaş yavaş hazmeden; olaylara ve durumlara karşı uzun iç mütalaalar sonucu bir tavır alan durgun şahsiyet… Bir de Macit var ki onu anlatmaya çok hacet yok. Batı’nın karanlık ve riyakâr dünyasında boğulmuş bir Batı züppesi… Bu hikâyenin ilk fitili… Genç Neriman’ın ağzına bir parmak yalancı tatlı bal çalan garp müsveddesi… Varlık içinde doğulan bir yaşamdan fakir ve hakir görülen bir hayata düşmenin hafifliğiyle başlayan ancak başlarda küçük yaşından kaynaklı bu sözüm ona travmaya tepkisiz kalan genç bir kızın yaşamından alınmış bir kesit işte… Ve ilerleyen yaş, büyüyüp serpilen bir ağaç… Ortaya çıkan yeni arzular, yeni keşfedilen duygular ve de hazlar… Tecrübesiz bir gencin, nefsin oyuncağına dönüşecek ve insanı aklın fenerinden uzak yanlış yollara sevk edecek, bir sürü yeni hisleri ve hevesleri… Ve kaçınılmaz sonun Macit denen bir çocukla bir gün kapıyı çalması… Kendine aykırı, zevklerinde ve heveslerin kontrolünde yapılmış hataları gizlemek için üretilen yalanlar… Tattıkça kendine daha çok bağlayan o içi boş hayatlar… Balolar, tuvaletler, lüks kıyafetler, otomobiller… Kısacası lüksün gösterişi ve tadı içinde boğulmuş temiz ve safi hisler… Samimiyet, fedakârlık, arkadaşlık… Eskide bıraktığı ya da bırakmaya çalıştığı bu hayatın, ondan kaçmaya çalıştığı her seferde ruhunda ve kabinde bıraktığı tarif edilmez acı… Kendinin ve benliğinin derinlerine Erkal-3 kadar işlemiş bir kültürü ve hayatı terk etme ve bırakma çabasında sadece ve sadece kendine zarar vermekten başka bir şey yapmadığını fark edememesi… Yaptığı her hamlede, kendinden ve kültüründen kaçamaya çalıştığı her anda sadece kendisine değil etrafındaki herkese de verdiği acı, üzüntü ve ruhi yıpranma… Faiz Bey’e verdiği Neriman’la evlenme sözünü bu süreçte defalarca gözden geçiren ve her seferinde verdiği sözle vazgeçme kararı arasına sıkışan zavallı Şinasi… Kızını mutlu etmek için elinden geleni yapmaya çalışan bir baba… Ona hak ettiği ve istediği hayatı ve imkânları verememenin utancı ve acısıyla yıpranan ve de daha da beyazlayan sakallar… Ama hayat bu… Herkese vermeyi biliyor dersini... Ve bazen akıl pusulamız yönünü kaybettiğinde bizi daldığımız derin uykudan sert bir tokatla uyandırıp doğru yönü bize apaçık bir şekilde göstermeyi biliyor. Neriman’ı derin uykusundan bir Rus kızının ibretlik hikâyesiyle uyandırıyor. Roller aynı yalnızca isimlerin farklı olduğu bir senaryoyu Neriman’ın önünde yüksek irade oynattırıyor ve ona gösteriyor. Kalbini halis bir sevgiyle fakir bir gitariste kaptırmış genç ve güzel bir kız… Halis ve içten bu sevgide fakirlik yüzünden sürekli eksik olan lüks, gösteriş ve paha… Lüks ve maddiyat uğruna sevgisinden vazgeçen bir kız… Ve gerçek yüzünü görmesiyle şaşaa ve lüksün; yeniden dönmek arzusu gerçek aşkına… Artık çok geç ama… Döndüğünde elinde gitarı ve çaldığı melodi de onların şarkısı… Gözyaşları arasında haykırılan birkaç kelime… “Ben bir alçağım, sana geri dönüyorum, beni kabul et…”. Ve her şeyin kaybedildiğini anlaması genç kızın… Ve kafasına sıktığı bir kurşunla hayatına ve acısına son vermesi… Neriman artık eski Neriman değil! Bu hikâyeden, bu yaşanmış gerçekten sonra değil! Resmen kendi hikâyesini anlatan ve sonunun nasıl olacağını gösteren bu tablodan sonra değil! Erkal-4 Bütün bunları, yani yaşananları tek bir potada erittikten sonra, Neriman artık eskisi gibi değil… Onu bütün tozpembe hayallerinden uyandırıp başından aşağıya soğuk bir su dökerek uyandıran bu olaylardan sonra artık Neriman doğru kararı verecek iradeyi yeniden eline almıştı. Zaaflarından sıyrılmış ve kendi özüne doğru yeniden yelken açmıştı. Onunla beraber bu yolda yürüyen herkes de artık rahat bir nefes almış ve sonunda uykusuz gecelerin ardından yeniden rahat bir uyku için yorgun bedenler kendilerini yataklara bırakmışlardı… Fatih Harbiye… Fatihle Harbiye arasında bir yaşantının hikâyesi… Aslında Doğu ile Batı arasındaki bir mücadelenin hikâyesi… Doğu’nun Fatih’i, Batı’nın Harbiye’si… Ve bu ikilemde, aidiyet sorgulamasına dalmış insanların hikâyesi… İki zıt kültür denizi arasında; medeniyet ve çağdaşlık gel-gitlerinin oluşturduğu sert dalgalarla bir oraya bir buraya sallanan yaşamların hikâyesi… Doğu’nun saf ve samimane körpe akıllarının; hissiyatla ve arzularla Batı’nın (arkasında boş ve ruhsuz bir özü gizleyen şaşaalı ve gösterişli o) yalancı yüzüne aldanışlarının hikâyesi… Acı tecrübelerle; kapalı, süslü dünyalar arkasındaki nefret dolu boşluğu görmelerinin ve tekrardan kendi özlerine yönelmelerinin hikâyesi… AYAZIN ISITTIĞI İNSANLAR Üzerinde bulunduğumuz coğrafya bazen öyle bir hengâmenin içine çekiyor ki bizleri; göğün mavisini, rüzgârın fısıltısını, yüzlerdeki tebessümü, gözlerdeki aydınlığı göremez hale geliyoruz. En son hangimiz toprak ile temasa geçtik, bir yol kenarında durup etrafı izledik, koşturmacayı kenara bırakıp derin bir nefes aldık? Bu sorular uzar gider. Peki, ne denli gerçek yaşamakta olduğumuz bu koşturmaca? Ya yaşamak fırsatını bulamadığımız, diğer safta bulunan, çok da uzağımızda olmayan dünya hakikatin ta kendisiyse! “Olması gereken bu” dediğimiz normatif tavırlar bizi sahte ve ciddiyetsiz bir soyut gerçeklik kafesine hapsetmekten başka bir işe yaramıyorsa! Bu sorular da uzar gider. Anadolu insanı hangi duygu ya da karakter ile ifade edilebilir diye düşündüğümüz vakit aklımıza şüphesiz pek çok güzel haslet gelecektir fakat samimiyet bunların içerisinde başka bir yerde olacaktır diye düşünüyorum. Samimiyet, modern hayatın telaşına kapılmış benliklerimizin gün geçtikçe hissetmekten uzaklaştığı duyguların da başında gelince, Kuşlar Yasına Gider, aramıza mesafe koyduğumuz ama aslen bizlere çok da uzak olmayan o dünyayı ayaklarımıza kadar getiriyor. Ankara’nın kuru soğuklarında kalbini sıcacık tutmayı başarabilmek büyük meziyetlerin başında gelir. Başkentin insanları genellikle resmi yorgunluklarından sıyrılıp, İç Anadolu havasına bürünmeyi beceremezler. Büyük şehir olmanın zararı da denebilir buna. Şehirler insanları etkiler şüphesiz; insanın özünü değil. Sıcaklığı ve samimiyeti soluklarına işlemiş, tahammülün ve saygının üzerindeki elbise gibi bedeniyle bütünleştiği insanlar vardır; alıp kutuplara koysanız duruşuyla ısıtır içinizi. Öyle babacandır. Vefalıdır da. Bir ömür gölgesine sığındığı her kim ise, onu terletmek ağır gelir böyle adamlara. Hele bir de o gölge babasıysa iş bambaşka bir boyut alır. Saygıda kusur etmemek için bin özen gösterir, kırk yıl laf işitse yine boyun büker, elden ayaktan düşmesine müsaade etmez; el olur, ayak olur. Düşüncesi başka olur ama babasının dediğine de itiraz etmez. Anadolu’da babalar en çok dağlara benzetilir. Bir dağa yaslananın derler; sırtı yere mi gelir? Yıllar geçer, yollar girer araya. Gölgesine sığındıklarından bazen mesafeler ayırır da seni, sen sonra her dağ gördüğünde hüzünlenir, her ciğerine huzur doldurduğunda çocukluğuna dönersin. Geçmişe duyduğun özlemi, ana deyip göz pınarlarına doldurursun, baba deyip içkin içkin yutkunursun. Ömür seni yaşlandırırken, onlara hiç dokunmuyor zannedersin. Bir gün bir telefon gelir, düşersin hasretini çektiğin toprakların, kokusunu çekmek için yollara. Şehirlerarası yolların davetkârlığına icabet edersin. Asfalta değen tekerler, hatıraların hatırlanmasına aracılık eder. Kimsesizliğin ürperticiliğine yalnız olarak bırakırsın suskun bedenini ve bir at eşlik etmeden duramaz sana. Sen her yollara düştüğünde, toprağın bağrını delercesine, arabanın motoruna ders verircesine, nefesini yanı başında hissettiğin bir at çıkıverir yoluna. Yoldaşlık eder sana. Gerçek ve hayal arasındaki farkı görmez, algılamaz hâle getirir insanı. Bazen bir nesneye, insanlardan daha çok ilgi duyar, ona sığınır, onun dostluğunu ömür boyu yanımızda hissetmeden edemeyiz. Herkesin farklı bağları vardır eşyalarla ve hatta öyle insanlar tanırız ki bazılarımız; tanıdıklarımızı hatırlayınca, onunla bütünleşen nesneleri düşünmeden edemeyiz. Minibüslere âşık bir babanın ayağını kaybetme hikâyesi. Sadece şu cümlenin bile ağırlığı altında kalabiliyor kalbi insanın. Onun minibüslere olan ilgisine şahit olduğunuzu da düşünürseniz, bu ağırlık kat kat artıyor. Yaşanmışlığına kendinizi kaptırdığınız olaylar sizi daha çok etkiler şüphesiz. Sayfalarını çevirdikçe yer yer Denizli’den, yer yer Ankara’dan kokuların burnunuza ulaştığı, hüznü, sabrı, saygıyı, sevgiyi, hürmet göstermeyi ve en çok da samimiyeti derinlemesine hissedeceğiniz bir kitabı elinizde tutunca, bir yandan Özay Gönlüm diğer yandan Neşet Ertaş fısıldar kulağınıza. Ve Anadolu’yu sinesinde barındıran her insan umudu görmezden gelemez. Hüzün bu coğrafyanın kaderi gibi boy gösterse de pek çok kez, inanırsınız aydınlıkların var olduğuna, samimi insanların güneş gibi sıcak bakışlarıyla.. Yasin EKİNCİ 21602999 SERTCAN   1     Beliz Sertcan   Ali Turan Görgü   TURK 101-23 1 Aralık 2014   Nora’nın Feminist Bakışı Nora Roberts, en sevdiğim bayan yazarlardan biri. Yazdığı romanlarda hep feminist bir dokunuş oluyor. Feminist bir dokunuş derken ana karakterin bayan olmasından söz etmiyorum tabii ki. Ne demek istediğimi Nora Roberts’ın Dolunayda Aşk adlı kitabı yardımıyla anlatayım. Dolunayda Aşk romanının ana karakteri Tory. Psişik güçleri var. Olmuş ve olacak bazı olayları görüyor. Bunun için o ortamda bulunması ya da olaya tanıklık etmiş insanlarla bağ kurması yeterli oluyor. Bu karakteri tanıtmak için yeterli. Benim demek istediğim feminist kısma gelirsek eğer, ülkemizde kadınların hep geri planda kaldığını, önemli kararların hep erkekler tarafından verildiğini hatta evin erkeğinin bile erkek olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Ancak diğer romanlarında olduğu gibi Nora Roberts bu romanında da dümeni kadın karakterin eline veriyor. Kitaplarda çok karşılaştığımız bir olay değil bu. Romanın devamı, tamamen Tory ve kararlarına göre şekilleniyor. Bunun sebebini ana karakterin Tory olması elbette etkiliyordur. Ancak sadece Tor değil, romandaki bütün kadın karakterler öne çıkıyor. Tory’nin küçüklük arkadaşı, Hope adında bir kız. Küçükken öldürülmüş. İkizi var, Faith. Kitap, bu üç çocuğun ve arkadaşlarının hikayesini anlatıyor. Çok etkileyici ve düşündürücü bir kitap. Fark etmişsinizdir belki, yazdığım bütün kitap incelemelerinde aynı şeyleri söylüyorum. Ancak kitabın sizi düşünmeye itip itmeyeceği başlarda belli oluyor zaten. Eğer hoşuma gitmiyorsa biraz daha devam ediyorum, çünkü bazen sonradan güzelleşebiliyor. Eğer hala hoşuma gitmiyorsa kitabı bir kenara bırakıyorum ne yazık ki. Bunu yapmak hoşuma gitmiyor, çünkü kitapları arkadaşım olarak görüyorum ama SERTCAN   2     dürüst olmak gerekirse kimse can sıkan bir insanla arkadaşlık etmek istemez. En son beş ay önce bir kitabı bu sebeple bırakım, Chuck Palahniuk’un Lanetli adlı kitabını. Eğer Dolunayda Aşk adlı romana dönersek, Tory’i kendime çok yakın hissettim. İnsanlara bağlanma korkusu beni en çok ona yakın hissettiren şeydi. Ayrıca, arkadaşını kaybetmenin ne demek olduğunu bildiğim için empati kurabildim ve onu daha iyi anlayabildim. Tory’nin ailesiyle prolemleri olması da beni ona yakınlaştırdı. Psişik güçlerim de olsaymış aramızdaki tek fark isimlerimizin farklı olması olurmuş heralde. Tory, Hope’un ölümünün ardından kasabasını terk ediyor ancak sonra bu ölümün sırrını çözmek için kasabaya geri dönüyor. Kendine bir dükkan açıyor ve geçimini o dükkan sayesinde sağlıyor. Ayrıca Hope ve ikizi Faith’in ağabeyi Cade ile yeni bir ilişkiye başlıyor. Her kitapta yaptığım gibi bu kitapta da karakterlerin davranışlarını kendimce yorumladım. Bence Tory kasabasına dönmekle çok iyi bir karar verdi. Eğer kasabaya dönmeden önceki hayatıyla, kasabaya döndükten sonraki hayatını karşılaştıracak olursak, iyi bir karar olduğunu siz de anlayabilirsiniz. Çünkü neredeyse yeni bir hayata başladı. Evet, insanlar zaten uzun zamandır tanıdığı, küçüklüğünden beri bildiği insanlardı ama onlarla böyle ilişkileri yoktu. Mesela Faith, Tory’i kıskanırdı çünkü Hope ile kimsenin anlayamadığı bir ilişkileri vardı. İkizi olarak, Faith ile böyle bir ilişkisi olması daha mantıklı olurdu. Ancak, her şey mantıklı değildir. Demek istediğim şey şu ki, kasabaya döndükten sonra başlarda kimse Tory’i aralarına almak istemedi ama Cade onu yanına aldıktan sonra, insanlar onu kabul etmeye başladı. Aslında, Cade enteresan birisi. Sonuçta kardeşinin ölümüne Tory’nin sebep olduğu sanılıyordu, ayrıca tuhaf güçleri olduğunu biliyorlardı. Yine de o Tory ile yakınlaştı. O aşamada ben olsaydım ne yapardım tahmin edemiyorum. Bu roman, Nora Roberts’ın olması sebebiyle en sevdiğim on roman içinde, ancak kaçıncı sırada bilemiyorum. Okunması gereken bir kitap diyemeyeceğim çünkü bazı insanlar SERTCAN   3     romantik ve aynı zamanda içinde geleceği görebilen insanlar olan romanları okumaktan hoşlanmayabilir. Yine de, benim çok hoşuma gitti ve tavsiye ediyorum. ÜÇ SİLAHŞÖRLER Kader, yapılan seçimler ve hayattaki acı veya tatlı tesadüfler... Ne hayat hikâyeleri yazdırdı bu üç öğe biz insanoğluna, kim bilir? Diğer insanlar neler yazdı bilemem ama ben kendi hikâyemi yazmaya yeni başladım diyebilirim. Tabii önceden hayata geçirmiş olduğum bir öyküm vardı fakat birkaç ay önce asıl hikâyeyi ömür defterime ilmek ilmek işlemeye başladım diyebilirim. Nasıl mı? Gelin size üç silahşörü de- yazıma harman ederek hikâyemi açıklayayım. Tam olarak nereden başlamak veya kaleme almak gerekir emin değilim. Ama konuya girmek gerekirse hazırlık okurken ardı ardına yaşadığım başarısızlıkları ve daha sonrasında elde ettiğim başarıyla gelen tuhaf ve bir o kadar güzel olan olaylar zincirini hikâyemin ilk paragrafı olarak ele almak istiyorum. Şöyle ki; iki senelik bir hazırlık sürecim vardı. Hatta bu zaman sürecince artık geçeceğimin dahi umudu kalmamıştı bende. Artık bitti, başka bir üniversiteye geçme vakti geldi diye düşünüyordum. Fakat öyle olmadı ve kader bana son şansımı akıllıca kullanmam için yardım etti. Sonuç olarak hâlâ bu üniversiteye devam ediyorum ama asıl konu bu değil. Bu sadece kaderin bana yazmış olduğu alın yazısının asıl konuya giriş evresiydi. Sonrasında ne oldu? Ben bölümüme başladım ve bir gün biriyle tanıştım. İlk baştan doğal olarak bilmiyordum onun benim için ne kadar farklı olabileceğini. Tanıştığımız ilk evrelerde onu arkadaş olarak görmüştüm ve bu benim yaptığım bir seçimdi: Arkadaş olmak... Zaten şartlar farklıydı ve arkadaşım olarak kalmalıydı. Ama biz henüz farkında olmasak da aslında birbirimizin aynısıydık. Ortak hobiler, aynı düşünceler, eş zamanlı yapılan hareketler... Bu saydıklarımın devamı gelir fakat laf salatası yapmaya gerek duymuyorum. Zaten sonrasında gelişen olaylar daha güzel ve yanlış bir seçim yaptığımın da bir göstergesi benim için. Şimdi bana soracaksınız neden sonrasında kader akışının yönü değişti diye. Bir nehirdir kader ve nereye, nasıl akacağı belli olmaz. İşte bu noktada yazıma başlarken göz önüne aldığım üçüncü öğe devreye giriyor: Tesadüf... Yaşadığımız bu tatlı tesadüf bize hayatın sunabileceği en özel, en değerli ve en sonsuz hediyeyi getirdi: Aşk... İkimizin de aslında elinde olmadan arkadaşlık yönünde yaptığımız seçim bu rastlantı ile “aşk”a dönüştü. Aslında şu an düşünüyorum da biz sadece ayrı ayrı iki hikaye oluşturmadık. Önceden var olan bir hikâyeyi ben bir ucundan, o bir ucundan satır satır işleyerek bu hâle getirdik. Ben onunla tanışmadan önceki bölümü ele aldım, o da kendi açısından aynı şeyi yaptı. Ama yaşadığımız tesadüf o hikâyenin aslında bir bütün olduğunu bize gösterdi. Sonuç olarak biz ortak bir öykünün iki ayrı yazarı olduk ve işin eğlenceli kısmı şimdi başlıyor. Neden mi? Ortak olarak hayat sayfasına yazıp çizdiğimiz anılar daha güzel ve özel de ondan. Şimdi bana bu kadar mıydı konu, hani içerik ve olaylar diye sorabilirsiniz. Ama işin büyüsü bozulmasın diye paylaşılamayacak özel kısımlar var ve bu anlattıklarımın hepsi sadece özetti. Asıl önemli olan neden böyle bir anlatış biçimini tercih ettiğimle ve neden konuya kader, hayattaki seçimler ve tesadüflerle ilgili giriş yaptığımla ilgili. Geçen yine birlikte oturuyoruz ve gözümüze bir yazarın çok anlamlı ve değerli bir sözü çarptı. İşte bütün bu yazdıklarımın da çıkış noktası oldu o söz. İzninizle bunu sizlerle paylaşmak isterim. Can Yücel dile getirmiştir ve şöyledir: “ Tanışmak kaderdir, arkadaşlık seçim, aşık olmak ise tamamen tesadüf. “ Şöyle bir düşününce de bahsedilen bu üçlünün bizi nasıl etkilediğinin ve bize nasıl bir hediye sunduğunun farkına vardık. Umarım ki siz de bu yazdıklarım üzerine bir düşünürsünüz ve bu söz bağlamında kendi yaşantılarınızı ele alır ve bu üç silahşörün size sunduklarının farkına varırsınız. Esen kalın. BÜYÜMEYE CESARETİN VAR MI? Büyümek, bir çocuk için muhteşem, bir yetişkin için eski heyecanını kaybetmiş bir kelimedir ya da ona yüklenmiş anlamları diyelim. Bunu nasıl mı anlarız? Örneğin, küçük bir kızın annesinin topuklu ayakkabılarıyla dans edişini ya da bir oğlan çocuğunun araba kullanan babasına hayranlıkla dolu bakışını hayal edin. Onlarda gördüğümüz şey başka hiçbir yerde bu kadar açık göremeyeceğimiz umut duygusudur. Büyüdüklerinde hayatlarının daha heyecanlı ve güzelliklerle dolu olacağına dair sınırsız umutları. Peki büyümek kelimesi bir yetişkin için ne anlam ifade ediyor? Hayatın toz pembe kısmının yitip gitmesi ve geriye zorluklarla boğuşarak geçirilecek yılları anımsatıyor. Belki de haklılar. Büyüdükçe yaşadığımız olayların zorluk dereceleri artıyor ve çoğuyla tek başımıza mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Yaptığın yanlışların doğuracağı sonuçlar da sen büyüdükçe büyüyor doğal olarak. Colm Tόibίn’in romanı Brooklyn, tam olarak bir büyüme hikayesi. Üstelik kahramanımız, büyümenin zorlu yollarından geçerken aynı zamanda ülkesinden ayrılmış ve yeni bir dünyaya adım atmış olmanın getirdiği yeni duygularla da tanışıyor. Büyümek, hiçbirimiz için kolay olmamıştır. Kim olduğumuzu, bize verilmiş olan hayatla ne yapacağımızı sürekli sorguladığımız bir dönemdir. Kimi zaman kendimizi bir yetişkin olarak hissederiz ve sorumluluklar alırız. Eğer bunları başarırsak ne güzel ama eğer başarısız olursak çocukluğumuzun kolay ve masum dünyasına geri dönmek isteriz. Aslında başarısızlık, yeni şeyler denediğimizin ve cesaretimiz olduğunun göstergesidir fakat aynı zamanda insanın kendine olan güvenini de sarsan bir durumdur. Çocukken yaşadığımız başarısızlıklar canımızı yakmaz, büyürken yavaş yavaş farkına varmaya başlarız onların ve sanırım bu yüzden de canımız daha çok yanar. Çocukluğa dönme isteği de burada başlar, tabii ki bu artık mümkün değildir ve bu durumda biz yetişkinlik ve çocukluk arasında kalırız. İşte o aralık insanın ayağa kalkıp, yola devam etmesi gereken yerdir. Etrafımızdaki çoğu kişi çocukluğun ne kadar güzel bir dönem olduğunu söylesede, gelecekte de bizi bekleyen pek çok değerli an vardır. Örneğin eğer büyümeseydik, asla ilk iş günündeki heyecanı, çocuğun olduğunda hissetiğin mutluluğu ya da yaşlandığında geriye dönüp bakmanın gururunu yaşayamayacaktık. Etrafımdaki yetişkin insanlara baktığımda sanırım çoğu bu anları yaşamış olmanın değerini anlamıyor ya da onları gündelik sorunlarının içinde kaybetmişler. Oysa büyümek, tıpkı bu kitapta anlatıldığı gibi, kendine bir gelecek yarattığın dönemdir. Hayatına hangi insanları dahil edeceğine sen karar verirsin ve hayatının akışına göre kimi yanında kalır kimi kısa bir süreliğine oradadır. Hangi işi yapıp, hangi şehirde yaşayacağını seçersin ve bu karar hayatının neredeyse tümünü etkiler. Kısaca ailenden bağımsız, kendi kararlarınla oluşturduğun yeni bir çevren olur. Büyümeyi zor yapan da budur. Kimi zaman büyük fedakarlıklar yaparsın, örneğin, aileni ve arkadaşlarını geride bırakıp sırf üniversite okumak için yeni bir şehire alışmaya çalışırsın. Bunu yapmamak, ailenin yanında kalmak, kolay olan seçenektir fakat çevreme ve arkadaşlarıma baktığımda zor olan yolu seçen bir çok kişi var. Neden kolayı seçmiyorlar derseniz çünkü daha önce de söylediğim gibi çocukluk ve yetişkinlik arasındaki belirsiz dönemden çıkıp geleceklerine yön vermek için. Büyümekten bahsetmişken, ben de henüz kendimi o yolda ilerleyen birisi olarak görüyorum. Çocukluğuna özlem duyan herkes gibi ben de zaman zaman geriye bakıyorum fakat yaptığımız fedakarlıklara, yaşadığımız zorluklara rağmen büyümek güzel. Çünkü güzel anılara yenilerini eklemenin tek yolu bu. EZGİ BİLİK KAYNAKÇA: Tόibίn, Colm. Brooklyn. İstanbul: Everest Yayınları, 2015. Baskı. Şehirler ve taşıdıkları izler “Koca tarihi bir şehirden ziyade tiyatro sahnesini andırıyor. Hep aynı oyunun oynandığı bir tiyatro sahnesini.”(Karakaşlı 15) Şehirler kimi insanlara soğuğu ve yalnızlığı çağrıştırır, beton yığınları içinde geçen bir hayatın sahteliğini yansıtır. Hayata dair ne kadar kötü şey varsa, şehirler onların sembolleridir. Ama aslında şehirler sadece kötülüğün değil, insana dair her şeyin yok olmayan izlerini taşır. Şehir eşittir insandır. Bir kentin sokakları, duvarları onun ve üstünde yaşamışların hafızasıdır. Onlar hakkında çok şey söyler. Bunları duymak içinse bir anlık duraklama yeterlidir. Anlamsız koşuşturmacadan bir anlığına vazgeçmek, duraklamak ve kafayı kaldırıp etrafın farkına varmak. Sıvası dökülen duvarlar, onların üzerinde ise eskiden asılmış afişlerin kalıntıları ve onlara sürten insanların oluşturduğu karartılar. Gece karanlığında kıpırdaşan ışıklar. Peki ya kaldırımlar? On binlerce insan geçer belki tek bir kaldırım taşının üzerinden. Bambaşka hayatlar yaşıyor bile olsalar onlar bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Tarihi bir kasabanın ara sokaklarında gezerken bundan yüz yıl öncesine dönmek şaşırtıcı derecede kolaydır. O zamanın insanlarından ne kadar farklı olduğumuzu ama ne kadar da farksız olduğumuzu fark etmemizi sağlar. İçinde bulunduğumuz çağ ve görünümümüz çok farklı dursa da, hâlâ aynı yerlerde gezer, aynı şeyleri yer, aynı şeyleri konuşuruz onlarla. Dertlerimiz, tasalarımız da hiç değişmez. Yaşadığımız hayatlar kıyafet değiştirir sadece, şehir ise her zaman nasıl yaşadıysa öyle yaşamaya devam eder.. Her bir birey, yaşadığı yaşamı başka birinin takip edeceği bir patika olarak kentin hafızasına bırakır. Şehir ve şehirliler de aynı yolu tekrar tekrar izler. Semt ve sokak isimleri de tarihin en büyük tanıklarındandır. Bir zamanlar barındırdıkları halk kahramanlarının, şairlerin, bilim adamlarının ve kimi zaman da zalim devlet büyüklerinin adlarını taşırlar. Şehirlerin kendilerinin isimleri bile, üzerlerine kurulan her uygarlıkla beraber duyulur, yükselir ve çöker. Yeni rejimler şehirlerine hep yeni isimler verir. Bu isimler kimi zaman da onun insanlarının ruh halini yansıtır. “Çağlar boyu herkes yeniden adlandırmıştı. Şimdi kendi miladında bu şehri nasıl çağırmalı? Belabul mu mesela?”(Karakaşlı 34) diyerek de kendi önerisini sunuyor Karakaşlı. Kentler tabiki sadece sokaklardan oluşmaz. Az önce sözü geçen duvarların ardında, dışarıdaki şehirden bir yüz tane daha var. Odalar bunlar. Kimisi bir ömür boyunca bir insanı taşımış, kimiyse yalnızlığına ve karanlığa terk edilmiş. Rutubet, toz, sigara, parfüm kokuları, çeşit çeşit halılar, döşemeler, çökmüş koltuklar onlara karakter kazandırmış. Bir oda ömrü boyunca kaç kavgaya tanıklık eder, kaç insan hiç bırakmayacakmışçasına birbirine sarılır orada… Çerçevelerde ve tozlu kağıt parçalarının aralarında kimlerin resimleri durur… Şehirlerin meydanları vardır bir de. Monarkların devrildiği, kafaların uçtuğu, gençlerin avazlarının çıktığı kadar bağırdığı meydanlar. Özgürlük mücadeleleriyle özdeşleşmiş, sloganlarla bütünleşmiş nadide alanlar. Odasına kapanıp sessiz kalamayan vicdanıdır şehrin. Kentlerin kaderi de hep buralarda belirlenir. Bütün bunları göz önünde bulundurunca, şehirler için donuk, cansız, sahte sıfatlarını kullanmak adeta hakarettir. Bir kent, insan yüzü kadar çok şey anlatır izleyene. Şehrin sakinleri de, onun damarlarında dolaşan kan gibidir. Onu ayakta tutan, durmadan yaşamasına olanak veren, geliştiren küçük canlılar. Bir şehrin sakini olarak belki de yapabileceğimiz en iyi şey ona biraz zaman ayırmaktır. Onu tanımak, sokaklarında dolaşmak, barındırdığı yaşantıların farkına varmak, nasıl bir bütün olabildiğini keşfetmek… Bir kenti bütünüyle anlamak çok olası olmayabilir. Ama şurası kesin ki adımımızı attığımız her yeni sokak, yeni bir geçmiş, yeni anılar, yeni keşiflere çıkar. Ufuk Usubütün Kaynakça Karakaşlı, Karin. Yetersiz Bakiye. Öykü. İstanbul: Can Yayınları, 2015. Berke Egeli 21601673 SON DURAK İnsan birçok hayal kırıklığı yaşayabilir. Bunlardan en büyüğü, uğruna en önemli değerlerimizi feda ettiğimiz savaşı kaybetmemizdir herhalde. Bana göre, kültürel ve eğitim anlamında çözülmedikçe, topla, tüfekle, kaba kuvvetle girilecek her savaş en sonunda kaybedilmeye mahkûmdur. Belki bu nedenle, belki de tarihe olan merakım sayesinde Ahmet Ümit'in en son romanı olan 'Elvada Güzel Vatanım'ı büyük bir ilgiyle okudum. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin son yirmi yılını, romanın ana karakteri olan 'Şehsuvar Sami'nin gençlik aşkı 'Ester'e gönderip göndermeyeceği bile belli olmadan yazdığı mektuplar aracılığıyla okuyoruz. Şehsuvar Sami, sadece Cemiyet'in kaybettiğini düşündüğü savaşı değil kendi iç savaşını da etkileyici bir anlatımla okuyucuya sunmuş. 'Ya zalim olacaksın, ya mazlum, ya katil, ya kurban.' Ne yazık ki nerede okuduğumu hatırlayamadığım bu sözler benim için savaşın en güzel tarifi. Bunlardan biri olmak istemeyeceğim için de, savaşın her türlüsüne, sebep ne olursa olsun karşıyım. Tarihe olan merakım nedeniyle, birçok tarihi kitap okudum ama doğrusunu söylemek gerekirse son altı aya kadar milletimizin yakın tarihiyle ilgili okulda gördüğüm İnkılap Tarihi dersi dışında bilgiye sahip değildim. Son zamanlarda, komşu ülkelerde ve ülkemizde olan ve hepimizi derinden üzen olaylar nedeniyle yakın tarihimizle ilgili birçok kitap okudum. Bir kez daha, savaşın- özellikle de iç savaşın- hiç bir sorunu çözmeyeceği gibi, bir de üstüne birçok bireysel trajedi getireceği ve bunun da milletler üzerinde belki de yüzyıllar boyu devam edecek bir lanet olacağına olan inancım arttı. Aslında belirli bir eğitim düzeyine sahip, ortalama tarih bilgisine sahip olan herkes savaşların neden çıktığını, kimin işine yaradığını çok iyi biliyor. Belli çıkar grupları ve dış mihraklar tarafından, birçok sorun gibi gösterilen farklılıklar kaşınılıyor; aslında o topraklarda yaşayan insanlar için kültürel zenginlikten başka bir anlam taşımayan bu farklılıklar savaşmak için bir neden gibi sunuluyor. Yıllarca kardeşçe yaşayan, birbirine komşu olan, âşık olan, dertlerine derman olan insanlar, bir bakıyorsunuz, kanlı düşman olmuş, acımasızca birbirlerinin gırtlağına yapışıyorlar, başka ülkelere sürülüyorlar, çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden birbirlerini öldürüyorlar. Beni en çok üzen durum, bu kanlı savaşlarda maşa olarak kullanılan masum, vatansever, idealist, inançlı ve tecrübesiz gençler. Son zamanlarda okuduğum veya izlediğim tüm belgesellerde bu gerçek apaçık ortaya konuluyor. Genel kanının aksine, bu gençlerin çoğu ipsiz sapsız, sorunlu veya fakir değil. İçlerinde birçok eğitimli ve iyi aile çocukları diye niteleyeceğimiz gençler de var; aynı 'Şehsuvar Sami' gibi. Belki de, eğitimlerine rağmen gençliğin verdiği cesaret ve idealistlikle kandırılmaları çok daha kolay olduğu için çıkar çevrelerinin kandırmak ve amaçları doğrultusunda kullanmak için en sevdikleri grup bu tarz gençler. Tabii bu gençleri bekleyen son hiçbir zaman onların hayal ettiği gibi olmuyor. Eğer yaşayacak kadar şanslı olurlarsa, bu kandırılan gençlerin 'eğitimli' olanlarının çoğunun gözü savaşın bir yerinde açılıyor. Her savaş - amacı ne olursa olsun- bir süre sonra 'İktidar Savaşı'na dönüyor. Sadece güç dengeleri değişiyor ama her şey başladığı yere dönüyor. Elini kana bulamış olan bu masum gençler de kaybettikleri değerleri ve genellikle başkalarının savaşı uğruna yaptıkları fedakârlıkları düşündükçe derin travmalar yaşıyorlar. Sadece Irak Savaşı'ndan sonra Hollywood'da çekilmiş olan -kendileri sebepsiz yere istila ettikleri ve birçok Iraklıya gereksiz işkence yaptıkları halde- ve Amerikan askerlerinin psikolojik rahatsızlıklarını gösteren birçok film mevcut. 'Ey Güzel Vatanım'ı okurken, her satırda savaşla ilgili düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu gördüm. Okuyan, eğitimli bir genç olarak; sorunların kaba kuvvetle, kan dökerek değil, yaşanılan topraklarda bir sorun varsa, orada yaşayan halkı eğiterek, bilinçlendirerek çözebileceğimizi bir defa daha anladım. Yaşayan bir kültürü değiştirmek çok zor olsa da, savaş- özellikle de iç savaş- insanoğlunun yaşayabileceği en büyük trajedidir. Ahmet Ümit'in de bu güzel romanına başlarken söylediği gibi "Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar..." Kaynakça: ÜMİT Ahmet. Elveda Güzel Vatanım. İstanbul: Everest Yayınları, 2015 Pınar Ayaz MÜKEMMEL HAYAT İLLÜZYONU Hiç sokakta yürürken ya da arabadan dışarı bakarken rastgele gördüğünüz insanların hayatlarını merak ettiğiniz oldu mu? Ya da sadece dışarıdan çok mutlu göründükleri için pek tanımadığınız insanların hayatlarının çok güzel olduğuna karar verip onların yerinde olmak istediniz mi? Bunu ara sıra herkesin yaptığına inanıyorum, fakat sanırım kimse bu işi ​‘Trendeki Kız’ ​romanındaki ​Rachel ​kadar ileri götürmüyordur. Rachel istisnasız her gün trenle geçtiği yolun karşısındaki evde gördüğü çifte bakıp onların hayatlarına özeniyor, o evdeki kadının kendisinin sahip olmak istediği hayatı yaşadığına inanıyor. Aslında insanlara günde birkaç dakika bakarak nasıl birer yaşantıları olduğunu tahmin etmek imkansız ama Rachel gördüğü mutlu anları kafasındaki hayallerle birleştirip o çiftin mükemmel olduğuna kendini inandırıyor ve o kadının yerinde olmak istiyor. Muhtemelen hepimizin hayatında çok tanımadığımız ama harika bir yaşantıya sahip olduğunu düşündüğümüz bir insan vardır. Bu kişi belki yan komşumuzdur belki de hayatımız boyunca hiç tanışmayacağımız bir ünlü. Kendi hayatımız onunkiyle kıyaslanınca çok sıkıcı ve boş gelir, “Keşke onun yerinde olsaydım.” diye iç geçiririz. Benim de hakkında aynı bu şekilde düşündüğüm ve yerinde olmak istediğim insanlar vardı, bir süre öncesine kadar da onların tam da benim kafamda yarattığım gibi mükemmel hayatlar yaşadıklarına gönülden inanmıştım. Kendi hayatımdan hiç ama hiç memnun değildim ve onların yerinde olabilme şansım olsa hiç düşünmeden kabul ederdim. Bu düşüncenin ne kadar saçma olduğunu bir arkadaşımın da benim için aynı şeyleri düşündüğünü öğrendiğimde anladım. Ona ne kadar mutsuz olduğumu ve hayatımdan memnun olmadığımı anlattığımda bana inanamadı. Benim hayatım dışarıdan bakılınca ona çok güzel görünüyormuş, oysaki gerçek hayatımla onun beni özdeşleştirdiği hayalin arasında dağlar kadar fark vardı. Eğer arkadaşım benim hayatımı bu şekilde görüyorsa belki de benim özendiğim insanların hayatları da sandığım kadar mükemmel değildi. Hepimiz kendi problemlerimizi içinden çıkılamaz olarak görüp kendimize acıyor, başka insanların da problemleri olabileceğini ve hatta dışarıya yansıtmasalar da bizden çok daha kötü durumda olabileceklerini göz ardı ediyorduk. Nedense hep sahip olmadığımız şeylere çok daha büyük anlamlar yüklüyoruz, elimizde olan şey bize daha değersiz görünüyor. Bu durum ısrarla arkadaşının elindeki oyuncakla oynamak isteyen çocuklarda da aynı, sürekli başkasının işini veya ilişkisini kendisininkiyle karşılaştırıp mutsuz olan yetişkinlerde de. Ne durumda olursanız olun siz başkasının yerinde olmak istiyorsunuz, başka biri de sizi kendiyle kıyaslayıp “siz” olmak istiyor. Çoğumuz fark etmekte zorlanıyoruz aslında ama mükemmel hayat diye bir şey yok; her insanın kendi sorunları var ve herkes hayatının küçük bir parçasından da olsa memnun değil. Trendeki kızımız Rachel’a geri dönelim. Sonradan ortaya çıkıyor ki Rachel’ın çok özendiği, mükemmel bir yaşantısı olan Megan ​aslında travmalarla dolu bir geçmişe sahip, Rachel’ın harika bir çift olduklarını düşündüğü eşiyle araları hiç de iyi değil ve Rachel’ın kendi problemlerinden çok daha ciddi sorunları var. Rachel trenden gördüğü bu kadının hayatıyla kendisininkini kıyaslayıp kendine acırken gerçeği bilseydi sanırım kendi hayatı da çok kötü olmasına rağmen Megan’ın yerine geçmeyi asla kabul etmezdi. Buradan anlıyoruz ki dışarıdan bakıp özendiğiniz insanlar belki gerçekten çok mutlular belki de sizin asla altından kalkamayacağınız problemlerle boğuşuyorlar. Asıl önemli nokta dışarıdan gözlemleyerek hangi durumun doğru olduğunu asla bilemeyeceğimiz. Sanıyorum yapılabilecek en mantıklı şey doğru düzgün tanımadığımız insanlara özenmeyi bırakıp kendi hayatımızdaki güzel taraflara odaklanmak veya memnun olmadığımız şeyleri değiştirmeye çalışmak. Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş aşklar… Gülçin Aydıngün Birbirinden farklı, geçtiğimiz yüzyıl yaşanan ve hepsi de yüreklerde derin izler bırakan 10 aşk öyküsü. Can Dündar’ın kaleme aldığı Yüzyılın Aşkları, Mustafa Kemal Atatürk - Latife Hanım aşkından, Ayhan Aydan - Adnan Menderes aşkına, Yıldız Kenter - Şükran Güngör aşkından, Fatoş Güney – Yılmaz Güney aşkına doludizgin yaşanmış 10 Aşk öyküsünü konu alıyor. Okurken, Aşk’ın ne kadar farklı olabileceğini bize yaşanan hikâyeler ile kanıtlayan Can Dündar, Aşk’ın bazen heyecan verirken bazen de sadece ömür boyu sürecek bir acı olarak kaldığını okuyucuya aktarmıştır. Kitapta, her ne kadar mutsuz sonla biten aşklara da yer verilmiş olsa da, çoğu bir zamanlar doludizgin aşkla sevdiklerine bağlandılar. Kimi zaman aşklarını şarkı sözleri yazarak kimi zaman mektup yazarak kimi zamanda âşık oldukları kadınların portrelerini yaparak aşklarını ölümsüzleştirip yaşadıkları sevdaları günümüze kadar taşıdılar. Kitapta yer alan aşkların birbirinden farklı hikâyeleri, okuyucuyu sanki o dönemde yaşanan aşklara tanık olmuş bir kişiymiş gibi hissettirip, okuyucuyu yeri geldiğinde duygulandırıp yeri geldiğinde de mutlu edip güldürüyor. Özellikle kitapta aşklarıyla yeralan kişilerin bir zamanların ünlü oyuncusu, bestecisi ya da politikacısı olması kitabın ilgi çekici olmasını sağlamıştır. Kitapta, bu kitaba konu olmuş kişilerin sevgililerine yazdığı mektuplar, ayrı iken gönderdikleri fotoğraflar daha önce sadece adlarını duyduğumuz aşkların bütün sürecini gözler önüne seren belgeleri kullanılmış ve okuyucu bilgilendirilmiştir. Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk – Latife Hanım aşkının sona ermesine az bir süre kala Mustafa Kemal Atatürk üzüntüsünü ve aşkın farklılığını “Ordular idare ettim. Bir kadını idare edemiyorum ( 54 ).” diyerek belirtmiş, bizim daha önce duymadığımız bilgiler ve sözler paylaşılmıştır. Fakat kitapta yer alan sevdaların neredeyse hepsinin sonunun hüsranla sonuçlanması, kitabın içeriğinden dolayı ilgi çekici olmasına karşın, okuyucuyu hayal kırıklığına uğraşmıştır, çünkü kitapta yer alan 10 Aşk öyküsünün de kötü sonla sonuçlanmasından dolayı okuyucuda zaman zaman negatif sonuçlar doğurmuştur. Neden 10 sevda öyküsünün de kötü sonla sonuçlanan hikâyelerden seçilmiş olması merak konusu olmuştur. Kitabın ilgi çekici olmasını sağlayan geçmişteki belgeler, şarkı sözleri, fotoğraflar ve şiirler, okuyucunun ilgisini görsel öğelere çektiğinden, eleştiriler hafifliyor ve sayfalara serpiştirilen şiirler, fotoğraflar ve şarkı sözleri, okuyucunun kitaba verdiği dikkati etkilememeye çalışmıştır. Bütün sevda öykülerinin hüsranla bitmesine rağmen, yazar görsel öğelerle dikkati çekerek, kitabı kasvetli havasından az da olsa uzaklaştırmış, bu yüzden normal kitaplarda ve denemelerde alışık olmadığımız görsel öğeler kullanarak, kitabın ilgi çekici olmasını sağlamıştır. Bunlardan farklı olarak, ben kitabı bitirdiğim zaman şu soru aklıma geldi: Acaba, bu kitapta hikâyeleri yer alan fakat hayatları sona ermiş olan insanlar, bir zamanlar yaşadıkları aşklarının kitaba konu olmasını isterler miydi? Can Dündar, kitaptaki sevda öykülerini yazarken hayatta olmayan insanların geçmişteki aşklarının bilgilerini almak için hayata gözlerini yuman insanların akrabalarından ya da arkadaşları gibi yakın çevresinden olan insanlardan bilgi almışlardır. Örneğin; Mustafa Kemal Atatürk – Latife Hanım aşkının geçmişini öğrenmek için Latife Hanım’ın akrabasından yardım istemişlerdir. Bence bu durum çok da doğru değildir, çünkü bir kitapta yaşanılan aşkların kitaba konu edinilmesi, herkesin kabul edeceği bir durum değildir o yüzden özellikle konu aşk gibi özel bir durum olunca buna daha da özen gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Son olarak, özen gösterilmesi gereken birkaç durumu bir kenara bırakacak olursak, tabi ki bu kitabın kötü yanlarından çok, güzel yanları daha fazladır. Kitabı yukarıda bahsettiğim kötü özelliklerini düşünmeden, kitabın güzel yönleri hakkında görüş belirtecek olursak, kitapta yer alan aşk öyküleri okuyucu da derin izler bırakmış, görsel öğelerle kitabın ilgi çekiciliği artmış, akıllarda unutulmaz olmayı sağlamıştır ve okuyucuyu kalpleri ısıtan sevda öyküleriyle geçmişte yolculuğa çıkarmıştır. Kaynakça Dündar, Can. Yüzyılın Aşkları. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2012. Annus Mirabilis* Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır. / Ege Tunç Albert Einstein’ı hepimiz tanırız; fizik veya bilim denince akla gelen ilklerden. Tüm dünyada simgeleşmiş; o meşhur “E=mc2” formülünü bulan, izafiyet teorisini geliştiren kişi. Ama çoğu tanınmış kişi gibi sadece yaptığı en önemli işle tanınıyor, hatta öyle ki çoğu kişi Einstein’ın aldığı Nobel ödülünün fotoelektrik etki üzerine olan çalışmaları sayesinde aldığından bihaberdir. Ancak bu adamı çoğu kişi son haliyle bilir; saçları ağarmış, dil çıkarırken. Oysa nasıl bildiğimiz Albert Einstein olduğu, gençliği, neler yaşadığı pek bilinmez. Bir insanı bir şeyler bulmaya iten, araştırma güdüsü doğuran şey nedir? Niçin merak ederiz? Sanırım bu, herkeste olan ancak dünya üzerinde büyük bir iz, bir eser bırakmaya gelince çok nadir olan merak etme içgüdüsünü takip etmekle; bir şeyden sebepsiz ve tarifi olmayan bir şekilde zevk almakla alakalıdır. Zaten Einstein’ın de dediğin gibi “Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.” İşte bu his eşsizdir, hele bir de bu hissi paylaşacak, ortak düşünceleri paylaşacak birini bulursanız tadından yenmez. İşte Einstein da ailesinin işi kötüye gittiği için mali sorunluluğu üstlenmek adına mühendis olmaya karar verir, Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü(ETH)’ne gider ve böyle birini bulur; Mileva. Einstein İzafiyet Teorisi’ni 1905 yılında yayınlamıştır, kitap ise Einstein ve Mileva’nın 1887- 1903 yılları arasında mektuplarından oluşuyor ve bizlere aslında ikonlaşmış olan Einstein’ın gelişimini anlatıyor. Mileva ile Einstein’ın ETH de tanışmalarından başlayarak 8 yıl boyunca yaşadıklarını mektuplar ile sunuyor bize. Bölümdeki tek kız olan Mileva’nın Einstein ile yakınlaşması ve 2,5-3 yıl “siz” şeklindeki hitaplardan sonra yakınlaşarak yerini samimiyete bırakması ve evlenmeleri bugün Einstein olarak bildiğimiz o kır saçlı, dil çıkaran fizikçiyi yaratmış. Henüz daha siz diye hitap ederken bile hissettiği yakınlık; onu özel biri olarak görmesi ve değer verip karşılıklı olarak hem zihnini ona açması hem de onun zihnindekilere değer vermesi mektuplardan da gayet net anlaşılıyor. “Sevgili Fraulein, Size yazma arzum, uzun zamandır mektubunuzu yanıtlamadığım için hissettiğim ve eleştiren bakışlarınızdan kaçınmama neden olan suçluluğu sonunda yendi. Fakat şimdi bana kızmakta haklı olsanız da çürük bahaneler arkasına sığınarak daha büyük suç işlemediğim ve dosdoğru bağışlanmak -ve en kısa zamanda bir cevap- istediğim için biraz olsun hakkımı vermelisiniz.” Öğrenime devam etmek için buraya dönmek istemeniz beni mutlu etti. Çabuk gelin, kararınızdan pişman olmayacağınızı biliyorum. En önemli çalışmalarımıza en kısa zamanda yetişebileceğinizden eminim. Yine de üzerinde durduğunuz konuları yeniden anlatmak beni çok huzursuz ediyor. Konuları sadece burada uygun bir şekilde düzenlenmiş ve açıklanmış olarak." Einstein 1903 yılında gayrimeşru çocuğu yüzünden evlenip, geçim için İsviçre Patent Ofisi’nde çalışmaya başlar, Mileva ise kariyerinden vazgeçer ve ne yazık ki pek çok fedakârlığa sebep olan bu evlilik ancak 10 yıl sürer. Ama yaşanan bütün bu olumsuzlukların büyük bir getirisi de olacaktır; Annus Mirabilis. 1905 yılı hem Einstein için hem de bilim çevreleri için çok parlak geçer, en azından ilerde böyle görülecektir. Annalen Der Physik dergisinde 4 önemli makale yayınlar ve bilinen fizik anlayışının tamamen değişmesine sebep olur, hem de kökten. Hevesli olmak çoğu zaman yetmez; emeğin karşılığını almak ve paylaşmak da gerekir. Mileva da Einstein’ın arkasındaki kadındır. Mileva Einstein’a bilinmezi çözmenin ötesinde, çağın zorluklarına, toplumsal değerlerin zıtlığına ve de yeni fikirlere kapalı insanlara karşı destek oluyor; hem bir dost hem de bir sevgili gibi… Einstein’ın bilinen fiziği kökten değiştiren fikirleri belki de hiç gelişmeyecekti, basit birer düşünce olarak kalacaktı. Bir dehadan çok bir mücadelenin izleridir mektuplar. Ailesi bile ona destek çıkmazken; Mileva yanında olmuş, fizik konusunda yardım etmiştir. Önemli olan, çıkarlar için veya kendini sevdirmek için zorda olan birine destek çıkmak, dostluk veya arkadaşlık etmek değildir, zaten böyle bir ilişki de kısa soluk olmaktan kaçamaz ve yalandan ibarettir. Önemli olan gerçekten bir şeyleri sadece içinden geldiği için paylaşabilmektir. Bu bağ dönüp geçmişe baktığımızda çoğu yenilikçi ama hor görülmüş fikrin yok olup gitmesini engellemiş, ilimin ve bilimin gelişmesini sağlamıştır. Bu bağın adı kimi zaman aşktır, kimi zaman dostluk, kimi zaman da kardeşlik… Ve aşk denilen şeyin geçen yüzyılın en büyük beyinlerinden birini nasıl etkilediğini, geliştirdiğini ve de mücadeleye devam etmesini sağladığını çok açık bir şekilde gördüm. Einstein’ın yaşadığı o basit mutluluk, bugün evrenin büküldüğünü bilmemizi sağladı. *Latince mucizevi yıl Çocuk, Toplum ve Eğitim Tanrı Kent, 2002 yılında Brezilya-Fransa ortaklığıyla yapılan dramatik bir suç filmidir. 1960’lı yıllarda “getto” olarak adlandırılan yoksul bir mahallede yaşanan olayları ele alan film, gerçekleri insanlara açıkça gösteren kült bir yapımdır. Filmde 10-15 yaş grubundaki çocukların yaşadıkları ortamdan dolayı nasıl birer suçluya dönüştükleri işlenmektedir. Filmin ana karakteri olan Küçük Ze erken yaşlardan beri her zaman suça eğilimi olan bir çocuktur. Bir genel ev baskınıyla tamamen suç dünyasına dahil olan Ze, orada işlediği cinayetlerle birlikte kendi yolunu çizmiş ve o kirli dünyadan çıkmama kararı almıştır. Aslında pek de fazla bir şansı yoktur bu konuda çünkü doğduğu mahallede yaşayan insanlar da kendinden farklı değildir. Film her kadar izleyenleri içine çeken heyecan dolu bir aksiyon filmi olarak gözükse de, derinlemesine düşünüldüğü zaman insanlara ders veren, onları eğiten ve izleyicilerin çıkarımlar yapmasına olanak sağlayan kaliteli bir yapım. Çünkü filmde sürekli suç işleyen çetenin yaş ortalaması yaklaşık on beş ve bu yaştaki bir çocuğun ne yaşayarak cinayet işleyip soygun yapacak azılı bir suçlu haline geldiği izleyenlerde büyük bir merak uyandırıyor. Okula gidip ders çalışması ya da dışarıda arkadaşlarıyla oynaması gerektiği yaşta gasp yapıp adam öldüren çocuklar insanı dehşete düşürüyor. Eğitim ve yaşınılan çevrenin çocuk gelişiminde ne denli önemli olduğu bir kez daha gözler önüne seriliyor. Onları bu suçları işlemeye iten güç ne ? Yoksa bu suç işleme isteği onların bedeninde mevcut mu ? Aslında o dünyanın içinden bir göz olarak bakmaya çalışıldığında onları anlamamak elde değil. Çünkü çocuğun kendini bildiği andan itibaren örnek olarak aldığı ağabeyi ya da babası da bu kirli dünyanın içinde ve çocuğa yol gösterecek, hayatında önemli kararlar almasında yardımcı olacak herhangi bir insan çevresinde mevcut değil. Zaten aklına yeteri kadar hakim olamayan çocuklar da, büyüklerini veya çevresindeki insanları örnek olarak doğru olanı büyüklerinin işlediği suçlar olarak görüyor ve kendi de o yoldan gidiyor. İşte burada küçük yaşta eğitimin önemi devreye giriyor. Eğer o çocukların çevresinde onları o dünyadan kurtarıp eğitecek bir insan olsaydı belki de her birinin bambaşka yaşantıları olacaktı. Fakat ne yazık ki onlar da bu rezil düzene ayak uydurup kendi hayatlarını yavaş yavaş yok ediyorlar. Küçük yaşta verilen yetersiz eğitim yüzünden uzun vadede toplum yapısı da bozuluyor. Çünkü iyi eğitilmemiş çocuklar büyüdüklerinde sağlam karaktere sahip bireyler de olamıyorlar, bu da toplumda çatlaklara neden oluyor ve düzeltilemez büyük bir sorun baş gösteriyor. “Toplumun gücü, bireylerinden kaynaklanır.” demiş Thomas Jefferson. Aslında tam olarak da durum böyledir. Toplumun gücü ve yapısı onu oluşturan bireyler tarafından şekillendirilir ve bireyin eğitimi de ne kadar küçük yaşta başlarsa gelecek için o kadar verimli sonuçlar alınır. Bu eğitim sürecinde de okulların çok büyük önemi vardır. Eğer çocuklara verilen eğitim onların hayatı boyunca onları destekleyecek ve yol gösterecek türden olursa insanların yaşamları daha da kolaylaşacaktır. Çocuk eğitiminde en az okul kadar önemli olan bir başka unsur da aile eğitimidir. Aynı okullarda aynı eğitimi almış iki farklı aileden gelen çocuklar arasında son derece büyük bir farklılık görülür. Ailesinden iyi eğitim alan çocuğun oturup kalkması bile diğer çocuktan onu ayırmaya yetecek önemli bir farktır. Eğer çocuğa aile tarafından verilen eğitim yeterli olursa, çocuk okuldaki eğitime hazır bir şekilde gelecek ve aile eğitiminin üstüne okulda aldığı eğitimi de koyarak son derece düzgün bir birey olarak toplum yaşantısına dahil olacaktır ve bu durum da uzun vadede toplumdaki bozukları giderecek ve ülke çok daha yaşanılası bir yer haline gelecektir. DİKTATÖRÜN TURTAYA AŞKI Küçüklükteki bir meydan okumanın çimento altında el ele biten öyküsü...Aşkın aslında en büyük meydan okuma olduğunu gözler önüne seren Fransız başyapıt...LOVE ME IF YOU DARE?Kelimelerin Türkçesi makbuldür diyenler için ise CESARETİN VAR MI AŞKA?Hani bazı filmler vardır ya bir konuya bakış açınızı tamamen değiştirir;hatta sadece bakış açınızı değiştirmekle kalmaz tüm yaşamınızı değiştirir.İşte CESARETİN VAR MI AŞKA? Benim için tam da o filmlerden.Biri annesinin hastalığından ,diğeri yaşadığı ötekileştirilmeden ötürü ve aslında temelde ikisi de ilgisizlikten ve yanlızlıktan ötürü birleşen bu iki ruhun bende yarattığı etkinin büyüklüğü belki de gülünç.Bugün hala bütün o pek ödüllü, sosyal mesaj veren,sanatı damarlarınızda hissettiren filmlerin yanında en sevdiğim filmdir CESARETİN VAR MI AŞKA?Kavuşamazsan aşk olur klişesinden öte,seven adam kıskanır kabadayılığından uzak;aşkın her türlü rengini yansıtan film:CESARETİN VAR MI AŞKA? Bu filmi ilki on iki yaşımda ve sonu bilinmemek üzere milyonlarca kere izledim.Her izleyişimde dikkatimi çeken nokta bir başka oldu.Elbette ilerleyen yaşım,gelişen vizyonum bir filmi sadece 'güzel bir filmdi' olarak betimlemek yerine(belki biraz fazla iddialı ama)bu sahnenin ışıklandırılması yanlış yapılmış diyecek bir özgüvene itti.Bu sinema seyircisinin gelişimi diyebileceğim süreç boyunca filmi hep farklı bir bakış açısından izledim ve sevdim.İlkin ilk ergenlik çağlarımda izlediğim bu film dünyanın en romantik filmiydi benim için.Çocukluktan başlayarak birbirini seven;ancak ilişkileri (sözde) her zaman arkadaşlık düzeyinde ilerleyen iki gencin belki egoları,belki çok sevmeleri yüzünden kavuşamama hikayesi...Şayet bana göre el ele ölümleri bir daha asla ayrılmamak için yaptıkları bir ritüeldi.Yani bence öldüklerinde kavuşmuşlardı;ancak elbette bu düşüncem bir kesime göre çok klişe hatta arabesk olabilir.Daha sonra on beş yaşında izledim bu filmi.Bu sefer çocuğun yakışıklılığı o kadar dikkatimi dağıtmamış,kızın güzelliğini o kadar da kıskanmamıştım.İlk kıskançlıkları,ilk öpüşmeleri,birbirlerine ilk sırt çevirişleri...Aşkın belki de her safhasınını ilk defa bu kadar ayrıntılı görme şansı elde etmiştim.İçimden ben de böyle bir aşk istiyorum demiştim.Onlara çok özenmiştim.On yedi yaşında izlerken sinirlenmiştim baş karakterlere.Kızın çocuğun düğününü sabote etmek için oyunlarını kullanması,birbirleriyle uzun süre görüşmemeleri ve her bir diğer görüşmelerinde birinin evli olması sinir etmişti beni.Nerdeydi oyunun masumiyeti,yetişkin dünyasına giren her oyunun sonu gibi onların oyunu da mı bitecekti.Ancak biliyordum filmin sonunu. Onlar bunca ayrılığa,hayal kırıklığına,mutsuzluğa sahip çıkacak kadar sevmişlerdi birbirlerini.Saçma olduğunu düşündüm o zaman, bi insanı bu kadar sevmenin.Aşk aptalca diye düşünürken buldum kendimi.On yedi yaşım,asiliğimdi.On sekiz yaşım,ilk aşkım...Hikaye birbirlerine çocukluktan beri aşık iki kalbin hikayesini anlatıyordu.Kızın meydan okumaları hep çocuğu kışkırtmaya yönelikti,intikam almaya.Çocuk ise hep kaçak oynuyordu,hemen yoruluyordu.Ondandı evlenmesi,düzenli bir aile kurma çabası.Ondandı en başta "sınava hazırlanıyorum sana ve çocukluklarına zamanım yok" demesi.Sophie'yi çocuklukla suçlaması.Çocuk aşkın getirdiği sorumluluğu almaktan korkuyordu ve bu durum kızı deli ediyordu.Çocukluktan beri gözü kara kızımız çocuğu düğünden kaçıracak kadar cesurdu,çocuğun ona gelmeyişi Sophie'yi bitiriyordu.On sekiz yaşında ilk aşkın pençesindeyken film tam olarak beni anlatıyordu.On dokuz yaşındaki izleyişim tam bir felaketti.Aşkzede ve sözde tecrübeli biri olarak izliyordum filmi.Annesinin hastalığı yüzünden tek başına evi idare etmeye çalışan baskıcı babasının kurmaya çalıştığı düzenden bıkan çocuk ve hem ırkları hem maddi durumları yüzünden 3.sınıf sayılan bir ailenin en küçük kızları olan Sophie.Kendilerini en dışlanmış hissettikleri anda birbirilerini bulan çocuklar ve o meşhur oyunları...Yaptıkları şeyler filmdeki yetişkinlerin de dediği gibi dikkat çekmek içindi.Onlar evdeki sorunlardan yarattıkları oyunla kaçarken birbirlerine bağlananan iki kader ortağıydı.Çocuğun kızı asla sahiplenememesi özgüven eksikliğindendi,babasının otorisine de aynı sebepten hep boyun eğdi.Kızın her yerde olay çıkarması ilgi bağımlılığındandı.Ailesinin dışarda olması,ablasının onla ilgilenmesi ruhunda derin boşluklar açıyordu..Ailesi evde olduğu zamanlarda ise sadece kavga ediyordu.Bu durum kızımızda her an ilgi ve sevgi görme açlığı yaratıyordu.Bu iki yaralı ruh kimle olurlarsa olsunlar sadece birbirlerinde yaralarını sarabiliyorlardı.Belki bir alışkanlık,belki hastalıklı bir bağımlılıkla hayatlarını birbirlerinde sonlandırmaları bence bu yüzdendi. Ne olursa olsun,kaç yaşıma gelirsem geliyim benim için bu filmle ilgili değişmeyecek tek bir yorum var.Filmde çalan La Vien Rose dünyanın gelmiş geçmiş en romantik şarkısı.Belki birlikte çimentonun altında ölmeleri romantikti,delilikti,bağımlılıktı falan ama La Vien Rose eşliğinde izlediğim o iki saat her yaşımın en duygusal iki saatiydi. İdil Zeynep Yıldız 21602714 Herşeyin Orta Noktası Stefan Zweig okumayı her daim sevmişimdir. Bunun başlıca sebeplerinden bir tanesi insanlara ilişkin olağanüstü gözlemleri. Bu gözlemlerini eserlerinde alışılmışın dışında, aynı zamanda da oldukça yaratıcı olan olay örgüleri ile birleştirmesi onu diğer yazarlardan farklı kılan özelliklerinden sadece bir tanesi. Bu başarılı gözlemlerinin her bir hikayesinde yer bulmasından dolayı; yazarın hangi kitabını okursam okuyayım kendi yaptıklarım ile yaşadıklarım arasında kolayca bağ kurabiliyorum ve bu durum bende yazarın daha fazla kitabını okuma isteği uyandırıyor. Bu kitabında da kendi yazı tarzından sapmamayı seçmişti. Kitapta bir kadının onu adım adım psikolojik çöküşe sürükleyen hikayesini okuduğumda pek de şaşırmadım. Hepimiz insanız ve karmaşık bir biyolojik yapıya sahibiz. Her ne kadar bazen diğer insanlara açıkça belli edip göstermek istemesek de, var olmasına engel olamayacağımız duygularımız var. Bu kitapta da bu duygularımızı rahatlıkla yaşamamız gerektiğini bir kez daha anlamış oldum. Ama tabi ki bu da abartıya kaçmadan olmalı. Abartıya kaçmanın en iyi örneklerinden birini bu eserde rahatlıkla görme şansını elde etmişken şunu farkettim ki; her şeyin fazlası gerçekten de zararmış. Hiç birşey olması gerektiğinden daha az ya da fazla olmamalıymış. Zaman zaman üzülür, kimi zaman da sevinçten havalara uçarız. Her ne yaşarsak yaşayalım, o olayın bize hissettirdiği birbirinden farklı duygular vardır. Şunu daha iyi anladım ki bizi biz yapan da bu duygularımızı yaşayış şeklimiz aslında. Etrafımda çeşit çeşit insan var ve kimi duygularını yaşarken abartıya kaçmayı seçerken kimi de duygularını kendi yarattıkları bir maskenin altında saklayıp kendilerini etrafındakilere güçlü bir bireymiş gibi göstermeyi seçiyor. Bu maskenin altında saklanmakla kendilerini her türlü duygusal incinmeye karşı koruma altına aldıklarına inanıyorlar. Fakat bu saklanışları, onları benim gözümde duygusuz bir robottan farksız bir konuma getirmiyor. Dahası bu tarz kişilerle bir aradayken kendimi her daim kısıtlanmış gibi hissetmekten kaçınamıyorum. O kişiler duygularını belli etmek istemedikleri için ben de aynısını yapmalıymışım gibi hissediyorum. Ve genellikle, kendi gözlemlerime göre, bu kişiler aslında içten içe daha fazla şey hissedenler oluyorlar. Bu da onların uzun vadede psikolojik sorunlar yaşamasına sebep oluyor. Kitapta olan da tam olarak bu duruma örnekti. Kadın üst sınıftan bir aileye mensuptu ve duygularını yaşamanın onu utanç verici bir pozisyona sokabileceğini zannediyordu. Ama aslında duygularını dolu dolu yaşamayı isteyen de biriydi. Ve sonuç hiç de iyi olmadı ve nihayetinde duygusal bir çöküş kaçınılmaz ve mutsuz son haline geldi. Kitabı okuduktan sonra kendi gözlemlediklerimin doğruluğu onaylanmış gibi hissettim ve bu onaylanma beni içten içe mutlu etti. Bir de duygularını göstermemeyi seçen insanların yanında, bu insanların tam tersi olanlar var ki onlar aslında ayrı bir araştırma konusu olabilirler benim gözümde. Pireyi deve yapanlardan bahsediyorum. Başlarına gelebilecek en ufak bir aksiliği dünyanın en acı verici tecrübesi olarak kabul ederler ve ona göre tepki verirler. Ya da en ufak bir başarılarında dünya onların etrafında dönüyormuş gibi bir ilgi beklerler etrafındakilerden. Durum her ne olursa olsun iki insan çeşidi de gerçekten vakit İdil Zeynep Yıldız 21602714 geçirmesi çok yorucu insanlar olmaktan kurtulamıyor. Yani en başta da belirttiğim gibi duygularımızı her daim yaşamaktan çekinmemeliyiz ve her kiminle olursa olsun paylaşım içerisinde olmalıyız. Ama bir orta yol varken neden bu yolu seçmeyelim ki? Bir İtalya Gezisi Sanatın, kültürün, müziğin, modanın, tasarımın, resmin ve mimarinin merkezi olan bir Akdeniz ülkesidir İtalya. Eminim ki giden gitmeyen herkes duymuştur İtalya hakkında bir şeyler. Hele bir de mimarlık gibi bir bölümde okuyorsanız İtalya'dan kaçmak imkansızdır adeta. Tüm Avrupa'nın mimarisine öncü olan tarzının yanında, fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla herkesi kendine hayran bırakan bir ülke olmuştur bir yandan da. İşte bir yıl süren, içerik olarak İtalya'daki mimariyi de kapsayan mimarlık tarihini bitirmiş Bilkent Üniversitesi'nin ilk mimar adayları olarak bölümümüz geçtiğimiz dönemin şubat ayında İtalya'ya bir gezi planladıklarını belirtti ve haziran ayında gerçekleşecek olacak iki haftalık İtalya gezisi programı kapsamında gidilecek olan yerlerin şehir planlaması ve mimari açıdan inceleneceğini belirtti. Pasaport, vize işlemleri derken sabırsızlıkla beklediğimiz gezi tarihi gelmişti sonunda. Ankara'dan İstanbul'a, İstanbul'dan da gezimizin ilk durağı başkent Roma'ya doğru 3 Haziran 2014 salı günü yollara koyulduk. Henüz İtalya'ya varmadan da uçakta başlayan İtalyanca anonslar ve menüde sunulan İtalyan lezzetleri bana orada olduğumu hissettirmeye yetmişti. Yaklaşık olarak iki saat süren eğlenceli yolcuğun ardından Roma'ya vardık. Roma'nın kuruluşu milattan öncelere dayandığından şehir hakkındaki ilk izlenimlerim buraya tarihi doku ve yaşanmışlığın çok hakim olduğu. Tarihi eserler aynı zamanda şehir planının oluşturulmasında da dikkate alınmış. Roma'nın simgesi olan Kolezyum'un, ana yolları bağlayan bir kavşak noktası görevi görmesi bu duruma örnek olarak verilebiliriz. Meydan kültürüne sahip olması Roma'nın bir başka güzel özelliği oldu benim için. Sokakta yürürken her an her yerde bir meydanla karşılaşma ihtimalinin çok yüksek olduğu bu şehirde, meydanların insanların birlikte vakit geçirmeleri için birebir mekanların olduklarını söyleyebilirim. Piazza Novana, kalabalık ve her vakit hareketli bir atmosfere sahip olması yönünden Roma'da görülmesi gereken ünlü meydanlardan sadece biri. Tarihi yönden zengin bir şehre modern bir yapı nasıl tasarlanır sorusunun cevabı da Roma'da. Barok tarzı bir kilisenin tam karşında bulanan Ara Pacis Auguste müzesinin kiliseye bakan cephesi için daha sade bir tarz benimsenerek kilise ön plana çıkarılmaya çalışılmış olması, bir mimar adayı için böyle bir soruya cevap oldu. Roma'dan sonraki durağımız Rönesans'ın doğduğu şehir Floransa oldu. Fiume Arno nehrinin bir yanında eski şehir, karşına da yeni şehir konumlandırılmış. İki şehir arasındaki geçiş ise köprülerle sağlanmış. Sanatın ön planda olduğu Floransa'da, meydanlarda sokaklarda her yerde bir ressama da ya da bir müzisyene rastlamak mümkün. Burada vakit geçirmek için tercih ettiğimiz meydanlar eski şehirdeki David heykeli ile meşhur Piazza della Signoria ve yeni şehir taraflarındaki Piazza Santo Spirito oldu. Floransa'nın simgesi haline gelmiş olan Floransa Katedrali ile, sıcak havaya aldırış etmeden katedralin en tepesine çıkıp tüm Floransa'yı panoramik olarak inceleme fırsatını elde etmiş olduk. Roma ve Floransa ardından Venedik, İtalya'da ziyaret ettiğimiz üçüncü şehirdi. Kanallar şehri olmasının yanında, binalar arasındaki dar sokaklarıyla harita olmadan yol bulmak imkansıza yakın olduğundan labirent gibi bir şehir geldi Venedik bana. İtalya'nın olmazsa olmaz meydanlarından bir tanesi de Venedik'te olan Piazza San Marco. Sıralı kolonlar ile sınırlandırılarak oluşturulan meydanda, San Marco Bazilikası ve yüksekliği ile tüm ilgiyi üzerine çeken St. Mark'ın Çan Kulesi dikkatimi çeken diğer mimari öğeler oldu. Yarısından çoğunun bittiği gezimizde, gittiğimiz sondan bir önceki şehir Verona'ydı. Şehre daha çok orta çağ mimarisinin hakim olduğunu söylemek mümkün. Bir orta çağ eseri olan Castelvecchio Kalesi'nin içine tasarlanan modern bir müze, Verona'da incelediğimiz ilk yapı oldu. Bunun yanında, Verona'nın ünlü meydanlarından Piazza Bra ile hemen yakınında kültürel etkiniklerin gerçekleştiridiği Arena di Verona ziyareti, Verona'nın günlük hareketini incelemek açısından benim için önemli bir bölge oldu. Güneyden kuzeye doğru olan İtalya rotamızdaki son şehrimiz Milano oldu. Şehirde bisiklet yollarından drenaj kanallarına alt yapının çok iyi tasarlanmış olması dikkatimi çeken ilk nokta oldu. Hem modern hem tarihi yapıların yer aldığı Milano'da, şehir gotik tarzı bir kilise olan Duomo di Milano ve en eski alışveriş merkezlerinden biri olan Galleria Vittorio Emanuel II çevresine kurulmuş. Milano ile birlikte iki haftalık bir İtalya gezimizi tamamlamış olup, 15 Haziran 2014 Pazar günü Türkiye'ye dönüş için Milano havaalanında yerlerimizi aldık. Her bir gününün nasıl geçtiğini anlayamadığım bu gezi ile, bir yandan farklı bir kültürü daha yakından görme imkanını bulmuş, aynı zamanda da tüm meslek hayatım boyunca kullanabileceğim birçok yararlı bilgi edinmiş olduğumu söyleyebilirim. Cansu COŞKUN Trenle Avrupa Günlükleri 1 Annem bana hamileyken yaşadığımız şehirden başka bir yerde çalışıyormuş. Bu nedenle bütün hamileliği yollarda geçmiş. Bundan mıdır bilmem çocukluğumdan bu yana her zaman gezi tutkunu biri oldum. İster evimden birkaç 100 metre uzaklıkta bir yere gideyim ister dünyanın öbür ucu olsun fark etmez benim için, yeter ki yeni yerler göreyim yeni insanlar tanıyayım. Bu yaz, bu gezi tutkumu Avrupa ile taçlandırdım. Benimle birlikte iki gezi tutkunu arkadaşım çocukluk hayallerimizi gerçekleştirmek üzere yola çıktık. Sırtımızda sırt çantası yemediğimiz bir yöresel yemek, gezmediğimiz ilginç bir yer ve hatta okumadığımız bir küçük duvar yazısı bile kalmadı. İstanbul’dan başlayan üç saatlik uçak yolculuğunun ardından ineceğimiz yer geçmişte onlarca filmde izlediğimiz, herkesin kendi içerisinde ufak da olsa bir parçasının görmek istediği, hayalleri süsleyen Venedik’ti. Heyecanla sonunu beklediğimiz bu uçak yolculuğunun son 10 dakikası, güneşin altında parıldayan Adriyatik’le buluştuğu yerlerde renk değiştiren kanallar ve eski ihtişamını hala kaybetmemiş renkli evleri görmemizin etkisiyle yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle indirdi bizi uçaktan. Eski şehre vardığımızda (içinde kanalların olduğu bu bölüme eski şehir deniyormuş) güneş iyice kendini göstermeye başlamıştı. Sanki tüm İtalya bize hoş geldin diyor ve sokakları, kanalları ışığa boğuyordu. İlk günümüzü Venedik’in küçük adalarında geçirdik. Vaporettolarla ulaşımı sağladığımız bu adalar şirin mi şirin turistik birer cennet olmuş. İkinci gün gök delinmiş gibi yağmur yağsa ve biz çok fazla gezememiş olsak da her köşe başında gördüğümüz İtalyan trattoriaları (bizim sokak lokantalarının İtalyan hali) ve diğer bir yanda içlerinde yakışıklı İtalyan erkekleri ile ünlü gondolları görünce Venedik unutulmaz bir yer olarak hatıralarımızda kaldı. Venedik’te ikinci günümüzde, yağmurun ardından gondolları izlerken ve dantel müzesi girişinde (sarı poşet giymiş olan) ben ve Melis. İle kez trene binerken… (solda) Mert, (ortada)İpek-ben, (sağda)Melis. Yeni durağımızı gördüğümüzde Venedik aklımızdan uçup gitmişti bile. Çoğu kişinin ismini bile duymadığı bir yer olmasına karşın, bizim İtalya’daki açık ara favorimiz olan bu şirin küçük İtalyan köylerinden oluşan bir bölge: La Spezia! Yol üstünde karşılaştığımız bu yer, Interrail’ın bize en güzel sürprizi oldu. Tren yolu, La Spezia girişine kadar vadi içerisinden gidiyor, rayların denizle buluştuğu yerde de falezlerin üzerinde rengârenk evlerin uzandığı, lacivert deniz ile İtalya’nın gökkuşağı renklerinin buluştuğu köylerden ilkini görüyorsunuz; Monterosso. Önce şaşırıyor, nasıl böyle bir yer olabilir, ben o kartpostallarda gördüğüm yere mi geldim diyorsunuz ve hemen sonrasında trenin durduğu ilk durakta aşağı atlayıveriyorsunuz. Yani biz böyle yaptık en azından. Bütün günümüzü o mevkide bulunan beş ayrı köye giderek denize girerek ve bulduğumuz en güzel İtalyan yemeklerini yiyerek geçirdik. Akşam olduğunda yine gözümüz arkada kalarak başkente doğru yola çıktık… La Spezia’da mükemmel bir günün ardından... Roma… Aşıklar kenti. Sabaha Roma’da gözümüzü açtık. Herkesin görmek istediği farklı birçok yer vardı, Colloseum, Trevi Çeşmesi… Üzülerek söylüyorum ki bu yapıların çoğunu restorasyonlardan dolayı göremedik. Fakat şehir o kadar güzel ve etkileyiciydi ki orada bulunduğumuz süre boyunca buna üzülemedik bile. Etrafımızda devamlı gördüğümüz Vespa’lar, rahatlığından ödün vermeyen, şık giyimli ve inanılmaz güler yüzlü insanlarla dolu bu şehir, bir başkentten çok ufak bir kasabayı anımsattı bize hep. “İşte ben burada yaşayabilirim.” diyerek gezdik bütün şehri. Bütün yolları Arnavut kaldırımlı, tarihi yapısı hiç bozulmadan kalabilmiş, gündüzün ayrı gecenin ayrı güzel olduğu bir şehir olarak kaldı hafızamızda. Dolu dolu üç günümüzü Roma’da geçirip İtalya’nın şık ve biraz da züppe şehrine geçtik, Floransa. Roma’da Vespa aşkı başkadır. Veni, vidi, vici. (Gezdim, gördüm, yendim.) Roma’da son gün. Roma’nın yağmurlu geceleri. Büyük umutlarla gidip de hayal kırıklığına uğradığımız tek yer Floransa oldu. Neden beklentimizin yüksek olduğunu bilmiyorum fakat bizi hayal kırıklığına uğratan şeyin insanları olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Son model araçların bulunduğu, en ünlü markaların giyildiği bu şehirde yaşasaydım belki ben de öyle olabilirdim fakat bulunduğumuz koşullarda bize üstten bakan insanlarla dolu bu şehirde gezmek bizi mutlu etmedi. Fakat Floransa’yla bir güzel anım var ki paylaşmadan geçemeyeceğim. Bazı geceler tren saatlerindeki sıkıntılar nedeniyle tren garlarında uyumak zorunda kaldık. Bu gecelerden biri de Floransa’ya denk geldi. Çoğu yerin aksine burada üzeri çimlerle kaplı, etrafından yüksekte, rahatça uyayabileceğimiz bir yer bulduk. Matlarımızı serdik ve etrafımızdaki insanları seyrederken uyuyakaldık. Birkaç saat sonra yanımda yatan arkadaşım “İpek bir ses geliyor duyuyor musun?” diyemeden etrafımızdaki fıskiyeler çalışmaya başladı. Sırılsıklam eşyalarımızı toplamaya ve kahkahalar eşliğinde sırtımızda çantalarımız etrafta koşuşturmaya başladık. Tren geldiğinde hala kurumaya çalışıyor bir yandan da bize bakanlara aldırmadan hala gülüyorduk. Floransa’nın ünlü köprüsü Ponte Vecchio. Uyku tutmadı bir Pisa Kulesi’ne bakalım dedik. Floransa, İtalya’daki son durağımızdı, oradan Güney Fransa’da birkaç küçük şehir gezdik. Güney Fransa yani Fransız Rivierası insanı huzurla dolduran, kendinizi romantik bir filmde başrol oyuncusuymuş gibi hissetmenize yol açan bir bölge. Dünya çapında ünlü birçok insanın yazlık konutlarının bulunduğu masmavi deniziyle bize La Spezia’yı anımsatan Riviera gezi boyunca belki de en sevdiğim bölge oldu. Nice üniversite öğrencileriyle, Monaco-Monte Carlo kumarhaneleriyle, Marsilya da rehavetiyle ünlüymüş. Nice, Riviera’daki ilk durağımızdı. Türkiye’de bulamayacağımız upuzun bir organik pazar karşıladı bizi. Pazardaki ürünler ülkemizi aratsa da hakkını vermek gerek çok güzeldi. Denizin namını duyduğumuz için birkaç saatimizi denize ayırdık ve geceyi Monaco’da geçirmek üzere trene atladık yine. Monaco gerçekten ufacık bir yer. Bir de bir şenliğe denk gelince Monaco, ışıltılı rengârenk bir hayal gibi geçti önümüzden. Böyle olunca bütün geceyi lunapark gibi bir yerde oyunlar oynayan büyüklü küçüklü insanların arasında geçirdik. Marsilya’ya gittiğimiz gün pazardı ve her yer kapalıydı. Deniz kenarında yürüyüş ve yöresel yemeklere ayırdığımız güzel bir günün ardından gezimizin ilk kısmını bitirmiş olduk. Bunun verdiği heyecanla ve aynı zamanda bizim şehrimiz İzmir’e benzeyen güzel ve sıcak Güney Avrupa ülkelerini bir kalp burukluğuyla bırakıp görülmeyi ve gezilmeyi bekleyen bizim için çok farklı, yemekleri ve kültürüyle ayrıca etkileyici olan Kuzey Avrupa ülkelerine doğru yelken açtık. Fazla söze gerek yok; Nice... Garda uyuduğumuz bir başka gece… Nur İpek Gülseren Ekim 2014 BİR TÜRLÜ ESKİMİYOR PRANGALAR Evimize alacağımız tabloyu seçerken, birine bakıp ne kadar güzel olduğunu düşündüğümüzde bu değerlendirmeleri bize yaptıran beğenilerimizdir. Peki, beğenilerimizi neler belirler? Haftanın en az beş gününü kendimize seçtiğimiz işi yaparak, kalan iki gününü de sahip olduğumuz bu işle ilgili düşünüp kaygılanarak geçirmemizin temelinde ne vardır? Bazı uğraşlara sahip olmak elbette güzel ve gereklidir. Ancak kendimize çizdiğimiz çizgiler keskin sınırlara dönüşürse ve dışına çıkamamaya başlarsak, aslında sahip olmamız gereken, özgün zevklerimiz ve günlük hayatımızı oluşturan daha birçok unsur, bizi kısıtlayan gerçekler olmaya başlar. Öyle ki, bazen en ideal bakış açısını yakalayabilmemiz, bizi kısıtlayan gerçekleri aşabilmiş olmamızla alakalıdır. İranlı filozof ve sosyolog Ali Şeriati’ye göre insanı kısıtlayan dört unsur vardır. Bunlar kısaca doğa, tarih, toplum ve insanın kendisi. Bana kalırsa yararlanma yönünden yani bizi, hayata belli bir noktadan başlatması ve geliştirilebilecek bir temel vermesi açısından bu unsurlar gereklidir. Her insanın “ilk insan” olmamasının nedeni bu unsurlarla taşınan öğrenilmiş ve tecrübe edilmiş değerler. Diğer yandan algımızı, seçeneklerimizi ve cesaret edebilme kapasitemizi kısıtlayan da bu sayılı dört baz olabilir. Bir konu veya kavramı bir ya da birkaç kademe ilerletebilen insanlar, bu konu veya kavramlara tarih boyunca bakılmış olan çizgiden biraz olsun kayabilmiş ve birikmişin üstüne bir şeyler ekleyebilen insanlar. Çünkü gelişme, birikim dışında özgünlük de gerektirir. Toplumun etkisine gelince, belki de en tehlikeli düğüm haline gelebilecek olan etken toplumdur. Belli bir düzenin sürmesi için kaçınılmaz olan toplumsal öğretiler bazen çok acımasız şekillere bürünebilir. İlk anda duyup kabul edilemez olduğunu düşündüğümüz bir davranışın kaynağı üzerinde düşünmemizi engeller. Davranışı sergileyen insana sağlanabilecek potansiyel yardımı baştan engeller. Geri dönülemez sonuçlara sebep olan toplumsal dışlamalar, ötekileştirmeler ortaya çıkar. Görünürde toplumda ortaya çıkan pürüzler, sert tepkilerle ve yok saymalarla göz önünden çekilmiş olur ama aslında olan çoğunlukla çözüm bulma durumu değil, toplumun pürüzlü görülen ögelerinden tamamen ve kalıcı olarak vazgeçilmesi. Çok uzun süreler sonunda üzerinde çok durulmuş ve dikkat çekilebilmiş bazı durumlar değiştirilebiliyor ya da daha geniş bir bakış açısıyla yaklaşılması yönünde farkındalık oluşturulabiliyor fakat bu zamana kadar da birçok kişi feda ediliyor. Bunların yanında, bence, doğanın kısıtlayıcı yönü aralarında en masumudur. Aslında bu açıkça insan olma halidir. Yapamadıklarımızla yüzleşme de sayılabilir. Yapabileceklerimizin sınırlarının en maddi belirleyicisi doğadır ama bence kısıtlama açısından da en soyutudur. Çünkü daraltabildiği alan doğrudan hayal gücümüzdür. Yine de en rahat aşılabilen engel sınırlı bir hayal gücüdür. Tarih boyunca hayal gücünün sınırlarını aşabilmiş, tanıdığımız ya da hiç haberimiz olmamış birçok örnek figür vardır. Geri kalanlarımızı tetiklemesi açısından bu figürlerin tanınması önemlidir. Diğer yandan doğanın kısıtlayıcı etkisi dendiğinde akla coğrafyanın bizi nasıl şekillendirdiği, alışkanlıklarımız ve ihtiyaçlarımızı nasıl belirlediği de gelebilir. Ancak yazının başında da değindiğim gibi, kontrol edilip geliştirilebildiği sürece ben bunları kısıtlamadan çok bir sıçrama tahtası olarak görüyorum. En zorlu kısıtlayıcı unsurun insanın kendisi olduğu görüşüne katılıyorum. Ali Şeriati insanın kendi sınırlarından kurtulmasının yolunun inanç ve aşkla olduğunu belirtiyor. Çözümle ilgili çeşitli fikirler olabilir ama insanın kendi bileğinde bir prangaya dönüşme halinin belirtileri açıktır. İnsanların kapılabileceği ve hayatını istediği şekilde ilerletmelerine engel olabilecek seviyelere ulaşabilen duygu durumlarının, herkesin zaman zaman değişik şekillerde tarif etmeye çalıştığı “boşluğa düşme” hissinin çaresini bulmak belki de hayatın genel akışı içinde aranan en zor cevaplardan biridir. Fikirler, istekler ve en önemlisi eylemler önündeki en büyük engel insanın kendisidir. Bu dört unsuru ana başlıklar olarak alırsak, birçok alt başlıkla beraber bir insanı ve dolayısıyla insanlığı çerçeve içine alan kavramları açıklayabiliriz. Bunları aşmanın ya da esnetmenin sağlayabileceği gelişmeler heyecan verici. Tarihe kötü ün salmış acımasız bir diktatörün de, insanlık için çığır açmış bir bilim adamı ya da düşünürün de, milletini çukurdan çıkarmış yaptıklarına mucize gözüyle bakılan bir liderin de nasıl düşündüğünü, aklının çalışma şeklini anlamaya en yakın olacağımız zaman, keskin sınırlayıcılarımızdan sıyrılabildiğimiz zaman olacaktır. A. Dijan Özçatalbaş BEN TÜRKÜM, BENİ BIRAKIN Güney Fransa’da Marsilya yakınlarındaki şirin kasabalardan birinin daracık sokaklarında 40 derece sıcağın altında elimde buruş buruş haritam, sırtımda 3 ayımı sığdırdığım sırt çantamla dolanıyorum. Nereye gittiğimi bilmeden, sağa sola bakınarak, kimi zaman tedirgin, kimi zaman da özgürlüğün keyfini çıkararak… Her yalnız seyahatimde içimden aynı sözleri tekrarlıyorum ; “Mutluluk paylaşınca gerçekten mutluluk.” Benimse bu güzellikleri, yaşadığım anıları paylaşacak kimsem yok etrafımda. Belki de bu yüzden seviyorum yalnız seyahatleri. Ailemin, arkadaşlarımın, köpeğimin, eski sevgililerimin, gelecekte hayatıma girecek daha tanışmadığım o adamın değerini en çok yalnız çıktığım seyahatlerde anlıyorum. Susuzluğumun, açlığımın ve yorgunluğumun katlanılamaz bir hal aldığı dakika biraz soluklanmak ve mönüdeki en ucuz yemeği yemek için köşedeki küçük kafeden içeri giriyorum. Kafe de kimse yok, tam çıkmak üzereyken içeriden yaşlı bir kadın çıkıyor. Bozuk Fransızcam tarih kadar eski kadınla anlaşmaya yetmez ki diye düşünerek daha da tedirgin oluyorum. Oysa kadın tanıdığım diğer soğuk Fransızların aksine bana sevgiyle ve merakla bakıyor ve ne istediğimi soruyor. Bir kahve ve çörek ısmarlıyorum. Kahve ve çöreğimi yavaş adımlarla getirirken bana bakışlarından, sohbete hasret olduğunu ve bu sevimli yaşlıdan kolay kolay kurtulamayacağımı anlıyorum. Masanın üzerine kahvemi ve çöreğimi yerleştirirken, kadının gözü bir anda çantamın üzerinde duran pasaportuma takılıyor. “Eyvah yandık.” diye geçiriyorum içimden. Belli ki bu çok sevimli gözüken yaşlı da diğer Fransızlar gibi pek Türkleri sevmiyor. Kadın bir de yüzsüzce pasaportumu eline alıyor ve Türk’sün demek Türkiye’densin diyerek tekrarlıyor. Ne diyeceğimi bilemez halde bir kadına bir de o seyahatteki en değerli varlığım olan pasaportuma bakıyorum. O ise sanki bir şeyler hatırlamaya çalışıyormuş gibi mırıldanıyor. En sonunda dudaklarından, bozuk bir Türkçeyle “Ben Türküm. Beni bırakın.” sözleri dökülüyor. Yanlış mı duyuyorum diye yüzüne dikkatlice bakıyorum, dudaklarını okumaya çalışıyorum. O ise hala aynı sözleri tekrarlıyor, tekrarladıkça da gözleri yaşlarla doluyor. Pasaportumu masaya bırakıp aceleyle ayaklarını içeri sürüyor ve dükkânın içerisine “Sophie” diye sesleniyor. İçeriden bu sefer 20 li yaşlarda bir kız çıkıyor. Kıza telaşla bir şeyler anlatıyor, kızsa bir bana bir de yaşlı kadına bakıyor. Bense pasaportumu alıp bir an önce o kafeden çıkmak için çılgınca bir istek duyuyorum. Kimse bu küçük kasabadaki yerlilerle ters düşmek istemez ama bir şeyler tutuyor beni ve olduğum yerden kalkamıyorum. Biraz sonra genç kız bana yaklaşıp İngilizce konuşup konuşmadığımı soruyor. Evet diye cevap verdikten sonra hayatımda duyduğum en etkileyici hikâyeyi anlatmaya başlıyor. Genç kız susup da hikâye bittikten sonra yaşlı kadına tekrar bakıyorum. O artık benim için yaşlı bir kadından çok daha fazlası. Tarih kadar eski dediğim kadında gerçekten bir tarih yatıyor. Bana okulda hiç öğretilmemiş, kitaplarımda hiç okumadığım, televizyonlarda hiç izlemediğim bir tarih. Yaşlı kadının yanına gidiyorum ve elini tutuyorum. O’nun adı Doris. 85 yılına iki ülke, iki savaş ve onlarca kayıp sığdırmış bir kadın… Telefonumun ses kayıt etme özelliğini açıyorum ve hayatımın ilk röportajını bu eşsiz kadınla yapma fırsatına erişiyorum. B: Doris, sen nerelisin? D: Bilmem. Keşke tek bir ülke, ırk yetse nereli olduğumu anlatmaya. Annem babam dedelerim hepsi burada Fransa’da doğmuşlar. Ben de burada doğdum. Ana dilim Fransızca. Kendini nereli hissediyorsun diye sorarsan Ben Türküm. Türkçe konuşamasam da, Türk vatandaşı olmasam da ben Türk’üm. B: Doris bana Türkiye ile olan bağını daha açık bir şekilde anlatabilir misin? D: 1925 doğumluyum ben. Bu kafenin olduğu yerde eskiden kocaman bir evimiz vardı. Dedeler, anneanneler, kuzenler hep beraber yaşardık biz. İnandığımız din, ettiğimiz dualar, geleneklerimiz, bayramlarımız diğerlerinden farklıydı ama hiç sorun yaşamadık 1940’lı yıllara kadar. İşte Hitler’le birlikte bizim de kâbusumuz başladı. Almanya’daki Yahudilerin öldürüldüğünü, toplama kamplarına alındığını duymaya başladık önce. Annemle babamın fısıltıyla konuştuklarını ve babamın annemi “Bizim buralarda öyle şeyler olmaz.” diye teselli edişini hatırlıyorum. B: Sen de o zamanlar 18 yaşındaydın. Yani olan bitenin farkında olduğun bir yaş. Hiç korktuğunu, tedirgin olduğunu hissettin mi? D: Toplama kamplarının ne demek olduğunu elbette biliyordum ama şehir efsanesi gibi bir şeydi. Sadece duyuyorduk, gördüğümüz bir şey yoktu. B: Tedirginlik ne zaman başladı? D: Hitlerin Avrupa’daki ilerleyişini duyuyorduk. Sonra bizim de tepemizde uçaklar uçmaya köyler bombalanmaya başladı. Akşamları evin altındaki kömürlükte uyumaya başladık bir süre sonra. Ama en çok evimiz elimizden alınıp diğer Yahudiler ile birlikte gettolarda yaşamaya başlayınca, bu işin sonunda toplama kampı ve gaz odaları olabileceğini anladım. B: Peki o kalabalık aile ne durumda? D: Ailenin durumunu iki kelimeyle özetleyebilirim sana. Telaş ve sakinlik… Ölüm korkusu çok garip bir duygu. Ya da öleceğini bilmek, ölümün yakın olduğunu hissetmek. Bir yanın isyan ediyor, koşarak kaçmak istiyor. Diğer yanın ise kabulleniyor. Bizim ailede böyleydi işte. Kimi gün evin erkekleri kafa kafaya verip bu durumdan kurtulmanın bir yolunu arardı, kimi gün ise gelip almalarını beklerdik bizi. B: Türkiye diye bir ülke olduğunu ilk ne zaman duydun? D: İşte tam da o isyan günlerinden birinde. Isaac dayımın gettodaki küçük evimize koşarak geldiğini hatırlıyorum. Isaac Dayım ailemizin en akıllısı, en isyankârı. Çevresi de geniş biri. Neyse elinde kâğıtlar geldi ve hepimizi topladı yemek masası etrafına. Meğer Osmanlı zamanında, Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudilere Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasıyla Türk vatandaşlığı da verilmiş. İşte bütün o Yahudiler sadece Türk nüfus cüzdanlarını göstererek toplama kamplarına gitmekten kurtuluyormuş. Bizim ise ne Türkiye ne de Osmanlı ile bir bağlantımız yoktu. Ama Isaac Dayım “Korkmayın umut var dedi. Türk Konsolosluğunda çalışan bir memurla konuştum bugün. Başvuru yapan herkese Türk pasaportu çıkaracaklar. Ama o zaman süresince herkese Türk’üm diyeceğiz. Türkçe konuşmaya özen gösterin.” deyip ezberlememiz için birkaç Türkçe kelimenin ve cümlelerin yazılı olduğu kâğıdı çıkardı. Tabii hepsini unuttum ama aklımda tek kalan “Ben Türk’üm. Beni bırakın.” B: Peki Doris hiç “Ben Türk’üm. Beni bırakın.” diye bir Nazi subayına yalvarmak zorunda kaldın mı? D: Evet… Ekmek kuyruğundayken bir Nazi subayı çekti kolumdan. Hem Fransızca hem de Türkçe “Ben Türk’üm. Beni bırakın.” Diye yalvarmaya başladım. O ise beni diğer Yahudilerle birlikte önce bir kamyonete bindirdi daha sonra St. Charles İstasyonu’nda buldum kendimi. O an anladım… Bu hayvan taşımak için kullanılan vagonlar beni toplama kampına götürecekti. B:Kaç kişi olduğunuzu hatırlıyor musunuz? D:Aşağı yukarı 80 kişiydik. B: Peki Doris, daha sonra ne oldu? D: Hani filmlerde olur ya. Birden iyi adam belirir karanlığın içinden. O an kâbus biter. İşte benim hayatımda da böyle bir an oldu. O iyi adam ise o zamana kadar hiç tanışmadığım Marsilya Başkonsolosu Nejdet Kent. Tabii ben kim olduğunu bilmiyorum. Sadece uzun boylu, uzun pardösülü genç bir adam hatırlıyorum. Cidden sislerin arasından geldi bizi vagona doldururken Nazi subayları. Fransızca bağırmaya başladı. Buradaki bütün herkes Türk vatandaşıdır. Onlara dokunamazsınız diye. Tabii Nazi Subayları onu dinlemiyor. Lütfen ayrılın, zorluk çıkartmayın diye uzaklaştırmaya çalışıyorlar onu. O ise yavaş yavaş hareket eden trene atladı. Film gibi. Askerler hala onu uzaklaştırmaya çalışıyor o ise bizimle birlikte trenin içerisinde. Bir sonraki istasyonda tren durdu. Hepimizi indirdiler. Ben de getto ya döndüm. B: Türkiye’ye kaçış nasıl başlıyor? D: O çok sevdiğim Isaac Dayım benim kadar şanslı olmadı. Bir Nazi Askeri tepesi attığı için sokak ortasında öldürdü onu. O an anladım. Türk vatandaşlığı beni çıldırmış bir Nazi Askeri’nin zulmünden koruyamayacaktı. Marsilya Başkonsolosluk binasına gittim. Elimde Türk vatandaşıdır diyen, avucumun içinde sıkmaktan, lime lime olmuş kâğıt parçaları. Konsolosluğun içi ana baba günü. Orda genç bir memura gittim. Beni Türkiye’ye götürün. Bak işte Türk’üm beni vatanıma götürün diye yalvardım. Beni kenara çekti. Kısa bir süre sonra Fransa’dan Türkiye’ye kalkacak bir trenden bahsetti. Eve dönüp herkese bu trenden bahsettim ama annem babam da dâhil olmak üzere ailenin büyükleri bu umut yolculuğundan umutsuzdu. Ben de kız kardeşim Rosa’yla çıktım bu yolculuğa geride ailemi bırakarak. B: Peki ya tren yolculuğu? D:Başımızdaki Türk diplomatlar sayesinde en az hasarla ulaşıyoruz İstanbul’a. Bir Yahudi’nin hayatındaki en umut dolu olduğu an cami kubbesini görüp de, ezan sesini duyduğu an olabilir mi? Oluyor işte. Zaten inandığın din nedir ki? Bizi kurtaran din değildi, insanlıktı! B:Peki Doris ailene daha sonra kavuşabildin mi? D: Ailemden geriye kalan benimle umut yolculuğuna çıkan Rosa oldu. O şu an İsrail’de evli. Ben ise bir süre İstanbul’da bir süre İsrail’de yaşadım. Ama buralara dönmek, ailemin mezarlarını yaptırmak istedim. Daha sonra bir Fransız’la evlendim. Emin ol her gün ülken ve onun adına çalışan diplomatlar için dua ediyorum. Doris ile 3 saat süren röportajımızın en can alıcı kısımları bu yazdıklarım. Daha yazmak istediğim çok detay var anlattıklarında. Onun yanından ayrılırken elimde sıkıca tuttuğum pasaporta bakıyorum. Açık konuşmak gerekirse, neredeyse her ülkeye vize zorunluluğu olan, hiçbir ayrıcalığı olmayan Türk Pasaportu benim için bir yük, kimi zaman da ülkemin çizdiği imaj nedeniyle bir utanç. Ama çok değil 70 yıl önce bu pasaport cehennemden kaçış için tek bilet. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Dış Politikasını ve diplomatlarımızın yaşadığı zorlukları en iyi anlatan romanlardan biri ise Ayşe Kulin’in Nefes Nefese’si. Tatilimden hemen sonra, Türkiye’ye iner inmez havaalanındaki kitapçıdan alıyorum bu romanı ve nefes nefese okuyorum. Doris de o romanda bir yerde ve ben onu tanıdım. Hani her yalnız seyahatimde içimden “Mutluluk paylaşınca gerçek mutluluk.” Diye geçiriyordum ya, Fransa seyahatim sırasında ben Doris’in yaşayabildiği, nefes alabildiği, huzur dolu uyanabildiği günlere duyduğu mutluluğu paylaştım. Benim için ise bundan daha büyük bir mutluluk yok… Asena Çakan EN SAF DOSTLARIMIZ Bildiğimiz üzere herkesin hayatında en çok değer verdiği ve vazgeçemediği şeyler vardır. Kimilerimize göre ailelerimiz kimilerimize göre arkadaşlarımız bu listelerin en başını çeker. Tabii bir de evcil hayvanlarımız var dediğinizi duyar gibiyim. Fakat bence asıl mesele şu ki onlar yani sahiplendiğimiz kedilerimiz, köpeklerimiz vb. evcil hayvanlarımız değiller, bir süre sonra ailemizin bir parçası oluveriyorlar. Aranızda böyle dostları olanların beni anlayacaklarına eminim. Ama bu duruma şaşırmamamız çok normal. O kadar duyarlı, dost canlısı ve içtenler ki bence her evde bir evcil hayvan olması gerekiyor diyebilirim. Yeri geliyor bizlere sırdaş, dert ortağı, en iyi dost olabiliyorlar ve çoğu zaman da en eğlenceli anlarımıza eşlik ediyorlar. Hayvanları ne kadar çok sevdiğimi bilen arkadaşlarımdan bir tanesi geçenlerde bana bir kitap önerdi, Marie Louise De La Ramee’in kaleme aldığı “Sevgili Köpeğim” adlı bir yapıt. E anlayacağınız üzere isminden dolayı romana hemen kanım kaynadı ve başladım okumaya. Kitap, hayvanlara olan sevgimi iyice arttırdı diyebilirim ve hemen bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Bir bakıma hayvanların aslında insanlar için ne kadar önemli olduğunun kanıtı diyebilirim bu kitap için. Her ne kadar benim köpeğim olmasa da bir kedim olduğu için bu konuda az çok size aktarabileceğim bilgilerim olduğuna inanıyorum. Öncelikle ailemizin birer bireyleri haline gelmiş olan bu minik dostlarımızın hayatlarımızda bizlere en çok destek olanlardan olduğunu düşünüyorum. Nasıl hissettiğimizi anlayabilen ve bunun sonucunda üzgün olduğumuzda yanımıza gelip bizi eğlendirebilmek için her türlü numarayı yapabiliyorlar. Örneğin kızgınsak ve sesimizin tonu biraz arttıysa gelip şaşkın şaşkın bakmaya başlıyorlar, e onların o halini gören bizler de kıyamayıp bir anda yumuşuyoruz ve bir de bakıyoruz ki keyfimiz yerine gelivermiş. Ailemizin bireyleri haline geliyor dememin bir diğer sebebi ise yaptığımız aktivitelerde bizlere eşlik ediyor olmaları. Açıkçası ben bu durumdan gayet memnunum, en azından onları yalnızlığımızı paylaştığımız en güzel şeyler olarak görüyorum. Yemek yerken, spor yaparken, uyurken her anımızda yanımızda olmaları yetmiyormuş gibi birde bize katılmak istiyorlar. Diğer konular için emin olamasam da yemek konusunda böyle olduğuna eminim! Aynı zamanda bazen de kurtarıcılarımız haline gelebiliyorlar. Dünya üzerinde birçok yerinde minik dostların kaç tane insanın hayatını kurtardığına örnek bir sürü haber var. Aslında bu kadar hisli, dost canlısı ve sevgi dolu olmalarından böyle bir sonucu hayal edebiliyor olmalıyız. Gerçekten üzerinde yaşamış olduğumuz bu dünyada çoğu insan onlardan korkuyor, onlara eziyet ediyor. Hâlbuki aslında onların bu dünya için ne kadar önemli olduğunu anlamalı ve anlatmalıyız. Bu kısımda farkındalık yaratma görevi bizlere düşüyor. Önceden de belirttiğim gibi ben onların sadece birer canlıdan ibaret olmadıklarını, bizler için yeri geldiğinde çoğu insandan daha önemli olduklarını ve bizlerin daima yanında olacakları kanısındayım. Uzun lafın kısası, bizlere bu kadar muhtaç olan bu güzel kalpli dostlarımızı kaybetmemeliyiz. Gerçekten bir evcil hayvan sahibi olduğunuzda ve alıştığınızda, kardeşlerinizden ve çocuklarınızdan bir farkı kalmaz hale geliyor. Aynı derecede kaybetmekten korkuyor, gözünüzde aynı değere sahip oluyorlar. E bu kadar masum ve güzel ruhlu canlıları ailemizden birisi gibi görmenin de doğal olduğunu onlardan birini sahiplendiğinizde anlayacaksınız. Hatta öyle ki tüm dünyanız haline bile gelebilirler. Onlar bu dünyaya gelmiş en güzel şeylerden biri bu yüzden de iyi ki varlar demeyi es geçmeyelim ve her gün bir kez daha kucaklamayı unutmayalım. Hepimiz evlerimize alamıyor olsak da dışardakilere de aynı şekilde yaklaşabiliriz ve korumaya çalışabiliriz. Ben onlarsız bir dünya hayal edemiyorum, onların dostluğu ve sevgisi bu dünyada ki en temiz duygulardan bir tanesi. Gelin bizde onları ihtiyaç duydukları sevgimizden mahrum bırakmayalım. KAYNAKÇA De La Ramee, Marie Louise. Sevgili Köpeğim. Aylak Adam. 2015. Buse Kalyoncu 21400576 İşletme Fakültesi/ İşletme Bölümü Açlık Oyunları Turk101 Ahmet Özer Şans Sizinle Olsun Bir topluluğu ayaklanmaya iten en büyük unsur, devletin sömürgeci politikasıdır; tıpkı Açlık Oyunları’nda da olduğu gibi. Eğer toplum, otoritenin onlara verdiği şeylerle yetinemiyorsa, daha fazla ister, hakkını arar; tıpkı romandaki sömürgeler gibi, tıpkı Türk halkı gibi. Son zamanlarda ülkemizin romandaki mıntıkalardan hiçbir farkı yoktu aslında. Devlet halkın mutluluğu için çalışmak yerine kendi halkını sömürmek için uğraşmaya başlamıştı. Nasıl ki romanda insan hayatı için yaşamsal önem taşıyan yemek yemek yasaksa, ülkemizde de halkın özgürlüğü ve refahı için yaşamsal değerler taşıyan şeyler yasaklanmaya başlamıştı. Mesela aynı romanda da gördüğümüz gibi düşünce özgürlüğünün önüne geçiliyordu ve hatta devlet halktan kendi yaptırımlarına boyun eğmesini istiyordu. Tıpkı mıntıkalardan seçilen kurbanlar gibi halk, devletin yaptırımlarına kurban gitmeye başlamıştı. Hayat devletin başındakiler için, romandaki geçit töreninden farksız olmaya başlamıştı; kendi süslü ve şaşalı dünyalarında oturdukları yerden onlardan korkan halkı izliyor ve bundan keyif alıyorlardı. Hatta daha da acısı hayatlarımızı oyuncaklarına çevirmişlerdi. Romandaki çok etkili bir nokta, otoritenin yarış alanını istediği gibi kontrol ediyor olabilmesiydi bence. Türkiye’nin durumu da aynen böyleydi. Baştaki otorite, oturduğu yerden insanların hayatlarıyla oynuyordu. Kimin kaç çocuk yapacağına, kimin sokakta nasıl dolaşabileceğine, kimin ne kadar maaş alacağına hatta kimin ne zaman öleceğine karar veriyordu. Tıpkı bir oyun alanı gibi hayatlarımızı kontrol ediyordu. Yerin altında kömür arayan madencilerin ne zaman orada can vereceğine karar veriyordu, kimin oğlunun ekmeği yolunda öleceğine karar veriyordu, hatta kimin babasız kalacağına karar veriyordu. Aynı romandaki gibi çok kolaydı insanların ölümünü izlemek. Ne fark ederdi ki? Ha bir eksik, ha bir fazla… Ve sonunda o gün geldi. Halk bu baskılara dayanamaz oldu ve kimi için bir ağaç uğruna, kimi için özgürlükleri uğruna savaşan bir kitle oluştu. O kitle ayaklanan her kitle gibi, hak ettiği değerler uğruna savaşlar verdi. O kitle, ayaklanan her kitle gibi yaşlı, çocuk, zengin, fakir, gençti. Bu kavga sığ görüşler için yalnızca birkaç ağaç içindi ve dalga geçer gibi “Bu ağaçlar yerine yenileri dikildi.” dendi. Romandaki ayaklanma da yalnızca bir somun ekmek için değildi. Peki, kısıtlanan görüşler, sömürülen halk ya da katledilen haklar için ne yapıldı? Elimizden alınan haklarımız ve kısıtlanan görüşlerimiz için bir şey yapılmadığı gibi bir de göz göre göre halkın üstüne silahlarla, gazlarla gidildi. Devlet, aynı kurguda da olduğu gibi halkı için bir şeyler yapmak yerine masum insanları cezalandırmayı tercih etti ve halkından ona boyun eğmesini bekledi. Biz bir grup gençtik. Özgürlüğü için savaşan bir avuç genç… Otoritenin bizi koyduğu oyun alanında hayatta kalma savaşı veriyor, önümüze koyulan engelleri aşmaya çalışıyorduk. Yeri geldiğinde bir ağaçtı kavgamız, yeri geldiğinde elimizden alınan avlanma hakkımız, yeri geldiğinde ise bir somun ekmek… Tıpkı romanda da olduğu gibi biz ayaklandık fakat ne yazık ki bir işe yaramadı verdiğimiz savaş. Duyuramadık sesimizi özgür düşüncelere sağır beyinlere. Şimdi ise ayaklanmamızın cezasını çekiyoruz. Gerek aç kalıyoruz, gerek yollarımız yapılmıyor, gerek vergi üstüne vergiye maruz kalıyoruz, gerekse eğitim haklarımız kısıtlanmaya çalışılıyor ve biz de tıpkı mıntıkalar gibi bu duruma bir “Dur!” diyemiyoruz. Tek farkımız modern eziyet yollarına tabi tutulmamız. Biz de o mıntıkalardan biriyiz. Her sene binlerce farklı kurban seçiliyor ve farklı cezalara çarptırılıyor. Bazılarımız cezamızı düşüncelerimizden vazgeçerek ödüyoruz, bazılarımızsa sevdiklerimizden ve ne yazık ki şans bizimle olmuyor. Nimet Eser ÖZGÜR Kaygan Zemin Hayır, yanılıyorsunuz. Asıl mesele Faustus doğmakta değil Faustuslaşmakta. Faustus içimizden, çevremizden birileri değil, hepimizin içinde bir yerler. Diğer nice duygu ve eğilim gibi oturmuş, yerleşmiş. Bu yerler onun evi, bizlerse onun Tanrı misafirleri… İnsanoğlu birtakım eğilimlere sahiptir. Kimileri bu eğilimleri fark eder ve bu eğilimlerin kendisini yönetmesine izin vermeden onları kölesi haline getirir, kimiyse bu eğilimlerin akıntısına kapılır gider. Bunların insan üstünde etkileri çok kuvvetli ve çeşitli olabilir. Kimi zaman insanı dibe de vurabilir, aynı hızla şaha da kaldırabilir. Bir bakıma benzin gibidir, kullanmayı bilirsen yol yaptırır; kullanmayı bilmezsen yakar, bilemedin zehirler. İşte Faustus’u dibe vuran, onu yakan eğilim ise kibirdi. Oyunda da özellikle işlenen yedi günahın ilki ve bana kalırsa Faustus’la en özleşeni olan kibir aczin kabul edilmeyişinden öte nedir ki? Bilgi insanoğlunun sahip olabileceği en büyük güç olabilecekken, içimizdeki kibir tohumu bizi kamçılar. Bu kadar bilgimiz varken kibre borçlu olduğumuzu düşünürüz kimi zaman, hak etmişizdir böbürlenmeyi. Ama bu aldatıcıdır. Bu borç yiğidin kamçısı değildir, kesinlikle değildir. 1 Bilginin ödülü kibirlenmek olmamalıydı, kabul ama Faustus'un bunca zamanlık çabasına, bilgisine ne oldu; haksızlık değil mi bunca yaşadıkları? İşte o nokta, Sokrates'in geldiği nihai duraktaydı o da. Bildiği şeyler ona bilmediklerini hatırlatmaktan öte gitmiyordu. Bunu fark etmişti, elinde emekleri ve kendisine göre emeklerinin karşılığı kadar olamayan bilgisi vardı. İstediği yerde miydi? Asla... Tam burada bir tercih var; hem de büyük bir tercih. Dahası için kafa mı tutacak, kibrine yenik mi düşeceksin; geldiği noktadan ötesine elini 1 https://www.rsc.org.uk/shakespeares-contemporaries/past-productions/doctor-faustus uzatmanın mümkün olmadığını ve kendi aczını kabul mü edeceksin Doktor? Korkarım o, bildiği şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu2 kabul edemezdi çünkü belki de bir kaybediş, vazgeçiş olarak görmüştü bu ve buna benzer ifadeleri. O vazgeçmek istemiyordu. Faustus tercihini yaptı, yazar ise kalemi bırakalı çok oluyor. Ama inanın, oyun bitmedi. Hâlâ sahne sırasını bekliyor, içimizdeki onca duygu arasından seçilmeyi bekliyor. Pikachu gibi lakin o kadar masum değil. Belki de evden işe giderken atılan o ilk adımda, sınavdan erken çıkmak için ayağa kalkarken, spor salonlarında dinlediğimiz müziğin her vuruşunda Faustus bizi yokluyor. Bak diyor, ben buradayım ve sen ne harikasın, kimse senden öte değil. Bunu bilerek yaşa diyor; ama sadece senin değil, birçok kişinin içinde aynı sahneyi oynuyor. O zaman bizi diğerlerinden ayıran ne, ne konuda üstünüz diğerlerinden? Sahi, kimiz biz? 3 Bu kibir de epey yalaka baksana herkese sen özelsin diyor, beni kandırıp cehennemlik yapacak haysiyetsiz. İyi de o zaman neden var, bu benim içime neden konmuş? Madem kötü ve kaçış yok, onun yaptıklarından neden ben sorumlu olayım? Bu konuda birkaç düşüncem var. Kafama da epey yattı. İnsanların beni kendilerinden aşağı görmesini engelleyecek, kendimi koruyacak bir mekanizma gibi, bir işçi gibi çalıştırabilirim. Belki moralimi bozan olayları atlatmamda bana yardımcı da olabilir. Kendime güvenimi arttırdığı ölçüde başarımı da arttırabilir. Teşekkürler canım. Ama neden yönetmem gerektiğini düşündüğümde ise çok geniş bir pencere açılıyor. Herhangi bir kavgaya şahit olduğumda içimden geçen ilk şey 2 Sokrates 3 https://www.rsc.org.uk/shakespeares-contemporaries/past-productions/doctor-faustus insanoğlunun yine kibrine yenik düştüğü oluyor çünkü biliyorum kendimize yediremediğimiz şeyler var bu problemlerin kökünde. "Bunu bana nasıl yaparsın? Bırak ya, gidiyorum buradan." Gizli özneyi bulalım. Ben buldum, pek de gizli değilmiş. Cevap veriyorum, ben! "Bunu bana nasıl yaptın, bunu bana, benim gibi yüce bir şahsiyete nasıl layık gördün?" "Vay terbiyesiz bizim ülkemizle ilgili nasıl böyle konuşur, hemen işgal edelim oraları bir daha bizim işimize laf söyleyemesin." En küçük anlaşmazlıktan en büyüğüne kadar hepsinin temeli kibir. Bir üstünlük savaşı. Bir kendini kabul ettirme felsefesi, kendini tatmin. Fakat dikkate alınmıyor ama bu uğraşların sonunda yine kibrin sahibi zarar görüyor, tıpkı Faustus gibi. Faustus gibi Tanrı sevgisinden mahrumiyet yaşanıyor değil belki ama bu sahip ve sahibeler nice insanın sevgisini kaybedip geriye kendilerini seven bir tek kendilerini bırakıyorlar, aslında kendi cezalarını yine kendileri infaz ediyorlar. İşte ilahî adalet… Kibir kötüdür, kimi zaman sonuçlarını da ödetir; öğrendik artık ama doğrusunu isterseniz aslında o benim arkadaşım. Etrafımda kimse yokken bile o benimle. Kopmadı benden bu vefalı arkadaş. Ama artık yeter. Biraz esnetmeliyim bağları. Bu sefer de acziyetimi kabul edeyim. Acizim ben, aciz. Acıkana kadar hükümdarım, susayana kadar kimse durduramaz beni. Ama ihtiyaçlarım kibrimin önüne geçtiğinde bir çaresizlik bulutu kaplıyor gökyüzümü. Öyle bir bulut ki bırakmıyor kendini üzerime serinleyeyim, çekilmiyor ki ısınayım. Manzaram oluyor bir süre. Acaba tüm bu görüntünün ötesinde ne var diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanırım bu noktada dahasını isteme duygusu da geliyor. Tam da soluk borumun iç zarına dayanıyor bu his. İstiyorum, erişemiyorum. Erişemediğimi kabul mü edeceğim, dahası için isyana gark mı olacağım? Tercih sırası şimdi bende, herkeste. Her gün aynı oyun oynuyor. Kendi sahnemin yönetmeni mi olacağım, figüranı mı? Görelim... Geçen Zaman ve Yitirilenler Zaman... Hiç durmayan, gittikçe azalan, azaldıkça tükenen, bir nehir misali akıp giden zaman... Bütün eşya büyük bir girdaba kapılmışçasına bir döngü içerisinde alabildiğine, sürekli olarak değişiyor. Zaman bir dev misali bütün tanıdık yüzleri eğip büküyor. Değişim bir dev gibi her an kapımızda... Bu çaresiz değişme karşısında insanın konumu tam olarak neresidir? Zaman karşısında insanların genel duruşu tam olarak nereye düşmektedir? Bu sorular Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü ilk kez okuduğum 2013 yılında (okuduğum kitaplara mutlaka okuduğum tarihi not düşerim) kafama takılmıştı. Gençliğimin ilk yıllarında Ahmet Hamdi'nin bu eserinin, Kafka'nın söylediği gibi, içimdeki donmuş denize inen bir balta olduğunu çok net hatırlıyorum. Kitapların bizi aydınlatması için kafamızı yarması gerekiyorsa bir balta misali beynimize inmesi gerektiğini söyleyen bir yazı okumuştum o zamanlar ve akabinde bu kitap tam bir balta misali zaman konusunda kafama inmişti. Zaman; bizi ve çevremizi zorla ve bıkmak bilmeden değiştiren, dönüştüren şey... Bu durumda biz mi nesne oluyoruz yoksa zaman gerçekliği mi?.. Zaman'ı eğilip bükülebilen bir şey olarak tahayyül eden biz, aslında zaman karşısında rüzgâra kendini bırakmış bir yaprak misali oradan oraya sürüklenip duruyor muyuz? Vakit geçiyor, günlerimiz sayılı... Bizse her güne binbir türlü hırslar ve umutlarla başlıyor, yaşıyor gidiyoruz. Dünya üzerinde varolagelmiş her şeyin katili zaman ise peşimizi hiçbir zaman bırakmıyor. Saat başı alacaklı gibi kapımıza dikilip hiç doymayacakmışçasına yapıp ettiklerimizi sökülmemizi istiyor. Yeşilçam filmlerindeki ağzı purolu fabrikatör misali gözlerini yüzlerimize kenetleyip iğrenç bir kahkaha patlatıyor. Peki, bu dolgun gerdanlı kırmızı suratlı adam karşısında dikilen biz ona karşı ne yapıyoruz? Ben cevaplayayım, hiçbir şey... Genelde bu realite hoşumuza gitmediği için görmezden geliyor, umrumuzda değilmiş gibi davranıyoruz. Her geçen dakikanın dünyadan ayrılacağımız saate bizi biraz daha yakınlaştıracağının farkında değilmiş gibi yapıyoruz. Oysa her ne kadar istemesek de varolan her şeyin mutlak sonu bizim için de yakınlaşıyor. Bu mutlak son karşısında insanoğlunun duruşu ise fazlasıyla muğlak. İnsanların kahir ekseriyeti bu gerçekliğin farkında değil ya da değilmiş gibi davranıyor. Günlerini hiç sevmediği bir işi yaparak geçiren bir adam, ölmeyecek gibi yaşıyor demektir. Yahut, yapmak istediklerini, sürekli erteleyen bir insan da aynı bedbaht düşünceye gark olmuştur. Kendisini zamanın akışına bırakmak yerine, zamanı yönetmeyi tercih etmiş ve bunu başarabilmiş insanlar tarih boyunca tek tük de olsa çıkmış ve hep akıllı adamlar olarak anılıp çağlarında hayatın akışına yön vermişlerdir. İnsanoğlunun bu güçlü hasmı karşısında ayakta kalmayı başarabilmiş bu insanlar, gerçek bir tebrik ve taltifi hâk etmiş insanlardır. Geçenlerde Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü tekrar okuduğumda fark ettiğim şey ise şu oldu: Ahmet Hamdi zamanla insan arasındaki kıyasıya cengi, muntazaman okumuş ve kendi lisanınca muazzam bir şekilde de tasvir etmiş. Zamanı düşünmeyi, anlamayı ve tartışmayı kendisine dert edinmiş AhmetHamdi gibi üstatların sayısı günümüzde, hatta tarih boyunca bir elin parmaklarını geçmez. Çünkü hiç kimse için insanlığın bu büyük düşmanıyla karşı karşıya gelmek kolay bir iş değildir. Günlerimizin hızla ve hazla dolu olarak akıp geçtiği şu günlerde zaman üzerine düşünmeye vakit ayırmamız ne kadar önemli. Kuşlar gibi uçan günler üzerine o kadar çok düşünmeye ihtiyacımız var ki... Allah'tan Tanpınar gibi üstatlar var da deryaya çıkmadan evvel yüzmeyi onlardan öğrenebiliyoruz, ne mutlu bize... Mehmet Halit Şirin Cemre Polat İyimserlik Gerçekten İyi mi? Bize hayatımız boyunca dayatılan birçok kalıp vardı.’ İyiyi çağırırsan iyi olur, iyi düşün iyi olsun.’ tarzında. Peki, gerçekten iyi düşünce mi iyi oluyor yoksa denk geldiği için mi? Umutsuzlukla dolu dünyada yaşayabilmek için her zaman bir umudun, çıkış yolunun olduğunu düşünmek zorundayız. Yoksa her gecenin bir gündüzü olduğunu düşünmezsek kafayı yer insan bir süre sonra. İşte bu yüzden iyimserlik terimi çıkmış. Optimist düşünceye sahip olmak, bardağın hep dolu tarafını görmek bize hep imrendiğimiz bir özellik gibi gözükse de her zaman yarar sağlamaz. Hatta bu düşünceye sahip olmak çok acımasız bile olabilir. Tıpkı hayallerimizin peşinden koşmamızın sonucu hayal kırıklığı, üzüntü olsa bile ne kadar iyi bir şey olarak söylenmesi gibidir. Hayallerimiz aslında içi boş istekler kümesi. Bu küme bizim hayatımıza devam edebilmemizi, dünya üzerinde sanki kötü olaylar karşısında kocaman bir kalkanımız varmış gibi düşünmemizi sağlar. ‘Çoban olmasına rağmen tıp kazandı, hayalleri çok uzaktaydı, şimdi gerçek oldu.’ tarzında haberler aslında alttan alta şu mesajı veriyorlar: Bu kadar kötü koşulda da olsa başarabildi o yüzden sen de başarabilirsin, umutlu ol ve kötü durumlarını sanki avantajınmış gibi düşün. Bu düşünceyle Pollyannacılık oynamaya başlayınca çoğu şeye bakış açın, düşünce tarzın da değişmiş oluyor. Mesela benzin fiyatları çok artmış denince niye artmış, bu artış sonucu bana ne olacak diye düşünmek yerine beynimiz yıkanmış gibi ama bu sefer de araba fiyatları düşecekmiş diye duydum diyebiliyoruz. Bu iyimserlik ve boş hayaller bizim gerçekleri görmemizi engelliyor ama daha da acısı bir gün o gerçek suratımıza vurduğu zaman altından kalkabilecek en ufak enerjiyi kendimizde bulamıyoruz. Çünkü hepsini karşımıza çıkan sorunlara boş çözümler üretmek için çarçur etmişiz bile. Ayrıca hayallere ulaşmak her zaman beklenildiği gibi mükemmel olmayabiliyor. Çünkü insan onca zaman uğraştığı, çabaladığı şeyi elde edince bir boşluğa düşüyor, kendini sorguluyor bir nevi. ‘Gerçekten istediğim bu muydu? ’ tarzında. Böyle olunca da onunla sonsuza kadar mutlu olamayacağını anlayıp daha güzelinin daha büyüğünün peşinden koşmaya başlıyor ve bu belirsiz mutluluğun peşinden sonsuz bir döngüye girip asla gerçekten istediği mutluluğa ulaşamıyor. Tabii ki her sorunla karşılaştığımızda ölümü bekleyelim, zaten iyi bir şey olmayacak diye de hiçbir şey için çabalamayalım demiyorum ama bunu mantık çerçevesi içinde ve daha gerçekçi düşüncelerle yapmalıyız. Örneğin üniversite sınavına hazırlanan bir öğrenci matematikte kötüyse ona boş vaatler vermek yerine matematiğinin çalışarak sınavda hepsi doğru olmasa da çoğunu doğru yapacak şekilde geliştirebileceğini anlatmak lazım. Öğrenciye sosyal zekâsının daha iyi olduğunu ve matematiği iyi kötü halledebileceğini söyleyerek değil. Çünkü o sınav sonucunda en çok üzülecek olan insan sosyal zekâsıyla her şeyi başarabileceğini düşünen çocuk olacaktır. Bir hayal sevdasına kapılıp kendimizi yıpratmamalıyız. Hayaller gerçekleşmeyince hayal kırıklığına uğruyoruz. Her durumda bunu yapıyoruz aşk, para, başarı için. Acımasız sıfatı bu yüzden güzel uyum sağlıyor iyimserlikle. Ne kadar bardağa dolu tarafından bakamaya devam edersek o kadar gerçeklikten uzaklaşırız ta ki asıl gerçek dünyayı fark edene kadar. Birçok örneğini görebildiğimiz hayallerinden vazgeçme, iyi iyiyi çağırır tarzındaki kişisel gelişim kitapları birbirinin kopyası içi boş vaatler sunan kitaplardır aslında. Eğer gerçekten mutlu olmak istiyorsanız kendinizi 5-10 yıl sonra nerede olabileceğinizi değil şu an nerede ve neden orada olduğunuzu düşünmeniz gerekiyor. Hayallerinizin peşini bırakın, size ayak bağı olmasınlar. Cemre Polat Sam Amca’nın Bir Çiftliği Var/ Emre Lapanta George Orwell siyasi kimliğini belirtmekten kaçınmayan bir yazardır. Komünist düşüncelere karşı olan yazarımız birçok yazısında bunu dile getirmiş ve komünist sistemleri ağır bir dille eleştirmiştir. George Orwell’i belli noktalarda haklı görebiliriz çünkü eleştirdiği ekonomik sistemler bir-bir çökerken savunduğu sistem bütün dünyayı sarmış durumda. Bu kadar ciddi bir konu eleştirmek için seçilen hayvan çiftliği metaforu yazarın eleştirel dilini güçlendirmiş ve ekonomi gibi ciddi bir konuyu eğlenceli hale getirmiştir. Ancak başarılı bulduğum hatta aynı fikirleri savunduğum George Orwell’i birkaç noktada eleştirmem gerekir. Kullandığı metafor eleştirdiği fikirleri basitleştirmektedir ve eleştirdiği konular da karşı bir tez ileri sürmemektedir. Aynı metaforu kullanarak her ekonomik sistem eleştirilebilir ve eleştirilen fikirler kolayca itibarsızlaştırılabilir. Yazarımız romanında hiçbir işe yatkın olmayan ve bu yüzden yönetimde görev alan domuzların yönetimi ele geçirip, diğer hayvanları kullanmasını ve bunu yaparken diğer hayvanlara sürekli hayali bir eşitlik ve yalnızca umut aşılamasını eleştirir. Eleştirisinde de haklıdır. Gerçekten kendi çiftliğini kuran hayvanlar eğer komünizmle yönetilseydi böyle bir sonuç karşımıza çıkardı. Peki yönetimi ele geçiren hayvanlar komünizmi değil de serbest ekonomi modelini, kapitalizmi kendilerine model edinseydi ne olurdu? Sam amcanın çiftliğine hoş geldiniz; ilk günler her hayvan kendi geçimi için çalışmaya başladı ve yönetim için yapılan oylamada sadakatleriyle ve kararlılıklarıyla ün yapmış olan bekçi köpekleri yönetimi kurma hakkını kazandı. Hayvanlar çalıştıkları kadar kazandıkları için çiftliğin en güçlüsü olan atlar fazla çalışarak daha fazla gelir elde ettiler. Tavuklar keçiler ve eşekler ortalama gelir düzeyiyle mütevazı bir hayata başladılar. Tarım işlerine yatkın olmayan domuzlar ise sefaletin kollarında yaşamaya başladı ve çiftliğin gölge köşelerinde dilenerek hayatlarına devam ettiler. Günler geçtikçe atlar küçük bir servete sahip oldu ve bu geliri çiftliğin tarım arazilerini satın alarak değerlendirmeye karar verdiler. Çiftlik yönetimi ile anlaşıp tarım arazilerini kırk dokuz yıllığına kiraladılar ve kendi tarım şirketlerini kurdular. Tek geçim kaynağı tarım olan keçiler ve tavuklar, atların kurduğu şirkette orta düzey bir maaşla çalışmaya başladı. Tarıma yatkın olduğu kadar değirmen çekmeye de yatkın olan eşekler ise değirmen de çalışmaya karar verdi. Atlar tarımda verimliliği arttırmak için görev dağılımına başladı artık atlar sabanı çekecek keçiler sulayacak tavuklarda mahsulü toplayacaklardı. Tarımda ki bu yeni model ile üretim daha da arttı ve atlar artan gelirleri ile yeni iş kolları aramaya başladılar ve değirmeni de hükümetten satın aldılar. Eşekler de atların çalışanları oldular. Fakirlikten çok zor günler yaşayan domuzlar ise hırsızlığa başladılar. Bekçi köpekleri tarafından yakalanan bazı hırsız domuzlar ya hapise atıldı ya da çiftlikten sürgün edildiler. Çok yüksek gelir düzeyine sahip atlar diğer çiftliklerden kendilerine en pahalı yemlerin, eyerlerin dışında artık cep telefonu bilgisayar hatta araba bile sipariş etmeye başladılar. Atlar artık çok üstünlerdi bu yüzden kendi şirketlerinde artık tarla başında çalışmamaya karar verdiler. Bu karar eşeklerin tavukların ve keçilerin çalışma yükünü arttırırken gelirleri aynı düzeyde artmadı. Lüks hayata çok alışan atlar, hızla artan ihtiyaçlarını karşılamak için bazı hayvanları işten çıkarmaya, çalışan hayvanların ise iş saatlerini arttırmaya başladılar. İşsiz kalan hayvanlar çalışacak başka bir sektör kalmadığı için açlık ve sefaletle boğuşurken, hastalanan bazı hayvanlar paraları olmadığı için hastane köşelerinde ölüme terk ediliyorlardı. Bu durumu protesto eden hayvanlar ise polis kopeklerin sert müdahalesi ile karşılaşıyor hatta birçoğu eylemlerde hayatını kaybediyordu. İş sahibi hayvanlar ise çalışma saatleri yüzünden ailelerini fazla göremiyor ve boşanma oranları günden güne artıyordu. Birçok hayvan işi bırakmayı düşünüyor ama dışarıda gördüğü işsiz hayvanlara acıyıp kendi hallerine şükür ediyorlardı. Atlar paraya doymuyor, gelirlerini daha da arttırmak için diğer hayvanların barınaklarına da göz koyuyorlardı. Bunun gibi bir taşınmazın satışına hayvan meclisi onay vermezken mahkemelik olan bu satış rüşvetle kontrol edilen hakimlerin kararı ile kabul edildi. Bu karardan sonra hayvanlar atlar için gece gündüz çalışıp atların verdiği para ile atların sattığı yemleri alıp kira geliri atların olan barınaklarda kalıp, hallerine şükür edeceklerdir. Sam Amca’nın özgürlük dolu çiftliğinden selamlarla… Cennetin Elması ​ “Adem ahfadının anlaşılmaya değer bir kaderi varsa, bilinsin ki, bu kaderin omurgası tuzağa düşmekten imal edilmişti. Bir gün cennetten çıkarıldıysak şeytanın tuzağına düştüğümüz için çıkarılmışızdır. Süslü şeylere gözümüzün takılışı yaradılışımızın icabıdır. Son nefesimize kadar, yani bütün ömrümüz boyunca aklımızı hep süslü şeyler çelecektir.”(Özel 104) Bu ifadeler tüketim çılgınlığı içerisindeki konumumuzu belirlemekte bana gayet yardımcı oldu. İnsanoğlu yaratılış itibariyle süslü olana her zaman meyilli olmuştur. Ancak hiçbir dönem son zamanlardaki kadar yoğun gerçekleşmemiştir. Adem peygamberin bir elmaya kanışını sadece şeytan tarafından kandırılması olarak düşünmüyorum. Onun bu seçimi gerçekleştireceği bilindiği için tuzaklandığına inanıyorum. Günümüzde ise bu tuzaklar bizim dışımızdaki insanlar tarafından bizlere sunuluyor. Ve yine ayrı gerekçeyle; bu tuzağa düşeceğimiz bilindiği için. Bu tuzakların bizleri tüketim sarmalının içinde tutarak döndüğüne ise tamamıyla eminim. Peki bu eminliğim beni bu çarktan kurtarmaya neden yardımcı olmuyor? Orada da süslü olana meyillilik göstermenin genel insan davranışına özgü olduğu aklıma geliyor. Hepimizin çeşitli lüksleri var. Küçük veya büyük bu tüketimlerimiz bizler için alışkanlık olduğu kanısındayım. Ve bunlardan kurtulmayı düşündüklerimiz, sigarayı bırakmak isteyen insanlar gibi başarısız teşebbüsler sonucu gerçekleşmiyor. Lüks kelime anlamıyla gereksinim dışı olan diye nitelendiriliyor Türk Dil Kurumu sözlüğünde ancak ben artık bu gereksinim dışı şeyleri hava, su olarak nitelendiriyorum. Bunu sadece benim yapmadığımı bilmek ise beni rahatlatan en önemli etken. Neredeyse her birimiz böyle nitelendiriyor hatta birbirimizi lükslerimizin bir gereksinim olduğuna inandırmaya çalışıyoruz. Bunu kullanan tuzak sahipleri de beni ve diğerlerini aynı yöntemle kandırmaya devam ediyor. Öte yandan bu tüketim sarmalında oyun bozan olamayacağımı gayet iyi biliyorum çünkü dediğim gibi bende kendimi bunların lazım olduğuna inandıranlardanım. Ancak belli bir radde de bundan kurtulma ihtimalimin olması bile beni rahatlatıyor. İsmet Özel Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı kitabında bunu şöyle açıklıyor: ” Ya dünya hayatında doyamadığımız küçüklü büyüklü memnuniyetimize azdan veya çoktan bir memnuniyet daha katarak ömrümüzü tüketeceğiz; yahut kandırmacanın farkına vararak yükselmeye yarayan doğrultuyu yön itimat edeceğiz. Hududu her an aşabiliriz. Külfet gerektirmeyen edep yoktur. ” (41) Aslında tüm bu aldatmacaların bir dünya yanılsaması olduğunu aklımdan hiçbir zaman çıkarmazsam bundan bir kurtuluş reçetesi olduğunu da öğrenmiş olacağım. Evet bizler sürekli olmayana ilgi göstermek zorunda olan varlıklarız ancak şu da bir gerçek ki aza kanaat göstermeyen tamı bulamaz. Bizler fazlasına göz koydukça elimizde ki bir çok değerden oluyoruz. Belki bu lüksleri elde ediyoruz ama bu parlaklıklar arasında daha karanlık bir konuma geçiyoruz çünkü insanlığımızı gün geçtikçe bunları ele geçirmek adına yitiriyoruz. Kendi adıma fazlasını isteme ihtiyacımdan bir an önce vazgeçmek gerekliliğimin olduğunu düşünüyorum. Bilhassa bu tüketim adına bana sürülen donelerin gereksizliğin daha net anlamalıyım çünkü yıllarca belli şartlarda yaşamış olan insanlar bunu becerebiliyorken ben son yüzyılın içerisinde getirdiği yenilikleri tüm anlamıyla neden kabul etmeliyim ki? Eksiği olarak yaşayan bunca insanın benim insanlığıma nazaran daha üst noktalarda olduğunu kabul ediyorken neden ben daha az insanlığa sahip olmayı kabul edeyim? İnsanlığın atasının elmayı reddedemeyişi belki onun kaderindendi ama bu olanlar bizim kaderimiz değil bunlar bizim seçimlerimiz. Ve bunları seçmeye devam ederken dünyanın farklı uçlarındaki insanları dahi kötü etkileyebiliyoruz. Memnuniyetlerimize daha fazlasını eklerken bu yapay gerekliliklerin farkına varamıyor olabiliriz ancak aşmamız gereken bir eşiğin olduğunun bilincine varmak bizler için ilk adım olabilir. Ben bu eşiğin, bu sınırın nerede olduğunu kavramaya başladığıma inanıyorum ve artık bundan sonrası için daha farklı bir yaklaşımda bulunabileceğime inanıyorum. Kaynakça: Özel, İsmet. Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı. Tam İstiklal Yayıncılık Ortaklığı, 2015 Ülkü Umay Aydın 21401720 TURK101-14 Başak Berna Cordan 01.12.2014 Sıradan Bir Dans Filmi Değil! Öncelikle arayı açtığım için özür dileyerek başlamak istiyorum, malum vizeler başladı. Hepinize merhabalar. Aklımda çok güzel bir öykü vardı aslında onu yazmak istemiştim ama arayı bu kadar soğutmuşken daha çarpıcı bir tür ile geri dönüş yapmaya karar verdim. Evet, doğru tahmin! Yine bir film, ama ne film! İzleyenler anlar halimi, bu seri gerçekten yüksek derecede bağımlılık yaratıyor. Step Up filmlerinden bahsediyorum. Özellikle dördüncüsü en sevdiğim filmler arasında, sanırım abartısız en az otuz kez izlemişimdir. Hala ilk defa seyrediyormuşum gibi aynı heyecan ve coşkuyla izleyebiliyorum. Kısa bir özetle filmin, daha doğrusu serinin bütün filmlerinin konusu ağırlıklı olarak dans ve aşk üzerine. Neden bayılarak izlediğim açıkça belli ediyor kendini galiba . Her filmde baş rol değişiyor, ama hepsinin ortak noktası ana karakter ve kendi dans grubunun olması. Bu filmdeki ana karakter Miami'nin banliyö bölgesinden boyu posu yerinde yakışıklı bir çocuk. Arkadaşlarıyla dans ederken -danstan kastım genel olarak hip hop- Maimi'nin sayılı zenginlerinden biri olan bir kızla tanışıyor. Kız da modern dansçı. Öykünün nasıl işlediğini az çok tahmin edersiniz, daha fazla anlatmayacağım. Meraklanın biraz . Filmde tabiki aşkın doğuşuna ve aralarındaki bağın giderek kuvvetlenmesine sıkça değiniliyor fakat izleyen bir yandan da dansa doyuyor. Filmin kendisi yanılmıyorsam doksan beş dakika ve abartısız her beş dakikada bir farklı bir dansla seyirci karşısına çıkıyorlar. Filmin en çok hoşuma giden yönlerinden biri de buydu zaten. Sürekli dans ediyorlar ama akla gelen her çeşit dansı ediyorlar. İzleyen herkes kendine göre bir şeyler bulabiliyor filmde. Ayrıca koreografı bulup ellerinden öperek teşekkür etmek istiyorum çünkü gerçekten çok başarılı figürler var. Hepsi birbirinden güzel. Dansçıların inanılmaz yetenekli oldukları zaten su götürmez bir gerçek. Bunun yanı sıra müzik seçimleri de çok başarılı. Serinin son filminin favorilerim arasında yer almasının nedenlerinden birisi de ilk üç filme nazaran daha çok emek harcanmış olması. İlk üç film sırasıyla Step Up 1, Step Up 2 ve Step Up 3 olarak geçiyor fakat size anlatmakta olduğumun adı Step Up: Revolution. Revolution, ingilizcede devrim demek ve adamlar gerçekten de devrim yapmışlar bu filmde. Gerek görsellik olsun gerek ses düzeni olsun insanı gerçekten etkiliyor. Öyle basit ve sıradan bir dans filmi değil anlayacağınız. İlk üç filme göre hem daha çok dans sahnesi var, hem daha çok çeşit dans var, hem de figürlerin üstüne Aydın 2 fazlasıyla düşünülmüş ki mükemmel bir çalışma ortaya çıkabilsin. Haklarını vermek lazım, en kalabalık dansta bile bir tane aykırı yok, sanki tek bir adamı dans ettirip bilgisayarla çoğaltmışlar. Ek olarak, dansların her birinin bir hikâyesi var ve özellikle ana karakterin ön planda olduğu danslarda baş roldeki kız ile aralarındaki enerjinin mükemmel uyumu izleyiciye yansıyor. Kamera arkasına fazlasıyla övgü yağdırdığımı düşünerek beni filme neredeyse âşık eden olaylara geri dönmek istiyorum. En sevdiğim sahneye geldi sıra. Filmin ortalarında, dansçılar bir müzeye giriyorlar. Müzede bir sergi var ve mekân hayli kalabalık. Bir anda müzik giriyor ve herkes saklandığı yerden çıkıyor. Öyle güzel kamufle olmuşlar ki hareket edene kadar anlaşılmıyor orada oldukları. Kimi vücudunu boyayıp bir tablonun önünde duruyor, kimi bir heykel pozu veriyor. Birden dans etmeye başlıyorlar ve gerçekten büyülüyorlar izleyenleri. İzleyenlerden kastım hem sergideki konuklar hem de ben. Dans, müzenin bir salonundan başlıyor diğerlerine doğru ilerliyor. Konuklar öncesinde hareketlenmeden korkup sonrasında merak içinde dansçıların peşinden oda oda gezmeye başlıyorlar. Her odada farklı bir tür dans ediliyor ve dans edenler birbirinden farklı insanlar. Bu sahnenin en sevdiğim sahne olmasının nedenlerinden biri fikrin son derece yaratıcı olması. Alışılagelmiş bir dans filmi sahnesi değil çünkü. Bunun yanı sıra uygulaması da çok başarılı. Müzik geçişleri olsun, hareketlerin birbirinden bağımsız ve karmaşık olmasına rağmen oldukça uyumlu olması olsun izleyicinin ilgisini çekmeyi başarıyor ve herkesi ekrana kilitliyor. Diyeceğim odur ki, izlemeyen mutlaka izlesin, izleyen de hatırım varsa bir daha izlesin. Ben defalarca izledim, kesinlikle baymıyor . Beril Alyüz YAŞAMIMIZIN İZDÜŞÜMÜ: HAFIZAMIZ Anılarımızı hafızamıza kaydetme ve hatırlayabilme özelliğimizin değerini hafife aldığımızı düşünürüm. Anılar ve hatırlayabilme özelliği bizim için hayati değere sahiptir bana göre. Çünkü neredeyse hayatımızın her gününde yeni birileriyle tanışırız ya da bizim düşünme şeklimizi değiştirecek yeni şeyler öğreniriz. Dilediğimiz anıyı unutma özelliğine sahip olduğumuzu düşünelim. Şimdi bazılarınız şöyle diyebilirsiniz: “Çoğumuzun istenmeyen anılarımızı unutmayı tercih etmesi o kadar da kötü bir yaklaşım değil.” Bu fikir ben dahil çoğumuza cazip gelebilir fakat bence böyle bir şey istemeden önce sormamız gereken şu olmalı: “ İlk başta unutmayı tercih etmeli miyiz ve tercih edersek bu bizim karakterimizi nasıl etkiler?” İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız tüm anılar bizi biz yapmıyor mu? Eğer biz istenmeyen anıları cımbızla ayıklamaya kalkarsak inanıyorum ki karakterimizden çok şey eksilir. Çünkü bence kötü anılarımızın karakterimiz üzerinde oluşturduğu etki iyi anılarınkinden çok daha fazladır ve düşmeden insanların gerçek yüzünü tam olarak tanıyamayız ve kalkıp daha yükseğe tırmanma başarısını gösteremeyiz. Şimdi ise hatırlamamanın bizim için bir seçim değil de bir zorunluluk olduğunu, sadece seçtiğimiz anıları değil de hiçbirini hatırlayamadığımızı hayal edelim. Geçenlerde bir bilim dergisinde kedilerin uzun süre görmedikleri akrabalarını hatırlayamadıklarını okumuştum. Aynı durumun bizim için geçerli olduğunu düşünsenize! Hatırlayabilme yeteneğidir ki bizim diğer canlılarınkine kıyasla çok daha karmaşık toplum oluşturmamızı mümkün kılan. Bana göre medeniyet dediğimiz kavram insanların beraber yaşayabilme ve birbirlerini anlayıp hatırlayabilme özellikleri sayesinde kurulmuştur. İlerleme için sadece beraber yaşayabilme, birbirine uyum sağlayabilme yetmiyor bunun yanında beraber yaşayanların birbirinin isteklerini kavrayabilme ve bu istekleri göz önünde bulundurarak ortak bir karara varabilme özelliğini bulundurmaları gerekiyor bence. Şimdi bırakın bu istekler doğrultusunda karar alabilmeyi, bu istekleri bile hatırlayamadığımızı hayal edelim. Birbirimizle hâlâ iletişim kurabilirdik, karşımızdakilerin isteklerini anlayabilirdik fakat aramızdaki iletişim asla amacına hizmet edemezdi. Memento filmindeki karakterimiz Leonard için durum biraz daha farklı. O, hayatının belli bir kısmına kadar her şeyi hatırlayabiliyor fakat kafasına aldığı darbe sonucu hayatının geri kalanında yeni anılar edinemiyor. Tüm yaşadıklarını bir ya da iki dakika içerisinde unutuyor. Unutmamak için ise kendine fotoğraflı kısa notlar hazırlıyor, eğer edindiği bilgi çok 1 Beril Alyüz önemliyse bu bilgiyi dövme yaptırarak bir daha kaybetmemek üzere not alıyor. Şimdi “Ne talihsiz bir adammış! Fakat hatırlayamaması yaşamını sürdürmesi için bir engel değil.” diye düşünebiliriz. Bu tabii ki de doğru ancak Leonard’ın kazadan sonraki hayatı için bir yaşama amacı var ve bu amacı gerçekleştirene kadar durmamaya yemin etmiş. Amacı ise kendisini bu hale getiren ve eşine tecavüz edip onu öldüren adamdan intikam almak. Durumunun, amacına ulaşması yolunda büyük bir engel olduğunu anlamışsınızdır. Hatırlayamamanın seçim olmaktan çıkıp bir zorunluluk, sizin bir parçanız hâline geldiğini hayal edip kendinizi Leonard’ın yerine koyun. Düşünün o gün sizi mutlu eden bir haber alıyorsunuz ama aslında bu sizin için önemli bile değil çünkü zaten hemen unutacaksınız. Aynı şekilde başınıza kötü bir şey geldi, biri size kötü bir şeyler söyledi, yine önemli değil. Durumunuzdan haberdar olanların sizi nasıl kullanabileceğini ama sizin hala bir şey hatırlayamayacağınızı hayal etmeye çalışın. Durumunuzun sizi kendi hareketleriniz ve davranışlarınız üzerinde bile ne kadar pasivize edebileceğini anlamışsınızdır. Bu durumda bırakın başkalarını ikna edebilmeyi kendi hareketlerimizin haklılığı ve doğruluğunu sorgulamaya başlarız bence. Sağlıklı bir şekilde işlerken bile insan hafızası yanıltıcı olabilirken Leonard’ın durumuyla hafızası onu kendisini kullanmak isteyenlere karşı korunmasız bırakıyor malesef. Bana sorarsanız hafıza, insanoğluna verilen en büyük hediyelerden bir tanesi, üstüne üstlük bilgiye sahip olmanın güçlü olmak ile aynı anlama geldiği çağımızda önemi daha da belirginleşiyor. Önemli olan bize yararlı bir şey katabileceklere hafızamızda yer vermek ve diğer insanlara hafızalarında tutabilmeleri için yararlı şeyler sağlayabilmek. Bahsettiklerimin sizin hafızanızda yer edinebilmesi dileğiyle sevgili dostlarım. KAYNAKÇA Memento. Dir. Christopher. Perf. Guy Pearce, Carrie-Anne Moss. Jennifer Todd & Suzanne Todd, 2000. DVD. Web. 2 ARAMAK, AMA NEYİ ? Gün boyunca birçok kere “aramak” kavramını hayatımızda kullanırız. Kimi zaman bir sevdiğimizi, dostumuzu veya ahbabımızı telefonla arar halini hatırını sorar, kimi zaman ise kaybettiğimiz bir eşyamızı bulmak için kullanırız bu kavramı. Ancak her defasında ulaşmak istediğimiz sonuç aynıdır; aklımızdaki soru işaretlerini gidermek. Peki yaşantımızda bu kadar yer kaplayan bir kavramı ne kadar doğru kullanıyoruz? Onca şeyi ararken asıl aramamız gereken şeyi kaçırıyor olabilir miyiz ? Geçenlerde Stefan ZWEIG’in kaleme aldığı “ Olağanüstü Bir Gece” adlı öykü kitabını okudum. Karşıma çıkan duygu hali beni kendi içimde epeyce bir sorgulamaya itti, düşüncelere daldırdı ve hatta kimi zamansa çıkmazlara sürükledi. Ben kendimi ne kadar biliyorum? Onca şey ararken hayatımda, kendimi aramayı unutmuş olabilir miydim? Kişinin değeri nedir, aradığı şeydir demiş Mevlana Celalettin Rumi. “Eğer bir can konağı arıyorsan, sen cansın; eğer bir lokma ekmek peşinden koşuyorsan, sen bir ekmeksin” diyerek bahsetmiş bir şiirinde. Ne kadar da doğru söylemiş, aslında hepimizi bir bütün yapan şey aradıklarımızdır. Bizi biz yapan olay, içimizdeki bu keşif duygusudur. Hal böyle olunca, aramanın insan için önemi daha da bir artıyor. Eğer bizler aradığımız şeysek, neden hala başka cevaplar peşinde koşuyor ve asıl öğrenmemiz gereken yanıtı erteliyoruz ki? Kendimizi aramaya başlamalıyız. Benliğimizi en ince ayrıntısına kadar keşfetmeliyiz. Sorular sormalıyız sürekli kendimize; ne istiyoruz bu hayattan, bizi neler mutlu ediyor, hangi eylemi gerçekleştirdiğimizde gönül bahçemizi ferahlık kaplıyor. Bütün bunların cevaplarında saklı aslında tüm benliğimiz. Yıllardır içimizde var olan bu benlikler, bizlerin onları gün yüzüne çıkarmamızı bekliyorlar heyecanla. Çünkü biz aradıklarımızla benliğimizi bulur ve benliklerimiz ise yanıtlarımızla vücut bulurlar. Kolay mıdır peki öyle insanın kendini hemen keşfetmesi? Üç beş cevaba bulur mu insan kendi benliğini? Yalnızca yarım saat içinde cevapladığı bu sorular, insanın kendisini tanımasına yeterli mi? Elli üç yıl kendi kendimi aradım da bulamadım diyor Aşık Veysel. Günler mi yetersiz gelir insanın kendi kendini tanımasına, yoksa aylar az mı kalır bu zorlu arayışta . Zaten şu yaşımıza kadar içimizde yavaş yavaş biriken ve hala birikmeye devam eden onca duygu ve his var. Bütün bunları kısa bir sürede analiz edip, kendimizi doğru bir şekilde keşfetmek çok zor ve eksik kalmış olurdu. Sanki hayatımızın üçte birini keşfetmiş de onu geri kalan üçte ikisiyle bütünleştiriyormuşuz gibi. Halbuki onca farklı an yaşanmış, farklı mutluluklar hissedilmiş ve farklı hüzünler gelip geçmiştir bu hayat gemimizden. Kimi zaman güneşli ve berrak günlerle, kimi zamansa keskin ve amansız fırtınalarla karşılaşmışızdır. Ancak hepsinden farklı boyutlarda etkilenerek gelmişizdir bu günlere. Demek istediğim, yaşanılan çok olay var ve her birinin incelenmesi, araştırılması gerekiyor. Aramalıyız, aramalıyız ve yeniden aramalıyız. Yılmadan, usanmadan, tükenmeden aramalıyız kendimizi. Kesin bir cevap beklemek mümkün mü bilemiyorum, ama yine de sürdürmeliyiz benliğimizin arayışını. Zaman geçiyor, arkasında bıraktığı izlere aldırmadan silip süpürüyor her şeyi. Bir bakmışız aylarımız gün, yıllarımız ay gibi görünmeye başlamış gözümüze. Dönüp bakınca arkamıza, bizi üzüp yıpratanlardan çok, mutluluğa ve huzura erdiren şeyleri görmek istiyoruz. Bu mutluluğu görebilmek için bizi neyin mutlu ettiğini öğrenmeliyiz. Kendimizi soruşturmalıyız, araştırmalıyız. Bize huzur veren şeyler neler? Bolca yapalım. Ne gibi şeyler kendimizi kötü hissetmemizi sağlıyor? Olabildiğince uzaklaştıralım hayatımızdan. Hem geçmişimiz hem de geleceğimiz için araştıralım kendimizi. Arayalım, arayalım, arayalım. Ta ki kendimizi keşfettiğimizi zannedip, sonrasında aslında yetersiz kaldığını görüp, yeniden aramaya başlayana kadar. KAYNAKÇA “Hz Mevlana Şiiri - Mevlana Celaleddin Rumi.” Kültür Sanat Edebiyat Şiir, www.antoloji.com/hz-mevlana-11-siiri/. Zweig, Stefan. Bir Çöküşün Öyküsü. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017. 8. Baskı Hissetmek “Eninden boyundan çekti sanki İstanbul.” Ne diyeyim, anlamadım. Ölümden bahsettiğini anladım, daha sonra Hrant Dink’ten bahsettiğini anladım, daha sonra adını hatırlamadığım - Zeugma mıydı- suyun altında kalmış bir köyden bahsettiğini anladım… Ama bu cümlede ne demek istediğini anlamadım. Buna rağmen veya bunla alakasız ama büyük ihtimalle bu sayede en sevdiğim cümle oldu. Anlamayı sevmem çünkü sanat eserlerini. Tıpkı ölüm gibi, sanat eserleri de anlaşılmadan ne kadar hissettirebilirse, o kadar değerlidir ve anlaşıldıkça büyüsünü kaybeder. Çok emin değilim ama yazarlar da, anlaşılmak için yazmazlar bence, en güzel eserlerini. Hissettikleri için yazarlar ve mantık duygularda hiç rol oynamaz, hatta mantık azaltır bile duyguları. Mantık işin içine girdikçe, teknik işin içine girdikçe tekdüzeleşir yazılanlar. Oysa - duyguların hissedilme şekillerinin, hissedilme yoğunluklarının, mekânın, zamanın vb. birleşimi sadece bireye özgü duygular yaratacağından- yalnızca hissettiklerinin yazdırdıklarını yazdığında, yazar, yazı, sadece ona ait olur. Okurlar o yazıyı anlamasalar da -anlamadıkları için belki de- tam olarak yazarın hissettiklerini hissedebilirler. Düşünmemek lazım demiyorum tabii ki. İnsanların daha güzel şeyler hissedebileceği, acının hüznün ve çaresizliğin yerini, sevincin, huzurun ve umudun aldığı bir dünya yaratmak için düşünmek lazım. İnsanlara bu olası dünyayı anlatabilmek için düşünmek lazım. Daha güzel bir dünyaya yalnızca hissederek ve hissettiklerimizi aktararak ulaşılmaz. Lâkin elimizde olan dünya bu, elimizde olan duygular bunlar, şimdilik ve dünya en acımasız haliyle bile yaşamaya değer. Bu yüzden daha güzel bir dünya için kurduğumuz hayaller uğruna tekniğe boğulmak yerine, biraz da hissetmeye zaman ayırmalıyız. Mutlu kavuşmaları, hüzünlü hatıraları, kaybedişleri, zaferleri, renkleri, kokuları, sesleri hissetmeliyiz biraz da. Nasıl ki, yolda yürürken, yalnızca varacağımız ofise gitmenin en kısa yolunu düşünmek ve yolun üzerinde gördüğümüz kirpinin tatlılığına gülümsememek, görünmez kuşların tükenmez ötüşlerini dinlememek, bir anda burnumuza çalınan çiçek kokularıyla gözlerimizi kapatmamak hayatın değerini bilmemektir, şiirleri yalnızca kafiyeleri ve uyaklarıyla değerlendirmek, hikâyeleri yalnızca sözcükleri ve boşluklarıyla okumak, romanlarda yalnızca alınacak bir sosyal mesaj aramak da edebiyatı yeterince sindirememektir. Edebiyat insanlara yeni hayatların yollarını gösterir, yeni duyguları anlatır, farklı kültürleri, farklı insanları öğretir. Fakat aynı zamanda edebiyat insana mevcut hayatın sevinçlerini, acılarını, umutlarını, çaresizliklerini hissettirir ve bu hissediş hayattaki en değerli şeydir. Ölüm de tıpkı sanat dalları gibi -hatta onlardan daha kesin bir şekilde- düşünmenin, anlamaya çalışmanın gereksiz, korkunç ve hatta tehlikeli olduğu bir kavram. İnsan öleceğini bilmeli, bunun farkına varmış olmalı. Bir noktadan sonra elde edeceği hiçbir şeyin kendisiyle kalmayacağını idrak etmeli. Ancak insan, tam bu noktada bırakmalı ölümü düşünmeyi zira hangi inanışa sahip olursa olsun ölümün özellikleri hakkında düşünmeye başlayınca garip bir karanlığın içinde kaybolur. O karanlık ki insanın aklına gelebilecek bütün güzellikleri sonsuz bir boşluk misali soğurur. Ölüm insana hayatın anlamsızlığını öğretir, usta bir siyasetçi edasıyla, dünyanın sanal bir şey olduğunu, gerçekleri anlayacağımız farklı bir dünya olacaksa bile bugün hissettiğimiz şeylerin orada hiçbir anlamının olmayacağını zorla sokar insanın yüreğine. Hâlbuki, şu an, gerçekliğinden emin olduğumuz tek dünya ayaklarımızın altındayken, hissedebileceğimiz her şey önümüzde bir zaman sicimi hâlinde sıralıyken, öğrenebileceğimiz bütün gerçekler parmaklarımızın ucundayken, boşluğu veya bütün gerçeklerin aslına ulaşacağımız o dünyayı tasavvur etmek gereksiz, korkunç ve tehlikeli. Edebiyatı, genel olarak sanatı, hayatı ve ölümü düşünmeli insan belki bir süre fakat kısa bir süre. Zira insan düşünerek hayatta kalır ve hissederek canlılığın değerini kavrar. Hele ölüm… İnsan ancak, ölümü hissettiği fakat düşünmediği zaman gerçekten yaşar. Kaynakça: Karakaşlı, Karin. Yetersiz Bakiye. Can Yayınevi. 2015 Yağmur Altıntığ DOSTUNUZU YEMEK İSTER MİYDİNİZ? Jonathan Safran Foer’ın “Hayvan Yemek” adlı kitabı küçüklüğümden beri sorgulamaya çalıştığım fakat çevrem tarafından bastırılmış olan düşüncelerimi geç de olsa gün yüzüne çıkardı ve adından da anlaşılacağı üzere hayvanları yemek düşüncesini bana tekrar sorgulattı. Hayatımızı devam ettirmemiz için aslında gerekli olmayan ve hatta bioyararlanım olarak çok daha fazla insan organizmasına uygun ve çeşitli alternatiflerde bitkisel kaynaklar varken, büyüklerimiz tarafından durmadan söylenen “sütte kalsiyum var bol bol iç boyun uzasın, ette protein var kas yapar güçlenirsin’’ gibi cümleler yüzünden bu besinleri tüketmemiz gerektiğini küçük yaştan itibaren beynimize entegre ettiler ve bana göre aslında çok da insancıl olmayan bu olayı normalleştirdiler. Type to enter text http://vegan-art.tumblr.com Kitabı bitirdikten sonra internete ne zaman girsem kendimi vejetaryenlik veya veganlıkla ilgili yazılar okurken buldum ve böylelikle bu güzel dünyayı da deneyimlemeye karar verdim. Evet, bu yaşam tarzlarını insanlar kendileri seçiyorlar. Peki aslında et yemek bizim için içgüdüsel bir dürtü mü, yoksa sonradan kazanılan bir alışkanlık mı? Yine internette gezinirken, önüne konan tabaktaki eti yemeyi reddeden çünkü onların eskiden canlı olduğunu yeni öğrenen çocukların aileleriyle olan dialoglarını içeren videolarla karşılaştım ve bu da bir önceki soruma cevap olabilir nitelikte bence. Evet, biz bu şekilde doğmadık, bu şekilde yetiştirildik. Bunların hepsi alışkanlıklarımızdan ibaret. Bize öğretilen, sınai çiftliklerde yetiştirilen o hayvanların amacının bizi doyurmak olması ve bu da, onların öldürülmesini kabul edilebilir yapıyor. Ordaki çocukların ağlayarak verdiği bu tepkinin neden yaşımız ilerledikçe kaybolduğunu ve etin neden hayatımızın büyük bir parçası haline geldiğini sorgulamaya başladım. Cevap aslında çok basit: kültür. Her kültürün farklı bir hikayesi var. Bazı ülkelerde inek kutsaldır ama köpeği yiyebilirsin, bazı ülkelerde inek ve domuz yiyebilirsin ama köpeği yemen doğru değildir. Bazı yerlerde de hepsini yemek normal karşılanır. Peki alışık olduğumuz kültürde neden köpekler yere göğe sığdırılamıyor ve onları “insanların en iyi arkadaşı” olarak tanımlıyoruz? Hatta bununla da kalmayıp onlara karşı uygulanan olası bir şiddet veya tacize karşı kanun bile çıkarmışken aynı şey neden inek veya tavuk için geçerli değil? Ben bütün hayvanların gözünün içine baktığımda fark olmaksızın yaşamak isteyen bir canlı, bir arkadaş, bir ruh görüyorum. Hangi hayvanı yiyip hangisiyle oynaması gerektiğini ilkokul çağında bir çocuk bilemez ve bence eğer çocuk, köpek ve inekle aynı odaya konursa ikisiyle de oynama girişiminde bulunur. Bizim kafamıza küçüklüğümüzden beri sokulan, değiştirilmesi söz konusu bile olmayan ‘’onu besle-onu ye’’ düşüncesi yüzünden ironik bir haldeyiz bence. Diyelim ki arkadaşlarınızla sokakta yürüyorsunuz ve aniden bir ses duydunuz, arkanızı dönüp baktığınızda da bir adamın köpeğe şiddet uyguladığını ve köpeğin var gücüyle bağırdığını fakat kaçamadığını görüyorsunuz, ne yapardınız? Müdahale etmeye, durdurmaya, çevreden yardım istemeye çalışırdınız büyük ihtimalle. Peki aynı senaryoda köpeğin yerinde inek veya tavuk olsaydı? -çünkü adam sonrasında onu yemeyi planlıyor- bu onu kabul edilebilir yapar mıydı? İşte sorun, bu olayların hepsinin kapalı kapılar ardında gerçekleşmesiyle ve önümüze çıkan, et fabrikalarının içinden çekilen videoları izlemeyi reddetmemizle -diğer bir deyişle yaptığımız şey at gözlüğü takmak- başlıyor ve ne olup bittiği hakkındaki farkındalığımız neredeyse hiç yok. Dolayısıyla bu olayların devamlılığını engelleyebilmek için yeterli tepkiyi maalesef toplayamıyoruz. Bunlara karşı olan kayıtsızlığımız, tepkisizliğimiz de bir tepki aslında. Deri ceket giyerken veya et yerken o canlıların öldürülmesindeki etkimizi farkında değiliz. Para vererek biz de bu sürece inanılmaz bir katkı sağlıyoruz ve hala izlemeye dayanamadığımız görüntülerdeki ürünleri tüketmeye inatla devam ediyoruz. Hepimiz yaşamak istiyoruz, her canlının içinde yaşama arzusu var, ki bu da beraberinde eşitliği getiriyor. Aynı zamanda da hepimizin içinde acıdan kaçma içgüdüsü var. Çevresinde olup biteni gözlere sahip olan her canlı algılayabilir, farkındalık denen şey bizde olduğu kadar hayvanlarda da var. Bizim kadar uçlarda yaşamıyor olabilirler duygularını fakat mutluluktan tutun korkuya kadar her hissi tadabiliyorlar. Onların da özgürce yaşamaya hakları var, fabrika içinde gün yüzü görmeden sabahtan akşama kadar makinalara bağlı ve sınırlı hareket edebildikleri bir alanda korku dolu ve amaçsız bir şekilde yaşıyor olmaları bana insanlığın ne kadar acımasız bir ırk olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. Gözlerimizi bu gerçeklere kapatıyor olmamız onların bu süreç boyunca çektiği acıyı yok etmez. Gerçekten tavukların yumurta, ineklerin de süt makinaları olarak görülmediği bir dünyada yaşayabilmeyi dilerdim. Protein de dahil olmak üzere bütün vitaminler sebze ve meyvelerden karşılanabiliyorken hayatımızda sınai çiftliklerin hala bu kadar fazla ve etkin yer alıyor olması gerçekten üzücü. Sonuçta kimse inkar edemez ki insanoğlu fazlasıyla zeki. Evet, bu zekanın çoğunu gereksiz veya kötü şeylere harcıyor olabiliriz ama istediğimizde yapamadığımız neredeyse hiçbir şey yok ve bu fabrikalardan çıkan ürünlerin yerini kolaylıkla doldurabilecek ve belki de daha bizler için bile iyi olabilecek şeylerin üretilebileceğine inanıyorum. Hiçbir canlı acıyı tatmak istemez ve zorunda olmadığımız halde onlara bunu yaşatıyor olmanın mantıklı hiçbir yanı yok. Belki de dile getirdiğim düşünceler ve isteklerim fazla ütopik ama bence olması gerekenler bunlar. Bir takım şeyleri sorgulamaya başlamamız gerektiğini düşünüyorum ve bence işe bize aktarılan o kalıp bilgilerden başlayabiliriz. Bakış açımızı değiştirirsek eğer hikayeyi de değiştiririz ve unutmamalıyız ki bu hikayenin içerisinde sadece insanoğlu değil, bir sürü canlı var. Kaynakça: “Çocukların hayvan yemek istemediklerine kanıt olan 8 video” Peta. t.y. Web. 2 Ekim 2016. http://www.petakids.com/videos/proof-kids-dont-want-to-eat-animals/ ANARŞİNİN ÇOCUKLARI Her şeyden önce bu kitabı anlamak için anarşizmin bir tanımını yapmamız gerekir. Anarşizmi temel tanımını ele alacak olursak; devletsiz toplumu savunan, her türlü devlet otoritesini reddeden bir siyasi ideolojidir. Anarşizme sempati duyan bir Fransız yazar, 1890'da, “Anarşizm hayli güçlü bir koruyucu zırha sahip; tıpkı bir kitabın sayfaları gibi, kendi can düşmanlarından daha da yıkıcı olanların eylemleri de dahil olmak üzere, her şeye karşın varlığını sürdürüyor” diye yazıyor. 1 Yıllar boyunca bu eylemler gibi, tarihi çok derinden etkileyen pek çok anarşist düşünce ve hareket oldu. Bu hareketler bazen haklı nedenlerden dolayı ortaya çıksa da bana göre anarşist eylemler hep yıkım ile sonuçlanmıştır. Bunun nedeni ise devletleri ve kurumları hedef alan, onların yaptırımlarından hoşlanmayan bir grup insanın ayaklanması ve bunun sonucunda birçok kişinin hayatına ve maddi kayıplara mal olmasıdır. Anarşist eylemlerin artış gösterdiği 20. yüzyılda en önemli figürlerden biri olan Emma Goldman'ın hayatını anlatıldığı Joanna Higgins'in Anarşist adlı kitabında Amerika'daki anarşizm hareketlerinin o yıllarda nelere neden olduğunu görebiliyoruz. Yaşadığı dönemde birçok insanın hayatını kaybetmesine sebep olan patlamaların merkezinde Emma Goldman olması ve her ne kadar kendi düşüncelerini çoğunluğun iyiliği için olduğunu düşünse de aslında bu insanların ölümünde parmağı olmasından dolayı bana göre bir canavardır. 6 Eylül 1901'de kendisi gibi Slav asıllı ve Emma Goldman'ın büyük bir hayranı olan Leon Czolgosz'un dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı William McKinley'e yaptığı suikastte bile etkisinin olması bunu kanıtlıyor. Anarşizmin ise dünyanın en güçlü ülkesinde bile ne kadar etkili olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye'de anarşizmin etkilerine örnek verecek olursak; her yıl bir ritüel haline gelen ''1 Mayıs Eylemleri''nde ortaya çıkan anarşist provakatörlerin, haklarını savunduklarını iddia ettikleri emekçi halkın dükkanlarını yakması , emekçi işçilerin döşediği kaldırım taşlarını söküp yine emekçi olan polis memurlarına atmalarını görebiliriz. Karşı olduklarını iddia ettikleri devlet yapılanmasını yıkmak için ''Zafere ulaşmak için her yol mübahtır,'' mantığıyla hareket eden anarşistler bu yolda çirkinleşmekten çekinmemişlerdir. Örneğin, Gezi Parkı Eylemleri her ne kadar anarşist bir eylem olarak başlamamış olsa da devamındaki eylemleri yöneten anarşist provakatörler hem kendi arkadaşlarının hem de polislerimizin ölümüne sebep olmuşlardır. Nasyonel anarşizm kolunu ele alacak olursak karşımıza milliyetçi ve anarşist ideolojilerin karışımı bir siyasi düşünce çıkar. Türkiye'yi 30'u aşkın yıldır tehdit eden ve her ne kadar amaçlarını Kürt devleti kurmak olarak lanse etseler de gerçek amaçlarının Türk devletini yıkmak oldukları aşikâr olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi)'yı ise bu nasyonel anarşist gruplardan biri olarak niteleyebiliriz. Anarşist eylemlerine örnek verecek olursak 1993 yılında Kemaliye'ye bağlı Başbağlar Köyü'nde yaptıkları sivil katliamı örnek olarak gösterebiliriz. Bu örnek kendilerini özgürlük savaşçıları olarak nitelendiren bu örgütün aslında direk devlet otoritesine karşı sivil halka bile katliam yapabileceklerini gösterir çünkü anarşist düşünce hedefine ulaşmak için sivil, asker, kadın veya çocuk dinlememeyi kendisine esas edinmiştir. Anarşist eylemlerin bireysel özgürlük adında hükümetlerin devrilmesine neden olması bu eylemlerin ne kadar güçlü bir etkisi olduğunu bize gösteriyor. Çarlık Rusya'nın yıkılmasına neden olan etki ise Bolşeviklere verdikleri destekti. Kişisel özgürlük fikrinin şemsiyesi altında hapishaneler, ateizm, ifade özgürlüğü, doğum kontrolü, militarizm, kapitalizm, evlilik, aşk, eşcinsellik gibi konularda yavaş yavaş söz sahibi olmaya başladılar. Bunun nedeni ise devletlerin anarşistlerden korkmasıydı.En insancıl anarşizm konu olarak niteleyebileceğimiz pasif anarşizm, temelinde şiddet hareketlerine karşı çıkar. Bu fikrin en büyük savunucularından birine Leo Tolstoy'u örnek olarak verebiliriz. Bu fikir adamı pasif anarşizm düşüncesini dinle yoğurmuştur. Tolstoy'un “Tanrının egemenliği içimizde,”2 sözünü pasif anarşizmin dinle yoğrulmuş haline örnek verebiliriz. Her ne kadar dünyayı etkileyen önemli felsefelerden biri olsa da çoğu devletin anayasasında bulunan eylem yapma hakkını can ve mal kaybı olacak şekilde sonuçlandırmaları anarşizmin dünya genelinde kabul edilebilir bir felsefe olmadığını bize gösteriyor. Türk kültürüne adapte etmeye çalışacak olursak başarısız olacağımız aşikârdır. Bunun nedeni ise Türk devlet geleniğidir. Türkler tarih sahnesine çıktıklarından beri her zaman kendi devletlerini kurmuşlardır. Buna kanıt olarak cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 büyük Türk devletini gösterebiliriz. Sonuç olarak Türkler anarşizme karşı devlet otoritelerini çok iyi yapılandırmıştır. Anarşizm ne Türkiye'de ne de dünyada hiçbir zaman başarıya ulaşacak bir ideoloji değildir. Kaynakça: 1. Octave Mirbeau, aktaran James Joll, "The Anarchists", s. 145-6. 2. Lev Nikolayeviç Tolstoy, “Tanrının Egemenliği İçinizdedir,” Kaos Yayınları, 2009 3. Joanna Higgins, “Anarşist”, Kalkedon Yayınları, 2016 Turk-102 Simge Aydın Melekler Şehri ve Duygular “Bir gökdelenden düştüğü halde yaşamaya yeni başlayan, ağzının kenarından akan kanı görünce mutlu olan ya da ölümsüz bir hayatı noktalayıp, ölümlü olmayı seçen birisini tanıdınız mı?”(Ahmet B. 2012) Melekler Şehri ilginç konusuyla en sevdiğim romantik filmlerden birisidir. Daha önce hiç tat almamış̧ birisine bir meyvenin nasıl bir tadı olduğunu anlatmak neredeyse imkânsızdır. Korkuyu, mutluluğu, hatta aşkı hiç hissetmemiş̧ birine bunları tarif edemezsiniz. Ölümsüzlüğünü feda edebilirse tüm bu duyulara ve gerçek aşkına kavuşacak olan bir melek hakkındaydı film. Filmi yıllar önce annemin önermesiyle izlemiştim. Eğer siz de izlediyseniz bu kadar çok sevmemin nedenini anlayacaksınızdır büyük ihtimal. Artık böyle romantik filmler yapılmıyor maalesef. Duyguları sonuna kadar yaşatan, hikâyeyle kendinizi bağdaştırabilmenizi sağlayan pek fazla film kalmadı. O yüzden Melekler Şehri benim için türünün son örneği. Her izlediğimde daha çok etkilendiğim bu filmde en çok aklımda kalan sahne armudun tadının anlatıldığı sahneydi. İlk izlediğimde filmi durdurup bir süre düşünmüştüm. Gerçekten zor değil mi hiç bilmeyen birine bunu anlatmak? Meg Ryan o sahnede çok beğendiğim şu tanımı yapmıştı; “Tatlı, sulu, dilimin üstünde yumuşak taneli, tıpkı ağzında eriyen şekerli kum taneleri gibi”. Aklıma hiç gelmezdi armuda kum taneleri gibi bir benzetme yapmak. Gerçekten de sanki armudun tadına bakmışsınız gibi bir his yaratıyor içinizde. Bazen her gün kullandığımız kelimelerin anlamlarını küçük bir çocuk bize sorduğunda anlatmakta zorluk çekeriz çünkü tanım yapmak herkesin bildiği şeyler üzerine olunca zor olur. Küçük iki kardeşim olduğu için bu durumu sıkça yaşarım. Betimlemeyi bilmek bu nedenle çok önemlidir. Betimleme hakkında düşünürken aklıma başka sorular takıldı. Mesela doğuştan kör birine bir renk nasıl anlatılır ki? Geçenlerde internette bir videoya rastladım. Videoda kör bir adam renklerden bahsediyordu. Hiçbir zaman renkleri tam olarak anlamadığını anlatıyordu. Bir yandan bu durum bana üzücü gelse de hiç kimse daha önce görmediği bir rengin yokluğunu hissetmez diye düşünüyordum. Filmde ise bu durum böyle değil. Melekler daha önce hissetmedikleri şeyleri merak ediyorlar. Merak duygusu değil midir zaten bizim hayatımızı yönlendiren? Kimi zaman doğru kimi zamansa yanlış seçeneklere yönlendirir bizi bu karşı konulamaz duygu. Benim düşünceme göre merak (aşırı olmadığı sürece) insanı ileriye götüren bir şeydir. Merak sayesinde bu kadar gelişti insanlık. Yeni bir şey öğrenmenin önünü açar bu duygu. Ama aşırısı ise aptallıktır. Ateşin elini yakıp yakmayacağını merak etmek gibi. Sonuçlarına katlanmak gerekir. Filmdeki meleğin merakının hangisi olduğunu siz izlediğinizde karar verirsiniz. Filmin asıl konusu aşk için yapılan fedakârlıktı. Sevdiğin birisi için fedakârlık yapmak hiç zor değildir bana kalırsa. Çünkü yaşamak sevdiklerin mutlu olunca güzeldir. Onlar için yapabileceğin her türlü fedakârlık, ne kadar zor olsa dahi, uzun vadede kendini de mutlu eder. Bir örnek düşünecek olursak, ilk aklıma âşık olduğu kişi mutlu olsun diye ona başkasını ayarlayan biri geliyor. İlk bakıldığında büyük bir fedakârlık gibi gözükse de bu fedakârlığı yapan kişi ilerde mutlu olacaktır sevdiğini mutlu ettiği için. Bu sebeple sevdiklerinizi ne pahasına olursa olsun mutlu etmek lazım. Eninde sonunda mutluluk sizi de bulacaktır bu sayede. Kısacası Melekler Şehri mutluluğa, üzüntüye, aşka, meraka her türlü duyguya değinmiş acıklı ama bir o kadarda düşündürücü bir film. Hayata yeni bir bakış açısından bakmayı bir meyve yerken bile anın tadını çıkarmanızı sağlıyor. İzlemediyseniz en kısa zamanda izlemenizi tavsiye ederim. Kaynakça: Ahmet B. . “Melekler Şehri (City of Angels)”. Filmloverss. 24 Eylül 2012. Web. 01 Mart 2017. Silberling, Brad, yönetmen. Melekler şehri. Nicholas Cage, Meg Ryan, oyuncu.1998.Film. BİR MİLLET, BİR TOPLULUK MESELESİ Her insan sorumluluk sahibidir ve yapması gereken birçok şey vardır. Bunlar hakkında bilinçli ve haberdardır. Bu sorumluluklardan bazıları bir topluluğun tamamını kapsar, o toplumdaki herkese düşen ayrı bir sorumluluk vardır ve kişilerin kendi üzerlerine düşen görevi yapmaları gerekir. Millî bir görevdir bu sorumluluklardan biri; bedeli ne olursa olsun ele vermemektir ve direnmektir, toplumun tamamını etkileyen bir tehdide karşı. Millî iradeyle hareket etmektir, durumu ne olursa olsun boyun eğmemektir düşmana, “Kuvây-i Millîye Destanı”nda anlatılan Kurtuluş Savaşı’nda ki Türk halkı gibi olmaktır. “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır” dizeleriyle başlar ve biter Kuvây-i Milliye Destanı. Onlar Türklerdir, vatanları düşman askerlerinin elindeyken, emperyalizm karşısında savaşan, bunu bir başkası için değil kendileri için yapan insanlardır. Onlar bağımsızlık savaşının öncü gücünü temsil ederler. Onlar “Karayılan”dır, “Kambur Kerim”dir, onlar herkestir. Eşi benzeri görülmemiş belki de görülmeyecek milliyetçi Türk halkını konu almıştır Nâzım Hikmet, bir savaş eşiğinde olan. Zorlu bir savaşın destanı, Kurtuluş Savaşı’nın destanıdır bu. Yılan bile hangi deliğe girerse girsin kaçamayacaktır bu savaştan, tek yol savaşmaktır, direnmektir, halk bilincindedir bunun, kaçmanın korkmak anlamına geldiğini anlamıştır ve “Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.” sözünü benimsemiştir. Küçüğü büyüğü demeden herkesin bir görevidir bu, gerek kadınların, gerek on dört yaşında şehit olmuş “Kerim” gibi çocukların. Seviye veya sınıf farkı gözetmez bu görev, hâkiminden tut çiftçisine kadar herkesi ilgilendirir ve eserinde Nâzım Hikmet özellikle kahramanlarının seviyelerine vurgu yapar. Bu ulusal bağımsızlık mücadelesi sürecinde kişilerin sınıfsal konumlarına yapılan vurgu, Nâzım Hikmet’in halkçılık ile ulusalcılık arasındaki ilişkiyi, yani savaş esnasındaki bu sivil direniş örgütündeki herkesin ne olursa olsun aynı sorumluluğu paylaştığı için aynı düzeyde olduğunu gösterir. Sivil direniş örgütü deyip geçilmez aynı zamanda bu örgüt, ne düşmanları ne orduları devirmiştir; çünkü bilir, bir milletin ilk görevi kimseye boyun eğmemektir. Bunun için elinden ne geliyorsa yapmak ve ülkesini ele vermemektir. Kuvay-i Milliye Destanı, baplardan yani bölümlerden oluşur ve bu bölümlerin ortak bir amacı vardır. Bu amaç, halkın savaş boyunca çektiği zorlukları ve acıları diğer insanlara göstermek ve hissettirmektir. İnsanlara hissettirirken onları duygulandırır bu hikayeler. Özellikle de daha küçücük bir çocuk olan “Kerim”in başına gelenler… “Adapazarlıydı Kambur Kerim … 335'te Kerim Eskişehir'e gitti, Mektebe, teyzelerine ve dayısına Dayısı şimendiferde makinistti. Düşman elindeydi Eskişehir. Kerim 14 yaşındaydı, Kamburu yoktu. Dümdüz, fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu… … Usta, ovdu Kerim’i bayıltıncaya kadar. Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. Yirmi gün geçti aradan. Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden Kerim’i kambur çıkardılar.” İşte kahramanlardan birinin başına gelenlerden birini böyle ifade eder yazar. Ülkesi için feda etmiştir küçücük çocuk kendini. Önce kambur, sonra şehit olmuştur; ama bir Türk insanı olduğunu kanıtlamıştır. Aynı zamanda, milleti için hayatı pahasına bu zorlukların üstesinden gelen ve bütün tehditlere karşı koyan Türk ulusunun gücünü göstermiştir Nâzım Hikmet. Onlar “Topraktan öğrenip kitapsız bilendir” der. Haklıdır, birçoğu cahildir çünkü, okuyup değil yaşayıp öğrenmiştir. “Köylü milletin efendisidir.” sözü de buradan geliyordur. O dönemde vatan haini ilan edilmiş olsa bile Nâzım Hikmet, her şeyiyle vatanına ve halkına bağlı olduğunu sanatıyla göstermiştir. Kitabın en büyük etkisi, bir milletin yedi düvele karşı verdiği bu savaşı kitabı her okuduğunuzda bir parçasıymış gibi yaşamanızdır. Siz de o zamanda savaşan Türk halkından biri olursunuz. Bir “Şoför Ahmet” olursunuz, bir “Kartallı Kâzım” olursunuz, hatta bir mavi gözlü sarışın kurt olursunuz; ama kurt deyip geçilmez o, “mavi gözleri çakmak çakmaktır onun ve bıraksalar Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacak bir adamdır o sarışın kurt”. Mustafa Kemal Atatürk’tür o, bu savaşın kahramanlarından biridir. Bir önderdir o, ama bu onun için hiçbir şey ifade etmez; çünkü o da halkın bir parçasıdır. Halkla aynı sorumluluğu üstlenmiştir. Tek amacı, düşmanı ülkesinden atmak ve milletini yaşatmaktır. Ne olursa olsun, bir ulusun ilk ve öncelikli görevi, ülkesine karşı sorumlu olmaktır. HAYATİ BERKE DEMİROĞULLARI 21501699 ÇABUK TÜKENEN SEVDALAR Orhan Veli, yazmış olduğu şiirlerle benim için bütün yazarlar arasında çok özel bir yere sahip olmuştur. Şiirleri hepimizden bir parça taşıyor sanki. Her okuyuşumda sanki ilk defa okuyormuşum gibi zihnimde ve kalbimde yeni düşünceler filizleniyor. Orhan Veli’yi yaşadığı kısa ömüre rağmen daha iyi anlamak, onun aşk kaynağının derinlerine inmek için Nahit Hanım’a yazdığı mektuplardan daha etkileyicisi olamazdı. Kitabı okurken sanki izinsizce, bir aşkın gizliliğini bozmuş gibi sevimli bir huzursuzluğa kapıldım. Birbirinden uzak yaşayan iki aşığın aralarındaki mesafeye rağmen mektuplarla bir arada kalmaları çok etkileyici. Pek çok yürek acıtıcı ifadelere rağmen aşkın önüne engel konulamayacağını görüyoruz. Okurken aralarında geçenleri bir nebze kıskandım çünkü günümüzde bu denli etkileyici bir olay yaşamak pek mümkün değil. Aşk fedakârlık ister ve Orhan Veli, o dönemde yoksul olmasına rağmen sevdiği kadının yanına gidebilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Kendisinden cevap alamadığı anlarda bile ona olan inancından, sevgisinden vazgeçmemiştir. Günümüzde ise pek çok şey için mücadele etmiyoruz ve ellerimizden kayıp gitmesini izliyoruz. Aşk bunlardan biri. Aşk bence insanın en doğal halidir ve aşık olan, önüne çıkan engellerin hepsini aşar. Ancak günümüzde insanlar fiziksel yönden tatmin olmak için aşıkmış gibi davranıyor. Başka bir deyişle aşk, basit bir çıkar ilişkisinden öteye gidemiyor ve bunun en temel sebebi 21.yüzyılın teknolojinin etkisi altında kalmasıdır. İnsanlar teknolojinin zincirlerine vurulmuş bir köle gibi. Her türlü teknolojik çeşitliliğe rağmen günümüzde yaşanan aşkları çabuk tüketebiliyoruz. Birçoğumuz ebeveynlerimizin ya da aile büyüklerimizin aşık olup evlenme hikayelerini elbet dinlemişizdir. Telefon yok, bilgisayar yok, sosyal medya yok, kısaca günümüzde haberleşme için kullanılan organlar o devirlerde yok. Buluşmak için aşılan zorluklar, pastanede beraber bir çay içmek için geçilen yollar bizim için kurgu bir hikâye gibi geliyor. En sonunda dedelerimiz, ninelerimiz birbirlerine kavuşuyorlar ve nihayetinde biz de içimizden “ben olsam bu fedakarlıkları yapabilir miydim?” diye sorguluyoruz. Aslında yapılması gereken tek şey mücadele etmektir. Ancak günümüz aşıkları, sanal ortamda temsili bir bağ kurmadan adım atmıyor. Demek istediğim; sanal ortamda önce koyduğu fotoğraflardan dış görünüşüne bakıyor. Eğer hoşuna gitmiyorsa, tabiri caizse yargısız infaz yaparak, tek bir dokunuşla o kişiyi bir daha görmüyor. Kişini dış görünüşü ne olursa olsun, herkes bu sanal prosedürü uyguluyor. İnsanlardaki iç güzelliği göremedikten sonra fiziksel güzelliği görmenin ne anlamı var? Sanal güzellik duvarı aşıldıktan sonra görece daha kolay olan tanışma kısmı geliyor. Kişiler, karşısındaki etkilensin diye hiç olmadıkları bir karaktere bürünüyor ve zaten birbirine yabancı olmalarına rağmen kendilerini daha da yabancılaştırıyorlar. Bir paradoks edasıyla bu kısır döngü günümüz gençliğini esir altına aldı. Herkesin gerçek benliği dışında bir de sanal benliği oluştu. Sosyal medya diye adlandırılan bu platform, insanları gerçek hayatta yakalayamadıkları başarıya ve ilgiye yaklaştırdı. Kendi düşüncelerinden ziyade sanal ortamda insanların ne düşüneceği daha önemli oldu. İnsanlar, fikirlerini daha fazla dikkat çekmek adına yontuyor ve o fikirler artık kendilerine ait olmaktan çıkıyor. Bu durumda sanal etkileşimler, aslında çıkarlar üzerine kurulmuş oluyor ve sanal dünyadan ayrılıp gerçek dünyaya ulaştığı zaman insanlar aradaki uyumsuzluk gözle görülüyor. Nihayetinde uzun soluklu, kalıcı bir ilişki yaşanması güç oluyor. “Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum.” (Kanık, Yalnız Seni Arıyorum s.76) diyen Orhan Veli kadar aşkımıza inanırsak ve mücadele edersek ancak o zaman gerçek dünyada aradığımız sevgiyi bulabiliriz. Kaan Karaca Tesadüfün Böylesi Çocukken her şeyi başarabileceğime inanırdım. Çevremde gelişen ve beni doğrudan ilgilendiren birçok olay üzerinde yaptırım gücüm olduğunu düşünürdüm. Neredeyse her bakımdan ebeveynlerime bağlı olduğum o dönemde bu tür düşüncelere kapılmamı çocukluğun getirdiği saflığa veriyorum. Şimdi ise içinde bulunduğum birçok durumun benim tarafımdan olduğu kadar başkaları tarafından da şekillendirildiğinin farkındayım. Şu ana kadar sadece insan faktörünün etkisinden bahsettim. Bazıları kaderci bir anlayış belirleyip, aslında bir insanın başına gelen iyi ya da kötü her şeyin tanrı kaynaklı olduğunu düşünebilir. Sanıyorum bu iki yöntem birçoğumuzun yaşamını açıklarken kullandığı en popülar iki yöntem; fakat birçoğumuzun gözden kaçırdığı bir seçenek daha var. O da hayatımızı tesadüflerle açıklamak. Neden bir anda tesadüfler hakkında konuşmaya başladım? Acaba bu bir tesadüf mü? Kötü espriyi bir kenara bırakıp soruyu cevaplandıracak olursam, tesadüf kavramı hakkında yazmamın sebebi yıllar önce birkaç defa izlediğim, geçtiğimiz günlerde ise oda arkadaşımın zorlamasıyla tekrar maruz kaldığım 1994 yapımı, Robert Zemeckis imzalı Forrest Gump adlı film. Filmin adının maalesef hikâyesi hakkında çok fazla ipucu vermemesi ve filmi de izlememiş olmanız ihtimalini düşünerek, filmin kurgusal içeriği hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Filme adını veren karakter olan Forrest Gump düşük zekalı, babasından ayrı yaşayan ve yaşıtları tarafından istismara uğrayan bir çocuktur. Ancak birtakım fiziksel yeteneklere ve ilginç bir mental azme sahiptir. Onca olumsuz olarak nitelendirilebilecek özelliğine rağmen Forrest, sıradan bir insanın yaşamasının beklenmeyeceği birçok olay yaşar ve bu olayların birçoğu başına gelen tesadüflerden kaynaklanır. Anlayabileceğiniz üzere, Forrest'ın yaşadığı bu tesadüfler tesadüf kavramını sorgulamama neden oldu. Tabii ki bu kavramı farklı yönlere çekerek detaylıca tartışabiliriz. Sanıyorum burada akla gelen ilk seçenek evrenin başlangıcı gibi açıklaması güç ve içinde birçok soru işareti barındıran fenomenlerde tesadüfün izlerini aramak. Ama böyle bir girişim bu denli kısa bir yazı için çok fazlaihtilaf yaratacağı için başka bir seçeneğe yönelmek istiyorum. Filmden de ilham alarak, tesadüflerin gerçek dünyada bir bireyin kişisel hayatında ne ölçüde etkili olabileceğini en çok güvendiğim bilgi kaynağım olan kişisel deneyimlerimden faydalanarak tartışmak istiyorum. Tesadüflerin etkisini konuşmadan önce, bir konuya açıklık getirmeliyim. Halk arasında “Tesadüf diye bir şey yoktur.” gibi sıkça kullanılan bir söyleyiş vardır. Bu düşünceye katılmadığımı belirtmek istiyorum. Elbette gerçekleşen her olayın matematiksel bir olasılığı vardır. Tıpkı bir zar atıldığında üç gelme olasılığının altıda bir olması gibi. Zarın bir kere üç gelmesini hiçbirimiz tesadüf olarak nitelendirmeyiz. Çünkü hangi olasılık dahilinde üç geleceğini biliyoruz. Peki ya matematiksel olarak hesaplamanın imkânsız olduğu durumlar? Sokakta yürüyorsunuz ve yıllardır görmediğiniz bir tanıdığınızla karşılaşıyorsunuz. Maalesef bu karşılaşmayı matematiksel bir tabana oturtamıyoruz. Öyleyse bu durumu nasıl olur da şans ve olasılık gibi matematiksel terimlerle açıklayabiliriz? Bu tür durumları tesadüf gibi tanımlaması zor kavramlarla açıklamaktan başka bir şansımız yok. Gelgelelim bu tesadüflerin yaşantımızdaki etkisine... Hatırlarsanız birkaç paragraf önce kötü bir espri yapmıştım. Belki bu yazıyı yazmam da bir tesadüftür diye. Bunu söylememdeki asıl amaç bu sıkıcı yazıda biraz olsun okuyucunun yüzünü güldürmek de olsa, durumu tesadüfün yapamadığım tanımı üzerinden değerlendirecek olursak, aslında bu yazıyı yazmamın da bir tesadüf olduğunu görebiliriz. Şu an karşımda oturan oda arkadaşıma neden o filmi seçtiğini sorduğumda “Bilmiyorum.” cevabını alıyorum. Onunla aynı odayı paylaşmamız ve o filmi bana izletmesi gibi zincirleme birçok olayın matematiksel ihtimalini hesaplamaya çalışıyorum; fakat başaramıyorum. Neden ve nasıl olduğunu bilmediğim bir sebepten dolayı, yapılabilecek sonsuz sayıda aktivite varken; şu an bu yazıyı yazıyorum. Günümün yaklaşık sekizde birini bilimsel olarak nedenini açıklayamadığım bir aktiviteyle geçiriyorum. Sanıyorum az da olsa matematik bilen herkes bunun azınsanmayacak bir oran olduğunu görecektir. Bu oran ne denli büyük olsa da, tabii ki bu hayatta tesadüf olmayan şeyler de var. Tıpkı bu yazının günün birinde okunacak olması gibi. Ama iyi ya da kötü, hiçbirimiz tesadüflerin hayatlarımız üzerindeki etkisini küçüseyemeyiz. Yoksa bir bakmışız... Berkay Çuhadar Duvarları Yıkmak, Kelimeleri Tanımlamak, Gerçekten Konuşmak Konuşmak, biz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden. Hayatımız boyunca diğer insanlarla etkileşimimizin çoğunu oluşturan bir eylem. Aynı zamanda insan için bir ihtiyaç. Kendimizi ifade etmemizin, diğer insanlar tarafından anlaşılmamızın ve onları anlamamızın en etkili yolu. Yalnızlığımızdan sıyrılmak için bir araç. Peki bu kadar önemli olan konuşma eylemini gerçekten yerine getirebiliyor muyuz? Aslında çoğu zaman kendimizi anlatamıyor, karşımızdakini anlayamıyor, kelimelere birbirimizden farklı anlamlar yüklüyor ve gerçek anlamda konuşamıyoruz. Bir günümüzü ele alalım. Gün içinde birçok insanla konuştuğumuzu düşünüyoruz: ─ Nasılsın? ─ İyiyim, sen? ─ Ben de iyiyim. En başta kendimden bahsedecek olursam, bu diyalog bende tamamen otomatikleşmiş durumda. Aslında o anda nasıl hissettiğimden bağımsız olarak birçok insana aynı cevabı veriyorum ve onlarda da aynı otomatikleşmeyi görerek alıyorum cevaplarımı. Bu durumda yaptığımızın konuşmaktan çok uzak olduğunu, sadece yıllardan beri süregelen bir ritüeli yerine getirdiğimizi düşünüyorum. Bu ise insanlar arasında büyük bir uzaklık yaratabiliyor. Aslında tanıdığımızı, sohbet ettiğimizi, hayatımızı paylaştığımızı sandığımız birçok insanla gerçekten konuşmuyor, sadece topluma ayak uydurarak konuşmuş gibi yapıyoruz. Bu durumun temelindeki nedenlerden bazılarının insanların özellikle günümüz dünyasının yapaylığı ve bireyselliği yüzünden içine kapanmaları ve hem kendilerini anlatacak hem de karşıdakini anlayacak özveriyi ve cesareti gösterememeleri olduğunu düşünüyorum. Kendimizi anlatırken neredeyse hep bir şeylerden çekiniyoruz. Kabuklarımızın arkasına saklanıp anlaşılamama ve yargılanma korkusu güdüyoruz. İçimizi açmaktan, kendimizi olduğu gibi göstermekten korkuyoruz ve basmakalıp ifadelerle alışılmış diyaloglar kuruyoruz. Risk almaya, kendimizi gerçek anlamda anlatmaya cesaretimiz yok. Karşımızdakini dinlerken de onu gerçekten anlamak, onun bakış açısına sahip olmayı denemek yerine ona vereceğimiz cevapları düşünüyor ve fırsatını bulduğumuzda onu yargılamaya kalkışıyoruz. Karşımızdaki insan da aşağı yukarı aynı özelliklere sahip olduğu için bunun farkında oluyor. Bu şekilde aramıza saydam ama bir o kadar da kalın duvarlar koyuyoruz ve güvende olduğumuzu düşündüğümüz kabuklarımızın ardında sahte konuşmalarla devam ediyoruz yaşama. Ben de çoğu insan gibi genelde bu duvarların ardından gerçekleştiriyorum konuşmalarımı. Eskiden insanları anlamak ve onlara kendimi anlatmak için bir istek duyardım. Ancak birbirimizi anlayarak hayatı yaşanılası kılabileceğimizi ve yalnızlığımızı yenebileceğimizi düşünürdüm. Fakat zamanla diyalog sandığım konuşmaların aslında monologlardan oluştuğunu fark ettim. Karşımdaki benim anlattıklarımı benim anladığım gibi anlayamıyor, benim anlattıklarımdan çok kendi vereceği cevaplarla ilgileniyor. Dinleyici konumundaki ben olduğumda ise her zaman olmasa da zaman zaman ben de bu şekilde davranıyorum. Gerçekten yakın hissettiğim ve birbirimizi anlayabildiğimiz insanlar dışında neredeyse hiç kimseyle gerçek anlamda konuşmadığımım ayırdına varmam da bunları fark etmemle birlikte gerçekleşti. Hatta birbirimizi çok az tanıdığımız ve yeterli yakınlığa sahip olmadığımız insanlarla aramdaki konuşmalar neredeyse bir görev ve zorunluluktan ileri geliyor. Sanki vermemiz gereken doğru bir cevap varmış gibi kendi söylediklerimize takılıyor ve karşımızdakini anlamayı ıskalıyoruz. Gerçekten konuşabildiğimi düşündüğüm insanlarla ise aramızdaki duvarları kaldırmayı bir şekilde başardığımızı, kabuklarımızdan sıyrılıp aynı dilde gerçek anlamda konuştuğumuzu düşünüyorum. Bu gerçek konuşmalar, diğer yapay konuşmaların geriliminin ve can sıkıcılığının aksine bana büyük bir haz veriyor; gerçekten yaşadığımı, iletişim kurarak insanca yaşadığımı hissettiriyor. İnsanların gerçek anlamda konuşamamasının bir diğer nedeninin de, kelimeler ve bu kelimelerin her insanın zihnine farklı bir şekilde yansıması olduğunu düşünüyorum. Bazı şeyleri deneyimliyor, hissediyor ve onları kelimelerle anlatmaya çalışıyoruz. Ama bu kelimeler üzerinden istediğimizi anlatabilmek ve karşımızdakini anlayabilmek için önce o kelimelerin zihnimizdeki tanımlarının aynı olduğundan emin olmalıyız. Özellikle de soyut kavramları karşılayan kelimelerle konuşurken bu durum ayrı bir önem taşıyor. Örneğin mutluluk, aşk, özlem, umut, vicdan, ahlak gibi konularda herkesin söyleyeceği bir şey var ama öncelikle bu kelimelerin onlar için ne anlama geldiğinden yani bu kelimelerin zihinlerindeki tanımlarının ne olduğundan bahsetmedikleri için sağlıklı bir iletişim kurulamıyor. Çünkü aynı anlama gelen kelimelerle konuşup konuşmadıkları belirsiz. “İlk görüşte aşka inanır mısınız?”, “Hiç aşık oldunuz mu?” gibi sorular toplumumuzda sorulması oldukça sevilen hatta üzerine sokak röportajları yapılan sorular. Ancak bunu cevaplayan insanların acaba kaçı aşk gibi soyut ve kesin bir tanımı yapılamayacak bir şey hakkında zihinlerinde aynı tanıma sahip? Durum böyleyken bu insanların inandıklarını veya inanmadıklarını söyledikleri şey de aslında aynı şey olmuyor. Bu yüzden bunlar gibi soruları cevaplamaktan, eğer aynı şeyden bahsettiğimizden emin değilsem elimden geldikçe kaçınıyorum. Mesela bir kız arkadaşım vardı, bana aşık olduğunu söylerdi. Benim neden ona aşık olduğumu söylemediğimi sorduğunda ise aşk derken aynı şeyden bahsetmediğimizi, benim için aşkın çok daha yüce bir duygu olduğunu ve her zaman kullanılmaması gereken bir kelime olduğunu söyledim. Önce aşkın ne olduğu konusunda hemfikir olmalıydık. Ancak o söylediklerimden benim onu sevmediğim kanısına vardı. Onun tanımına göre benim de ona aşık olabileceğimi, benim tanımıma göre ise onun da bana aşık olmadığını anlatmak istedim. Ama o kelimelerin anlamından çok dış görüşünüyle ve kulağa nasıl geldiğiyle ilgileniyordu. Dolayısıyla biz aslında aşk hakkında hiç konuşamamış olduk. Bütün bunlara rağmen, konuşma bir yerde neredeyse imkansızlaşsa bile, birbirimizi, kendimizi ve en önemlisi insan olduğumuzu anlamak için konuşmalıyız. Elimizdeki en önemli iletişim aracı olan konuşmayı, kendimizi korumamız gerektiğini düşündüğümüz için ardına saklandığımız duvarlar ve kelimelere farklı yaklaşımlarımız yüzünden daha da fazla kaybetmemeliyiz. Belki bir anda herkesle, her konuda, gerçekten konuşmaya başlamak zor ama en azından basit bir yerden başlamayı deneyebiliriz: ─ Nasılsın? ─ İyiyim, sen? ─ Hayır, hayır. Gerçekten nasılsın diyorum? Kaynakça: Çakmakçı, Osman. Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Serbest 1 HANGİMİZ DAHA ZENGİN? Havva ve Âdem’den bu yana insanlar sürekli çoğalmış, çoğaldıkça topluluklar oluşturmuş ve bu topluluklar içerisinde sahip oldukları mala göre zengin veya fakir olarak sınıflandırılmışlardır. Peki, zenginlik ve fakirliğin sadece maddi güce göre sınıflandırılması ne kadar doğru olmuştur? Kim kime göre, neye göre zengindir? Alt komşumuza göre bir ev ve arabaya sahip olan, iyi bir geliri olan insanlar zenginmiş. Eğer bu görüş kabul edilirse, hiç mal varlığı olmayan fakat gönlü zengin olanları hangi kategoriye koyacağız? Fakir ama gururlu mu diyeceğiz, yoksa doğruca, o fakir, onun gönlünden bize ne mi? Bana göre zengin insan Afrika’nın çok fakir bir ülkesi olan Nijer’de yaşayan, her gün 1 litre suya ulaşabilmek için 15 kilometre yolu yalın ayak gidip gelen ve gerektiğinde bu suyu komşusuyla paylaşan insandır. Ben bu insanı keşfedene kadar aynı alt komşumuz gibi düşünürdüm. Fakat gerçek dünya bana göz kırpıp bu duruma şahit olmamı sağladığında işler değişti. Dört yıl önce Afrika’nın susuzluğu ile ilgili bir belgesel izlediğimde bu duruma seyirci kalamayacağımı fark ettim. Çünkü o insanlardan tek farkım farklı bir coğrafyada doğmuş olmamdı. Bu vesileyle okulumda arkadaşlarımla birlikte başlattığım yardım kampanyası sonucunda hayat, Afrika’daki bir köy dolusu insanın yüzüne gülmüş oldu. O zamanın parasıyla topladığımız on bir bin dolar, bir su kuyusu açmak hatta su kuyusu yanında bir köy dolusu aileye erzak dağıtabilmek için yeterliydi. Kampanyamız sadece para toplamakla sınırlı kalmadı ve ben dâhil beş arkadaşımla bu kampanyayı bir geziye dönüştürerek bu fakirliğe bizzat şahit olmak istedik. 1 Gittik ve gördük… Giyecek ikinci kıyafetleri olmayan, yiyecek ikinci bir yemek seçenekleri olmayan, okumak için bir barakada öğretmenlerinin kuma yazdıklarını okumaya çalışan insanların yaşamlarına şahit olduk. Bir erkek çocuğunun eline oyuncak bebek verdiğimizde bunun kız oyuncağı olmasına aldırmadan hayatında ilk defa BİR EŞYAYA sahip olmaktan dolayı yaşadığı mutluluğu onun gözlerinden okuduk. Yeri kumdan, sadece 5 metrekare bir odada sekiz kişinin nasıl yaşayabileceğine tanıklık ettik. Ve en önemlisi “SU” olmadan nasıl yaşandığını gördük. Sözde, bir insanın sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürebilmesi için günümüzde doktorların önerisi her gün en az 2,5 litre su içilmesi iken, bu insanların günde sadece 1 litre suya sahip olabilmek için ne eziyetler çektiklerini hayretler içinde öğrendik. Bütün bu zorluklara rağmen gittiğimiz her yerde şahit olduğumuz başka bir husus daha oldu; “ GÜLÜMSEME”. Afrika halkının, ne şartlarda yaşarlarsa yaşasınlar, yüzlerinden gülümsemenin hiç eksik olmaması bana asıl zenginlik kavramının anlamını sorgulattı. Ayrıca bu insanların hiçbir şeye sahip olmamalarına rağmen ellerinde her ne varsa hiç tereddüt etmeden paylaştıklarını an ve an gözlemledik. Bu durumda siz olsanız hiçbir zorlukta gülümsemesini yüzünden eksik etmeden vicdanının sesini dinleyerek insanca yaşayan, hiçbir maddi güce sahip olmayan bir Afrikalıya mı zengin dersiniz; yoksa son model bir arabası olan, fiyakalı giyimli, boğazda lüks bir dairede oturan, sahip olduklarının farkına varamayıp şükretmekten uzak beyefendiye mi? Şimdi durup düşünmek lazım; bu kadar varlık içerisinde yokluğu yaşamamız neden? Onlarca kıyafetimizin içinden bir tane giyecek bir şey bulamadığımızda yaşadığımız 2 mutsuzluk, bu insanlık dramını görmezden geldiğimizde yaşadığımızdan büyük ise insanın kendine bir dönüp bakması ve öz eleştirisini yapması lazım. Çünkü yaşamanın anlamını kaybetmiş, insani duygulardan yoksun, şükretmesini bilmeyen bir insanın sahip olduğu maddi gücü onu zengin kılamaz. Ancak bu güce sahip insanın vicdanının sesini dinleyerek yaşaması ona bu maddi değerleri anlamlı kılabilir. Ben bizzat gittim ve hiçbir maddi güce sahip olunmadan, hayatlarını tamamen hiçlikle sürdüren insanların bizlerden çok daha vicdanlı olduklarını ve insani duygularını kaybetmeden yaşadıklarını gördüm. Her an yaşadıkları hiçlik için bile şükretmelerinin yüceliğini tattım. Bu insanları gördükten sonra bu kadar varlık içerisinde yüzüme yalandan da olsa takamadığım gülümseme için büyük bir suçluluk duydum. Bu deneyimi iki kelime ile tanımlamak istersem eğer “ hayat değiştiren” olarak tanımlarım. Artık yemek seçmiyorum. Hiçbir insanı tanımadan yargılamıyor ve vicdanımın sesini asla lüks eşyalarımla bastırmıyorum. Paylaşmayı biliyor ve hiçbir maddi değerin bir insanın kalbinden daha önemli olduğunu düşünmüyorum. Su içmenin değerini çok daha iyi anlıyor, giyecek ikinci bir kıyafetim olduğu için bir kez daha Allah’a şükrediyorum. ELİF ALTAŞ 3 Yağmur ÇANACIK SÖZÜN BİTTİĞİ YER Yaşamak... Önceden daha mı farklıydı? Yoksa bize sunulanlar sadece biçim değiştirmiş halde yeniden önümüze mi getiriliyordu? Hayatı devam ettirebilmek için insanlar çırpınıyordu önceden, şimdi de böyle. Tek bildiğim şey bu. Hayat acımasız tarafını gösteriyor çoğu zaman. Acınası insanlar çıkıyor ortaya. Ezilen halk... Duyarlılık artıyor. Ya da artıyor mu gerçekten? Bu konu üzerinde düşünmemi sağladı Lefty'i Beklerken oyunu. Şu anda yaşanan olayların başlangıcıydı aslında orada yaşananlar. Hayatımız bir pamuk ipliğine bağlı çoğu zaman. Hayatta kalabilmek için yaşıyor insan. Mücadele ederek... Arada korkaklar çıkmıyor mu? Elbette ki çıkıyor. Bu insanlar genelde yüksek makama bağlı, tıpkı Lefty'i Beklerken'de karşımıza çıkan yozlaşmış sendika lideri gibi. Halkı bir karınca ile aynı kefeye koyan, hor gören insanlar... Elindeki gücün farkında olup koltuk sevdası yaşayan insanlardan bahsediyorum. Bu insanların altında ezilenler de korkak olmaktan öteye geçemiyor ne yazık ki. Toplumsal yapıyı etkileyen faktörler bunlar bir bakıma. Sırf korkak olup yaşadığı eziyetli yaşama bir şey diyemeyen insanlar, eşlerinden boşandılar, çocuklarının yüzünü göremediler. Hiçbir zaman mükemmel yaşam standartlarına ulaşamayacaklarını biliyorlardı çünkü. En azından onlara şans tanıdılar ama nereye kadar? Hayatımızın akışında hiçbir şey değişmediğini çıkarıyorum. Farklı zaman, farklı insanlar, aynı olay. Hayatımızı bir korkak gibi değil de sesimizi çıkaracak bir insan arıyoruz. Bizi bu durumdan kurtaracak olan bir varlık. Küçükken elbetteki bu kişi anneydi. Anneler kurtarıcıydı çocuklarının gözünde. Büyüdük ve daha farklı insanlar aramaya başladık. Annemizin gücünün yetmeyeceği zamanlarda arkamızda duracak bir insan bulmaya çalıştık Lefty gibi. Lefty'i bekler gibi bekledik biz de içinde bulunduğumuz o kaostan kurtulmak için. Adaletin yerini bulması için bir dayanak, bir insan bize güç vermiyor muydu hakikaten? Bizim yerimize o sesini çıkarsın, yeter diyorduk. Bencillik ve korkaklık benliğimize nüfuz etmişti çünkü. Doğruyu yanlıştan ayırt etsek bile söylemek en zoruydu her zaman. Güçlü olanın arkasına sığınıyorduk haklarımızı koruyup kollasın diye. o kişi zamanında gelmezse ne olacak peki? Beklenmedik bir anda başına bir şey gelme olasılığını düşünüyor muyuz hiç? Yani, kısacası ya iş işten geçerse, o zaman bu görev kime kalacak? Elbette ki bize. O zaman anlayacağız gücün aslında kendi içimizde olduğunu. İnsan, hakları konusunda ancak kendisi bir şeyleri değiştirebilir. Güçlerini birleştirerek... Elbette ki güçleri birleştirmeyi önlecek birtakım faktörler olacak, tıpkı sendikaya bağlı, sendika yöneticisini ve yardımcılarını koruyan güvenlikler gibi. Bu benzetme kısmı tabii. Hayatımızda da böyle insanlar yok mu? Arkanızdan kuyunuzu kazmaya çalışan... Ya da sizi şiddet yöntemiyle sindirmeye çalışan... Bir yerde korkaklaştırmaya çalışıyor çünkü onlar da. Korkaklaştırıp hiçbir şekilde oluşan düzeni bozmamanızı istiyorlar. Onlar için iyi, sizin için kötü bir duruma boynunuzu eğmenizi istiyorlar. Çoğu insan siniyor, köşesine çekiliyor bu olaylardan nasibini almamak için. Konuşanlar, hakkını arayanlarsa kötü muameleye maruz kalıyor, sürülüyor, istenmeyen insan ilan ediliyor. Güçler birleşmesi gerekirken, insanlar kutuplaştırılıyor. İstenmeyen insanın yanında olanlar ve karşısında olanlar... Bu düzen her zaman böyle devam etti. Lefty'i Beklerken'deki 1930ların Amerikasında da böyleydi, günümüzde de böyle maalesef. Teknolojinin yaygınlaşması duyar seviyemizi çok fazla etkilemiyor ne yazık ki. Televizyonda duyduğumuz haberlere en fazla bir hafta üzülmüyor muyuz? En fazla bir hafta sesimiz çıkmıyor mu sokaklarda? Sonra mı? Sonra susturuluyoruz. Duyarsızlaşmaya başlıyoruz. Olmaması gereken her şey artık olağan geliyor. Sözün bittiği yer dedikleri bu olsa gerek. Bunu söylemem işe yarar mı bilmiyorum ama bu düzene bir dur demenin vakti gelmedi mi? Öyle birilerini beklemek değil çözüm. Asıl çözüm insanın benliğinde. Bunu anlamanın vakti gelmedi mi gerçekten? Kaynakça - Odets,C., Lefty'i Beklerken, (1935) Mine Demir 21502815 İkinci Bir Tür Olarak Kadın Yaşadığım coğrafyanın korkunç yüzü her geçen gün daha da belli ediyor kendini. Doğan her yeni günle birlikte insanların üzerinde baskı kurabilmek ve birilerini öteki yapmak için yeni nedenler türetiliyor. Türetilen nedenler farkına varmadan yakınım dediğim insanlarla arama buzdan duvarlar örmekle meşhur. Kimse farkında değil belki ama böyle böyle yaşadığımız hayat ziyan ediliyor. İçine doğduğum bu coğrafyanın insanı, kendi toprağından olan insanı inancına, düşünce istemine göre sınıflandırmakla kalmayıp çoğu zaman haddini aşıyor ve toplumsal normları dahi bireyin cinsiyetine göre şekillendirmeye başlıyor. Bütün bu bahsettiklerimden de anlaşıldığı üzere toplumsal cinsiyet meselesine eğilmek istiyorum. Zira seksizim, diğer adıyla cinsiyetçilik, hayatımın her alanında karşıma çıkıp bana yersiz tokatlar atıyor. Bu tokatlarla birlikte ‘Yapamazsın’ diyor, ‘kahkaha atamazsın’ diyor, ‘hamileysen dolaşamazsın öyle ortalıkta’ diyor. Konuşuyor da konuşuyor.Üstelik bununla da kalmayıp sürekli yargılıyor. Bana sınırlar çiziyor, yasaklar getiriyor. Eğer ki şeklim, çizilene uymazsa da tehdit ediliyorum, aşağılanıp hakarete uğruyorum, tacize uğruyorum. Yalan mı? Mesela kadınsam ve sokağa çıkıyorsam çirkin bakışlara maruz kalabilirim ya da şort giydiğim için adamın tekinden bir tekme yiyebilirim bu ülkede. Kimse de bu ve bunun gibi yüzlerce örnek yaşanırken ses çıkarmaz. İnsanın düştüğü durumlara bakar mısınız? Şok edici değil mi? Onlar değil miydi aklı, fikri, beyni olan üstün canlılar? Sahi onlar değil miydi özgürlükten, saygıdan, farklılıklardan, hoşgörüden dem vuranlar? O insanlar değil miydi insanlıktan bahsedenler? Ki benim şu an eğildiğim nokta herhangi bir saygıya, hoşgörüye ihtiyaç duyacak bir özellikle ilgili değil. Kimse kadın olduğum için bana pozitif ya da negatif ayrım uygulamamalı. Derdim cinsiyetim ile beraber rahat bir yaşam sürdürebilmek, hakkım olan şartlara erişebilmek. Beni bu konuda fazla radikal, sabit fikirli bulanlarla konuştuğumda öncelikle bu meseleleri abarttığımdan ardından da kamu düzenini sağlayan yasalardan bahsediyorlar. Esasen haklarımı koruyan,eşitliğimi gözeten yüzlerce kanunun olduğunun ben de farkındayım. Fakat varlığını bildiğim bu kanunların hiçbiri sokakta değil. Ne yazık ki tamamı hak hukuk tanımaz hukukçuların raflarında. Evlatlarını cinsiyetine göre ayıran anne ve babaların zihniyetinin hüküm sürdüğü, işverenlerin değerlendirme ölçütlerinde kalifiye olmanın cinsiyetten sonra geldiği bir ortamda yaşadığım müddetçe daha çok rahatsızlık duyacağım ve daha çok laf işiteceğim. Hâl böyleyken ben de inatla bu karanlık zihniyete, çirkin ayrıma karşı duracağım. Elimin hamuru ile konuşmaya devam edeceğim. Sanki kadın ikinci bir türmüşçesine onun taleplerini,zevklerini,düşüncelerini yok sayan bir zihniyet var. Daha önce de değindiğim gibi ne yazık ki söz konusu zihniyet her an her yerde karşımıza çıkabiliyor. Bu kadar konuştuktan sonra düşüncelerimi temellendirmek için günlük hayatta karşılaştığımız ancak alışkanlıktan olsa gerek bir türlü yadırgamadığımız bir detaydan söz etmek istiyorum. Tüketim dünyasınındaki temaların sürekli erkekler üzerine çalıştığını, kadının ise öylesine bir rolü olduğunu görmek çok zor olmasa gerek. Bu noktada çarpıcı bir bakış açısını tanımak adına Chuck Palahniuk’un Bir Haz Markası isimli eseri önem teşkil ediyor. Açıkcası tüketim dünyasının kadına karşı yaklaşımı beni şaşırtıyor. Tüm bunlar, cinsiyet kaynaklı sıkıntılar, beni günlük hayatımda sıkıştırıyor. Dünyanın en dar hâlinde yaşamımı sürdürdüğüm hissine sürüklüyor. Belki ben kadınların yaşam şartları, kadın hakları konusunda ciddi bir hassasiyete sahip olduğumdan bu kadar ısrarcıyım. Okuduklarımda, tanık olduklarımda sürekli aynı açıdan yorum yapıp tepki veriyorum. Beni buna iten faktör, inandığım değerlerin gerekliliğinden hiç kuşku duymamam. Bu düzen değişmeli,değişmek zorunda. Bu şekilde hayatımızı sürdüremeyiz. Kaynakça Chuck Palahniuk, Bir Haz Markası,Ayrıntı Yayınları,İstanbul,2015. BAKIŞ AÇISI DEDİKLERİ- TUANA TERKİN Nuri Bilge Ceylan,Beyoğlu’nda Tramvaylar,İstanbul,2004. Ankara’nın ara sokaklarında arkadaşlarımla yaptığım bir akşam yürüyüşü sonunda attım adımımı Cermodern’e ve Nuri Bilge Ceylan’ın Panoramik Bakış adlı sergisinde bir gezintiye çıktım. Önce karlı bir Beyoğlu manzarası karşıladı beni girişte, yöneldim o tarafa doğru. Fotoğraf hoş gözükmüştü gözüme çünkü çekimi, baskısı ve açısı çok güzeldi. Fotoğrafa biraz baktıktan sonra ismi çarptı gözüme: Beyoğlu’nda Tramvaylar. ‘’Ne kadar da net bir isim.’’ dedim kendi kendime, ‘’Ne kadar da yaratıcı(!)’’ diyerek dalga geçtim üstüne üstlük. Anlamakta ve fotoğraflarla aralarında bağlantı kurmakta zorlanacağım isimler bekliyordum, belki de biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Fotoğrafın önünden ayrıldım ve diğer fotoğraflara bakmaya başladım. Hepsinin ismi de ilk fotoğrafınki gibiydi: Bisiklet Süren Çocuklar, Anne ve Kızları, Banliyö Treni... Ve yavaş yavaş anlamaya başladım, Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarına neden böyle isimler verdiğini. Nuri Bilge Ceylan,Bisiklet Süren Çocuklar,Midyat,2004. Çok güzel yapılmış tablolara bakan insanların ağzından ‘’Adeta fotoğraf gibi, ne kadar da ustaca!’’ gibi cümleler duyarsınız. O kadar net ve gerçek duruyordur ki o tablolar, insanlar onların birer resim olduğuna inanamazlar. Ben, Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraf sergisini gezerken ise dudaklarımdan ‘’ Bu fotoğraflar sanki fotoğraf değiller, adeta birer tablolar.’’ cümlesi döküldü ve şaşırdım: Güzel resimlere ‘’Fotoğraf gibi.’’ , güzel fotoğraflara da ‘’Resim gibi.’’ dememiz ne kadar da şaşırtıcıydı. Biraz bu konunun üstünde düşünününce, kendi içimde mantıklı bir açıklama getirebildim bu sihre. O fotoğraflar birer resim gibi gözüküyorlardı çünkü Ceylan, fotoğraflarında neyin, nasıl görünmesini istediğine karar verip onları bir ressam edasıyla işlemişti bana göre. Tıpkı bir ressamın yaptığı gibi arkaplanını belirlemiş, hangi öğelerin ön planda olması gerektiğine karar vermiş, ondan sonra basmıştı deklanşörüne. Peki Nuri Bilge Ceylan’ın, fotoğraflarında görmemizi istediği şey neydi, neydi bizim gözden kaçırdığımız ? Ülkemizde, şehrimizde, yaşadığımız mahallede, her gün geçtiğimiz sokaklarda belki de tam yanıbaşımızda; kim bilir ne vahim üzüntüler, ne büyük sevinçler, ne derin hayal kırıklıkları yaşanıyor, hangi dünyalar alt üst olup yeniden kuruluyor her gün. Biz ise bunların farkında bile olmadan yanlarından geçip gidiyoruz yahut onları görsek bile bakış açımız bir şeyleri ortaya çıkarmak için yeterli olmuyor. Onlar bize bakıyor, anlaşılmayı ve en önemlisi anlatmayı bekleyerek; biz ise onlara bakıyoruz onları yanlış hikayelerin karakteri yapmaya çalışan gözlerle. İşte Nuri Bilge Ceylan, çektiği fotoğraflarla bu döngüye bir son vermeye kararlı. Fotoğraflarında ön plana getiriyor; hikayesini kendisinin anlatması istediği insanları, sahneyi onlara bırakıyor. Onlar da, kendi dünyaları arka planda, başlıyorlar anlatmaya özgürce. Bakışlarıyla canımızı acıtıyorlar bazen. Bazen içimizi umutla dolduruyor o küçük çocukların gülümsemeleri. Hayret ediyorsun bir başka fotoğrafta ‘’Nasıl hayatta kalır bu insanlar bu yerlerde?’’. Onlar da cevap veriyorlar sana : ‘’Yüzümüzdeki çizgilere bak.’’ diyorlar ‘’Onlar tam da bu yüzden oradalar.’’ Fotoğraflarına verdiği isimlerin neden öylesine basit olduğunu siz de anlayabiliyor musunuz şimdi? Çünkü artık onların yerine başkalarının konuşmasını istemiyor Ceylan, en ufak bir önyargı bile oluşturmaktan kaçınıyor. Bizi ve fotoğraflardaki yüzleri başbaşa bırakıyor, fotoğraf makinesini de alıp usulca uzaklaşıyor yanımızdan. Aynı toprakları paylaşmamıza rağmen, ruhen ve zihnen çok uzak kaldığımız insanlarla, fotoğraf yoluyla bir bağlantı kurmamızı sağlayan Ceylan; muazzam kalitedeki manzara fotoğraflarıyla ise bize adeta bir görsel şölen yaşatıyor. Gerçekten insanın ufkunu açan ve zevk veren bir sergi olduğunu düşündüğüm Panoramik Bakış’a, bir akşamüstünüzü ayırmanızı samimiyetle tavsiye ediyorum. Kamerasından tanıdığımız Nuri Bilge Ceylan’ı, bir de fotoğraf makinesiyle görün, eminim ki pişman olmayacaksınız. Virginia  Woolf  ve  Özgürlüğün  İntiharı     Modern  İngiliz  edebiyatının  ana  temsilcilerinden  Woolf,  ‘bilinç  akışı’   tekniği  ve  onu  kullanış  biçimleriyle  kendisini  oldukça  belli  eden,  yeri  geldiğinde   sürrealist  yeri  geldiğinde  feminist  söylemler  içeren  üslubu  ile  oldukça  ‘avant-­‐ garde’  bir  yazın  içeriğine  sahiptir.     “    -­‐  İyi  geceler,  iyi  geceler.  Bu  tarafa  mı  gidiyorsunuz?          -­‐  Hayır,  ne  yazık  ki  şu  tarafa.    ”   (Woolf,  s.  33)     Woolf’un  bu  aykırı  tarzı  kadın’ın  toplumdaki  yerini  bir  üst  basamağa   çıkarma  çabasından  ibarettir.  O  yüzden  kendisi  bir  ‘öncü’dür.  Edebî  anlayışında   saygı  duyulacak  pek  çok  özelliği  olmasına  rağmen,  eleştirilecek  yanı  da  bir  o   kadar  fazladır.  Babasının  kütüphanesinde  kendini  bolca  geliştirme  fırsatı  bulan   Woolf,  Viktorya  tarzı  yaşamaya  karşı  çıkma  denemeleriyle  ünlüdür.       ,  oldukça  okuması  zor  bir  kitap  bunun  kısmen  çevreyi   anlatış  biçimindeki  ‘kopuk  gözüken’  üslübundan  kaynaklandığını  düşünüyorum.   Bu  kopukluğu  bağlamak  bazen  yüzlerce  sayfa  felsefe  ve  psikoloji  kitaplarıyla  olsa   da  bazen  ancak  deneyim  yolu  ile  anlaşılabilir.  Bu  yüzden  Woolf’un  eserlerinin  her   Pazartesi  ya  da  Salı zaman  gölgede  kalan  bir  yanı  olacak.       “Hakikati  istemek,  onu  beklemek,  bıkmadan  usanmadan  kelime  kelime   damıtarak  sonsuza  dek  istemek  –  soldan  bir  çığlık  da  sağanç  Tekerlekler  aynı   yönlere  vurmuş  Otobüsler  karışık  bir  halde  kümelenmiş  –  sonsuza  dek  istemek.”   (Woolf,  s.  10)       Karakterlerinin  umutlarını,  acılarını  bilinçdışının  akışı  ile  anlatması,  belki   de  doğal  ve  yapmacıklıktan  uzak  bir  yöntem  olsa  da  okuyucuda  duygu   uyandırmayı  da  bir  o  kadar  güçleştirmektedir.  En  azından  genel  geçer  bir  duygu   uyandırmayı  zorlaştırır.       Edebiyatı  şiire  yaklaştıran  bir  yazı  tarzında  genel  bir  duygudan  ne  kadar   söz  edilebilir,  bilemiyorum.  Ancak  bu  durumun  oldukça  yenilikçi  ve  özgün  olduğu   ortada.  Böyle  bir  düşünce  sisteminin  bir  tek  noktada  yoğunlaşmış  hâlini  gözümde   canlandırdığımda  müthiş  bir  edebi  eser  canlanıyor  zihnimde.       1  “Duvardaki  lekeyi  galiba  ilk  defa  bu  yılın  Ocak  ayı  ortalarında  fark  ettim.   Bir  tarihi  kesinleştirmek  için  insanın  o  an  gördüklerini  hatırlaması  gerekir.  Onun   için  şu  an  ateşi;  sarı  ışığın  kitabımın  sayfaları  üzerindeki  durağan  yansısını;   şöminenin  üstündeki  yuvarlak  cam  kasedeki  üç  krizantemi  düşünüyorum.”     (Woolf,  s.  43)     Bu  şekilde  bir  bilinç  akışında  zincirlerden  veya  kısıtlamalardan  söz  etmek   mümkün  müdür?  Kesinlikle  hayır.  Hatta  Woolf  bu  özgürlüğünü  kişisel  yaşamında   da  belli  eder.  Homoseksüel  eğilimleri  olan  ve  feministlerin  baş  ucu  kitabına  da   sahiptir  kendisi.  Özgürdür.  Özgür  bir  evlilik  yaşar.  Gerçekliğe  mahkûm  bir   bilincin  özgürce  akmasına  izin  verir.  Bu  sayede  bir  o  kadar  gerçeğe,  hakikat’a   ulaşmaya  yaklaşır.  Hatta  ulaştığı  da  söylenebilir.  Varıp  ulaştığı  tek  hakikat,   ‘intihar’  gerçeğidir.     “Evet,  mevsim  kıştı  büyük  olasılıkla,  çaylarımızı  yeni  bitirmiştik,  çünkü   duvardaki  lekeyi  ilk  gördüğümde  sigara  içiyordum.  Dumanların  içinden   bakmıştım.”   (  Pazartesi  ya  da  Salı;  Duvardaki  Leke,  sayfa  43)     Yaşadığı  dönemdeki  psikanalitik  kuramın  doğuşu  birçok  yönden  yazım   tarzını  etkilemiş  gözüküyor.  Bireyselliğin,  savaşların  ve  buhranların  içerisindeki   20.  Yüzyıl  insanını  resmeden  diğer  sanatçılardan  farkı,  bu  felâketlerin   içerisindeki  ‘kadını’  anlatma  çabasıdır.  Muhakkak  bu  kadını  anlatması  rasyonel   ve  bağlantılı  bir  şekilde  olamaz.  Tutarsızlıkların  içerisinde  kendi  ile  mücadele   etmekle  uğraşan  Woolf’un  bu  yönünü  kitaplarına  yansıttığını  söyleyebilirim.     “  Tabii  ya,  duvardaki  leke!  Salyangozmuş.”   (Woolf,  s.52)         İlerde  ise  kafasındaki  bu  histerik  seslere  dayanamayan  Woolf  kocasına  bir   mektup  yazar  ve  kendini  nehirde  boğarak  intihar  eder.     “İntihar  fikri  olmasa,  kendimi  çoktan  öldürmüş  olurdum.”   (CioraCni,o  sr.a  1n3,  E)  mil  Michel,   ,  Metis  Yayıncılık,  ISBN  :  9789753420389     Kaynakça   Burukluk       2   Sencer  Umut  Balkan  21401911 Başka Bir Evrene Anahtar Ruhsuzluk, insanoğlunun son zamanlardaki en büyük sorunu. Fiziksel olarak yaşıyoruz ancak fiziksel hayatımızı renklendiren, her birimizi farklı kılan ruhumuz yaşıyor mu düşünmek lazım bence. Hayao Miyazaki, ruhsal ve derin konularda animasyonlar çeken bir yönetmen. Tüm filmlerinde yaptığı gibi Ruhların Kaçışı filminde de ruhsal olaylara ve konulara harika bir hikâye ile değinmiş. Gençler olarak ruhlarımızı kapatmış, onları kullanmaz hâldeyiz bugün. Sadece harcamaya, teknolojik aletlere, oradan buraya koşuşturmaya bağımlı bir hayat yaşıyoruz. İç dinginlik, iç denge ne bilmeden ölüp gideceğiz belki de. Ruhlar dünyasına adım atmaya karar verdiğimizde başlayacak her şey. O zaman öğrenmeye başlayacağız nasıl daha özgür olabiliriz, daha inançlı, kendimizden emin olabiliriz. Gerçek rahatlama ve sakinliği öğrenmenin yolu ruhumuzu dinlendirmektir. Ruhsuz olduğumuz kadar saygısız bir nesil olarak da yetişiyoruz şu anda. Büyüklerimize saygı duymayan, inatçı insanlara dönüşüyoruz. Chihiro da saygısız, inatçı bir gençken ruhlar dünyasında öğrendi tüm bunların aslında yanlış olduğunu. Biz onun kadar şanslı değiliz belki bir anda kendimizi bu dünyanın içinde bulacak kadar. Deneyebiliriz ama o dünyanın bir parçası olmayı, aynı anda iki dünyada birden yaşamayı. Öğrenirsek de hayatımızın bir anda harika bir hâl alacağından eminim. Birbirimize saygısız olduğumuz kadar çevreye de saygısız ve kötü davranıyoruz şu anda. " Tüketim Çağı " olarak görüyorum bugün yaşadağımız çağı. Geleceğimizi, yeni nesilleri düşünmeden harcıyoruz ne varsa bu dünyada. Kirliliğin her türlüsü var ne yazık ki. Akarsularımız, denizlerimiz, göllerimiz, havamız iğrenç bir pislik içinde. Bütün ormanlar, yeşillikler kesiliyor beton yığınları yapmak için. Bu beton yığınları bizi ruhsal dünyamızdan ayıran ilk şey aslında. Kendimiz doğadan soyutlamak yaptığımız en büyük hataydı bence. 10 yaşındaki Chihiro'nun yarısı kadar olsak, bütün akarsu ruhlarını temizleriz, dünyamız o kadar güzel bir yere dönüşür ki. Belki bu akarsu ruhları bize sihirli bir kek bile verebilir teşekkür ettikleri için. Ancak maalesef her gün daha da kötüye gidiyoruz ve geleceğimize bir hiç bırakacağız. Sadece gençleri suçlamamak lazım bu konuda. Yetişkinler de bir o kadar saygısız çevreye ve insanlara karşı. Yetişkinler böyle olunca, çocukları da aynı yoldan devam ediyor. Çocuklarını dışarı çıkarmayan, çocuklarını evde teknolojik aletlere bağlı yaşatan ebeveynler tıpkı oğlu Bou'yu odasından çıkarmayan Yubaba gibi. Bu bebekler büyüyor ama bebek olarak kalmaya devam ediyorlar aslında. Fiziksel olarak büyüyen ama ruhsal olarak küçücük kalan bebekler... Hepimizin içinde var bir ruh ama "No Face" gibi kocaman bir siyah, küçücük bir beyaz kalmışız hepimiz. Kusabilsek bütün açgözlülüğümüzü keşke onun gibi ya da Chihiro gibi olsak da bize verilen bir avuç dolusu parayı kabul etmemeyi, açgözlü olmamayı öğrenebilsek keşke. Hem kendimizi, hem de dünyamızı kurtarabiliriz bu şekilde. Filme tamamen başka bir bakış açısından bakarsak, Kamaji'nin çalışan küçük siyah yaratıkları, emirler altında ezilen işçilerimizdir aslında. Özgür bir davranış sergilemeye izinleri olmayan insanlarımızdır onlar. Ruhsal dünyalarından çok fiziksel dünyaları bozulmuştur bu insanların. Hem fiziksel hem de ruhsal dünyaları yok olmuş insanların kurtarılması gerekli en başta. Bu insanların bilinçlendirilmesi imkansız gibi görülse de mümkün olduğunu düşünüyorum. Tüm bunları özetlemek gerekirse ruhsuz bir şekilde yaşamamak, iki dünyada birden yaşamak, çevreye ve etrafımıza saygılı, başkalarına tüm bu konularda yardım edebilen bir birey olmak tamamen bizim elimizde. Ruhların Kaçışı, inanılmaz derinliğiyle tüm bunları ve başka birçok olayı harika anlatan bir sanat eseridir. Eğer siz de eskiden on yaşında olan ya da on yaşına geri dönecek biriyseniz bu filmi kesinlikle izleyin derim! Can Bayraktar KESKİN SAYFALAR / DORUK ÖNER Sanki bir kitap değil okuduğum. Beni sınıyor, sorguluyor. Kendimi de sorgulatıyor bana. Sadece kitap ve ben, gerisi önemsiz… Tek odağım kitap. Ben onu değil de o beni okuyor. Her detayımı kaçırmadan bulup ortaya çıkarıyor. Savunmasız hissediyorum kendimi. Düşüncelerim benden habersiz dökülüyor resmen ortalığa. Düşüncelerim etrafa saçıldıkça daha da odaklanıyorum kitaba. Ben ona odaklandıkça onun da bana daha fazla odaklandığını hissedebiliyorum. O bana daha fazla odaklandıkça da daha derinlere iniyor. En derinlerdeki düşüncelerimi bile rahatlıkla çıkarıp suratıma vurabiliyor. Benimse elim kolum bağlı... Beni sorgulamasını izliyorum. Benliğimi, varoluşumu, hayatımdaki değerlerimi, hayat yolundaki her bir adımımı, çabalarımı, gelecekteki ölümümü... Bu kadar sorgu altında dayanamıyorum. Kendinle yüzleşmek çok ağır geliyor artık. Ne kitabın ne de benim sorularım bitiyor. Soru üstüne soru... Benliğim yoruluyor. Kitap da sorgulamaktan yorulmuşçasına elimden düşüyor. Ara veriyorum okumaya. Kitap da ben de dinleniyoruz biraz. Belki daha az yorgunum peki ama ya sorular? Onları cevaplayacak kadar kendime gelmiş olabilirim ama onları yanıtlayacak kadar hazır mıyım? Kendimi o kadar iyi tanıyor muyum? Hiç zannetmiyorum. Kendi sorularımı bir yana bırakıp kitaba yöneliyorum. Onun sorularına kafa yormaya başlıyorum. O kadar fazla öykü var ki incecik bir kitaba göre. Kaç tane? On beş? Belki de daha fazla. Her öykü, öykülerdeki her bir karakter farklı bir beni sorgulamak için dimdik, hazır olda bekliyor. Benim ise onların karşısında boynum bükük. Bir öyküye başlıyorum. Oradan bir soru. Bir bakıyorum, çevremdeki insanların bakış açılarını görüyorum, empati kurmaya çalışıyorum. Kendi benliğimi bırakıp onların benliğine teslim ediyorum kendimi. Beni bir de başkalarının gözünden görüyorum. Sonra kendime geliyorum ve başka bir öyküye geçiyorum. Bir karakter çıkıyor karşıma. Sorular sormaya başlıyor. Her baktığımı görebiliyor muyum? Her gördüğümü anlamlandırabiliyor muyum? Peki ya hayatın doğruları, onlar gerçek yüzlerini gösteriyor mu, yoksa doğru diye görmeye çalıştığım şeyler yalnızca beni yanılgıya iten birer yansıması mı hayal gücümün, hayatıma? Belki cevaplayabiliyorum, belki cevaplayamıyorum. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum cevaplarım. Doğru ve yanlış cevap diye bir ayrım var mı onu bile bilmiyorum. Öyküyle beraber cevaplarımı da bir kenara bırakıp yoluma devam ediyorum. Bir sonraki öyküde çabalarım, uğruna gece gündüz uğraştığım hayallerim geliyor gözümün önüne. Gerçekten hayallerim bunlar mıydı? Yoksa sadece kendimi memnun hissetmek için koyduğum hedefler miydi onlar? Bu kadar çaba sarf ettim, ulaşabildim mi peki hedeflerime? Ulaşabildiysem niye hâlâ buradayım? Dünya sadece insanların hayallerine ulaşmak için geldiği bir yer değil mi? Ulaşamadıysam bu kadar çaba niyeydi? Bu kadar soru içerisinde birden boşluğa düşüyorum. Bu ana kadar bir şeye ulaşamamış gibi hissediyorum kendimi ve bir ümitsizlik kaplıyor içimi. Kitaba devam etme şevkim de kırılıyor biraz. Bu noktadan sonra karşılaşabileceklerim korkutuyor beni. Kısa ve keskin öyküler, anlık yaşadığım yoğun duygular canımı acıtıyor. Biraz rahatlamış hissedip devam ediyorum öykülere. Biraz sonra, belki de bir insanın kişiliğinin en önemli parçası, vicdanım beliriyor karşımda. Ne zaman sorgulayacağını düşünüyorum ve korkuyorum. Sanki suratıma sert bir darbe alacağım ama beni korkutan alacağım darbe değil darbeyi ne zaman alacağım sorusu. Ama düşündüğüm olmuyor. Bir darbe de vicdanımdan almıyorum. Ya vicdanım beklerken hissettiğim korkuyu yeterli buluyor ya da o kadar duyarsızlaştım ki acıya, ben hissedemiyorum yediğim darbeleri. Kitap ilk defa su serpiyor içime. Bir an için bile olsa rahatlıyorum. İçimdeki enkazı bir yana bırakıp mutlu olmaya çalışıyorum ve oluyorum da. İşte bunları hissediyorum Ferit Edgü’nün yazdığı kitabı okurken. Sonra kitabı kapatıyorum ve düşünüyorum. İçimdeki mutlu ve güneşli hava yerini yine fırtınaya bırakıyor. Duyduğum tek şeyse fırtınanın uğultusu ve anlamadığım bir yerden gelen tüyler ürpertici bir “Çığlık”. En Masum Şey İçimizdeki Şeytandır “Hayır, hayır ben yapmadım.” “Bunu yapan ben olamam.” “Benim yapabileceğim şey mi sence bu?” “Basiretim bağlandı, bu günahları işledim.” “Yok, bir anda oldu ne olduysa. Beni bilirsin, ben böyle biri değilim. İşte bir anlık şeytana uydum.” Bazen veyahut çoğu zaman biz biz olmaktan çıkarız. Kötü şeyler yapar, kötü şeyler düşünürüz. Günah işleriz. ‘İçin fesat’ damgası yediğimiz durumlar olur. Olayın aslını bilmeden tahminlerde, bazen suçlamalarda bulunuruz. Hatalar yaparız büyük, küçük. Geçer gibi gelir ama aslında hayatın ortasına çivileriz. Bazen çalarız; başkalarının hayatını, zamanını, sevgisini ve kaçar gideriz. Geri döndüğümüzde telafisi zor şeyler bırakırız arkamızda. Ama tek bir kurtuluş yolu vardır bu durumdan kurtulmak için. Tek bir kişi vardır aslında. Kim bu bizi pisliklere iten, hırsızlık yaptıran, bazen küfür ettiren, sinsi sinsi düşündüren, fesatlık ettiren, dedikodu yaptırıp başkalarının hayatına burnumuzu sokmamıza neden olan şey kim veyahut ne? Biz olamayız öyle değil mi? Biz ki pamuklara sarılıp büyütülen, masum, günahsız bir bebek olarak doğmuşken, bu tür şeyleri yapan bir canlıya dönemeyiz öyle değil mi? Yoksa döner miyiz? Kim kırdı kalbini, kim döktürdü sana bu yaşları? Hayat mıydı bizi çok üzen yoksa hayatın içindeki bizler miydik bizi öldüren? Kötücül ama çok kötücül bir varlıkla yaşamaya başlamak bir zorunluluk mu oldu artık? Yoksa o, en başından beri bizimle miydi zaten? Biz hep kimi suçlarız bir yanlış yaptığımızda? “Bir şey...” deriz, “Bir şey aklımı çeldi, bana oyun oynadı. İnandım, saflık ettim. Aptallık belki...” diye yakınır da kime dert yanarız? Çok basit. Şeytana uyduk deriz. İçimizdeki şeytana. Kitaptaki başkahraman Ömer’in ondan yakışını da bunun kanıtı gibi: ‘Her şeyin başlangıcı o… Sonra içimdeki bu melun şeytan… Her şeyi imkansızlığı nispetinde bana cazip gösteren, beni olmayacak şeylerin hasretiyle kavuran bu korkunç his…’ (144) İçimizdeki şeytanın bizim bir parçamız olduğunu bilmeyiz ya da bilmemezlikten geliriz. Geliriz ki o masum olarak doğan benliğimize leke sürülmesin. (Bebeklerin masumiyetini kabul ettiğimi kesinlikle söylemiyorum çünkü her birimiz içimizde bir şeytan barındırarak dünya geldik ki bunun en güzel göstergesi Sineklerin Tanrısı’nda çocukların en sonunda birer caniye dönüşüp birbirlerini yok etmesi, içlerinde birer şeytan barındırdıklarının en büyük kanıtıdır.) Hatta içimizdeki şeytanı suçlamak işimizi daha da kolaylaştırır çünkü bizim saflığımızı ve böyle kötü oyunlara hemen inanacak kadar masum olduğumuzu gösterir. Kaçmak isteriz suçtan. “Yok!” deriz, “Vallahi, ben ettim sen etme. Şeytana uydum, bir daha tövbe!” derseniz benim açımdan daha da büyük bir günahın içine düşersiniz. Benim anlatmak istediğim zaten o kötü taraftan, içimizdeki şeytandan kaçılamayacağı. Ömer’in bu gerçeği fark edişi şu cümlelerde saklı: ‘Hâlbuki ne şeytanı azizim ne şeytanı? İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var…’ (250) ‘Ne demek istiyorsun? Ben gayet aklı başında bir şahısım, şeytana da uymam. Sen zamanında uymuşsun şimdi de bizi suçluyorsun.’ dediğinizi hisseder gibiyim. İşte tam da demek istediğim şey bu. Ondan kaçamazsınız çünkü aslında içimizde ayrıca bir şeytan yok, kendi benliğimiz onu kapsıyor zaten. Siz belki benim hakkımda böyle yargılar düşünürken yanılacak ve benim günahımı alacaksınız. Sonra ben öyle demek istemedim vs. başlayacak. Ben İçimizdeki Şeytan’ı okuduğumda aslında kendimle yüzleştim. Bazen hayatta aldığım yanlış kararların sorumlusunun başkaları değil de ben olduğumu anladım. Kendimi kabul etmeyi ve aslında insanoğlunun çok da masum varlıklar olmadığını anladım. Yani “Şeytanın benim fikrimi filan çeldiği yok arkadaş, ben zaten buymuşum!” demeyi öğrendim. Ama biz gene de içimizdeki şeytanı suçlamaya devam edelim. Daha kolay olduğu için değil, daha masum olmak için de değil, zaten asla öyle bir şey vaat edemem size, sadece sevmek için. Kendimizi ve başkalarını. Çünkü bilirsek kendimizi, başkalarını; asıl iç yüzleri aydınlanırsa belleğimizde, kaçarız. Hem kendimizden hem de karşımızdakinden uzaklaşır, sevmekten vazgeçeriz. Tıpkı Ömer’in biricik aşkı Macide’den en sonunda kaçtığı gibi. Onun için aman dikkat edin de şeytan aklınızı çelmesin! Çelerse de her zaman yaptığımız gibi, bırakın; aslında en masumken o, onu suçlayın. Merve Nur Aksakbağı Kaynak Ali, Sabahattin. İçimizdeki Şeytan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015 Notre Dame de Paris Müzikali Notre Dame de Paris, Victor Hugo’nun bu benzersiz başyapıtını bir müzikal olarak dinlemek ve izlemek… Hele bir de bu şaheserin bir Broadway müzikali olması benim için tarif edilemez ve nefes kesici bir deneyim oldu. Nisan ayında Zorlu Center PSM’da tecrübe ettiğim bu başeseri Luc Plamondon ve Richard Cocciante tarafından romandan sahneye müzikal olarak uyarlanmıştır. Bu muazzam prodüksiyon, Notre Dame de Paris, Broadway yapımı olarak Türkiye’de ilk kez Zorlu Center PSM’de bu sene sahneledi. Müzikalde kullanılan ses ve ışık sistemi gibi pek çok teknik özelliği bir arada barındıran bir salonun bugüne kadar olmaması Türkiye için büyük bir kayıp olsa da Zorlu Center PSM bu problemleri çözmüş görünüyor ki müzikal oyuncularının kusursuzluğu salonda kullanılan harika ses ve ışık sistemiyle perçinlendi. Yaşadığım bu tarifsiz deneyimi anlatmadan önce belki de eserin izlediklerimden hareketle olay örgüsünden bahsetmenin yerinde olacağı kanısındayım. Birçok alanda pek çok kere ödül alan bu eserin başkahramanı Quasimodo, katedralin önünde sahipsiz bir bebek olarak Rahip Frollo tarafından bulunur ve rahip bu kimsesiz bebeğe sahip çıkar ve büyüdüğünde ona katedralde zangoçluk görevi verir. Quasimodo’nun sıradan hikâyesi ise güzel Esmeralda’ya âşık olması ile baştan sona değişir. Esmeralda’nın güzelliği karşısından kayıtsız kalmak neredeyse imkânsızdır. Ona karşı koyamayanlardan bir de rahip Frollo’dur. Âşık olması yasak olan bir din adamının ise aşk karşısındaki çaresizliği aşkın gücünü gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Gören herkesin kayıtsızca âşık olduğu Esmeralda’nın kalbi ise Subay Phoebus için atmaktadır. Oysa Phoebus’un kalbi boş değildir ve bir nişanlısı vardır; ancak Esmeralda’nın aşkı o kadar karşı konulmazdır ki Phoebus, Esmeralda’nın aşkına kayıtsız kalamaz ve bir gece yarısı buluşmaya karar verirler ama bu buluşma onların sonunu hazırlayacak olan buluşma olacaktır. Çünkü bu aşkın kötü adamı rahip Frollo, Esmeralda’nın bıçağı ile Phoebus’u bıçaklayacak ve suç Esmeralda’nın üzerine kalarak zindana atılacaktır. Esmeralda, Çingene arkadaşları ve Quasimodo’nun yardımlarıyla bulunduğu zindandan kurtarılırsa da kısa bir süre sonra acımasızca halk meydanında asılır. Quasimodo, tüm bu olanlardan sorumlu olarak gördüğü koruyucusu rahip Frollu’yu katedralden aşağıya atar ve Quesimodo’nun ölümüyle sahne sona erer. Müzikal, dansları, dekoru, kostümü, makyajı ve oyuncularıyla dört başı mamur bir gösteriydi. Sanatçıların ki asıl oyuncular olmamalarına rağmen, kusursuz denebilecek ölçüde oyuna yoğunlaştıkları açık bir biçimde seyirciye yansıyordu. Bu da onların tam bir profesyonel olduklarını göstergesiydi. Bana göre müzikalin en etkileyici bölümü özellikle “Belle” şarkısının söylendiği Frollo, Quasimodo ve Phoebus’un Esmeralda’ya aşklarını itiraf ettikleri sahneydi. Bu sahnenin etkileyici olmasının nedeni birbirinden farklı üç erkeğin aşk karşısındaki ortak tavırlarıydı. Oyunculardaki kusursuz ses ve beden kullanımı bu işin ne kadar iyi yapılabileceğini gözler önüne sermesi açısından dikkate değerdi. Sözün kısası bu müzikal bir müzikalin en üst derecesinin göstergesiydi. Tüm bunlara ses sistemindeki kusursuz donanım ve ışık sisteminin oldukça doğru ve abartıya kaçmadan kullanılması eklenince müzikalin olağanüstü bir görüntü ve ses vermesine şaşırmamak gerekir. Çünkü bu ekip ve proje, bu işi dünyada en iyi yapanlardan oluşuyor. Müzikalin kusursuzluğunun belki de tek eksiği, müzikali defalarca Fransızca olarak izlemiş olmamdı. İzlediğim bu eserin bütün müziklerine ve sahnelerine aşina olduğum için eserin İngilizce olması müzikalin büyüsünü ara sıra bozdu. Her ne kadar istemsiz olarak içimde parçaları sık sık Fransızcaya tercüme ettimse de bu duruma adapte olamayanın bir tek ben olmadığımı fark ettim. Müzikalin sonunda şair Gringoire bir sürpriz yaparak, müzikalin giriş parçası olan “Le Temps des Cathédrales”i Fransızca olarak seslendirdi. Sonuç olarak, aşkın gücü ve büyüsünü sahneye taşıyan Notre Dame de Paris müzikalini, Türkiye’de izlemiş olmak benim için harika bir deneyim oldu ve aşk karşısındaki insanın zeminsizliği ve zamansızlığına da bir kez daha şahit oldum: Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri ahuya zebûn etti felek. Gökler Borluk 21502018 İNTİKAM UĞRUNA Öyle duygularla beslenmiştir ki insan ruhu, kısa bir zaman içinde onların esiri haline gelebilir. Bu duygulardan biri ise intikamdır. Aralarında en acımasızı, en karşı konulamazı… En iradeli insanları bile esiri yapmıştır bugüne kadar. Tek gereken şey, içimize girmesine izin vermemiz için bizi tetikleyecek ufak bir olay... Bir bulaştı mı insana, bir elma kurdu misali, içten içe sömürür ve gözünü kör eder. Bulaştıktan sonra da insanın amacı haline gelir. Bu virüsü kapan kişi artık bu intikamın hırsıyla çırpınır durur ve amacına ulaşma pahasına mantıksız bile olabilecek her türlü olayın içine girebilir. İzlemiş olduğum “John Wick” filminde genel olarak intikam ve hırs duygularının birleşimi ana karakter üzerinden ele alınmış. Aslında bu, çok da rastlanmayan bir durum değil insanların hayatlarında. Çoğu kişi için basit ve önemsiz sayılabilecek bir olay yaşarsınız sadece. Fakat siz onu takıntı haline getirmişsinizdir ya da belki de o, sizin can damarınızdır. Mesela biri çocuğunuza zarar verse, hırpalasa ne yapardınız? En azından aynı duyguyu, çocuğunuza zarar vermiş olan insana yaşatmak istersiniz çünkü evlat, insanın can damarlarından bir tanesidir. Başka insanlar için sıradan bir olay sayılsa bile sizin için kesinlikle kelimelerle tarif edilemeyecek kadar büyük bir acı olabilir. İşte bu noktadan sonra insanın beyninde uzun zamandır sönük duran intikam meşalesi bir anda alev alır ve artık her şey için çok geçtir. Lanet olarak betimlenebilecek bir duygudur bu, intikam duygusunu henüz benimsememiş insanlar için. Tabii bu duyguyu benimsedikten sonra farkına varıp göremez insan lanetlendiğini çünkü artık o, insanın beynindeki intikam meşalesi, tutuşan ateşiyle gözlerini de dağlamıştır. Fakat genelde, irade bakımından zayıf insanlara daha rahat bulaşabilecek bir lanettir intikam. Gözlemlediğim üzere bu laneti taşıyan insanlar genelde hırslı, daima kendi kıstaslarına göre davranan, kolayca kin besleyebilen ve içinde öfke duygusunu barındıran bir yapıya sahip. Bu insanlar irade bakımından kuvvetsiz olduklarından dolayı zevk aldıkları bir şeye de çok çabuk bağımlı olurlar. Öfkelerini kazanan birinden intikamlarını alarak amaçlarını gerçekleştirdiklerinde intikamın tadına varmışlardır. Onun verdiği lezzete bağımlı olmuşlardır çılgınlar gibi. Artık onlar da intikamın verdiği lezzetin birer tiryakisidirler ve yeni intikam hırsları peşinde koşmaya başlarlar. En ufak bir durumu bile kişisel algılarlar. Örneğin çalıştığınız şirketteki patronunuz, eğer intikamın tadına birçok kez varmış biriyse, ona günlerce çalışıp hazırladığınız proje dosyasını ofisinde sunduğunuz esnada dirseğinizle masada duran kupa bardağı sakarlıkla devirip patronunuzun üstüne kahve dökülmesine sebep olursanız, bunu kesinlikle bilerek yaptığınızı düşünecek ve kişisel algılayacaktır. Ve sonrasında ekmek teknenizle bile oynaması kaçınılmaz olabilir. Filmde bazı aksiyon içerikli sahnelerde, ana karakterin gözünü kırpmadan intikam uğruna neler yapabildiğini görüp etkilendim. Affedicilikten bu zerrede eser kalamayabiliyormuş insanın içinde. Bir süre sonra intikam uğruna yapılan her şey soğukkanlılıkla gerçekleştirilebiliyormuş. Ayrıca bu, bir yerden sonra insanların çektiği acıdan tamamen zevk almaya dönebiliyor ki bu da sadizm, insanın ruhunun artık tamamı ile kirlenmiş olması, oluyor. İnsanın dünyaya gözlerini yeni açtığındaki o saflığından eser kalmamıştır artık. İntikam ve intikam hırsının doğmasına önceden ortam hazırlamış olan nefret, öfke, hırs ve kin gibi kötü huylu duygular, saflığın ve saflığın getirdiği sevgi, bağışlayıcılık, hoşgörü gibi iyi huylu duygulardan daha ağır basıp üstün gelerek saflığı da kirletmiş olur. “Bunu sana bir gün ödeteceğim.” cümlesi artık beyinlerine kazınmıştır bu intikam lanetini kapmış insanların. Genel olarak özetlemek gerekirse, filmdeki ana karakterin yaptıklarının aksine, insanların iki günlük dünyada yaşadıklarını fark edip ona göre barışçıl ve bağışlayıcı davranmalarında kendileri açısından fayda var. İntikamlarını aldıktan sonra ellerine hiçbir şey geçmeyeceğinin farkına varmalılar yol yakınken. Aksi takdirde “İntikamım acı olacak.” diyecekler devamlı. Evet, kesinlikle acı olacağı doğru. Ama bir tek intikam aldıkları kişiler için değil, en sonunda kendi kararmış olan ruhları için de... TURK 101-57 2014-2015 Güz Dönemi İlk Ödev-Son Metin Opera 08.10.2014 Beril Babacan 20901276 DON GİOVANNİ Geçtiğimiz kış bir arkadaşımla ara tatilde yurtdışına çıkmak istiyorduk. Bütçemize de uygun ve çok uzun uçuş saatleri gerektirmeyen bazı Avrupa şehirlerine göz gezdirirken Viyana dikkatimizi çekti. Ankara’da da özellikle operaları hiç kaçırmayan, fırsat buldukça giden bir ikili olduğumuz için operasıyla ünlü bu şehir ön planda kendini gösterdi. Böylece turistik tatilimize Wolfgang Amadeus Mozart’ın Don Giovanni operasını Viyana’da izleme keyfini katmaya karar verdik. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin hazırladığı Don Giovanni operasının temsilini Ankara’da da iki defa izlediğimiz için oyuna çok hakimdik ve karşılaştırma imkanı bulduğumuz için de çok şanslı hissediyorduk. İkimizin de en sevdiği opera oyunu olması ve tam benim doğum günüme denk gelmesi de şevkimizi katbekat arttırıyordu. Paralarımıza kıyarak en güzel yerden aylar öncesinden biletlerimizi aldık. Gezimizin en önemli durağı burası olacaktı. Resmi giyinmenin önemli olduğunu bildiğimiz için o geceye özel kıyafetlerimizi bile çok önceden hazırladık. Sonunda temsilin olduğu akşam geldi çattı. Güzelce hazırlanıp opera binasına gittik. Opera binasının da başlı başına bir sanat eseri oluşu, 150 senelik geçmişi ve ilk açılışının da 1869 yılında yine Don Giovanni operasıyla oluşu büyülü havasını bizim gözümüzde ikiye katladı. Ankara Opera Binası’nın da o büyülü havayı yakaladığına inanıyorum ama tabiki 1934 yılında açılan, Viyana Opera Binası’na göre çok daha genç olan bir binayı 1869 yılında açılan ve 1945 yılında bir bombalama atlatan Viyana Opera Binası ile karşılaştırmak sanırım biraz haksızlık olur. Temsilden önce giriş alanında beklerken etrafımızdaki insanlara göz gezdirdik. Kendi yaşlarımızda insanlar hiç göremedik, yaş ortalaması ellinin üzerindeydi. Bastonlarıyla veya tekerlekli sandalyeleriyle gelenler çoktu; buna rağmen hepsinin kıyafetlerine çok özen göstermiş olduğu belliydi. Operanın kültürlerine bu kadar yerleşmiş olmasına imrendim. Genç insanların etrafta olmamasının sebebi sanırım bizim en pahalı kategoriden bilet almış olmamızdı; çünkü sonradan öğrendiğimize göre öğrenci ve turistlere 2 euro karşılığında arkada ayakta izleme imkanı tanınıyormuş. Hatta bazen ücretsiz bile içeri alabiliyorlarmış. Bu imkanı yaratmaları da çok hoşuma gitti; çünkü opera aslında emeğinin karşılığı düşünüldüğünde çok ucuz; ancak emeği işin içine katılmadan düşünüldüğünde pahalı ve dolayısıyla lüks olarak değerlendirilebilecek bir aktivite. Maalesef operanın bizim kültürümüzün içine bir türlü tam olarak katılamadığını, sanatçılarımızın emeğinin karşılığını çoğunlukla alamadıklarını bilerek, kendi operalarımıza giderken yüksek beklentilerim olmadan izleyip çok memnun ayrıldığımı birçok sefer için söyleyebilirim. Aynı mantıkla Viyana Devlet Operası’nın bir temsiline gitmek için aylarca bekledikten sonra (sahne tasarımı, kostümler, ışıklar, dekor ve sanatçılar bakımından) beklentilerim yükselmişti; ancak temsil başladığında ilk dekor yüzünden gözümde hemen puan kaybetti. Sahnenin tepesinden asılmış oldukça büyük, gösterişli bir avize göze çarpıyordu. En başta avizeyi gerçek bile sanabilirdiniz; ancak hemen sonrasında gözleriniz biraz daha alıştığında fark ediyordunuz ki gerçek bir avize değildi baktığınız; güzel bir perspektifle çizilmiş bir avize resmiydi yalnızca. Ankara’daki temsillerde daha güzel açılış dekorları vardı; hatta tüm oyunun dekorları çok daha iyiydi diyebilirim. Maddi konularda Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin Viyana Devlet Operası’na oranla çok daha kötü durumda olduğunu belirtmeye gerek yok diye düşünüyorum; bu sebeple Viyana’daki dekorların çok daha güzel olabileceğini düşünmüştüm ama yanılmışım. Aslında yanılmış olmaktan da mutluyum, opera konusunda sandığımdan çok daha başarılıymışız; yine de hevesle gittiğim Viyana’da bu anlamda hayal kırıklığına uğradım. Özellikle son sahnedeki; Don Giovanni’nin cehenneme alındığı, oyunun duygularının en üst seviyede yaşandığı sahnedeki dekor Ankara temsilinde çok daha başarılıydı. Daha etkileyiciydi, insanın tüylerini diken diken etmeyi başarmıştı. Viyana temsilinde aynı sahne sönük kaldı. Sanatçılar konusuna gelirsek, Türk sanatçılarımız en az Viyanalı sanatçılar kadar iyiydi. Zaten istesem de bu işle uğraşan bir sanatçıyı eleştiremem diye düşünüyorum, yaptıkları işe çok saygı duyuyorum, ne kadar emek isteyen ve kolay olmayan bir iş olduğunun farkındayım. Ancak eleştirel bakmam gerekirse, gerçekten Türk sanatçılarımızla gurur duydum. Genel olarak sanata değer verilmeyen ülkemizde bu yola baş koymuş sanatçılarımızın, Viyana’da özel okullarda bu konularda eğitim gören, ödenekleri yeterli şekilde ayrılan, saygı duyulan ve devlet tarafından sonsuz destek gören sanatçılara taş çıkartacak profesyonellikte ve en az onlar kadar yetenekli olmaları beni çok mutlu etti. Sonuç olarak; Viyana’da, opera ve klasik müzik denildiğinde akla ilk gelen şehirde, açılışının 150 sene öncesinde yine Don Giovanni operasıyla yapıldığı binada Don Giovanni’yi izlemek, farklı kültürlerden insanlarda aynı anda aynı duyguları yaşamak, o havayı solumak çok güzel bir deneyimdi. Dünyaca ünlü bir opera topluluğunu Ankara Devlet Opera ve Balesi’yle karşılaştırmak başta saçma gelse de deneyimledikten sonra Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin gerçekten çok güzel işleri layığıyla yaptığını, takdir ve destek görmesi gerektiğini fark etmek de beni çok mutlu etti. Umarım devletimiz ve halkımız da zamanla Viyanalılar kadar olmasa bile bu sanat dallarını kucaklar ve bu kurum ve kişiler hak ettikleri desteği, takdiri görürler. Ben kendi adıma elimden geleni yapacağım. Temsil Öncesi Viyana Opera Salonu Temsilden sonra Viyana Opera Salonu Sanatçılardan Bazıları Selam Verirken Turk - 102 - 77 Simge Aydın Beyazın Üstünlüğü (!) 12 Yıllık Esaret okuduğum en acıklı kitaplardan birisiydi. Her bir bölümünü yapılan haksızlığa dayanamadan okuduğum bu kitap, yaşanmış bir hikâyeyi anlatıyor. Asıl acıklı olması ise bundan kaynaklı aslında. Keşke yalnızca bir kitap olsaydı ve bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı dedirtiyor insana. İnsanlar nasıl bu kadar duygusuz ve acımasız olabiliyorlar bu kitapla birlikte bir kez daha görmüş oldum. Özgür bir adamken bir anda, sırf ten rengi yüzünden, köleleştirilen bir adam ve ailesine ulaşmak için hatta ondan önce hayatta kalmak için verdiği çabalar... Her zaman saçma gelmiştir bana, başka bir insandan kendini üstün görmek. Hele bir de bunun sebebi ten rengi ise. Bir de asıl kötü olanı, üstün görmekten ziyade bu insanı bir de köle olarak kullanmak, ona işkenceler yapmak. Kitapta bu eziyetler anlatıldıkça içimin daraldığını çok fazla hissettim. Bana kalırsa köle kavramı tamamen yanlış ve mide bulandırıcı. Herkes eşittir demek ne yazık ki bu adaletsiz dünyada çok zor ama hiçbir insan bir başkasının kölesi olarak doğmaz, doğmamalı da. Hadi köleliği bir kenara koydum diyelim, ya o zavallı insanlara yapılan işkencelere ne demeli. Kitabı okuduktan sonra biraz araştırma yaptığımda bu konu hakkında bir sürü eziyet hikâyesi okudum. Ben okumaya bile katlanamazken bir zamanlar bunların gerçekten yaşanmış olması şok edici. Günümüzde artık köle meselesini pek fazla göremesek de ırkçılık hala dünyamızın en büyük sorunlarından bir tanesi. Hala bazı yerlerde koyu tenli insanların alınmadığı restoran ya da mekânlar var. Sadece koyu tenli ya da açık tenli diye de ayrım yapılmıyor artık. Çekik gözlü, Asyalı, oralı buralı. Bunun sebebi bana kalırsa aşırı milliyetçilik. Bazen insan o kadar kaptırıyor ki milliyetçi olmaya diğer insanlar sanki insan değilmiş gibi davranabiliyoruz. Örneğin bir terör olayı yaşansa bir sürü insan ölse ilk olarak soracağımız soru “Nerede?” olur. O kadar önemsiyoruz ki kendi milletimizi başka ülkelerdeki insanlar sanki önemli değil. Geçenlerde televizyonda koyu tenli insanların da kendi aralarında daha açık tenli olanları dışladıklarını anlatan bir programa rastladım. Açıkçası gerçekten çok şaşırmıştım bu duruma. Neden bir insan kendine yapılan haksızlığı bir başkasına yapar ki? Dışladıkları insanlar için gerçekten çok üzülmüştüm. Tüm bunlardan çıkardığım sonuç ise insanın bencil ve duygusuz olduğuydu. Kitabın sonunda bir süre bu konu hakkında düşündüm, neden böyle bir düşüncenin ortaya çıkmış olduğunu, neden hala hepimizin dilinde olduğunu. Morgan Freeman demiş ki “Eğer herkes ırkçılık hakkında konuşmayı bıraksaydı şimdi ırkçılık kalmazdı” (2005) . Küçüklüğümüzden itibaren bu konu hakkında binlerce şey duyuyoruz ve bu da bizim bilinçaltımıza ister istemez işlemiş oluyor. Ben hiçbir insanı ayırt etmememe rağmen, koyu tenli bir yabancıyı gördüğümde elimde olmadan da olsa biraz garip hissediyorum. Bunun sebebi Türkiye’de daha çok açık tenli insanların bulunmasından dolayı da olabilir. İnsan her şeyden önemlidir ve bu dünyaya hepimiz eşit olarak gelmişizdir. Bunu değiştirmek isteyen insanları gerçekten kınıyorum doğrusu. Birbirimizi sevmeli ve haklarımıza özen göstermeliyiz. Umarım gelecekte bir gün ırkçılık diye bir kelime kalmaz. Her ne kadar buna inanmasam da umut ediyorum böyle olmasını. Olabildiğince bu konu hakkında konuşmamak en doğru karar olacaktır. Böylelikle zamanla unutulup gider ve insanlar hak ettiği eşitliğe kavuşur ve mutlu yaşarlar. Kaynakça: Northup, Solomon. 12 Yıllık Esaret. Penguin kitapları,2016. Freeman, Morgan. Kişisel görüşme. 22 Ağustos 2014 Doğa Tekin RASTGELE YAŞAMAK Luke Rhineheart’ın “Zar Adam”ı ve “Zar Teorisi” ile ilgili düşünceler... Bu yazıya başlamadan önce aklımda üç farklı başlık fikri vardı. Gittim oturma odasındaki tavla takımına, aldım zarlardan birini. 1 veya 2 gelirse ilk başlığı, 3 veya 4 gelirse ikinci başlığı, 5 veya 6 gelirse de bu başlığı yazacağım dedim. Salladım zarları ve bıraktım, 5 geldi. Tereddüt etmeden yazdım zarın bana emrettiği başlığı. Bunun gibi küçük ve nispeten önemsiz kararsızlıklardan kurtulmak için fena bir yol değil aslında. Peki ya bu zara önemli konularda danışsaydım? Hatta kararsızlıklarımı çözmek için değil de ne istediğimi gayet iyi bildiğim konularda başvursaydım bu zara? En önemlisi de, ben bu zara verdiğim seçeneklerin arasına hiç yapmak istemediğim şeyler de koysaydım? İşte Luke Rhineheart ve “Zar Teorisi” sizi buna teşvik ediyor. Rhineheart’a göre, herkesin aslında birçok kişiliği vardır fakat toplumsal normlar, yasalar ve diğer insanların etkileri nedeniyle bu kişiliklerin çoğu sürekli baskılanır. Zar Teorisi’nin amacı toplumsal normları kırıp, gerektiğinde yasaları bile yok sayarak, kişinin benliğini parçalayıp bu saklı kişiliklerin hepsini açığa çıkarmak. Rhineheart’ın yolundan giden bir “zar adam”, bazen eşini çok sevip bazen aldatmalı, çocuklarına bazen en iyi şekilde bakıp bazen eve bile uğramamalı, alkol, sigara ve uyuşturucuya karşı olup hepsini kullanmalı, cinsellikten nefret etmeli ama cinsel ilişki için para ödemeli, dindar ve dinsiz olmalı, bir gün barış yanlısı bir gün de psikopat olmalıdır. Yazara göre bütün bunları sağlamanın yolu da hayatını bir zarın üste gelen yüzüne bakarak yaşamaktan geçiyor. Sonuç olarak kişide kısmi kontrollü bir şizofreni yaratıyor bu süreç. Kısmi Doğa Tekin kontrollü diyorum çünkü sonuçta zara seçenekleri veren yine kişinin kendisi. Fakat bu kontrolü en aza indirmek de bir zar adam olmanın gerekliliklerinden. Zara seçenekleri verirken bu seçenekleri olabildiğince zihnin en uç köşelerinden seçmek, ruhun derinliklerinde saklanan arzuları ve korkuları da eklemek gerekiyor gerçek bir zar adam olmak için. Tabii bir de zarın kararını kutsal bir emirmiş gibi uygulamak. Benim bu teoriden bu kadar etkilenmemi sağlayan en önemli etken yazarın üslubu. Öncelikle, kitabın kapağındaki yazar ile odak figür aynı insan. Hatta hikayeyi ve bu teorinin oluşumunu da bizzat Luke Rhineheart’tan dinliyorsunuz çünkü kitap bir otobiyografi şeklinde yazılmış. Yazarın bu kitabı keyifle okunup bir köşeye bırakılsın diye yazmadığı çok belli. Gerçekten de yarattığı yaşam teorisini benimsediğini ve herkese açıklamaya çalıştığını hissettiriyor okura. Hatta bunu başarmak için alışılmışın dışına çıkıp kitabın ortasında bizzat sesleniyor okura: “Ve sen, bunları okuyan Okur, iyi dostum ve çılgın okurum, sen de aslında bir Zar Adamsın. Bu kitabı buraya kadar okuduğun için, burada portresini çizdiğim kişiliği, yani Zar Adamı ruhunda taşımaya mahkûmsun aslında. Sen çoklu bir kişiliksin ve onlardan biri de benim işte. Ben senin içinde bir pire yarattım ve o seni ölene kadar kaşındıracak. Ah, Okuyucu, aslında benim doğuşuma asla izin vermemeliydin. Hiç kuşkusuz diğer kişilikler de seni arada sırada ısırıyorlardır. Fakat Zar Adam piresi her zaman kaşınmanı ister, doymak bilmez o. Bundan sonra kaşınmadan asla duramayacaksın—ama kendin de pire olabilirsen kurtulursun bundan.” Kitabın atmosferine kendimi son derece kaptırmışken yazar bu satırları üstüme salınca tüylerim ürpermeden edemedim. Luke Rhineheart hikaye boyunca zarlar söylediği için işinden ayrılıyor, karısını ve çocuklarını terkediyor, tecavüz ediyor ve cinayet işliyor. Yazar okurlarından bunları yapmasını istiyor diyemem ama onları zar hayatını denemeye teşvik ediyor kesinlikle. İlginç düşünceleri ve bu düşünceleri işleyişiyle belli bir oranda başarılı da oluyor. Başlık seçmek için kullandığım zarı şuan tekrar atmayı, seçeneklere de şuana kadar yazdığım her şeyi silip başka bir şey hakkında baştan yazmak gibi seçenekler koymayı düşündüm. Farkettim ki zar bana bunu yapmamı söylese onu dinlemezdim. Sanırım rastgele yaşamak bana göre değil fakat bu kitabı okuyup benden çok daha fazla etkilenen, benden daha cesur ve belki de zar yaşamını benimsemeye karar veren insanlar olacaktır. Onların bu işi ne kadar ileri götüreceğine sadece kendileri ve zarlar karar verebilir... Belki de Korkmalıyız Yıllar önce, insanlığın ilk dönemlerinde “korku” denilen duygu atalarımızın hayatlarını kurtarırmış. Bir aslanın yanına gitmek istediklerinde hissettikleri korku duygusu, onları bu tür tehlikeli eylemlerden korumuş ve belki de insanlığın devamını sağlamış. Yıllar geçtikçe, yaşantılarımız değiştikçe korku duygusunu hissettiğimiz anlar da değişti doğal olarak. Okula giderken bir aslandan korkmak yerine, belki biriyle karşılaşmaktan korkuyoruz, belki de etmek zorunda olduğumuz bir sohbetten. Ancak, bunlardan korkmak, bize içgüdüsel olarak doğru gelse de aslında çoğu zaman hayatımızda yanlış kararlar vermemize yol açar. Bir hafta bile değil, sadece ve sadece bir günde belki onlarca şeyden korkuyorum. Akademik korkularım, sosyal korkularım ve bazı yaşamsal korkularım beni yapmak istemediğim şeylere zorluyor. Dersler, sınavlar ve notlarım akademik korkularım oluyor. Dersleri geçmem gerektiği konusunda kendimi çok zorluyor ve strese sokuyorum. Ek olarak mezun olduktan sonra neler yapacağım konusunda endişelenerek, daha şimdiden mutsuz bir hayata kendimi sürüklüyorum. Halbuki bu korkuya sahip olmasam ve her şeyi zamanı geldiğinde hallederek aşama aşama ilerlesem hem mutlu hem de başarılı bir insan olacağım belki de. Sosyal korkularıma, sınıfta herhangi bir konuda bir sunum yapmayı örnek gösterebilirim. Bu korkuya sahip olmasam, çok rahat bir şekilde istediğim gibi bir sunum yapma şansım varken, korkarak kendimi bir hata yapmaya ve başarısız olmaya itiyorum. Yaşamsal korkularım ise daha farklı. Ülkemizde son zamanlarda yaşanan olaylar yüzünden kampüs dışında arkadaşlarımla vakit geçirmek neredeyse imkansız hale geldi ve uzunca bir süre böyle devam edecek gibi görünüyor. Bunun gibi sosyal faaliyetleri gerçekleştirmeyi gerçekten çok isterken, eski çağlarda yaşanan “aslan korkusunun” bir benzeri olarak kendime zarar gelebileceği düşüncesiyle dışarıda vakit geçiremiyorum. Örneklendirdiğim tüm bu korkuları ele alırsak, bazılarının yararlı, bazılarının ise sadece bir alışkanlık sonucu var olduğunu ve yarardan çok zarar getirdiğini söyleyebilirim. Hatta bu korkulardan bir tanesi yaşandığında zincirleme bir şekilde diğerlerinin de etkilendiği bir gerçektir. Örneğin, sosyal korkularımda bahsettiğim “sunum yapma korkusunun” bir sonucu olarak başarısız olacağımı düşünürsem, akademik korkularım da tetiklenmiş olur. İşte tüm bu bahsettiğim korkuların içinden iyi olanların sağlıklı bir şekilde bizi korumasını devam ettirmesini sağlayıp, zararlı olanların ise bir şekilde kademeli olarak yok edilmesini sağlama gibi bir şansımızın olup olamayacağını araştırdım. Bulduğum sonuçlar geleceğe biraz daha umutlu bakmamı sağladı desem yalan olmaz. Araştırmalarım sonucunda öğrendim ki aslında birçok korkumuzdan kurtulmamız mümkün. Mümkün, fakat kolaylık ya da zorluk açısından bir şey söyleyemem. Öncelikle ne gibi bir korku ile uğraştığımıza bağlı. Bu küçüklükten gelen ve travma sonucu ortaya çıkmış bir korku ise büyük ihtimalle bir uzmana başvurulması gerekir. Bazı korkuları ise kendi kendimize bile yenebilirmişiz. İşin sırrı, beynimizin kontrol edemediğimiz kısmına, bizi korkutan bu olayı olabildiğince yaşatmak. Fakat burada, bize zarar gelmeyecek şekilde önlemimizi almamız gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Korktuğumuz bu anı yaşayan beynimiz bize kaçmamız gerektiği sinyalini yollayacaktır. İşte en önemli kısım burada başlıyor. Kaçmamız gerektiğini hissettiğimiz anda kendimizi rahatlatıp kalmayı başarabilirsek, beynimiz şunu öğrenmiş oluyor: Burada kalmam bana zarar vermiyor. Böylece bu korkumuzdan kurtulmuş oluyoruz. Bu yöntemi öğrenmem beni biraz daha hayata bağladı diyebilirim. Zorluklar yaşadığım konularda ve en ümitsiz olduğum anlarda bile bir çözüm yolu olması beni rahatlattı. Korkularımın bana zarar verdiği anları en aza indirgeyerek yaşam kalitemi yükseltmek şu andaki hedeflerimden biri. Hayati olarak bana yarar sağlamayan korkularımı azaltmadığım sürece gerçekten “yaşadığımı” söyleyemeyeceğim sanırım. Daha mutlu, huzurlu ve korkusuz bir gelecekte görüşmek üzere… Tarkan Ata Kan Kurtlar Vadisi Irak Film İncelemesi Petrol Üzerine, Petrolden Kara Planlar Kurtlar Vadisi Irak, Kurtlar Vadisi dizisi oyuncu kadrosunun yer aldığı ve yapımcılığını Raci Şaşmaz'ın yaptığı ilk film. Bu film çekildiği dönemde gerçekleşen siyasi olayları konu alan bir senaryoya sahip. Mesela o dönemde Türkiye gündemini sarsan, başa çuval geçirilme olayına da değiniyor. 14 milyon dolar bütçeyle çekilen film, en yüksek bütçeli 2.Türk filmi olarak da gözümüze çarpıyor. Film Irakta geçiyor, henüz ilk sahnesinden aksiyona doyuyor izleyici. Polat Alemdar ve adamları, kendilerini aramak isteyen Irak askerlerini öldürerek başlıyorlar işe. Asıl hedefte ise Amerikan komutanı var. Film boyuncabir çok aksiyon sahnesi gördüğümüz gibi, canlı bomba sahneside çok başarılı ve gerçekçi yapılmış. Orda yaşananları, insanların psikolojilerini ve halkın içinde ki gruplaşmayı çok iyi özetlemişler bir sahnede. Sadece bu sahneyle ilgili bile bir yazı yazılabilir. Film dünya çapında övgüden çok eleştiri aldı bunun en önemli sebebiyse, senaristlerin olaylara dünyanın genel kabullerinden çok bir Türk gözüyle bakmalarıydı, bu da doğal olarak olay kurgusunun Türk olmayan çevrelerce hazmedilememesine, Türk vatandaşlarınınsa göğüslerinin kabarmasına sebep oldu. Tabii bu tarz bir senaryo şekillenmesi doğaldı çünkü senaristler gibi Raci Şaşmaz da milliyetçi fikirleriyle tanınan bir insandı. Buna bağlı olarak ortaya koydukları eserlerde de hem kendi hem de milli bilincimize uygun davranmalarına şaşırmamak gerekir. Bugün dahi, filmin sinemalarda gösteriminin üstünden 8 yıl geçmiş olmasına rağmen, olayların sıcaklığı ve etkileri sürmekte. Irâak ve diğer Orta Doğu ülkeleri kan ağlamakta, petrol adeta burunlarından getirilmekte hâlâ. Peki bunlar kendiliğinden mi oldu? Dışardan ne gibi etkiler oldu da böyle tepkiler doğurdu? Film bu konuları tartişmamız için bize kapıları açıyor ve gir diyor. En önemli sorularımızdan birisi şu olmalı ; Amerika'nın orda ve ordaki demokrasiylene işi var? Filmin de o dönemin siyasetinin de en önemli sorusu bu. Diğer sorular ise şunlar; Türkiye bu işin neresinde durmalı? Ümmetçi bir anlayış mı yoksa milliyetçi bir düşünce mi gütmeli? Türkiye yanında Amerikanları mı yoksa Arapları mı görmek istiyor? Avrupa ve İsrail bu işin neresinde? Tabii bu soruların yanına günümüzde dünyada en çok cevap aranan soruyu da sormayı ihmal etmeyelim; Kim bu IŞİD ? Gerçekçi bir tutumla tüm bu sorulara cevap vermek tam olarak bizlerin elinde. Elimizde bir takım basitbilgi var güvenebileceğimiz. Bu bilgilere dayanarak sırayla soruları cevaplamaya çalışalım. Amerika uzun bir zamandan beri Rusya ile güç mücadelesinde. Dünya hâkimiyeti için birbirleriyle yarışıyorlar bu birinci bilgimiz. Günümüz dünyasında en kıymetli şey dolar değil enerji yani petrol bu ikinci bilgimiz. Günlük olarak sadece Amerika, bütün dünyanın geri kalan ülkelerinden daha fazla petrol tüketiyor bu da üçüncü bilgimiz. Bu bilgileri topladığımız zaman Amerika'nın siyasette önceliği petrol olmak zorunda sonucuna rahatça varabiliriz, aynı zamanda hele ki bu petrol Rusya'nın coğrafyasında çıkıyorsa, o petrolü Rusların elinden almaktan daha karlı ne olabilir ki ?İşteKurtlar Vadisi Irakbize girmemiz, irdelememiz, kurcalamamız için bu tür kapıları açıyor. Olaylara bir Türk aynı zamanda da bir Müslüman gibi bakmamıza yardımcı oluyor. Hele ki toplum olarak bu denli ayrışmalar yaşadığımız bugünlerde, geriye dönüp bir bakmak hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hem de Müslüman olmayı (müslümansak tabii) tekrar anlamak, bu iki kavramı tekrar sentezlemek ihtiyacı doğmuştur. Ahmet Namlı-21301661-Turk101-48 İstanbul ve Ben, Biraz da Büdü Başlığına ve arka kapak yazısına dayanarak kendimle bağdaştırabileceğim ve böylece blog yazısı yazmamı kolaylaştıracak bir kitap okuma umuduyla almıştım ’i. Kitabın başlarında hayal kırıklığına uğradım çünkü ana karakter Bürge –namıdiğer “Büdü”- ile neredeyse hiç ortak yanımız yoktu. Büdü çok sevdiği erkek arkadaşıyla uzun süreli bir ilişki yaşamış, ondan ayrılınca da çok üzülmüştü; ayrıca onu mutsuz eden bir işte çalışıyordu. Tüm bunlar Atarlı Romantik benim yaşamadığım deneyimlerdi. Büdü’nün konuşma üslubu bile bana çok yabancıydı ve bu şekilde konuşan bir karakterle bağ kurma ihtimalimin olmadığına karar vermiştim. Ta ki Büdü İstiklal Caddesi’ndeki kırmızı tramvaya binip de şöyle diyene kadar: “Tramvayın arkasına takılan çocuklar, bicik bicik oyuncaklar öttüren seyyar satıcılar, otuz milyon tane yerden gelen müzik sesi, her şeye bayıla bayıla bakan turistler vardı etrafta. İstiklal’de olmayı hep sevmişimdir zaten, bence insanlar burayı biraz da insan beyninin içine benzediği için seviyorlar. Karmakarışık...” (Birdane 94). Bu satırları okurken kitapla ilgili tüm hislerim değişmişti. Meğer Büdü ile çok önemli bir ortak noktamız varmış: İstanbul sevgisi. Kendimi bildim bileli İstanbul’u çok severim. 7-8 yaşlarındaydım, dayımlar İstanbul’a taşınmıştı ve biz de sık sık onları ziyarete gidiyorduk. İstanbul’a yolculuk haberini duyduğumda çok sevinirdim; arabayla giderken ise saatler ilerledikçe sıkılıp sabırsızlanır, anneme ne zaman denizi göreceğimizi sorardım sürekli. Boğaz’a geldiğimizde ağzım açık kalırdı. İki kara parçası arasında masmavi deniz ve küçük bir ben... Manzaranın hangi tarafta daha güzel olduğuna bir türlü karar veremez, hiçbir şey gözümden kaçmasın diye kafamı bir sağa bir sola çevirip dururdum. Karşıya geçince dev gökdelenler karşılardı bizi, “böyle kocaman binalara neden ihtiyaç duyulur ki?” diye şaşırır ve o binalarda kimlerin çalışıp ne işler yaptıklarını merak ederdim. Belki bir gün ben de orada çalışacaktım, kim bilir? Bu şekilde merakla etrafı seyrederdim Boğaziçi Köprüsü’nden 4. Levent’e kadar, sonra dayımların evine ulaşırdık. Hem dayımları özlemiş olurdum hem de kardeşim olmadığından küçük bir bebek olan kuzenimi görmek beni çok mutlu ederdi. Böyle sevdiğim insanların bu güzel şehirde yaşaması da İstanbul’a hayranlığımı arttırdı. Bir akşam dayım bizi Bebek’te denize sıfır bir kafeye götürmüştü. Dayımın bana hangi içeceği aldığı dâhil, mocha idi, o akşama dair hiçbir şey hafızamdan silinmedi. Hafif serinliğe rağmen dışarda oturmuştuk; üşümemek için elimdeki kahveyi sıkıca tutuyor, bir yandan da etrafı izliyordum. Denizin gün ışığındaki o huzurlu mavisinden eser kalmamış, deniz de hava gibi kapkaranlık olmuştu. Bu bilinmezlik beni biraz ürkütmesine rağmen karşı yakadan göz kırpan ışıkları görünce rahatlamıştım. Yine büyülenmiştim bu şehrin güzelliği karşısında. O günden itibaren, kurduğum hayallerde İstanbul hep kendine bir yer buldu. Büyüdükçe kurduğum hayaller daha sağlam temellere oturdu; örneğin 5. sınıftayken Robert Koleji’ne gitmenin hayalini kuruyordum, ortaokulda ise Kabataş Lisesi’ne -galiba bundaki etken geleneğimiz olduğu üzere annemle Beşiktaş-Ortaköy arasında yürümemiz ve bu sırada Kabataş’ın yanından geçmemizdi. Lisedeyken hedefim üniversitede Boğaziçi’ne gitmekti, ders çalışırken en büyük motivasyonum Boğaziçi Üniversitesi’nin kampüsünü gözümde canlandırmaktı. Sınavda hedefime ulaştığım hâlde ailem Ankara’da olduğu için Bilkent’i tercih ettim, kalbimin değil mantığımın sesine kulak vermem gerekmişti. Üzüldüğümü gören yakınlarım ise sürekli olarak orada yaşamanın güçlüklerinden bahsediyorlardı. Oysa bana göre İstanbul’un zorlukları, nazar boncuğu gibidir; güzelliğini bozamayan, sadece dikkatleri başka yöne çeken... Şimdilerdeyse mezun olduktan sonra İstanbul’da çalıştığımı hayal ediyorum. Büdü’nünki gibi Boğaz’ı uzaktan gören mütevazı bir dairede kalmak; bana kızıymışım gibi samimi davranacak, hamaratlığını konuşturduğu yemeklerden getirecek tatlı bir teyzenin komşum olması, hayallerimi süsleyen küçük detaylardan bazıları. Yaşım büyüdü, hayallerim değişti belki ama arka plandaki Boğaz manzarası hiç değişmedi. mutlu sonla bitiyor ve ben gülümsüyorum, aklımda İstanbul... Atarlı Romantik Sueda Taner Kaynakça Tat Birdane, Merve. . İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2013. Baskı. Atarlı Romantik Burhan Teke Bağlanmam Gerek Doğduğumuz andan bu yana sürekli birilerine bağlılık hissederiz. Bu bağlılık hayatımızın başlarında annemize karşı hissedilir. Bebeklerin herhangi bir şeye ihtiyaç duyunca çığlık çığlığa annelerini aramaları bundandır galiba. Kendine Giden Yol adlı kitapta yazar Jorge Bucay, bu bağlılığın derinlerine iniyor ve aslında bu bağlılığın başkalarına değil kendi içimize olması gerektiğini anlatıyor. Hayatımızda sürekli birilerine bağlılık hissediyoruz. Bu insanlar zaman geçtikçe değişiyor. Küçükken genelde ailemize ve en yakın arkadaşlarımıza karşı hissediyoruz bu yakınlığı. Yaş ilerledikçe bu insanlara olan bağlılıklar değişiyor. Aileye olan ihtiyaç hiçbir zaman kaybolmasa da zamanla azalıyor. Zamanla insan, yakın çevresindekilere bağlılık hissediyor. Sonra, kendi ailesini kurunca kendi ailesine güçlü bir bağlılık hissediyor. Sanki hayatına anlam katan, yaşamını değerli kılan onlarmış gibi… Sanki onlar olmazsa hayatta yapabileceklerimiz sınırlanacak, hayat, çekilmez ve zorlu bir şey olacak gibi… Onları kaybetsek ne yapacağımızı bilemez duruma düşeceğimizi hissederiz. Onları kaybetme düşüncesi bile insana korku dolu anlar yaşatabilir. Bu yüzden bu bağlılıklar zararlıymış gibi geliyor bana. Çünkü insan, bağlı olduğu birisine ulaşamayınca veya onu kaybettiğinde yarım kalıyor. Düşünsenize bir gün için annenizi, babanızı veya en yakın arkadaşınızı kaybettiğinizi. Hayatınız eskisine kıyasla çok farklı olmaz mıydı? Bence öyle olurdu. Bu yüzden mantıksal olarak bakarsak insanın başkalarına değil kendisine bağlı olması gerekiyor. İnsan, birilerine bağlılık hissetmediğinde veya bağlılıklarının zayıfladığını hissettiğinde yeni yakınlıklar kurmaya çalışıyor. Bence bunun sebebi insanın yalnızlık hissetmesi. Bence başkalarına olan bağlılıklarımızla hayatımızı anlamlandırıyoruz. Bu bağlılıklardan yoksunlaşınca da hayatımızın anlamı azalıyor ve daha yalnız hissediyoruz. Hatta kalabalık içinde yalnız olma deyimi bu bağlılıkların azalmasından doğmuş olabilir. Bu yalnızlık hissini gidermek için yeni yakınlıklar kurmaya çalışıyoruz. Yazar da, yalnızlık kısmı hariç, “Acı çeken insanlar, kendileri tarafından terk edilmişlerdir. Kendi yetişkin halleri onları terk etmiştir; içlerindeki çocuklar yalnızlığa terk edilmiştir; onları kontrol edecek kimse kalmamıştır. Bu kişileri yardım – hatta daha fazlası, bağımlılık- bulabilmek için etraflarına, her yere bakınmak zorunda kalmışlardır.”(s. 74) cümleleriyle böyle düşündüğünü gösteriyor. Bağımlı olduğumuz insanlar hayatımızı şekillendiriyor ve bir bakıma yönlendiriyor. İnsan tamamen özgür olabilmek için başka insanlara olan bağımlılıklarından kurtulup sadece kendine bağımlı olması gerekiyor. Nasıl mı? Mesela insan bir şeye ihtiyaç duyduğunda o ihtiyacını karşılayacak birisini aramak yerine kendi ihtiyacını karşılamaya çalışmalı. Bana her zaman yapılabilecek bir şey gibi gelmiyor aslında bu. İnsan bir şeye ihtiyaç duyduğunda ilk başvuracağı kişi kendisi olmalı fakat her ihtiyacımızı yardım almadan karşılayamayız. Toplumların oluşmasının sebebi de bu değil midir zaten? Yazar, bağlılıklarımızın sebebini sadece ihtiyaçlarımız olarak gösteriyor. Bence tek etken bu değil. Çoğumuz ailemizden uzak yaşıyoruz ve onlara çoğu zaman ihtiyaç duymuyoruz ama onlara olan bağlılığımız her zaman devam ediyor. Yani ailemize duyduğumuz ihtiyaçlardan dolayı kurduğumuz bağlılık ve yakınlık, onlara olan ihtiyacımızı ortadan kalksa bile hayatımız boyunca devam ediyor. Tamamen özgür olmak için bağlılıklarımızdan kurtulmak mantıklı bir fikir gibi gözükebilir ama bizi insan yapan şeylerden biri değil midir birbirimize olan bağlılıklarımız? Birbirimize karşı hissettiğimiz bu yakın hisler hayatımızı anlamlandırır. Birbirimize duyduğumuz ihtiyaçlar birlikteliğimizi korumamızı sağlar. Bunlardan kurtulup tamamen kendi kabuğumuza çekilmeye çalışmak biraz bencilce bir düşünce gibi geliyor bana. Bence bu yüzden birbirimize ihtiyaç duymaktan çekinmeyelim. Siz de ihtiyaç duymanın hayatınızı daha değerli kıldığını görebilirsiniz bence. Kısa olan hayatımızı kendi başımıza yaşamak yerine hep beraber değerlerimizi paylaşalım ve bağlılıklarımızdan korkmayalım. Kaynakça Bucay, Jorge. 2015. Kendine Giden Yol. İstanbul:Epsilon Yayınevi TOPLULUKTAKİ YALNIZLIKLAR "Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama sürekli yalnız kalmaya çalıştığımız, yalnızlığımızın yetmediği ve bitmediği bir çağdayız." (sf. 23) Geçenlerde Ercan Kesal'ın Cin Aynası adlı şahane öykü kitabını okudum. Kesal'ı öncelikle Nuri Bilge Ceylan filmlerinden tanıyordum, ama özellikle Peri Gazozu adlı kitabından sonra daha yakından takip etmeye başladım. Kesal'ın doktor olması nedeniyle Anadolu'nun dört bir yanını karış karış gezmesiyle ortaya çıkan yüzlerce olağanüstü hikâyeyi son derece akıcı ve "yakıcı" bir dille anlatıyor olmasından aldığım hazzı tarif edemem. Bazen bir köy kıraathanesinde dedesinin koynuna sokulan yetim bir çocuğun hüznünü bazen de kasabaya ilk kez inen yaşlı bir kadının gazoz içişini derin bir psikolojik gözlem gücü ve doğallıkla anlatması nedeniyle Kesal'ın yazdıkları bana çok iyi geliyor. Bu yazıda da yukarıda alıntıladığım pasajdan hareketle Kesal'ın ele aldığı modern çağdaki tahammülsüzlük meselesini yine kitaptan edindiğim izlenimler aracılığı ile aktarmak amacındayım. Eskiden insanlar en az kendileri kadar başkalarını da umursardı ancak günümüzde artık çevremizdeki insanları eskisi kadar umursamıyoruz. Koca şehirlerde gün boyu insanlar kendi dertlerini halletmeye çalıştıkları için yanlarındaki kişilerin dertlerini ya da mutluluklarını görme fırsatı bulamaz durumdalar. Görseler de pek umursamayacak vaziyetteler. Trafik, iş stresi ya da başka dertler, giderek hayatımıza daha da yerleşen internet ve sosyal medya kültürü insanları yalnızlığa ve bencilliğe itmiş durumda. İnsanlar bunun farkına varamasa da. Kesal'ın yalnızlık konusunda yaptığı tespite son derece katılıyorum. Yalnız kalmaya çalıştığımız, özel alanımızı ve mahremimizi korumaya çalıştığımız, insanların yüzlerine nefretle baktığımız bir dönemdeyiz; ancak yine de insanlara muhtacız. Yalnızlık arzusuyla tutuşuyoruz; fakat aynı zamanda yalnız kalmaktan da ölesiye korkuyoruz. Artık yalnızca elektrik kesildiğinde ya da internet bağlantısı koptuğunda ev içindeki bireyler bir araya geliyor. Kendi ailemden örnek vermem gerekirse sadece akşam televizyon izlerken tüm aile bir arada olabiliyoruz. Onda da sohbet etmekten çok boş boş ekrana bakıyoruz ve birbirimizin derdinden çok ekrandakinin derdine yoğunlaşıyoruz beraber. Yani sözde ailecek takılıyoruz ama herkes yalnız aslında, herkes kendi dünyasında. Ya da evin dışına çıkalım. Metroya bindiğimde herkes telefonuna gömülmüş bir şeylere bakıyor. Hâlbuki yan yana oturan insanların havadan sudan dahi olsa paylaşacak pek çok şeyi olabilir, olmalı da. Ercan Kesal'ın eserinde yalın ve çarpıcı bir şekilde vurguladığı gibi acımasızlık çağı bu. Yani insanlar birbirlerine oldukça soğuk davranıyorlar, sadece ucunda bir menfaat var ise karşıdaki kişiyle samimi bir iletişim kuruluyor. Bunun dışında gönülden ve samimi bir şekilde iletişim kurmak çok zor çağımızda. Diğer bir ifadeyle içinde yaşadığımız çağ kardeşi yabancı kılacak kadar zihni meşgul eden ürünler sunuyor piyasaya durmadan. Artık internet fenomenlerinin özel sorunlarını ve mutluluklarını kendi kardeşimizinkinden daha iyi bilir hale geldik. Bu durumun artçı sarsıntılarını duyar gibiyim şahsen, ancak gelecek birkaç on yılda bu bencillik, yalnızlık ve umursamazlık halinin toplumlarda daha derin yaralar açacağını görüyorum maalesef. Sonuç olarak Kesal'ın enfes öyküleriyle nasıl bir toplum haline geldiğimiz konusunda düşünmeye ve mevcut halimizi nasıl düzelteceğimizi anlamaya çalışmaya başladım. Yukarıda eleştirdiğim hususların pek çoğuna ben de ortak oluyorum, ben de başımı ekrandan kaldırmıyorum çoğunlukla veya bende metroya binince telefonuma gömülüyorum çevremdekilere bakmadan. Kolay geliyor, rahat geliyor yanımda oturan kişiye halini hatırını sormak varken sanal kişiliklerle soğuk muhabbetlere girişmek; ancak bu durumdan, bu soğukluktan gitgide ben de rahatsız olmaya başladım. Bu rahatsızlığımı yeniden yüzüme vurması nedeniyle Cin Aynası adlı eseri çok beğendim. Böyle metinler gerek zaten, okuyanı uyutmayan, bilakis rahatsız eden ve harekete geçme cesareti veren daha çok kitap yazılması ümidiyle. Ercan Kesal. Cin Aynası. İletişim Yayınları. 2016 Mehmet Behnan Türkeri BİR YAZAR OLMAK Evet, yazar olmak. Birçok hayalimden yalnızca bir tanesi. Kısa süreli hayallerimden birisi desem daha doğru olur. Yani her şeyi bir ara yapmak istiyorum ama birkaç gün sonra yapma isteğim geçiveriyor. Yine de yazar olmak, aklıma en çok gelen hayallerden. Bir şeyler hatta bazen azıcık şeyler yazarak, pek çok insana ulaşabilmek… Kulağa hoş gelmiyor mu? Okunuyorsunuz ve beğeniliyorsunuz. Hayranlarınız oluyor ve hitap ettiğiniz kitle gün geçtikçe genişliyor. Tabii olumsuz sonuçlar gören yazarlar da olabiliyor ancak bu noktada pozitif düşünmemiz gerekiyor. Şimdi, neden ara sıra yazar olma arzusuna kapıldığımdan ve yazma hakkındaki bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum. Öncelikle şiir okumayı çok severim. Türü fark etmez. Epik, lirik, didaktik, pastoral hepsi olur. Anlamdan çok görünüşe bakarım. Eğer kafiye bolsa ve üstüne anlam bütünlüğü sağlanmışsa, o şiir benim için mükemmeldir. Böyle mükemmel şiirler okuya okuya şiir yazma arzusu oluştu kafamda. Ben de yazmaya başladığım zaman öncelikle kafiyeye dikkat ettim. Yazma işlemine dokuzuncu sınıftayken okulda sıkıldığım ya da işimin olmadığı boş vakitlerde başlamıştım. Okulda yazdığımdan dolayı okul konulu şiirler oldu ilk şiirlerim. Önemli bir detay söyleyeyim, bu şiirleri İngilizce yazdım. Devamı da İngilizce geldi. Neden Türkçe yazmadım bilmiyorum. Herhalde ilkini İngilizce dersinde yazdığım için olabilir. Neyse işte sonra yazdığım ilk şiiri sınıf arkadaşlarıma ve öğretmenime gösterdim ve hepsi beğendi. İsmi “Corridors of Pain” yani “Eziyet Koridorları” idi. Okulun sevilmeyen yönlerini, bazen öğrencilerin nasıl acı çektiğini ve öğrencilerin kafasından geçen pesimist düşüncelerin kağıda dökülmüş hâli gibi bir yazı oldu desem yalan olmaz sanıyorum. Öğretmenim de içeriği okulla ilgili olumsuz fikirlerden oluşmasına rağmen beni takdir etmiş ve başka şiirler de yazmam gerektiği konusunda bir öneride bulunmuştu. Okulun son aylarına gelmiştik o zamanlarda. Bir veya iki ay sonra okul bitecekti. Sadece son sınavlarımız kalmıştı. Ben de sınavların baskısından bir nebze olsun kurtulabilmek için şiir yazmaya devam ettim. Yine okul hakkında oldu içerikleri fakat bu defa işin içerisine bir tanesinde akrostiş, diğerinde de İngilizce söz sanatlarını kattım. Güzel bir iş çıkardığımı söylediler. Toplamda üç tane şiirim olmuştu. Üç tane şiirim olmuştu da hepsi genel konuları içerdiğinden dördüncü çalışmamda farklı bir konuya yönelmek istedim. Oyumu da ilkokuldan beri başıma dert olan ve şu an üniversitede hâlâ bana sorun çıkartan Matematik dersinden yana kullandım. O da akrostiş ve matematiksel terimlerden oluşuyordu. Matematik konulu şiirimi de Matematik hocama gösterdim ve ondan da beğenimi aldım. Sonrasında da şiirim, okulumuzun Matematik dergisinde yayımlandı. Çevremdekilerin istekleri üzerine üç tane daha şiir yazdım ve onlar da okulumuzun İngilizce dergisinde yayımlandı. Evet, yeterince şiir yazmıştım. Yazar olmaktan bahsedeceğim dedim de kendimi şair ettim neredeyse. Bundan sonra şiir yazmaya hobi olarak tabii ki devam edeceğim ancak bir de roman gibi daha uzun soluklu çalışmalar var kafamda. Hayalet Yazar romanındaki gibi kendimi hayatımı bir romanın içinde ve başka bir yazar figür üzerinden anlatsam çok hoş olurdu açıkçası. Böyle romanlar okumayı seviyorum. Yazarlar hayatlarını, kendi yarattıkları karakterlerin ağzından anlatma işlemini sık sık gerçekleştirirler. Eğer şiir dışında roman falan yazarsam, aynı yöntemi ben de kullanmak istiyorum. Yöntemden sonra biraz içerikten bahsedeyim. Yazacağım kitap ya da roman her ne olacaksa; psikolojik tahliller ve iç monologlarla beraber gelen betimlemeler ile dolu olacaktır. Okuru fikir karmaşası içinde düşündürmek güzel olsa gerek. İşte, benim bu şekilde ufak bir edebiyat girişimim mevcut. Umarım gelecekte profesyonel bir pozisyonda olmasa da bir şeyler yazmaya vakit bulabilirim. Yazmayı ve okutmayı hayatımdan çıkarmamalıyım. Hem insanların hoşuna gidiyor hem de yazdıkça kafam dağılıyor, sıkıntılarımı unutuveriyorum. Ey insanlık! Sizleri, kafanızdakiler saçma da olsa yazmaya davet ediyorum. Eğer kendinizde herhangi bir yetenek keşfedemediyseniz, belki de içinizde bir yazarlık cevheri vardır. Bunu en kısa zamanda fark etmelisiniz. Sonuçta dünyanın gidişatını değiştiren veya büyük bir olayın başlangıcına sebep olan yazılara imza atabilirsiniz. Kimileri sizi eleştirir fakat siz yazdıklarınızla öne çıkar ve tanınırsınız. Ben şahsen popülerlik için yazmadım yazdığım şeyleri. Yani yazdıklarım henüz üç beş parça şeyler ama olsun. İnsanlara belki bir kıvılcım gösteririm diye düşündüm. Bir amaç için yazmak her zaman daha iyidir görüntüden. Ben de zaten ilk olarak görünüşe, sonra anlama önem vermeye başlamıştım. Kendimi edebî dönemler arası geçiş yapmış gibi hissettim anlık olarak. Neyse, demem o ki her yaptığımızı bir amaç için yapmalıyız. Zaman kıymetlidir değil mi? Hem yazmak da güzel bir uğraş. Zamanı iyi değerlendirerek faydalı şeyler yazmak bir insanın ömründe yapabileceği en güzel işlerden biri olabilir. Yağmur Uzunoğlu YARA DEFTERİ Kimileri çürümüş bir meyve gibi koklar anıları, kimisi kalbinin üstünde bir kabuk gibi taşır, kimi tuz misali öğütür hayatının üstüne… Hâlbuki hamurumuzu bugünkü haline getiren anıların mayasıdır; bugün neyseniz, kimseniz, hiçseniz ya da her şeyseniz geçmişteki yolculuğunuz bu payeye getirmiştir sizi. Harita Metod Defteri de Mungan’ı Mungan yapan bir dizi andan ibaret. Geçmişi hem koklamış hem yarasının kabuğunu sevmiş hem de bir temel hazırlamış geleceğinin inşasına Mungan. Goethe’nin bir sözü geliyor aklıma tam da şu an: ‘Geçmiş zamanlar bizim için yedi mühürlü bir kitaptır’. Düşünsenize ne zordur aslında o mühürleri çözüp tozlu yaprakları arasında gezinmek hatıraların. Bu suretin aslını tanımaktır, insanın kendi kendine gönderdiği bir manifestodur, darbedir, kabulleniştir hem. Siz cesaret edebilir miydiniz kendinize varacak bu yolculuğa? Hatrıma gelince öyle çok anıdan kaçıyorum ki ben… Bugünüme varana dek yüzüme çizikler atan bir kalem çünkü anılar, masumiyeti itibarsızlaştıran, yaş almanın yıllarla değil anlarla olduğunu hatırlatan bir çalar saat anılar. Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir demiş biri. Buraya bırakıyorum bu cümleyi bir takoz görevi görsün diye bu satırların önünde. Acıdır ki insan mutlu lahzalardan ziyade belalı olanları anımsar. Anı kelimesinin yüreği sızlatması, ruhu hırpalaması bundandır, bundandır burnumuzun direğini sızlatan çoğu şarkıda bu kelimeyi en az bir kez duyuşumuz ve anı kelimesi zamanın gerisinde kalan demek değildir sırf bu saydığım sebeplerden. En az bir başucu kitabınız olmuştur muhakkak, ne ararsanız bulduğunuz, hayatınızı kolaylaştıran, hafızanızda bir oda edinmiş bir kitap. Kendi başucu kitabınızı kendiniz yazmış olsaydınız peki? Hayatın aparkatlarının, sulhlarının tanzim ettiği bir kitap olurdu şüphesiz ve anlar barındırırdı içinde bugüne ders, dudaklara gülümseme olacak anlar. Harita Metod Defteri’ni okudukça Mungan’ın anılarını ne civanmertçe kucakladığına şahit oldum. Kitabın içinde anların bir çocuğu yoğurarak bir adam haline getirişini izledim adeta. Kendi anılarıma kayıtsız kalamayacağımı, ruhumun yeraltı şehrine sakladığım hatıralarımı damarlarımdan akıtmam gerek dedim saman kağıtlarına. Sararmış, tozlanmışlıklarına, horlanmışlıklarına yakışır sarı kağıtların üzerinde de ben suretimin aslını görmeliydim. Çünkü Oktay Rifat’ın da dediği gibi “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak.” geçmişimin kuşlarını salmalıydım gizlediğim yerden ve özgürlüklüklerine kavuşturmalıydım anların serçelerini! Kimileri çürümüş bir meyve gibi koklar anıları, kimisi kalbinin üstünde bir kabuk gibi taşır, kimi tuz misali öğütür hayatının üstüne… Mesele zindanlara koyup çürütmekteymiş anıları, durup durup kanatmaktaymış; hatamı anladım! Tuzu eksik olunca tadını sakınan yemek gibi kendimden sakınmışım kendimi. Kolay olmadığını, olamayacağını söylemeliyim. Hatıraların terkedilmiş, karlı sokakları epey sürüklüyor insanı içine zira uzun süre gezinemeyecek kadar anıların karanlık şehri. Gençler ümitleriyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşarmış, bugün ihtiyarlamaya başladığımı ilk kez hissettim… Soluk soluğa koşar sonra döner ardınıza bakar mısınız siz hiç? Geçtiğiniz onca yolun ayaklarınıza değen taşların, geçtiğiniz gül bahçelerinin kokusunu taşıdığına şahit olursunuz bir an. Çocukluk zamanlarına dair hatırlanan ilk piknikler, ilk tatiller, ilk başkaldırışlar, ilk aşk, ilk kaybediş… Bugün yirmi beş yaşımdan gidiyorum odalarına çocukluğumun, bugün bir ağaç dalına kurduğum yuvamın minik dalları, sararmış yaprakları, uçuşan tüyleri, dikenleri yani neysem bugün geçmişten toparladıklarımın izi var duvarlarımda. Mühürlerin yedisini birden çözemedim, sanırım hiçbir zaman da cesaret edemeyeceğim bu kadarına. Ama yolumu bulacak kadar kırdım kapıları, Mungan’ı Mungan yapanları anladıkça, Yağmur’u Yağmur yapanları bulmam kolaylaştı. Başkalarının çıkmaz sokaklarında kaybolduklarımın dersini bugün aldım çünkü yaralarımın kabuklarına dokunmaya bugün cesaret edebildim ilk kez… Bugün Yağmur’un anılarını sevdim, sindirdim, öğüttüm şimdinin üstüne… Kimin sorusudur hatırlamam ama cevabını bugün bulduğum bir soruyla bitirmek istiyorum bu anı: “Geçip giden ömürde hatıraları anmak yaşamayı uzatmak mıdır, kısaltmak mı?” AZI KARAR ÇOĞU ZARAR Bugün 6 Ekim Perşembe ve ben çok ama çok mutluyum. Bahar havasını tüm ciğerlerime çekiyorum. Annemlerle aram gayet iyi hatta okula gelirken kardeşimin yanağından bir makas alıyorum. Yan komşumuz Semiha Teyze’ye selam verip, postacı Ahmet’e yardım ediyorum. Çiçekler, böcekler, hatta duraktaki sıra bile o kadar güzel ki. Okula gidip Füsun’u görecek olma fikri kalbimin daha da hızlı atmasına sebep oluyor. Hayat bizlere hediye edilmiş bir mucize. Neden böyle hissettiğimi sorarsanız size söyleyeyim. Âşığım âşık. Bugün 7 Ekim Cuma ve her şey oldukça berbat gidiyor. En son nöbet geçireli baya olmuştu. Ailem benden bir şeyler saklıyor ve ben bundan eminim. Annem psikoloğumla konuşuyordu ben içerde kardeşimle kavga ederken. Her şey o kadar kötü ki sanki dünyadaki herkes benden nefret ediyor gibi. Füsun ile gene kavga ettik hem de sudan sebeplerden dolayı. Mimarlık derseniz projemi yetiştirmeme son iki günüm kaldı ve ben bu nöbetlerden dolayı odaklanamıyorum. Neden bunlar hep başıma geliyor, neden? Hayattan nefret ediyorum. Ölmek istiyorum. ÖLMEK! Evet, yukarıda kendimi bipolar hastası olan Barış’ın yerine koydum ve onun hayatından az da olsa bir kesiti sizlere aktarmak istedim. Bir dakikalığına kendinizi Barış’ın yerine koyar mısınız? Hayatınızda her şey yolunda giderken bir anda tüm o emekleriniz tepetaklak oluyor. Sevgilinizle, ailenizle, arkadaşlarınızla ve en önemlisi kendinizle çelişiyorsunuz. Hayat size mucize gibi gelirken bir anda cehenneme dönüşebiliyor. Verdiğiniz keskin kararlar değişirken, aldığınız ilaçlar sizi daha da hırçınlaştırıyor. Hem kendinize hem de çevrenizdekilere zarar vermeye başlıyorsunuz. En sevdiklerinizin canını istemeden yakarken kendinizden nefret ediyorsunuz ve bu nefret bir sonraki sağlıklı döneme kadar devam ediyor. Elinizde olmadan bir canavara dönüşüp herkesin size nefret dolu gözlerle bakmasına neden olup daha sonra bunların hiçbirini yapmamış gibi hayat dolu olmanız sizin sorgulanmanızı sağlayacaktır. Barış, etrafındakiler tarafından çok sevilen, deli dolu, yardımsever biriyken mani döneminde her şeyi kırıp döken agresif birisi haline geliyor. Korkusuz birisi olmak ister miydiniz? Barış bu dönemde tüm korkularından kurtuluyor. Hız tutkusunu ve müzik duygusunu en derinlerinde yaşıyor. Kalbindeki hisler belki de ikiye katlanıyor, duygularını doruklarda yaşıyor. İşte bu yüzden çok mutlu olduktan sonra yere çakılmak çok ani oluyor ve toparlanması da bir o kadar zor. Peki neden ben? Ben kime ne yaptım da bunları yaşamak zorundayım? Ailem beni sevmiyor mu? Füsun neden benim gibi biriyle olmak istesin ki? Projelerim çok mu yetersiz? Arkadaşlarım benden neden nefret ediyor? Yan komşu Semiha Teyze benimle sırf bana acıdığı için mi konuşuyor? İşte tüm bu sorular Barış’ın kafasında günlerce dönüp duruyor. Peki ya sonra neler oluyor derseniz bu dönem bitiyor ve hayatının en güzel dönemleri başlıyor. Füsun’a ne zaman evlenme teklifi etsem? Anneme doğum gününde ne alsam acaba? Arif Hoca’nın çok beğendiği proje sunumum hangi güne denk geliyor? Bu akşam bizim mekânda çocukları da alıp hangi şarkıları çalsak? Adeta iki farklı kişi var Barış’ın ve onun sembolize ettiği tüm bipolar hastalarının içinde. Delibal filminin farkındalığımızı arttırdığı bipolar bozukluk aslında çevremizdeki çoğu kişide bulunuyor. Belki şu anda bu yazıyı okurken sizler de hem kendinizde hem de çevrenizdeki kişilerde bu belirtilere rastlamışsınızdır. Önemli olan bunu bir uzmanla paylaşmak ve hayata bir kere geldiğimizi asla ama asla unutmamak. Çağatay Ulusoy’un canlandırdığı Barış karakteri benim kalbimde en güzel yerini aldı. Unutmayalım ki hayatı “en”lerde yaşamak çoğu zaman bizlere zarar veriyor. Sizlere tek bir sözüm olacak Barış’ında tüm film boyunca vurguladığı gibi, azı karar çoğu zarar. HAZAL DALGALI KAYNAKÇA http://www.npistanbul.com/tr/sayfa/bipolar-bozukluk-manik-depresif-hastalik-iki-uclu- bozukluk Naz Özarı 21602860 UYGARLIĞIN BİZİ GETİRDİĞİ NOKTA “Burada Tevrat’tı kendi sözlerimle ifade edeceğim: Aşktansa, paradansa, inançtansa, şöhrettense, adalettense… Bana gerçeği verin.” 21. yüzyılda yaşayan modern bireyler olarak hepimizin birbirine çok benzeyen hayat tarzları var. Bir gün içinde ne yapıyoruz? Sabah yedide kalkıyoruz, işe ya da yaşımız daha küçükse okula gidiyoruz. Yanlış anlaşılmasın, okula da büyüyünce bir iş, bir kariyer sahibi olabilmek için gidiyoruz. Günümüzün yaklaşık sekiz saatini okulda ya da işte geçiriyor, bize verilen görevleri layığıyla yerine getirmeye çalışıyoruz. Akşam eve geliyor yemek yiyip televizyon izliyor ve uyuyoruz. Hayatımız toplumda bir yer edinmek için koşuşturmakla geçiyor. E bir de tabii para denilen bir olgu var ki hayatımızda oldukça önemli bir yer tutuyor. İyi kötü belli bir hayat standardı tutturmak ve yirmi birinci yılın bize sunduğu nimetlerden olabildiğince fazla yararlanmak istiyoruz. Sahip olduklarımızla asla tatmin olmuyor hep daha fazlasını istiyoruz. Daha fazla para, daha iyi imkanlar, daha yeni bir telefon, daha lüks bir ev, daha hızlı bir araba… Bunlara sahip oldukça toplum içinde saygınlığımız artıyor güya. Ne kadar çok eşyaya sahip olduğumuz ve bu eşyaların niteliği materyalist toplumda bir ölçüt olarak kabul ediliyor. Ne acı! Aslında bu bizim suçumuz değil. Çünkü bize böyle öğretilmiş. Medeniyet bizi bu noktaya getirmiş. Yani bir nevi kendi kendinin sonunu getirmiş. Peki, diyelim bu tekdüze hayatın akışından kafamızı kaldırdık, bu düzeni kimin uydurduğunu merak ettik ve aslında yaşadığımız hayatın bize medeniyet tarafından dayatılmış olduğunu fark ettik, medeniyetten vazgeçip, bütün insan ilişkilerinin bir yanılsama olduğunu düşünerek medeniyetten izole bir hayat sürebilir miyiz? Zamanı geriye doğru akıtıp ilk insanlar gibi yaşayabilir miyiz? Ya da insan ilişkilerinden soyutlanmak bizi mutlu edecek bir şey midir? Diyelim ki, Chris Mccandless gibi, gerçek mutluluğu aramak üzere evden çıktık ve okula, işe gitmeyi reddederek yolun bizi götürdüğü yere gideceğimizi söyledik kendimize, yolda da bütün paramızı yaktık, ailemizi arkadaşlarımızı geride bıraktık. Çünkü gerçek gelmedi bu ilişkiler bize. Hatta kendimize yeni bir isim edindik yeni hayatımızın başlangıcının şerefine. Ve kendimizi, Alaska’da bir hiçliğin ortasında bulduk; mutluluğa, gerçeklere kavuşmuş olur muyuz? İnsanlığın bu medeniyet seviyesine gelmesi çok uzun yıllar almış ve ilk çağlardan bu yana beraberinde pek çok adaptasyon getirmiştir. Önceleri öne çıkan kas gücü Sanayi Devrimi ile yerini makine gücüne bırakmıştır. İçinde yaşadığımız çağ bilgi çağıdır. Dolayısıyla beyin gücü öne çıkmaktadır. Bu noktada insanın eskiden sahip olduğu bir takım yetilerin körelmesi kaçınılmaz olmuştur. Avcılık ve toplayıcılık becerileri gibi… Bu becerilere veda etmiş olan birey toplumundan soyut düşünülemez ve toplumunu terk ettiği anda hayatta kalma şansı oldukça düşüktür. Medeniyetin yapay olduğunu düşünerek kaçan ve mutluluğu ilkellikte arayan insan, hayatta kalma şansının düşüklüğünü fark ettiğinde, “Mutluluk yalnızca paylaşınca gerçektir.” sonucuna ulaşır. Peki, medeniyete olan inancını yitirmiş bir birey medeniyeti terk etmeden hiç mi mutlu olamaz? Kendimizi medeniyetten soyutlamasak da medeniyeti sorgulayarak ve onun bize sunduklarından daha ölçülü bir şekilde yararlanarak medeniyet içinde mutlu olmak pekala mümkün. Mesela paranın, gücün bir yanılsama olduğunu düşünüyorsak yalnızca temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek kadar para kazanacağımız, sevdiğimiz bir işi yaparız ve harcamalarımızı bu doğrultuda minimize ederiz. Belki, Chris’in yolunu takip ederek bir karavan alıp modern zaman hippilerine katılırız. Kim bilir? Ya da beton yığınlarından rahatsızsak kasabadan uzakta bir çiftliğe yerleşip gözlerden uzak, sakin bir hayat süreriz. Yani demek istediğim, 21. Yüzyılın üstümüzde yarattığı modern zamana yakışır bir insan olma baskısı kaçınılmaz olsa da, bu yüzyıl bize bir takım şeyleri seçme şansı da tanımış. Tek yapmamız gereken tüm seçeneklerimizi gözden geçirip hayatımızın kontrolünü ele geçirmek. Belki de eğitim, kariyer gibi medeniyetin bize sunmuş olduğu bazı olgulara hayır diyebilecek kadar cesur olmak! Büyük Şehirler, Küçük Manzaralar Büyük şehirlerde yaşayan, küçük manzaralı insanlara sesleniyorum! Hiç mi özlemediniz o alabildiğine bayırları, denizleri? Hiç mi merak etmediniz uğruna bunca edebiyat yapılan bu manzaralar neymiş, nesi varmış bu manzaraların ki insanların en güzel duygularını kabartıp o satırları yazdırıyormuş? Hiç mi istemediniz çocuklarınız da doğanın içinde, doğayla birlikte büyüsün? Selim İleri’nin Deniz Sevdalısı adlı denemesini okuyunca, bir İstanbullu olarak, tadını çıkaracağım yıllara geç kaldığım deniz manzaraları geldi aklıma. Ben o manzarayı hep gezip gördüğüm başka yerlerde keşfettim. Dönüp odama girdiğimde her zaman, denize bu kadar yakınken ondan bu kadar uzak olmanın hüznünü yaşadım. Deniz önemli bir varlıktır benim için. Küçüklüğümden beri canım sıkkınken ya da gerginken hep deniz kenarına iner, içinde bulunduğum kalabalıktan soyutlanmaya çalışırken içimdekileri denize dökerdim. Hayır, yanlış anlamadınız, ben gerçekten denizle konuşurdum. Bir köşem vardı, sessiz sakin, bazıları için de ıssız sayılabilecek bir köşe… Çevresindeki gökdelenleriyle, çöpleriyle, “modern”liğiyle çirkinleştirilmiş kıyı şeridini görmezden gelmeye çalışarak huzuru arardım, bir avuç denizin içinde. Çoğu zaman da bulamazdım, en azından İstanbul’da, o karmaşanın içinde bulamadım. Hiçbir zaman kulaklığımdaki müziği kapatma isteği duymadım. Ne gerek vardı ki, dalganın dinginleştiren geliş ve gidişini duyamadıktan sonra? Onun yerine kulağıma saçma sapan, “dilim var, o halde konuşayım” mantığındaki insanların anlamsız cümleleri çalınacak, ben yine sinirleneceğim. Ya da bitmek tükenmek bilmeyen o korna sesleri olacak yine sinirimi zıplatan. Aradığım huzuru, Mersin şehir merkezine yaklaşık bir saat uzaklıkta olan yazlığımızda buluyorum. Orası bile son birkaç yılda insanların bu “modernleşme” çabası içinde keyif kaçırmaya başladı ama şimdilik elimdeki en iyi seçenek. Torosların güney kesimini oluşturan yükseltilerin, Akdeniz’in maviliğiyle buluştuğu yerdir Mersin. Bir tarafınız tepesi karlı dağlarken, diğer tarafınız sanki güneşin hiç batmadığı, sakin denizdir. Yazlığımız, küçük bir koy içinde, kendi halinde bir takım insanlardan oluşur. Yazlıkta genç olmak güzeldir, 16-25 yaş aralığında olmak. Akşamları sahil boş ve sessiz olur. Bir şezlonga uzanıp gözünüzü kapadığınızda kıyıya çarpan dalgaları, denizin anlattığı bir masalı dinlersiniz. Gözünüzü açtığınızdaysa uzaklık hesabını sadece bilim adamlarının yapabildiği o yıldızlar sanki yanı başınızda gibi size parlak gülücükler atar. Hele bir de saat 22.00-23.00 civarıysa, turuncu bir ay vardır sizi büyüleyen, tam karşınızda. Ona bakar ve düşünürsünüz. Mesela özlediğiniz bir yakınınızı –yaş aralığından yola çıkarak, bu yakının ‘o kişi’ olma olasılığı yüksektir- düşünürsünüz, “O da bakıyor mudur şimdi bu güzelliğe?” dersiniz. Aynı ayın altında olmanızın verdiği teselli ve umutla, gözlerinizi kapatıp hayale dalarsınız. Sonra birden, hayal bulutunuzu darmadağın etmek suretiyle, dibinizde Ayşe teyze ya da Mehmet amca beliriverir, bir arkadaşınızın büyük annesi ya da büyük babası. “Evladım” der, “Sen hala bu saatte burada ne yapıyorsun, gidip uyusana evden merak edecekler seni”. Anlamaz onlar, şehirden kaçıp da bu huzur içinde boğulmayı beklediğiniz ayların nasıl büyük sabırsızlıkla geçtiğini. Nerden bilsinler ki? Onların yaşadığı dönemin koşulları nerde, sizinkiler nerede. Hatta içinizden “Onlara hava hoş tabii, hayatlarının en güzel yıllarını dört duvar bir metropolde tıkışarak geçirmemişler” dersiniz kıskançlıkla. Adeta elinde büyüdüğünüz, zamanında teknesine çok bindiğiniz ya da reçelini çok severek yediğiniz o fahri anne/babanın içini rahatlatır, birazdan eve gideceğinizi söylersiniz. Ne zaman ki ruhunuzun dinlendiğini, yarış pistinden uzaklaşıp bulutlarda süzülür gibi olduğunu hissedersiniz, işte o zaman kalkıp eve gidersiniz. Bu düzenden yakın bir zamanda çıkıp yine kalabalık şehir sokaklarında yıpranacağınız gerçeğiyle yüzleşme işini ise olabildiğince ertelemeye çalışırsınız. Yazlık böyledir işte. İnsanı büyüler, sarsar ve sonra bir anda bakmışsınız ki yine, kendi şehrinizde, apartmanın 10. katındaki yatağınıza doğru gidiyorsunuz. Aklıma bir şarkı sözü geliyor hep deniz denince: “Denize kıyısı olmayan insanları hiç sevemedim”. Tam olarak düşüncemi bulabildiğim bir söz. Betonlar içinde yaşayan insanların, düşünme ve yargıya varma konusundaki esnekliğini, bir betona benzeyerek, yitirdiğini düşünüyorum. Bu nedenle, insanların şehir içinde kalmasına da üzülüyorum. En çok da hayatı o kalabalığın içinde öğrenmek zorunda kalan çocuklara… Günümüz koşullarında şehir yaşamının kaçınılmazlığı kabul edilse bile, yıl içinde en azından 2-3 ay çıkıp gidebileceğiniz, kendi dengenizi ve dinginliğinizi tekrar kurup doğayla buluşabileceğiniz bir sığınağınız olsun mutlaka. İster deniz kenarı, ister dağ başı... Yeter ki bir doğada kendinize ayırdığınız bir vakit, betonarmeden bir kaçışınız olsun. ÖZGÜR PORTAKAL Özgürlük nedir sizce ya da hür iradeye sahip olmak? Karakterimizi şekillendiren şey değil midir özgürce verdiğimiz kararlar? Başka bir deyişle, seçim yapma özgürlüğümüz değil midir bizi diğer insanlardan farklı kılan? İnsanlar, hayatları boyunca, bazı durumlar karşısında seçim yapmaya mahkûm kalırlar. Yaşamları boyunca karşılaştıkları bu yol ayrımlarında yaptıkları seçimler hayatlarını ve kişiliklerini yüksek derecede etkiler ve değiştirir. Yapılan bu seçimlerdir seni benden ya da beni ondan ayıran. Hür iradeyle yapılan seçimler... Özgürlüğün olmadığı, insanlara çoğu şeyin baskıyla ya da zorbalıkla yaptırıldığı bir dünyada yaşıyor olsaydık nolurdu? Sorunun cevabı oldukça açık ki kimsenin kimseden farkı kalmazdı. Böyle olunca da yeni fikirler açığa çıkamaz; çağdaşlaşma ya da devrim gibi kavramlar gerçekleşemezdi. Dünya olduğu yerde sayar, insanlık da insanlıktan çıkıp robotlaşmaya doğru giderdi. Değerli yazar Anthony Burgess’ın Otomatik Portakal adlı henüz bitirdiğim ve oldukça etkilendiğim romanında hür iradenin ezilişine, zayıflatılışına ve yok edilişine çok iyi örnek teşkil edecek bir olaya tanık oluyoruz. İlgimi oldukça çeken bu olaydan kısaca bahsetmek isterim. Kitapta, kaosa sürüklenmiş bir gelecekte yaşayan ve kötü olarak nitelendirebileceğimiz başkahramanımız Alex’in hür iradesine zincir vuruluşuna şahit oluyoruz. Alex, katıldığı deney sonucunda, kötü bir şey yapmak istediği zaman fiziksel bir acıya maruz kalıyor. Bu acı sebebiyle ne istiyorsa yapamıyor; aksine, programlanmış bir robot gibi, devlet adamlarının istekleri doğrultusunda hareket etmek zorunda kalıyor. Soruyorum size insanı insan yapan özgürlüğün kişinin elinden alınması ne kadar etik? Şimdi düşünün kitaptaki gibi bir ortamda yaşadığınızı, kötülük yapan insanların robotlaştırıldığını. O kadar acınası ki söyleyecek söz bulamıyorum. Sen kimsin ki insanın hür iradesine el koyar, onu köreltirsin? Bu hakkı nereden buluyorsun? Bu tarz sorular kafamın içinde dönüp duruyor çünkü ben her bireyin, kötü biri bile olsa, insanlığa bir şey katabileceğine ve dünyayı daha iyi bir yere getirebileceğine inanıyorum. Albert Einstein’ı - ünlü teorik fizikçiyi- düşünelim. Einstein’ın isyankar ve ukala tavırları etrafındakiler tarafından hiç hoş karşılanmamış. Böyle olunca da diğer insanlar tarafından çok iyi bir insanmış gözüyle bakılmamış Einstein’a fakat hangi fizikçiye, hangi bilim adamına sorarsanız sorun, Albert Einstein’ın fiziğe katkılarını inkâr edemez hatta katkılarını sorsanız say say bitiremez. Demek istediğim şudur ki kötü damgasını yiyen herhangi bir insan bile yaratıcı olabilir, yeni şeyler üretip medeniyet ya da bilim seviyesinde bir adım ileri gitmemizi sağlayabilir yeter ki özgürlük bağımsızca insanların içinde kanatlarını çırpabilsin. Gerçekten de daha iyi bir dünya istiyorsak romandaki devlet adamlarının yaptığının aksine düşünce özgürlüğümüz başta olmak üzere, bütün özgürlüklerimize sahip çıkmamız gerekiyor. Özgürlüğün, insanlığın ilerlemesi üzerindeki büyük etkisi yadsınamaz bir gerçek. Bir diğer örnek olarak da felsefenin ortaya çıktığı yerlerde düşünce özgürlüğünün bulunması ele alınabilir ki felsefe, insanların hayata her alanda bakış açısını zenginleştirerek insanlığı kalkındırmıştır ve hâlâ da kalkındırmaya devam etmektedir. Genel olarak, bu düşünceler kapsamında, özgürlük gerçekten de güzel ve faydalı bir terim olarak çıkıyor karşımıza. Öyleyse niye ülkemizde insanların düşüncelerini özgürce ifade etmesine ket vuruluyor? Niye gazetecilerimiz, her istediğini, her gerçeği tüm açıklığıyla kamuoyuna sunamıyor? Niye yazarlarımız bazılarının çıkarlarıyla ters düşen düşüncelerini kâğıda döktükleri için hapis yatıyor? Bazı insanlar niye beraberce kalkınmak varken, toprak ve güç kavgasına giriyorlar ve binlerce kişinin yok yere can vermesine sebep oluyorlar? Kaçıncı yüzyıldayız, durup da kendinize bir sorun Allah aşkına. Hâlâ kendini misyoner olarak görüp başkalarına kendi inançlarını zorla benimsetmeye çalışan, kendi çıkarları doğrultusunda başka insanların sebepsizce ve yıllarca hapis yatmasına sebep olan ve yine kendi çıkarlarını düşünüp basın özgürlüğünü hiçe sayan insanlar var. Eğer geleceğimize önem veriyorsak özgürlüğü tasmalı köpekleri sanan bu tip insanlara “Artık yeter!” dememiz lazım. Kısacası; özgürlük bizi biz yapandır, bizi gelecekteki biz yapacak olandır. Özgürlük senle beni seri üretimden çıkmış gibi olmaktan kurtarandır. Özgürlük, çağdaşlaşmanın hatta çağdan çağa atlamanın anahtarıdır. Hayatımızı yaşanır yapandır özgürlük. Ulu önderimiz Atatürk’ün ve binlerce atamızın milletimize bahşettiği özgürlüğü elimizden almaya çalışsalar da ona sıkı sıkı sarılmamız ve ondan hiçbir zaman vazgeçmememiz dileğiyle… SEVİYORSAN GÜÇLÜSÜNDÜR Aşk, Kadınlar ve Hayat, Uruguaylı şair Mario Benedetti tarafından yazılan, ve kitabını adını oluşturan temaların, okuyucunun iliklerine bir serum gibi işlediği ölümsüz bir eserdir. Sadece bugün değil, geçmişte de aşk, kadınlar ve hayat temaları bizleri hiç yalnız bırakmayan unsurlardır. Bu nedenle, bu eser sadece dönemini etkilemekle kalmamış, yazıldığı dönemden itibaren her kültüre, her yaşam tarzına, her anlayışa hitap etmeyi başarabilmiş duygu yüklü, kelimelerin adete birbiriyle dans ettiği ölümsüz bir eserdir. Aşık olmak insanı iyi mi hissettirir, yoksa kötü mü? Yüzyıllardır insanların bu sorunun cevabını araması aslında aşk olgusunun, aşık olmanın insanın iç güdülerinden geldiğini gözler önüne sermektedir. İnsan sevmek için gelmiştir dünyaya; önce görmek, sonra beğenmek, bağlanmak, onsuz olamayacağını hissetmek. Bu duygular zincirinde en son insanın karşısına 2 kapı çıkar bir tanesi aşık olunan kişiyle mutluluğa götürür insanı diğeriyse kavuşamama durağına kalkan istasyona. Ama yaşam seçim hakkı vermez insana, yoksa kim ister ki ikinci kapıdan gitmeyi? İlk kapıdan gidenler, hayatın ne kadar güzel olduğunu savunurlar yanlarında çok sevdikleri, beraber yaşlanmak istedikleri insanlar varken ve şu cümleyi sarf ederler: "Ne kadar da güzelmiş yaşamak!" Öte yandan belki kader, belki karşılıksız sevginin ikinci kapıya sürüklediği insanlarsa mutsuzlaşır, içe kapanık hâle gelirler Mutsuzdurlar, ve yüzlerinin bir daha asla gülemeyeceğine inanırlar. İkinci kapıyı tecrübe eden insanlar da şu sözleri sarf ederler: " Hayat ne kadar da acımasız! " İşte aşk, ve kadının hayata etkisinin özgül ağırlığı bu denli fazladır. Aşık olmak insanı neden bu denli derinden etkiler sorusunun cevabı da insanlığın her döneminde aranmıştır. Kimileri aşk alışkanlıktır der; kimileriyle aşk hiç bitmeyecek bir şarkıdır. Soyut bir kavrama nesnel bir tanım yakıştıramasak ta aşk bence, eğer hayattaki bütün güzellikler ayrı ayrı birer nota olsaydı, dillerden düşmeyen en güzel şarkıdır. Aşk faydalıdır... Eğer sevdiğin insan yanındaysa toplumsal durumlar, ekonomik durumun, seni ikinci kapının talihsizliğine uğrayan insanlardan daha az etkiler. Eğer seviyorsan bir kadını, eğer bekliyorsa evde senden ekmek; bırakabilir misin onu ekmeksiz, uyumasına izin verebilir misin onun aç karnına? Edinmektense kötü alışkanlıklar daha çok sarılırsın hayata, gayen olur; ekmeğini taştan çıkarırsın sevdiğine sıcak bir yuva sağlayabilmek için. Yanında sevdiği olan insan güçlü insandır. Yalnız veyahut kimseye muhtaç değildir. Yeter insanoğluna sevdiği insanın yanında olması. Kışın sevdiğinin elini tutmak on kat battaniyeden daha fazla ısıtır insanın içini; yazınsa soğuk bir pastane limonatasından daha tatlıdır sevdiğinin bakışları. Varken sevdiğin yanında, güçlü olursun, dayanıklı olursun; her şeyden önce hayatın zorluklarına karşı dimdik duracak iradeye sahip olursun. Sevdiğin yanındaysa illaki bir çıkış yolu bulursun gündelik hayat sorunlarına çünkü birbirini seven bir erkek ile bir kadın artık iki kişiden fazladır. Mario Benedetti'nin de Seni Seviyorum adlı şiirinde değindiği gibi : "seninle sokakta omuz omuza veririz, ve ikimizden de çok olduğunu biliriz" Aşktır bu özgüveni veren, yaşamayı sevdiren, mücadele ruhu kazandıran bireylere. Aşk bu kadar soyut kavramların arasında kaybolsa da aşk ne duygusallıktır ne de çile; aşk ruhsal bir güçtür maddi olarak görünmeyen manevi bir güç... Mario Benedetti'nin Aşk, Kadınlar ve Hayat adlı eserini okuduğumda günümüze sıradanlaşmış sevgi, çiçek konseptlerinden çok toplumsal kargaşanın içindeki aşkı yaşar gibi hissettim. Sanki bir savaştaymışım, sevdiğim yanımda ama elini tutamıyorum; onu duyuyorum ama göremiyormuşum gibi. Gücü de hissettim yapıtlarda, sevdiği olmayan korkak insanların acizliğinin sevmenin, aşık olmanın çile değil insanı diğer varlıklardan ayıran bir değer olduğunu fark ettim. Benedetti'nin dizelerinden yaptığım çıkarım ise şu oldu: Eğer seviyorsan birini, âşıksan birisine ve o da senin ellerinden tutuyorsa hiç bırakmayacakçasına, hazırsın demektir hayatın diğer oyunlarına, çantandaki en güçlü silahın âşkınla... Lucy Sıradan Bir İnsan Olsaydı Film zaman olarak yakın gelecekte geçiyor ve mekan olarak dünyanın en büyük şehirlerinden birkaçı kullanılmış. Filmin konusu ise şimdiye kadar izlediğimiz diğer filmlerin konularından çok farklı: beynin kullanılabilme derecesine bağlı olarak canlının kendi çevresinde ve kendisinde yaratabileceği etkiler. Tartışılamaz ki bu gerçekten çok ilginç bir konu ve film hakkında herhangi bir şey duyan veya filmi izleyen kişilerin aklına da doğal olarak birtakım sorular geliyor. İlk bahsedeceğim konu, insanın kendi vücudunu kontrol edebilme yeteneğine sahip olması. Kim istemez böyle bir şey? Diş fırçalamak, düzenli beslenmek, yaraların geçmesini beklemek, doktora gitmek, hastalanmak gibi her gün başımıza gelen olaylar ve sağlığımız için yapmak zorunda olduğumuz birçok şey hayatımızdan çıkıverir. En güzel yanlarından biri ise sinir sistemini ilgilendiren dokuların kontrolü sayesinde acı çekmenin yok olması olur. Çoğu kişi bu özelliklerin herkeste bulunmasının çok olumlu sonuçlar doğuracağını düşünebilir, peki ya kötü yanları? Olaya kötü tarafından bakınca maalesef daha vahim durumlarla karşılaşıyoruz. Böyle özelliklere sahip olan bir insanın, kendi kişiliğine bağlı olarak topluma faydası ve zararı dokunabilir. Mesela, yaşadığı herhangi bir olay yüzünden sinirlenen kişi, acının yokluğuyla gelen güvene dayanarak topluma zarar verebilecek davranışlarda bulunabilir. Polislerden korkmayarak rahatlıkla banka soyabilir, en küçük bir üzüntüyle kendi hayatına son verebilir. Toplumu kötü etkileyen bu davranışlara karşı cezalar da verilemez bunlara bağlı olarak. Mesela, insanın kendi vücudunu kontrol etmesiyle depresyon ortadan kalkabilir. Ama işlediği suç sebebiyle beş yıllık hapis cezasına çarptırılan bir suçlu; hapisteyken depresyona girmez, pişmanlık duymaz ve bulunduğu durumdan rahatsız olmaz. İlk bakışta çok güzel görünen bir şeyin aslında toplumu ne kadar kolay bir şekilde karmaşaya sürükleyebileceği, bu şekilde görülebilir. İnsanın kendi vücudunu kontrol edebilmesinin sonucu olarak birtakım farklı etkiler de görülebilir. Bu etkilere örnek olarak arzunun kaybolması verilebilir. Birey, vücudunun durumuna bakarak ve mantıklı düşünerek, neye ihtiyaç duyup duymadığını belirleyebilir. Mesela, bir çocuğun canı şeker çektiğinde çocuk kendi vücudunu ve arzularını kontrol ederek o şekere aslında ihtiyaç olmadığını anlayabilir. Vücut kontrolünün başka bir sonucu olarak oluşabilecek başka bir etki ise korkunun kaybolması olabilir. Kişi acı çekmemeyi öğrendiğine ve yaralandığında büyük bir sorunla karşı karşıya olmayacağını bildiğine göre karşısına çıkan tehlikelere rahatlıkla göğüs gerebilir. Mesela, yükseklik korkusu olan bir kişi, vücudunun dengesini sağlamayı öğrenerek yükseklikten korkmaması gerektiğini, bu korkunun ona hiçbir fayda sağlamayacağını, bu tarz korkuların sadece hayatındaki verimi azaltacağını fark edebilir. Bunların yanı sıra kötü sonuçlar da oluşacaktır elbette. Dış dünyadan uzak kalmaktan korkmayan, yalnız kalmayı sorun olarak görmeyen, değer verdiği şeyleri kaybetmekten çekinmeyen insanlar, kendilerine verilecek cezalardan korkmayarak istedikleri suçları rahatlıkla işleyebilirler. Bu şekilde toplum yine büyük bir karmaşaya sürüklenebilir. Bizi insan yapan şeyler duygularımızdır. Mutlu olur, üzülür, hüzünlenir, özleriz duygularımız sayesinde. Peki insan beyni yeterince gelişirse duygular kaybolur mu? Olabilir, çünkü hayatımızda sık sık karşılaştığımız inişler ve çıkışların önem kaybetmesi duygularımızı kaybetmemize sebep olabilir, bu da bizi diğer canlılardan farklı kılan özelliklerimizden yoksun kalmamız anlamına gelir. Böylece düzenli bir toplum içerisinde yürüyen hesap makinelerinden çok farkımız kalmaz. Kısaca, insanlar filminde olduğu gibi beyinlerinin çok büyük bir bölümünü kullanabilirse toplumda birçok değişiklik olacaktır. Bu değişikliklerin hem olumlu hem de olumsuz yönleri olacak, toplumda ya huzur ya da karmaşa söz konusu olacaktır. Ekin Uyumaz 21401247 Arda Karaşahin TURK101 - 059 Günümüzün Reklam Mecrası: Beyin Reklamlar, artık hayatımızın her yerinde varlar. Telefonlar, sokak billboardları, televizyon, internet, tabletler, gazete, radyo, otobüs ve dolmuş sadece bu yerlerden bazıları. Reklamların zihnimiz üzerindeki etkisine karşı gelemiyoruz çünkü bizden sayıca üstünler ve yetmiyormuş gibi bizi kolayca kandırıyorlar. Peki bu hale nasıl geldik? Bu kadar fazla reklam kime hitap ediyor? Tabii ki de en kolay mecraya: Beynimize. İnsan beyni sıradan bir gün içinde yüzlerce kez reklamlara maruz kalıyor. Ben televizyon karşısında oturup saatlerce dizi izleyen birisi değilim. Bu nedenle reklam kültürüne biraz yabancıyım denilebilir. (Şu an bu yazıyı yazarken internetten “Karışık Reklamlar 2014” isimli bir video izliyorum ve 3 seneye yakın bir süredir düzenli TV izlemeyen birisi olmama rağmen hepsine alışkın hissediyorum.) Sandığım kadar da yabancı değilmişim galiba. Genelde günlük haberleri takip edip, bazı yarışma programlarını izliyorum. Şunun farkındayım ki bu kadar kısıtlı bir sürede bile karşıma her fırsatta çıkarılan bir cümle var: “Bu programda ürün yerleştirme bulunmaktadır.” Arada sırada gözüm dizilere de takılmıyor değil açıkçası. Bu ürün yerleştirme işi bana bazen doğallıktan çokça uzak geliyor. Özellikle en uç noktalar hedeflenmeye başlandı artık. İnsanların günlük olarak yap(a)madıkları şeyleri hedefliyorlar. Güney Koreli veya Japon teknoloji firmalarının isimleri her dizide karşımıza çıkıyorlar ya da çıkarılıyorlar. Kamera açılarıyla desteklenip, görsel efektlerle zenginleştirilmiş bir şekilde hem de. Günümüz görüntü kalitesinin artık çok gerisinde kalan tüplü televizyonlarda bile akıllı telefon markaları gayet okunaklı. En çok göze batan ve yapay olduğunu düşündüğüm reklam türü ise bir dizi sahnesi çekilirken arkadaki billboardlarda kocaman boyutlarla yazan markalar. İzleme keyfi bırakmıyor insanda. Zaten sonra da kapatıyorum televizyonu. Beyin faktörü burada devreye giriyor. Her ne kadar keyif almasak da gösterilen cafcaflı görüntüler, şık telefonlar, muhteşem arabalar, kıtır kıtır kırılan eşsiz dondurmalar ve tabii ki reklam müzikleri beynimizde yer tutuyor. Bu tarz görüntüler ve reklam müzikleri sürekli tekrarlanarak, beyine “Bunu aklında tut.” mesajı iletiliyor. Bu nedenle istemeden de olsa bütün bu reklamları ezbere biliyorum(z). Issız bir adada, zorlayıcı koşullarda büyük bir para ödülü için kapışırken en motive edici şey ne olabilir? Tabii ki de Kentucky'nin eşsiz formülüyle marine edilen, derin yağda çıtır çıtır kızarmış lezzetli tavuk parçaları! 4000 metre yüksekteki bir uçaktan wingsuit ile atlamadan önce kızgın bir boğa gibi “kanatlanmış” hissetmemiz gerekiyor! Parkta bembeyaz kıyafetlerle oynarken çamurlarda yuvarlanıp yetmiyormuş gibi üstüne vişne suyu döken arsız veletle annesi niye uğraşsın ki? Üstün Alman teknolojisiyle üretilen “beyazları daha beyaz yapabilen” muazzam bir sıvının bir kapak kadarı bu durumun üstesinden gelebilir! “Ruhi Mücerret”, çok ilginç bir fikir atıyor ortaya: İnsanların beynine çip takılsa ve konuşmalara reklamlar eklense, hayatımızda neler olurdu? Tabii ki ilk anda insana çok garip, uzay teknolojisiyle üretilen bir proje gibi geliyor. Oysaki biraz düşünüp etrafı gözlemleyince, bu durumdan pek de uzak olmadığımızı fark edeceksiniz. Aslında her cümlemiz reklam kalıntılarıyla dolu. Mutluluğa kapak açıyor, evimizin her şeyini satın alıyor, ateşin çağrısına kulak veriyoruz. Hepimize bi' haller oluyor. Her gece yatmadan önce dünyanın 1 numaralı diş macunu ile ferah bir nefese ve sağlıklı dişetlerine kavuşuyoruz. Bunları normal algılıyoruz. En büyük hatamız da bu: Ne yaptığımızın, neye maruz kaldığımızın farkında bile değiliz. İnsanları kategorize etmeye çalışıyoruz. Kullananlar ve kullanmayanlar. Bu da reklamların istediği bir şey aslında. Gruplara hitap etmek kişilere hitap etmekten kolaydır. Bunu Haçlı Seferleri için Hristiyanların kolayca ikna edilmesiyle örnekleyebiliriz. Günümüzün savaş diyarı ise mobil platform. Her üretici kendi markasını tek lider konumuna getirmek için can atıyor. Belirli bir markanın kullanıcısı olanlar, sanki bu marka kutsal bir emanetmiş gibi davranıyor. Kullandıklarımız sosyal statümüzü belirliyor. Bir “app” bile kullanmıyorsak dışlanıyoruz. Dünya, markalar ve logolar diyarına dönüştü. “Ruhi Mücerret”teki sert reklam eleştirisi, ilginç bir aşk öyküsüyle örtülmeye çalışılmış. Pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Ancak Murat Menteş'in yapmak istediği de bu olmalı. Kitabı tanıtırken herkes Ruhi Mücerret'in Nazlı Hilal'le yaşayacağı aşktan bahsediyordu. Kitap seçerken dış görünüşe aldanmamak gerek sözünü de bir şekilde uyguluyor bu kitap. Kitabın ön ve arka kapağında reklama dair hiçbir görüntü yok. Arka kapakta reklam kelimesi sadece bir kere geçiyor. Murat Menteş iyi bir reklamcılık yapmış kitabını pazarlarken. Daha ilk sayfada kitabın içindeki durumdan kaynaklanan yakınmasını da kağıda dökmüş Menteş: “Bu kitapta anlatılanların tümü hayal mahsulüdür. Umarım asla gerçekleşmezler.” Bir aşk romanında yazanlar neden gerçekleşmesin ki Sayın Menteş? Bir Kilo Hüzün mü Ağır yoksa Bir Kilo Neşve mi-Halil Mervan Murat Telefonunun parke zeminle yaptığı titreşimin sesine uyandı. Telefonun ekranına baktığında operatör şirketlerinin yolladığı saçma sapan mesajlardan biri olduğunu fark etti. Yine bir pazartesi günüydü ve iş her zamanki gibi çok yoğun geçmişti. İşten eve geldiğinde haberleri seyretmek için televizyonu açmış ama haberleri seyrederken uykusu galip gelmişti ve uykuya dalmıştı. Üzerindeki uyku mahmurluğundan kurtulduğunda karnının zil çaldığını fark etti. Yerinden kalktı ve içinde ne olduğunu bildiği halde gitti buzdolabının kapağını açtı. Karşısında her zamanki birkaç parça kahvaltılık, bir iki tane domates, toplasan yarım kilo etmeyen de biber vardı. Etrafındaki insanların öğütlerini dinlemeyip bir kızla evlenmediğine pişman olsa da bir trafik kazası sonucu onu bu iğrenç dünyada yalnız başına bırakan annesi ve babasına bir küfür salladı ve buzdolabının kapağını kırmak istercesine sert bir şekilde kapattı. Bir bilgisayarına bir de masanın üzerinde duran anahtarlığına baktı. Son zamanlarda güzel ev yemekleri yapan bir mekân bulmuştu ve mekânın sahibi de hoş sohbet bir insandı. Aynı zamanda sürekli dışarıdan fastfood söylemekten de bıkmıştı. Son bir tereddütle bilgisayarına dönüp baksa da masanın üzerindeki anahtarlığı aldı ve aynada şöyle kendine bir baktıktan sonra koltuğun üzerine atılmış halde olan paltosunu aldı. Paltosunu giyerken odanın pisliğine tiksinti dolu bir bakış attıktan sonra moral bozukluğu içerisinde kendini İstanbul’un keşmekeşliğine bıraktı. Yaşadığı yer İstanbul’un lüks semtlerinden biriydi ve kendisini hiç de bu semte aitmiş gibi hissetmiyordu. Zaten etrafından geçen insanların ona attıkları memnuniyetsiz bakışlar, tüm durumu özetlemeye yeter de artardı. Kendisi de bu semtte yaşamaktan pek de hazzetmese de oturduğu semt merkezi bir yerdi ve buradan gitmek istediği her yere rahatlıkla ulaşabiliyordu. Özellikle evinin iş yerine yürüme mesafesinde olması, etrafındaki insanlara karşı beslediği nefreti unutmasına bayağı yardımcı oluyordu. Kafasında bu düşüncelerle yol alırken Mehmet abinin dükkânına geldiğini fark etmemişti bile. Bu mekânı yaklaşık iki ay önce keşfetmişti ve evi de dâhil olmak üzere tüm semtte sevdiği tek yer bu mekândı. Kapıyı açtığında yine her zaman olduğu gibi dükkândaki masların neredeyse hepsinin doluydu. Kasada duran Mehmet abiye selam verdikten sonra sürekli oturduğu masanın boş olduğunu fark etti ve o masaya doğru yürümeye başladı. Masaya doğru yürürken arkadan birinin kendisine seslendiğini fark etti. Arkasına dönüp baktığında lisedeki en yakın arkadaşlarından biri olan Yaşar’ı görünce içine garip bir mutluluk geldi ve istemsiz bir şekilde Yaşar’a doğru koştu ve ona sımsıkı sarıldı. Sarıldığı anda yaptığı davranışın ne kadar garip olduğunu fark etti. Her ne kadar Yaşar ile araları lisede çok iyi olsa da üniversitede farklı şehirleri kazanınca aralarındaki bağ giderek zayıflamıştı ve en sonunda birbirlerinden kopmuşlardı. Yaptığı hareketin insanlar tarafından da garip karşılandığı fark edince sarılmayı bıraktı ve üstünü başını düzelttikten sonra Yaşar’a halini hatırını sordu. Daha sonra Yaşar oturdukları masayı göstererek, beraber yemek yeme teklifinde bulundu. Eski günlerin hatırına Yaşar'ın teklifini kabul etti. Masaya geldiğinde Yaşar'ın eşinin de masada olduğunu gördü. Yaşar, ona da evlilik davetiyesi yollamıştı ancak lise arkadaşlarını görmeye tahammülü olmadığı için basit bir bahaneyle işin içinden sıyrılmış ve düğüne gitmemişti. Küçük bir tanışma faslından sonra eski defterler bir bir açılmış ve anılar anıları kovalamıştı. Daha sonra ise Yaşar ve eşi nasıl tanıştıklarından, evlilik törenlerinden ve genel olarak hayatlarından bahsettiler. Mutlulukları gözlerinden okunuyor olmasına rağmen bir de hayatlarının muhteşemliklerini ballandıra ballandıra anlatmaları yavaştan keyfini kaçırmaya başlamıştı. Ancak liseden kalma bir kazanım olarak duygularını nasıl saklayacağını çok iyi biliyordu ve etrafına saçtığı sahte gülücüklerle içinde kopan fırtınaları gizlemeyi kotarabiliyordu. Sonunda Yaşar ve eşinin hayat hikayelerini anlatma faslı bitmiş ve muhabbetin başından beri beklediği soru sonunda gelip çatmıştı "Kusura bakma Taner çok konuştuk galiba, biraz da sen kendi hayatından bahsetsene." "Bir bu eksikti" diye geçirdi içinden. Neyi anlatacaktı ki işi ve evi arasındaki monoton hayatını mı yoksa hiçbir amacına ulaşamadığı üniversite yıllarını mı? Ağzını açıp Yaşar ve eşine sitemkar ifadelerde bulanmak istese de, bunun bir getirisinin olmayacağını düşündü ve durumu geçiştirmek için ‘İyi işte, idare eder’ dedi. Yaşar ve eşi, ses tonundaki konuşmaya karşı gönülsüzlüğünü sezmiş olacaklar ki onlar da yapmacık ifadelerle iyi dileklerde bulundular. Bu yemek sıkıcı bir hal almaya başlamıştı ve masada oturmaya bir dakika daha tahammülü kalmadığını düşünmeye başlamıştı. Tam bu düşünceler aklından geçerken Yaşar ‘ın eşi kaş göz işaretleriyle Yaşar’ı masadan kalkma yönünde ikna etmeye çalışıyordu. Yaşar’ın eşinin yaptıklarını gördü,onu ve kendisini bu sıkıntıdan kurtarmak için Yaşar ve eşinden izin istedi. Daha sonra yanına garsonu çağırdı ve hesabı istedi. Hesap geldiğinde, tam hesabı ödemek için cüzdanını çıkarmıştı ki Yaşar çevik bi hamleyle kartını çıkırtıp garsona verdi. O anda Yaşar’ın karısının yüzündeki ifadeyi görmezlikten geldi ve Yaşar’a teşekkür ettikten sonra Yaşar’a son bir kez sarıldı. Yaşar’a ve eşine iyi dileklerde bulunduktan sonra lokantadan çıktı. Lokantadan çıktıktan sonra Mehmet abiye selam vermediğini fark etti ama lokantaya geri dönmeyi canı hiç istemedi. Zaten her seferinde de selamı hep o veriyordu. Bir kere bile olsun Mehmet abinin selam verdiğini hatırlamıyordu. İçinde Mehmet abiye karşı bir nefret hissetti. Oturduğu semtte bir tane bile arkadaşı yoktu ve insanların onunla konuşurken muhabbetin bitmesi için dua ettiğini insanların yüzündeki mutsuz ifadeden anlayabiliyordu. Bu semtten, bu şehirden ve etrafındaki insanlardan nefret ediyordu. Lise yıllarından beri bir tane bile arkadaşı yoktu. Üniversite yıllarında okuldan yurda, yurttan okula giden bir öğrenci olmuştu ve onunla muhabbet kurmaya çalışan insanlara ise hep soğuk davranmıştı. Şimdilerde ise bu davranışlarının ceremesini çekiyordu. İş arkadaşlarının hiçbirini sevmiyordu, apartmandaki komşularının yaş ortalaması ise 50 üzeriydi ve ne zaman konuşmaya başlasalar sürekli sağlık sorunlarından şikayet etmeye başlıyorlardı. Etrafındaki tüm insanlardan nefret ediyordu. Sadece iş yerinde bir tane kız vardı ki ona ne zaman baksa içinde kelebekler uçuşmaya başlıyordu. Onu gördüğü zaman tüm tasa ve endişelerini unutuyordu. Şimdi bile o kızı düşünmek, içindeki karamsar ve mutsuz duyguların kaybolmasına sebep oluyordu. Apartman kapısının önüne gelmişti lakin, kafasındaki tek şey bu gece o kızı bir kez görmekti. Anahtarlarını cebine koydu ve yürümeye devam etti. Kızın nerede oturduğunu geçen gün sekreterin bilgisayarını karıştırırken görmüştü. Daha önce kızın evine hiç gitmemişti ancak aynı semtte oturuyorlardı ve bu semti avucunun içi gibi biliyordu. İvedi adımlarla kızın oturduğu muhite doğru yürüdü ve kısa süre içinde aradığı adresi buldu. Adresi bulmuştu bulmasına ancak ne yapacağına dair en ufak bir fikir bile yoktu kafasında. Etrafına bakındı ve yakında bir çocuk parkı olduğunu gördü. Gidip oradaki banklardan birine oturdu ve apartmanın kapısını izlemeye koyuldu. Kafasındaysa deli sorular dönüp duruyordu. ‘Buraya niye gelmişti?’, ‘Kıza ne diyecekti?’, ‘Aralaraında bir şey olsa bile kıza ne vaat edebilirdi ki?’. Yaptığı hareketin ne kadar saçma olduğuna düşündü ve gönülsüz adımlarla apartmanın oradaki parktan ayrılmaya başladı. Bir anda gözünün önüne, 4-5 yaşlarındayken ailecek çekildikleri mutlu aile fotoğrafı geldi. Annesi, babası ve ablası hepsi birer birer hayata göz yummuşlardı ve onu bu hayatta bir başına bırakmışlardı. Aklına bir bir hepsinin nasıl öldüğü aklına geldi. Babası kaza anında ölmüştü, annesiyse kaza sonrası hastaneden taburcu olduğu günün gecesi ölmüştü. Ablasının ölü bedeniyse gözünün önünden bir türlü gitmiyordu. Ablası yaşadığı acılara daha fazla dayanamamıştı ve hayattaki zorluklarla mücadele etmek yerine onlara yenilmeyi kabul etmişti. Kendini tutamadı ve bi anda sokağın ortasında yere çöktü hüngür hüngür ağlamaya başladı. Gözlerinden düşen damlaları kontrol edemiyormuş gibi hissetti. Yaşadığı onca zorluğa daha fazla katlanamıyormuş gibi geldi, onca yükün ağırlığını kaldıramadığını hissetti. Sokağın ortasında aylarca hatta yıllarca bekleyebilirdi çünkü artık hayat yükünün ağırlığını taşımaktan bıkmıştı. TÜRKÇE-101 ANIL BERKAY AKKAN 21502572 AHMET BARIŞ EKİZ AŞK HERKESTE Beni ben yapan, en çok değer verdiğim duygulardan bir tanesidir aşk. Beraberinde bana diğer güzel duyguları da çağrıştırır. Sadakatin, fedakârlığın ve düşünceli olmanın verdiği mutluluğu hissettirerek sevginin hayatımın merkezinde olması gerektiğini gösterir bana. İçimde anlam veremediğim bir boşluğun doldurulmasında kilit oyuncudur. Hayatımı renklendirir ve varlığı beni güvende hissettirir. Hayatıma devam edebilmek için ailemin ve arkadaşlarımın desteğine ne kadar muhtaçsam aşk ve sevgiye de o derece muhtacım. Aşkın hayatımın önemli bir parçası olması kulağa garip gelebilir. Onu nasıl tanımladığım veya algıladığım da sizin kafanızdaki aşk görüntüsüyle uyuşmayabilir. Fakat aşkın her insanın hayatına en bir kez dâhil olduğuna gönülden inanıyorum. Geçmişinizi şöyle bir gözden geçirin. Çocukluk aşkınızı hatırlıyor musunuz? Ben çok iyi hatırlıyorum. O zamanlar belki de aşkın, sevginin ne olduğunu bilmiyorken bile ona karşı hissettiklerim dünyanın en masum ve saf duygularıydı. Onun saçlarıyla oynamak, yanağından öpmek aşktı benim için. Bu olaylar nasıl gelişti, aşk hayatıma nasıl girdi bilmiyorum. Birden hayatımın ortasına atlayıverdi, ne iznimi aldı ne de fikrimi sordu. İyi ki kafasına estiği gibi girivermiş erken yaşlarımda hayatıma. Onun sayesinde bu yazıyı yazarken bile hala gülümseyebiliyorum. En sevdiğim oyuncağı onunla paylaştığım, oyun oynarken onunla eş olmak için can attığım ve onunla kavga ettiğim zamanlar gözümün önünde canlanıyor. Çocukluk aşkım biteli çok oldu, geçmişte kaldı ama o tatlı anılar hala zihnimde, ilk günkü gibi capcanlı ve yerini koruyor. Çocukluğumdan beri hayatımda bulunan böylesine güçlü bir duygunun her insanı hedef alabileceğine de biliyorum. Aşka zaman ve yer fark etmiyor. Aşk kişi de ayırt etmiyor. Hedef aldığı kişinin hayatına kendisini sokmaktan çekinmiyor. Aşkın, modern bilimin temellerini atan, kuantum fiziğinin babası sayılan Albert Einstein’ın hayatına da dâhil olması beni gerçekten şaşırttı. Tek aşkının izafiyet teorisi olduğunu sandığım o bilim adamının bir sevdiceğinin olduğunu öğrenmek ve aşk mektuplarını okumak inanılmaz bir duyguydu. Onun da içini dökmek istediği, gündelik hayatın sıkıntılarından kaçıp sığınabileceği birisine ihtiyaç duyduğunu görmek, aşkın yediden yetmişe her türlü insana ulaşabileceğinin somut bir örneği oldu. Aşkın insanın hiç bilinmeyen, romantik taraflarını ortaya çıkardığı gerçeğini de bir kez daha kanıtlamış oldu. Einstein’ın sevgilisiyle birbirlerine taktıkları lakaplar onun bilinmeyen taraflarını da gün yüzüne çıkarmış oldu. O gün bu gündür, Einstein ismini duyduğum zaman, hafiften yüzüm kızarır. Çünkü ben de Einstein gibi aşka yenik düşüp minik şapşallıklar ve utanç verici şeyler yaptığımı hatırlıyorum. Aşkın insana neler yaptırabileceğini biliyorum. Bu yüzden aşkın gücünü asla küçümsememek lazım. Mademki aşk herkesin hayatına, küçük yaşlardan itibaren, en az bir kere dâhil olmuş güçlü ve baskın bir duygu, bu gücü neden kendi lehime çevirmeyeyim ki? Eğer insanları gerçekten etkilemek istiyorsam aşkı kullanabilirim. Yaptığım her işin, gösterdiğim her davranışın ardına onu koyabilirim. Bunu yaparak diğer insanlardan bir adım daha önde olabilirim. Annenizin en sevdiğiniz yemeği yaptığını ve onu yediğinizi hayal edin. Aynı yemeğin bir başka kişi tarafından, herhangi bir restoranda yapıldığını ve onu da yediğinizi hayal edin. Tatları karşılaştırın. Annenizin yaptığı yemeğin yerini hiçbiri tutmuyor öyle değil mi? Çünkü o yemeği lezzetli kılan, annenizin ona kattığı sevgi ve aşktır. Bu yazıyı yazarken de aynı durum geçerli. Sadece bana verilen görevi yerine getirmek için değil, yazdıklarımla sizin kalbinize giden yolu bulmaya çalışıyorum. İşimi aşk ile yaparak anlattıklarımın daha etkili olmasını amaçlıyorum. Düşüncelerimi yazıya dökerken kelimelerin ardına sevgiyi ve aşkı gizliyorum. Böylelikle yaptığım işten zevk alıyor ve ruhunuza dokunup sizi gerçekten etkilediğimi hissediyorum. Bu da beni mutlu ediyor. EVCİLLEŞTİK DİKENLERİMİZLE “Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?” dedi Küçük Prens. “Çok sabırlı olmalısın. Önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Ben seni göz ucuyla süzeceğim, sen ağzını açmayacaksın. Çünkü sözcükler, yanlış anlama kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınımda oturursun…” diye cevap verdi tilki (s.80). Konuşmasaydık keşke biz de, sussaydık hep. Konuştukça berbat ettik her şeyi. Birbirimize zarar vermekten, birbirimizin canını yakmaktan başka bir şey yapmadık. Yaralandıkça başkalarını yaraladık. Bu bir kısır döngü haline geldi. Şimdi hiç yara almadan yaşayabilen var mıdır gerçekten? Ya da ben hiç yara almadım diyebilen var mıdır? Yoksa sorun sözcüklerde değil miydi, bizde miydi asıl sorun? “Kirpi İkilemi” kavramı hakkında bir şey okumuştum bir süre önce. Soğuk bir günde birçok sayıda kirpinin donmamak için birbirine sarılışlarından bahsediyor. Sorun şu ki; birbirlerine yaklaştıkça dikenleri de birbirine batmaya başlıyor, uzaklaşırlarsa donacaklar. Bu yüzden soğuktan donmak ve dikenlerin canını acıtması arasında bir ikilemde kalıyorlar. Bu, her iki acıya da tahammül edebilecekleri noktaya kadar sürüyor. İşte bunun gibi biz de sözlerimizle birbirimize dikenlerimizi batırıyoruz ama bir yandan birbirimizden uzaklaşamıyoruz da. Bir arada olma sıcaklığı belki bir süreliğine dikenlerin verdiği acıyı unutturuyor. Önce sadece ısınacağız düşüncesini taşıyoruz dikeni hesaba katmadan, sonra dikenin verdiği acı katlanılamaz hale geldiğinde yeniden uzaklaşıyoruz birbirimizden. Bu kez donma ihtimalini düşünemez hale geliyoruz dikenlerin acısıyla. Aslında bu, kirpiler için bir ikilem olabilir ama bizim için bir kısır döngü. Ne bir araya gelebiliyoruz ne de birbirimizden uzaklaşabiliyoruz. Her iki durum da katlanılamaz bir acı bizim için. Ama katlanmaya çalışıyoruz. En azından tahammül ediyoruz. Sorun sözcüklerde miydi yoksa mesafede miydi? Hiç konuşmasaydık ne olurdu? Mademki sözcükler yanlış anlama kaynağı, mademki onlar birbirimize batırdığımız dikenler, biz de konuşmasaydık. Tutsaydık içimizde sözleri. Belki o zaman canımız daha az yanardı. Bizi birbirimize yaklaştıran şey yine sözcükler değil miydi zaten? Sonra nasıl oldu da aynı hızda bizi uzaklaştırdı birbirimizden? Ya da sözler hep canımızı acıtacak mesafede miydi, biz birbirimizde sıcaklık bulduğumuz için fark edemedik mi? Çok mu yakındık birbirimize, bu yüzden mi sözcükler canımızı yakar hale geldi? Asıl sorun ikisi arasındaki dengeyi kuramadığımızdan öyleyse. Birbirimizin canını acıtacak mesafede olmasaydık, sözlerimiz de yaralamazdı demek ki bizi. Biz ne yaptık? Dikenlerimizi olabildiğince batırdık birbirimize, sonra uzaklaştık. O kadar uzaklaştık ki, donmamıza ramak kaldı şimdi. Artık ne o sözler geri alınıyor ne de yeni sözler bizi bir araya getiriyor. Ama çoktan evcilleştirdik birbirimizi. “Evcil ne demek?” diye sordu Küçük Prens. “Artık kimselerin umursamadığı bir geleneğin gereği. Bağlar kurmak demektir.” diye cevap verdi tilki. “Sözgelimi sen benim için şimdi yüz binlerce oğlan çocuğundan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin için yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için.” (s.78) Her ne kadar dikenlerimizi sonuna kadar batırmış olsak da birbirimize, her ne kadar olabildiğince uzağa kaçsak da birbirimizden donmayı göze alarak, biz artık evcilleştik, bağ kurduk. Birbirimiz için “bir tane” olduk, “tek” olduk. Belki dikenlerimizi birbirimizde bıraktık. Ama kalıp daha çok diken bırakmaktansa, acı çektiğimizi görmektense; uzakta kalıp, bir gün güneş açacağı umudunu taşımak bir nebze de olsa içimizi ısıtabiliyor. *De Saint-Exupery, Antoine. Küçük Prens, Çev: Cemal Süreya- Tomris Uyar. Can Çocuk,2015. Mert Acar 21601458 Özlem Üzerine asd asd asd asd ja as dkasd j asd j j wj sıda ı ıasd o lasd k asd okasd k kas k kas k aksd k ka skas dk kasd k akas k kd k kdk k Yoğun programın içerisinde tanışma partileri ve sorumluluk piyesleri ile unutturulmaya çalışılan hasrete boğulurken, oyunlara gelmedikleri için metaforik göğüslerini gere gere hava atan beynime ve kalbime azar çekerken elime geçti Osman İnci’nin Devrik Cümleleri. Seçkinin yeterince kısık sesle blogumun satır aralarına sakladığım(!) özlemime de bir nevi kol kanat gerdiğini söyleyebilirim sanırım. Şimdi adama sorarlar tabi kimeymiş özlemin diye. Eskiye, alışagelmişe desem hazırlıktan beri beş yıldır aklımın en özel köşesinde sakladığım üniversite hayallerime yazık, demesem her geçen gün kokusu kaçar diye kendime verdiğim koklama iznini beşer dakika azalttığım mektuba günah. Bak işte... O dost gecelerden biri, Başlıyor yine bu akşam... Sensizlikle bütünleşmemiş, Özlem kokuyor, Buram buram... 1 Şiirin ilk mısrasının günlük hayatımdaki yerinden herhalde, ilk okuyuşum olmasına rağmen sesli okuma refleksine karşı koyamıyorum. Dolayısıyla “gördün mü yaptığını?” havasındaki çocuksu sitem, Osman İnci’den sevdiğine giderken bana da uğrayıp ders aralarına sıkıştırdığım ruh üşümelerimden birkaçını alıp götürüyor. Çok şükür. Üzerine biraz daha düşündüğümde fark ediyorum çektiğim özlemin türünü. Ben özlemi memleketimdeki sevdiğimle kaynaştıramadığımdan dolayı prematüre başladı özlemle ilişkimiz. Benim lise yıllarımda sırf şehir dışına ailemsiz çıkabilmek için canımı dişime takıp çalışarak konferanslara katılma çırpınışlarım, bunu şimdi fark ediyorum, bir kuş özentisi olarak güvenli bölgem içerisinde başlamış. ''Kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta.''2 Kuşların kullanımının çoğu olmasına dayanıyor benim kendimi kuş olarak görme hadsizliğim. Çünkü ben dışarı uçtuğumda çevrelendiğim, her kanat çırpışımın yanımdaki kuştan güç aldığını bildiğim bir gurbete uçtum. Her insana lazım böylesi diyebilirsiniz. Ancak yurt ortamında beş yıldır beraber olup da olaylar karşısında kendilerinin bile kabul etmek istemedikleri hislerini bildiğimi sandığım arkadaşlarımın ailelerine duydukları özlemi teselli ederkenki rahatlığım, endişe içerisinde bu düşüncelerle doldurdu kafamı. Hele ki Pınar’ın bölümü bırakıp eve dönmek istediğini duyduğumda sinirlerimden aşağı serbest düşüşe geçti bütün bilincim. Şimdi ise olayı içselleştiremediğimi anlıyorum. Şimdi ise fotoğraf albümümün dayağını yerken neden 2013’ten başladığımı biliyorum. Çünkü ben ailemden kaçarken özgürlüğü uçakta, uçuş kartımızda bakmaya doyamadığım koltuk numaralarının yanyana olmasını sağlayan “online check-in” teknolojisine ettiğim hayır dualarında buldum. Benim için aile özlemi her gün merkez kampüs yolunda çevreme duvar olarak ördüğüm annemin sesinde boğuluyor. Benim için ailemi görmemek değil duymamak, yemek saatinde annemin gönlü olsun diye son lokmayı tıkıştıramamaktır katlanılmaz olan. 1 (İnci, 2015) 2 (Beyatlı, 2010) Sanırım kendime bu konuyu ancak böyle meşrulaştırabiliyorum. Genel geçer bir kuralım varsa eğer bu savaşımda o da plan yapmamak. Gelecek planlamanın sentetik mutluluğunda bir nefes alırken bulursam kendimi anında beynimin her hücresine elektro şok verir gibi yükleniyorum. Kendimce bulduğum tek başa çıkma mekanizması. Çünkü Kafka “Olmamasına razıyım./ Oluyormuş gibi olmasın yeter.”3 derken eminim benim gibi bu hayal aleminin coşkusunda çevresine ördüğü duvarın inceldiğini hissetmiştir. Öyle bir varlık ki insan yelkenleri suya indirmek için bir ışık bekliyor. Hele ki birazcık rasyonel bir beyne sahipseniz, duygulara kanmasını çok gördüğümüz “aptal” organ sizi araya kattığı küçük kusurlarla bir düşünce işleminde olduğunuz ilüzyonuna itecektir. Bu nedenle üniversiteye geldiğimde aldığım ilk öğütlerimden olup hala odadan çıkarken ceplerimde olduğunu kontrol ettiğim “Anı yaşa!” çok daha güvenli bir bahis gibi geliyor. Sonuçta yüreğinde bir yer açıp oturttuğun her kimse o da seninle gider her yere.4 Varsın boşlukları bir kaç rüzgar estirsin ruhumuzda. Bahsi Geçen Eserler Atay, O. (1972). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınlar. Beyatlı, Y. K. (2010). Deniz. İnci, O. (2015). Seni Düşünüyorum. O. İnci içinde, Devrik Cümleler (s. 77). İstanbul: Pera Kitap. Kafka, F. (tarih yok). 3 (Kafka) 4 (Atay, 1972) Verda Nur Sarıbaş Deli Kadınlar Üzerine Hayatınızda hiç deli bir kadınla karşılaştınız mı? Onun sergilediği davranışlara bir anlam yüklemeye çalıştınız mı ya da? Yoksa siz de bir deli gördüğünde arkasına bakmadan onlardan uzaklaşanlardan mısınız? Eğer öyleyseniz merak etmeyin, size herhangi bir suçlamada bulunmayacağım. Çünkü ben de delilerden çok korkan, davranışlarının altında yatan gerçekleri öğrenmekten kaçınan birisiyim. Zaten bu korkumdu beni bu kitaba sürükleyen. Başlangıçta kapağına ve kitabın içindeki sayfalara serpiştirilmiş değişik kadın figürleri insana “Bu kitabı bırak, hiç okumak istemezsin” mesajı yolluyor gibiydi. Sonra her öykünün başında bulunan kısa ve bir anlam çıkartamadığım yazılar sanki normal bir insanın anlamasının imkansız olduğu şifreler gibi geldi bana. Tırsmadım değil; fakat kitabın sayfalarında ilerlerken de bahsettiği deli kadınlardan bir ortak yan kendimden, annemden ya da tanıdığım bütün kadınlardan bir şeyler buldum. Çünkü kadınlar, kadınlığın verdiği zorluğun altında ezilen insanlardı. Deli olanlarının tek farkları, omuzlarına yüklenen acının kat kat daha fazla olmasıydı. Bu acılar yüzünden delirmişlerdi ya zaten. O deliler yeri geldiğinde anneliğin verdiği ağır yükün altında kalan, çocuğunun canının yanmaması için kendi maharetli pamuk ellerini bile bıçak olarak gören; yeri geldiğinde küçük yaşta yakın bir akrabası hatta belki babası tarafından bile cinsel bir obje olarak görülen ve bu yüzden de hep zarar gören taraftı. Peki neden böyle olmuştu? Bunun nedeni fiziksel açıdan erkekten daha güçsüz olması mıydı? Kadının suçu bu muydu? İşte bu noktada her kafadan bir ses çıkıyor ve hiçbiri de kadının ezilmesini önleyecek, ona hak ettiği değeri verecek bir cevapla karşımıza çıkamıyor maalesef. Öyküden öyküye geçerken acılarının dışında ortak olanın yalnızlık olduğunu görüyorum deliren kadınların. Ya yalnızlıktan delirmişlerdi, hiç kimsenin onları anlamak istemeyişleri, dinlemeyişleri veya destek çıkmayışları yüzünden ya da delirdikleri için yalnız kalmışlardı acılarıyla birlikte. Ölümleri bile yalnız olmuştu, cesetleri yolun tam ortasındaki vak vak ağacında tek başlarına asılı kalmıştı. Günlerce kokuşmuş olsa bile sanki bütün dünya onları yalnız bırakmak istermişçesine, leş kokusunu almamışçasına, soluk bedenini görmemişçesine aşağısından geçip gitmişlerdi. Bu kadar mı değersiz bir kadın? Bazılarınız “Öykü ya işte adı üstünde, sadece kurgu” diyebilirsiniz ama şimdi bu yazıyı okumayı bırakıp en yakın gazete bayisine gidip bir gazetenin üçüncü sayfasına bakınca bile görebilirsiniz. Kadın cinayetleri, işkence, darp, tecavüz… Oraya yazılanların dışında, daha yazılmayanların olduğunu düşündüğünüzde durum gerçekten tüyler ürpertici değil mi? Acı üstüne acı, cinayet, tecavüz, kanla yoğrulmuş bir kadının delirmesi bu açıdan bakıldığında çokta abes bir durum gibi gözükmüyor, haksız mıyım? Kitaptan unutamadığım “Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat” adlı hikayede yaşlı bir kadın şarkılarla olan dostluğunu anlatırken sevdiği şarkının sözlerini söylemeye başlıyor. “Vie quit veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c’est magnifique, muhteşemdir.”* Evet hayat gerçekten muhteşem ama bunu bütün çocuklarının ölümüne şahit olmuş ve cinnet geçirmiş bir kadının söylemesi daha da muhteşem. Acaba bizler -akılları başlarında olan insanlar- ne zaman hayatın muhteşem olduğunu görüp, birbirimizi kanatıp öldürmek yerine birbirimize sevgiyle bakmayı öğrenebileceğiz? Ne vakit kadınları güçsüz görüp erkekleri göklere çıkarmayı sona erdireceğiz? Hepimiz insanoğlu soyundan gelmiyor muyuz? O zaman bu ötekileştirme neden? Kadınlarımızı sevip, saygı duymak varken; vurmak, hor görmek, küçümsemek neden? Bütün bu soruların cevapları verildiği vakit belki dünya deli kadınlardan değil de daha fazla mutlu kadının bulunduğu cennetten bir köşe haline gelebilir. Umarız… Kaynakça: Söğüt, Mine. Deli Kadın Hikayeleri. Ankara: Yapı Kredi Yayınları, 8. Baskı Elif Sargon TEBESSÜM Yutkundum ve gökyüzüne baktım, hala mavi olduğunu umarak... Oysa başımı kaldırdığımda gördüğüm siyah ve beyazın tam ortasına çaresizce hapsolmuş griydi. Uçsuz bucaksızca griye bürünmüş gökyüzünün içimi burkması yetmezmiş gibi, ağlıyordu bir de tam üstüme doğru. Sanki yeryüzünde sadece bana ağlıyordu ya da yeryüzünde kalan ve o gözyaşlarının altında çaresizce ezilen sadece bendim. Büyük bir hışımla akıyordu yaşları ağlamaktan griye dönmüş dipsiz gözlerinden. Bana değdikten sonra, beni hafifçe yakarak yere doğru inerken karışıyor benim gözlerimden akan benim anılarıma. Sanırım anılarımla olan uyumundan rahatsız oldum ki saklamaya çalıştım anılarımı gökyüzünün gözyaşlarından, istemedim içim acıya acıya kuruttuğum anılarım tekrar ıslansın, onları canımın yanmasını ezberleye ezberleye kurutmak istemedim. Çünkü biliyordum oyunu kendi acımasız kurallarına göre oynadıkça hayat; çaresizliğime çare aramakla, pişmanlıklarımdan pişman olmakla, yitirdiklerime sadece basit bir elveda demekle geçecekti zamanım. Oyunun kazananı olmayacaktım acıyla dolup taşan anılarıma sahip çıkmadan, kaybedeni de... Gökyüzünün gözyaşlarından kendimi korumak isterken, çözümü kaçmakta buldum yanlış olduğunu bile bile. Sanki insanlardan kaçmak onların bana bıraktığı sonsuz acılardan da koruyacaktı beni. Görünmez bir duvar dedikleri her neyse tüm gücümle ördüm dört bir yanımı onunla. Kendimi korumak için kaçtığım her an, aşılamayan görünmez duvarlarımı hışımla yükselttiğim her saniye ateşe attım kendimi, korumak adı altında. Bir adım geri çekilip kendime baktığımda çaresizliğime çare arama çabalarımı gördüm. Tebessüm ettim çabalarıma, bile bile yaptığım yanlışa. Sanki, hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koşarsam ıslanmayacaktım. Sanki koşmak benim için tek çıkış yoluydu ve bende çıkmaz çıkışıma koştum. Hışımla ağlamaya devam ederken gökyüzü yerde ne kadar su olduğunu önemsemeden koştum, ayağımı sırılsıklam eden suyu düşünmeden. Eve geldiğimde ise fark ettim yağmurda yürümek, gökyüzünün hışımına inat ederek koşmaktan daha az ıslanmana sebep olacaktı. Aynaya baktığımda sırılsıklam ve yorulmuş bedenimle karşılaştım. Tebessüm ettim yorgunluğuma. Hayatım boyu çoğu kişiden defalarca kez duyduğum sözler yankılandı kulaklarımda. “Yaşayarak öğren...” Keşke yaşamadan öğrenebilmenin bir yolu olsaydı, keşke delicesine kaçtığım yağmurdan aslında kaçmamam gerektiğini bu kadar ıslanmadan öğrenebilseydim, kaçmasaydım keşke, keşke koşmasaydım. Yine keşkelerimi sıraladığım günlerden, pişmanlıklar boyumu aşmış... Pişmanlıklarıma tebessüm ettim, onları yaşayamamış olmanın acısına saygı duyarak. Bu zamana kadar ki en acı tebessümüm buydu sanırım zamana isyanımla dolup taşan. Bunun hatrına bir kez daha tebessüm etsem olmaz mı? Bir saniye öncesi yüzlerce yıl sonrasından daha uzakken sana pişmanlıklarına tebessüm etmekten başka bir şans var mı? Yaşamadıklarının seni etkilemesi kaçınılmazken yaşama şansın olup da yaşayamadıklarına ne demeli? Mesela benim seçimim yağmurdan koşarak kaçmaktı, yürüyerek sakince ilerleleyebilecek şansa sahipken kaçmayı seçtim. Sonucunu daha seçmeden kabul etmiştim, yanlış da olabileceğinin bilinciyle oysa bu kadar ıslanabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Pişmanlık da bu olsa gerek, daha az ıslanmak ve yorulmak şansına sahipken onu yaşayamamış olmak. Kuruttuğum anılarım gibi kendi ıslaklığımı da kurutmuş olsam da bu koşuşun sonunda o anki yağmur damlalarının tenime deyerken bıraktığı acı ve bana ait damlalarla birleşip yerlere düşerken hissettirdiği yanma hissi hiç kaybolmadı içimde. Acı içinde hafifçe yanan benliğimi gördüm, tebessüm ettim. “Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde „Bu böyle olmayabilirdi!‟ düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.”(149) diyerek tam da içimden atamadığım hisleri anlatmış Sabahattin Ali. Kim bilir belki o da kendi kabullenişine tebessüm etmişir? İlk tebessümüm çaresizliğime çare arayışıma karşıydı bir nevi o da benim kabullenişimdi, aynı zamanda kabullenemeyişim. Kimi zaman, hayatın büyük bir bölümünün ironiler içerdiğini ama onların farkında olamadığımız düşüncesini dört bir yanımı sarmış halde buluyorum. Düşündükçe onları bulabileceğime inanıyorum, kendimi onlardan oluşan daha büyük bir çıkmaza sürüklerken. “Yaşayarak öğren” sözlerinin yankılanışı geliyor aklıma. Öyle ya, bu çıkmazdan düşünerek değil de yaşayarak çıkılıyor sanki. Hem zaten kabullenişimin, kabullenemeyiş olduğunu düşünmek saçmalık olmaz mıydı? Her nefeste pişmanlıklarımın yarattığı acıyı gizlerken tebessümlerimle, her nefeste gökyüzüne farklı bakabileceğimi öğrendim kendi kendime. Yağmurdan kaçmamam gerektiğini, yağmurdan kaçma seçimimin pişmanlığıyla ağırca ödedim. Tebessüm ettim güçsüz yanlarıma onları bu şekilde alt edebileceğime inanark. Pişmanlıklarım geçti, pişmanlıklarımın getirdikleri kurumayı bekliyor tıpkı bu zamana kadar ki kuruyan anılarım, gözyaşlarım, gibi. Elbet bir gün kuruyacak. Güneş kendini göstermeden batacak gri gökyüzünde, gülen masmavi bir gökyüzüne doğmak için. KAYNAKÇA Ali, Sabahattin. Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011 Murat Arda Turhan 21502434 SUÇ ORTAĞI Geceler... Geceleri sever misiniz? Bu soruya maruz kalan insanların çoğu geceleri sevmediklerini söyleyeceklerdir. Geceler soğuk, sessiz ve duygusuz gelir çoğu insana. O yüzden insanların çoğu geceleri ya vakitlerini geçirecek hareketli aktiviteler ve insanlar bulabilmek için ya da düpedüz uyumak için kullanırlar.Elbetteki yargılayamayız uyuyanları çünkü sanırım gecelerini olması gereken gibi kullanan onlardır, en azından bilim bize öyle olması gerektiğini söyler.Fakat gecelerin dinginliğine ve yalnızlığına katlanamayan öbür tip insanları anlamakta hep zorluk çekmişimdir ben.Onlarla ortak paydam geceleri uyuyamamam ama hayatın böylesine yaratıcı ve bir yandan da dinginleştirici bu anlarını nasıl olur da sadece aktif olarak çekilebilir kıldıklarına asla anlam veremedim. Bu sanırım birazcık kendileri ile barışık olamama ya da daha da ötesinde tüm renkler ve sesler gecenin karanlığına kaynaşıp yavaş yavaş silindiğinde ve uyaran hiçbir şey kalmadığında, kendilerine katlanamama hallerinde ileri geliyor. Oysaki benim için gecelerin anlamı,onlarda olduğundan çok daha fazlasıdır. Geceler, iyi ya da kötü olsun, tüm ateşli tutkuların fitili, tüm yaratıcı düşüncenin beynidir benim için.Tüm şeytanlar ve melekler geceleri izler bizleri. Tüm devrimlerimizi geceleri yaparız biz ama asla fark edemeyiz bunu. Stefan Zweig'in Olağanüstü Bir Gece öyküsü de bu dediklerim için kanıt teşkil ediyor benim için. Öyküde tüm hayatını bolluk içerisinde geçirmiş, asla ve asla hiçbir konuda yokluk çekmemiş bir kontun hikayesi anlatılır bize. Bu kont hayatı boyunca kurallara bağlı yaşamış, toplumun kendisine söyledilerinin dışına çıkmamış, yasalara son derece bağlı tipk bir burjuva bey efendisidir.Ama sıkar bu hayat onu bir süre sonra, hem nasıl sıkmasın ki? Hayatı gündüzlerinin tadında yaşamıştır her zaman. Bence gündüzler her zaman yasa yapıcı ve boyun eğdiricidir insan için çünkü herkes bilir neler yaptığını,sorumlusundur yaptığından ve o kadar çok uyarıcı vardır ki gündüzlerde, düşünmezsin ne yaptığın şeyi ne de yaptığın şeyin anlamını. Bu yüzdendir ki düzene eş değerdir gündüz benim için. Oysaki geceler tam bir kaostur. Dış sesler kesildiğinde ve dinginlik kapladığında sokakları, duyabilir insan ruhundaki kaosu. Aradığı suç ortağını geceleri bulur insan,karanlığın sağladığı sessizlik ve belirsizlik, ve en büyük suçlar ışıklar kapandığında işlenir. Kontumuz da aynısını yapar, kendisine ait olmayan bir piyango biletini çalar, gerekmediği halde isteyerek bu suçu işler o gece, çünkü yaşadığını hissetmek istiyordur.Kendi devrimini yapmıştır artık, sessizliğe sığınmış ve onu sıkan, boğan toplumsal ahlakı bir anlık kıvılcımıyla yerle bir etmiştir. Yaptığı etik olarak tartışılabilir tabi ki. Tahminen de yanlış olduğuna kanaat getiririz tartışssak.Ama ne Zweig'in ne de benim ilgilendiğim şey bu değil. Ben sadece eylemi yapanla ilgileniyorum, gerçekleştirdiği eylemin yapıcı ya da yıkıcı olmasıyla değil. Boyun eğen ruh bir gecede devrimci oluverir. Sonrasında ise debelenir durur kontumuz en dip noktasında hayatının ta ki bulacağı zamana kadar tekrardan çıkış yolunu,sonrasında da asla unutmaz ne de olsa en dipi görmeyen insan nerede olduğunu tam olarak bilemez.Devrim tamamlanır onun için. İşte bu yüzden seviyorum geceleri ve bu öyküyü okurken, açıkçası sevgim bir kaç kat daha arttı diyebilirim.Çoğu insan bu öyküden çok farklı şeyle çıkarır tahminimce,hiçbir şey çıkaramayacak bir çoğunluk da var ne yazık ki, ama kimsenin her şeyi bırakıp da geceye bu kadar düşeceğini pek sanmıyorum.Yine de bana çağrışımı bu oldu açıkçası.Gece insan ruhunun doğurganlığıdır, kullanmasını bilen için her gecenin başında ölür ruh ve sonunda tekrardan doğar,iyive kötü de doğabilir,en şeytansı düşünceyle ya da tutkuyla da harmanlanabilir tanrısal imge. Ama her bir farklı olasılıkta da devinim sürekli devam eder. Bence asıl önemli olan da budur. ARTIK AKMAYAN ÇEŞME Gençliği birçok kişi arzular; fakat kimse ömür boyu sahip olamaz. Tarih boyunca insanlar, felsefe taşını bu nedenle keşfetmeye çalışmış, ölümsüzlüğün, mutlak gençliğin ve güzelliğin peşine düşmüşlerdir.Günümüzde, bu arayışlar devam etmektedir ;fakat kalıcı bir çözüme ulaşılamamıştır.Estetik cerrahisinin ilerlemesini (bunun etkisini Ajda Pekkan'da görmek mümkündür: Kulağının arkasındaki deriyi dudaklarına ekletmesi hakkında söylentiler duymak mümkün) Avon'un ve daha birçok kozmetik markasının çalışmalarını (yüz gerdirici kremler ve daha birçok işe yarayıp yaramadığı hakkında şüphelerim olan ürünler) sosyal medyada takip edebiliyoruz.Peki, gençlik sadece güzellik ve görünüm açısından mı bu kadar arzulanıyor?Bizi gençlik yıllarımıza ikide bir götüren zihnimizin neden bizi kandırmaya çalışmasına izin veriyoruz? Bazıları ,gençlik yaşlarına küçümseyerek bakar,ne kadar saf ve acemi olduğunu düşünerek, yaşlanmanın getirdiği bilgeliğin arkasına sığınmaya çalışır.Doğru şudur ki, herkes aslında yaşlılıkla beraber ruhundaki neşeyi, ahengi ve ritmi kaybetmiştir.Gerçekliğin etkisiyle,ruh soğumuş, katılaşmıştır.Kıvraklığını yitirmiş ve ölümü bekler hale gelmiştir.Kaçışlar aranır, ruhu eski canlılığına kavuşturmak için yapılmadık kalmaz.Sonuç ise hayal kırıklığıdır çoğu zaman.İnsan, aldatıldığını fark etmede zorluk çekmez. Rosalie de yitirdiği gençliğini bulmaya çalışanlardandı. Onun da sonu çoğu gibi bir çıkmazda sona erdi.Thomas Mann, Rosalie'nin gençliğe ulaşmasına izin vermedi.Onu yaşlılığın karanlık tünelinde aydınlığa muhtaç bıraktı. Doğaya karşı gelmenin bedelini zalim bir şekilde okuyucuya sununan Thomas Mann, ölmeden önceki bu son kitabında, karamsar bir bakış açısıyla adeta gençliğe ulaşmak hakkındaki tüm umutlarımızı yok ediyor;fakat buna itiraz etmemek olmaz.Öncellikle, doğanın döngüsünden ötürü her canlının ölüme yaklaşması gerçeğine tepki göstermeye çalışmıyorum.Benim asıl itirazım, arayışın acımasız bir şekilde sonlandırılmasıdır.Az önce de bahsettiğim gibi, insanların asıl arayış içinde oldukları gençliğin yüzeysel tarafı olan görünüş değil, sadece gençlik evresinde taşıdığımız zaman içinde kaybolan ve yıpranan özelliklerdir. Bu özellikleri kalıcı olarak korumak çoğu için mümkün olmasa da birkaçı için mümkündür.Gençlik özelliklerini ruhumuzda taşımak, ruhun genç kalması sadece lafta kalmamalı , ilerletilmelidir. Bir yaşlı adamla konuştuğumda bana gençlik yıllarına dönmek istemediğini aksine, yaşlılığını kabul etmek ve ona göre yaşamak istediğini söylemişti.Ona göre gençliğin verdiği deneyimsizlik, gelecek kaygısı ve hayat karşısında olan çaresizlik ona yeter de artarmış bile.Bir başka gün, genç bir adamla konuştuğumda bana erken yaşlandığını, ruhunun erkenden olgunlaştığını ve gençliğin verdiği arayışı, heyecanı ve deli doluluğu neredeyse yaşamaya hiç fırsat bulamadığını söyledi.Bunları göz önüne aldığımızda aslında gençliğin ne kadar göreceli olduğunu ve dış görünüşün sadece gençliğin bir kısmını oluşturduğunu fark ediyorum.Gençlik gerçekten sahip olmak isteyende kalır ve asla terk etmez. Gençliği ulaşılmaz hale getiren bizizdir ve her zaman olduğu gibi hayatın tekdüzeliğinin oyununa geliriz.Bence Thomas Mann de hayatın siyahında kendini kaybetmiştir ve renkleri görmekte güçlük çekmektedir.Oysa yaşına rağmen hayatta daha tatmadığı ve deneyimlemediği bir sürü şeyin olduğunu kendisi de fark edebilmeliydi.Bu nedenle, bunu gençlik kavramının yanlış bir ifadesi olarak değerlendiriyorum.Baş karakteri, akmayan bir çeşme olarak tasvir etmesi, kitaptaki yaşlılığa duyulan karamsarlığın rahatsız edici boyutlara ulaşmasına neden oluyor zannımca. Gençliğin ve güzellliğin tablosunu bize sunan bir kitap olan " Dorian Gray'in Portresi"nde, Oscar Wilde'ın gençlik hakkındaki düşüncelerini sezmek mümkün.O da gençliğin asla yok olmayı düşünmemekten geçtiğini ve diğer yüzeysel arayışların boş olduğunu savunanlardan.Ben de Oscar Wilde'a bu düşüncesiyle katılıyorum.Öykü, bu eserin savunduklarına karşı yazılmış gibi geliyor bana; fakat iki eserde de değinilen noktalar hayata iki farklı açıdan bakmanızı sağlıyor. ŞEHİRLERİN GİZEMİ Şehirlerin de insanlar gibi bir ruhunun olduğunu düşünüyorum. Bizi, o şehre götüren şeyler de bu ruhun bir parçasına tanıklık etmek istememiz. Antalya Kalesi’nde içilen sıcak bir çay, Ayşe Teyze’nin yaptığı o patatesli gözleme ve kışın bile içimizi ısıtan güneş... Artvin’de durmak bilmeyen yağmurlar, Dursun Dayı’nın köydeki ahşap evinin bodrumunda, arılardan kestane balı çıkarma çabası... Doğuya gittiğimizde ise, insanların misafirperverlikleri, damak zevklerinin farklılığı... Aslında bunların hepsi bize o şehirlerin birer ruhu olduğunu gösterir. Üç sene önce Tayland Bangkok’a gittiğimde de aynı duyguları yaşamıştım. Bangkok’ta evde yemek yapma kültürü yok. Onlar için yemek, sokak aralarında yeniyor. Çünkü bir mutfak aleti örneğin tava almak her gün sokakta yemekten daha masraflı. Hal böyle olunca da insanlar sokaklara dökülüyor, caddeler insan akımına uğruyor ve her zaman canlı, hareketli bir ortam bulmak mümkün. Bana sorarsanız, bir şehri diğer şehirlerden özel yapan, oradaki insanların yaşayış biçimi ve şehrin iklimsel ,tarihsel özellikleriyle bağdaşınca ortaya çıkan eşi olmaz doyum. Bugünkü yazımda, iki hafta önce okul gezisi ile gittiğim ‘’ Bir masal ülkesi olarak adlandırılan Kapadokya’’ dan bahsedeceğim. Geziye çıkmadan önce araştırma yapmayı seviyorum, böylelikle gideceğim yerler hakkında daha çok bilgi sahibi olup, tarihsel ve daha bir çok alanda daha geniş açıdan yaklaşabiliyorum. Bu geziye çıkmadan önce Faruk Pekin’in Kapadokya - Kayalardaki Şiirsellik adlı gezi kitabını valizimin bir köşesine koydum ve öğrenmeye koyuldum. ‘’Kapadokya yalnızca Hıristiyan kültürünün, Bizans Uygarlığı’nın, Bizans sanatının özel bir merkezi ya da yalnızca Rum Ortodoks, Apostolik Ermeni kültürünün toplamı değil, çeşitli uygarlıkların –Anadolu Müslüman halk kültürü de dahil– değişik kültürlerin örtüştüğü, çok katmanlı, Bizans öncesi ve sonrasıyla, Selçuklu ve Osmanlı yüzüyle özel bir mekândır.’’ (syf 13). Kapadokya’ya ayak bastığımda yakın arkadaşlarımla gitmiş olmamın verdiği heyecan mı bimiyorum ama, kendimi faklı bir kültürde buldum. Bu küçük şehir bana enerji vermişti. Yaşadığım çevreden daha yöresel ve tarihi açıdan yelpazesi daha genişti. Otele yerleştiğimizde en çok ilgimi çeken şey, otel odalarının taştan yapılmış olmasıydı. Otantik bir hava vermesinin dışında, bana tutsaklık hissini çağrıştırdı. Taşların sıkı dizilimi, küçük bir kapının oluşu acaba hangi tehdite karşı korunma eğilimiydi. Eski çağlarda yaşayan insanlar kimbilir kimleri ağırlamış ya da tutsak etmişti. Belki de saklanmak, tutsak olmak hayatlarının geri kalanını ve nesillerini devam ettirmek için bir zorunluluktu. Her şehirde olduğu gibi, Kapadokya’nın da gizemini anlamaya çalışıyordum. Sabah, güzel bir kahvaltıdan sonra gezimize,Göreme Açık Hava Müzesi ile başladık. Müze bilindiği üzere kayaların -peri bacalarının- içine oyulmuş alanlardan oluşuyor. Mağaraların içine girdiğimizde ise o zamanda yaşayan, yetenekli sanatçıların çizdiği resimler duruyor. Her birinin anlamları ve işlevleri farklı. Keşke o zamanlarda yaşasaymışım, tüm bu resimlerin nasıl neye göre çizildiklerini öğrenseymişim diyorsunuz. Bu gizemi, tüm detaylarıyla öğrenmek maalesef girişteki yazılı metinlerden mümkün değil. Genel olarak, Göreme Açık Hava Müzesi’ni Türkiye’de hatta Dünya’nın her yerinden insanları görmeye teşvik ediyorum. Sadece gitmeden önce, yeterli miktarda bilgi sahibi olmanızı ve bilinçli bir şekilde gezmenizi öneririm. İkinci durağımız ise merkezde kalan Çömlekçi Chez Ali’nin atölyesiydi. Yaklaşık on beş metrekare bir yere otuz kişi sığmaya çalıştık ve usta işe koyuldu. Bir eli seramikteyken diğer elini ıslatıyordu, ayağıyla ise alttaki tekerleği çeviriyordu. Sonuç ise çok başarılıydı. Bize çömleğin tarihinden bahsetti. En sonunda çömlek yapmak için kim gönüllü olmak ister diye sorduğunda elimi kaldırdım. Başıma geleceklerinden hiç haberim yoktu. Arkadaşlarım, genelde yaratıcı bir hayal gücüne sahip olduğumu söyler. Fakat, seramik işinde yaratıcılığın dışında ince bir ustalık işinin gerekli olduğunu anladım. Görüldüğü kadar kolay bir işlem değilmiş. Hayatımda tecrübe edebileceğim nadir şeylerden birisi oldu. İnsanların bu işlemi yaparken ne kadar tutkulu olabileceğini hayal ettim bir an için. Bir kaç malzemeyle bir şey üretiyorsun ve ürettiğin bu şeyle, fonksiyonu tamamen farklı olan yeni bir şey elde ediyorsun. Belki bol tereyağlı bir testi kebabı belki de küçük bir tohumdan çıkan yeni bir menekşe... Kapadokya, coğrafi olarak İç Anadolu’nun kırsal ikliminde bulunduğu için gittiğimiz mevsimde fazla insan veya aktivite yoktu. Grup olarak gittiğimiz için de çok fazla yeri görme fırsatımız olmadı. Bu yüzden yazın tekrar gidip, orada yaşayan insanlarla sohbet etmek ve bu küçük şehrin gizemini daha yakından çözmek istiyorum. Çünkü biliyorum ki; Kapadokya turistik amaçlı gidilen bir yerden daha fazlası. SİMAY EZER 21502577 KAYNAKÇA: PEKİN, Faruk, Kapadokya - Kayalardaki Şiirsellik Gezi Rehberi, 1. Baskı, İletişim Yayıncılık, 2014 İSTANBUL KARŞILIKSIZ GÜVENLE DOĞAN SEVGİ Karşındaki insana güven duymak ve kendini ona adamak bir insanın alabileceği en zor kararlardan biri olmalı. Ancak güveninin karşılığını aldığında, karşındakininde sana güvendiğini anladığında, mutluluk paha biçilmezdir. Şüphesiz, güven denince insanın aklına gelen ilk şeylerden biri de sevgidir. Ancak bu sevgi illaki aşk olmak zorunda değil ya da karşı cinsiyetler arasında olmak zorunda da değil. Bu sevginin kaynağı ahbaplık veya kardeşlik olabilir. “The Intouchables” adlı Fransız yapımı filmde, hem yönetmenlerin o sevgiyi beyaz perdeye aktarma yöntemi hem de oyuncuların o duyguyu izleyiciye verme şekli, sevginin sadece aşktan ibaret olmadığını göstermiş. Üstelik filmin gerçek hayattan alındığını düşünüldüğünde, böyle bir sevginin gerçekten var olduğunu bilmek, insanda güven duygusunun artmasına ve sevmenin başka anlamlar kazanmasına yol açtığı kaçınılmaz bir gerçek. Filmde yamaç paraşütü yaparken kaza sonucu felç kalan, zengin bir adam olan Philippe ve iş olarak ona bakıcılık yapan fakir ve Afrika kökenli Driss’in dramatik hikâyesi, komedi unsurlarıyla harmanlanıp izleyiciye aktarılmış. Başlarda sadece iş veren ve çalışan ilişkileri olsa da, Driss’in samimi ve içten tavırları, Philippe’in ona duyduğu güveni artırmıştır. Güvenmek, burada olayların domino taşı olarak adlandırılabilir. Çünkü duydukları karşılıklı güven, en sonunda onları karşılıksız sevgi ve dostluğa götürmüş. İnsana güvenmenin zor olduğu bu çağda, güvenebileceğin birini bulmak artık bir şans haline geldi. Bu yüzden, o kişiyi bulduğumuzda onu kaybetmemek için elimizden geleni yapmamız gerektiğine inanıyorum. Öyle ki, yazımın başında da belirttiğim üzere bu sevgi sadece aşk olmak zorunda değil. Kendimi baz alarak düşündüğümde, bugüne kadar güvendiğim insanların hep en yakın arkadaşlarım olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bugüne kadarki sevgililerim için aynı şeyi söylemek benim için biraz zor. Hepsiyle bir yere kadar güven ve sevgi ilişkisi başarılı bir şekilde yürüyor, ancak bir süre sonra sevgilinin karşısındakinden beklediği sorumlulukla, yakın arkadaşın beklediği sorumluluk birbirinden keskin hatlarla ayrılmaya başlıyor. Bu yüzden ilişkilerin sonu hep ayrılıkla sonuçlanırken, ahbaplık ebediyen sürdürülebilecek bir şey. Ancak duyulan karşılıklı güven ve sevgi, sizi dışarıdan izleyen kişiler için rahatsızlık verici olabiliyor. “The Intouchables” filminde de görülmesi mümükün olan bu durum herkes için geçerli denilebilir. Yeni arkadaş edinirken bir insan, onların üstüne ister istemez biraz daha fazla düşüyor ve onlarla daha fazla zaman geçiriyor. Çünkü onları tanıma gayreti ve yeni şeyler duyma isteği daha baskın geliyor. Bu durumda, gerçek arkadaşını bulma yolunda tanıştığın onlarca insan, artık onlarla eskisi kadar vakit geçirmediğin için sana tepkili olabiliyor. Bu onlar için anlaşılabilir bir durum değil fakat ahbaplığın, kardeşliğin tadına bakan biri için onlarla vakit öldürmek yerine, gerçek dostuyla vakit geçirmeyi tercih etmesi gayet normal bir durum. Bundan hareketle diyebilirim ki, benim için de gerçek bir arkadaşla vakit geçirmek, yüzüne gülen ve çıkar ilişkisi güden diğer insanlarla vakit öldürmekten daha olumlu bir davranış. Güven ve sevgi birbirine sıkı sıkı bağlı olan iki duygu. Birinin yansımasına bakılınca öteki görülüyor. Ancak bunu tatmanın, öğrenmenin en güzel yolu ise yaşanmışlıklardan geçiyor. “The Intouchables” filmi bu iki duygunun beraber nasıl yürüdüğünü izleyiciye çok iyi bir şekilde anlatmış. Yakın arkadaşlar, sevgililer, bir şekilde bağlantılı olunan diğer kişiler güvenin ve sevginin anlaşılmasına ön ayak oluyor. Bu noktada kime güveneceğimiz ve karşılığından kimden sevgi göreceğimiz yaptığımız seçimlere bağlı kalıyor. KAYNAKÇA The Intouchables. Olivier Nakache, Eric Toledano. The Weinstein Company. 2011. Documentary. Valletoux, Thierry. Gaumont. 2011. Paris. MEHMET ALİ KAPLAN HAMURUMUZA KATILMIŞ YANLIŞLIKLAR Ön yargılarımız, biyolojik varlığımızın en büyük düşmanı olan virüsler gibidir. Hatta virüsler gibi bizi güçsüz bırakmanın yanında belleğimizi de kontrol ederek görüşlerimizin yönünü saptırırlar. Bu yönden “Aslında onlar virüslerden daha aşağılıktır.” desem yanlış olmaz sanırım. Hatta onlar o kadar aşağılıktır ki biz farkına bile varamadan tanımadığımız insanları, sırf görünüşü ve farklı oluşuna göre, eleştirmemize sebep olur. Yok şu kişi pasaklı pasaklı giyiniyor, kesin çok fakir biri; yok bu kişi aşırı makyaj yapıyor, kesin birini tavlamaya çalışıyor... Bize ne kardeşim! İsteyen istediği gibi davranmakta ve yaşamakta özgür değil mi de şu yüzyılda dahi insanları acımasızca eleştiri sağanağına tutuyoruz. Böyle yazdığıma aldanıp da kesinlikle beni çok mükemmel ve böyle hatalar yapmayan biri sanmayın. Aynı hataları ben de yapmaktayım ama The Escort (2016) filmini izledikten sonra bu hatalarımı az da olsa azaltma çabası içersindeyim; hatta bu film sayesinde ben de ön yargılarım yüzünden ne kadar aptalca hatalar yapabildiğimin farkına vardım. Sadece insanların dış görünüşlerine odaklanarak neler kaybedebilceğimize ise bizzat tanık oldum o filmde. Mutlaka yazımın konusuna aldanıp “Sapık çocuk, ne hakkında yazı yazmış!” şeklinde beni eleştirenler olmuştur. Aslında bu eleştiri bizim sosyal tabularımız yüzünden ne çeşit ön yargılarımız olduğunu kanıtlamakta. Küçüklüğümüzden bu yana “Şu şey ayıp, bu şey günah. Onlardan uzak dur!” şeklinde birçok yanlış emre maruz kaldık. Zamanla bu yanlış emirlerin etkisinden uzaklaşmaktayız ama maalesef ki bunlar hamurumuza katılmış bir kere, kurtul kurtulabilirsen! Tabii ki de ben sosyal tabularımıza çok fazla yer vermeyeceğim bu yazımda ama filmi izlemeden önce filmin isminden dolayı neler düşündüğümü ve nelerin benim düşüncelerimi yönlendirmekte olduğunu sizlere yansıtmaya çalışyorum. Filmde ise ana karakterlerden Mitch de aynı hataya düşüyor bizim gibi. Sırf giyim şeklinden dolayı ve yaptığı işten dolayı aşağılıyor Natalie’yi. Ama bilmediği bir şey var, o ikisi nerdeyse ruh ikizi ve birbirleri ile çok iyi anlaşabilecekleri mizah ve karaktere sahipler. Dahası geçmişleri o kadar benzerlik göstermekte ki birbirlerini çok ama çok iyi anlayabilecek seviyede olgunluğa sahipler. Fakat; gelin görün ki ilk görüşmede bile birbirlerini kırıp farklı yollara ayrılıyorlar. Neden mi? Asıl benliklerinin keşfedilip dalga ve eleştiri sebebi olmasından korktukları için. Hemen hemen hepimiz meyilliyiz karşımızdakini eleştirmeye ve bunu en büyük sebebi bir şekilde edindiğimiz o ön yargılarımız. Biz de aynısını yapmıyor muyuz? Kendimize bir maske takıp o maskenin ardına saklanıyoruz sırf başkalarının gerçek benliğimizi keşfedip bizimle dalga geçmesinden korktuğumuz için. Peki hiçbirimiz ön yargılarımız yüzünden başkalarını eleştimeye çok meraklı olmasak kim ihtiyaç duyar böyle maskeler takınmaya? Elbette hiçbir kimse takınmaz o maskelerden ve kimse yanlış anlamaz birbirini. Benliğimizi maskelerin arkasına saklamıyoruz aslında, onu oraya hapsediyoruz! Başkalarının farklılıklarımızı yadırgamasından ve eleştirmesinden o kadar çok korkuyoruz ki benliğimizden vazgeçiyoruz. Kendi gibi olabilenleri ise acımasızca eleştirerek bizim gibi olmaya zorluyoruz; çünkü biz benliğimizi hapsedip birer kukla gibi bedenimizin iplerini ön yargılarımıza teslim ettik. Ne olurdu kırabilsek ön yargılarımızın gücünü ve herkesi kucaklayabilsek? Biz de Mitch ve Natalie gibi ikinci şansı bulduğumuzda kucaklayabilir miydik karşımızdakini? Elbette aşılması zor bir dağ gibidir ön yargılarımız ama bir aşabilsek onları belki de yeni arkadaşlar, samimi dostlar edineceğiz ve belki de ruh ikizimizi bulabileceğiz o dağın arkasında. Aşabilirsek o dağı hem benliğimizi kurtaracağız maskelerin esaretinden hem de dünyamızı zenginleştireceğiz yeni dostlarla. Ne kadar da çok şey kaybetmişiz ön yargılarımızdan dolayı değil mi? Bundan sonra olabildiğince ön yargılarımızı kırabilmemiz, benliğimiz ve farklılıklarımızı hiçbir maskenin esaretinde bırakmamamız ve diğer insanlarla dünyamızı zenginleştirebilmemiz dileğiyle... KAYNAKÇA: Filmin adı: The Escort Yapım yılı: 2016 Yönetmen: Will Slocombe Yazarlar: Michael Doneger, Brandon A. Cohen Filmin IMDB sayfa linki: http://www.imdb.com/title/tt3793788/ Beliz Güner ÜNİVERSİTE MERKEZLİ BATILILAŞMA Etrafıma baktığımda herkes kahkahalarla gülüyor, müzik dinleyip şarkı söylüyor, muhabbet ediyordu. Üniversite hayatımın ilk günleriydi ve farklı birçok insanla tanışıyordum. Tanışırken de onları ve yaşayışlarını inceleme fırsatı bulmuştum. Her şehirden ve her kültürden insanlar vardı çevremde. Gün geçtikçe ve ben onların muhabbetlerine dâhil oldukça aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını fark ettim. Her şey özentilikten ibaretti hayatlarında. Giydikleri, yaptıkları, dinledikleri, konuştukları… Her biri asıl amaçlarından şaşmış, kendilerini kaybetmişti. Konstantiniyye Oteli’nde de durum böyleydi. Farklı birçok insan bir salonda bir araya gelmişti ve her birinin yaşantıları inceleniyordu. Zamanla kendimi de o Batılılaşma dediğimiz dipsiz kuyuya dalmış ilerlerken buldum. Herkes gibi o kadar kaptırmıştım ki kendimi, hayatım değişmişti. Arkadaş tercihlerim, kullandığım eşyalar, izlediğim veya okuduğum her şey değişmişti. Mesela yediğimiz yemekler artık Türk mutfağından o kadar uzaklaşmıştı ki çevremizdeki her yer yabancı restoranlarla dolmuştu. Artık her ülkeden bir yemek türü bulabiliyorduk çevremizde. Bazıları restoranlar ise hâlâ Türk olmasına rağmen yabancı adlar taşıyordu. Kendime baktığımda ise yine aynı etkileri görebiliyordum. Her gün Türk kahvesi içmek yerine sırf yabancı ismi veya ünlü bir markası var diye kahvelerimi en kremalı ve şekerlisinden Starbucks’tan almayı tercih ediyordum. Ya da bir başka açıdan bakarsak, neden ülkemizi keşfetmek yerine tüm gezilerimizi ya da seyahatlerimizi yurt dışına yapmayı tercih ediyorduk? Ülkemiz güzel olmadığından mı ya da sırf herkes aynısını yapıyor diye mi? Yoksa daha fazlasını görebilmek ve haberdar olabilmek için mi? Bana kalırsa hepsi harmanlanmış durumda. Özentilik almış başını giderken, giyim tarzlarımızla birlikte giyim markalarımız da değişti. Artık yerli markalar yeterli gelmiyordu ve neredeyse tüm alışverişlerimizi yabancı markalardan yapıyorduk. Bir yandan da ilgi duyduğumuz alanlar değişime uğruyordu. Tüm yabancı şarkıcılardan haberdar olmak hatta onların şarkılarını ezberlemek marifet olmuştu. Kendi sanatçılarımıza, yazarlarımıza, tiyatrocularımıza sahip çıkmaz, onları desteklemez hâle gelmiştik. Yabancı filmleri daha çok takip ediyordum mesela ya da yabancı şarkıları anlamlarını düşünmeden daha çok takip ediyordum. Çünkü artık her ortamda konuşulan ve bilinmesi gereken şeyler hâline gelmişlerdi. Kimse kendi edebiyatımızı bilip bilmememizle ilgilenmiyordu maalesef. Gireceğimiz ortama göre değişebiliyordu artık zevklerimiz ve takip ettiklerimiz. Kimse kendi için bir şey yapmaz hâle gelmişti. Gittikçe kendimizi kaybediyorduk. Batılılaşma merakı ve özentilikle birlikte gittikçe kendi kültürel değerlerimizi de kaybettiğimizi fark ettim. Eskiden her bayramımız coşkuyla kutlanırken şimdilerde kimse bayramlara veya özel günlere ilgi göstermiyordu. Herkes Batılıların bayramlarını önemsiyordu anlamlarını ve değerlerini bilmeden. Artık her ortamda bu bayramlar konuşuluyor ve kutlanıyordu. Sadece eğlence amacıyla yapılan kutlamalardı. Fakat biz onlar gibi yaşamak, onlar gibi olmak için uğraş verirken kendi değerlerimizden uzaklaşıyorduk. Çeşitli geleneklerimiz ve bayramlarımız bizi bir araya getiren ve bir arada tutan değerlerken artık bu özelliklerini kaybediyorlardı. Özel günler unutuluyor hatta kutlama gereği duyulmuyordu. Muhabbetler gittikçe dışa dönük olmaya başlamıştı. Bir çeşit yarışa dönüşen bu Batılılaşma sürecinde herkes her şeyden haberdar olmaya çalışıyordu. Yok olmaya doğru giden bu geleneklerimiz hâlâ bazı kesimler tarafından ayakta tutulmaya çalışılıyor. Konstantiniyye Oteli’inde olduğu gibi Emre, Batılı tarzda romanlar yazmış fakat yayıncıdan onay alamamıştır. Yayıncı ise tamamen kendi sanatçılarına ve yazarlarına sahip çıkmıştır. Zamanla onay alamamasının nedenini anlamıştır Emre. Değişen hayatlar ve tercihlerle birlikte onlara hitap eden romanlar yazmak yerine, yazarlar artık özgün ve yaratıcı konuları tercih ediyor. KAYNAKÇA: Yazar: Zülfü Livaneli Sayfa Sayısı: 480 Yayın Tarihi: Mayıs 2015 Yayınevi: Doğan Kitabevi Kürekci 1 ZEYNEP KÜREKCİ (4-1) 21302699 TÜRKÇE 101 ŞUBE 17 (4-1) BAŞAK BERNA CORDAN 09.11.2014 RÜZGÂRA KARŞI DURMAK MI, RÜZGÂRA TUTUNMAK MI? “Hayatı Savunma Biçimleri”, isminin büyüsüne kapılıp okumak için can attığım bir kitap. İnsanoğlu için en karmaşık olgu olan ‘hayat’, ancak bu kadar sade ve anlaşılır bir şekilde incelenebilirdi. Sıradan insanların hayatlarına ve iç dünyalarına bizim için küçük Kürekci 2 pencereler açan Adalet Ağaoğlu, bizi bize anlatmıştı aslında. Gayrimüslim biriyle evlendirilen Rabia’dan, emekliye ayrılan Seyfi Bey’in hayata sarılma çabalarından, iki eski dosttan, âşıklara kadar genişletmişti yelpazesini. Hepsinin hayata bakış açısını ve insanların onlara olan ön yargılarını basit kurgularla anlatmıştı. Böylece hayatı sorgulama fikri benim de benliğime sirayet etti. Hayatı neden savunuruz ya da neden ona karşı çıkarız ki? Kendimizi fırtınada savrulan bir yaprak olarak düşünmemiz gerekseydi eğer rüzgâra kapılmak daha kolay olmaz mıydı karşı yöne gitmeye diretmekten? “Kim tam kendisidir sanki? Kimin kendi hayatı var ki?” (Ağaoğlu, 21). Her hayat başka bir tiyatro oyunu, dünya da bu oyunun sahnesi. Hayat perdelerin açılmasıyla başlar ya da gözlerdeki perdelerin kalkmasıyla. Birinin perdesi kapanır kapanmaz hemen bir diğerininki açılıverir. Sahne hiçbir zaman boş kalmaz. Senarist her oyuncunun karakterine göre farklı bir rol biçmiştir. Oyuncu rolünü giyinir ve heyecanla atılır sahnesine. Bazen metne bağlı kalır, bazen de doğaçlama yapar kendince. Herkesin oyunculuğunu savunma biçimi de farklıdır. Senarist bunları bilir ve kimseye haddinden büyük rol biçmez. Gelgelelim bazen oyuncu daha iyisini yapabileceğini düşünüp rolünü beğenmez. İnsanın hayatta duruşu da böyledir. Kimileri en büyük acılara dahi katlanabilirken bazısı en küçük engelde tökezler. Bu yüzdendir ki herkes kendine göre zorluklar yaşar hayatta. Bana sorarsanız kendimizi bilmekle başlar her şey. Kapasitemizi, sınırlarımızı, zayıf ve güçlü yönlerimizi, ön yargılara karşı duruşumuzu… Böylece önümüze sunulan katalogdan hangi renk bize daha uygunsa onu seçeriz ki kişiliğimizi daha rahat yansıtabilelim. Aksi takdirde seçtiğimiz yanlış renk esas rengimize karışınca hayatımız karman çorman bir hâl alır. Başlangıçta doğru seçimi yaptık diyelim peki, ya sonrası? Bize doğru gelenin başkasına yanlış geldiği durumlarla çokça karşılaşırız. Etrafımızdakiler her koşulda bize destek olmak yerine nedensiz, acımasız eleştirileriyle cephe alır bize karşı. En nihayetinde ön yargılar bile Kürekci 3 zamana bağlıdır.”Zamanın elinden ne kurtulmuştur ki?”(49). Şimdi size cephe alan topluluk bir süre sonra şaşırtıcı bir şekilde arkanızda durabilir. Önemli olan başkasının desteği değil sizin hayata karşı nasıl dimdik durduğunuzdur. Bunu yapmak ise yazarın da bahsettiği gibi içimizdeki ‘isyan köpeğini’ evcilleştirerek olur. Gündelik yaşantımızdaki olumsuzluklarla beslenen bu köpeği aç bırakmak elbette ki imkânsızdır. Her zorlukta biraz daha hırçınlaşan bu köpek nice cinayetlere, intiharlara sebebiyet verecek tehlikededir. Herkesin katili kendi içinde beslenir. Bu katilden kurtulmanın tek yolu ise uyumdur. Şikâyet etmeyi bırakarak senaryodaki rolümüze razı olmak ve diğer oyuncularla bir uyum hâli içinde bulunmaktır. Hayatın güzelliklerinin veya zorluklarının hangi şekilde ve ne zaman karşımıza çıkacağı belirsizdir. Adı üstünde hayat, her an farklı yüzleriyle şaşırtır bizi. Üzerimize saldığı kara bulutların hemen arkasına bir de güneşi ekleyiverir. Nitekim gözden yaş düşmeden kalpte gökkuşağı oluştuğu da görülmüş değildir. Dünyada her şey zıttı ile birliktedir. Çirkin, güzelin güzelliği daha iyi anlaşılsın diye vardır. Sevinç-üzüntü, yoksulluk-zenginlik, sağlık-hastalık, doyumsuzluk-yetinme, dün-yarın… Hepsi birbirinin tamamlayıcısıdır aslında. Önemli olan neye sahip olduğun değil sahip olduklarınla neler yaptığındır. Seni sen yapan, hayatını nasıl savunduğundur. Seyirciden en çok alkış alan senaryo ise, içinde iyikilerin keşkelerden daha çok kullanıldığı senaryodur. Kaynakça Ağaoğlu, Adalet. Hayatı Savunma Biçimleri. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008. Aşka Mektuplar Onüç Günün Mektupları adlı eseri bir solukta okuyup bitirdikten sonra, kitabı kendi zihnimde değerlendirdiğimde, aklımda parlayan ve üzerinde düşünmem gereken iki konu olduğunu fark ettim. İlki, şiirlerini okumayı çok sevdiğim yazarın gerçek yaşantısını ancak onun elleriyle yazdığı mektuplarından öğrenebileceğimdi. Cemal Süreya’nın Zühal’ini ve oğlunu ne kadar çok sevdiğine, yazdığı bu mektuplar aracılığı ile şahit olabildim. Cemal Süreya’nın mektuplarını okurken, bir sanat eserini değil de hayranı olduğunuz bir şairin hayatını okuyor ve âdeta yaşıyorsunuz. Şairin çektiği sıkıntıları, yaşadığı duyguları, heyecanları ve onun eşiyle paylaştığı bütün özel anılarını, yazdığı mektuplarından öğrendim. Aynı zamanda mektuplar, bana sadece şair hakkında değil, şairin o dönemde yaşadığı çevre ve dönem hakkında da bilgiler verdi. Cemal Süreya’nın okuduğum o güzel FOTO: edebiyatdefteri.com, 9 Kasım 2014 resim 1 şiirlerini yazdığı kadın ile günlük konuşmalarını görmek, şaire olan bağlılığımı daha da artırdı çünkü şair günlük konuşmalarında dahi, aynı şiirlerindeki gibi sevdiği kadına narin ve zarif davranıyor, duygusal bir bağ kuruyordu. Sıkıntılarını, duygularını ve kaygılarını eşi ile nasıl paylaştığı benim çok dikkatimi çekti. Yeri geldiğinde eşini bir mektup ile ikna edebiliyor veya kaygı verici bir durumu anlatırken bile, onu üzmeden bilgilendiriyordu. Bu yüzden Cemal Süreya’nın düşüncelerini eşi ile paylaşma şekli, Cemal Süreya’nın aile yaşantısında ne kadar anlayışlı ve sevecen biri olduğunu belli ediyordu. Bir arkadaşımmış gibi Cemal Süreya’nın kişisel özelliklerini ve bir olay karşısında nasıl tepki verebileceğini çok iyi öğrendim. Dahası sadece şairi değil, şairin mektuplarını yazdığı dönemi de yakından tanımış ve gözümde canlandırmış oldum. Cemal Süreya’nın uçak ve trenle yaptığı yolculuklar, mektupları yazdığı vapurlar, pastaneler, telefonun herkeste bulunmayışı ya da çok fazla kullanılmayışı, şairin çocuğunun gittiği okul, Beykoz’un yeşil güzelliği gibi tüm bu küçük ve önemsiz bilgiler bana mektupları okurken altmışlar, yetmişler ve dönemim çevresini tanımam konusunda çok yardımcı oldu. Dikkatimi çeken ve içimde şaire karşı derin bir hayranlık uyandıran bir diğer konu, Cemal Süreya’nın eşine ve oğluna olan bağlılığı ve sadakati oldu. Özellikle eşi hastanede psikolojik ve fiziksel olarak çok zor günler geçirirken, Cemal Süreya’nın ona, mektupları ve ziyaretleri ile her zaman destek olma yöntemini çok beğendim. Zühal hanımın gireceği ameliyatın çok riskli oluşu, Zühal’i çok fazla psikolojik sıkıntıya sürüklüyordu ancak Cemal Süreya mektuplarında her daim eşine moral veriyor, Zühal’in yokluğunda, oğulları Memo’nun davranışlarının nasıl değiştiğini ve onun yaşanan olaylardan ne derece etkilendiğini anlatıyordu. Aslında Cemal Süreya bu yöntemle eşine güç veriyor, geri dönmesi gereken bir evi, arkasında bıraktığı bir oğlu olduğunu eşine hatırlatıyordu. Eşi ile arasındaki kırgınlıklardan, tartışmalardan bahsedip, eşinin haklı olduğunu ve ona güvenmesi gerektiğini anlatıyordu. Bunu yaparak, bence hastane yatağındaki eşinin içini rahatlatıyordu. Annelik duygusunun eşine vereceği telaşı bildiği için, mektuplarında FOTO: Tuğba Karademir, 9 Kasım 2014 resim 2 oğullarının kahvaltıda yediği yiyeceklere kadar eşini bilgilendiriyor, oğlunun gündelik yaptığı işlerden bahsediyordu. Mektupları okurken kendime şu soruyu sordum; Cemal Süreya neden mektuplardaki güzel sözleri eşinin yüzüne karşı söylemiyor da mektup yazmayı tercih ediyordu? On üç günlük mektupların sonuna geldiğimde, sorumun cevabını buldum. Mektuplardaki konuların çokluğunun, çeşitliliğinin ve kısalığının, Cemal Süreya tarafından dikkatle seçildiğini fark ettim. Cemal Süreya, aslında hastane odasında, kendini yalnız hisseden eşine düşünmesi için içeriği zengin çeşitli mektuplar yazıyordu. Böylece eşi mektuplardaki konuları düşünüp, hastalığı ile mücadele etmesini sağlayacak nedenler buluyordu. Ayrıca mektuplarda, geçmişteki anılardan ve gelecek planlarından bahsedilmesi de Zühal’i hayata bağlıyordu. Cemal Süreya ilk defa bir kız çocuğu istediğini bir mektupta dile getiriyor hatta hayalinde olan kızının nasıl göründüğünü, kâğıda çiziyordu. On üç Günün Mektupları, benim hayranlık duyduğum bir şairi yakından tanımamı sağlayan ve onun şiirlerinin ne kadar gerçek bir aşka dayandığını bana kanıtlayan bir hayatın hikâyesi gibiydi. Eşine akıllıca bir yöntemle verdiği destek ve moralle, içimdeki sevgisini daha da arttıran Cemal Süreya, aynı zamanda hiç yaşamadığım bir dönemi de okuyucuya mektuplarında yakından tanıtmış oldu. Cemal Süreya tarafında vapurda, pastanede ya da trende yazılmış olan bu mektup dizisi, aslında mektubun zor durumlarda ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğunu bana göstermiş oldu. Emre KAPLAN KAYNAKÇA Resim 1 http://www.edebiyatdefteri.com/kitap/onuc-gunun-mektuplari-46946-kitabi/ Resim2 http://40.media.tumblr.com/63dd49c774b7635157679b971971b2e7/tumblr_mka7gflDVs1rdyi75o1_1280.jpg İsmail Burak Ballı 21401418 SEN ERKEK ADAMSIN Son zamanlarda gazetelerde, internet ortamında, çeşitli konferanslarda bol bol karşılaşıyoruz “Türkiye’de kadın olmak” konusu ile. En son geçen hafta üniversitemizde düzenlenen İş Dünyasında Kadın Olmak isimli konferansta dinledim Türkiye’de kadın olmanın zorluğunu. Türkiye’de kadın olmak konusunun böyle son zamanlarda sık sık karşımıza çıkmasının nedeni olarak günümüzde kadınlara karşı vuku bulan çirkin ve iğrenç olayların etkisi reddedilemez. Kadın olmak kolay değil tabi ki. Hem de Türkiye’de. Konferansı dinlerken kendi iç dünyamda birtakım düşüncelere daldım. Türkiye’de kadın olmanın zorluğunun yanında ihmal edilen bir şey daha olduğu sonucuna vardım: Türkiye’de erkek olmak. Bazı çevreler –tıpkı kadınlar söz konusu olduğu zaman aynı şeyleri söyleyen diğer çevreler gibi- “erkek olmakta ne var”, “erkek olmanın neresi zormuş ki”, “mağdur edebiyatı yapmayın” tarzı şeyler söylese de kolay değil erkek olmak. Hiç kolay değil. “Erkek adam ağlamaz” derler. İçine akıtmak zorunda kalırsın gözyaşını. Zaten Hugo değil miydi “ağlamak için gözlerden yaş mı akmalı” diyen? Bir şehit haberi duyarsın veya açlıktan ölen bir bebek haberi, yanaklarını ısırarak, gözyaşlarını tutarak güçlü bir şekilde “vatan sağ olsun”, “Allah rahmet eylesin” dersin. Ağlayamazsın. Ağlayamazsın çünkü mavidir çarşafın, mavidir çorabın, mavidir ilk kundağın. Mavi, erkekliğin rengi… Mavinin soğukluğunu üzerinde taşımak zorundasındır. Güçsüzlük belirtisidir ağlamak. Erkek adam korkmaz. Erkek adamsan cesur olmalısın, güçlü olmalısın, sert olmalısın, duygusal olmamalısın. Çünkü sen erkeksin. Sen erkeksin acı hissetmezsin. Sen erkeksin kavga etmeyi kesinlikle bilmelisin. Çünkü sorunlarını kavga ile çözersin. Ya da kavga ile çözmek zorunda bırakılırsın istemesen de. Eşinin, çocuklarının yanında dayak yiyip rezil olmak da var. Kavga etmeyi bilmiyorsan susmak ve yenilgiyi kabul etmekten başka çaren yoktur. Türkiye’de erkek olmak her an sapık damgası yemeye hazır olmak demektir. Sırf maganda damgası yememek için iyi niyetle bile olsa güzel bir kadına bakamamaktır. Otobüste, dolmuşta kadın yanına oturmaktan kaçınmak, oturulursa bile emanet koltuğa oturur gibi oturmaktır. Bir kafeye, bir bara gidince oradaki tüm kadınlara asılacak gözüyle sürekli göz hapsinde olmaktır erkeklik. Sevdiğin, hoşlandığın kıza açılamamaktır çok uzun süre. Aşkını pek dile getirememektir. Sevdiğine iltifat edememek beğendiğine güzel sözler söyleyememektir. Yanıp tutuşsan da aşkınla âşık demesinler sana. İnsan denilemeyecek hemcinslerinin iğrenç suçlarını duydukça tabii olarak üzülmek, utanmak, acı çekmektir. Başkalarının adına utanmak, başkalarının suçlarının cezasını çekmektir Türkiye’de erkek olmak. Her zaman başarılı olman gerekir. Para kazanman gerekir. Çünkü evin reisisin. Eve bakmak senin görevin. Çünkü erkek adam eve ekmek getirir. Televizyonlarda “izdivaç” programlarında ilk “evin, araban var mı maaşın ne kadar” gibi sorular sorulur erkek adama. Evi, arabası ve iyi bir maaşı olmayan erkeğin ne işi var ki zaten evlilikle. Hele de askerliğini yapmamışsa. Askerlik… Tabii, erkek adam doğuştan borçludur. Vatan borcudur bu. Okumuşsan altı ay, okuyamamışsan on iki ay, paran varsa on sekiz bin liradır bu borcun. Bir takım kişilerin kirli hesaplaşmalarına kurban gitmektir asker olmak, erkek olmak. Sonuç olarak Türkiye’de erkek olmak, her ne kadar katıldığım konferansta anlatıldığı gibi Türkiye’de kadın olmak kadar zor olmasa da yine hiç de hafife alınamayacak kadar zor bir İsmail Burak Ballı 21401418 durumdur. Erkek olmak veya kadın olmak diye yapılan ayrımdır bu zor durumun nedeni aslında. Daha doğmadan planlanan şeylerdir, yapılan ayrımdır bu duruma yol açan. Toplum ne zaman insanları kadın ve erkek olarak değil de sadece “insan” olarak görmeye başlarsa o zaman kadın veya erkek olmak bugünkü kadar zor olmayacak. İşte o zaman “erkek adam bunu yapar”, “kadın dediğin böyle olur” gibi düşünceler ortadan kalkacak. Ancak o zaman doğan çocuk gözünü açacak dünyaya tek üst kimliği olan insanlıkla. İşte o zaman dünya ve “insanlık” daha güzel olacak. Burak Ballı Bozuk Bir Saatin Sonsuzluğu Gökhan Eğri İnsanı insan yapan en temel etken sonsuzluktur. İnsan sonsuz değildir elbet; saatinin kadranına ancak göz ucuyla bakabilen, saniyeleri, dakikaları tüketme korkusuyla kovalayan bir varlığın ebedi olduğunu söyleyemeyiz tabii ki de. Hayır, sonlu insanın sonsuzluğu, ebediyete yaptığı yakarışta saklıdır; asla anlamayacağı bir kavrama, asla aydınlatamayacağı bir karanlığa bilinçsizce sırtını yaslayışında. Asırlardır sonsuzluğa elini uzatmaktadır insan, benliğini ömrü boyunca sürecek varoluşsal bir boşluğa kendi elleriyle hapsetmektedir arzuladığı ölümsüzlüğe ulaşmak umuduyla ve sonsuzluktan varoluşunu kazanmaktadır bileklerine tutturduğu prangalarına karşılık olarak. Evreni düşünün. Düşünün ki insan sonsuzluğa ulaşmak adına kabul etmiştir benliğinin bütün varoluşta bir toz zerresi kadar dahi önem bulamayacağını; düşünün ki indirgemiştir insan bütün sevgi ve üzüntülerini, bütün hayal ve hayal kırıklıklarını kör eden bir karanlığın üzerindeki Dünya adını verdiği silik mavi bir lekeye. Sahip olduğu yegane varoluşunu alabildiğine küçültmüştür insan ki ulaşmayı umduğu sonsuzluk daha da büyüsün; büyüsün ki bir gün evrene uzattığı el kendini yukarı çektiğinde bir zamanlar sahip olduğu fani benliğinin izleri, eriştiği varoluşsal mertebenin yüceliği önünde kamaşan gözlerindeki beyazlıkta kaybolsun. Ancak insan çok geçmeden fark etmiştir ki sonsuzluğu fethetmek amacıyla evrenden zorlukla kazıdığı her parçanın ardında bıraktığı boşluk, evrenin karanlığından sızan sonsuzluk ile anında kapanmakta; insan arzuladığı sonsuzluğa yaklaşamadığı gibi bu hırsı uğruna küçümsediği fani varoluşundan da uzaklaşmaktadır. Öyleyse sayıları düşünün. İnsanın hayatını kolaylaştırmak için ortaya attığı bu soyutluğa dahi sızmıştır insanın sonsuzluk arzusu, kendisinin üstünde bir benlik yaratmıştır insan böylece. Sayıları kendine yardım etmek için yarattığını söyleyerek ancak benliğini kandırmaktadır insan; zannetmektedir ki sonsuzluğu parmakları ile sayarak, kalemi ile karalayarak kendi de arzu ettiği ölümsüzlüğe ulaşacaktır, sonsuzluğa uzattığı elinden güç alarak kendi varoluşunu çekecektir ebediyete. Oysa insan elini her uzatışında ancak daha da sıkı kelepçelemektedir benliğini asla ulaşamayacağı sonsuzluğa, daha da yükselmektedir bilincini sağır eden yakarışı. Öyleyse zamanı düşünün. Sonsuzluğa ulaşamayan insanın ebediyeti kendi boyunduruğuna almak istemesinden doğmamış mıdır zaman dediğimiz kavram? Bu nedenle yuvarlak değil midir günümüze kadar kullanılagelmiş en yaygın saatler, içinde barındırdığı sonsuz döngünün şekline göre yontmamış mıdır insan zamanı? Soyut olarak ellerinin arasından kaçan ebediyeti kum tanelerinin akışına hapsederek, varoluşunun sonsuzluk karşısındaki önlenemez akışını akrep ve yelkovanın devamlı hareketine zincirleyerek varoluşunun algılayamadığı soyutluktaki özünü somutlaştırmaktadır insan. Kolundaki metal kaplı spiralin saniyelik nabzında, duvarındaki kutunun camın ardından gelen boğuk sesinde ve en önemlisi içindeki pandülün vuruşlarında hissetmektedir insan fani benliğiyle ebediyeti zapt etmenin gururunu. Ancak yine aynı insan çok geçmeden fark etmiştir ki, boyunduruğuna sokmak adına kendi elleriyle iliştirmiştir varoluşunun bir köşesine sonsuzluğu; bir zamanlar evrenin sınırlarını zorlayarak kazıdığı karanlık artık kendi evinin duvarlarından, kolunun üzerindeki hafif metal serinlikten sızmaktadır benliğine. Öyleyse insanın arzu ettiği sonsuzluk bozuk bir saatin sonsuzluğu mudur? Sonsuzluğun ancak küçük bir parçasında varolmaktan utanç duyan insan ulaşmak istediği ebediyetten korkarak kendini nasıl bir varoluşa layık görmektedir? Ebediyetin döngüsel yapısından kurtulmak isteyen insan, sonsuzluğun çemberini uçlarından çekerek bir çizgiye indirgemeyi düşlemektedir belki de.Uzatıldığında ileri ve geri, geçmiş ve gelecek kavramlarının yapısının bozulduğu bu çizgide ne yöne gitmektedir peki insan, sonsuzluktan uzağa mı kaçmaktadır yoksa sonsuzluğa doğru mu? İnsanın varoluşunun en önemli sorusudur bu, benliğini anlamlandırmak için sonsuzluğa haykırdığı bir yakarış. Asla cevaplanamadığı gibi yankılanmamaktadır da insanın bu sorusu, evrenin karanlık kumaşının kıvrımları altında zamanla sessizliğe kaybolmaktadır benliğinin yegane varoluş sorunsalı. Öyleyse asıl soru insanın bu çizgi üzerinde hangi yöne gideceği değil, hareket edip etmeyeceği olmalıdır belki de. Bozuk bir saatin kollarındaki durgunluktan esinlenerek durmayı arzulamaktadır insan, sonsuzluğa doğru ilerlemeden sahip olduğu sınırlı varoluşunda kendi sonsuzluğunu yaratmak. Ancak kendi durgun sonsuzluğunda anlayabilecek insan, ancak saatinin havada asılı kalmış kumları ve kadranındaki hareketsizlikte görebilecek ölümsüzlüğe ulaşamadığı gibi sınırlı varoluşunu da sonsuzluğa durdurduğu pandülünün suskunluğunda yitirdiğini. Görebilmek bir kum tanesinde bir dünyayı, yabani bir çiçekte ise bir cenneti; Sığdırabilmek avucuna sınırsızlığı, ve tek bir saatin içine sonsuzluğu. -William Blake, Masumluk Kehanetleri Miro, J. (1967). Sonsuzluğa Doğru[Resim]. Joan Miro’dan Barselona Şehir Konseyi’ne, Barselona Blake, W. (2008). Masumiyet Kehanetleri[Şiir]. Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları. İş Bankası Kültür Yayınları. Ölümsüz Bir Hayat Nasıl Olurdu? Biz ne için yaşıyoruz? Neden daha iyi yaşam koşulları için mücadele ediyoruz? İlahi dinlerin hepsinde bu hayatın fani olduğuna değinilir. Bu hayat bir köprüdür. Bu hayat ahiret hayatından önceki sınavdır. Peki, neden buna inanıyoruz? Ya öldükten sonra yok olup gideceksek? İşte tam olarak da bizi ahirete inandırmaya zorlayan gerçektir ölüm. Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabında da bahsedildiği gibi çoğu insan ölümden korkmadığını söylese bile ve biz ne kadar farkında olmasak da hepimiz ölüm gerçeğinin bize çizdiği yolda sürdürüyoruz hayatımızı. Hayatta pek çok şey ölüm üzerine kurulmuştur. Kışın soğuktan üşüyüp ölmemek için sıcak tutan kıyafetler giyeriz, bir gün ölümcül bir hastalık geçirip ölmekten korktuğumuz için sağlık sigortası yaptırıp her ay yüzlerce lirayı gözden çıkarırız. Hatta ve hatta kendi ölümümüzden ailemiz olumsuz etkilenmesin diye tüm hayatımız boyunca çalışıp onlara ardımızda ev, araba, nakit para bırakmaya çalışırız ki biz ölünce maddi açıdan zorluk çekmesinler. Kitaptaki en beğendiğim örneklerden biri de şu: Araba sürerken emniyet kemeri takarız çünkü kaza geçirince camdan dışarı uçup ölmek istemeyiz ve bunlar gibi pek çok şeyi ölüm gerçeğinden ötürü yaparız. Peki, ya dünyada bundan sonra kimse ölmeseydi? Acaba hayatımız nasıl değişirdi? Aynı kitaptaki gibi bu sabah yatağımızdan kalktığımızda televizyonda binanın 17. katından atlayan bir şahsın burnunun bile kanamadığı haberini izlesek ve sonra en yakın arkadaşımız Kızılay Meydanı’nda üç tane canlı bombanın patladığını ama kimsenin canlı bombacılar dâhil kimsenin ölmediğini söylese, acaba ne düşünürdük? Sonra dünyanın her yerinden bunun gibi haberler gelse, hastanelerin yoğun bakımları mucizevi bir şekilde boşalsa, ne yapardık acaba? Kısacası dünyada artık ölüm diye bir gerçek olmasa dünya nasıl bir yer olurdu ki? Artık kimseyi cinayetten suçlayamazdık. Muhtemelen bütün mahkûmları serbest bırakmak zorunda kalırdık. Belki birine sinirlendiğimizdeki tepkilerimiz bile daha değişik olurdu. Artık karşımızdakinin ölmeyeceğini bildiğimiz için silahı çekip onu vurabilirdik. Yemek yememize gerek kalmazdı. Ya da hijyenimize dikkat etmemize çünkü hiçbir şekilde hasta olup ölmeyeceğiz. Ya da giyinmemize de gerek kalmazdı çünkü giyinmek aslında üşümemek için ortaya çıkmış bir ihtiyaçtı ama artık üşümek bir problem değil çünkü hepimiz ölümsüzüz. Okuyup eğitim almamamıza da gerek yok çünkü eğitim, yüksek hayat standartlarına ulaşmak için gerekli yeterlilik ve donanıma sahip olmak amacıyla harcanan vakit ve nakit kaybından başka bir şey değil ve bizim artık bu yeterlilik ve donanıma ihtiyacımız yok. Bütün bunlar yaşanırken pek çok akım, rejim, düşünce de kaybolacak. En önemlisi de din ve devlet gibi kavramlar yok olacak. İnsanlar ölümsüz olduklarını anladıklarından sonra kitaba göre din, devlet gibi insan tarafından yaratılmış kavramlar yok olacak çünkü devlet benim bu dünyadaki temel haklarımı korumak, bana hizmet etmek için var. Aynı şekilde din ise ben öldükten sonra yok olmayacağıma inanmamı sağlayan bir geleneksel inanç bütünü. Kitabın içindeki evrende yaşayan biri olarak hayal edersem kendimi, artık temel haklarımın hiçbir önemi yok çünkü ölümsüzüm; yani devlet insanların birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen bir kurum olduğu için ve bugünden itibaren dünyada ölümsüz bir varlık olduğum için artık diğer insanlarla olan ilişkilerim ve devletin bana sağladığı güvenceler önemli değil. Dinin bir önemi yok çünkü ahiret diye bir şey yok, doğduğumdan beri kandırılmışım, bundan sonra bu dünyada farklı hedefler uğruna yaşayacağım çünkü ben ölümsüzüm. Belki yürüyerek başka bir galaksiye gitmeye çalışırım çünkü hiçbir şekilde ölmeyeceğim ya da okyanusun en dibine dalmaya çalışabilirim nasıl olsa boğulup ölmeyeceğim. Ölümsüz bir dünyada yaşarken yaşadığım problemler de farklı olacak muhakkak. Aynı kitapta bahsedildiği gibi kimse ölmediği için dünyada aşırı bir nüfus olacak ve teorik olarak bir gün bütün dünya insanla dolacak. Bu dünyada yaşayan ben ise bunu kafama takmayacağım çünkü dünya çok dar olsa bile ben dünyanın içini oyup daha fazla alan yaratacağım kendime. Fazla vaktini alır derseniz zaman kavramının bir önemi yok artık. Kimse hangi günde, yılda ya da saatte olduğumuzu bilmiyor. İşimi bitirdiğim zaman herkes bıraktığım yerde olur büyük ihtimal. Kitapta da bahsedildiği gibi duygusal açıdan bir çöküntü yaşamamız da muhtemel olur bence. Çünkü sevdiğimiz insanların bir önemi yok artık. Bir şeyi severiz çünkü bizim için değerlidir ve değer kavramının nedeni ise bir şeyi kaybetmekten ötürü duyduğumuz korkudur. Sevdiğimiz hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi kaybetmekten korkup onların değerini anlayamayacağımızdan dolayı ölümsüz bir dünyada sevgi olamayacak. Sevgisiz bir dünyada ise mutluluk olmayacak. Mutluluğun olmadığı bir yerde ise huzur olmayacak. Bence huzurun olmadığı bir yerde yaşamaktansa ölmek daha iyi. Çünkü ölüm korkutucu bir gerçek olsa bile aynen kitapta yaşanan şekilde biz de ölümsüz dünyada yaşarken eskiden yaşadığımız problemleri arayacağız. Hayatımızda ardımızda bıraktığımız her sıkıntı gelecekte özgüven ve kararlılık olarak geri dönüyor. Kitapta anlatıldığı gibi ölümsüz dünyada ardımızda bıraktığımız şeylerin pek bir önemi olamayacak çünkü ardımızda sonsuz tane olay kalmış olacak. Bu yüzden ölümlü hayatın değerini bilmeliyiz fakat en başında da anlattığım ölüm üzerine yapılmış planlardan kurtulmalıyız. Bunlar hayatımızdaki pek çok sorunun nedeni oluyor. Çok sevdiğim bir sözle yazımı bitirmek istiyorum: “Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi hayal kurun, bugün ölecekmiş gibi yaşayın.” Utku Yalınbaş 21502054 IE Mutfak Robotu Daha 8 bölüm yayınlanmasına rağmen, belki de televizyon tarihinin en iyi dizisi olmaya aday gösterilmiş olan “Westworld”, daha yeni bölümünü izlemeden insana “lütfen diğer bölümleri de çekilsin artık” dedirtecek muazzamlıkta olan bir başyapıt. Dizi, küçüklüğümden beri hayranı olduğum bilim kurgu türü yerine çok hazzetmediğim romantizm türünde olsaydı bile, sadece oyunculuk kalitesi beni yine içine çekmeye yeter de artardı. Uzun senelerdir yabancı yapım dizilerle içli dışlıyım. Popüler olan bütün dizileri bitirmişimdir veya izliyorumdur. Fakat bu zamana kadar izlediğim hiçbir yapıt beni bu derece etkilememişti. “Game Of Thrones” bile bu dizinin yanında sönük kalıyor. Oyunculuklar, konu, tema ve en önemlisi sizi sürekli sorguya düşüren “ya bizde robotsak ?” sorusu… En son “Matrix” üçlemesini izledikten sonra, beynimin biraz yandığını hissetmiştim. Westworld dizisine başladığımdan beri de beynimin bir kısmının kavrulmuş olduğunu düşünüyorum. Dizinin kurgusunda insanlar tarafından yapılmış ama bir o kadar da yapımcısından fiziksel ve zihinsel pek bir farkı olmayan robotların, kendi benliklerini kazanıp insanların himayesi altından çıkma çabası anlatılıyor. Her ne kadar kurgusal olsa da, kendi yaşantılarımıza yansıtıldığında “belki bizde böyle bir dünyada yaşıyoruz” cümlesini akıllara getiriyor. Şahsen dünyanın yaratılış amacını “soru işareti” olarak algıladığımdan dolayı, bu gibi bizim dünyamıza da uyarlanabilen senaryolara hep şaşırarak ve merakla bakmışımdır. Bir gün bizim başımıza gelmeyeceği ne malum? Dizi, tam anlamıyla dört dörtlük bir başyapıt. Sadece bilim kurgu olması nedeniyle ara sıra zor anlaşılabiliyor. Bazı sahnelerde durdurup olay döngüsünü kavramaya çalıştığım oluyor. Böyle bir başyapıtın gölgesinde bu problem; deyim yerindeyse devede kulak kalır. Bunun haricinde eksiği yok diyebiliriz. Ayrıca dizi içerisinde batı kültürünün kullanılması da, izlenebilirlik katsayısını daha da artırıyor. Hala seyrine devam ediyor mu bilmiyorum ama geçmişte pazar günleri TRT kanalında yayınlanan, batı türünde filmlerden birer kesit izliyormuşum gibi oluyor her bölümde. Bilim kurgu yazarlarının bayıldığı ve gelecekte belki de insanlığın gerçekten sonunu getirecek olan robotların kendi benliklerini kazanıp insanlara savaş açma distopyası, dizinin ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak gibi. Dizinin yapımcıları Lisa Joy ve Jonathan Nolan, dizideki olay örgüsünü her bölümde daha da genişleterek farklı konulara yelpaze açıp “sonraki bölümde ne olacak?” sorusunu gayet profesyonel bir biçimde işlemeye devam ediyor. Başta belirttiğim gibi izlediğiniz bölümün ortalarında diğer bölümlerde neler olacak fikrine kapılıyorsunuz. Hatta her bölümden sonra, insanlar internette diğer bölüm çıkana dek tam 1 hafta boyunca çeşitli beyin fırtınaları yapıyor, olabilecek teorileri tartışıyorlar. İşin komik yanı, bu kadar beyin yakan bir eserde kullanılan her şeyden çıkarım yapmaya çalışıyorlar. Örneğin, sadece bir sahnede yer alan anlık bir sima görüntüsüne çeşitli forumlarda, neredeyse sayfalarca tezler ve yorumlar yapılmıştı. Dizinin aslı 1973 yapımı “Westworld” filmine aittir. Kurgunun ve temanın çoğunluğu bu filmden alınıp dizi şekline uyarlanmıştır. Film çıktığı tarihlerde nasıl karşılandı bilemiyorum ama sanırım o sıralar yaşıyor olsaydım film versiyonunu da beğenirdim diye düşünüyordum. Ta ki eski bilim kurgu filmlerinin şu an izleyince görsel ve zihinsel tatmin vermediğini anlayana dek. Fakat bu tabuyu sanırım sadece “Star Wars” serisi bozuyor. Şu anda dizi tarihinde ki en başarılı yapıt diyemeyiz Westworld için. Fakat bilim kurgu temalı diziler arasında en başarılısı gibi görünüyor. Gün geçtikçe izleyici kitlesi de inanılmaz şekilde büyüyor. Yakın zamanda Türk televizyonlarında da yerini alır diye düşünüyorum. Cem Yılmaz’ın G.O.R.A filminde dediği gibi “robot mobot insan ayırmayın herkes eşit”. Yılmazcan Sayın Bengi  ÖBZBİERK    BİREY  ÖYLE  KOLAY  YETİŞMEZ...   Ben küçükken ailemin sadece ve sadece benim iyiliğimi istediğine inanırdım ama sonra büyümeye başladım. Ben büyüdükçe yalnızca benim ailemin değil, insanların neden çocuk sahibi olduğunu anlamaya başladım. Kendileri için... Evet, kabul etmesi zor olsa da doğrusu bu. Bazen evliliği rutine girmiş bir çift, hayatlarına renk gelmesi için; bazen yaşlanmanın ve elden ayaktan düşünce yalnız kalmanın korkusuyla, bazen biyolojik olarak, bazen ise sadece soylarını devam ettirmek amacıyla çocuk ister insanlar. Ve çoğu zaman kendilerine şu soruları sormazlar: “Ben bu çocuğa hazır mıyım?”, “Bir çocuk yetiştirmek için gerekli ortamı sağlayabilir miyim, maddi olarak buna imkânım var mı?”, “Bir insan yetiştirecek yeterli bilgi birikimine sahip miyim?”. Bu sorular yerine kendilerine “Benim anneannemin annesi, anneannemi doğurmuş, yetiştirmiş ben de yaparım.” Doğru belki o kişinin anneannesinin annesini geçmiş şartlara göre yetiştirmeyi başarmıştır; oysa bugün bambaşka bir yüzyılda yaşıyoruz. Bu yıllarda, çocuklar 4 yaşında özel kreşlere gidip küçük yaşlarda yabancı dil öğrenmeye ve ortaokuldan itibaren özel dersler almaya başlıyor. Bu zamanlarda çocuklar sokakta oyun oynayarak değil spora ya da başka kurslara giderek büyüyorlar. Artık nasıl iyi insan olunacağını, nasıl bir kişinin kendini geliştireceğini öğretmek bir ailenin eskisinden daha da önemli sorumlulukları arasında. Ve bunun gibi daha saymakla bitmez birçok sorumluluğu daha varken bunların hepsi göz ardı edilip yeni bir birey meydana getirilmeye çalışılıyor. Yanlış hatırlamıyorsam lise 2. sınıftaydım, birçok yaşıtımdan farklıydım. Ailem beni ‘zor bir çocuk’ olduğuma inandırmıştı. Yine bir gün annemle tartışmamın sonucunda Bengi  ÖZBEK   annem bana “Haklısın, bir ebeveynlik okulu yok. Biz de kendimize göre en doğrusunu yapmaya çalışıyoruz.” demişti. O gün, beni niye doğurdun diye soramamıştım belki ama sonraları hep düşündüm ve Room isimli filmde asıl sebebi bir kez daha anlamış oldum. 88. Oscar törenine damgasını vurmuş ve en iyi kadın oyuncu seçilmiş Brie Larson’un canlandırdığı Ma isimli anne karakteri ve bu küçük yaşında bu derece zor bir oyunun üstesinden gelebilmiş olan Jacob Tremblay’ın hayat verdiği Jack karakteri ile Emma Donoghue ve Lenny Abrahamson, yeni filmleriyle tam da bu konu üzerine düşünmemize sebep oluyor. Room’da, kaçırılıp uzun yıllar boyunca bir kulübeye kapatılıp tecavüze uğrayan Ma var. Ma, Jack’i dünyaya getiriyor ve imkansızı başararak onun sağlıklı bir şekilde 9 yaşına gelmesini sağlıyor. Ma, Jack’in akıl sağlığını, onu dünyanın o oda kadar olduğuna inandırarak korumayı başarıyor. En sonunda Jack sayesinde Ma o kulübeden kurtuluyor. Daha sonrasında her şey zor ama seyrinde devam ederken Ma’ya bir röportajda, “Jack’in iyiliği için onu kendinden uzaklaştırmayı düşündü mü?” diye soruluyor. Cevabı kendisi dahil herkes biliyor. Kendi iyiliği için onu kendinden uzaklaştırmadı. Tıpkı her ebeveyninin yaptığı gibi... Bencilce... Filmden çıktıktan sonra kendi kendime düşündüm; bir mesleği öğrenmek için gideceğimiz okul için bile, o meslek hakkında bize öğretilecekleri anlayabilecek kapasitede miyiz diye bir sınava giriyorken, bazı ülkede bir evcil hayvan satın almak için bile belirli kriterler varken bir bebek dünyaya getirmek yalnızca iki insanın sevişmesinden ibaret olmamalı. Bir bebek demek bir birey demek. Ve bana göre bir bireyin yetişmesi bu dünyadaki en zor şey, doğal haline bıraktım, oldu denilecek bir şey değil. Bengi  ÖZBEK   Sorarım herkese, “Ebeveynin olmak neleri gerektirir?” 14 yaşındaki bir kız çocuğu; daha kendisi büyüyemeden, bir insan büyütebilir mi? İşinden ne birbirlerine ne de kendilerine vakit ayıramayan bir çift, aynı tempo ile çalışmaya devam ederken bir   bebekle de ilgilenip onun gelişmesini sağlayabilir mi? Sevinç İpek Başer Hayat Bir Televizyon Programı Yaşadığımız toplumda sanırım sürekli birilerini dinlemek zorundayız. Televizyonda, haberlerde milyonlarca kişi konuşuyor ve biz tabiki de sahip olduğumuz ‘özgür irade’ ile kimleri dinlemek istediğimizi veya kime inanmak istediğimizi seçebiliyoruz. Ama hep birilerine inanıyoruz... Hep televizyon izliyoruz, haberleri takip ediyoruz, siyaseti de bu şekilde öğreniyoruz, sanatı da; güzeli de çirkini de. Medyanın güzel bulduğu bir kadını biz nasıl çirkin bulabiliriz ki? Ne haddimize? Veya haberlerde çıkan bir şeyin doğru olup olmadığını ne hakla sorgularız? Televizyona çıkmış, doğrudur elbet. Tabi bunlar günümüzde medyanın insanları nasıl etkilediğine dair ufak tefek göndermeler. Ufak da demeyelim de, çünkü çok ciddi bir durum aslında. Yani medya iyi, hoş, ama insanları kendine inanmaya mecbur bırakıyor biraz. Yani ünlü bir derginin kapak kızı hiç kimsenin gözünde çirkin olamaz, anlıyor musunuz? Olabilir sanıyorsunuz biliyorum ama olamaz işte. Bu çok korkunç bir şey. Ürkütücü hatta. Ama dediğim gibi, bunlar bakıldığı zaman basit eleştiriler. Beni medyanın gücünden korkutan ve hatta yaşadığımız dünyanın ne kadar gerçek olduğunu sorgulamamı sağlayan esas şey, Peter Weir yapımı The Truman Show (1998) oldu. Filmin neredeyse 20 yıllık olmasına karşın, ben çok kısa bir süre önce izledim. İzledikten sonra aklıma gelen ilk şey de şu oldu: Şu anda yaşadığımız dünyadan ne kadar farklı ki bu filmdeki? Film Truman Burbank adlı bir adamın hayatının fazla basit ve monoton olmaya başlamasının üzerine bazı şeyleri sorgulamaya başlaması ve sonunda bütün hayatının aslında bir televizyon programından ibaret olduğunu öğrenmesini konu alır. Truman küçüklüğünden beri Hollywood’un en ünlü programlarından birinin yıldızıdır ve haberi bile yoktur – annesi, eşi ve arkadaşları da dahil herkes aslında bu programda oyuncudur. Hani bazen bir şeylere inanmayız veya birinin davranışları çok yapmacık gelir ya... Düşünsenize bütün hayatınız yalan. Etrafındaki her şey yalan, herkes oyuncu – güneşin bile sahte. Kulaklarında minik kulaklıklarla, bir yönetmenden komut alıyor etrafındaki insanlar. Bir robot gibi. Yoldan geçen sıradan bir insan bile hakkında her şeyi biliyor. Gelelim filmin beni en korkutan yanına: kartondan yapılma güneş ve yönetmenin kontrolündeki hava durumu. Az önce medya üzerinde gördüğümüz her şeye bilinçsizce inandığımızdan veya inandırıldığımızdan bahsetmiştim. Bundan daha da korkunç ne var Sevinç İpek Başer biliyor musunuz? Etrafımızda gördüklerimizin gerçekten de yalan olması. The Truman Show filminde Truman bütün hayatını bir film setinde geçiriyordu ve aslında dünyanın bundan ibaret olduğunu düşünüyordu. Filmde kartondan yapılma bir güneş, bazen sadece kendi üzerine yağan yağmur ve denizin ortasında, devamında bir şeyler olup olmadığını daha önce hiç sorgulamadığı fakat olmadığına inandığı bir sınır vardı. Yani demek istediğim, bir gün belki herkes bilinçlenir ve televizyonda gördükleri her şeye inanmamayı öğrenir. Belki gün gelir, ‘gözümle görmeden inanmam’ algısı insanların beyinlerine yerleşir. Esas korkutucu olan etrafımızda gördüklerimizin ne kadar gerçek olduğu. Korkutucu olan yaşadığımız dünyada insanları bir şeylere inandırmak için ne kadar ileri gidilebileceği. Sadece medya üzerinden beyin yıkamak değil de, inandırmak istediklerini insanlara göstermek, göstermek için feda edilenler, göze alınanlar... Yani sonuç olarak demek istediğim, haberlerde gördüklerinize inanmayın, dergilerdeki kapak kızlarını da mutlaka çirkin bulun, bir yerlerde kartondan yapılma bir güneş varsa sahtedir, yağmur yağdığı zaman sadece siz değil, herkesin ıslanması gerekir ve en önemlisi; bir yerlerde, havada, karada veya denizde bir sınır görürseniz, o sınırı mutlaka aşın. Çünkü hayat gördüklerimizle de sınırlı değil. İbrahim Berker Kırdök Kalbe Mektup Uzun süre sonra yine Ankara’dan memleketime dönüş yolundayım. Önümde 1700’lü yılların İngiltere’sini anlatan bir film… Silahlar, alkol, silahlar ve yine alkol… Film klasik Hollywood şiddetiyle örülü bir şekilde devam ediyor. Sonra neden ekranlar kapanıyor birden. Muavinimiz mola zamanı olduğunu söylüyor. Otobüs duruyor ve uzun süredir oturmaktan dolayı bacaklarımın yürümeyi hatırlaması zaman alıyor. Klima kokusu yerini temiz havaya bırakıyor birden. Bitkin, yorgun ve uykusuz bedenim kendine gelmeye çabalarken oturabileceğim bir taş seçiyorum gözüme. Gündüz yerini geceye bırakırken yoldan tüm hızlarıyla arabalar geçiyor. Bir an gözüm dalıyor ama toparlanıyorum ve arabaları izliyorum. Sonra bir posta kamyonu görüyorum. İçinde barındırdığı hediyeleri düşünüyorum. Ondan da önemlisi bu hediyelerin taşıdıkları duyguları ve bu duyguların, çevresindeki hiç kimseye hissettirmeden karşı tarafa iletilmek için saklanışını… Özlem, sevgi, aşk taşıyan bu kocaman kamyon sanki diğer araçlardan hiçbir farkı yokmuş gibi tüm süratiyle yolları aşındırıyor. Yeniden bir anons… Bu sefer otobüsümüzün bizi beklediğini bildiriyor. Toparlanıyorum ve koltuğuma geçiyorum sessizce. Yeniden açılıyor ekranım ve filmim kaldığı yerden devam ediyor. Bir yandan hâlâ taşınan özlemler, sevinçler ve tüm yoğun hislerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış hediyeler aklımı kurcalıyor. Sadece gerçek manada hediyelerden ziyade her birimiz iç dünyamızda taşıdığı duygular zihnimi meşgul ediyor. Yanı başımızdan geçip giden tüm duygulara, aynı posta kamyonuna olduğu gibi tepkisiz kalışımızı algılayamıyorum bir türlü. Her insan bir kutu misali duygularını içinde barındırıyor ama sadece çok küçük bir kısmı kelime vagonlarına bindirilip diğer insanlara aktarılabiliyor. Aslında her bireyin kendi içinde ne kadar da karmaşık olduğu dank ediyor birden kafama. Buna karşın bizim için birçoğunun günlük figüranlar olduğu da… Bu kadar iç içe düşünmeden sonra anlıyorum ki her insanın kendini alıştırdığı bir duygusal yük var ve bu yük katlana katlana artabildiği gibi ani bir şekilde eriyip azalabiliyor da. Unutulan ve geçip giden onca anıdan geriye kalanlar süzülüyor ve tüm posası duygu denizimize dökülüyor. Bu düşüncelere dalmışken birdenbire bir silah sesi geldi. Film hâlâ tüm vahşetiyle devam ediyordu. Daha yeni saydığım tüm o güzel duyguların yanında, hayatın içinde her zaman vahşetin de yer edindiğini hatırlatıyordu resmen yaşadıklarım. Önce başrollerden biri yıkıldı yere kanlar içinde hemen arkasına bir diğeri… Kamera başroldekilerin en küçük kardeşine odaklandı ve evet, işte onun yüzünde de kocaman bir duygu karmaşası yaşanıyordu. Öfkeyle beraber, ailesine olanların hüznü sarmıştı bedenini ve bunu tüm tavırlarıyla belli ediyordu. Filme dönmeden önce kafamı kurcalayan tüm güzel ve rahatlatıcı duyguların yanında bunlar da yerini aldı birdenbire. Ve işin ilginç tarafı tüm o rahatlatıcı duyguların iç dünyamızda gizli kapaklı saklanırken, aklımdaki listede yerini henüz almış vahşi duyguların ne kadar da dışa aktarılmaya müsait olduğunu fark ettim. Tüm o güzel duygular yanı başımızdan sessizce çekip giderken, öfke ve hüznün nasıl da vücudumuzu sarstığını ve dışarıya kendini belli etmek için çırpındığını anladım. Bu durum belki de içgüdüsel olarak insanın kendini savunma mekanizmasıdır. Dışardan gelebilecek yeni tehditlerden… Elbette ki bu tehditler izlediğim filmdeki gibi sadece fiziksel müdahalelerle değil, daha çok kelimelerin sivri taraflarının kalbimizi acıtmasıyla ilgili. Ve maalesef bu acıyı dindirmek için bazen hiçbir kelime yeterli olmuyor. Böyle durumlarda kalp duyguların en rahatlatıcısını da tatsa, bir yerinde, bir noktasında eski acıları taşıyor. Unutulduğu sanılanlar bile bir göz kırpışı kadar hızlı hatırlanıyor ve tüm bedeni etkisi altına alıp bir türlü bırakmıyor. İnsanoğlu olarak bizler, sadece günlük hayatın yükünü omuzlarımıza yüklüyor, çevremizde olup bitenden hep bir adım uzakta, insanların iç dünyasına girmekten korkarak, kuytu bir köşede bekliyoruz. Ne güzellikleri tam tadabiliyoruz aslında, ne de acılarımızı. Hayat bizi akıntısına katmış sürüklüyor ve bizler ne zaman kıyıya biraz yaklaşsak, batmamak için yüklerimizi bırakıyoruz. Sanki başka sefer dönüp alma şansımız olacakmış gibi... Sevgili okurum, bugün bir değişiklik yap ve yoldan geçen herhangi birinin yüzüne, hareketlerine bak. Yaşadıklarını ve bunlarının onun bedenine yansımalarını düşün. Bugün yolda yürürken çevrene gülümse, güneşin sana verdiği enerjiyi içinde saklamaktan vazgeçip etrafına dağıt. Bugün o güzel hislerini sakladığın sandığı kır, bırak her biri tek tek tüm bedenini sarsın. Hatta sadece senin bedeninle de kalmayıp başkalarına aksın. Bugün bir değişiklik yap sevgili okur, kalbindeki tüm sıyrıklara rağmen mutlu ol. Sanki bir daha hiç olamayacakmışsın ve bu da umurunda değilmiş gibi mutlu ol… AYDINLANMA ÇAĞI Türkiye’nin sevilen dizisi “Çocuklar Duymasın”ın bölümlerinden birisinde, seksenler partisi düzenleniyordu. Seksenlerin ünlü gruplarından Alphaville’in şarkısı olan “Big In Japan”le dans eden dizi karakterleri , seksenlerin meşhur dans hareketlerini yapmayı ve giysilerini (deri ceketler ,vatkalar , aslan yelesini andıran peruklar) giymeyi unutmamışlardı. Hepsi gençliğinde seksenlere tanıklık etmiş karakterlerdi ne de olsa. “Çocuklar Duymasın”daki parti ve bunun gibi birçok seksenler temalı partiler , bu zaman diliminin tesirinin göz ardı edilemeyecek olduğunu bize gösteriyor. Neresi güzeldi bu zaman diliminin, diyeceksiniz. Bazısına göre sadece müziği ya da sunduğu ilginç giyim tarzları. Bir diğerine göre her şeyi. Bana göre ise filmleri. On beş yaşında olmakla birlikte, bu yaşın verdiği arayış dürtüsüyle , kendime hitap edecek filmler bulmaya çalışıyordum. Bulduklarım, genellikle seksenlerde çekilmişti ve hepsi yabancıydı. Çoğu Hollywood yapımı olmakla beraber, temellerinde benim gibi liseli gençler vardı.Karakterlerin; okuldaki, aileleriyle ve kendi aralarındaki sorunları başka bir kültürün penceresinden ve zaman dilimden seyretmek beni seksenler temalı filmlere daha çok bağımlı yaptı.(Ayrıca seksenlerin o çok sevilen şarkılarını izlediğim karelerde duymak da cabası.) Hedef kitlesi, ergen kesme yönelik olduğu düşünülen ; fakat işlenen çatışmaların her yaşa yönelik olduğu bu filmler, genellikle John Hughes adında bir yönetmen tarafından kağıda dökülmüş ve çekilmiştir. John Hughes , Hollywood’da sevilen bir yönetmen olup, filmleri her zaman tanıtımından(bazı insanlar filmin tanıtımını izleyip ön yargılara kapılıyor) anlaşılamayacağı ölçüde derindir.O, genellikle zorbalığı ve ön yargıyı ele alarak, bu iki temanın en çok gözlemlendiği yer olan okullara dikkat çeker. Amerikan eğitim sisteminden hareketle, her türlü kısıtlamanın göndermesini yapar.John Hughes’un en sevdiğim filmi , Kahvaltı Klübü olmakla birlikte, bu film , demin saydığım tüm özellikleri barındırıyor. Müzikleriyle ve dans figürleriyle seksenlerin etkisini buram buram hissedebiliyorsunuz. Günümüzde çekilmiş her türlü gençlik filmi bu başyapıttan etkilenmiş gibi geliyor bana. Illinois'teki bir lisede geçen ve beni lise yıllarıma döndürüp,lisede hiç konuşmadığım, kalıplara sokup yakınlaşmadığım insanların aslında ne kadar çok olduğunu anlayıp, uykumu kaçıran Kahvaltı Kulübü, size gençliğinizden bir kesit sunar. Filmde çalan parçalardan tutun, söylenen repliklere kadar hepsi ilham vericidir.Özellikle bu film için hazırlandığını düşündüğüm, bu filmi izledikten sonra dinleyip, müptelası olduğum dönemin ünlü gruplarından "Simple Minds"ın "Don't You(Forget About Me)" şarkısının, ön yargılı herkese ders olmasını diliyorum:"Beni küçümseyecek, bana bakıp görmezden mi geleceksin; ama bil ki zaman geçiyor..."(Şarkıdan çıkarımlarıma göre çevirdim ;fakat asıl sözlerinin yerini tutamaz.) Filmden bu kadar bahsedip en sevdiğim bölüme değinmeden olmaz.Bu bölümde, filmdeki çatışmanın çözülmeye başladığını açık bir şekilde görebiliyoruz.Karakterler, yine çok sevdiğim bir şarkı eşliğinde dans ediyor:"We Are Not Alone",Karla Devito'nun şarkılarından bir tanesi ve karakterler de şarkının ritimlerine seksenlere özgü danslarıyla eşlik ediyorlar.(Siz de kendinizi tutamayıp ayaklarınızla ritim tutuyorsunuz bir süre sonra.) Dans sahneleri, seksenler, şarkılar bir yana; film bir o kadar da rahatsız edici geldi bana.Gruplaşmanın ve dışlanmanın nedenlerini araştırır oldum ve çevremdeki insanlara daha çok dikkat etmeye başladım.Bazıları, mağzadan elbise seçermişcesine arkadaş seçiyordu kendisine.Bu tür insanlarla sohbetimin ve arkadaşlığımın kısa sürdüğünü fark etmem uzun sürmedi. Bazı grupların; insanları, işe alım mülakatını andıran bir sürece tabi tuttuğunu,belli özellikleri barındırmayan bireyleri dışladığını öğrendim;fakat benim için en acısı da yıllarca aynı çatı altında olup simasına aşina olduğum insanların, daha büyük ve farklı bir ortama geçince yüzüme bakıp selam vermemeleri oldu. Neyse ki hayatın çok geniş bir yelpazesi var.Bu yönlere çok takılmayıp bardağın dolu tarafından bakmayı herkese öneriyorum.Sıkıldığınız bir anda mutlaka açıp seyredin.Pişman olmayacaksınız. Korkut ve Yönet İnsanların, günlük hayatlarında verdikleri kararlarda, sergiledikleri davranışlarda ve tercihlerinde, bilgi birikimi ve tecrübelerinin yanında, duygularının da etkisini görmek mümkündür. Hayatımızı her noktada etkileyen bu duygulardan birisi de korkudur. Doğuştan gelen bir savunma mekanizması, yaşamsal bir faaliyet olarak tanımlanabilen bu duygu, insanoğlunun varoluşundan beri, başkalarını etkilemek için de kullanıldı. Bireyin kendisini korumasının birinci basamağı iken, korku, insan zekâsı ile farklı bir boyuta taşındı, diğer canlıları yönetmek ve onlara istediklerini yaptırmak için uygulanan bir strateji haline geldi. Lisede okumuş olduğum, William Golding’in, Sineklerin Tanrısı adlı yapıtında da, Jack figürü ve onun uyguladığı “korku siyaseti”, adadakileri korkutarak kontrolü altına alması, beni, günlük hayatımda karşılaştığım bu strateji üzerinde düşünmeye sevk etti. Benim farkındalık sürecine girmemde etkili olan bu yapıt, korkularımdan dolayı taviz verdiğim durumları ve “zorunlu” yaptığım davranışları ayırt etmeme ve duygularımı kendi avantajım doğrusunda şekilendirmeme destek oldu. Korku, insanı çoğu davranıştan alıkoyan ve kendisini kısıtlamasına sebep olan bir duygudur. Fiziksel acı çekmiş bir insanın, kazadan, yaralanmalardan ve hastalıklardan korkmasıdır, psikolojik olarak “zarar görebileceği” durumlardan çekinmesidir aslında; her türlü, kafada biten bu duygu basit bir savunma mekanizması gibi görünse de başkaları tarafından manipüle edilmektedir. Küçük yaşta başlayan “korku siyaseti” en basit haliyle beynimize işlemiştir; “dokunma canın yanar”, “dikkat et düşersin”, “dışarda kalma hastalanırsın” gibi büyüklerimiz tarafından söylenen bu cümlelerle, yapmadığımız, “yapamadığımız” bu davranışların getirebileceği, “bilmediğimiz” sonuçlardan korkmaya yönlendirildik. Tamam, hepimizin bildiği gibi modern bir çağdayız, “deneme-yanılma” zamanını geride bırakan “bilim” insanlarıyız ancak bu demek değildir ki kendi tecrübelerimizi “korku” ile yeni nesillere aktaralım. Denemek, öğrenmenin en temel parçasıdır; korkma duygusunu aşılayarak önüne geçilmesi gereken bir konu değildir, hatta hiçbir konu da öyle olmamalı. Mesela din. İnanmıyor değilim tabii ki ama “cehennem” inancının da “korku siyaseti” nin bir parçası olduğunu düşünmüyor da değilim. Çok açık değil mi? Kötü bir şey yaparsan, cezasını çekersin. Bu korkutmak değildir de nedir? Bir de “ödüllendirme” kısmı var tabi; en azından korkutmaktan daha iyi. Peki bir canlıya bir şeyi öğretmenin yolu sadece “ödül-ceza” sistemi midir? Takla atana mama, atmayana sopa. Neden insanları “kendi” doğrularını bulacak, öğrenme kabiliyetine sahip bireyler olarak yetiştirmiyoruz? Çünkü işimize gelmiyor. En önemli konu bu; “korku siyaseti”nin amacı da bu. Herkesin kendi doğrusu olsa fikir ayrılıkları olurdu, kaos olurdu; yönetmesi, kontrol altına alması zor olurdu. Bu bizi “ödül- ceza” sistemine iten sebep. Ödüllendirilen birey her zaman daha fazlasını isteyecekken, cezalandırılan birey, daha ucuz ve daha verimli bir yolla eğitilmiş olacak. Böylece insanoğlu en basit stratejiyi buldu; korkut ve yönet. Günümüzde sıkça uygulanan bir yöntem. Bunu “dövmek”, “azarlamak” gibi basit tehditlerle sınırlamamak lazım çünkü şu anki yaşamımız eskisi gibi değil; sizden fiziksel olarak daha güçlü de olsa, bir kişiden korkmak şu an mantıklı değil ama bir düşünceden… Çoğu siyasi lider, demokratik olarak görünse de diktatörden pek bir farkı yoktur, hatta daha üst düzeydedir; diktatör basittir, askerî gücü ile korkutur, yönetir ancak çağımızın siyasi adamları, herkese hitap eden, dünyaca kabul edilmiş, halihazırda korku yaratmış düşünceleri kullanarak kontrolü altına alır. Mesela din. “Diktatör” düzeyinde, güç korkusu yaratarak yönetimi sağlayan Jack… Golding’in, ada gibi ilkel bir uzam yaratmasının sebebi de bu değil midir zaten; korkuyu en basit hâliyle göstermek, Jack üzerinden yansıtmak. Sadece Jack de değil, çocukların “canavar” düşüncesinden korkmaları da, günümüz korku siyasetinin bir örneği değil midir? Tabii bunu yapıtta “Bizden başka canavar yok belki…” (sf. 105) diyerek bütün “korku siyasetini” özetlemesi, sizce de anlamlı değil mi? Size korkmayın demiyorum ama etrafınızda ne döndüğünün farkına varın. Sizin korkularınızı bilen insanların, kendi amaçları doğrultusunda sizi yönlendirmelerine izin vermeyin. Jack’ten korktuğunuz için akıl ve mantık doğrultusunda ilerleyen, “özgürlüğü” için uğraşan Ralph’i terk etmeyin; çünkü korkmadığınız zaman özgürsünüzdür. Ufuk Bora Üşümüş SELİN SARAÇOĞLU – 21703298 BİR NEVİ MACERA Çoğu insan hayatta kalmak uğruna yoğun iş temposunda çalışarak geçirdikleri zamana bir ara vermek ister. Bu ara bazıları için günlerce evden çıkmadan dinlenmek, bazıları için de farklı maceralara yelken açmak olarak düşünülebilir. Seyahat etmek de uzun yıllardır bu popüler maceralar listesinde kendisine en üst sıralarda yer edinmiştir. Hem yurtiçi hem de yurtdışı kapıları gerek ara vermek isteyenlere gerek seyahat tutkunlarına her zaman açıktır. Benim yurtdışı maceramın amacı ise bunlardan biraz daha farklı olarak korkularımı yenmekti. Bir gün sosyal medyada gezinirken karşılaştığım Nobel ödüllü Fransız yazar Andre Gide tarafından söylenen bir söz ise bana korkularımı yenme cesaretini verdi. Daha çok girişimcilik üzerine yoğunlaşan bu söz benim de hayatı saklanmadan yaşamamı sağlayacaktı. “İnsan kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemedikçe, yeni okyanuslar keşfedemez” Gerçekten de öyleydi… Kendi çevrem dışında bir ortamda bulunmaktan çoğu zaman ürkmüşümdür. Yeni dostluklar, yeni başlangıçlar benim için üstesinden gelinmesi oldukça zor engellerdir, ancak bu durumun değişmesi gerektiğinin de farkındaydım. Bu değişimi kendi isteğimle yapmak için Gide’nin sözünü benimseyerek kendimi Milano’daki bir aylık yaz okuluna gitmeye ikna ettim. Hayatımın en zorlu süreçlerinden birisi olacağına inandığım bu seyahat uçağa bindiğim anda alışkın olduğum çevremden başka bir ortama dönüşmüştü. O anda yalnız olduğum düşüncesi beni germişti. Aklımda “Ne yapacağım?”, “Nasıl yapacağım?” soruları uçuşuyordu. Her şeye rağmen bu tatlı kargaşanın arkasında da “Ben gidiyorum.” deme cesaretini bulduğum için kendimle gurur duyuyordum. Düşünsenize arkadaşınızın olmadığı, daha önce gitmediğiniz bir ülkeye gidiyorsunuz, siz nasıl hissederdiniz? Bilinmedik yüzler, tanınmayan sokaklarla dolu şehirde sabah yaz okuluna giderek farklı insanlarla tanışma korkumu, öğleden sonra da ara sokaklarda kaybolarak yalnız kalma korkumu yeniyordum. Her birinde ayrı duygu barındıran ara sokakların yanında Milano’nun kendisi de hem sanatsal, hem tarihi hem de eğlenceli dolu birçok karaktere bürünüyordu. Her gün farklı bir yüzüyle insanları karşılayan şehrin bu değişimini hayranlıkla izlerken kendimin de değiştiğini hissediyordum. Bu his benim özgüven sahibi olmamı sağlamasıyla beraber ileride çekeceğim zorlukların giderek azaldığının da habercisiydi. Özgürlük. Hissettiğim bir diğer duygu ise özgürlüktü. Vakit geçirmek için yapılacaklar listemin olmaması, hiçbir zorunluluğa bağlı kalmadan kalbimin sesini dinleyerek geziyor olmak bana ayrı bir mutluluk vermişti. Yönümü restoranlardan gelen hoş kahkahalar, ara sokaklardan duyulan keman sesleri belirliyordu. Daha güzel ne olabilirdi? Sanki bir büyünün içinde kendi ayaklarım üzerinde duruyordum. Her sokakta onlarca farklı hayat hikayesine tanık oluyordum. Kimi sokağın başında gözleri kapalı gitarından çıkan ezgiden keyif alıyor, kimi gördüğü güzel bir eserden camın önünde duran çiçeğe kadar gözüne etkileyici gelen her şeyi fotoğraflıyor, kimi ise işe yetişme telaşı içinde hızlıca kahvesinden son yudumu alıp aceleyle yola koyuluyordu. İnsanları bu denli gözlemliyor olabilmemin de kendi çevrem dışında bir dünyada gözlerimi açabilmemden kaynaklandığını zaman geçtikçe anlamıştım. Çevremden ayrılırsam yalnız kalırım, tutunamam düşüncesi aslında bireylerin doğduğundan beri karşılaştığı bir durumdu, sadece farkında değildik. Toplumun benimsediği genel düşünce; alıştıkça çevremiz dışına çıkılamaz, olmuştur hep. Aksine, insanlar alıştığı çevreyi koruyarak onlara yenilerini eklemeli. Her yeni arkadaşlık yeni bir hikaye yeni bir macera demektir ve bizler de bu maceranın tam ortasında bulunmaktayız. Hayatımızda yeniliklerden kaçarak yalnızlığa yönelmenin yanında olayların içinde olup: “Evet. Ben bunu yapabilirim” cümlesini benimseyebilecek karakterler olmalıyız. İtalya’da geçirdiğim bu süreçte anlamıştım ki; kendi çevrem diye benimsediğimiz, vazgeçemediğimiz arkadaşlarımızla da bir süre önce tanışmıyorduk ki… AD / SOYAD: CEVAHİR KÖPRÜLÜ AKSİ YALANLAMAK İnsanları yargılamanın getirdiği tatminkâr duyguların aldatıcılığı, ideal halini hayal etmeye çalıştığımız kişiliğimizi bir anlığına olağandışı bir mükemmeliyetteymiş gibi görmemize sebep oluyor. Ucu bize dokunmayan hataların, hiçbir bağdaşma kuramayacağımız ilişkilerin ve tamamen yabancı bireylerin ardından konuşmanın getirdiği yalancı güven; anlamsızca sanki tecrübe edilecek, öğrenilecek bir şey kalmamış, hiç düşmemiş ve hep başı dik yürümüş gibi bir ruh hâline sokuyor insanı. Anlık şapşallıklarının, kontrol edemedikleri tutkularının, düşünmeden hayata geçirdikleri aceleci kararların kurbanı olmuş insanları, basitleştirip yerden yere vurmak ne adil ne de kabul edilebilir. Maalesef hepimiz buyuz. O hatayı yapıp yere düşen de biziz, yere düşeni tekmeleyen de. Biz kendi korkaklığını, eksikliğini ve egoist tavrını göz ardı etmeye çalışırken yansımasına bakmaya, mükemmel olmadığını görmeye dayanamayan kendine yabancı varlıklarız. Biz aksini yalanlayanlarız. İnsanın kendi içindeki şeytanlıklardan, içgüdülerinin yaratabileceği tutkulu hatalardan ürkmesi ve bu hissi o ortaya çıkıp gözünü kör edene kadar baskılayarak unutma çabası gerçekten ilgi çekici olduğu kadar acizce. Kafamızda, düşüncelerimizde idealleştirdiğimiz “insan”ları ve onlara ait olabileceğine inandığımız prensipleri, değerleri ve erdemleri içselleştirmeye çalışma çabamızın kendimizle böbürlenmemize neden oluşu, bu hayalin parçası olmayanları gördüğümüzde kendimizi bu hayale sahip olmakla daha çok yüceltmemize sebep oluyor. Bencil dediğimiz insanları, bireye yani kendilerine olan düşkünlükleriyle suçlarken bensizliğimizi göstermemiz gereken zamanda, biçareleri barındıran kuyuya düşmemek için yardım isteyene elimizi uzatacağımıza biz de düşeriz korkusuyla uzaklaşıyoruz kuyunun başından. İdeallikten ne kadar da uzak değil mi? Bazıları bunları hayatta kalma becerisi, içgüdüsel korunma çabasıyla bağdaştırsalar da bu evrimleşmemişliğin ta kendisi. Farkındayım, ben de onların arasındayım ama artık kendimi yalanlamamaya çalışıyorum. Gerçek bir birlikteliğin getireceği güven ortamının, düşmenin utancıyla yüzünü kapamaktansa dostundan başın dik yardım isteme cesaretini gösterebilmeni sağlayabileceği hayali beni umutlandırıyor. Biliyorum, daha o kişi değilim; biliyorum daha yargılamanın sarhoşluğundan ve bağımlılık yaratıcı etkisinden kendimi tam olarak alıkoyamıyorum, ama Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’in başkarakterinin dediği gibi “İnsanları yargılamaktan değil, anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum” (2016, sf. 23) diyebilmek istiyorum. Aslında hâlen o idealleşme çabasındayım, hayalperestlikle suçladıklarımdan biri olduğumu ima ediyormuş gibiyim yani belki biraz çelişkideyim veya fikirlerimin hamlığından ötürü kendimi açıkça anlayamıyorum. Ama asıl anlatmaya çalıştığım artık birlikte idealleşelim istiyor olduğum, çünkü başka şekilde bu türsel bozukluktan, kibrin getirdiği yargılama vebasından kurtulacağımız yok. Bayan C’nin, başkaraktere olan minnettarlığı, bu adamın vebadan arınmış olmasından geliyor. Yaklaşık yirmi yıl önce kendi yaptığı hataya düşen, kısa zamanda alevlenen ve ona tüm sorumluluklarını unutturmuş tutkuya teslim olan Madam Henriette’ye sanki o yirmi dört saat yaşanmamış, tüm olanlar bir yabancının anılarıymış gibi suçlaması hâlimizi çok güzel özetliyor. Baştan çıkarılmalarının, hataya düşmelerinin kolay olduğunu göstermek; iradelerinin zayıflığını belirtmekle aynı anlamı taşıyor insanlar için. Dürüstlüğü, ideallik prensiplerinden biri olarak görülebilecek bir erdemi, sadece kendimizi daha ideal gösterebilmek için bir kenara itmemiz ne kadar ironik değil mi? Maalesef tutarsızlıkların kaynağı olduğumuz sürece geriye gitmekten başka seçeneğimiz, ileriye dönük evrimleşmeyi ertelemekten başka şansımız olamayacak. Kibrinin kurbanı olan Bayan C’nin yıllar önce içine düştüğü utancı başkalarını yargılayarak yenme çabası bizlerin kendi yanlışlarımızı görmezden gelmemize benziyor. Bunun acizliğini kavramak, kendini unutmaya, aksine yabancılaşmaya çalışmanın ne kadar geriletici olduğunu anlamak bizim için dönüm noktası olacaktır. Basitliğinden yakındığımız yanlışların kabulü bizi öne taşıyacak olan adım çünkü. Dermanı dertte bulmak, hem tekmelenen hem de tekmeleyen olmak yerine bir olmak, bizi “biz” yapacak. Ne zaman ki özünü unutan, aksini yalanlayan ve duyarsızca yargılayandan; duygudaşlık kurarak anlamaya, tekmeleneni savunmaya çalışana döneceğiz o zaman aynada kendimizi de görebileceğiz. SINIF AYRIMI Rus yazarlarından biri olan Nikolay Vasilyeviç Gogol, kitaplarında çoğunlukla sosyal sınıf farklılıklarını ele almıştır. Bir Delinin Hatıra Defteri adlı eserindeki “Burun”, “Bir Delinin Hatıra Defteri” ve “Palto” hikâyeleri yazarın yine toplumdaki alt ve üst kesim arasındaki çatışmayı anlattığı hikâyelerdir. Gogol, hikâyelerin, genel olarak basit yaşamlara sahip insanların üzerinden aktarmıştır çünkü Gogol, kişiyi basitleştirerek okuyucuyu asıl noktaya yani sınıf farklılıklarına yönlendirmek istemiştir. Bu üç hikâyenin de başkahramanı sıradan bir memurdur. Ek olarak Gogol, eserlerinin temelinde barındırdığı sınıf ayrımlarıyla da hiyerarşi sistemini eleştirmiştir. İlk olarak kitaba adını veren “Bir Delinin Hatıra Defteri” adlı hikâyeyi incelediğimizde yazar, sınıf farklılığını başka bir yolu seçip aşk teması üzerinden aktarmıştır. Filmlere bile konu olan klasik bir aşk teması hâkimdir bu kitapta da: fakir bir erkek ve zengin bir kız. Hikâyenin ana karakteri Memur İvanoviç, kendi patronunun kızına âşık olur. Aralarında sınıf farklılığı olduğundan dolayı İvanoviç, kızla konuşmak yerine ona kendi yazdığı şiirin birini yollar. Kızın babası, yollanan şiirden haberdar olduktan sonra kendi memurunu azarlayıp bu aşkın burada bitmesini ister çünkü İvanoviç, toplumda alt kesimi temsil eden bir memur, sevdiği kişi ise toplumun üst kesimlerinden bir patronun kızıdır. Ayrıca İvanoviç’in patronu, kızının kendileri gibi zengin ve güçlü bir aileden gelen biriyle evlenmesini ister. Bu durumdan da toplumdaki kişilerin paraya verdikleri önemi görüyoruz. Toplumdaki metaya, mevkiye ve sınıf farklılığına verilen önemi güzel bir şekilde gösteren diğer hikaye ise “Palto”dur. Hikâyemizin ana karakteri Akaki Akakiyeviç, toplumun alt kesimindendir ve toplumda yeri yok denilecek kadar azdır. Başarılı yazar Gogol, toplumda paraya verilen önemi basit bir obje olan palto üzerinden aktarmıştır. Toplumun bakış açısına göre paltosu olan kişiler zengin sayılmalı çünkü paltonun ücreti fazladır. Basit bir adam olan Akaki Akakiyeviç, bütün mal varlığı ile kendisine palto almaya karar verir ve hayatı o dakikadan sonra değişmeye başlar. Akaki Akakiyeviç’in palto aldığını gören üst kesimdeki insanlar onu davetlere, yemeklere ve toplantılara çağırmaya başlar. Önceden hiçbir değeri olmayan Akaki Akakiyeviç, palto aldıktan sonra adam yerine koyulmaya başlar. Hikâyenin sonu acıklı bir şekilde, Akaki Akakiyeviç’in paltosunu kaybedip ölmesiyle son bulur. Son olarak ele aldığım “Burun” adlı hikâyede de başkahraman memurdur fakat bu sefer memurlar toplumda alt kesimden üst kesime geçiş yapmışlardır. Diğer hikâyelerinden farklı olması Gogol’un, toplumdaki sınıf farklılığını gereksiz bir ayrım olarak görmesinden kaynaklanmasıdır. Bu hikâyenin başkahramanı diğerleri gibi –Memur İvanoviç– basit memur değildir: başkarakter bu sefer 8. dereceden Memur Kovalev’dir. Hikâyede memur Kovalev düşen burnunu tekrar takmaz ve böylelikle Gogol’u yansıttığını anlarız çünkü Kovalev, artık sınıf farklılıkların gereksiz olduğunu düşünür. Ayrıca memurların isim önlerinde bile kaçıncı dereceden olduğunun gösterilmesi, üst kesimlerde bile kendi aralarında ayrım yapıldığının göstergesidir. Sonuç olarak, Nikolay Vasilyeviç Gogol sınıf farklılığını topluma göstermek için basit insanları ve farklı temaları kullanmıştır. Aynı mevkilerin farklı toplumlarda farklı kesimleri temsil etmesi sınıf ayrımının gereksiz olduğunu göstergesidir. Ayrıca paraya ve mevkiye verilen değerler Gogol tarafından başarılı bir şekilde gösterilmiştir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .a a a a a a s d f s sa s d c s a s d f s a s s c s ss ds a as d ss s ds ds dsd sd s a a 1 Deniz Koşan AVRUPA’NIN İNCİSİ ROMA’DA 48 SAAT Nasıl anlatsam, nereden başlasam.. Yıllardır hayalini kurduğum İtalya gezisini gerçekleştirdiğime hala inanamıyorum. Rüya gibi geçen klasik İtalya turumuzda, ruhuma ve duygularıma en çok dokunan şehir Roma’ydı hiç kuşkusuz. Her ne kadar Roma hakkında yazılan, çizilen ve anlatılan hikâyelerden dolayı beklentiler çok yüksek olsa da, bu gizemli ve tarihi şehir insanların beklentilerini fazlasıyla karşılamıştır diye düşünüyorum.. İtalya’nın başkenti ve aynı zamanda da en kalabalık şehri olma özelliğini taşıyan Roma’ya varır varmaz panoramik şehir turumuz başladı. Şehir merkezine doğru giderken, tarihi kalıntıların ve yapıtların fazlalığından hangi yöne bakacağımızı, nereyi inceleyeceğimizi şaşırdık. Biz dar sokaklardan şehir merkezine doğru ilerlerken artık güneş batmaya başlamıştı. Ağustos ayında Roma yerlileri resmi çalışma izinlerinden dolayı şehri terk edip, güney sahillere giderlermiş. İtalyanlardan fazla Uzakdoğulu ve özellikle Türk turistler hâkimdi şehre anlayacağınız. Biz de rehberimizin önerisi ışığında, Roma’nın şehir yaşamını yakından görmek ve yaşamak için ara sokaklara saptık ve çok şirin bir pizzacı bulduk. Siz hiç somon balıklı pizza tattınız mı? İşte ben o minik ve şirin pizzacıda balıklı pizza yeme şansını elde ettim ve bayıldım. Neden bu yaşıma dek bu lezzetten mahrum yaşamışım diye düşünmekten kendimi alamadım. Gelecekte buraya sırf pizza yemek için gelme fikrini yapılacaklar listeme kaydettim. Yavaş yavaş buluşma yerimize doğru ilerlerken, şehirdeki bu boşluk ve ilgisizlik dikkatimi çekmeye başladı. Her yer ne kadar sakin ve sessizdi öyle, İstanbul gibi metropolitan bir şehirle karşılaştırınca tabii. Bu sakinlik üzücüydü bir parça, o terk edilmişlik, yalnızlık hissi.. Anlatılmaz yaşanır belki de, neyse. Ayrıntılı ve bir o kadar da macera dolu olacak ikinci günümüz için heyecan şimdiden sarmıştı bizi. Pırıl pırıl bir sabaha günaydın.. Şehir haritamızı kapıp direk metro istasyonunu aramaya koyulduk. O metro istasyonunun ihtişamı, duvarlarındaki işlemeler ve tarihi dokusu karşısında ağzım açık kaldı doğrusu. Üstüne bir de insanların hoşgörülü ve güler yüzlü halleri yok mu, insan kendini evinde gibi hissediyor adeta. İlk durağımız Roma’nın simgesi haline gelmiş olan Collesium. Burada gladyatörlerle askerlerin savaştırıldığını öğrenme fırsatı yakaladım ve adeta tüm oturma düzeni ve dövüşler gözümde canlandı. Şimdi bu satırları yazarken bile o günkü heyecan ve merak dolu dakikaları tekrar yaşıyorum.. 2 Bu tarihi şehrin meydanlarında, Arnavut kaldırımlı caddelerinde ve yemyeşil parklarında dolanırken aslında bu şehre ne kadar yabancı olduğumu fark ediyorum. Evet, yeni bir yerde bulunmanın, orayı tanımanın verdiği haz göz ardı edilemez; fakat burada her şey biraz uzak sanki bana. Değişik yemekler, farklı kokular, dakikası dakikasını tutmayan hava sıcaklığı.. Yeni bir şehre alışmanın ne kadar zor bir durum olduğunu düşündürüyor bana bu şehir. Son durak; İspanyol Merdivenleri. Çoğunlukla gençlerin takıldığı bir yer olmasından mıdır bilinmez, çok benimsemişim ben bu uçsuz bucaksız merdivenleri. Her bir basamağında oturup dondurma yemek ya da selfie çekinmek farklı tatlar verecekmiş gibi hissettim usul usul adımlarken basamakları. Elimizde oraların meşhur ‘gelato’suyla birlikte oturduk köşe başına ve seyre daldık. Önümden bisikletli gençler, yürüyüşe çıkmış yaşlılar ve bir dolu turist geçti. Fakat köşedeki çocuk seyyar satıcı dikkatimi çekti, acaba onun hayali neydi, onun da hayali bizimki kadar uçsuz bucaksız mıydı? Düşündüm, yahu ne çok çeşit insan var bu dünyada, kim bilir ne hayatlar yaşanıyor sessiz sedasız. Saatlerce bıkmadan usanmadan izledim, belki de ortam çok güzeldi bilemiyorum. Ayrılamadık bir türlü. Neyse, her güzel şeyin bir sonu vardır derler ya. Bu etkileyici rüyadan otelimize varıp da eşyalarımızı toplamaya başladığımızda uyandık. Aslında şehirleri birbirinden farklı kılan orada ne gördüğün değil, ne görmek, ne hissetmek istediğindir. Örneğin sen turistik amaçlı çıktığın bir gezide daha çok katedralleri, sarayları incelersin, fakat oradaki yaşam tarzlarını, insanların davranışlarını, verdikleri tepkileri, kısacası küçük ama bir o kadar da önemli ayrıntıları kaçırırsın istemeden. Şehir dediğin seni kısa zamanda da olsa ne kadar içine çekebildiğidir belki de. Son olarak, Roma gerçekten anlatmakla bitmeyecek kadar dolu dolu, harika eserlerle süslü, kısacası hayal gücünüzün sınırlarını zorlayan bir kent. Eğer ki bir gün buraya gelme şansını yakalarsanız, başınızı kaldırın ve bu şehri hissetmeye başlayın! Ahmet Hınçer “Ahlaksız” Bir Yazı Şu yaşıma gelene kadar geçirdiğim hayatı göz önüne alınca hayatımın her döneminde insanlara bakış açımın nasıl değiştiğini görebiliyorum. Küçük yaşlarımda kişi ayırt etmeksizin sunduğum sevgi, ilerleyen yaşlarda yargılamalara, ötekileştirmelere dönüşmüş. Daha acısı bu olurken farkında bile değilmişim. Tıpkı suyun akışına kapılmış bir dal parçası gibi düşünsel açıdan sürekli ama bilinçsizce bir hareket içerisindeymişim. Bu farkındalığa ulaşmamda ve beni bu konu üzerinde düşünmeye itmesinde bu kitabın rolü göz ardı edilemez. Neyi doğru, neyi yanlış olarak düşünüyorum? Hangi hareketlerin kabul edilebilir olduğuna nasıl karar veriyorum? İşte bu noktada tüm soruların cevabının ahlak dediğimiz kavramda toplandığını anlıyorum. Öyleyse nedir bu ahlak? Bu soruya cevap vermek için ahlak kelimesinin TDK tarafından yapılmış tanımına bakıyorum. Tanım şöyle : “Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları.” . Kişilerin uymak zorunda oldukları mı? Bu, benim için düşünsel değişim sürecinde bulunmayan farkındalığımın nedenine ışık tutuyor. O zaman ahlak matematik gibi. Nasıl ki iki ile iki çarpılırken uyulması gereken zorunluluklar var, ahlak için de bu geçerli. O halde bu kuralların sonunda hepimiz aynı çıktıyı veriyoruz dört gibi. Fark etmeden geldiğim nokta tam olarak burası, dört. Fakat gerek genetik gerek fikirsel gerekse duygusal olarak farklı girdilerin aynı noktaya varması ne kadar mantıklı? İşte bu durum kitapta muazzam şekilde eleştiriliyor. Kitabın ana kahramanı Nihan, matematik ile ahlakın benzer şekilde işlemesinin yanlışlığını gözler önüne seriyor. Kendi benliğini hiçe sayıp yaşadığı “ahlaklı” yaşamından vazgeçip özündeki o “çirkin” , “kötü” , ve “ahlaksız” insana dönüyor. Peki bu kuralları kim, niçin, nasıl koydu da bir insanın aslına “çirkin” , “kötü” ve “ahlaksız” diyebildik? İlk çağlardan itibaren toplumlaşabilmek ortak istekler doğrultusunda kurallar koymak olmazsa olmaz durumlardan biriydi. Aksi halde bir komün kurmak imkansız hale gelirdi. Fakat hiç düşünmüyorum ki seks yapmanın yanlışlığından bahseden bir kural olsun. Ya da farklı düşünmek, farklı giyinmek ayıplansın - ki biz bunlara toplumumuzda ahlaksızlık diyoruz - . Bana kalırsa ahlak, üstünlüğü elinde tutmak isteyen bir zümrenin oluşturduğu planlar bütünü. Fark edebildiğim kadarıyla ahlak, kadınlara erkeklerden daha çok etki ediyor. Giyiminden kuşamına, hareketlerinden “kahkaha”sına, yapabileceği işlerden düşüncelerine geniş bir alanda ahlakın getirdiği keskin sınırlara maruz kalıyorlar. Çünkü erkek cinsinden fiziksel güç haricinde fazlasıyla üstünler ve erkekler avcılık toplayıcılık yapılan dönemden kalma üstünlüklerini kaybetmek istemiyorlardı. Sayıca çok olmanın verdiği rahatlıkla da toplumun içine yedirebildiler bu kuralları. Yani zümrenin yapması gereken tek şey sayıca çok olmaktı, toplumdan soyutlanma korkusu geri kalanı yaptı. Topluma yedirilmiş ve bazen içinde kaybolduğumuz kurallar olduğu aşikar. Yaşarken bu durumun farkında olmak gerek ama seçimlerimizi yazarında tercih ettiği gibi sadece insan kadar vahşi bir canlının hislerine bırakmak… Âdeta intihar… Bu nedenle yapılması gereken doğru yaklaşım, hisleri göz ardı etmeden ama her açıdan etkin bir düşünme faaliyeti içinde ölçüp biçip yaşamaktır. Hissetmekten korkmamak, aynı zamanda düşünebiliyor olduğunu unutmamaktır aslolan. Sonuç olarak bütün sorun farkındalığa erişmekte bitiyor. Buğulu bir pencere düşünün belli bölgelerinden ışık alan. İşte ışığın girdiği yerler bizim hayata bakış açımızı temsil ediyor. Buğulu kısım ise ahlak dediğimiz kavramı. Toplum tarafından bize sunulmuş bu buğulu kısımları, yaşarken yavaş yavaş elimizle temizliyoruz. Mesela ben üniversiteye gelmeden önce hiçbir kadına sarılamaz, sevgi göstermenin en güzel hallerinden birinin ahlaksızca olduğunu düşünürdüm. Artık bir elim olduğunun farkındayım ve camdaki buğuyu silebildim. Yetkin insanın yapması gereken de bu zaten, tertemiz bir cam oluşturup gerekirse kendi isteği doğrultusunda cama “hohlamak” . Kaynakça Baran, Esra. Renkli Rüyalar Oteli. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2016. Baskı “Güncel Türkçe Sözlük” TDK. y.y. 26 Eylül 2006. Web. 3 Mart 2017 PERİ MASALI TADINDA BİR ŞEHİR: BARSELONA Geçtiğimiz yıllarda pek çok ülke ve şehri gezme fırsatım oldu ve bu şehirlerin çoğunun hem mimarisinden, hem insanlarının samimiyetinden hem de kültürlerinden çok etkilendim. Fakat her ne kadar bu şehirlerden etkilenmiş olsam ve bir dahaki seyahatlerimde de uğramak istesem de bu şehirler her zaman bende ‘Ben bu şehirde yaşarım.’ fikri yerine ‘Ben burada yaşayamam ben güzel ülkemi özlerim.’ hissini vermiştir. Ta ki Türkiye gibi Akdeniz’e kıyısı olan ve tam anlamıyla güler yüzlü insanlar, misafirperverliği, havası ve hatta birçok yemeğiyle Türkiye’ye benzerlik gösteren İspanya’nın Barselona şehrini görene kadar. Barselona’ya daha üniversitede okurken gitmenin hayalini aslında çok uzun zamandır kuruyordum çünkü bence insanın belirli bir yaşa ulaşmadan önce görmesi gereken şehirler vardır ve Barselona benim listemin en başında geliyordu. Hayat sana bir fırsat sunduğunda onu değerlendirmek gerektiğine inanırım ve önüme Barselona’ya gitme fırsatı çıktığı zaman en yakın arkadaşımı da peşimde sürükleyerek hayallerimin şehrine gitmek için çoktan yola çıkmıştım. Daha gökyüzündeyken bile bu şehri neden çok sevdiğimi tekrar anlama şansı bulmuştum. Barselona düzenli şehir planlamasıyla bile mükemmel bir yerdi; hiçbir fazlalığa yer yoktu ve modern ile klasiğin bir arada bulunabildiği ve tekdüzelikten tamamen uzak olan bu şehrin büyüsüne kapılmamak da elde değildi. Şehir bizi attığımız her adımda büyülüyor ve sanki daha fazlasını keşfetmemiz için bize yol gösteriyordu. Gördüğüm yerler ve eserlerin hepsi birbirinden ihtişamlı ve özeldi herhangi bir sıralama yapmak diğer eserlere haksızlıkmış gibi olsa da beni en çok etkileyen kesinlikle La Sagrada Familia Bazilikasıydı. Dışardan kasvetli görüntüsüyle beni ürküten bu yapının içerisinde kendimi rengârenk çiçeklerle bezenmiş bir ormanda yürüyormuş gibi hissetmem aslında her şeyin dışarıdan gözüktüğü gibi olmadığını tekrardan bana hatırlatan bir ders gibiydi. Başımı ne yöne çevirirsem Antoni Gaudi’nin bir eserini görmek ya da o eserlerin içine girmek kendimi gerçekten de bir peri masalının içindeymişim gibi hissetmeme neden oldu. Güzelliği karşısında gözlerimin kamaştığı bu eserleri yakından görebilmiş olmak ise ne kadar şanslı bir insan olduğumun tekrar farkına vardım. Müzeler, birçok tarihi öneme sahip eserler ve harika yemeklerinin dışında Barselona tam bir futbol şehriydi. Her ne kadar futbola pek ilgi duymasam da bu güzel şehre gelip de dünyaca nam salmış stadyumlarını görmemek olmazdı. Her ne kadar stadyuma gitmeye karar verdiğimiz günde bardaktan boşalırcasına yağmur yağsa da bir an bile gitmekte tereddüt etmedik ve eski olmasına rağmen Türkiye’deki ve hatta dünyanın birçok bölgesindeki stadyumların bile yanına yaklaşamayacağı bir güzellikle karşı karşıya kaldık. Gerçekten futbol ile ilgisi olmayan bir insanı futbola ısındıracak kadar ihtişamlı bir yerdi. Kulübün kuruluşuna dair bilgiler ve ta o zamanlardan günümüze kadar uzanan yan yana dizilmiş sayısı belirsiz kupalar, eski futbolcuların eşyaları ve onların hikâyeleri bizi içine çekmeyi başardı. Barselona’ya gidenlerin yolu bence muhakkak Kamp Nou’dan geçmeli ve gittikten sonra herkesin artık bir Barselona futbol takımının bir taraftarı olacağının garantisini verebilirim. Barselona tüm güzellikleri ile beni son derece etkileyen bir şehirdi. Galiba bu şehri sevmemin esas nedeni bana Bodrum’u hatırlatmasıydı ve hiç kendimizi yabancı bir ülkedeymiş gibi hissetmememizdi. İnsanları Bodrumlular kadar kibar ve yardım severdi, havası Bodrum gibi biraz durgun biraz yağmurluydu. Bir daha gitme şansım olsa hiç düşünmeden gideceğim bu şehir bana çok güzel bir hayat deneyimi sundu ve çok güzel anılara ve dostluklara neden oldu. Aynı zamanda doğrusunu söylemek gerekirse İspanya’daki maceralarımın daha devam edeceğini hissediyorum sanki bu İspanya’ya ilk ve son gidişim değildi. Sıla  Çetintaş     Savaşın  İçindeki  Masum  Hayatlar       Hepimiz   daha   önceden   sınırları   belirlenmiş   bir   ülkede   doğuyoruz.   Hatta   denizler   ve   okyanuslar   bile   ülkelerin   konumlarına   göre   haritada   çizgilerle   gösteriliyor.   Bu   sınır   çizgileri   ve   politik   anlaşmazlıklar   bazen   ülkeler   arasında   çatışmalara,   kavgalara   hatta   savaşlara   neden   oluyor.   Savaşlar   ise   mal   ve   can   kayıplarının  yanı  sıra  ailelerin  dağılmasını  getiriyor.  Politikacıların  toprak  ve  güç   elde  etme  hırsları,  intikam,  acı  ve  çaresizlik  gibi  olumsuz  duyguları  açığa  çıkarıp,  bu   duyguların  tersi  olan  birliktelik,  mutluluk  ve  umut  duygularını  yok  ediyor.     Masum   insanlar,   özellikle   de   çocuklar   çatışmalardan   en   çok   etkilenenler   arasında  oluyor.  İkinci  Dünya  Savaşını  sona  erdirmek  için  Amerikalılar  tarafından   Hiroşima’ya  atılan  atom  bombasında  hiçbir  suçu  olmayan  çocuklar  yaralandı  ve   öldü.  Kuzey  ve  Güney  Vietnam  savaşında  çocuklar  evsiz  ve  yalnız  kaldı.  Yugoslavya   iç  savaşında,  özelikle  de  Bosna  Hersek’te  Sırplar’ın  gerçekleştirdiği  katliamlarda   sayısız  çocuk  hayatını  yitirdi.  Günümüzde  de  Suriye’deki  savaştan  aileleriyle  kaçmak   zorunda  kalan  çocuklar  kötü  koşullarda  uzun  yolculuklar  yapmak  zorunda  kalıyor.   Geçen  sene  Bodrum’dan  Yunanistan’a  geçmeye  çalışırken  boğulan  Suriyeli  küçük   Aylan’ın  deniz  kıyısındaki  cansız  vücudu  ve  Halep’e  atılan  bombadan  yaralı  kurtulan   Ümran’ın   ambulanstaki   görüntüsü   hala   aklımda.     Savaştan   etkilenerek   yaşantısı   değişen  insan  öyküleri  sürekli  artıyor  çünkü  savaşlar  bitmiyor.   Okuduğum   adlı  kitapta  da  Hırvatistan  iç  savaşından  etkilenen   bir  ailenin  yaşadıkları  anlatılıyor.  Çatışmalar  yüzünden  başka  bir  bölgedeki  küçük   bir  otel  odasına  taşınmak  zorunda  olan  anne  ve  çocukları  barışın  sağlanmasını  ve   Hiçbir  Yer  Oteli   savaş  bölgesinde  mahsur  kalan  babalarının  dönmesini  umutla  bekliyor.  Zor  da  olsa   düzenlerini   yeni   baştan   oluşturmak   dışında   çareleri   kalmıyor.   Kitabın   sonunda,   babaları   dönmüyor   ama   yaşadıkları   zorluklara   rağmen   aile   bireyleri   hayatını   sürdürmeye  devam  ediyor.     Savaş  durumunu  sadece  kitaplarda  okusam  da  benzeri  bir  durumu  yaşadığım   bir  zaman  dilimi  oldu.  Geçtiğimiz  15  Temmuz  gecesinde  arkadaşlarımla  dışarda  bir   kafede  otururken  alçaktan  uçan  jetlerin  sesi  duyuldu.  Elbette  hiç  birimiz  savaş  ya  da         benzeri   bir   durum   yaşamadığımız   için   ilk   anlarda   aramızda   konuşmaya   ve   eğlenmeye  devam  ettik.  Hepimizin  telefonları  çalmaya  başlayıncaya  kadar  sohbet   etmeye  devam  ettik.  Bir  anda  herkesin  annesi  veya  babası  telaşla  arayıp,  evlere   dönmemizi  istedi.  Evde  geldiğimde  annem  ve  babam  televizyonun  başında  haber   kanallarına  kilitlenmiş  durumdaydı.  Gördüklerimize  inanamıyorduk.  Tanklar  şehrin   ortasındaki  yollarda  ilerliyor,  önüne  çıkan  ve  yol  kenarında  duran  arabaları  eziyor,   meclis  binası  bombalanıyor,  helikopterlerden  ateşler  açılıyor,  televizyon  kanalları   askerler   tarafından   basılıyordu.   O   gün   anladım   ki   bomba   seslerini   bu   kadar   yakından  kendi  kulağınla  duyunca  gerçekten  ne  yapacağını  bilemiyormuş  insan.   Gece  boyunca  devam  eden  sesler  beni  çok    korkutuyordu  ve  bulunduğum  yeri,  yani   o  ana  kadar  kendimi  güvende  hissettiğim  evimi  hemen  terk  etmek  istememe  sebep   oluyordu.  Bütün  bu  olaylar  siyasi  güç  elde  etmek  isteyenler  yüzünden  başımıza   gelmişti.  Yapanlar  kadar,  olayların  bu  duruma  gelmesine  neden  olanlar  da  suçluydu   bana  göre.  Okuduğum  ve  belgesellerde  izlediğim  savaşlar  kadar  olmasa  bile  o  gece   gereksiz  yere  bir  sürü  insanın  kanı  döküldü.     İstanbul  ve  Ankara’da  daha  önce  yaşadığımız  terör  olaylarından  sonra  olduğu   gibi,   15   Temmuz   darbe   girişiminden   sonra   da   hiç   bir   şey   olmamış   gibi   eski   alışkanlıklarımıza  döndük.    adlı  kitaptaki  dokuz  yaşındaki  mülteci  kız   gibi   her   şeyi   unutmak   için   kendimize   yeni   giysiler   ve   ayakkabılar   alıp,   yeni   arkadaşlar  edinip  hayatımızı  yaşamaya  devam  ettik.  Bu  durum  yaşadığımız  kötü   Hiçbir  Yer  Oteli olayları   unutmak   için   tüketim   yolunu   seçtiğimizi   gösteriyor   aslında.   Oysa   unutmamalı   ve   barışı   sürekli   kılmak   için   elimizden   geleni   yapmalıyız.   John   Lennon’un  da  dediği  gibi  “Eğer  her  insan  başka  bir  televizyon  seti  yerine  barış   isteseydi,   o   zaman   barış   olurdu.”   Barış   için   uğraşmak,   bir   şeyler   alarak   yaşantımızdaki  boşluğu  doldurmaya  çalışmaktan  daha  zor  elbette  ama  denemeye   değer. Yegane Gücümüz: Umudumuz Zaman zaman hepimiz kendimizi fırtınalı bir denizin ortasında buluyoruz. Çevremiz kapkaranlık, içimizdeki hava çok kapalı, gözyaşlarımız yağmur olup üzerimize yağıyor ve güneş yüzünü bir türlü göstermiyor. Dalgalar bizi nereye sürüklüyorsa oraya savrulurken kırık dökük bir kayığın içinde var gücümüzle tutunmaya çalışıyoruz... Tam karamsarlığa teslim olup, pes edeceğimiz anda çok uzaklardan bembeyaz bir ışık görünüyor. "Bu fırtınada o ışığa bu kırık dökük kayıkla ulaşabilir miyim yoksa beni zar zor su yüzeyinde tutan kayığım ben kürek çekmeye çalışırken parçalanır mı?", "Bu koca deniz, bu iri dalgalar beni bir çırpıda yutar mı?" gibi sorular beynimizde yankılanırken, birden içimizden kopup gelen bir güç ile asılıyoruz küreklere. Sanki karamsarlığa hiç teslim olmamışçasına boğuşuyoruz dalgalarla ve sonunda varıyoruz o bembeyaz ışığın olduğu güvenilir yere. İçimizdeki gücü tetikleyen bu bembeyaz ışık oluyor ve bir bakıma hayatımızı kurtarıyor... O bembeyaz ışığa "umut" deniyor bizim hayatlarımızda. Küçücük tohumu toprağa ektiğimizde büyüyüp kocaman bir ağaç olacağına, her yağmurdan sonra bir gökkuşağı çıkacağına ve her gecenin bir şafak vakti olacağına bizi inandıran yegâne gücümüz, umudumuz aslında. Umut; küçük bir çocuk düştüğünde yardımına koşan anne gibi aslında. Kaldırıyor bizi düştüğümüz yerden, "Canın acıdı ama yola devam etmelisin!" diyerek elimizden tutup ilk adımlarımızı attırıyor ve sonra bırakıyor elimizi. O dakikadan sonra yola devam edip etmemek bize kalıyor. Bazıları "Canım yanıyor, başaramıyorum." diyerek göz ardı ediyor içindeki gücü, umudu. Kendi karanlığında o kadar kayboluyor ki elinden tutup onu kaldıranı da, denizdeki o beyaz ışığı da görmüyor, göremiyor. İçinde umudu olmayanlar, o gücü bulamayanlar hayattan bir bir siliniyor. Hayatın tüm yükü omuzlarına katbekat daha fazla biniyor çünkü. Bir de umuda sıkı sıkı tutunmayı başarabilenler var. En "Bunun çözümü bulunamaz." denen durumlarda içindeki güce sıkı sıkı sarılan insanlar onlar. Kapkaranlık denizde onları güvenli limana çağıran ışığın, düştüklerinde ellerinden tutup kaldıran elin kıymetini bilip, görmezden gelmeyenler… Ve hatta uzayda, bir hiçliğin ortasında dahi, elinde kendi bedeni ve kısmen çalışan bir yaşam modülünden başka bir şey olmadığı zamanda bile, umuda sarılabilen bir “Marslı” var mesela. Kendimi en biçare, en güçsüz ve yalnız hissettiğim zaman beni ayağa kaldırıp, güzelce nasihat vermekten ziyade şöyle yüzüme bir tokat çarpan biyoloji mühendisi bir astronotun;“Marslı” nın hikayesi (Weir, 2016)... “Ben „yok‟a sahibim şu an, hiç yok olan bir şeye sahip oldun mu?! Göz alabildiğince sonsuzluk düşün, görebilir misin? Nefesin bile bir motora muhtaç oldu mu? Bedenimden ağırlığımı bile aldılar… Öyle ki ben kendi ağırlığımla şöyle ayağa kalkıp “Başlıyoruz, bu ilk adımdır.” bile diyemiyorum. Şu küçücük modülden çıktığım an yer çekimi yok, ağırlığım yok ve kendimi hissedemiyorum; konuşuyorum duyulmuyor, çığlığım kocaman bir sessizliğe gömülüyor. Gözyaşım bile yüzümde kalmıyor, ıslanamıyorum, şöyle yağmurun altında bir güzel ıslanırsın ya, ıslanamıyorum, kuruyum. “ ‟Kupkuru; çölün ortasında sahrasız bir kaktüs kadar‟ diyeceğim lakin eminim kaktüs halimi görse, şükredecek haline.” diye haykırdı, haykırmak istedi Mark sayfalarca, ama bir tek ben duydum sesini, bir tek ben anladım. Ama aslında haykıran Mark değildi belki de bendim. Ben onun yerine umutsuzluğa kapıldım, ben korktum, ben haykırdım içimden. O hiç ağlamadı, karamsarlığa teslim olmadı, umudunu hiç yitirmedi. Sadece dimdik durdu ve “yarattı”. Kendi nefesini, yağmurunu, rüzgarını hatta toprağını kendi yarattı Mars‟ta. Ben şaşkınlıkla durdum izledim. Benim, hatta çoğu insanın kendini ölüme terk edeceği bir durumda; toprak oldu üretti, yağmur oldu yağdı, rüzgar oldu esti. Umudun neler doğurabileceğini oturup düşündüm uzun uzun, umut sadece bir insan hayatı kurtarmadı; yeni bir insan yarattı. İrem Merve Makinacı KAYNAKÇA  Weir, A. (2016). Marslı. (E. Aygün, Çev.) İstanbul: İthaki. Ege KESMECİ İÇ İÇE GEÇMİŞ ANILAR Nedendir bilmem ama rüya kavramı her zaman ilgimi çeken ve bende araştırma isteği uyandıran bir konu olmuştur. Herkesin bir dönem bir gazeteden okuduğu, televizyonda gördüğü veya birinden duyduğu rüyaların birkaç saniye ile sınırlı olduğunun hızla yayılan bilgisi çoğu kişide yarattığı gibi bende de adeta bir şok etkisi yaratmıştı zamanında. Uyandığım zaman en şaşkınlıkla hatırladığım rüyalar ise genellikle birbirine geçmiş olanlar. Size de oldu mu hiç? Rüyanızda başka bir rüyaya uyandığınız, rüya içinde rüyalar… Rüyalar başlı başına ilginç bir kavramken, uyandığımı sanıp kendimi başka bir rüyanın içinde bulmak beni her zaman şaşırtmıştır. Rüyaların da ötesinde, bu kavramın ortaya çıkış sebebi olan bilinçaltının gizemi ise çoğu kişi için benim de asıl merak konum. Bu yüzdendir ki bu konuyu ele alan filmler, diziler ve kitaplar benim için izledikten ve okuduktan sonra bile ilgiyle hatırlanacaklar arasındadır. İnsanın kendi bilinçaltında nelerin barındığını bilmesi, onlara yardım olmaksızın erişmesi ve hatta derine inebilse dahi gerçekliğe geri dönmesi tabii ki çok zor bir eylem. Bizim kendi çabamızın aksine psikologlar ve diğer bu eğitimi almış olan kişiler bile bazı hastalarının bilinçaltına inmekte, toplum arasında bilinen şekliyle çocukluğuna inmekte yeri geldiğinde zorlanabiliyorlar. Christopher Nolan’ın yönettiği Başlangıç isimli filmde Dom ve ekip arkadaşları gayet profesyonel ve tecrübeli bir şekilde insanların bilinçaltının en derin katmanlarına kadar inip bazı düşüncelerini değiştirebiliyorlar. Ne var ki dediğim gibi bilinçaltının ne kadar derin bir katmanına inerseniz gerçekliğe dönmek de o kadar zor haliyle. Belki duymuşsunuzdur, eğitimsiz kişilerin, insanların güya çocukluğuna inmeye çalıştığını fakat onları tekrar gerçekliğe döndüremediğini. Rüyaların benim için bu denli ilgi çekici olmasının nedeni bilinçaltının bu denli derin ve anlaşılmaz bir konu olması gerek. Günlük rutinimizde fark edemediğimiz, aslında dikkatimizi çekmediğini veya görmediğimizi sandığımız nesnelerin, yolda yanımızdan geçen herhangi bir kişinin bile bilinçaltımızda yer kaplaması ve belki de hayatımızın bir evresinde bir davranışımızda veya düşüncemizde rol sahibi olabileceği gerçeği o kadar mantıklı fakat bir o kadar da şaşılası ki. Rüya ve bilinçaltı konuları dışında Kelebek Etkisi, Karanlık Yolculuk ve Bay Hiç Kimse gibi pek çok film tek bir saniyenin hem bizim hem de çevremizdeki insanların hayatlarına çok büyük etkiler ettiğini tüm şaşılası yönleriyle izleyiciye sunuyor. Bunları düşündüğüm zaman, tek bir saniye bile hayatımızı değiştirebilirken önemsemediğimiz ufak bir ayrıntı kim bilir hayatımıza ne denli etki ediyordur biz farkında olmadan diye soruyorum kendi kendime. Sokakta yanımızdan geçen biri bilinçaltımızda nasıl bir role sahip oluyordur da bizi hayatımızın bir evresinde etkileyebiliyordur mesela. Bu, gerçekte mümkün olabilir mi veya ileride bilim adamları bunu gerçeğe dönüştürebilir mi, bilemiyorum fakat bir zamanlar okuduğum bir yerde rüyalarımızı kaydedebileceğimizin ve hatta izleyebileceğimizin üzerine bir araştırma yazısı okumuştum ve bu konu hakkında yakınlarımla konuştuğum zaman bazıları böyle bir şey yapmak istemeyeceklerini belirtmişlerdi. Evet, belki ilginç ve yeri geldiğinde kâbuslarımızı izlemek korkutucu olabilir fakat böyle bir şeyin gerçekleşmesi sizce de harika olmaz mıydı? Rüyalar ve tabii ki onların yaratıcısı diyebileceğimiz bilinçaltı hakkında kesin sonuçlar edinmek bu kadar zorken, insanların kafasında bir sürü soru işareti varken belki de bazı cevaplar alınmasına yardımı dokunur, kim bilir. Ne var ki televizyonda yayınlanan dizileri kaydedip sonradan izleyebilme şansı daha son birkaç yıldır elimize geçmişken rüyalarımızı kolaylıkla kaydedip izleyebilme şansını ne zaman elde edebiliriz tahmin etmekte zorlanıyorum. SEFERCİOĞLU, RÜYET GEÇMİŞE KARŞI DÜRÜST KALABİLMEK İnsanoğlunun diğer varlıklardan düşünebilme özelliği sayesinde üstün kılındığı söylenir… Ancak ben hatırlamanın insanoğlunu üstün kılan bir başka özellik olduğunu düşünüyorum. İnsan yaşarken düşünür, hatırlar ve tekrar düşünür. Belki de bizlerin fark edemediği bu düşünme döngüsü insanı geliştiren en temel süreçtir. Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri adlı eserinde de bu süreci yakından inceleme şansı buldum. Bir roman okuyucusu olan ben ilk defa bir deneme kitabı okudum ve bu kitap sayesinde yazarın kendi geçmişine ne kadar samimi ve dürüst bakabildiğini gördüm. Doğrusunu söylemek gerekirse gerçekten çok etkilendim ve yazara özendim. Böylece artık kendi geçmişimi daha net hatırlamak, onunla barışmak istiyordum. Bunun tek sebebi ise insanın ancak geçmişi ile barıştığında, onu doğru hatırladığında olgunlaştığını farkına varmamdı. Sonuçta hayatta ilerleyebilmek için olgunlaşmaya ihtiyacım vardı. Hafıza öylesine derin bir kavramdır ki kimi zaman insana iki saniyelik bir anısını dahi tekrar yaşatarak onu son derece mutlu edebilir ya da büyük bir hüzne doğru itebilir. Bu yüzden hafızanın gücünü hiçbir zaman küçümsememeliyiz. Belki Harita Metod Defteri’nde yazarın hafızasında acılarının kalmasından dolayı mıdır bilemem ama acıların olgunlaşmamız için gerekli olduğunu düşünüyorum. Bence hafızamızın önemli bir kısmını yaşadığımız acılar ve sıkıntılarımız kapsıyor çünkü geçmişe dönüp baktığımda mutlu olduğum anların acı duyduğum anlara nazaran daha silik olduğunu farkına vardım. Peki acılarımız bizim için neden bu kadar önemli? Muhtemelen Murathan Mungan’ın eserini okumadan önce bu soruyu cevaplayamayacak olan ben, bunun sebebinin acıların insanı kendi hayatındaki sorunları düzeltmeye itmesi olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız bu ifademin temel çıkış noktası Mungan’ın yaşamına dair edindiğim gözlemlerim… Öyle ya da böyle edindiğimiz acıları hatırlıyoruz ve hatırlarken çocuklaşıyoruz. Bence bizi geliştiren en önemli etken çocuklaşmamız, hissettiğimiz çaresizlik bize hayatımızın bir amacı haline gelen yetişkinlik sıfatını unutturan nadir anlardan birisi. Belki de yetişkinlik kavramından soyutlanmamız sayesinde daha dürüst bir şekilde kendimizdeki eksikleri aramaya başlıyor ve onların peşine düşüyoruz. Mungan için bu koşuşturma aile kavramı etrafında gerçekleşti benim koşuşturmam ise geçmişte yaşanan bir hastalık süreci etrafında gerçekleşti. Sıkıntımız ne kadar farklı olursa olsun Murathan Mungan gibi değerli bir yazarla benim gibi genç bir üniversite öğrencisini bağlayan tek şey geçmişimizi korkmadan dürüst bir şekilde hatırlamamız. Hatırlamak öyle özgün bir eylemdir ki hayatımızın herhangi bir saniyesinde bunu gerçekleştirebiliriz. Ancak yaşanan anı çok kısa bir zaman içerisinde değerlendirmek bize zarar da verebilir. Bence insanın gerçekten geçmişine karşı dürüst olabilmesi için bir süre kendisine zaman vermesi gerekiyor. Bu süre kişiden kişiye değişebilir. Mesela Mungan için on sene olan bu süre benim için altı yıl, kardeşim için sekiz ay olabilir. Çünkü ben kendimize bir zaman tanımadan ani bir şekilde yaptığımız düşünce analizlerini sağlıklı bulmuyorum. Tıpkı bir poligon tahtasında saatlerce hatta belki günlerce çalışmadan kusursuz bir atış yapamayacağımız gibi. Mungan bu süreyi "gönül terbiyesiyle dinlendirilmiş zaman" (Mungan, 2015) olarak tanımlıyor ve bir bakıma Namık Kemal’in “Kimse kendi niteliğini kendi görüşüyle algılayamaz” sözüne meydan okuyor. Eskiden Namık Kemal’in haklı olduğunu düşünen ben, bugün Mungan tarafındayım. Hani zaman her derde deva derler ya açıklarımızı yakalamak için de bir deva. İster istemez kendimi bu yazıyı neden yazdığımı sorgularken buluyorum. Evet, belki Türkçe ödevimi yazmak zorunda olduğum için yazdım ama başka bir konu da seçebilirdim. Bence beni geçmişe karşı dürüst bakabilmeye cesaretlendirecek bir kıvılcıma ihtiyacım vardı. Bu kıvılcımı ise ben Harita Metod Defteri adlı denemede buldum. Siz bu cesareti belirli bir deneme okuyarak elbet zorunda değilsiniz ama bu cesareti bulmaya bence devam etmelisiniz. Kaynakça  "Namık Kemal Sözleri." Yaşamla İç İçe. N.p., n.d. Web. 10 Nisan 2017.  Mungan, Murathan. Harita Metod Defteri. Metis Yayınları, 2015. YERİ DOLDURULAMAZ SERVET Hayatı algılamaya ve yaşadığımı fark etmeye başladığımdan beri kendimi düşünmekten alamadığım ve tabiki çok fazla düşünmekten de korktuğum bazı olgular vardı. Neden varım? Nereye kadar varım? Hayatımın anlamı ne? İlk zamanlar hayatımın anlamını annem olarak biliyordum. Belki de ilk onu tanıdığımdandır. Daha sonra arkadaşlarım bana ve hayatıma yeni anlamlar kattı. Büyüdükçe sırayla başarı, mutluluk ve bunların hepsini bir arada yaşatan aşk. Ne yazık ki hayat hep böyle iyimser değildi çünkü hayatımın merkezinde gelecek kaygısı, tekdüzelilik, ve yalnızlık kendini göstermeye başladı . Her ne olursa olsun öldürmeyip güçlendiren ve insana çok şey öğreten bu hayatta yaşamak her insan gibi bana da zor gelmiyordu ta ki bu olguları satın alabileğini iddia eden ve bana sahip olduklarımın değerini sorgulatan o kavramlarla tanışana kadar; para ve zaman. Doğuyoruz, büyüyoruz kısa ya da uzun hepimiz bir ömür yaşayıp bu dünyadan göçüyoruz. Maddi ya da manevi sahip olduğumuz ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz o kadar çok şey var ki; evler, arabalar, o yeni çıkan cep telefonları... Her şeyi biz yönetiyorsak ve her şeyi biz kazanıyorsak elimizin uzandığı her şey bizimdir degil mi? Aile de dâhil buna ve tabiki arkadaşlar peki eğer bir gün bu dünyadan hepimiz gideceksek ve giderken yanımızda bizim dediğimiz hiçbir şey olmayacaksa nasıl bir sahiplikten bahsedebiliriz ki? İşte bu durum insana gerçek varlığın ve sahipliğin bize yaşa diye bahşedilen ömrün ve bu ömrü değerli kılan zamanın olduğunu öğretiyor. Zamanın para olduğu, paranın da zaman olduğu bir ütopya düşünün. Kimin kimden değerli olduğu belli olmayan ve yaşam mücadelesinin gerçek bir savaş acımasızlığında olduğu bir dünya. Zamana Karşı filminde Andrew Niccol bana herkesin aşina olduğu ama tam olarak kabul edemedikleri bu ikilemi hatırlattı. Kabul etmeliyim ki parayı tanıdığım ve olgular üstünde sahiplik kurulabileceğini öğrendiğimden beri bu dünyada bir çok şeyi kendimin sanıyordum. Benim evim, benim arabam, benim başarım... İsterseniz paranın bizim dünyamız üstündeki etkisini hatırlayalım. Herkesin elde etmeye çalıştığı, güçlüyü daha güçlü, zayıfı daha zayıf yapabilen; sağlığın, başarının, ve mutluluğun bile anahtarı olduğu düşünülen bir olgudur para. Aslında böyle düşünmek çok anormal bir durum değil çünkü para olmadan sağlık ve başarıya, sağlık ve başarı olmadan da paraya sahip olamayız. Peki şunu hiç kendimize sorduk mu zaman olmasa neye sahip olabiliriz? İşte bu film bana bu soruyu soruyordu. Herkesin tek varlığının zamanı olduğu bir dünyada Will Salas yalnızca bir kaç gününe sahip, yaşamak için çalışmaktan başka çaresi olmayan bir genç olarak yaşarken aslında bu durumun başkalarının daha uzun ve daha güzel yaşaması için kurulmuş adaletsiz bir düzenden ibaret olduğunu ortaya çıkarıyor. Onun için en zor an belki de onun da hayatının ilk anlamı olan annesinin birkaç saniyesinin olmaması sebebiyle onun ellerinde bu sisteme kurban olmasıydı. Onu güçlendiren şey ise ondan çok daha uzun ve güçlü bir hayata sahip olan Sylvia'nın ona olan aşkı sayesinde tüm insanlara hak ettikleri ömrü vermeyi istemesiydi. Hayatın geneline ve etrafımda bana ait olan tüm olgulara ve cisimlere baktığımda gerçek anlamda sahip olduğum ve tükettiğim tek şeyin zaman olduğunun farkına varıyorum. Bunun nedeni ise, sahip olduğumuz paranın, sağlığın ya da başarının değeri, içinde bulunduğu zaman diliminde bize ait olmasıdır. Daha basit düşünürsek yerine şekil ya da miktar olarak aynısını koyamayacağımız değerler asıl varlıklarımızdır. Bu yüzdendir ki aslında bu dünyadan kendimizle beraber götüreceğimiz tek şey ömrümüzü içine alan ve her saniyesine yalnızca bir kere sahip olunabilinecek kadar değerli olan zamandır. Kadir Serkan KILIÇ ÖZGÜVEN Hayatımızı genel olarak denge kavramı üzerine kurarız, dengeli bir yaşamın bize sağlık ve mutluluk gibisinden güzel getirileri olacağını düşünürüz. Tabii hayatı uç noktalarda yaşayıp mutluluğu bunda bulanlar da vardır lakin toplumun genelinin düşüncesi dengeli bir yaşantının mutluluk getireceği yönündedir. Bana kalırsa dengenin sağlanmasın en önemli olduğu hususlardan bir tanesi özgüvendir. Eksiliği kişinin gelişimi, çevresinin ona duyduğu saygı gibi birçok konuda olumsuz etkilere sahiptir. Tam tersi durumda ise bir noktadan sonra mesele özgüvenden çok kendini beğenmişliğe kaçmaktadır ve bu durum bazı olumsuzluklara zemin hazırlamaktadır. Peki nedir özgüven? Aslında birçok şey olabilir özgüveni, sınıfta öğretmen tarafından sorulan bir soruyu cevaplamak için kalkan bir parmak da özgüvendir, basketbolda heyecanın doruk noktasına çıktığı anlarda son saniye şutunu kullanmak da özgüvendir, kendi düşüncelerini başkalarınınkine göre şekillendirmeyip kendi bildiğini inanmak da özgüvendir. Doğru miktarda özgüvenin yığınla faydası vardır insana. En başta toplum içinde öne çıkan bir birey olma olanağı sağlar. Çevresindeki insanların bireye saygı duymasını sağlar, toplum tarafından genelde takdir alır bu tip kişiler. Toplum imrenerek bakar kendine güveni olan bu kişilere. Şimdiye kadar özgüvenin çeşitli faydalarından bahsettim peki neden böyle olumlu bir niteliğe bir üst sınır getirmemiz gerekmektedir? Ne gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir ki özgüven? Özgüven ne kadar olumlu bir özellik olarak gözükürse gözüksün benim görüşümce fazla özgüven büyük sorunlara yol açabilmektedir. Çünkü özgüvenin fazlası bir noktadan sonra egoya dönüşmektedir. Bu noktadan sonra kişi kendini her alana yatkın olarak görmeye başlar. Her türlü olaya sanki işin ehliymiş edasıyla balıklama atlar. Bu seviyede özgüven artık çevresine de sevecen gelmemeye başlar, kişi çevresine rahatsızlık veren bir kimliğe bürünür. Gereksiz özgüven kişinin kendisini diğer kişilerden üstün görmesine de yol açar. Ufak sebeplerden çıkan büyük kavgalar genelde bu sebeptendir. Bazı klasik kavga deyişleri vardır “sen kimsin de bana o lafı söylersin” ya da “sen benim kim olduğumu bilmiyor musun” gibi. Bu deyişler buram buram gereksiz özgüven kokmaktadır. Oysa eğer kendini bulutların üstünde görmese insan, bazı durumlarda “eyvallah” deyip geçebilse her şey daha güzel olmaz mı? Bir de özgüven eksikliği vardır ki onun zaten kişiyi ne derece olumsuz etkilediği herkesler tarafından dile getirilmektedir. Bu tarz insanların “El alem ne der sonra?” şeklinde bir korkusu bulunmaktadır. Bu korku aslında onları özetlemek için yeterlidir. Kendi görüşlerini, hayatlarını başkalarınınkilere göre şekillendirirler, asla bana ne el alemden ben kendi hayatımı istediğim gibi yaşarım diyemezler. Kendilerinden çok çevrelerine güvenirler. Peki kişinin özgüvenin seviyesini belirleyen etkenler nelerdir? Benim kanımca bu seviyenin birazı kişinin mizacına bağlıdır, doğuştan gelir. Ondan sonrası ise kişinin hayatında çeşitli başarımlar kazanması veya çeşitli şekillerde olumsuzluklarla karşılaşmasına göre şekillenir. Öyle başarım dediysem çok büyük olayları kastetmiyorum. Misal benim için yaptığım bir espriye karşıdaki kişi tarafından kahkahalarla verilen bir geri dönüt bile özgüveni arttırıcı bir etkendir. Sonraki esprilerimi daha bir rahat yapmamı sağlar en basitinden. Böyle böyle her bir başarımda bir parça daha artar özgüven. Duruma göre kimi olaylar daha çok hızlandırır bu süreci. Bu özgüven birikmesi bir noktadan sonra az önce yakındığım gereksiz özgüvene dönüşebilir. İşte bu son derece önemli bir noktadır ve özgüvenin sınırlarını kontrol altında tutmak büyük oranda kişinin kendisine bağlıdır. Özgüvenin kaybedilmesi ise kazanılmasına nispeten daha kolay gerçekleşir. Örneğin toplum içinde başa gelen olumsuz bir olay kişinin yıllarca biriktirdiği özgüveni bir çırpıda yerle bir edebilir. Demem o ki insanda özgüven elbette bulunmalıdır, özgüvenin insana birçok faydası vardır ve insanın bu özgüvene mutlaka ihtiyacı vardır. Lakin toplum tarafından şiddetle özendirilen bu özgüven belli bir seviyenin üstünde olursa eğer hem birey hem de çevresi için hayatı çekilmez bir hale sokabilir. Burak Kazim Yılmaz 21502633 ÖTEKİNİN MUTLULUĞU Etrafımdaki insanların hayattan umduklarını yaşadıklarını görünce mutlu oluyorum ister istemez. Hele hele bu kişiler sevdiklerim olursa bu mutluluk kat kat artıyor. En yakınlarımı düşünüyorum, okul hayatı boyunca istediği işe girmiş bir arkadaşım geliyor aklıma ve onun o haberi aldığı anda yaşadığı sevinç. İnsan bunları düşününce elinden ne geliyorsa yapmak istiyor onlar için, belki bir umut dünya denen kaybedenler kulübünün kazananlarından olurlar diye. Bazen bir baba şefkatiyle "biz okuyamadık ama siz bari okuyun" temennisi gibi cümleler çıkıverir ağzımızdan, henüz yaşımıza, yaşadıklarımıza dahi bakmadan. Emrah Serbes, Deliduman romanında ağabey- kardeş olan Çağlar'ın ve Çiğdem'in ilişkisinde anlatıyor bence başkalarının mutluluğu için neler yapılabileceğini. Günümüzde insanlık kapitalizmin rekabetçi pazarında birbirinin kuyusunu kazarak can çekişirken ve diğerini tebessüm ettirmek bir yana ağladığını görerek gizlice kahkaha atıp gece yatağında vicdanı rahat bir şekilde uyuyarak kendi egosunun zirvesinde yaşıyor. Çağlar ise yazarın mutluluk konusundaki ütopyası bence. Bir insan hayal edelim ki hayatını kardeşine adasın. Mümkün müdür? Cevabı açıkça hayır bence. Muhtemelen bu düşünce benim bilinçaltımın aldatması çünkü haberlerde, çevremde sürekli bir aile içi ihanet, kardeşler arasında kavga, bir metrekare arsa için birbirini öldüren akrabalar görüyorum ve bunlar benim iyi yönde düşünmemi engelliyor diye düşünüyorum. Çağlar'ın kardeşi Çiğdem hakkında ne düşündüğünü, onunla ilgili hayallerini bir kenara bırakıp, kurgu dünyadan gerçeğe geçtiğimizde ve az önce anlattığım olumsuz düşüncelerimi zihnimin derinliklerine gömdüğümde örnekleri çoğaltabiliyoruz. Babamın bizim mutluluğumuz için kendi isteklerinden vazgeçmesi geliyor aklıma. Sırf biz daha rahat okuyalım, hayallerimiz gerçekleştirebilelim diye onun kendi bütçesinden kısması bence verilebilecek en güzel örnek. Neredeyse 35 yıldır kesintisiz sigara içen bir tiryakinin, paket sigaradan sarma sigaraya geçme ve böylece sigara maliyetini dörtte bire düşürme hikayesi bu. Belki dünya için küçük ve önemsiz ancak otuz beş yıllık bir içici için çok büyük bir adım bu. Bana göre insanlığa bir hediye, dünya üzerindeki her insanın çok değil sadece bu seviyede bir iyilik yaptığını düşünsek bir an çok mu iyimser oluruz acaba? Aslında aklımdan bunlara ters düşünceler de geçiyor. Kendimizi mutlu etmeye sarf edebileceğimiz zamanımızı neden başkalarının mutluluğu için harcayalım ki? Hatta işi daha da ileri götürüp şunu da sorabiliriz: Başkalarının mutluluğu için kendini mutsuz bir duruma sokmak hangi akla mantığa sığar? Bu yazıyı dramatize etmek istemezdim ama yüzlerce Yeşilçam filmi izleyen bir Anadolu genci olarak kafamı hemen "nayır, nolamaz"lı sahneler dolduruyor. Kanser olduğu için sevgilisini kendinden soğutarak ayrılmayı planlayan veya sevdiği kızın başkasını sevdiğini öğrenen delikanlının acısını kalbine gömmesi aklıma ilk gelen örnekler arasında. En yakını, kardeşi dahi olsa bir başkasının mutluluğu için hayatını değiştiren, tüm işlerini buna göre ayarlayan Çağlar'ın hikayesi Deliduman ve bence Emrah Serbes'in ütopyası tüm bu ağabey- kardeş ilişkisi. Her ne kadar başkalarının mutluluğu için kendi mutluluğunu asla geri plana atma gibi kişisel gelişim klişeleri kitaplarda kendine yer bulsa ve modern dünya bizi bu yöne doğru hızla çekse de ben hala kendimiz dışındaki insanlara da mutluluğu götürmenin dünyayı daha güzel bir yer yapacağı kanısındayım. Bence böyle yaşamak daha güzel,eminim ki babam beni mutlu ettiğinde kendi de kat be kat mutlu oluyordur ya da Çağlar, kardeşinin hayallerinin gerçekleştiğini görünce gözlerinden mutluluk yaşları akıyordur. Başlarken de dediğim gibi dünya dediğimiz kaybedenler kulübünün kazanan sayısının olabildiğince artmasını sağlamak için yapmalıyız bence bu eylemi, ötekinin mutluluğu için çalışmalıyız. Emrah Serbes- Deliduman Hatice Doğan Anne İnternette dolaşırken bir fotoğrafa rastladım. Fotoğrafta bir annenin bebeğini kucağına aldığı anki mutluluğu vardı. Gözlerindeki o mutluluk nasıl olur da bir fotoğrafla hiç tanımadığı birine geçebilirdi bilmiyordum. Henüz anne olmamama rağmen ve annelik duygusunun nasıl bir şey olduğunu sadece annemin anlattıklarından bilmeme rağmen, bu fotoğraf bende farklı duygular uyandırmıştı. Annelik, bir kadının en kıymet verdiği ve hayatındaki dengelerin en belirgin şekilde değiştiği bir alt kimliktir sanırım. Anne olmakla birlikte tamamen yeni bir dönem başlar, her ne kadar annelik duygusu içgüdüsel olarak her kadında olsada, sanırım annelik zaman içerisinde uygulama yapılarak öğrenilen bir duygudur. Her annenin psikososyal ve duygusal bir adaptasyon süreci vardır. Çevremden edindiğim izlenimlerime göre ilk altı hafta her anne için fiziksel ve duygusal zorluklar içeren bir süreçtir ve destek gereksinimi duyulan bir dönemdir. İlk hafta, bedeni içindeyken tanışmaya çabaladığı o canlı ile ilk kez yüz yüze gelir. Hiçbir duygunun tarif edemeyeceği o an anneliğin aslında başladığı noktadır. Kendinden bir parça olan bebeğine sahip olmanın verdiği mutluluk en üst seviyelerde hissedilir, tam da fotoğrafta gördüğüm gibi. 1 Fotoğraf 1 - http://www.ecenindunyasi.com/yeni-dogan-bebek-bakimi adlı web sayfasından alınmıştır. 5 Aralık 2015 Anne olmak dünyanın en eşsiz anlarından biri olsada bazı zorlukları da beraberinde getirebilir. Dokuz ay bir bedeni taşımak ve onunla birlikte yaşamak tahmin ediliği üzere kolay değildir. Annenin bedeni yorulur, bu da ruh haline ve günlük rutinine yansıyabilir. Bedensel olarak eski haline dönmeye çalışan kişinin fiziksel sorunlar yaşaması kaçınılmazdır. Böyle bir durumda doktora başvurulup destek alınabilir, böylece bu süreç daha kolay atlatılabilir. Fiziksel olarak toparlanmaya başlayan anne, bedensel sıkıntılarını bir kenara bırakıp tekrar sahip olduğu şeyin hazzını yaşamaya başlar. Doğum sonrası değişen hayatını kabullenmeye ve incelemeye başlar. Bu haftalarda bebek ve anne arasında bir bağ oluşumu en üst seviyededir, anne sürekli bebeğini görmek ister ve onu bir an bile yanından ayırmak istemez. Yeni doğum yapan annelerde gözlemlediklerimden birisi de bu süreçte annelerin 2 kafasında oluşan bazı sorulardır. “Ben halâ eski ben miyim?”, “Daha önce hiç kimse bana bu derece bağımlı değildi. Bebeğimin ihtiyaçlarını doğru bir şekilde karşılayabilecek miyim?”, “Hayatım ne açılardan değişecek? Değişime ayak uydurabilecek miyim?”, “Ben bu annelik işini becerebilecek miyim?”(www.milliyet.com) gibi iç dünyalarında bazı sorularla karşılaşırlar. Bu soruların cevaplarını yine kendi içlerinde zamanla verirler. Çünkü annelik ömür boyu olan süregelen bir süreçtir. Ne tek kelimeyle tanımlanabilir ne de formülleştirebilecek bir yapısı vardır. Zamanla bebeğe ve annelik duygusuna alışılmaya başlandığı bir süreç başlar, artık dışarı daha rahat çıkılır. Doğum öncesi yaptığı ve doğumdan sonraki ilk haftalarda yapamadığı işlerine geri dönmeye başlar. Normal düzene geçilen bu süreçte anne ile bebek arasında kurulan bağ pekişmektedir. Çünkü artık anne ne yapacağını ve bebeğine nasıl bakacağını ilk haftalara kıyasla daha hakimdir ve endişeleri, kaygıları da azalmaya başlamıştır, tabii ki ileriki yıllarda bebeğin büyümesiyle birlikte kaygıları tekrar artacaktır, çünkü onu hayata hazırlayacak ve sağlıklı bir birey olmasını sağlayacaktır. Fakat ilk haftalardan sonra o bakıma muhtaç olan, yemeğini bile kendi yiyemediği, ihtiyaçlarını kendi karşılayamadığı o minik bebeğini artık nasıl büyüteceğini öğrenmiştir. Anne, bebek bakımına iyice alışmış ve baba da bu sürece dahil olmaya başlamıştır. Genel olarak annelik duygusunu ve o süreci ele aldığım bu yazıda tam olarak hakim olamadığım, sadece gözlemlediğim ve annemden edindiğim bilgileri aktardım. Çünkü anne olmak, anne olmadan öğrenilebilecek ya da tanımlanabilecek bir duygu değildir. Üçüncü göz olarak annelik duygusunu ve geçirilen o süreçleri tam olarak anlamak mümkün değildir. Kaynakça 1-http://www.ecenindunyasi.com/yeni-dogan-bebek-bakimi 2- ‘Doğum yaptınız, peki ya sonra’, http://www.milliyet.com.tr/dogum-yaptiniz--peki-ya- sonra--pembenar-detay-bebek-1725074 3 ŞÖHRET BASAMAKLARI Yönetmenliğini Olivier Dahan’ın yaptığı Fransız ses sanatçısı Edith Piaf’ın hayatını anlatan ilk film olma özelliğini taşıyan “Kaldırım Serçesi” özgün adıyla “La Mome”, konusu, işlenişi ve muhteşem oyunculukları ile izlediğim en etkileyici filmler arasında yerini aldı. Bu filmi izlemek istememin nedeni Edith Piaf’ın sesine duyduğum hayranlık ve biraz olsun hayatı hakkında fikir edinip bilgi sahibi olmaktı. Film, hayatının neredeyse her döneminde çeşitli sorunlarla mücadele etmek zorunda kalan Piaf’ın yaşadıklarını, herkesin şanslı doğmadığı, hayatta kalmak ve istediği başarıyı elde etmek için katlanmak zorunda olduğu büyük zorlukları apaçık bir şekilde gözler önüne seriyor. Filmde beni en çok etkileyen kısımlardan biri Piaf’ın hayatındaki çalkantılar nedeniyle kullandığı içki ve yanlış ilaçların onu nasıl 40’lı yaşlardayken, 70’li yaşlarda gibi gösterdiğiydi. Hayranı olduğum bu muhteşem sesli sanatçının genç yaşta düştüğü durum içler acısıydı ve seyirciye harika yansıtılmıştı. Bunun en önemli sebeplerinden biri de filmde Edith Piaf’ı canlandıran ve yine büyük hayranlık duyduğum Marion Cottillard’ın mükemmel oyunculuğuydu. Piaf’ın çocukluğuna ve gençliğine ait birçok detay daha önceden de okuyup izlediğim başarılı insan hikayelerinde olduğu gibi çok fazla bedel ödedikleri konusunda ikna edici oldu. Piaf’ın ünlü boksör Marcel Celdan ile yaşadığı tutkulu aşk, bir insanın daha doğrusu zor zamanlar geçiren bir insanın tutunabileceği birinin ya da birşeylerin olmasının, insanı sonuca ulaştırmasa da yolu tamamlamaya gayret etmeye yönelttiğini hissettirdi. Üstelik filmin en vurucu noktalarından biri de yine bu tutkulu aşkın Piaf’a yaşattıklarıydı. Sevgilisini çok özlemişken ve onu heyecanla beklerken onu kaybettiğini öğrenmesi ve kendini bir anda ömür boyu sürecek bir trajedinin içinde bulmasıydı. Filmde yer alan Piaf’ın geçmiş yaşamına dair geri dönüşler ve tekrar ileri atlamalar biraz kafamı karıştırdı fakat biyografinin etkileyiciliği aradaki boşlukları doldurdu. Buna örnek verecek olursam, Piaf’ın gençlik yıllarından bir sahne izlerken bir anda son günlerine aktaran bir sahneye geçiş, aslında o durum içersinde bulunmasının sebeplerini anlatıp bağlantılıyor. Piaf’ın hayatının tek düze sırayla anlatılmak yerine, seçilmiş hüzün ve başarılarının kurgulanarak anlatılması da filmin kalitesini arttıran bir özellik olmakla beraber beni bir insan hayatının aslında hiç göründüğü gibi olmadığı konusunda biraz daha duyarlılaştırdı. Film sevinçten çok hüznü barındırıyor ne yazık ki. Ama bence böyle bir hayatı anlatmak çok kolay bir iş olmamakla beraber biraz da ağırlık isteyen bir iş. Filmin Piaf’ın hayatının anlatılış tarzında beni en çok etkileyen özelliği, Piaf’ı insanlara acındırmaya çalışmadan, sadece onun acılarını bir nebze olsun izleyiciye hissettirebildiği bir anlatış biçimi olmasıydı. Filmde Piaf’a dair yer verilen hayat hikayesi kesitleri ve kullanılan şarkıların onun hayatındaki en can alıcı noktalar olması bende bu filmin Piaf’ın hayatına bir saygı göstergesi niteliğinde olduğu hissini uyandırdı. Film her ne kadar karışık ve kesitler halinde olsa da Piaf’ın son sahnede konser esnasında söylediği ve benim en çok sevdiğim şarkısı olan “Non, Je ne Regrette Rien” bence Piaf’ın hayatını en iyi şekilde özetliyor. Filmi izledikten sonra, çok sevdiğim bu sanatçının hayatına dair daha önceden edindiğim bilgilerin üzerine eklenmiş önemli detayları edinmek mutluluk vericiydi. Filmin bana hissettirdiği bu karmakaraşık duygular ve seyir zevkinin bu denli yüksek olması bana sinemanın ne kadar güçlü ve önemli bir sanat olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. TİLBE ERGÜN BİZİM BÜYÜK BENCİLLİĞİMİZ İnsanların, insanoğlunun en büyük zayıflıklarının, onu diğer hayvanlardan ayıran en büyük özelliklerin hep bencillik, kibir ve açgözlülük olduğunu düşünmüşümdür. Mark Twain'in bizi belki de en “düşük” bir bakıma en aciz hayvan olarak nitelendirmesinin sebebi de budur. Peki, bunların ne gibi sonuçlara mal olacağını, nasıl neticeler doğuracağını hiç düşündük mü? Vizyona girmesini büyük heyecanla beklediğim, girdiği gibi sinema salonuna koştuğum Peter Berg'ün “ Deepwater Horizon” (Büyük Felaket)'ı bunun gözümde canlanmasına yardımcı oldu. Bizim hareketlerimizin, kararlarımızın bizim dışımızdaki insanları, hayvanları kısacası her şeyi nasıl etkilediği çok güzel gözler önüne serilmiş. İnsanın bencilliğinin nasıl felaketlere yol açabileceği… Aslında biz bencil olmayı bile tam anlamıyla beceremiyoruz. Eğer onu hakkıyla yapabilseydik çevreye bu kadar zarar vermezdik. Çünkü bizim her yaptığımız etkinin mutlaka bir geri dönüşü olacağını bilirdik. Ancak çoğu kişi kısa vadeli, bireysel çıkarları göz önünde bulundurarak, çok yüzeysel, öngörüsüz olarak davranmayı öyle alışkanlık haline getirmiş ki bu durum günlük hayatımızdan gezegenimizin bin yıl sonrasına kadar her anımızı etkiliyor. Deepwater Horizon kazasında olduğu gibi birçok çevre felaketi yaşandı. Peki ya bunlardan en çok etkilenen kim oldu? Kimler bunun sonuçlarını en kötü şekilde tecrübe etti? Bunlara sebep olan dünya çapında şirketlerin suçlamalar geri çekildikten sonra hayatına aynı lüks içinde devam eden üst düzey yöneticileri mi, yoksa petrol tabakası yüzünden kanatları yapışan pelikanlar, kıyıya vuran balık sürüleri mi, yoksa bu tür olaylarda hayatlarını kaybeden personel mi? Bizim bir kararımız, hareketimiz onlarca insanın, binlerce canlının hayatına ve bir ekosistemin derinden yaralanmasına sebep oluyorsa burada bir ayıp, yanlışlık vardır. Bunların haber bültenlerinde asgari sürelerde gösterilmesi hak edilen önemin verilmeyişi beni çok rahatsız ediyor. Böyle filmlerde hiç değilse hayatını kaybeden insanların sadece birer rakamdan, sayıdan ibaret olmadığı, bir aile yaşamlarının olduğu seyirciye gösteriliyor. Ben her ne kadar bu olayın doğada yarattığı etkinin yeterince yansıtıldığını düşünmesem de filmde pelikana yer verilmesi beni mutlu etti. Keşke bunun doğadaki sonuçlarını gözler önüne seren yapıtlar; belgeseller, filmler daha geniş kitlelere ulaşabilse de hak ettiği değeri görebilse... Ancak böyle kendi hayatımızın, insan hayatının diğer canlardan daha değerli olmadığını benimseyip kabullenebiliriz. Ve ancak böyle dünyaya, evrene bir katkımız olabilir, bir iyiliğimiz dokunabilir. Parayla malla mülkle değil, böyle gerçek bir üst sınıf insan olabiliriz. Ancak böylece okyanusa dökülen tonlarca petrolün sadece bizim yiyeceğimiz balık dolayısıyla sağlığımızı etkileyeceğini düşünüp gamsızca yine sondaj kuyuları açmak yerine yaptığımızı telafi etmek adına yenilenebilir enerji kaynaklarına gereken önemi verir en küçüğünden en büyüğüne bütün canlıların canını kurtarmak için çabalarız. Peki, bu durumda kendini onlarca insanın canını kurtarmak için feda eden insanla milyonlarca doların döndüğü bir pazarda, küresel sermayede kâr edebilmek için bu insanların canını riske atan kişi aynı türden midir? Dünyanın geleceğini düşünerek temiz enerji kaynaklarını yaymaya çalışan birisiyle bir nükleer enerji istasyonundaki kazanın olabileceğini öngörüp göz ardı eden görevlinin ikisi de Homo sapien midir? Bizim insanlığımızı, insani duygularımızın gücünü, bunları harekete dökmemizi etkileyen şey bu açgözlülüğün, kibirin seviyesi değil midir aslında? Bir insan eğer kutup ayılarının habitatının korunmasını, yoksul ve yoksun bölgelerdeki sağlık ve eğitim sorunlarını, sokak hayvanlarını önemseyip göz önünde bulunduruyorsa o aslında benim gözümde diğerlerinden, bütün o CEO’lardan, gücü elinde tutanlardan daha üst düzeyde, daha önemlidir. Bu tür diğerkâmlıklar en genelinden en özeline hayatımızı değerli kılar. Bence insanı insan yapan, daha doğrusu vahşi doğada bir hafta bile dayanamayacak, gezegendeki en aciz hayvan olmaktan çıkaran şey bu zayıflıklara karşı gelmek, başkasını, muhtaç olanı, kendinden önce düşünebilmek, onun için endişe edebilme yetisine sahip olmaktır. Ben dünyaya bir katkım olsun, insanlar üzerinden bir etki bırakabileyim istiyorum. Büyük küçük fark etmez. Normal sürünün dışına çıkıp kendimden başkalarına da yararım dokunsun, bu dünyadan ayrılınca “ben olmasaydım da aynı olurdu” değil de “küçük de olsa benim sayemde daha iyi oldu” diyebileyim istiyorum. İnsanların sadece kendilerini ve ailelerini değil de tanımadığı, kendinden binlerce kilometre ötede, Sierra Leone'da çocuk asker olarak yıllarca eziyet görmüş birisini, onun iyiliğini önemsediği zaman bencillikten uzaklaşacağını bunları harekete döktüğü an ise türümüz adına iyi bir örnek teşkil edeceğini, hepimizin kibir ve açgözlülükten oluşmadığını göstereceğini düşünüyorum. ÖZNELLİĞE FARKLI BİR AÇIDAN BAKMAK Her daim bir kitabı okumaya başlamadan önce yazarı hakkında ufak bir araştırma yapma gibi bir huyum vardır. “Öznellik Nedir?” adlı eseri okumadan önce yazarı olan Jean Paul Sartre hakkındaki araştırmalarımdan onun Varoluşçuluğun 20.yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olduğunu öğrendim. Fransız yazar, “Öznellik Nedir?” adlı eseri yazarken Marksizm’i oluşturan ilkelerden yola çıkarak temelde öznelliğin var olup olmadığını ve de bir önem arz edip etmediğini kendi felsefi görüşleri ile açıklamaya çalışmış ve bazı noktalarda bize öznelliğin insan hayatının vazgeçilmez bir parçası olduğunu göstermiştir. Fakat ne kadar öznel olduğumuz ve ne derece bunu hayatımızda uyguladığımız tartışmaya açıktır. Gerçek şu ki yaşadığımız dünyaya baktığımda öznellikten bahsetmeyi, etrafı karalarla kaplı bir gölde köpek balığı avlamak kadar uzak bir olgu olarak görüyorum. Düşünce tarzımız, ideallerimiz, zevklerimiz, yeteneklerimiz ve hayatımızı oluşturan her bir olgu kendi öznelliğimizi oluşturur. İnsanın içinde bulunduğu çevre ve koşullar dâhilinde yaptığı tercihleri zamanla onun kim ve ne olacağını belirlerlemektedir. Bu olgular hayatımızda yapacağımız herhangi bir işi ve her bir kararı öyle ya da böyle etkileyecektir. Sartre’a göre bu olgular önceden- tanımlanmamış olarak insanın çevreyle etkileşimi sürecinde vereceği kararlarla var olmaktadır. Mesela yeni dünyaya gelmiş bir çocuğu müzikle haşır neşir olabileceği bir ortamda yetiştirdiğiniz zaman o çocuğun gelecekte müzikle ilgileneceğini tam anlamıyla söyleyemeyiz çünkü her insanın kendi ruhuna hitap eden bir öznelliği vardır, fakat bu çocuğun hangi müzik tarzı ile ilgilendiği onun gelecekteki ruh haline ne yönde ve nasıl etki edeceğini doğal olarak ortaya koyacaktır. Bu da çevrenin ve yaşadığı toplumun ona olumlu ya da olumsuz bir şekilde dayattığı kişisel dünya görüşünü belirleme şansı vermektedir. Tabii ki her insan hayatında var olan toplum tarafından dikte edilen çeşitli rollerin, kalıplaşmış davranışların, tanımların veya diğer önyargıların kişi bazında toplumsal bir maske olduğunu unutmamalıyız. İşte tam bu noktada Sartre bu kişisel maskelerin ardında var olanın insanın salt Öz’ü olduğunu vurgulamaktadır. İnsanın yapması gereken ise ‘‘Gerçek Öz’’ ü yani nasıl yaşayıp, nasıl bir kişi olacağını keşfetmesidir. Yaşadığımız dünya gerçekliği, bireylerin kişisel öznelliğini yok eden, robotlaşmaya zorlayan, belli insanların belli davranışları tıpkı kendi öz tutum ve eylemleri(maskeleri) gibi benimsedikleri bir yapıya bürünmekte ve de çeşitli hayat tarzlarının yavaş yavaş kendini göstermesini ve insanların da buna isteyerek ya da istemeyerek çaresizce boyun eğmesini sağlamaktadır. İnsanlığın geldiği son noktada bireyler kendi özlerinden uzaklaşarak sahte maskeler edinmeye ve belli bir alter kişilik yaratarak bu doğrultuda bir hayat yaşamaya şartlandırılmaktadırlar. Medyada görülen ‘‘yüzler’’, yine medya yolu ile bir nevi yaşam koçu olarak topluma yansıtılarak onlar gibi giyinip süslenmemizi, oturup kalkmamızı, konuşup aynı şiveyi taklit etmemizi ve de onlar gibi şarkı söyleyip aynı nakaratı kendimize has üslupla okumak yerine tıpkı onlar gibi söylememizi sinsice dikte etmektedirler. Bir insan düşüncelerini kendine has olarak ifade ettiği sürece bireydir. Düşünce tarzımız ise bizim diğer insanlardan farklı olarak var olmamızı sağlayan en önemli olgudur. Peki, gerçeklerin öğretilmediği ve yanlışların gerçekmiş gibi görüldüğü bir toplumda yaşayan bir insanın nasıl öznelliği kullanarak bir şeyler üretmesi beklenebilir? Toplumumuzda geçmişten gelen ve kronik bir verem hastalığı haline gelmiş eğitim sistemi sorunu bizi öznellikten çok belli kalıplar halinde yaşamaya ve diğerler insanların yaptıklarını taklit etmeye mecbur bırakıyor. Çünkü çocuklarımıza düşünmeyi, sorgulamayı, kendisini ve toplumunu sevmeyi öğretmek yerine, ezberciliği ve tek tip geleneksel düşünceyi zorunlu bir olguymuş gibi dayatmaya devam ediyoruz. Sonuç olarak ben öznel olmayı insanlığın geleceği için ve en önemlisi kendi toplumumun geleceği için çok önemli bir değer olarak görüyorum, fakat öznel olmayı kendime ve çevreme borçlu olduğumu da biliyorum. Yani öznellik, hem benim elimde olan bir olgu hem de çevreme göre şekillenen bir paradokstur. Bana göre öznellik insana kendi hayatının değerini hatırlatır ve kendisi için bir amaç vermeye sürükler. Böylelikle birey kendisini değerli hisseder ve özgüvenini geliştirir. Özgüvenin geliştiği anda ise topluma faydalı ürünler vermek için kendinde güç bulacaktır. Sabri KOÇ Kaynakça Sartre, Jean Paul. Öznellik Nedir? İstanbul: Can Yayınları, 1. Basım, Aralık 2015. Kubilay Arslan Kara(cid:374)lığa Karşı U(cid:373)ut (cid:1006)(cid:1005). yüzyıl ile (cid:271)irlikte hayatı(cid:374) her ala(cid:374)ı(cid:374)da ke(cid:374)di(cid:374)i hissettire(cid:374) değişi(cid:373)lerde(cid:374) kaçış ol(cid:373)adığı(cid:374)ı, (cid:271)u(cid:374)a uydur(cid:373)a(cid:373)ız gerektiği(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ahsede(cid:374) (cid:271)irçok ko(cid:374)uş(cid:373)a di(cid:374)le(cid:373)iş, yazı oku(cid:373)uşsu(cid:374)uzdur ayak (cid:373)uhte(cid:373)ele(cid:374). Ke(cid:374)di(cid:374)i (cid:271)ir şekilde hayatı(cid:374) keş(cid:373)ekeşi(cid:374)de(cid:374) kurtarıp yukarılara çıka(cid:374) ve orada kal(cid:373)ayı (cid:271)aşara(cid:374)ları(cid:374) ağzı(cid:374)da(cid:374) duyarız ge(cid:374)ellikle (cid:271)u (cid:272)ü(cid:373)leleri. Başarıları(cid:374)ı(cid:374) sırrı(cid:374)ı (cid:858)(cid:859)gelişe(cid:374) ve değişe(cid:374) dü(cid:374)ya şartları(cid:374)da dai(cid:373)a ke(cid:374)di(cid:374)i ye(cid:374)ileye(cid:271)il(cid:373)ek, farklı orta(cid:373)lara adapte ola(cid:271)il(cid:373)ek..(cid:859)(cid:859) diye d evam eden kalıplarla açıklarlar a(cid:373)a (cid:271)e(cid:374) kısa(cid:272)a özetleyeyi(cid:373): ayak uydururlar. Ayak uydur(cid:373)ak? İlgi(cid:374)ç (cid:271)ir deyi(cid:373), öyle değil (cid:373)i? Farklı çağrışı(cid:373)lar ya (cid:271)u deyi(cid:373)i duyu(cid:374)(cid:272)a siz (cid:374)asıl ratmaya oldukça müsait. Peki siz hissediyorsu(cid:374)uz; olu(cid:373)lu (cid:373)u olu(cid:373)suz (cid:373)u? Bu soruya vere(cid:272)eği(cid:374)iz (cid:272)eva(cid:271)ı(cid:374) içi(cid:374)de hayata karşı duruşu(cid:374)uza dair ipuçları (cid:271)ula(cid:272)ağı(cid:374)ızda(cid:374) e(cid:373)i(cid:374)i(cid:373). Iıija Torja(cid:374)ov, İktidar ve Direnişadlı ro(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)da Metodi ve Ko(cid:374)sta(cid:374)ti(cid:374) karakterleri(cid:374)i(cid:374) etrafı(cid:374)da üstteki çalışıyor (cid:271)ir (cid:374)evi. Yozlaş(cid:373)ış otoritelere karşı alı(cid:374)a(cid:374) iki zıt tavrı te(cid:373)sil ediyor soruya cevap vermeye aslı(cid:374)da Metodi ve Ko(cid:374)sta(cid:374)ti(cid:374). Biri (cid:858)ayak uyduruyor(cid:859), diğeri ise so(cid:374)u(cid:374)a kadar (cid:373)ü(cid:272)adele ediyor. Biri z tesli(cid:373)iyeti te(cid:373)sil ediyor, diğeri ise haklı dire(cid:374)işi. onursu arları(cid:374) –veya ge(cid:374)el açıda(cid:374) (cid:271)aktığı(cid:373)ızda i(cid:374)sa(cid:374)ları, toplu(cid:373)ları kasti (cid:271)içi(cid:373)de Torjanov, iktid otoritelerin- kutuplaştırdığı(cid:374)ı(cid:374) ve ortada (cid:271)ir gri ala(cid:374) kal(cid:373)a(cid:373)ası(cid:374)ı(cid:374) ke(cid:374)dileri(cid:374)e de fayda sağladığı(cid:374)ı(cid:374) altı(cid:374)ı çiziyor ve (cid:271)a(cid:374)a göre kita(cid:271)ı(cid:374) e(cid:374) ö(cid:374)e(cid:373)li te(cid:373)aları(cid:374)da(cid:374) (cid:271)iri(cid:374)i oluşturuyor. (cid:858)(cid:859)Ya (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) tarafı(cid:373)dası(cid:374), ya o(cid:374)u(cid:374) tarafı(cid:374)da(cid:859)(cid:859), (cid:858)(cid:859)Ya vata(cid:374)seversi(cid:374), ya da hai(cid:374)(cid:859)(cid:859). Gerçekte(cid:374) de öyle; çok uzaklara git(cid:373)eye veya tarihi(cid:374) Bu kalıplarkulağı(cid:374)ızı (cid:271)ir yerde(cid:374) tır(cid:373)alıyordur (cid:373)uhte(cid:373)ele(cid:374). derinliklerinde kaybolmaya gerek yok. Ortak yaşa(cid:373)ı savu(cid:374)(cid:373)ak, kolektif güzelliği(cid:374) arkası(cid:374)da dur(cid:373)ak yeri(cid:374)e (cid:374)efret po(cid:373)pala(cid:373)ak, i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) arası(cid:374)da alev al(cid:373)ayı (cid:271)ekleye(cid:374) tü(cid:373) ayırı(cid:272)ı u(cid:374)surları(cid:374) üzeri(cid:374)e ki(cid:271)rit at(cid:373)ak artık sade(cid:272)e (cid:271)u toprakla rda değil, tü(cid:373) dü(cid:374)yada geçerli. Ha(cid:374)gi ülkede yaşıyor olursa(cid:374)ız olu(cid:374), şu a(cid:374)da siyasal (cid:271)ir akı(cid:373) yarat(cid:373)ak istiyorsa(cid:374)ıztek şartı(cid:374)ız var: ke(cid:374)di(cid:374)izi ta(cid:374)ı(cid:373)la(cid:373)ada(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e (cid:271)ir şeye düş(cid:373)a(cid:374)lığı(cid:374)ızı açıkla(cid:373)a(cid:374)ızlazı(cid:373). Bu (cid:271)ir ırk da ola(cid:271)ilir, toplu(cid:373)sal (cid:271)ir sı(cid:374)ıf da ola(cid:271)ilir; öfke(cid:374)i zi dilinize monte ettikten sonra gerisi önemsiz. Gri ala(cid:374), orta yol zorla sili(cid:374)(cid:373)eye çalışıldığı(cid:374)da ha(cid:374)gi tavrı al(cid:373)ak doğru peki? Çoğu i(cid:374)sa(cid:374) içi(cid:374) Metodi(cid:859)(cid:374)i(cid:374) yolu daha geçerli.Korkuya karşı (cid:373)ağlup ol(cid:373)a, kara(cid:374)lığa karşı diz çök(cid:373)e yolu ya(cid:374)i. Vasıfsızlıkları(cid:374)ı(cid:374) üzeri(cid:374)i (cid:271)u yolla kapat(cid:373)ayı ter(cid:272)ih ederler çü(cid:374)kü a(cid:374)(cid:272)ak (cid:271)u şekilde var ola(cid:271)ilirler. Git gide ke(cid:374)dileri(cid:374)i yuta(cid:374) (cid:272)a(cid:374)avara (cid:271)e(cid:374)ze(cid:373)eye (cid:271)aşlarlar ve etrafları(cid:374)da gördükleri her aydı(cid:374)lık i(cid:374)sa(cid:374) tedirgi(cid:374)lik ver(cid:373)eye (cid:271)aşlar. Ke(cid:374)di vasatlıkları(cid:374)ı(cid:374) toplu(cid:373)a da yayıl(cid:373)ası(cid:374)ı isterler. Birçok i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:373)eği(cid:374)de(cid:374) çalarak sahip oldukları lüks tek(cid:374)eler, statüko(cid:374)u(cid:374) durağa(cid:374) suları(cid:374)da gayet güzel (cid:271)ir şekilde ilerlerke(cid:374) dü(cid:373)e(cid:374)i diyalektiği(cid:374) kızgı(cid:374) suları(cid:374)a çevir(cid:373)ek pek akla yatkı(cid:374) (cid:271)ir iş değildir so(cid:374)uçta. Düze(cid:374)i(cid:374)i(cid:374) (cid:271)ozul(cid:373)a(cid:373)ası içi(cid:374) şekilde(cid:374) şekle gire(cid:374), ko(cid:374)jo(cid:374)ktüre (cid:858)ayak uydur(cid:373)a(cid:859)da (cid:271)ir(cid:271)iriyle yarışa(cid:374) (cid:271)u tipleri(cid:374); duruşu(cid:374)u (cid:271)oz(cid:373)aya(cid:374), içi(cid:374)e sokul(cid:373)aya çalışıldığı ki(cid:373)liği değil ke(cid:374)di iradesiyle yarattığı ki(cid:373)liği yaşaya(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ları a(cid:374)la(cid:373)a(cid:373)ası, dalga geç(cid:373)esi oldukça doğal. Bulu(cid:374)duğu yeri hakkı e(cid:373)işler yla elde etm içi(cid:374) yaşa(cid:373) (cid:271)ir giyoti(cid:374)dir, korkuya (cid:373)ağlup olarak içi(cid:374)e girdikleri düze(cid:374)de her gü(cid:374) elleri(cid:374)deki(cid:374)i la yaşarlar. Oysa tarih u(cid:373)udu(cid:374) geldiği(cid:374)i hep yaz(cid:373)ıştır, yaz(cid:373)aya da kaybetme korkusuy korkuya üstün e kara(cid:374)lık, yeri(cid:374)i aydı(cid:374)lığa el(cid:271)et (cid:271)ıraka(cid:272)aktır. Diyalektiği(cid:374) devam edecektir. Evrenin sonsuz devinimind a(cid:374)la(cid:373)ı da ta(cid:373) olarak (cid:271)u değil (cid:373)idir zate(cid:374)? Etrafı(cid:374)daki her şeyde(cid:374) ve herkeste(cid:374) u(cid:373)udu kes(cid:373)iş, haksızlıklara karşı koy(cid:373)a refleksi(cid:374)i kay(cid:271)et(cid:373)iş, (cid:858)(cid:859)ke(cid:374)di(cid:374)i kurtar(cid:373)a(cid:859)(cid:859) peşi(cid:374)de ola(cid:374)lara (cid:272)eva(cid:271)e(cid:374) s arak (cid:271)ir kutuplaştır(cid:373)a da (cid:271)e(cid:374) yapayı(cid:373) a(cid:373)a (cid:271)u on ol (cid:271)ildikleri(cid:374)izde(cid:374) (cid:271)iraz farklı: (cid:858)(cid:859)Kurtuluş yok tek(cid:271)aşı(cid:374)a. Ya hep (cid:271)era(cid:271)er, ya hiç(cid:271)iri(cid:373)iz!(cid:859)(cid:859) YAREN ÖZGENÇ KENDİMİZİ BULAMAMAK Hayatta hepimizi tek, yegane amacı mutluluğu bulmak olmalı. Yaşamak, nefes almak, beslenmek, okumak, yazmak, sevmek… Her hareketimizin sonunda bir şey umarız hep. Kimi para umar yaptıklarının karşılığında, kimi yalnızlığının bitmesini kimi de yalnızlığı umar belki. Ama gerçek hedef, gerçek amaç hiçbir zaman, kelimenin tam anlamıyla “mutluluk” olmaz. Gerçek yaşamın, yaşamanın koşturmacasına takılırız hep. Durmak, soluklanmak, ne yaptığını fark etmek, neyi neden yaptığını fark etmek kimsenin aklına gelmez. Belki de bu yüzden hep kendimizi kaybeden olarak görüyoruz. Gerçekten neyi, nasıl kazanmamız gerektiğini bilmiyoruzdur belki. Debeleniyoruz, kayboluyoruz bu koşturmacanın içinde ama her zaman ne yaptığımız ve yapacağımızdan emin gibi davranıyoruz. Çok azımız gerçekten neyin onlara mutluluk ve huzur getireceğinin farkında. Çoğumuz da bir yalanın peşinden sürüklenip gidiyor. Erken yaşta okula başlıyoruz. Gençliğimizin, hayatımızın en güzel günlerini, yıllarını belki de okuyarak geçiriyoruz. Büyüyünce ne olacaksın sorusuna “mutlu” değil de “avukat, doktor, öğretmen” gibi cevaplar veriyor, bunların arkasında durmaya çalışıyoruz. Toplumun bize aşıladığı gibi eğitimli birer birey olmaya kendimizi adıyoruz ve bunların hepsini birilerini memnun etmek, birilerine hava atmak, onlardan daha üstün olduğumuzu göstermek için yapıyoruz. Para bu nedenlerin başında duran bir dev bizim için. Her şey ona bağlı, her şey onunla başlayıp onunla bitiyor. İyi bir eğitim, iyi bir üniversite, iyi miktarda para kazanmak için oluşturulan basamaklar bize göre. Bunların peşinde atayıp duruyoruz paraya erişebilmek için. Çünkü para artık her şey demek. “Bu devirde paran olsun, dünya sana güzel” cümlesi bir slogan gibi işlenmiş insanların beynine. Peki para, mutluluğu da beraberinde getiriyor mu gerçekten ya da kendimizi böyle mi kandırıyoruz şu üç günlük dünyada yaşayıp gitmek için? Para, kazanıldıktan sonra, elimize geçtikten sonra mutlu etmeye başlıyor bizi. Yeni kıyafetler, yeni çantalar alıyor, insanları bunlar gösteriyoruz çünkü artık sosyal hayattaki statümüz paramızın olmasına ve bunu harcayabilmemize orantılı olarak yükseliyor. Peki insanlar, neden bunu umursuyor? Aslında toplum ikiye bölünmüş durumda. Umursayanlar zaten bu sonsuz döngünün, batağın içinde çırpınıp duranlar. Umursamayanlar da kendi hayatlarına bakan, huzuru kendileri arayanlar. Çoğumuz mutluluğu hava atmakta, bir şeyleri insanların gözüne sokmakta arıyoruz ve yeni aldığımız eşyaları insanlara göstermekle belli bir süre tatmin oluyoruz. Geçici süreyle mutlu olup sonra kendi yolumuzu bulamadığımız karanlığımıza gömülüyoruz sessizce. Başarı der bazıları onları hayata bağlayan amaç, neden, her şey için. Başarının da sonu gelmediğinden, sonsuz döngü onlar için de kaçınılmazdır. Aradıkları başarıyı yakaladıklarında ise mutlu olmadıklarını anlarlar fakat çok geç olur, zaman geçmiştir onlar için. Başka hayaller, başka umutla için fazlasıyla yorulmuşlardır. Başarıya şartlanmış hayatları onları ölüme kadar takip eder. Monoton bir şekilde yaşarlar. Peki ya bunlardan bir kaçış olduğunu düşünsek. Durup biraz düşünsek. Biz ne yapıyoruz, niye yapıyoruz, bunu cidden yapmak istiyor muyuz, en önemlisi biz mutlu ve huzurlu muyuz? Toplumun insanlara yapıştırmaya çalıştığı etiket ya bize uymuyorsa? Düşününce aslında yaptıklarımızın bize ait olmadığını anlayabiliriz. İşte o zaman duygusal bir uçuruma düşersek bizi yeni, değişik, istediğimiz hayatlar çekip çıkarır o uçurumdan. O plaza hayatlarından uzaklaşıp ormanda bir eve yerleşmek, her gün soluduğumuz pis hava yerine tertemiz bir nefes almak huzur verebilir bize. İnsanların tatile çıkma, haftasonları şehir dışında bir yerlere gitmesi hayatlarını değiştirmek istemelerinin bir göstergesi bence. Bir kaçış yolu arıyoruz. Aslında mutluluğun formülünü biliyoruz ama elimizde yeterli malzeme olmadığından yakınıyoruz. Halbuki her insanın malzemesi kendi içinde saklı. Bizi başarı, para, şan, şöhret, güzellik mutlu eder sanıyoruz ama yanılıyoruz. Sadelik… Bizi mutlu edecek temel malzeme bu. Huzur verecek olan bu. Doğanın, ruhumuzun, yaratılışımızın sadeliği. Şehir yaşamının değil de köy yaşamının, para kazanmak için değil de yumurta alacağın tavuğun peşinde koşturmanın sadeliği gibi. Teknolojisiz, bencil olmadan, gösteriş olmadan yaşamak. Yaşamanın tadını çıkarmıyoruz bile çünkü yaşadığımızı, zamanın bizim için her geçen saniye azaldığını fark etmiyoruz. Anı yaşamıyoruz mesela. Gökyüzüne bakıp yıldızları saymıyoruz, ağaçların altın yatıp huzuru koklamıyoruz. Kendimizi bir nebze olsun bırakmıyoruz hayatın akışına ve bu bizi mutlu etmeden, huzur vermeden öldürüyor içten içe. Ruhumuzu alıp bedenimizi bir posa gibi bırakıyor geride. Belki de nefes alıyoruz ama artık yaşamıyoruz. KAYNAKÇA Loe, Erlend. Doppler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017. Baskı. İREM ERDEM 21200598 KAYBETMEK VE SONRASI Sahip olduklarımızın farkında mıyız? Veya şöyle sorayım: Aslında ne kadar şanslı olduğumuzu kaybedince mi anlıyoruz? Cevaplarınızı duyabiliyorum. Veremediğiniz cevapları da tahmin edebiliyorum. Soru biraz kafa karıştırıcı olabilir çünkü fazla geniş bir kavram barındırıyor: 'Kaybetmek'. Hayat bizler için kazanamadığımız oyunlarla başlayıp zaman geçtikçe ulaşamadığımız amaçlar ve hayallerle sürüp gidiyor. Her yaşta, her insan bir koşuşturmacanın içinde, rutin hayatına devam etmekte her gün. Güzelliklerden çok kötülüklerin, çözümlerden çok problemlerin, barışlardan çok savaşların-küslüklerin, doğrulardan çok hataların konuşulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Maalesef bu böyle. Eleştirmiyorum, olanı söylüyorum. Ben de yaşadığım hayatı bu hale getiren, zorlaştıran bir insanım. Peki neden böyle yapıyoruz? Zaten elimizde olmadan, doğal yollarla azalıp,yitip,değişip körelen bir ekosistem varken; yani biz insanoğlu bir şey yapmadığı sürece bile sınırlı olan bir doğal düzen, bir yaşam varken neden yaşadığımız sürece kıymet bilmiyoruz? İREM ERDEM 21200598 Bu soruyu kolay kolay kimse sormaz. Ben de sormam genelde. Ya ters giden bir şeyler olur, bir hastahane ziyareti olur,ölüm olur, kötü geçen bir sınav olur vs vs.. Ya da bir kaza gelir başımıza havada,karada, denizde. Denizde... 'Bir Kayıp Denizci', Gabriel García Márquez'in insana bu soruları sorduracak en iyi kitabı olabilir. Büyülü gerçekçiliğin ustası ve kurucularından olan Marquez, bu sefer okuyucunun karşısına yaşanmış bir öyküyle çıkıyor. 28 Şubat 1855'te fırtınaya tutulan Kolombiya Deniz Kuvvetlerine bağlı 'Caldas' adlı gemiden denize düşen sekiz kişi ve içlerinden kurtulan tek kişi olan Luis Alejandro Velasco adlı denizcinin başından geçenlerin anlatıldığı bir hikaye. Günlerce aç susuz, nerede olduğunu bilmeden, çaresizce okyanusun ortasında bir botta yaşam mücadelesi veren Velasco, okuyucuyu kendi hikayesine öyle bir adapte etmekte ki okurken mimikleriniz hüzünlenir, canınız yanar, karnınız acıkır, susuzluktan ağzınız kavrulur, geceleri okyanus soğuğundan tüyleriniz diken diken olur. Zaman kavramını yitirmeye başlayan, halüsinasyonlar gören Velasco günler sonra karaya vurur ve garip köylülerin yaşadığı bir habitatta kendini bulur. Kitap Velasco'nun ülkesine dönüşü ve bir anda kahraman, reklam yıldızı ve ünlü bir şahsiyet haline gelmesiyle sonlanır. Sonrasını bilmiyoruz. Velasco yaşadığı bu zorlu günlerden sonra hayata nasıl bakmaya başladı, kaybetmekten korkar hale geldi mi, hayatındaki her şeye sıkı sıkı tutundu mu yoksa bir daha kaybedebilirim, bir daha ölebilirim diye düşünüp hayatı çok daha rahat bir kafayla mı yaşamaya başladı bilmiyoruz. Peki bir kitap kahramanı olmayan, sadece kendi hayatımızın başrolü ve çevremizdeki insanların hayatında birer figüran olan bizler kazanmak için illa kaybetmek mi zorundayız? Evet belki Velasco'nun yaşadığı kaza çok ekstrem gibi gelse de- gerçek bir hikayeden alındığı unutulmamalı- hayattaki kazalarımız her zaman fiziksel veya görünür olmak zorunda değil. Başımıza gelmez aman rahatız gibi bir garanti yok. Peki hayatımızı kendi ellerimizle mahvetmeden önce ne yapmalı? Değer bilelim. Bunun için kaybetmeyi beklemeyelim. Önce kendimizi sonra etrafımızdaki insanları sevelim. Yalan söylemeyelim çünkü başkalarını kandırmak aslında kendimizi kandırmaktır. İnanalım. İnanacak bir şeyler bulalım, olmadığını düşünüyorsak yaratalım. Hedeflerimizden vazgeçmeyelim, çabalayalım. 'Keşke' demeyelim çünkü pişmanlık insanı en çok dibe batıran insanı en çok kendisiyle ikileme düşüren o pis duygulardan biri. Aşık olalım, aşka inanmıyorsak meşke inanalım. Hayır size 'Hayat Sevince Güzel' tadında bi Yeşilçam filminden seslenmiyorum. Kastettiğim sokağa çıkıp Bakkal amcaya selam verip, ritmik bir şekilde yürüyüp karşımıza çıkan pusetteki bebeğe agu gugu yapıp, yaşlı teyzenin koluna girip onu karşıdan karşıya geçirmek değil. Aman aman hiçbir zaman bu kadar klişe olmayalım. Sevmediğimiz insanlar, yerler, zamanlar,mevsimler,renkler,dersler, işler tabi ki olacak. Sevmek için kendimizi kasmamızın gerekmediği şeyler de olacak, olmalı. Ama sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz olguları, değerleri kaybetmemek adına çaba göstermek demek istediğim. Ve son olarak korkmayalım. Kaybedeceğiz, üzüleceğiz bunlardan kaçış yok. Dibe batacağız. Mesele aynı hızla yukarı çıkmak. Aynı hızla toparlanmak. Çünkü hayat çok kısa ve listemizde yapacak çok şey var. Sevgiler:) Sıla Küçükosmanoğlu Bir Kuyunun Dibinde Bitti. Mavi lekeyi, Kumiko’nun hislerini, Malta-Girit kardeşlerin acayipliklerinin kaynağını, kuyunun sırrını anlayamadan bitti Zemberekkuşunun Güncesi. En son LOST bittiğinde böyle içten bir “Eee?” demiştim. Tabii, bir dizinin son bölümünden sonra duyduğum bitirmişlik hissiyle bir Haruki Murakami kitabından sonra duyduğum haz aynı değil. Bütün o “Eee?”lere rağmen yaşadığım edebî doyumu anlatmam mümkün değil. Bir Dönüşüm naziresi olan Samsa in Love öyküsüyle tanıdığım Murakami, kısacık bir öyküyle yarattığı çarpıcı etkiyi 744 sayfalık upuzun bir romanda da sürdürmüş. Zemberekkuşunun Güncesi, hem uzun hem edebî olarak yoğun kitapların takıldığı durağanlık engelinden sıyrılmayı, yarattığı ilginç dünya ve çeviride bile ustalığını hissettirebilen diliyle başarmış. Belki hikâye Japonya’da geçtiğinden, belki de fantastik unsurlar nedeniyle; okurken kitapta kendimden çok şey bulamadığımı düşündüm. Kitabın beni ne kadar etkilediğini yalnızca okumamın üzerinden aylar, kitaplar geçmiş olmasına rağmen onun hakkında yazmak istememden anlamıyorum. Her insanın kendine sorduğu “Ne yapıyorum ben, niye buradayım?” sorularını gözlerimi kapattığımda kendimi bulduğum bir boşlukta değil, karanlık bir kuyunun dibinde sormaya başlamamdan anlıyorum. Zemberekkuşu’nun Güncesi bana bir kuyu hediye etti. Ben aylardır her gün –bazen onun hediyesi olduğunu bile unutup- o kuyunun dibine inip “Neden?” diye soruyorum, bazen orada unutulmuş hissediyorum. O kuyuda kendime bile açmadığım sırlarımla, gizli korkularımla, gerçekliğinden emin olmadığım en kötü senaryolarla yüzleşiyorum. Bir insanın yaşaması mümkün olmayan acıları öyle ustaca, öyle inandırıcı anlatıyor ki yazar… Girit Kano, iç organlarının bir bir dışarı söküldüğü günü çok doğalmış gibi tarif ediyor mesela. Midem bulanıyor bulanmasına; ama o an için bunun gerçekliğini sorgulayamıyorum, herhangi mide bulandırıcı bir olaymış gibi algılıyorum ister istemez. Ya da gerçek olması imkânsız olan Noboru Vataya karakterini, televizyonda gördüğüm herhangi sinir bozucu bir siyasetçi olarak hayal edebiliyorum. Toru Okada gibi ben de acayipliklere alışıyorum. Her ritmik öten kuş sesi duyduğumda ağabeyime dönüp: “Bak, zemberekkuşu dünyanın zembereğini kuruyor.” diyorum, “Biraz su iç gel.” diye cevap veriyor. Karakterlerin ve olayların aykırılığı, “Bu ne saçma şey” dedirtmiyor. Bu aykırılıkların kendini hissettirişi kitap –veya en azından ilgili bölüm- bitince oluyor; çünkü yazarın amacı gerçekçi değil inandırıcı olmak. Karakterler başlarından geçen olayları Toru Okada’ya uzun uzadıya anlatırken o dünyanın kendi içindeki tutarlılığında sürüklendiğimi hissediyorum. Yani okurken gerçeklik arayışında olmamamız gerektiği apaçık ortada olduğu için, yazarın çizdiği yoldan sapma ihtiyacı duymuyorum. Bahsettiğim gerçek olmayan inandırıcı karakterlerin her birinin öyküsü trajik. Murakami’nin gerçek bir Kafka hayranı olduğu, eserlerinde onu yaşatmasından belli. Böcekliğine alışan Gregor Samsa gibi, yüzündeki mavi lekeden zevk almaya başlıyor başkahramanımız Toru Okada. Karakterler; aileye bir kurum, cinselliğe bir formalite olarak bakıyor. Hayatımda okuduğum en şaşırtıcı ve özgün (biraz iddialı oldu, ama düşünüyorum da gerçekten öyle) kitap olmasına rağmen, Toru Okada’yı, Samsa dışında da sinema ve edebiyat dünyasının birçok karakterine benzetiyorum. Aklıma ilk gelen, American Beauty’nin Lester’ı… Ailesinde ve kendinde yanlış giden şeyleri fark edip değişmeye karar veren, hatta bu konudaki motivasyonu genç bir kız olan bir adam… American Beauty’deki Angela ve Lester’ın çarpık ilişkisiyle Toru Okada ve komşu kızı May Kasahara’nın sevimli dostluğunu Sıla Küçükosmanoğlu karşılaştırmak haksızlık olur gerçi. Bu arada, evet, kitapta sökülen iç organların ve şantajcı politikacıların yanında sevimli detaylar da var. Murakami’nin hayal dünyasına yağdırdığım bunca övgünün, onu savuma ihtiyacı içinde olmamın bir nedeni var: Murakami, son kitabıyla ilgili çok fazla reklam yaptığı gerekçesiyle bu sene çok tepki aldı. Ben de hoşlanmam edebiyatın bu kadar popülerleşmesinden, ama Murakami gibi bir edebî dehâyı sırf popüler diye bir kenara atamayız. Bu akşam yatmadan önce karanlık kuyunun dibinde, ya da sabaha karşı zemberekkuşu dünyanın zembereğini kurarken düşüneceğim: Bu sene neden Nobel Edebiyat Ödülü’nü Murakami alamadı? Neden, neden? Uğurlu  1   Elvan Mert UĞURLU 21301153 TURK102-6   Başak Berna CORDAN 5 Nisan 2015     Adam  Fawer’in    adlı  eseri,  bir  zamanlar  en  çok  satanlar     listesindeki  yerini  uzunca  bir  süre  korumuştu.  O  zamanlar  çevremdeki  pek  çok   GELECEĞİ  GÖRMEK   kişi   ı  okuyup  bana  tavsiyelerde  bulunmuştu,  ama   ’ı   okuymayı  hiç  istememiştim.  Nedense  bir  şeyler  popüler  olunca  benim  için   Olasılıksız çekiciliğini  kaybediyor.  Bu  sebeple  kitabı  okumayı  uzunca  bir  süre  ertelemiştim.   Geçenlerde  kitaplıkta  bir  kitap  ararken  gözüme    ilişti  En  çok  satanlar   Olasılıksız’ Olasılıksız listesinden  ismini  sildirmesinin  üzerinden  yıllar  geçmiş  ve  dolayısıyla  artık   popülaritesini  de  yitirmişti.  O  an  gözümün  önüne  arkadaşlarımın  övgüleri  ve   tavsiyeleri  geliverdi  ve  kitabı  okumaya  karar  verdim.  Kitabı  okumaya   Olasılıksız . başlamamla  bitirmem  bir  oldu  ve  ön  yargılarıma  yenik  düştüğüm  için  kendime   bir  kez  daha  kızdım.  Çünkü   beni  derin  bir  düşünüşe  sevk  etti  ve  en  çok   etkilendiğim  kitaplardan  biri  oldu.       matematiksel  ve  istatiksel  teoremlerin  yardımıyla  kurulmuş   Olasılıksız   bir  kurguyu  ele  alıyor.  Doğrusu,  matematikte  olasılık  hesaplarını  severim  ama  bu   hesaplamaların  somut  bir  anlam  ifade  edebileceğine  çok  inanamıyorum.  Mesela   bir  bozuk  para  havaya  atılıp  yere  düştükten  sonra  bizi  gören  yüzünün  yazı  ya  da   Olasılıksız,   tura  olma  olasılıkları  yüzde  elli.  Evet,  güzel,  hatta  bu  işlemler  daha  gelişmiş  hâle   getirilip  art  arda  atılan  paraların  tura  ya  da  yazı  gelme  olasılıkları  hesaplanabilir,   ama  elimize  ne  geçiyor?  Attığım  paranın  yüzde  elli  olasılıkla  yazı  gelmesi  benim   için  somut  bir  anlam  ifade  etmiyor.  Çünkü  sonuçta  bu  bir  olasılık  hesabı  ve  yüzde   yüz  bir  olasılık  olmadığı  sürece,  bir  olayın  gerçekleşme  olasılığı  yüzde  doksan   dokuz  olsa  bile  ortada  hâlâ  bir  gerçekleşmeme  olasılığı  var.  Ancak  kitabın  ana   karakteri  David  Caine  bu  konuda  benimle  aynı  fikirde  değil.  Caine,  hayatını   sayılar  ve  olasılık  üzerine  kurmuş  epilepsi  hastası  bir  deha.  Caine’e  göre  olasılık   hesaplarından  günlük  hayatta  pratik  olarak  faydalanmak  mümkün.  Nitekim,  Uğurlu  2   kendisi  de  hastalığı  sebebiyle  öğretmenliği  bıraktıktan  sonra,  olasılık  konusunda   sahip  olduğu  alt  yapıyı  kullanarak  kumar  oynamaya  başlıyor.  Kendisi  her  ne   kadar  farklı  olasılıkları  göz  önünde  bulundurarak  oynasa  da  kısa  süre  içerisinde   kumarhanenin  sahibine  yüklüce  borçlanıyor  ve  başını  belaya  sokuyor.        Hikâye,  bir  bilim  adamının  geleceği  görmek  üzere  insan  üzerinde  yaptığı   deneylerin  Caine  üzerinde  denenmesi  ve  Caine’ın  geleceği  görme  yeteneği   kazanmasıyla  devam  ediyor.  Bunun  ardından  Caine’ın  başı  pek  çok  belaya   bulaşıyor,  ancak    Caine  geleceği  görme  yeteneğini  kullanıyor  ve  olası  durumları   kafasında  tasarlayarak  pek  çok  tehlikeyi  atlatmayı  başarıyor.  Bunları  okuyunca   bende  geleceği  görme  isteği  uyanıverdi.  Birkaç  gün  sonra  ne  olacağını  bildiğinizi   ya  da  ne  zaman  öleceğinizi  bildiğinizi  hayal  edin?  Bu  çok  ilginç  olmaz  mıydı?   Mesela  ne  zaman  öleceğimizi  bilebilirsek  bunu  engellemek  için  çeşitli  yollara   başvurup  daha  uzun  bir  ömür  yaşayabiliriz  veya  büyük  ikramiyeyi  kazandıracak     sayıları  önceden  görebilirsek  çok  kısa  bir  sürede  milyoner  olabiliriz.  Evet,  bunlar   çok  cazip  teklifler.  Ama  üstünde  biraz  düşününce,  böyle  bir  yeteneğin  aslında   yaşamı  ne  kadar  da  monoton  ve  sıkıcı  bir  hâle  getirdiğini  söylemek  çok  zor   olmuyor.  Gece  uyuduğumuzda  bizi  sabah  uyanmak  üzere  motive  eden  şey  bir   sonraki  gün  yaşayacağımız  şeyler  değil  midir?  Bildiğimiz  bir  senaryoyu   canlandırmak  ne  kadar  heyecanlı  olabilir  ki?  İzlediğiniz  bir  filmi  bir  daha   seyretmek  gibi  bir  şey  bu.  Geleceği  bilmek  hayatın  anlamını  kaybetmektir  bence.   Heyecandan,  meraktan  ,  riskten  uzak  bir  hayatın  ne  kadar  anlamı  olabilir  ki?     Çünkü  bence  hayattaki  en  büyük  mutluluk,  çabalarının  karşılığını  görmektir.   İkramiyede  çıkan  sayıları  önceden  görüp  milyoner  olmak  insanı  ne  kadar  mutlu   edebilir  ki?  Doğrusu  benim  için  bu  şekilde  kazandığım  milyonlardansa,   çabalarımla  kazandığım  az  miktardaki  para  daha  değerli  ve  mutluluk  vericidir.   İşte  tam  da  bu  yüzden  sahip  olmadıklarımızın  hayalini  kurmaktansa,  sahip   olduklarımızın  değerini  bilelim. 1     Ruşen Kıyançiçek Ebru Onay 21200413 TURK 102-18 18 Ekim 2014 Ertelemenin Gücü / John Perry Oyalan, savsaklan ve hatta kaytar... ABD’li felsefeci John Perry’nin Erteleme Sanatı: Oyalanma, Savsaklanma ve Kaytarma Rehberi adlı denemesini okumaya başlamadan önce, ertelemenin sanat olarak adlandırılmasını oldukça tuhaf bulmuştum. Aristoteles’e göre “İnsan akıllı hayvan değildir, akla uyduran hayvandır.” Yani, John Perry’nin açıklamasına göre de erteleyici kişiler hiçbir şey yapmamış kişilerden ziyade yapılması gerekenler listesinde ilk yer verdikleri görevi en sona atan kişilerdir. Ben de kitabı alır almaz okudum, diyemem ama yapmam gerekenler arasında olduğundan, bir an önce okumalıydım ya erteleyebilirdim. Elbette biraz erteledim ama sonunda bu görevimi, şu an, şu satırları yazarak yerine getiriyorum. Kim diyebilir, hiç bir şey yapmayan bir erteleyici olduğumu? John Perry kendisini sistematik bir erteleyici olarak adlandırıyor. Elindeki işi savsaklayıp başka şeylerle uğraşan insanların, kendisini daha iyi hissetmesinin aslında o kişilerin hayatını pek de olumsuz etkilemediğini gösteriyor. Ben buyum, işim varsa ertelerim de savsaklarım da. Ben, böyle de iyiyim ve böyle yaparak da başarılı kalabilirim, 2     görüşünde. Peki siz de Perry gibi ertelemenin sizi mutlu edebileceğine ve başarınızı etkilemeyeceğine inanıyor musunuz? Bana sorarsanız ertelemek, insanı stres altına sokuyor. İşinizi ya da görevinizi ne kadar ertelerseniz erteleyin, ortada yapılması gereken bir görevin sizi bekliyor olması, aklınızdan bir an olsun çıkmıyor. En azından benim için öyle. Zaten Perry’de “kelin merhemi olsa kendi başına sürer” diyerek bu kitaptan öyle bir beklenti içinde olmamamız gerektiğini de vurguluyor. Peki ya nedir bu sistematik erteleme? Perry’ye göre erteleyici kişiler, yapmaları gereken işleri savsakladığında, sistematik erteleme, bu olumsuz kişisel özellikleri kendi lehine çevirme sanatıdır. (Perry 22) Sistematik erteleyicilerin zihinlerinde her daim bir görev sıralaması varken ve bu görev birinci sırada en önemlisi ve hatta bir o kadar da en streslisi olduğu için sistematik erteleyici listenin aşağısına iniyor. Aklınız mı karıştı? O zaman bir akademisyen olduğunuzu farz edelim. Yayıncınıza atmanız gereken bir e-posta ve cevaplamanız gereken 70 kadar e-postanız var, fakat siz hazırlamanız gereken o e-posta yerine, sırf yapmak istemediğiniz için, size gelen 70 e-postayı cevaplamayı tercih ediyorsunuz ve hâlâ mail atmaktan kaçıyorsunuz. Perry’ye göre iyi bir iş yaptınız çünkü netice de cevaplandırmanız gereken e-postalara cevap verdiniz ve yapmanız gerekenlerden birini başardınız. Sizleri ertelemeye teşvik eden en büyük nedeni neye bağlarsınız? Şüphesiz internet en büyük sorununuzdur. Tıpkı her insanın ve hatta benim başıma da geldiği gibi. Yapmanız gereken bir şeyi araştırmaya giriştiğiniz zaman saatlerce oradan oraya atlıyor ve günü aslında (gerekli ya da gereksiz)bilgiler edinerek geçiriyor ama asıl yapmanız gereken birçok şeyi yerine getiremiyorsunuz, değil mi? Telaşlanmayın, böyle çok insan var. Kendinizi bir konu üzerine araştırma yapmaya hazırlarken, kendinizi bir anda başka yerlerde, merakınıza 3     yenik düştüğünüz başka şeyleri ararken bulabilirsiniz. İşte bu yüzden Perry, internetsiz ortamlarda çalışılması gerektiğini vurguluyor. Bilgisayara da alarm kurup sürekli olarak hatırlatma yapmanın öneminden bahsediyor. Bana sorarsanız, hedefinizden şaşmamak için, dikkatinizi dağıtan sitelere erişim yasağı uygulayabilirsiniz. Perry’nin kitabına göre erteleyiciler, yapmaması gereken savsaklamalara rağmen birçok işi başarabilirler. Kendisi üzerinden verdiği örneklerden de bunu görmek mümkün. Perry’ye göre asıl önemli olan, ertelemek ya da oyalanmak değil, listelerin oluşturulma şekli. Yapmak istemediklerimizi listenin en başına koyup da kendimizi germemizin bir anlamı yok. Eğer koymamız gerekiyorsa da, o işi parçalara bölerek yapabiliriz ve böylelikle yapabildiğimiz kadarıyla kendimizi tatmin edebiliriz. Yani bir makaleyi hemen bitirmeye çalışmak yerine, makalenin giriş bölümünü yazarak, işimizin bir kısmını tamamlayabiliriz. Böylelikle kendimizi psikolojik olarak baskı altında da hissetmemiş oluruz. Kitabın en sevdiğim yanı, Perry’nin olayları analiz ederken oldukça hoş ve nükteli bir dil kullanıyor olması oldu. Ancak Perry’nin bizlere bu konu üzerine bir çıkış yolu sunduğunu söyleyemem. (Ki zaten bizlere bunun garantisini vermedi) Çünkü bizler her ne kadar erteleyici bir yapıya sahip olsak da, Perry gibi sistematik erteleyici olmayı başaramıyoruz. Ama erteleme konusunda ciddi sıkıntı yaşayan ve buna bağlı olarak mutsuz ve umutsuz olan kişilere bu kitabı okumalarını tavsiye ederim. KAYNAKLAR ! Perry, John. Erteleme Sanatı: Oyalanma, Savsaklama Ve Kaytarma Rehberi. Çev. Elvan Kıvılcım. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014 4 Kaan Karaca Balıkların Efendisi Bazen bu kadar az sayıda insanı tanımak beni korkutuyor. Benden altı nesil önce yaşamış akrabalarımın kim oldukları ve ne yaptıkları hakkında en ufak bir bilgim yok. Bu dünyadan milyarlarca insan gelip geçmesine rağmen, geçmişten ve günümüzden tanıdığım insanları saymam istendiğinde, aklıma binden fazla isim geleceğini sanmıyorum. Bir mühendis adayı olarak bin ve milyar mertebelerinde iki değeri verimlilik açısından birbirine oranlamam gerekirse, elde edilen değerin çok düşük ve yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Bu olumsuz durumun nedeni sanırım bu insanların toplumda hiçbir zaman önemli ya da göz önünde bulunan yerlere gelmemesi, yani “büyük balık” olmayı başaraması. Neden bu konu hakkında kafa yorduğumu merak edebilirsiniz. Bunun nedeni, ilk kez on yaşında seyrettiğim ve geçtiğimiz günlerde ise tekrar izleme fırsatı bulduğum Tim Burton imzalı Big Fish, Türkçe vizyon adıyla Büyük Balık adlı film. Filmin hikâyesine aşina olmamanız ihtimaline karşı, filmin kurgusu üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Ana karakterimiz Edward Bloom, çocukken bir cadının gözüne bakarak nasıl öleceğini görmüştür. Nasıl öleceğini bilmek sanılanın aksine Edward'ın yaşama sevincini soldurmaz, tam aksine ona cesaret verir. Bu cesaret ve özgüvenle Edward sıradan insalardan beklenmeyen birçok şeyi başararak bulunduğu çevrede çok sevilen ve saygı gören biri olur. Oğlu hariç herkes Edward'ın anılarını dinlemeye bayılır. Oğlu ise babasının başından geçen olağanüstü olaylara inanmaz ve babasının kendisine yalan söylediğini düşünür. Görüldüğü üzere filmde kader, cesaret, baba-oğul ilişkileri gibi birçok kavram ve tema işleniyor. Benim bu yazımda üzerine konuşmak istediğim konu ise filme de adını veren “büyük balık” kavramı. Büyük balık olmanın artılarını ve eksilerini kendim ve çevrem üzerinden tartışmak istiyorum. Öncelikle büyük balık kavramıyla ne anlatmak istediğimi açıklayayım. Sanırım filmde geçen bir cümle tüm demek istediklerimi özetliyor: “Nehirdeki en büyük balık yakalanamadığı için büyüktür.” Bu sözü balıklara değil de, insanlara uyarlarsak, büyük balık olarak tasvir edilen biri çevresindekiler tarafından kolayca ulaşılamayan bir başarıya sahip olmalı. Şimdi gelelim büyük balık olmanın artılarına ve eksilerine. Bugüne kadar ulaştığım başarılarım çoğunlukla akademik odaklı oldu. Aslında çok başarılı bir öğrenci olmasam da, hiçbir zaman (en azından üniversiteye kadar) akademik olarak çok rekabetçi bir ortam içinde bulunmadım. Bu nedenle genellikle bulunduğum çevredeki en başarılı öğrencilerden biri oldum. Akademik anlamda bir nevi büyük balıktım diyebilirim. Üniversiteye başlamamla birlikte kendimi her çevreden insanı barındıran bir ortamda buldum. Buna tabii ki akademik olarak önemli başarılar kazanmış kimseler de dahil. Dürüst olmam gerekirse, bu durum başta beni biraz şaşırtsa da, zaman geçtikçe kendimi daha rahat ve huzurlu hissetmemi sağladı. Bazen göz önünde bulunmanız, başkalarının sizden beklentilerini arttırabiliyor. Bu beklentilere cevap verme çabanız sizi sıkıntılı ve stresli bir duruma sokabiliyor. Bunun için size beklentilerini açıkca söylemelerine bile gerek yok. Onların böyle bir beklenti içinde olduklarını farz etmeniz yetiyor. Bu durumu büyük balık olmanın olumsuz bir yönü olarak sayabiliriz. Ama büyük balık olmanın olumlu yanları da var. Yazımın başında da bahsettiğim gibi, aile tarihim hakkında söyleyebileceklerim sınırlı; çünkü geçmişte yaşamış aile bireylerimin çoğu hakkında en ufak bir bilgim bile yok. Bazıları hakkındaki bilgim ise sadece isimlerinden ibaret. Biraz basmakalıp bir yorum olacak ama, eğer tanımadığım bu insanlar önemli şeyler başarmış olsalardı (en azından yaşadıkları çevrede önemli kabul edilebilecek şeyler) büyük ihtimalle kim olduklarını bilme imkânım olacaktı. Büyük balık ol(a)mamaları unutulmalarına yol açtı. Büyük balık olmanın en olumlu yanı bu olmalı: hatırlanmak. İnsanların en büyük arzusu her zaman ölümsüz olmak olmuştur. Fiziksel olarak bunu gerçekleştirmenin bir yolu şimdiye kadar bulunamamış olsa da; büyük balık olarak hatırlanmak kısmen da olsa bu arzumuzu yerine getirebilir gibi duruyor. Tabii ki herkes hatırlanmak istemeyebilir; ama büyük balıksanız bu durumu değiştirmek pek de eliniz değil. Belki de olması gereken budur. Bazılarımız küçük balık olarak kalmalı ve unutulmalı. Eğer hepimiz büyük balık olsaydık, nehirde özgürce yüzmek için yeterli alan bulabilir miydik?Big Fish. Dir. Tim Burton. Perf. Ewan McGregor. Columbia Pictures, 2003. DVD. 1 Mert ÇETİN 21400358 Başak Berna CORDAN Turk101-15 21.11.2014 Doğal, Özgür, Boz: Bozcaada Geçtiğimiz yaz Ayvalık’ta tatil yaparken günübirlik yat turlarıyla ilgili bilgi almak için gittiğimiz bir gezi acentasında, teyzemin kıyıda köşede kalmış bir broşürü görmesiyle tamamen tesadüf eseri Bozcaada’ya gitme fırsatı buldum. Bozcaada’ya gitme fikrinin ortaya çıktığı, gezi acentasındaki o andan itibaren gidene kadar bu geziye büyük bir ilgi duydum çünkü bir adada yaşama fikrini küçüklüğümden beri ilgi çekici ve heyecan verici bulmama rağmen o ana kadar bir adaya gitme fırsatını yakalayamamıştım. Birkaç gün geçtikten sonra gezi günü geldi çattı. Teyzemle birlikte sabahın ilk ışıklarında, günün o en masum ve sakin saatlerinde yola çıktık. Önce muhteşem manzaralar Ç E TİN | 2 eşliğinde birkaç saat kara yolculuğu yaptık. Sonra iskeleye gelmiştik ve işte tam karşımdaydı ada! Feribotla adaya yaptığım yolculukta hem deniz havasını solumanın getirdiği özgürlük hissini yaşadım hem de yaklaştıkça adanın gerçekten ismini hak eden “boz” renkli doğa manzarasının keyfini sürdüm. Adanın boz rengi bana kendi yaşadığım Anadolu topraklarından farklı olmayan bir yere gittiğimi düşündürdü başlarda fakat adanın sokaklarında yürüdükten sonra görüşlerim oldukça değişti. Adaya adım atar atmaz tarihi, hoşgörüyü ve özgürlüğü ruhumun derinliklerinde hissettim. Taştan yapılmış eski Rum evlerine ve kiliselerine, dev ağaçların olduğu meydanlarına, tamamen organik dondurmaların, pastaların, kurabiyelerin yapıldığı Çiçek Pastanesi’ne, adada naylon poşet kullanımının yasaklanmış olmasına ve sadece orada gördüğüm, duyduğum, hissettiğim daha nicelerine hayran kalmıştım. İlginç bir şekilde hem tanıdık bir yer gibiydi burası benim için hem de yabancı. Ege kasabalarını daha önce ziyaret etmiş olmanın verdiği ufak bir tanıdıklık vardı tabii ama daha birçok şey vardı. Etrafımda Türkçe konuşuluyordu bir kere. Otobüste rehbere domates reçeli tarifi veren teyze değil miydi şuradaki? Ama hiç tanıdık değildi bu sokaklar, asfalt neredeydi? Bir süre sonra, serbest dolaşma için ayrılan zaman geldi çattı. Hazırdım bu küçük adanın dar sokaklarını keşfetmeye! Önce telefonumun navigasyon uygulamasını kullandım yolumu bulmak için. Sonra, bu teknoloji ile bulunduğum yer arasında bir uyumsuzluk hissettim ve navigasyonu kullanmaktan vazgeçtim. Tabirî yerindeyse yüreğimin götürdüğü yere gitmeye başladım. Bir sağa dönüyordum bir sola neyle karşılaşacağımı bilmeden. Bu sokaklarda temiz havayı içine çekerek, kızgın yaz güneşinin altında, arada bir yüzüme vuran deniz rüzgârlarıyla yürümek bana inanılmaz bir dinginlik hissi verdi. Hiç tanımadığım insanlarla selamlaştım yürürken adanın yerlileriyle konuştum. Hepsi de çok sıcak davrandılar bana karşı. Gittikçe hoşuma gidiyordu adada olmak. Her noktasını keşfetmek istiyordum fakat zaman dolmuştu tekrar grupla buluşmalıydık. Adanın uzak sayılabilecek yerlerine doğru yola Ç E TİN | 3 çıktık. Adanın doğal yapısıyla uyumlu rüzgâr enerji santraline, buz gibi ve berrak bir suyu olan Ayazma Koyu’na ve adanın en büyük geçim kaynağı olan bağlardan birkaçına gittik. Gezdikçe daha önce neden buraya gelmeyi düşünmediğim için kızıyordum kendime. İşte akşam olmuştu bile! Gezinin sonlarına doğru bir hüzün kapladı içimi. Daha üzerinde tam bir günümü bile geçirmediğim Bozcaada’yı öylesine beğenmiş ve benimsemiştim ki geri dönecek olmak beni üzüyordu ama gelin görün ki dönüş zamanı gelip çatmıştı. Feribota bindikten sonra, adayı en rahat görebileceğim noktaya gidip son kez baktım. Kaleye çıkmış, günbatımını izliyordu genç bir çift. Köşedeki küçük meyhanenin sahibi oturmuştu kapının önündeki mavi boyalı sandalyeye denizi izliyordu. Kuşlar, sanki önceden çalışılmış bir dans gösterisi yapıyorlardı havada. Akşam olmak üzereydi. Biz adadan hızla uzaklaşırken ayrıntılar kayboldu. Üzerinde birkaç tane titreyen ışık olan boz bir ada kaldı geriye. Berke Soysal Para Hırsımız ve Zavallı Gezegenimiz Para hırsı uğruna ne kadar çirkinleşebiliriz? Bana göre mal mülk sevdasıyla dolmuş biri para için herhangi bir varlıktan daha aşağılık hâle gelebilir. Gazetelerimizin üçüncü sayfaları üç beş kuruş için adam öldürenlerle dolu. Tâbi bunlar para hırsını zekayla birleştirmemiş olanlar diyebiliriz. Yeterince akıllı biri para uğruna yaptığı her türlü fenalığı kılıfına uydurur, mutlaka kârlı çıkmaya bakar ve saygı görür. ​There Wil​l Be Blood filminin ana karakteri Daniel Planview için bu yorumu yapabiliriz. 1900’lerin başlarında Amerika’da bir petrolcü iş adamı olan Daniel’in tek derdi dünyada ne kadar sömürebileceği petrol varsa bulmak ve kazanç sağlamak. Tabiri caizse şeytan kılığında bir insan olan Daniel ailesi dâhil elindeki her şeyi daha fazla gelir elde etmek için kullanmaktan çekinmiyor, elini kana bulamaktan da erinmiyor. Aktör Daniel Day Lewis tarafından ustaca canlandırılan karakter bizi kapital düzen ve dinin bir provokasyon aracı olarak kullanılması konusunda düşüncelere itiyor. Bir yandan ortada apaçık, rahatsız edici bir gerçek de var. İnsanlık şu anki petrol zenginliğini Daniel ve onun gibi hırslı adamlara borçlu. Döndürülmesi gereken bir çark var ve bu çarkı döndürecek kişi hırslı olanımız oluyor elbet. Fırsat eşitliği, iş adamlarına fırsat uğruna insanları ezip çıkarları uğruna kullanabilme yetkisi veriyor ve patronunun servetine servet katmak uğruna canını tehlikeye atan, üç beş paraya çalışan işçi kesim doğuyor. Çarkın dönmesini sağlayan, başına bir iş gelirse anında değiştirilebilecek olan işçiler. Onların tek suçu, yeterince açık gözlü ve hırslı olmamaları. Para hırsından ölecek insanları görmek için bu filmi izlemeye gerek yok. Sokağa adım atmak yetiyor. Yolcu kapmak için birbirleriyle yarışıp trafiği tehlikeli hâle getiren dolmuşçular bunun en güzel örneği olabilir. Herhangi bir hukuki önlemden uzak bir durumda insanlar her şeyi yapabiliyor para uğruna. İnsan bu dünyaya verilmiş bir ceza gibi. Kendisine verilmiş olan iradeyi açgözlülük ve sömürü için kullanıp gittikçe daha gri ve donuk bir hale getiriyor gezegenini. Ne eko sistem ne küresel ısınma ne de inceldikçe incelen ozon tabakası insanların bir üst model arabaya geçmek için olan hırsından bir şey kaybettirmiyor. Pragmatist bir bakış açısıyla büyütülen, çok para kazanması öğütlenen, reklamlarla tüketicilik aşılanan nesillerin başka türlü olmasını bekleyemeyiz zaten. Gençliğimizde çok duyuyoruz “Çok çalış doktor ol” öğütlerini. Hekimliğin insanların sağlığını koruyan ve kimi zaman hayatını kurtaran kutsal bir meslek olduğundan dolayı mı? Elbette hayır, çünkü doktorluk sadece sınavlarla gelebileceğimiz en garanti para kazandıran meslek de ondan. Bizi tüm hayatımızı kaplayan iş yükü ve strese maruz bırakan üniversite hayatına bize iş imkanı sağlamasıyla katlanıyoruz. Yani hepimizde az çok para hırsı bulunuyor ve bu hırs arttıkça ortaya daha dehşet verici sonuçlar doğabiliyor. Para hırsımızın en kötü sonuçlara maruz bıraktığı şey ise dünyamız. Birileri günü kurtarsın diye diğerlerinin yarınları yok oluyor, dünyanın geleceğiyle oynuyoruz. Paranın yenilmeyen bir şey olmadığını geç olmadan anlama​lıyız. Bu durumu ​Age Of Empires adlı oyuna benzetiyorum biraz. Oyunda işçileriniz ile bölgedeki odunları kesip, madenleri çıkararak ettiğiniz gelirle asker yetiştirip karşı ülkeye saldırır, onları mağlup etmeye çalışırsınız. Ama oyun bazen öyle bir noktaya gelir ki haritada hiçbir ağaç, hiçbir maden rezervi ve insan hariç bir canlı kalmaz. İşte o zaman yapabileceğiniz tek şey rakipte tek bir insan kalmayana dek acımadan öldürmektir. İnsanlığın sonu da, üzülerek söylüyorum, bu oyundaki gibi bir noktaya gelecek elbet, dünyamıza ait ne varsa hırsla sömürecek, en sonunda birbirimizi yiyeceğiz! Kaynakça: ​ There Will Be Blood. Yön. Paul Thomas Anderson. 2007. ​Hollywood, Calif: Paramount Home Entertainment, 2007. DVD AHMET KAAN ÖZDAMAR 21302420 BİR HAYAT, BİR YABANCI, BİR DE YARGI ORGANI Bir Albert Camus eseri olan Yabancı, Cezayir’de yaşayan bir adamın hayatını, yaşananlara odaklanınca şükretmek için ne kadar da çok sebebimiz var, ilginç betimleme yöntemleriyle ele almaktadır. Kahramanın annesini kaybetmesi ve işlediği bir cinayet üzerine hapse girmesi, adamın hayatının, günümüzdeki insanların hayatlarından pek de farklı olmadığını gösteriyor. Karakterinin benim üzerimde bıraktığı etkinin çok olumlu olduğunu söyleyemeyeceğim. Bunun sebebi ise insan ister istemez ‘ ‘ Bir insan nasıl olur da bu kadar vurdumduymaz olur?‘‘ sorusunu soruyor kendine. Karakter, annesiyle maddi ve manevi açıdan iyi bir şekilde ilgilenemediği gerekçesiyle kadını huzur evine yollamış ve kendi hayatına devam ederken arkadaşı yüzünden bir cinayete karışıp, hapse girmiştir. Kitapta, karakterin annesiyle arasındaki ilişki ayrı bir boyutta, adamın hapishanedeki günleri ve yargı süreci daha da farklı bir boyutta incelenmiştir. Kendimi karakterin yerine koyduğumda, bu olaylar benim de başımdan geçseydi kesinlikle bu kadar soğukkanlı davranamazdım. Aslında karakter soğukkanlı olmaktan ziyade fazla ilgisiz, fazla vurdumduymazdır. Herkesin elbet bir gün öleceği düşüncesiyle aklını doldurmuş olan karakter, karşılaştığı her olayı bu bakış açısıyla yorumlamıştır. Kendi annemin bir an olsun öldüğünü aklıma getiremezken, karaktere sorulan sorular karşısında adamın verdiği tepkiler, yaptığı yorumlar akıl almaz türdendir. Hayata, yaradılışa bu kadar yabancı kalmak pek de mantıklı bir hareket değildir. Çünkü insan hayatının her yanı ya gülmeye ya da ağlamaya koşullandırılmıştır. İnsan bazen sevincini bazen de hüznünü 1 AHMET KAAN ÖZDAMAR 21302420 paylaşmak için çevresinde birilerini bulamayabilir. Fakat karakter, köpeğine kötü davranan bir komşudan tutun da plaja beraber gidebileceği bir sevgiliye ve arkadaş grubuna sahiptir. İşte sahip olunan şeylerin değerini bilmeyi bir kenara koyun, karakter yaşadıkları olaylardan sonra bu tür saçma bir bakış açısına sahip olmamış, aksine doğuştan böyle bir yapıya sahiptir. Eserde beni rahatsız eden başka bir durum da karakterin hapse atıldıktan sonraki yargılanma sürecidir. Burada karakterin fazla rahatlığının üzerine bir de avukat ile karakter arasındaki ilişki ve hâkimin yargılama şekli insanın hukuk düzenlerine bakış açısını değiştirmektedir. Bir Hukuk Fakültesi öğrencisi olarak, hâkimin, karakterin cinayet suçunu yargılarken duruşma sırasında sanığa ve sanıklara, karakterin annesiyle olan ilişkisinden yola çıkarak karar vermesi olası şey değildir. Hâkim, cinayet üzerinde, karakterin annesini kaybetmesinin psikolojik olarak bir etkisi olup olmadığını araştırmakta haklı olsa da, duruşmada sadece bu konu üzerinde durulması oldukça saçmadır. Eğer karakteri yargılayan hâkim ben olsaydım, burada cinayet dosyasında karara varılmadan önce okunması gerektiğini bilirdim. Çünkü buradaki asıl konu işlenen cinayettir. Aslında sadece karakterin hayata bakış açısını garipsemek yerine diğer insanların da pek normal olmadığını görmekte zorlanmıyor insan bu eserde. Mahkeme sürecinin sonuna gelindiğinde ise verilen kararın idam olması beni gerçekten dehşete düşürmüştür. Aslında burada verilen karardan ziyade yine karakterin bu cezaya bakış açısı oldukça şaşırtıcıdır çünkü karakter hala ölümün korkusuna ulaşmış değildir. Fakat eserde karakterin kapının dışındaki ayak seslerini dinleyip, gelenlerin onu idama götüreceği korkusuyla çıldırıyor olması da aslında hayatının sonlarına doğru sahip olduğu hayat görüşüyle çelişki içinde bulunduğunu gösteriyor bize. İnsanoğlu ölümü ne kadar küçümserse küçümsesin, gün geldiğinde bazı şeylerin aslında çok daha farklı bir boyuta dayandığı da inkâr edilemez. Zaten yazarın, karakteri bu şekilde yaratırken, eserin sonlarında da romana papazı katarak, karakterin ruhunu manevi açından 2 AHMET KAAN ÖZDAMAR 21302420 rahatlatması da bunu göstermektedir. Her şeye rağmen karakterin inancının olmamasından dolayı papazla konuşmayı reddetmesi ve aynı vurdumduymazlığa devam etmesi, aslında annesine karşı hissettiği pişmanlık duygusunun ve sahip olduğu hayat tarzının harmanlanmış halidir. 3 AHMET KAAN ÖZDAMAR 21302420 4 ÜÇ MAYMUN KANUNU Maymunlar Cehennemi(Planet of the Apes) serisine ilk olarak yeni çıkan filmlerini izleyerek başlamıştım. O zamanlar serinin eski filmlerinden haberim yoktu. Açıkçası serinin yeni filmlerinin tipik bütçe odaklı diğer modern Hollywood filmlerinden pek bir farkı yok. İzleyici çekme amaçlı bol bol bilgisayar animasyonu, aksiyon sahneleriyle dolu. Hani kötü demiyorum fakat çerez niyetine izlenecek ayarda yapmışlar, sabun köpüğü yani, pek kafa yorulacak filmler değil. Geçen aylarda dayımla bunun muhabbetini yaptık biraz. ‘’Yeğen, bunun eski filmleri var, ilk çıkanını izle sen’’ dedi. Ben de dayımın önerilerine güvenirim hep, hemen izledim. İzledikten sonra fark ettim, 1968 yapımı Planet of the Apes’in hikâye altyapısı dışında yeni filmleriyle uzaktan yakından alakası yok. Günümüzdeki versiyonları ile kıyaslayınca sadece film çekmek için değil, belirli bir mesaj verme çabası ile çekilmiş. Toplumdaki hiyerarşik yapı, insanın doğadaki konumu, din ve tabular gibi birçok noktaya değinilmiş. Sadece öylesine izlenen değil, düşündüren filmler kategorisine konacak bir yapıt olmuş. Ben şahsen beğendim fakat vaktinde bazı kesimlerin tepkisini toplamış olabilecek bir film, özellikle din ve tabular üzerine eleştirileri açısından. Filmdeki akıllı maymunlardan oluşan toplum kurgusu açık bir şekilde insanlara gönderme. Şuan ki konumumuza bakarsak insan ırkı doğada efendi olmuş durumda. Besin zincirinin en tepesinde. Öyle bir kibirle bakıyor ki aşağıya, sanki hiç düşmeyecekmiş gibi. Her çıkışın bir inişi vardır tabi ki ama benim bahsedeceğim şu anki durumumuz. Toplumumuzu etiklerden oluşan bir temel üzerine kurmuşuz. Din ile de bu temelleri korumaya çalışıyoruz. Fakat düşünmemiz lazım, ya bazı şeyler bize yanlış öğretildiyse? 16.yüzyıl Hristiyan dünyasında dünyanın güneş etrafında döndüğünü iddia eden Galileo nerdeyse kellesinden oluyordu, günümüzde ise bu inkâr edilemez bilinen bir gerçek. 19.yüzyılda Darwin, maymunla ortak bir atadan geldiğimizi iddia edince o dönemin bilim dünyası gülüp dalga geçmişti, günümüzde bazı kesimler tarafından hala tartışılsa da birçok kazıdan elde edilen farklı yapıda iskeletlerle aslında soy ağacımızda birçok akrabamız olduğu keşfedildi. Şimdi geçmişteki bu hatalarımıza bakıp gülüyoruz ve günümüzde bilgi ve ilim konusunda en uç noktada olduğumuzu düşünüyoruz. Fakat şöyle bir durum var, ya 500 yıl sonraki atalarımız bizim şu anki kafa yapımıza bakıp gülerlerse? Aynı bizim geçmişteki hatalarımıza güldüğümüz gibi. O yüzden bilim ve dünya görüşü olarak asla kafamıza kesin ve değişmez kanunlar oturtmamalıyız. Eğer bu kanunları oturtursak ilerde değiştirmesi çok zor olabilir, aynı insanların geçmişten gelen değişmez din ve ahlak anlayışı gibi. Sonra asıl doğruları duyunca üç maymunu oynayıp bu doğruları görmezden gelmek istemeyiz, şahsen ben istemem. Burada söylemek istediğim dinin ve ahlakın yanlış olduğu değil, bu olguların zamana ayak uydurması gerektiği. Böyle önemli yapıları katı ve değişmez kalıplar içine koymamalıyız. Eğer koyarsak büyük problem ile karşılaşırız ve problem şudur ki her şey değişkendir. Dünya değişkendir. İnsanlar değişkendir. Ve bu yüzden bu derece kritik olguları bu değişkenliklere ayak uydurabilecek seviyede esnek yapılar üzerine kurmalıyız. Yoksa bu olgular bize yol göstereceği yerde ilerlememizi engelleyen kafesler haline gelir. Sonuç olarak, filmde bir insanın gelişmiş maymun toplumuna sizden önce biz vardık dediği gibi, yarın bir gün maymunun teki dile gelip sizden önce biz vardık derse bunu hemen katı kalıplarla reddetmemeliyiz. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, her ne kadar kafa yapımıza ters olsa da, kendimize sormalıyız; ya doğru olan o ise, ya benim doğru bildiğim şey yanlışsa? Haznedaroğlu 1 Evrim Haznedaroğlu TURK101-58 Neşe Çetiner 16.12.1014 Anti-Kapitalizme Sığ Tutunuş: Köktendincilik Aylık Diyanet Dergisi’nin Kasım 2014 sayısında Ayşe Böhürler’in “Dindarlaşıyoruz Derken Uzlaşmaz Çelişkilerimiz”1 başlıklı bir makalesi okuyucunun takdirine sunuldu. Yazının başlığında da belirtildiği üzere, yazının genel hatlarını İslami yaşantı ve Türkiye’nin islamlaşma sürecinde oluşan çelişki oluşturuyor. Konunun siyasi verimsizliğinden yola çıkılacak olursa tartışma oldukça kısır, ancak yine de bu tartışmayı islamcı kesimin önde gelen yazarlarından birinin ele alması yönünden değerli ve tartışma oluşturmaya gebeliği bakımından doğurgan buluyorum. Öyle ki, mütedeyyin kesimin tüketim alışkanlıkları da dahil olmak üzere yaşam tarzında beliren “ironi” çoğu zaman hem gerçek dindarlar diye nitelendirebileceğimiz kesimde hem de “lahana-perhiz polemiği” açmayı pek seven siyasi argüman fakirleri tarafından sıkça ağza alınan bir meseledir. Ayrıca, bu toplumsal çelişkiyi o toplumsal çelişkinin en gözle görünür ve antagonizmanın en belirgin olduğu islami elitlerden biri olarak ilk elden yansıtması yönünden yazıyı özeleştiri parantezinde görmeyi tercih ediyorum. Böhürler, yazısına iki cümleyle “eskiden bu işler çok zordu” minvalinde bir Türkiye’de örtünme zorluğu üzerine söz ederek başlıyor; devamında, konuyu kapitalizmin toplumsal izdüşümde nerelere sirayet ettiği üzerine örneklendirme yapmak açısından tesettür giyimin bir kadın için hem “ibadet” –bunun İslam’ın gereği olup olmadığı konusundaki tarihsel tartışmaları okuyucunun okuma hevesine bırakıyorum– hem görünüm çıkmazına nasıl girdiğini göstermek için şu şekilde ve gayet toplumun sıradan bir ferdinin yaklaşımıyla: “Nasıl örtecektik başımızı? Ne giyecektik, nereden bulacaktık tesettüre uygun kıyafetleri? Hem dinî kurallara hem de zevkinize uygun kıyafet bulmak zordu. Örtünme kararı ile birlikte derme çatma bir giyim hâline alışmanız gerekiyordu. Belki de bu nedenlerle o yıllarda örtünme tarzı fazlasıyla kişiseldi. Tasarlanmış ve üretilmiş tesettür kıyafetleri henüz ortalarda yoktu.”2 şeklinde bir giriş yapıyor. Kimileri için ne yazık ki, kimileri için neyse ki, toplumsal olarak bu hususta yazarın endişelerini “tam empati” ile karşılayabilecek durumumuz yok, fakat, ülkedeki muhtemelen herkesin ve bilhassa geçim sıkıntısı yaşayan büyük çoğunluğun da yine herkes gibi 1 Dindarlaşıyoruz Derken Uzlaşmaz Çelişkilerimiz, Diyanet Aylık Dergisi, Kasım 2014. 2 Böhürler’in makalesinden. Haznedaroğlu 2 “giyim ihtiyacı” konusunda dara düştüğünü göz önüne alırsak pekala içselleştirilebilir bir durum. Zira asgari ücret ve açlık sınırını karşılaştırırsak, bunu tüm Türkiye tarihini göz önüne alarak yapsak bile, gönlünce giyinebilmek ihtiyacı hiçbir zaman herkesin kolaylıkla aşabildiği bir kavram olmadı. Haliyle, Böhürlerin de dikkat çekmek istediği bu değil, olmasa gerek. Konu, o günlerden bu günlere dindar kesimin nasıl geldiği. Bu günler nedir, yine yazarın kendisinden dinleyelim: “Çok şıksınız! Bu ifade o yıllarda iltifat değil, hakaret içeren bir kavramdı. Yeterince dindar olmamayı çağrıştırırdı. Şık olmak ne demekti? Modernizm, kapitalizm, moda endüstrisi… Analizler bu sözün arkasından bir araba laf olarak önümüze düşerdi. ‘Anti şık’ olmayı dindarlığımızın bir parçası olarak görüyorduk.”3 “Aradan çok zaman geçti. Bir asır değil elbette. Ancak dünyanın belki de en hızla değişen zaman diliminde mütedeyyin kesim de değişti. Örtünenler çoğaldı, ‘style’ örtünmeyle ilgili temel kavramlarımızdan biri hâline geldi. Artık hepimizin bir ‘hayat tarzı’ var. Evimizden bahçemize, giysilerimizden ibadet mekânlarımıza, dinî kurallara uygun yaşayalım derken bir anda kendimizi tasarımcıların, üreticilerin, modanın kısaca ‘style’ üreten her şeyin ve en özetiyle kapitalizmin dişlilerinin içinde buluverdik. ‘Ah çok şıksınız’ sözü artık bir iltifat. Çünkü artık şıklık aynı zamanda bir statü sembolü!”4 Vaktiyle modernizmi, kapitalizmi ve batılı yaşam tarzı kuşatmasını günlük tartışmalarının odağına oturtan bu nesile neler oluyor, bunu merak ediyor ve cevabını da veriyor: “Artık ‘din anlayışımız’ modernizm eleştirisi ya da kapitalizme karşı geliştirilen argümanlardan şekillenmiyor. Kendimizi kapitalist dünyanın bir parçası hissederken bir suç işliyormuş duygusu kaplamıyor artık benliğimizi.”5 Yazının “Absürd Party” başlıklı kısmınına bir ayrıcalık tanıyarak biraz daha fazla söz hakkı vermek istiyorum çünkü Hüseyin Özel’in tanımlamasıyla “İslami söylemlerle kapitalist eğilim ve ilişkilerin elele gidiyor olması”nın6 toplum nezdinde en bariz örneklerinden birkaçının Böhürler’in yardımıyla göz önüne serildiğini düşünüyorum. “Katar’da bulunduğum zamanlardan birisinde Sevgililer Günü’ne denk gelmiştim. Yerlere kadar siyahlar giymiş, peçeli kadınların eşleriyle mumlar, güller dolu masalarda Arapça çalan St. Valentine müzikleri eşliğinde kutlama yapması bir Müslümanın absürd anları olarak zihnimde yer etmişti. [...]Üzerinde Kâbe ya da cami resimli doğum günü pastaları, sosyetik umre turları, lüks ve israf içinde dinî şova dönüşen İslami hayatlara artan ekonomik refah değil, sığlaşan din algısı üzerinden bakmak gerekiyor. Ya da her geçen gün sayıları artan instagram hesaplarında başörtülü kıyafetlerle kombin denemeleri yapıp bunu takipçileri ile paylaşan genç hanımlar. Hafızlık bitirirken ‘party’ yapmak mesela! Üzerinde Kur’an-ı Kerim’in ilk iki sayfasının olduğu pastaları yapan pastaneler bu yeni ‘concept’i üretime sokmuşlar bile. Hayır davetleri de artık bir ‘party’havasında geçiyor. Bu davetler vesilesiyle giysiler ya da kırmızı tabanlı ayakkabılar, hayır gündeminden daha fazla konuşuluyor. Tesettür defileleri ise 3 Böhürler’in makalesinden. 4 Böhürler’in makalesinden. 5 Böhürler’in makalesinden. 6 İkinci Cumhuriyet’in Düzeni isimli derleme kitaptaki “Neoliberal İslam?” İsimli yazısından, Yazılama Yayınları. Haznedaroğlu 3 hayır davetlerini daha bir cazip kılıyormuş!!! Tabii ki tüm ‘party’lerin mutlaka fotoğraflanması ve paylaşımı gerekiyor. İşte bakın biz buradaydık ‘Elhamdülillah hayır da yaptık!’ Rabbim sana şükürler olsun” hashtag’iyle paylaşılan umre ziyaretleri ise ayrı bir konu. ‘Good Bye Boys’ yazılı maskelerin takıldığı bekarlığa veda partileri yapmanın yanı sıra, parti kızlarının başörtülerini takıp çektirdikleri fotoğrafları ille de paylaşmaları üzerine söylenecek söz kalmıyor. Moda haftalarındaki defilelerde başörtülü sayısının çokluğu bir vaka iken bir de bununla övünülmesi ortaya çıkan ‘absürd’ hâlleri çok iyi ortaya koyuyor. Diğerlerini böyle mekânlarda başörtülü görmeye alıştırmanın gururu ve sevinci ise ayrı bir ‘çelişki ‘meselesi. ‘Bar’da bir başörtülü görmenin yadırganacak bir tarafı olmamalı mı? Olmamalı mı? Gösteri toplumuna odaklı çağa mütedeyyin kesimlerin ve gençlerin elbette bigane kalması mümkün değil. Ancak dindarlık da hayata bakış ve yaşayış konusunda iki-üç ritüel dışında bir fark ortaya koyabilmek iddiası taşımalı.”7 Gösteriş merakı nereden geliyor? Halbuki Türkiye Cumhuriyeti eski başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı –marvarlığı bilinen ve bilinmeyen kısımlarıyla tartışma konusu olsa da– kısa bir süre önce İslam Konferansı Örgütü Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nde yaptığı konuşmada şu sözleri sarfetti: “Hepimiz günde birkaç hurma ile açlığını bastıran bir peygamberin ümmetiyiz.”8 Toplumu bu duruma getirenin ne olduğunu açıklamakta hiçbir sakınca görmüyor, adı kapitalizm; fakat açıkça görünüyor ki, kapitalizmin aktörlerini belirginleştirmede, İslamcı kalemlerin bugüne kadar Türkiye’de vesayet rejimi diye adlandırdıkları statükoyu belirtirken onun aktörlerini açıkça gösterebilme yeteneğini paylaşmıyor Böhürler. Öyleyse belirginleştirilmesi gerekir. Türkiye’nin neo-liberal ekonomiyle kapitalizme entegrasyonunda en büyük alkışı hak eden, herkesçe bilinen, üç isim vardır: Adnan Menderes, Turgut Özal ve elbette ikisinin yarım bıraktığı işleri takip ederken ikisinin görüşlerini benimsediğini asla hasıraltı etmeyen Tayyip Erdoğan. Eğer iktisadi gerçekler gözardı edilirse, iktisadi sistemin getirileri –ya da götürüleri– hakkında sağlıklı bir tahlile varmak mümkün olmaz. 1950-60 yılları arasında kapitalist sermayaye çakılan selamın ardından, emekçi halk kitleleri konjonktüründen “sermayenin karşı saldırısı” şeklinde adlandırılan 1980-88 döneminde –ki en çok bu dönemde en büyük anti-kapitalistler olan komünistler hakkında anti- propaganda yapılmıştır– “baştan sona kadar ‘alternatifi yoktur’ sloganıyla ve çok yoğun bir ideolojik kampanyayla halk kitlelerine ve kamuoyuna sunulan bu neo-liberal model”in9 devamı olarak 2002’de bayrağı Erdoğan’ın altığını tekrarlamanın pekala lüzumu yok. Buna ek olarak, gerekli olan, liberalleri bile utandıran hukuk ihlalleri şeklinde ortaya çıkan yurtiçi siyasi angajmanlarla sermaye sınıfının koltuk kavgasına dönüşen sürecin, ülke ekonomisinde sürekli altı çizilen ekonomik gelişim olduğudur. Burjuvazinin laik kesimden İslamcı kesime hareketle el değiştirmesi işte bu dönemdir. Bu dönemde muhafazakar kesimin eli siyasi olarak güçlenmiş, türban konusunda hegemonya alanını en çok bu dönemde genişletmiş ve dolayısıyla Böhürler’in şikayetçi olduğu dindarlık modeli bu dönemde oluşmuş ve yozlaşmıştır. Peki kapitalizmin aktörlerine dokunmakan, kapitalizm taşlanabilir veya dindarlık kapitalizmin egemenlik alanı dışına çıkarılabilir mi? Yazar çözüm yolunu(!) bulmuş: 7 Böhürler’in makalesinden. 8 Cumhurbaşkanı’nın İ.K.Ö. Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nde yaptığı konuşmadan. 9 Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi isimli kitabından, İmge Kitabevi. Haznedaroğlu 4 “ [...] Dışardan müdahele ile içerde değişim yapmak mümkün değil. Elbette gençler kendilerine bizden farklı bir yaşam kurgulayacaklar. Ancak Müslümanım diyorlarsa İslam’ın felsefesini benimsemeleri gerekiyor. Bunu yapan ve burada mevzubahis etmediğimiz çok genç olduğunu da biliyorum. Bunları da ayrıca görmek gerekiyor. Ataların dinini taklidi yasaklayan İslam’ın müntesiplerinin de bu tuzağa düşmemesi gerekiyor. Semboller ile ‘yaşam tarzı’, ‘style’, ‘dizayn’, ’tasarım’ gibi kavramlarla hayatımıza sızan kültürü tanımak farkındalık oluşturmak gerekiyor. Burada bir farkındalık geliştirmeden yanlış ve doğruyu anlatmak mümkün olmaz. Kimin nasıl örtündüğü ya da örtünmediği üzerine kafa yormadan önce belki de yapmamız gereken bu! İlkeleri ve fikri öne almaz, eylemlere odaklanırsak içeriği boş dindarlık şovları etrafımızı kuşatacak…”10 Bunun savunmasına “felsefesi olmayanın dini yaşantısı da olmaz” şeklinde bir “gerçeği” öne sürerek denklik getiriyor. Öyleyse kendisine birilerinin kendisine hatırlatması gerek: Toplumsal üstyapıyı belirleyen son kertede ekonomik altyapıdır, sosyal üstyapının en tepesine “fikir” kavramı oturtulur. En büyük anti-kapitalistler her zaman bunu vurgulamışlardır, kendisi gibi yavan kapitalizm eleştirisi yapanların aksine. Öyleyse, devletin dini kalesi olan Diyanet İşleri Başkanlığ’nın aylık dergisinden yapılan bu eleştiri henüz dürüstlüğünü bile kanıtlayamayacak derecede sığ ise, yapılan kapitalizm eleştirisi degil de nedir? “Köktendincilik farklı kültürler arası karşılıklı ilişki ve etkileşimlerin buharlaştığı, durağan bir kimlik inşa etme eğilimi ile dışa vurur.”11 Yukarıda verilen alıntı bizim sorumuza cevap verecek yönden, aynı zamanda sisteme sözde bir eleştiri getirip sistemin aktörüne dil uzatmamanın da gerekçeli kararıdır. “İslami köktendincilik ‘hem gelenekselciliğe hem de resmi dinsel kurumlara karşı [...] düşmanca bir yaklaşım sergiler. Entelektüel ve politik bir bakış açısından hareketle, kutsal metne yaratıcı bir bakış getirir.’ Metnin devrimci bir yorumu söz konusudur –sadece içeriği itibariyle değil, aynı zamanda mevcut toplumsal düzenle ilişkilendirdikleri geleneksel Sünni din adamlarının, ulemanın karşısına yeni bir entelektüel kesim çıkarırlar.”12 Hatırlatmasını yaparak Böhürler’in yazısına gündemi takip eden şu metni eklemek gerekir: “İslam dinine ve onun kamusal alandaki görünümüne karşı husumet besleyenler yarın yazacaklar biliyorum ama söylemek durumundayız aslında kendi elleriyle kendi dinlerini icat ettiklerinin farkında değiller. Yurttaşlık benzeri din icat ederek İslam karşısına kendi yapay dinlerini koymanın çabası içinde olduklarını bilmiyorlar ya da bilmek istiyorlar. Bu ülkede çıktılar ‘’sipariş şairleri’’ çıktı bunların. Kabe Arap’ın olsun bize Çankaya yeter dediler. Bu zihniyet helvadan put yapma zihniyeti değil de nedir? Kendileri yaptılar kendileri taptılar. Bunu hala ikamet etmek isteyenler var. İşte bunun için normalleşme, özgüven, cesaret diyoruz. 100 bini aşkın din adamımız var bunun için ülkemizde. Demokrasi, özgürlük diyoruz. 10 Böhürler’in makalesinden. 11 Domenico Losurdo’nun “Köktendincilik Nedir?” isimli kitabından, Yordam Kitap. 12 Domenico Losurdo’nun “Köktendincilik Nedir?” isimli kitabından. Haznedaroğlu 5 200 yıldır yaşanan baskılara rağmen köklerimizle kesilmeye çalışılan irtibata rağmen Türkiye’nin alimleri ayaktadır.”13 Böhürler’in bu dürüst olmayan ve sığ eleştirisi asla aktörlere yönelemez, çünkü yukarıda konuşmayı yapan için de böhürler için de aşağıdaki tanım geçerlidir: “Siyasi ilkelerini kutsal kabul edilen bir metne dayandıran, köktendinci.” 13 Cumhurbaşkanı’nın 5. Din Şurası’nda yaptığı konuşmadan. DUYGU GÜMÜŞCÜ BETON YEŞİLİ ŞEHİR Derin bir uykudayken birden rüyamda tartışma sesleri duymaya başladım. Hiç istemesem de huzursuzca uyanıp gözlerimi açtığımı hatırlıyorum. Gerçekten de kalabalık bir topluluk ikiye bölünmüş, birbirleriyle hararetle tartışıyorlardı. Ben de iki grubun tam ortasında oturuyordum. Bir grup Ankara’nın özelliklerini överken diğer grup ise İstanbul’u yere göğe sığdıramıyordu. Sesler gittikçe artıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken iki grupta aniden susup bana bakmaya başladılar. Benden hangi gruba dahil olacağımla ilgili bir seçim yapmamı istiyorlardı. Ben de düşünmeye başlıyorum. Acaba hangi şehri seçmeliyim? Kafam karışınca pencereden dışarıya doğru baktım. Birden Anıtkabir’in tam arkasında Boğaz Köprüsü manzarası belirdi. İki şehir birbirine karışmış gibiydi. Sanırım hala rüyamda iki şehrin özelliklerini birbiriyle kıyaslamaya devam ediyordum. Çünkü iki grup da sabırsızlıkla benden bir tercih yapmamı bekliyorlardı. İstanbul, bizlere her zaman en modern, en gelişmiş, en güzel şehir olarak tanıtıldı. Ankara ise doğadaki yeşilliğin her gün daha da azaldığı ve betonlaşmanın arttığı memur ve öğrenci şehri olarak biliniyor. İstanbul galip geliyor gibi görünse de Ankara, benim doğduğum, büyüdüğüm ve kişiliğimin şekillendiği bir şehir. Ben bu şehri nasıl görmezden gelip bir kenara atabilirim ki? Sıkıldığım zaman deniz kenarında yürüyüş yapamasam da seviyorum bu şehri. Böylece tarafım belli oldu ve Ankara’yı seçenler grubuna doğru yürümeye başladım. Ancak, seçimimle birlikte tartışmanın sona ermesini beklerken tartışma daha da hararetli bir hal aldı. Bu tartışmayı sonlandıracak güçlü bir hakeme ihtiyacımız vardı. O sırada kapıdan içeri kendisini meşhur kişisel gelişim kitaplarıyla tanıdığımız Üstün Dökmen girdi ve ortadaki hakem koltuğuna oturdu. İki gruba da dikkatle baktıktan sonra bana göz kırptı ve kendisinin kitabı olan Ankara Destanı’nı açıp okumaya başladı. “Is tanbul, çıkmaz sokak dolu; ya yokuştur ya merdiven sağı solu. Ankara’da çıkmaz sokak yok; Çankaya’ya cı̧kar bütün yolları. (Dürüst olmalı; belki var da bana gözükmüyor Ankara’nın çıkmazı.)” (Dökmen, 17) Bu tartışmada Üstün Dökmen’in tercihi kendi kitabının isminden de kolayca anlaşılıyordu. Kazanan çoktan belli olmuştu. Ankara Destanı adlı kitabın içindekiler kısmını gördüğümde sayfalara karşılık gelen bölümlerin Ankara kelimesinin harflerinden oluşan bir akrostiş şeklinde yazıldığını fark ettim. Kitaba böyle bir başlangıç yapılması oldukça hoş bir sürprizdi. İstanbul sevdalıları bu durumdan pek hoşnut olmasalar da Üstün Dökmen gibi bir üstada karşı söz söyleyemediler. Mecburen oturup şiirleri dinlediler. Ankara taraflarları oldukça mutlu görünüyorlardı. Aslında, kavga gürültü sesi dinlemek yerine şiirleri dinlemek iki gruba da çok iyi gelmişti. Tartışma ortamı yerini neşeli bir ortama bırakmıştı. Ankara şehrini beğenmeyenler bile art arda okunan şiirlerle birlikte fikirlerini tekrar gözden geçirmeye karar verdiler. Onların kararlarının değişmesinde Üstün Dökmen’in gür sesi de etkili olmuştu. Hislerimi kelimelere döken Ankara Destanı şiirlerini çok beğenmiştim. Özellikle şu dizeler beni oldukça etkilemişdi: “Bozkırın ortasında beton yeşili şehir; göğünü kömür dumanı kaplasa da, denizin olmasa da, yine de seviyorum seni Ankara.” (Dökmen,12) Aslında, iki şehrin de ayrı bir yeri ve ayrı sevenleri var. Çünkü, insanlar bazı yaşanmışlıklarını değiştiremiyorlar. Aksine, onlara daha çok bağlanıyorlar. Beton yeşili şehrim, benim için birçok yaşanmışlığı temsil ediyor. Bu sebeple ondan vazgeçemiyorum. Hakemimiz olan Üstün Dökmen de benimle aynı duyguları paylaşıyor ve rüyamdaki tartışmayı sona erdiriyor. Yararlanılan Kaynaklar Dökmen, Üstün. Ankara Destanı. İstanbul: Remzi Yayıncılık, 2014. Baskı. Metinde bulunan görsel, http://blog.radikal.com.tr//kent-kulturu/klasiklesen-ankara-vs-istanbul- kiyasi-8535 sitesinden alınmıştır. Doğa Tuna GERİYE KALAN: SON BİR ÖMÜR Önümüzdeki 25 gün, hayatınızın son günleri olsaydı ne yapardınız? Buna benzer sorular size yöneltilmemiş olsa bile pek çok kez duymuşsunuzdur. Bazı hastalar için bu durum gerçek olsa da geri kalanımız genel olarak ortalama bir ömür süreceğiz. Peki gerçekten de bu sizin son ayınız olsa, kalan zamanınızı nasıl geçirirdiniz? Cevap genelde hep aynı. Şu anda ne yapılıyorsa bırakıp yapabildiği kadarıyla hayallerini gerçekleştirmeye çalışacağını söylüyor herkes. Madem içinde bulunduğumuz durumdan memnun değiliz, madem istediğimiz hayatı yaşamıyoruz öyleyse biz ne yapıyoruz? Neden hayallerimizi erteliyoruz? Ya birçok hayatımız olduğunu ve olacağını düşünüyoruz ve bu yüzden “Aman bu hayatı da böyle yaşayıverelim” diyoruz ya da… Açıkçası başka bir sebep aklıma gelmiyor ve diğeri de kafama yatmıyor. O zaman bir kez daha aynı soruya geliyorum: Neden böyle yapıyoruz? Bugünümüzü öylesine gelişi güzel yaşamamız ilerde çok mutlu olmak için aslında ama o “ilerisi” bir türlü gelmiyor. Ortaokuldayken lise için isteklerimizi gerçekleştirmeden sadece derslere yoğunlaşıyoruz, iyi bir lisede okumak ve orada istediklerimizi yapabilmek için. Aynısı lisede de oluyor. “Üniversiteye geç rahatsın”, “Üniversitede her istediğini yaparsın” sözleriyle lise yıllarımız da geçiyor derslerle, yine isteklerimizi ileriye erteleyerek. Sonra üniversiteye geliyoruz, aynısı burada da var. “Üniversiteye geçince şöyle yapacağım, bunları bunları yapacağım” diyoruz ama yine sınavlardı ödevlerdi erteliyoruz. Akademik başarımız hep daha öncelikli, çünkü mesleğimizi belirliyor ve hayatımızın geri kalanında onunla olacağız, iyi olması çok önemli. Üniversite de bitti, sırada hangi bahane var? “Hele bir işe gireyim de …”, “İyi para kazanmaya başlayınca dünyayı gezeceğim”, “Askere gidip geleyim ondan sonra”, “Çocuk büyüsün hele bir…”, “Emekli olduktan sonra şunu yapacağım”. Bunları diye diye 50 yaşına geliyoruz. Bu sefer de hayallerimizi gerçekleştirecek gücü, enerjiyi bulamıyoruz kendimizde, gençlere öğütler vermeye başlıyoruz “Aman gençken yapabildiğini yap” diye. Bir şeyi gerçekleştirmek için gelen motivasyonumuz, eğer harekete geçmezsek 15 saniye içinde yok olurmuş. Hayallerimize de böyle mi oluyor? Sonsuz zamanımız varmışçasına hayal kuruyoruz daha doğrusu hiç ölmeyecekmişçesine hayallerimizi erteliyoruz. Bir tanecik hayatımız var ve her geçen saniye bizi bu hayatın sonuna daha da yaklaştırıyor. Tam şu an bu yazıyı okurken bile en azından bir dakikanız eksilecek, tabii şimdi okumayı bırakmazsanız. Eğer doğduğumuz anda bir taksimetre başlasaydı ve yaşadığımız her an para yazsaydı büyük olasılıkla ya insan nesli tükenirdi ya da biraz daha dolu dolu geçirmeye çalışılırdı bu zaman. İnternetiniz varsa çok büyük bir ihtimalle şöyle bir şeyi görüp okumuşsunuzdur: Eğer her gün size 86400 lira verilseydi ve biriktirme hakkınız olmasaydı o parayla ne yapardınız? Söz konusu maddiyat olunca hepimiz elimizden geldiğince tutumlu harcarız paramızı. İstediğimiz ve değecek şeylere para vermeyi tercih ederiz, bir daha asla işimize yaramayacak veya sevmediğimiz şeylere vermektense. Oysa zamanımız paramızdan daha kıymetli değil mi? Her geçen gün hayatımız kısalıyor ve biz bu zamanı bomboş geçiriyoruz. Bize hiçbir yararı olmayan şeylerle ilgilenmekte hepimiz ustayız veya hoşumuza gitmeyen işlere tahammül sınırımız o kadar yüksek ki asla sınırlar zorlanmıyor. Sevmediğimiz bölümleri okuyoruz, sevmediğimiz insanlarla vakit geçiriyoruz. Sanki mecburen yaşıyoruz. Leonid Andreyev’in Şeytan’ın Günlüğü adlı kitabında da taksimetre gibi bir benzetme var. “Aynı anda hem yaşama hem ölüme olan uzaklığı sayan o keskin, yüksek tık sesi” diyor Şeytan, kalp için. “İnsanlar her yanı ölçüp saymayı severler, anladım da, yaşamın yitip giden her bir saniyesine sihirbaz titizliğiyle eşlik eden bu sayacı bağırlarında nasıl taşıyabilirler?” diye de ekliyor Leonid Andreyev Şeytan’ın ağzından. Şeytan için kalp, yavaş yavaş ölüme yaklaştığımızı bize sürekli hatırlatıyor ve bu ona göre yeteri kadar ürkütücü bir durum. Aslında gerçekten de haklı. Eğer alışmamış olsak biz de korkabilirdik. Bazen kalbimiz olağan dışı ve genelde de daha hızlı attığında öyle net duyarız ki, bu ses bile başlı başına durumun normal olmadığını anlatır bize. Korkunç bir yanı olmasının yanında heyecanlı ve biraz da zevklidir bu durum. Korku filmine gitmek, lunaparktaki oyuncaklara binmek veya daha da ötesi ekstrem sporları yapmak bu yüzden iyi hissettiriyor kendimizi. Canlı hissediyoruz. Demek ki normalde böyle hissetmiyoruz, ne acı. Günlük hayatın koşuşturmacasına o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi sayacın işlediğini unutuyoruz. Bazı şeyler o kadar sıradanlaşmış ki hayattan zevk almıyoruz hatta yaşadığımızı bile unutmuşuz. Oysa tüm kötülüklere rağmen bile o kadar çok güzellik var ki. Duomo di Milano’ya bakıp da büyülenmemek, klasik müzik dinleyip de hayran olmamak, uçsuz bucaksız denize bakarken rahatlamamak, gece ya da gündüz fark etmeksizin gökyüzüne bakınca aslında hiçbir şeyin o kadar da büyük olmadığını düşünmemek mümkün değil. Daha bir sürü mümkün olmayan şeyleri sayabilirim ama demek istediğim şey istediğimiz her zaman her yerde bir güzellik bulabilir ve hayatımıza az da olsa renk katabiliriz. İnsanların belirlediği doğrulara veya yanlışlara göre yaşamayın. Kendi istediğiniz gibi yaşayın. Tek hayatınız var ve o da şu an yaşamakta olduğunuz. Belki inançlarınız gereği “gerçek” yaşamın daha sonra geleceğini düşünüyorsunuz ama bir garantisi yok, doğru olup olmadığını kimse bilmiyor. Onun yerine sahip olduğunuz hayatınızı da istediğiniz gibi yaşayın, eğer olacaksa diğerini de. Hayallerinizi ertelemeyin çünkü sayaç sürekli çalışıyor. Seda ÇAM SOSYAL LİNÇ İnsanoğlu ebeveyn olduğunda evlatlarını koruması onlar için belli başlı korkuları olması son derece doğal değil midir? Evet, bu çok doğaldır o zaman bundan uzak durabilirsiniz demek ne yazık ki pek de kolay değil. Kendi geçmişimizden, doğup büyüdüğümüz topraklardan bir parça taşımak ve bunu gelecek nesillerimize iletmek her toplumda var olan bir gelenektir. Fakat her ailenin bunu gelecek nesillerine aksettirme yöntemi birbirinden oldukça farklı olabilir. Jeanette Winterson otobiyografisi olan Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın da evlatlık verildiği ailedeki baskılardan ve dayatmalardan bahsetmiş, pek de doğru olmayan bu yöntemlerin onun hayatını nasıl şekillendirdiğinden söz etmiş. Bizim toplumumuz da dahil olmak üzere bir çok toplumda dini zorunluklar bazı aileler tarafından yanlış anlaşılmakta, bu yanlış anlaşılmalar da çocuk eğitiminde bazı zorluklara neden olmakta ve gelecekte çocukların hayatlarında geri dönülmez sorunlara yol açtığı gözlenmektedir. Her birey kültürel ve dinsel kavramları kendilerine göre yorumlamakta özgür olsalar da bu değerleri çocuk eğitimini göz önüne alırken akıl ve mantık eşliğinde düşünmeliler. Jeanette Winterson, bu akıl ve mantık dışı yetiştirilmesi sürecinde evine kişisel kitaplarını alamamış, özgürce kendi cinsel tercihini savunamamıştır. Bugün, toplumumuzda çoğumuza aykırı gelen düşüncelerin, yaşam tarzlarının artışı belki de her geçen gün artan toplumsal baskı ve değişik din yorumları nedeniyle gelen zorunluklar olabilir. Atalarımızın da dediği gibi ‘’Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin.’’ sözleri kitabı okuduğum süre boyunca aklımdan çıkmadı. Sürekli Winterson’ın annesi eve kutsal kitaptan başka kitap sokmadığı için mi Winterson A’dan Z’ye kütüphanedeki bütün kitapları okudu; üvey annesinin homofobik duyguları olduğu için mi lezbiyen oldu sorusu kafama takıldı. Belki üvey annesi dini zorunluklarını ya da normal olmayan dayatmalarını evladı için bir kenara bırakabilseydi ve onu ‘’olmaz’’lar ile bunaltmasaydı her şeyin sonucunu değiştirebilir miydi? Birçok psikolojik deneyin de gösterdiği gibi insanların ‘’olmaz’’ ve ‘’yasak’’ kelimelerinin üzerine gittiği ters mantığın aslında insan hayatını ne kadar etkilediği bilinen bir gerçektir. Dini dayatma ağırlıklı toplumlarda eşcinselliğin, kadın tecavüzlerinin, çocuk istismarının sürekli arttığı görülmekte. Sonuç olarak şu söylenebilir ki bir bireyi toplumu ne kadar farklı yönlerde bastırırsanız, onlar da bir o kadar hırçınlaşır ve kendilerini farklı yönlerde doyurmak isterler. Ünlü filozof John Locke ’un da dediği gibi ‘’Ahlaki değerlerimizin rengini çevremizdekilerinkine bakarak seçiyoruz.’’ bu söz de işte neden sadece bir bireyi etkileyen dayatmanın aslında toplumu tümüyle kapsadığını gösteriyor. Yani, anneler, babalar ya da geleceğin ebeveynleri çocuk yetiştirmede, onları iyiye yönlendirmede ve doğruyu yanlışı, yasak olanı olmayanı nedenleriyle birlikte onlara çok iyi anlatmalılar. Kimi zaman onlara doğru gelen değerler tamamı ile bir hata olabilir, işte bu nedenler de göz önüne alınmalı ve herkesin bu konuyla ilgili çok iyi bilgilendirilmesi gerekmektedir. Son olarak, naçizane fikrim şudur ki, herhangi bir gerçek dayanağı bulunmayan, tamamen yanlış yorumlamalardan ortaya çıkmış dini ve kültürel dayatmalar toplumları ve bireyleri geriye götürür, ileri adımlar atmalarında engel teşkil eder çünkü bireyler gerçekte var olmayan bir yasaktan kaçmaya çalışırken, asıl yapılmaması gerekene yönelirler. Ama şu unutulmamalıdır ki, hiçbir toplum ya da birey eşcinsellikle, eğitimle, edebiyatla ya da çok okumayla yıkılmaz aksine güçlenir çünkü farklılıklar, değişik yorumlar kendini aktif tutan değerler ve baskıdan uzak özgür düşünceler toplumu toplum; bireyi ise birey yapar. Kaynakça Winterson, Jeanette. Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın. Sel Yayıncılık, 2015. NEFRET AŞKIN PERDESİDİR “Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar, Zalim beni söyletme derunumda neler var! Bilmez miyim ettiklerini, eyleme inkâr, Zalim beni söyletme, derunumda neler var!” Feride’nin Kamran’a yazdığı bu dokunaklı ve bir o kadar da açıklayıcı şiiri eserin özeti olarak görebilmek, değerlendirmek mümkünken, Çalıkuşu’nun aşk temasını en incelikli ve en nitelikli işleyen Türk romanlarından biri olduğunu söylemeden de geçmek olmaz. Çalıkuşu, yazarı Reşat Nuri Güntekin’in edebiyatımıza bıraktığı eserlerin neredeyse tamamında olduğu gibi müthiş bir ustalık ile kaleme alınmış, okuyucuların karakterlerin neredeyse tamamı ile bir gönül yahut akıl birliğine girebildiği güzide bir eserdir. Uzun süreler boyunca inkâr edilip, dile, açığa vurulmayan hatta duyulan büyük aşkı gizlemek için nefret kisvesi altına saklanmanın ne denli zorlayıcı bir şey olduğunun anlatıldığı bu eser, Feride’nin nezdinde tüm aşıkların duygularına tercüman hükmündedir. Teyzesinin o meşhur köşkünden ayrıldıktan sonra karşısına çıkan hiçbir erkeğe Kamran’a baktığı gibi bakamayan Feride’nin tüm bu yaşadıklarına hayranlık ve takdir ile bakmak oldukça doğal bir durumdur. Çalıkuşu romanından söz açıldığında “idealizm” kavramı net ve kalın çizgilerle altı çizilmesi gerekli bir konu olarak karşımıza çıkar. İdealist bir kadının neler yapabileceği, neleri göze alabileceği, fedakârlıkları ve iki seçenek arasında kalarak yaptığı tüm seçimler bizlere bir dünya gerçeğini sunar. Çalıkuşu’nu ve Çalıkuşu’nun Feride’sini değerlendirirken sadece idealizm ile olaya yaklaşmak ise bana göre acımasızca bir durum olacaktır. Feride, açığa vuramadığı duygularının onda yarattığı ağırlıktan uzaklaşmak amacıyla, kimseye kendisini anlatmamak, duygularını kimseye iletmemek amacıyla yuvasından uzaklaşan bir insanı temsil eder. Reşat Nuri Güntekin, büyük bir özen ve ihtimam ile yarattığı romanının ana karakteri Feride’yi de yine büyük bir başarı ile eserine adapte etmiştir. Bizler, okuyucu olarak Feride’nin en hareketli, en şımarık, en şen şakrak hallerine aslında en üzgün anlarını yaşadığını anlayabilirken, yüreğinin ona oynadığı oyunlara da birinci gözden şahitlik ederiz. Tuttuğu defterin sayfalarını çeviren biz oluruz çoğu zaman. Hatta Çalıkuşu’nu kendimiz, kendimize göre sınıflandırmak isteriz: Bazen korkusuz deriz ona, bazen neden yaptın bunu diye çıkışırız. Hangi duygu ile yaklaşırsak yaklaşalım bir asıl soru eser boyunca bırakmaz peşimizi: “Olacak şey mi bu?” Çalıkuşu, işte tam da bu yüzden yıllardır her okuyanın baş tacı ettiği, her okuyanın bir kez daha okumayı reddetmeyeceği bir roman hükmünde ve kütüphanelerimizde. Eserin birçok bölümünde dertlenebilen biz okurlar için en acıklı anlardan biri de hiç şüphesiz, Feride’nin Kamran’dan gelen mektupların tamamını Zeyniler’deki soğuk odasının ocağında, okumadan yakmasıdır. O, mektupları yakarken bizler romanın kapağından, sayfalarından içeriye girip ona dur demek isteriz. Feride’den daha çok merak ederiz hatta Kamran’ın ne yazdığını o mektuplarda. Tutkuyu tüketmedikleri halde bitirmek zorunda kalan Feride ve Kamran’a duyduğumuz hislerin tamamı birden bizler için slalom şeklinde cereyan eder. Elyotropu araştırmayan Çalıkuşu okuru yoktur mesela. Bu Reşat Nuri’nin muhtemelen bilinçlice yaptığı bir akılda kalma yöntemi olarak da değerlendirilebilir. O keskin kokulu maddenin sahip olduğu koku romandan bizlere, burnumuza ulaşırken Reşat Nuri’ye duyduğumuz hayranlık da bir kat daha artar. Çalıkuşu’nu henüz okumamış insanlara tavsiyem ise eseri bulunabilecek en eski baskı ile okumak olacaktır. Güncelleştirilmiş baskıda nispeten soğuk olarak değerlendirilebilecek dilden ilk baskıda eser yoktur. “Hakkınız var sizin. Bizi iki biçare insanız. İki derdi birleştirsek, belki mesut oluruz diyordum ama yanılmışım.” Kısmı mesela muhakkak ilk haliyle okunmalıdır. Reşat Nuri Güntekin’in kısaltmalarla gösterdiği şehir isimlerini ufak ipuçlarıyla yakalamaya çalışmak gayreti de Çalıkuşu okurları için tanıdık bir durum olacaktır. B… dediği şehrin Bursa, Ç… dediği şehrin Çanakkale olduğunu anlayan okurun, bundan duyduğu haz kelimelerle tarif edilemez herhalde. Nesiller boyunca hep bir şekilde karşımıza çıkacak olan Çalıkuşu’nun nasıl bir kudrete sahip olduğunu anlatmak, en hafif ifade ile boşa bir çaba olacaktır. Ancak bizler gibi o eseri içine işleyerek okuyanlar Çalıkuşu’nun aslında ne olduğunu idrak edebilirler. Yazarının muhteşem yeteneği ve sahip olduğu sihirli anlatım gücü, karakterlerin oturmuşluğu ve yarattığı merak hissiyatı Çalıkuşu’nu Çalıkuşu yapan faktörlerin en başında gelir. Bizlere düşen ise, Çalıkuşu’nu bir kez değil, birçok kez okumak, henüz okumayanlara ise ondan bahsederek gerçek bir edebi eser ile karşılaşmasına vesile olmaktır. Hepimiz bir gün Feride yahut Kamran olabiliriz. Sanatın Diktatörlüğü İnsanlar arzuları gereği hep güzel olanın peşine düştüler; toplumsal kanılarca güzel sayılana ulaşmaya çalıştılar. İnsanlığın ilk adımlarından beri süregelen bu alışılagelmişlik belki de asıl sebebidir sanatın çağımızda bu kadar ilgi görmesinin; her köşe başında duvarlara kazınmış fikirler, sokaklardan yükselen müzik sesleri, internette her gün bir başkası türeyen yenilikçi akımlar, bir nevi her türlü sanatsal hareket günümüzde sanatın iktidarını açıkça ortaya koymakta. Duvara fikrini kazımaya ya da sokakta müzik yapmaya sanat mı denir diyenler elbette olabilir. Gerçek manada bunların hepsi sanat sayılamaz mı? Sanat her türlü kalıplaşmış fikre karşı olduğu ve farklı bir dille yaşamı yorumlamaya çalıştığı için bu insanların gösterdiği her türden yaratıcı çabaya sanat demek yerinde bir tabir olur. Peki, sanatın iktidarlığından bir şüphemiz yok. Fakat sanatın köklerinin nereye dayandığı hakkımızda bir bilgimiz var mı? Belki de sanat gerçekten biz insanların içindeki güzele olan arzudan var oldu ve türeyip bugünlere kadar medeniyet dediğimiz inşası koca bir insan neslinin yıllarını alan ve daha da alacak olan olgunun önemli bir yapıtaşı oldu. Bu yüzden sanat da varoluşu gereği hep güzelin peşinde. Bu açıdan sanat ve insan ortak bir arayışa sahip iki yakın dost olabilir. Ama bazen dostların bile çıkarları aynı yönde olmayabilir. Demek istediğim ya insandaki güzele olan arzu bir istekten öte bir ihtiyaç haline geldiyse? Peki ya eski dost o eski dostunu bu ihtiyacını gidermek için bir araç olarak kullanmaya başlarsa? Sanırım o eski dosta da bundan sonra hep ihtiyacımız olacak. Belki de bu asıl sebebidir engel tanımayan sanat merakımızın diğer bir deyişle bitmek bilmeyen kara sevdamızın? Sanatın iktidar olması en çok da bu hususta merak uyandırıyor sanırım. Peki ya sanatın kökenlerini oluşturan o güzellik arayışı, insanlığı yanlış yerlere mi sürükledi yıllarca? Aslında pek de öyle gözükmüyor. Güzele olan sonu bitmek bilmeyen arzumuz bize bir sürü güzellik getirdi yıllarca; ünlü bir moda defilesindeki kıyafetten tutun sokaktaki sıradan bir insanın kıyafetine ya da oturmakta olduğumuz evlerin mimarisinden tutun muhteşemliğiyle insanın ağzını açık bırakan o eski çağlardaki sarayların mimarisine. Sonuçta sanat denen kavram da burdan türedi ve belki de bu sayede insanların medeniyet dediği kavramı baştan tasarladı. Düşünsenize insanlığın sanat olmadan toplumlarını inşa ettiğini; nasıl toplumlar ortaya çıkardı acaba? Toplumsal açıdan bir yana bireysel olarak bile ele aldığımızda düşüncelerimizde bile farklı olanı bulma çabamız insanın daima farklı ve güzelin peşinde olmasının bir eseri. Gerçekten masum bir arayış olarak gözüküyor insandaki estetik arzusu. Fakat insandaki bu estetik arzusu hakkında bir açıklayıcı sebebimiz var mı? Yani neden her doğup büyen yeni bir bireyde de var bu estetik arzusu? Belki de biz kendimize öğretiyoruz güzeli sevmeyi ve sadece kendimizle de kalmıyoruz sanırım. Yani ya tüm insanların güzeli arama çabası sonradan öğretilmiş bir olguysa; hatta çoğu insanda ortak sayılabilecek bir güzellik algısı oluşturuluyorsa. Başka ne sebebi olabilir ki herkesin sevdiği şeyleri bir başkasının da sevmesinin? Ya da neden bir kimse de çıkıp çirkine ilgi duymaz? O kadar birbirinden farklı insanların bu kadar ortak güzellik algısı olması saçma geliyor biraz da. Asıl sorulması gereken önceleri estetik bir arzudan ibaret olan neden bir ihtiyaç haline geldi ki? Burda da eski dostumuz sanat işin içine giriyor. Sonuçta sanat ve toplumun estetik algısı sıkı sıkıya bağlanmış durumda ikisi de birbirini etkileyebiliyor. Sorun sanatın bir uğraştan öteye gitmesiyle başladı. Sanırım böylesine bir toplumsal problemin sorumluları da “Sanat toplum içindir” diye bağıran ağızlar oluyor. İnsanlarda gereksiz sayılabilecek bir ihtiyaç oluşturdular. Yanlış olan sanatın insanlarca yaygın bir uğraş olması değil; aşırıya kaçan bir ihtiyaç olması. Belki de “sanat sanat içindir” diyenlerin tek demek istediği sanatın bir uğraştan öteye gitmemesi, sanatın hiçbir zaman toplumun ihtiyaçlarını giderecek bir araç olarak kullanılmaması gerektiğiydi. Çünkü ne zaman sanat toplumun ihtiyaçlarını gidermek için bir araç oldu o zaman sanat toplumda bir ihtiyaç olarak algılandı. Ne zaman sanat toplumda bir ihtiyaç olarak algılandı o zaman insanlar güzeli ve farklı olanı fikirlerinde, kelimelerinde, çevrelerinde kısaca her yerde aramaya başladı. Sanat toplumda güzeli bir ihtiyaçsal kavram olarak kafalara kazıdı ve sanırım bu yüzden estetik arzusunu da sonunda bir ihtiyaç olarak öğrettik kendimize. Belki de sanat toplumsal normlarla süregelmiş bir alışkanlıktan ibaretti ama sanırım bu yüzden bir ihtiyaç hâline geldi sanata olan alakamız. Sanat insanı bu kadar yaratıcı olmaya şevk edebilecek bir uğraştı senelerce fakat insanlar sanatı sanat için mi görüyor artık? Yoksa sadece güzele olan arzusunu gidermek için bir araç olarak mı? Bu iki eski dost o kadar yanlış yollara düşmüş ki geri dönmesi çok uzun yıllar alacak. Keşke estetik zevkimiz bir arayış olarak ihtiyaçsal bir arzu olmadan öylece kalsaydı. Neden mi? Çünkü güzele ve estetiğe verdiğimiz önem arttıkça, onlarla kopamaz bir bütün haline geldikçe güzel olmayan ama bir o kadar da önemli olan diğer olgular bizim için değerini yitirdi; uzak durulması gereken sınıfına koyduk onları. Belki de bu yüzden sanat yoksunu insanları, toplumları hor görmekte modern toplumlar. Günümüzün yanlış sayılabilecek en büyük normlarından biri belki de bu sanat ve güzele olan meraktan fazlası ihtiyacımız. Bir çok yanlışı beraberinde getirdi; geride kalmış ve yalnızlığına terkedilmiş toplumlar, toplumsal olarak dışladığımız kitleler, en basitinden başka bir insanı hoş göremeyişimiz… Belki yanlış öğretilen sanat birçok güzellik getirdi hayatlarımıza biz aciz insanların fakat birçok insani değerimizi söküp aldı içimizden, daha da aciz varlıklar olduk. Kaybettiğimiz insanlığı tekrar edinebilmenin en mümkün görünen yolu sanat ve güzel hakkındaki toplumsal normlarımızı gözden geçirmek. Bir de o zaman görmek gerek yeni yetişen nesili ve onların yetiştireceği nesilleri. İnanıyorum ki insanlık yoluna kaldığı yerden devam edebilir eski dostuyla. Kaynakça: Artun, A. (2015). Sanatın İktidarı. İstanbul: İletişim Yayınları Burak Mutlu 21502500 Nesillerden Nesillere Armağan İstanbul İstanbul. Ülkemin tarihi açıdan en yoğun, en dolu kenti diyemem belki, Anadolu’muza ayıp olur. Ama bu kadar hırpalanmasına, dolu dolu kullanılmasına rağmen hâlâ o eski eskilerin hem kültür hem imparatorluk başkenti duruşunu koruyabilen, içindeyken biraz Bizans, biraz Osmanlı; biraz Avrupa biraz Asya esintilerini sezmeyi başarabildiğim tek kent diyebilirim. Bu kadar modern yapının arasında yine de nefes almaya, ben ölmedim, buradayım, yaşıyorum demeye devam ediyor gibi bu koca şehir. Nedim Gürsel, Bana İtalya’yı Anlat adlı eserinde kendisinin defalarca kez gitmiş olduğu İtalya’yı, şehirlerini birer birer ilginç tarihleriyle ve bu tarihlerini yansıtışlarıyla ele alıyor. Kendi görüşümce, İtalya’ya ilk gidişinde Roma’ya âşık olup sonraki her gidişinde bu aşkı biraz daha ehlileştirip, biraz da İtalya geneline yayarak engin bir sevgiye dönüştürmüş. Eserini okurken biraz kendi benzetmeleri biraz da benim yaşanmışlıklarım nedeniyle gözümün önüne hep İstanbul geldi. Ama kitaptaki güzel anlatımların yanı sıra benim İstanbul’umda biraz kasvet de vardı. Belki Nedim Gürsel hep güzel yanlarıyla anlatmış İtalya’yı bilemiyorum, İtalya şehirlerinin genelinde hâkim olan korunmuş dokuyu, mutlu ve enerjik kent yapısını İstanbul’da maalesef göremiyorum. Belki de benim ülke genelinde sayıca fazla olduğuna inandığım yanlışlar bu konuda önyargılı olmama neden oluyor. Ama sonuç belli, bu yıpratılmış İstanbul profili beni üzüyor. Bu vakada en büyük suçlu olarak devlet politikalarını görüyorum. Sanat, tarih, eğitim yerine kâr odaklı bir yapı var ortada. Bakkal dükkânı yönetir gibi nasıl daha çok kazanırım mantığıyla, bir hareketin birden fazla, yararlı ve zararlı, sonuçlar doğurabileceğini göz ardı ederek yapılan her hareket yarayı biraz daha deşiyor. İnşaat firmaları da bu anlayışın en büyük destekçileri. Kentsel dönüşüm diye bir kalıp var. Her yerde yüksek, çirkin, sanki aynı tezgahtan çıkmışçasına binalar görmeme neden oluyor bu kalıp. Ardında kalan şehri örtmeye çalışırcasına yükseliyorlar sanki. Varlıkları şehrin tarihinin parıltısını gölgede bırakıyor. Diğer tarafta, benden veya herhangi bir İstanbul sakininden çok daha önce de orada bulunan İstanbul ormanlarının varlığı bu kentsel dönüşüm nedeniyle tehdit altında. Onlar da tarihin ve genel şehir yapısının tamamlayıcıları. Yıpranışları bu şehrin Roma İmparatorluğu zamanından bugüne oluşmuş hatlarına, dokusuna karşı en az Zeytinburnu Gökdelenleri kadar büyük bir tehdit. Topkapı Sarayı gibi bir yerin sırf dizi çekimleri uğruna set olarak kullanılması, sahil şeritlerinin yeni restoranlara, mekânlara yer açılabilsin diye doldurulması gibi olaylar duyuyorum. Haberlerde İstanbul Fatih surları üzerine düğün etkinliği için kurulan çadırları, restorasyon adı altında yok edilen Vahdettin Köşkü’nü görünce artık daha kötü ne olabilir diye düşünmekten öteye gitmiyorum, gidemiyorum. Evet acı bir gerçek ama böyle hissediyorum çünkü çaresizlik içindeyim. Nereden başlanacak bilmiyorum. Nereden başlayacağım asıl onu ise hiç bilmiyorum. İstanbul hâla nefes alıyor, ben buradayım diyor ama bu gidişatla acaba kaç kuşak daha buna tanık olabilir büyük bir soru işareti. Birçok kültürün, dinin etkisini bir arada barındıran böyle bir kent bu kadar kötüye kullanımı hak etmiyor. Bilincin yöneticilerde olduğuna inanmazken toplumda olmasını beklemek de haliyle saçma geliyor. Çoğu topluma bakıyorum ve imreniyorum. Bu sorunları aşmayı başarmışlar. İtalya’da kimse çıkıp da Pisa Kulesi eğik, biz bunu düzeltelim demiyor ya da bu Venedik’te turistler için yeterince yer yok daha çoğunu ağırlayabiliriz diyerek birkaç ev alıp yıkarak arsasına otel dikmiyor. Her organizma gibi toplumlar da evrim geçiriyorlar. Bu gelişmişlik seviyesi her toplumda aynı seviyede değil ama bir tanesinin geldiği seviye diğer bir toplumun da o seviyeye gelebilme ihtimali olduğunu gösteriyor bana. Evet söylediğim gibi inancım zayıf ama elimde olan tek şey de yine o. Yani inancım. Umarım geri dönüşü olmayan çizgiyi çoktan geçmemişizdir. 1 Utku Türkbey Orkun BEDİR ANIN HAKKINI VER! Benim de bir mensubu olduğum günümüz gençleri arasında “anı yakalamak” söz öbeği çok revaçta. Bulunduğum sosyal ortamları göz önünde bulundurduğumda “revaçta” değerlendirmesi biraz yetersiz aslında. Öyle ki insanlar bu terimi bir yaşam şekli olarak kabullendiklerini söylerken bile bunun sözde bir aracı olarak benimsedikleri akıllı telefonları ile her anı kayıt altına almakla meşguller. Peki, anı yakalamak, anda kalmak gerçekten bu şekilde mi sağlanır? Bunları mı gerektirir? Bu üniversitenin istediğim bölümüne girebilmek için geçen yıl boyunca üniversite sınavına yaptığım hazırlıklar, daha önceki düzenli zannettiğim ama aslında düzen kelimesinin kenarından köşesinden geçmeyen ve bu hazırlık senesi ile ani bir değişime uğrayan yaşam biçimim beni sene boyunca bu konuda düşünmeye itti. Anı yakalamanın en önemli ön koşulu olan zamanı, nasıl bir saniyeyi bile amaçsızca kaybetmeden değerlendirebilirdim? Plan program yapmaya başladım. Aklıma gelen programıma dâhil olabilecek kayda değer her konuyu yazıya döktüm. Bir not defteri ve saatleri ile düzene koyduğum programımı barındıran bir ajanda edindim. Şevkimi kırmamak için ütopik hedefler koymamaya çalışsam da programımda her geçen hafta bir tık üst seviyede bir zorluk oluşturmaya başladım. Zamanı iyi kullandığımı ve programda belirlediğim işleri yerine getirdikçe, sıkça pes etmenin eşiğine gelsem de, bu hedefleri zamanında gerçekleştirebilmenin bana verdiği haz ile daha da iştahlandım ve sene boyunca komplekslerimin yıkamayacağı bir düzene girdim. Haziran ayında gerçekleştirilecek olan üniversite sınavının ikinci basamağına bir ay kala, bir iş merkezinden babamın da onayı ile bir ofis kiraladık. Sınava bir ay kala derslerime çalıştığım yerdeki yersiz bir terslikten dolayı, oradaki çalışma odasını bırakmak zorunda kaldım. Bu nedenle böyle bir çözüm üretme yoluna gittim ancak moralimi bozmadan maratona kaldığım yerden devam ediyordum. Programımı bozmadan, her sabah kalktığım gibi gene sabah saat 05.00’te kalkıyor ve aşağı yukarı saat 06.00’da kitaplarım önümde, masamın başında soluğu alıyordum. Bu iş merkezinde geçirdiğim sınavdan önceki son bir ay, belki de çalışma seviyesi bakımından vitesi en çok artırdığım dönemdi ve burada anı yakalamak bir kenara, zamanın içinde kaybolan sözde çalışanları gözlemleme fırsatını buldum. Neredeyse bütün çalışma saatlerini teknik olarak hiçbir şey yapmadan masa başında oturarak geçiriyorlardı. Zamanı yakalamayı bırakın, iteliyorlardı adeta geçsin gitsin diye. Memnuniyetsiz tavırlar içerisinde, yapmaları gereken çok iş olduğunu kendi kendilerine durmaksızın tekrarlıyor fakat çözüm üretme yoluna hiç girmiyorlardı. Zora gelemiyor, emek göstermeksizin bir çıkar yol arıyor ve baştan savma işler ortaya çıkarıyorlardı. Üstüne üstlük, sürekli yorulduklarını dile getiriyorlardı. Oysa onlar saat 10.00’da başlıyordu çalışmaya, 13.00’te başlayan öğle paydosunu iple çekiyor ve vakit geldi mi saniye kaçırmadan atıyorlardı kendilerini yemek yerlerine. Yanılgılarla dolmuş zihinlerinde, o yemek arasını çalışmaktan ve çalıştıkları ortamdan bir kurtuluş olarak değerlendiriyorlardı belli ki. Akşam saat 17.00 olduğunda ise, “Çok yoruldum, gene yetiştiremedim, bu nasıl iş?” diye söylenerek evlerine dağılıyorlardı. Bu insanlar benim “anı yakalama” anlayışımı elde edebilmenin gereksinimlerinden fazlasıyla uzaktı. Sabahın köründe ofisi ben açıyor, 15.00’te öğle yemeğimi yiyor ve saat 21.00’ den önce evime dönmüyordum. Şunu da eklemeliyim ki, ben onlar gibi kıpırdamadan oturup da çalışmış gibi yapmıyordum. Tam konsantrasyon, zihnimi yaptığım işe vererek çalışıyordum. Nedense akşam eve dönerken hayıflanmıyordum. Günün sonunda geriye baktığımda da yarım bırakılmış bir iş göremiyordum. Bu çalışanlarınkinin iki katından daha fazlaydı benim çalışma saatlerim ancak ben onlar gibi acı çekmiyordum. Onların bu durumunu gözlemleyebilmek benim için çok büyük bir fırsat olmuştu aslında. Onlara baktıkça ne kadar da düzenli ve verimli bir hayatım olduğunu fark etmekle kalmıyor, “Bu ülke neden gelişmiyor?” sorusunun yanıtını, yani tembellik, kendini kandırma ve plansızlığı da her geçen gün daha da somut bir şekilde görebiliyordum. Hayatımın önceki evrelerinde bu şekilde yaşayabilmenin zor ve gereksiz olduğunu düşünen ben, artık programsız yaşayanları etrafımda fark eder ve onlara şaşıran bir insan oldum. Oysa ilk başlarda gayet zor olsa da işler rayına oturdu mu bu şekilde yaşamak ne kadar da kolaydı. Neden kendilerine bu işkenceyi yapıp sonra da “Ya bu işi nasıl halledeceğim, nasıl yetiştireceğim?” diye hayıflanıyorlardı ki? Ben zamanı iyi kullanıp hayatımı düzene sokarken günler, aylar, haftalar geçip gitti ve üniversite sınavı kapıyı çaldı. Sonuçlar açıklandı ve ben minnettardım. “Artık zamanı yakaladım ve anı yaşıyorum.”, dedim kendi kendime. Peki, anı yakalayabilmiş ve zamanın hakkını gerçekten verebilmiş miydim? Bu soruya olan cevabım Bilkent Üniversitesinin oryantasyon programının ilk günüyle birlikte değişti ve yeni bir boyut kazandı. “Hayata Atılırken” adı altında verilecek seminer kapsamında konuşma yapmak üzere okulumuza, ismini o gün duyduğum, Garanti Bankası Eski Genel Müdür Yardımcısı Tolga Egemen teşrif etti. O, “Bir ajandanız olsun, yaşamanın ve bunun farkında olmanın en temel gereksinimlerinden biri olan mücadele duygusunu tadın ve bu duyguya bağlı kalın.” dedikçe, ben kafa hareketlerimle onun söylediklerini onuyor, doğru bir şey yaptığımı anladıkça mutlu oluyor ve onun vermeye çalıştığı mesajlara uzak olmadığım için her geçen saniye onu daha da dikkatli dinlemeye çalışıyordum. Konuşması ilerledikçe hayatı düzenleme konusunda sınıf atlıyor, bu konuya yeni boyutlar katıyordu ve benim de o anlarda “anı yakalamak” sloganına bakış açım farklılaşmaya ve gelişmeye başladı. Verdiği basit bir örnek benim bu yeni bakış açılarını gözden geçirdiğim sırada çok anlamlı geldi ve beni etkiledi: “…Alaçatı’ ya taşındıktan sonra bir bisiklet aldım. Akşam eve dönerken sabah fark etmediğim dik bir yokuşun varlığı gözüme çarptı. Eve varabilmek için bu yokuşu aşmam gerekiyordu. Bir gazla başladım. İlerlerken zorlanıyor, arada kafamı kaldırıp yokuşun sonuna bakıyordum. Bir süre sonra yapamayacağımı anladım ve ellerimle bisikleti iterek yokuşun sonuna varabildim. Sonraki gün gene aynı yokuşun başındaydım ve bir kez daha denemeye karar verdim. Başladım gene pedallara asılmaya bir iki üç… Bu sefer kafamı hiç kaldırmadım. Sadece pedalları çevirmeyi sürdürmeye odaklandım. Bir baktım ki yokuşu aşmışım, evimin kapısını görebiliyordum.” Çok etkilenmiştim. Anlattıklarını kendi akıl süzgecimden geçirdim ve yeni anlamlar katmaya başladım “anı yakalama” hedefime. Aslında pek de yakalayamamıştım anı. Sene boyunca çalışırken aklımda hep istediğim üniversiteye girebilecek miyim kaygısını barındırmıştım. Oysa anlamıştım ki o anlarda sadece çalışmaya odaklanmalıymışım. Başka hiçbir şey düşünmeden, gelecek kaygılarından sıyrılıp bütün duyularımla ve zihnimle çalışmanın hakkını vermeye odaklanmalıydım. Başka durumlarda da Tolga Egemen’in bu örneğindeki hataları yapmıştım aslında. Mesela geçen sene az da olsa arkadaşlarımla bir yerlerde laflamak için buluştuğum zamanlarda bile onlarla sohbet ederken, şakalaşırken aklımın bir köşesinde hep : “Çalışmalıyım ben, ne yapıyorum burada?” sorusu beni sıkboğaz ediyordu. Aslında bunu yaptığımda anı yakalamayı bırak o an ile olan bütün bağlarımı koparıyordum. Oysa o sırada zihnim ve duyularım sadece onlarla vakit geçirmeye ve eğlenmeye odaklı olmalıydı. Sürekli koyduğum hedefler, “Sonunda yakaladım.”, dediğim zamanı ve anları yok ediyordu. Şu anda bu yazıyı yazarken bile aklımın bir köşesine salı günü yapılacak olan MATH 101 sınavı geliyor ama hemen edindiğim farklı bakış açısı aklıma geliyor ve zihnimden atıyorum bu fikirleri. Gerçekten anı yakalamak o anın doğurabileceği sonuçları düşünmeden, kaygılardan sıyrılarak ve bütün benliğini o işe adamakmış. “Anı yakala!” sloganı aslında kabaca aklımda “Anın hakkını ver!” sloganına dönüşüyor artık. Genç akranlarım, anı yakalamaya çalışmayın. An avuçlarınızın içinde, bu yüzden sadece “Anın hakkını verin!”. Kaynakça: http://quotesgram.com/live-day-by-day-quotes/ Cansever Hangi Mevsimi Severdi? Hoşuma gitti şairle birlikte dışarıdan, bir balkondan veya bir meyhaneden seyretmek sokaktan geçen insanları. Sarışın, kumral, esmer kadınları ve dalyan gibi delikanlıları. Kimi şarkı söyledi, kimi kol kola yürüdü, kimi de sarhoş oldu. Şair yazdı, ben izledim.Bazen anlamadım şairin yoğun düşüncelerini ama yine de sevdim. Bütün şiirlerinin derlendiği Sonrası Kalırserisinin ilk kitabında yaşadım bu duyguları. Edip Cansever'in büyülü kaleminden satırlar okudum. Mevsim yazken terledim, kışken üşüdüm, baharken huzura kavuştum.Evet, en çok baharı sevdim. Acaba Cansever en çok hangi mevsimi severdi? Yaz mı? Bu yüzden mi sıklıkla bahsederdibir şeylerin sıcacık oluşundan, kadehlerin serinleyemeyişinden? "Her şey rahattı, insanlar mes'ut gibiydi Her şey rahattı,dondurmanın eriyişi bile. Bu yaz kadehlerin serinlemediği bir yazdı. Bütün caddeler yabancı, kadınlar yabancıydı." Hayret, o kadar şiirini okudum şairin, o kadar insanı seyrettik birlikte, betimleyişine tanık oldum ama onun hakkında bir bilgim yok. Sanki sadece bir aracıydı o, sohbet etmedi benimle. Parmağını uzattı ve gösterdi sokağı, o kadar. Sonra tanımak istedim onu. Şu "Beyoğlu'nda Gece" şiirinde bahsettiği, kumral, çekingen bir oğlanın karşısında kastanyet çalan, dişleri bembeyaz İspanyolyahudisineneler kattı acaba şair, onu öğrenmek istedim. "Salkımlı Meyhane"de hissettiği duyguları merak ettim. "Hoşlandığım Kadınlar" dediği, sadece şiirlerde yaşayan kadınları görmek istedim. Lisedeki edebiyat öğretmenim, Ali Gülay'ı aradım. Ona anlattım her şeyi olduğu gibi ve dedim ki, "Hocam bir şiir dinletisi yapalım". Yıllar öncesini hatırladı belli ki, "Bayan Saydam" dedi, herkese soyadıyla hitap eder, "o dinletiyi aratmayacak bir dinleti yapabileceğimize olan inancınız ne kadar?". Herkes isterseve emek verirse daha güzelini bile hazırlayabileceğimizi söyledim."Tamam" dedi.Tek tek aradım önceki şiir dinletisine emek veren herkesi. Hepsi olumlu yanıt verdi ve bir edebiyat dolu maceraya daha atıldık biz, Mehmet Emin Resulzade Anadolu Lisesinin herkesi derinden etkileyen o meşhur şiir dinletisini hazırlayan eşit ağırlık sınıfı, 11-F. Dinletiyi Edip Cansever'i tanıma, duygularını keşfetme isteği üzerine oluşturacağız. Bay Gülay okul yönetimiyle konuşup konferans salonunu ayarlayacak. Dekorumuzbalkondaki bir masa ve iki sandalyeden oluşacak, arka planımız ise tabii ki deniz ve liman resmi olacak. Loş ışık elde etmek için mum kullanırız herhalde. Önceki dinleti için yaptığımız gibi herkes evden bulabildiğini getirir. TRT stüdyolarından da rica ederiz bir kez daha, o kocaman mumları ödünç alırız. Bay Gülay, Cansever'i canlandırmak üzere iki sandalyeden birinde oturacak. Diğer sandalyeye ise Mert geçip "Öyle sokaklar vardır ki Beyoğlu'nda" diyecek "Uzaktan loş ışıklar gibi görünür". Arkasından Muhammed gelip "Ekim Aylarında" şiirini okuyacak, ne güzel yakışır ona, öncekidinletide "Pia"nın yakıştığı gibi. Sonra Musa, hoşlandığı kadınlardan bahsedecek Cansever'in ve Onurcan, "Salkımlı Meyhane"yi betimleyecek bize, Cansever'in kaleminden. "Umutsuzlar Parkı"ndan seçtiğimiz bölümleri bir bir sese, duyguya dönüştüreceğiz, Didem, İrem, Hazal ve ben.Oçok etkilendiğim gözlerden bahsedeceğim. "Oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye Yalvaran gözleriyle-açılmış açıldıkları kadar- Ya da bir tilki avındakim bilir kimin inceliği -Gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri -" Biliyorum, sesim titreyecek. Yine heyecandan hızlanacak kalp atışlarım. Sonra dudaklarımdan dökülen her sözcükşiirin dünyasına sokacak, rahatlatacak beni. Benim heyecanımla şiirin duygusu karışacak, kim bilir nasıl yansıyacak salondakilere. Eminim, Cansever'i seyirciye yaşattıkça, hissettirdikçe biz de daha iyi anlayacağız onu.Dinleyenlerin yüzlerinde, gözlerinde yakalayacağız her duyguyu. Yazı mı, kışı mı yoksa baharı mı daha çok sevdiğini öğreneceğiz şiirlerini ezbere okurken.Dinleti bittiğinde aldığımız her tebrikte Edip Cansever'i bulacağız. Herkes gittiğinde ve biz bize kaldığımızda, eminim gözlerimiz dolar. İyi işler çıkardığımızda hep duygulanırız biz,Mehmet Emin Resulzade Anadolu Lisesinin herkesi derinden etkileyen o meşhur şiir dinletisini hazırlayan eşit ağırlık sınıfı, 11-F. Bitti,diye üzülürüz belki de. Lakin kim bilir, belki bir başka şiir dinletisinde buluşuruz. Sonrası kalır. Dolunay SaydamKaynakça Cansever, Edip.Sonrası Kalır I.İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2010. Dilimin Döndüğü Kadar Uzun süredir merak ettiğim bir konuyu sonunda yazıya dökmeye karar verdim. İnsan kendi dilinde var olmayan bir kelimeyi ilk defa duyduğunda anlayabilir mi? Gelin, biraz daha açalım bu konuyu. Örneğin suyun ne demek olduğu asla bilmeseydik, su denildiğinde aklımıza ne gelirdi ya da suyu gördüğümüzde onu algılayabilir miydik? Bana göre insanın bir şeyleri idrak etmesi ve anlaması kendi dilinin kapasitesiyle alakalı. İşin özü dilin yetersiz kaldığı anlarda insanın algılaması da duruyor. Bu sebepten algımızı arttırmak istiyorsak dilimizi de geliştirmemiz gerekiyor. Son dönemde oldukça popüler olan Hollywood'un düşük bütçeli filmi Arrival da işte, bu büyüleyici konuyu işliyor. Uzaylıları, dilin yapısı ve işlevselliği üzerinden ele alıyor. Daha önce bu iki konuyla da uzun süre ilgilendim ana bu filme kadar uzaylılar ve dil arasında herhangi bir bağ görememiştim. Ama Arrival bu bağı çok önemli bir noktadan kuruyor ve beni deriden sarsan o soruyu soruyordu; insanların kelime dağarcığında hiçbir anlam ifade etmeyen kavramlar yok sayılmaya mahkum mu? Filmden bu kadar çok etkilenmem de işte, bu soru yüzünden. Bana göre insanlar algılayamadıkları her şeyin varlığından şüphe duyuyorlar. Bu yüzden kendimi bildim bileli devam ediyor uzaylılar var mıdır, yok mudur, tartışması. Bana göre bu sorunun cevabı Arrival filminde saklı. İnsan eğer kendi dilinde uzaylı kavramını temellendirebilseydi bugün uzaylılar hiçbir şekilde ilgimizi çekmezdi. Bilmediğimiz, anlamadığımız ya da algılamadığımız bir şeye doğal olarak merak duyuyoruz. Zihin kavramı tartışması da bu noktaya güzel bir örnek bana kalırsa. İlgimi çeken bir konu olduğu için uzun süre zihin üzerine okumalar yapmıştım. Bu okumalar sonucu iki seçenek çıktı karşıma, zihin ya tamamen ruhumuzun bir parçası olarak kendini var etmekteydi ya da zihin beynimizin henüz açıklanamayan kısımlarından biriydi. İşte, dilin önemi tam da bu noktada çıktı karşıma. Eğer zihin ruhumun bir parçası olsaydı bunu kabul etmem oldukça zor olacaktı çünkü ruhun tanımı kendi dilimin kapasitesini aşmaktaydı. Ruh denilince aklıma asla görmediğim, duymadığım ya da hissetmediğim ve kendi dilimde herhangi bir karşılığı olmayan karmaşık bir şey geliyor. Ruhumun varlığını kesin bir şekilde kabul edememem işte, bu sebepten. Tekrar uzaylılar örneğine dönmem gerekirse yine aynı sorun beliriyor bana göre. Uzaylı denildiğinde dilimin kapasitesi yine yetersiz kalıyor. Şeklini, cismini ya da herhangi bir özelliğini tarif edemediğim bir belirsizlik geliyor aklıma. Bu durum da dolayısıyla onlara inanmamı zorlaştırıyor. İşte, dilin önemi bu noktada karşıma çıkıyor. Dil sayesinde temellendirilen ve açıklanabilen şeylerin varlığından şüphe duyulmuyor. Böylesine bıçak sırtı bir konu eğer kesin bir sonuca bağlanabilirse bana göre dünyadaki birçok sorun da ortadan kalkmış olacak. Dünyada evrensel bir dilin henüz var olmamasından kaynaklı bir sürü problem mevcut. İnsanlar birbirleri ile tam anlamıyla iletişim kuramaması beraberinde savaşları, anlaşmazlıkları ve bencillikleri getiriyor. Çünkü dilin ortaklaşması demek kültürlerin, sosyal hayatların, gelenek ve göreneklerin ortaklaşması demek. Bu ortaklaşma dünya genelinde bir birlik ve beraberlik olgusunu doğuruyor bana göre. Örneğin ben ortak değerlerimin olduğu insanları daha kolay ve sağlam bir biçimde sahiplenebiliyorum. Onlarla duygudaşlık kurabiliyorum. '' Dil, dünyadır. '' diye boşuna söylememiş Wittgestein. Dünyanın var olması ve yaşamını sürdürebilmesi bana göre de dilin varlığına bağlı. İşte, bu yüzden dilimin döndüğü kadar anlatmak istedim sizlere bu önemli noktaları. KAYNAKÇA Arrival. Yön. Denis Villeneuve. Chantier Films. 2016. Atakan Karasan 21401193 Burak Sezer Coşkun 21501379 Gelecek Kaygısı ve Sıradanlık Hiç hayatınızdaki her şeyi bir kenara bırakıp yeni tanıştığınız birisiyle bir gemide Grönland’a yolculuk yapasınız geldi mi? Grönland ve gemi yolculuğu olmasa bile benim içimden bazen böyle bir istek geçiyor: Bir yolculuk yapma isteği. Motosiklet üzerinde dünyayı gezme hayalim vardır. Ünlü Amerikan yazar Jack Kerouac tam benim yaşımdayken Grönland’a yaptığı yolculuktan esinlenerek Deniz Benim Kardeşim isimli eserini yazmış. Ben de Kerouac gibi bir romana konu olabilecek deneyimler yaşamak istiyorum. Şimdi gerçek yaşama dönebiliriz. Motosiklet yolculuğum şimdilik sadece bir hayalden ibaret. Neden sadece hayal olduğunu Deniz Benim Kardeşim’i okuyunca anladım. Kitaptaki iki ana karakterden biri olan Bill Everhart gibi bir hayat yaşıyorum. Rahat, mutlu ve çoğu kişinin imreneceği bir konumdayım. Arada bir eğlenip hoş vakit geçirdiğim de oluyor. Lâkin bu yaşamımın iç karartıcı bir şekilde monoton ve sıkıcı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tıpkı Bill gibi bir adım ötesini düşünmekten kendi geleceğimin kölesi haline dönüştüm. Çocukluğumdan beri dünyevi zevkleri erteliyorum. “Geleceğini düşünme” kavramının tamamen bir yalan olduğunu düşünmeye başlıyorum. İlkokulda bana zevk veren şeyleri erteleyip iyi bir liseye giderek geleceğimi kurtaracağımı söylediler, liseye geldiğimde aynısını iyi bir üniversiteye gitme konusunda söylediler. Şimdi ise iyi bir işe girmek konusunda aynısını söylüyorlar. Ayrıca bütün bu aşamaları atlatıp toplum tarafından “başarılı” sayılan insanlara baktığımda, hemen hepsinin yaşamdan kopmuş, hayatı anlamsız görünen birer robot gibi olduklarını gözlemliyorum. “Geleceğimi kurtarmak” bu robotlardan birine dönüşmek midir diye sormadan edemiyorum. Jack Kerouac bana “hayatı anında yaşamak” sözünün sadece televizyon reklamlarında tekrar tekrar çıkan bir slogan olmadığını yeniden hatırlattı. Bill’in rahat ama sıkıcı hayatını bırakıp yolculuğa çıkarak hayatına anlam katması kendime Wesley ve Bill gibi her gün anı yaşayabiliyor muyum diye sormamı sağladı. Bir insan ömrü yaklaşık 27.000 gün civarıdır. O 27.000 günü doldurmaya yaklaştığımızda dönüp bakacağız, acaba anlamlı bir şey yapabildik mi diye. Ben dönüp baktığımda hayallerimi yaşamak, sevdiklerimle vakit geçirmek yerine bana göre anlamsız bulduğum ancak içinde bulunduğum şartlar gereği yapmak zorunda olduğum şeylerle harcadığım vakit için pişmanlık yaşayacağım. Peki ya Deniz Benim Kardeşim’deki Wesley gibi “sorumsuz” ama özgür bir hayat yaşasam? Gidip evsizlerle beraber sarhoş felsefesi yapsam, balta girmemiş ormandaki Afrika kabilesinin gördüğü ilk beyaz kişi olsam, bir çölün ortasında yıldızlara bakarak uyusam, sevdiğim insanlarla ve etkinliklerle hoş vakit geçirebilsem? İşte o zaman dönüp baktığımda 27.000 günümün boşa geçmediğini anlayacağım ve Bill’in dediği gibi “Vay be. Bunu yaptığıma sevindim. Değişiklik oldu. İşte yaşamanın anlamı budur.” (s. 112) diyebileceğim. Şimdi diyeceksiniz “Madem öyle, sen neden her şeyi bir kenara bırakıp hayallerinin peşinden koşmuyorsun?” Dürüst olacağım: korkuyorum. Düzenimi terk etmekten, risk almaktan, dünyaya meydan okumaktan korkuyorum, tıpkı kitabın başında Bill’in korktuğu gibi. Tabii bunları tek başınıza yapmak mümkün değil. Eğer hayattan aldığınız zevki başka birisiyle paylaşamayacaksanız, bu zevki yaşamanın ne anlamı var? Herkese Deniz Benim Kardeşim’in özgür ruhlu denizcisi Wesley gibi hayattan zevk almasını bilen, kendisini çılgınlıklara iten bir dostu, “dar anında tehlikeye karşı gülerek yüreklendiren bir budalası”(s. 61) olmasını öneriyorum. Benim hayatımda ne yazık ki böyle biri yok. Robot gibi yaşamaktan tatmin olan kişi sayısına bakarsak yakın zamanda olmayacak gibi de geliyor. En iyisi boş vereyim. Hayatı dolu dolu yaşamak benim neyime? Hafta sonu bir sınavım var, bari ona çalışayım. Yüksek bir ortalama yapıp iyi bir iş sahibi olursam motosiklet yolculuğumu ileride yapabilirim. Kaynakça: Kerouac, Jack Deniz Benim Kardeşim İstanbul: Siren Yayınları, 2015 http://2.bp.blogspot.com/ka5EFE4HkA/TrzpeqE91fI/AAAAAAAACZ4/pYU0DeMMAaE/s1600/image00 4.jpg Dilber Selva İlkar İlkar, 1 21400725 Turk-101/13 4-1 Başak Berna Cordan 11.11.2014 KENDİ PEŞİNİ BIRAKMAK Lüzumsuz Adam, edebiyatımızda durum öykülücüğüyle öne çıkmış Sait Faik’in en güzel öykü kitaplarından biri. Abasıyanık’ın yalnız hayatı, Burgazada’da balıkçılarla ve ada insanlarıyla geçirdiği zamanı, bütün öykülerinde izler bırakmış. Sait Faik, her öyküsünde, her kitabında olduğu gibi bu kitabında da yalnızlık, küçük insanın dünyası gibi konuları süslemeden, bazen sürreal bir anlatımla, kendi tarzıyla ele almış. Lüzumsuz Adam, “Birahanedeki Adam”, kitaba adını veren “Lüzumsuz Adam”, “İp Meselesi” gibi on dört farklı öyküyü barındıran bir kitap. Sait Faik’in tanıdık olduğumuz İstanbul ve deniz temaları bu kitapta da yer edinse de, bu sefer yazarın alışık olmadığımız bir tavrı var. Yalnızlığı konu edinse de insan sevgisini yazılarına yansıtan yazarı bu kitapta daha karamsar, umutsuz görüyoruz. Kitapta ağır basan kavram yalnızlık teması. Bu temanın en belirgin olduğu öykü ise kitaba adını veren “Lüzumsuz Adam” öyküsü... İlkar, 2 “Lüzumsuz” görüyor kendini... Yedi yıldır mahallesinden çıkmamış, yıkanmamış, her gün aynı hayatı yaşayan, dünyanın materyalistliğinden, insanların gösterişinden sıkılmış, üstünde şaşaalı kıyafetleri olmasa da, kafasının içinde çok düşüncesi olan, yalnız ve lüzumsuz adam... Her gün aynı pastaneden kahvesini yudumlayan, aynı manavdan portakal alan, aynı çorbacıda işkembesini içen, aynı sokaklarda dönüp dolaşan bu adamı en çok heyecanlandıran diğer mahalledeki esmer Yahudi kızı. Bu detaylardan yazarın hayattan keyif alma ve hayattan sıkılma arasında kaldığını görüyoruz. Öyküde yalnızlığı çağrıştıran diğer bir detay ise yaşlı adam. Bu yaşlı adam, gazinolardaki kadınların göğsüne başını koyan, ağlayan, şiir okuyan sonra da uyuyan bir insan. Satırları okuduktan sonra, eğlenmek için gazinoya giden bir hovarda değil, yalnızlıktan ve çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen bir adam beliriyor gözünüzde. Hayattaki amacını, yolunu kaybetmiş bir karakter var hikâyede. “Ben bir acayip oldum.” Hikâyesine böyle başlıyor. Başka hikâyelerinde adada gezmekten, balıkçıları izlemekten keyif alırken, bu öyküde arkadaşlarını, tanıdıklarını değil görmek, onlarla karşılaşmak bile istemiyor. Yazarın hayatıyla öyküdeki karakterin hayatı birbirine çok benziyor. Aslında yazar, insanların onu anlamadığından şikâyetçi. Kitap değil, yaşadığımız dünyada da bir sürü Sait Faik var. Bir insan çevresinde gerektiğinden fazla düşünüyor, fazla sorguluyorsa mutsuz olmaya mahkûm değil mi? Hiç düşünmeyen insanların derdi, hüznü olur mu? Yalnızlığın en büyük sebebidir çok düşünmek; çünkü kendine benzer birilerini bulamazsın. Anlatmaya çalıştığındaysa deli, somurtkan, lüzumsuz sanılırsın. İnsanın bu hayatta yapabileceği en büyük seçim düşünüp düşünmemektir. Gözlerini açıp, dünyayı bütün çıplaklığıyla görmek ve düşünmek mi; yoksa gözlerine en İlkar, 3 pembesinden bir perde çekip bihaber ama mutlu yaşamak mı? Düşünen, etrafına sadece bakmayan, etrafını görebilen insan bihaberliği tercih etmez, edemez. O yüzden çok düşünen insanlar kabuklarına çekilip düşünceleriyle yaşamayı tercih ederler. Yalnızlık karamsarlık getirir belki ama kesinlikle hayatı sevmemek değildir bu. Düşünce yalnızı insanlar hayatın bu trajikomikliğini sevmez. Sait Faik gibi arada kalırlar. Onun gibi bunları satırlara dökebilenler şanslı olanlardır. Diğerleriyse kafalarında her çeşit sesle yaşayıp giderler. Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in birbirinden başarılı öyküleri arasında insanı en çok etkileyen öyküleri barındıran bir kitap. Bazılarına göre kitaptaki tavır değişikliğinin sebebi Abasıyanık’ın siroz olması ve hastalığını bilerek yazı yazması olsa da, bu yalnızlık ve çaresizliğin en büyük sebebi, Abasıyanık’ın da “düşünce yalnızı” bir insan olması. Acaba Lüzumsuz Adam’ı okuduktan sonra, biz de kendi peşimizi bırakabilecek kadar cesur olabilecek miyiz? Bengüsu ERSOY 21400210 FARKLILIKLAR FARK YARATIR Farklılıklar… Farklılıklarımız… Her insan bir diğerine benzemek, bir diğerinin yaşadığı hayatın aynısını yaşamak zorunda değildir. Abdellatif Kechiche'nin yönetmenliğini yapmış olduğu "Mavi En Sıcak Renktir" adlı filmde iki lezbiyenin ilişkileri ve hayatları ele alınmıştır. Filmi izledikçe bana insanlar arasında yaşanan farklılıkların diğer insanlar tarafından nasıl eleştirildiği ve nasıl bakıldığıyla ilgili bir sürü şey çağrıştırdı. Homofobik insanlar.. Yani geylere ve lezbiyenlere tepkili olan insanlar. Farklılıklarından dolayı insanları yargılayan ve acımasızca eleştirip, onları dışlayan insanlar… Bu tür insanlar Türkiye başta olmak üzere dünyanın her yerinde varlar. Filmde hem homofobik bir kesim hem de gey ve lezbiyen ilişkileri saygıyla karşılayan bir kesim anlatılmıştır. Ben şahsen saygıyla karşılayan kesimdenim. Çünkü insanlar kime ne hissedeceğini ya da kiminle mutlu olacaklarını seçemezler. Özellikle çoğu gey için aynı cinsten hoşlanma durumu ya da kendini kız gibi hissetme durumu tamamiyle hormonlar sebebiyle olmaktadır yani buna karşı koyma gibi bir durum söz konusu bile olamaz. Yani hormonel olan bir durumu eleştirmek kimsenin haddine düşmemiştir. Lezbiyenleri ele aldığımızda ise onların durumu pek de hormonel sayılmaz fakat duygu dediğimiz şey öyle kolay hissedilebilen ve herkese hissedilebilen bir şey değildir yani kimse herhangi bir insana karşı hangi duyguyu hissedeceğini seçemez. Filmde de aynen böyle oluyor. Kız diğerine resmen ilk görüşte aşık oluyor ve çıkmaya başlıyorlar. İnsanlar bu tarz insanları eleştirme, dışlama ya da onları topluma yanlış bir şey yapıyorlarmış gibi gösterme hakkına sahip değillerdir.Filmde bir sahnede kızlar çıkmaya başladığında, okula giden kız okula kız sevgilsini götürüyor ve bütün okul onunla alay etmeye başlıyor. Bence toplumların bu tarz ilişkilerden korkmasının, bu tarz ilişkileri eleştirmesinin en temel sebebi, farklılıklardan korkuyor olmalarıdır. Bir toplum için farklılık demek, bilinmezlik demektir ve bir farklılığın ne sonuçlar doğurabileceğini kimse öngeremez. Hiçbir toplum ya da millet bilinmezlik çıkmazında sürüklenmek istemez. Fakat başka bir açıdan bakacak olursak bu insanların farklılıkları onların elinde olmayan sebeplerden dolayı ortaya çıkmış farklılıklar sonu bilinmezlik olsa bile saygı duyulması ve bu durumun çıkmaza sürüklenmemesi için çabalamak gerekir. Filmde lezbiyen kızlardan birinin ailesi bu durumu normal karşılarken diğer aile din yönünden o kadar yobaz ve katıdır ki bu durumu kızlarının onlara bahsetmesi söz konusu bile olamaz. İşte milletler arasında böyle iki uç görüş olduğu sürece milletler ve toplumlar çıkmaza sürüklenir. Mesela Amerika'nın her eyaletinde bir kaç günden beri gey evlilikleri yasal hale geldi yani Amerikan toplumu bu evliliklere ve ilişkilere saygı duyduğunu yasal olarak da kanıtlamış oldu. Peki Türkiye de bu durum olamaz mı? Filmi izledikçe Türkiye'de böyle bir durumun nasıl karşılanacağını düşündüm. Türkiye'nin bazı kesimleri aşırı derecede yobaz ve katılar, bazı kesimleri ise Batılılaşma yolunda emin adımlarla ilerliyorlar. Türkiye'de hiçbir koşul ve şart altında gey ve lezbiyen evililiklerin yasalaşağını düşünmüyorum. Hatta yasalalaşmayı geçtim bu tarz ilişki ve evliliklere saygı bile duyulmuyor. Yolda gey veya lezbiyen gören herhangi bir Türk insanı direk o kişileri ayıplamaya ve eleştirmeye başlıyor. Empati olmayan bir ülkeyiz biz. Fakat kimse duruma şu açıdan bakmıyor. Mesela ütopik bir ülke düşünelim ve ülkede normal olan gey ve lezbiyen evlilikler olsun yani yasal olan evlilikler onlar olsun ve karşı cinsle evlenmek yasadışı bir durum olsun. Ve karşı cinse aşık olan yani kadın-erkek ilişkisine sahip olan insanlar eleştirilsin ve dışlansın. Acaba o zaman ne hissederlerdi karşı cinsle evlenen insanlar. Tabi ki müthiş bir aşağılanma, ezilme ve dışlanma duygusu. İşte şu anki gey ve lezbiyen ilişki sahibi insanlar da aynen böyle hissediyorlar. Hiçbir insan karşındakiyle empati kurmayı bilmiyor. Bu tarz ilişkileri her koşul ve şartta ayıplayıp, yadırgıyorlar. Mesela benim ailem de öyle. Asla ve katiyen bu durumu kabul etmiyorlar. Filmden bir sahne geldi aklıma. İki kız sevgili sokakta yürüyorlar fakat çevrelerinden korktukları için asla el ele tutuşamıyorlar sokakta. İşte bunun aynısı bizim ülkemizde de mevcut. Fakat unutulmaması gereken bir şey var farklılıklar her zaman fark yaratır. Kimse unutmamalıdır ki, herkes belli konularda diğerlerinden farklıdır bu yüzden de kimse kimseyle farklılıklarından dolayı dalga geçmemeli ve karşısındakini aşağılamamalıdır. Farklılıkların insanları ürküttüğü bir dünyada farklı olmak dileğiyle yaşayacağım bundan sonra hep. SEBEN ÖZKAN 21401065 TURK 101/SEC 16 INSTRUCTOR: BAŞAK BERNA CORDAN BLOG 4/FINAL DRAFT 16.11.2014 BİR DESTENİN HİKÂYESİ Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu1… Yaşanmışlığını kattığı bu kitapta Haldun Taner, biraz ondan biraz bundan eklemiş her sayfaya. Kendi hayatından parçalar sunarken, toplumdan kesitler de sunmuş. Gözlemlerinden yola çıkarak bize hayatı anlatmaya çalışmış, türlü türlü insanı birbirinden farklı hikâyeleriyle birlikte kitabına katmış. Mahalle takımında bile kendine yer bulamayan bir oğlana ve yaşadıklarına da yer vermiş, bir kediye karşı çevresindeki insanların tutumlarından da bahsetmiş. Kısacası, hayatın dikkat edilen edinmeyen, önemsenen önemsenmeyen her detayına inmiş, gündelik ve sıradan yaşamı sıradışı hale getirmiş satırlarında. Kendi hayat tecrübesiyle harmanladığı izlenimlerini biz okurlara aktarmış. Kitap içindeki her hikâyenin ayrı bir havasından ve güzelliğinden bahsettim benim favorim kesinlikle Konçinalar oldu. İskambil kâğıtlarının üzerindeki figürleri kişileştirerek dile getirilmeye çalışılan toplum yapısı bana çok yaratıcı geldi. Öyküyü ilk okuduğumda Alice Harikalar Diyarı2’ndaki yürüyen ve konuşan iskambil kâğıtları aklıma geldi ve ben de kitabı tekrar okurken açtım önüme iskambil kâğıtlarını. Krallar, kızlar ve oğlanların hiyerarşi piramidinde yerlerini almış görüntüsü bu şekilde gözümde canlandı. Renkli kâğıtlar gerçekten de farklı bir havaya sahiptiler Sanki daha bir özen ve itinayla boyanmış ve kartların üzerine basılmışlardı. Ellerinde asaları ve başlarında taçları toplumun aristokrat kısmını oluşturan 1 Taner, Haldun. Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu. 14th ed. Ankara: Bilgi, 1970. Print. 2 Alice Harikalar Diyarında. Walt Disney Pictures, 2010. Film. ÖZKAN 2 beyler gerçekten de tarih içerisinde önemli devlet adamları gibi gözüküyorlardı. Kızlara gelince, çoğunun farklı hikâyesi olduğu belliydi. Sahip oldukları ailelerinin özelliklerini taşıyorlardı. Kupalarda gerçekten de cana yakın ve sevecen bir hava seziliyordu. Kalp sembolünün getirdiği sıcaklıktan mı bilemem ama ben en çok onlara sempati besledim. Krallarının elinde tuttuğu kılıçlar bu kendi halinde ailesini korumak istediğini çağrıştırdı bana. Okurken de etkilendim mi emin değilim ama gerçekten de sinek kâğıtlarına (kitapta ispati olarak geçen kâğıtlar) baktığımda uçarı ve kaçarı bir aile gözümün önüne geldi. Yine sinek sembolünden olmalı, sembolün düzensiz şekli ve düzensiz hali bana aslında çok da tekdüze bir hayat sürmeyen sinek ailesini çağrıştırdı. Öyküde anlatıldığı gibi ispati kızının abartılı bir hareketini görmesem de bana bu potansiyeli varmış gibi göründü. Karolara geldiğimde, her halinden düzgün bir şekil olan bu işareti taşıyan bir ailenin de sakin ve oturaklı bir hayat süreceğini düşündüm doğrusu. Ancak hikâyede dediğine göre oğulları çok da yerinde durmamış okuluna falan gitmemiş, yani ailesine yakışanı yapmamış gibi göründü gözüme. Maçalar demiş, Ermeni bir aile. Sanırım kralın boynunda haça benzeyen maça işareti taşıdığından dolayı bunu demiş. Bir de elindeki arpı unutmamak lazım. Her pazar kilisede çalıyor bunu da anladığım kadarıyla. Bir de benim her zaman maça kızına bir hayranlığım vardı. Profilden çektirdiği fotoğrafıyla diğerlerinden kesinlikle daha farklıydı. Her şey buraya kadar güzeldi. Her bir kâğıtta ayri bir hikâye ayrı yaşanmışlıklar... Ancak, ne zaman sıra geldi renksiz kâğıtlara işte o zaman kendimi gerçek hayata dönmüş hissettim. Hikâyede de dediği gibi sanki bunlar o kralların, kızların ve oğlanların yaşadığı sarayda sadece altlarında çalışmaya yarıyorlardı. Renklilerden renksizlere geçişte karşılaşılan onlular ve dokuzlular bir derece üst tabakaya yakın olsalar da geri kalanları gündelik işlerlerle uğraşıyorlardı. Hele konçinalar olarak adlandırılan altılı ve daha düşük kartlar için hayat sadece hizmet etmekten oluşmaktaydı. Ancak bunlar yine de sarayda kendilerine yer bulamamışlardı. Açıkçası her okuduğuma kalıp uydurmaya çalışmaktan hoşlanmam ancak bir iskambil destesininÖZKAN 3 hikâyesini ve kendi içinde oluşan hiyerarşik piramidi gördükçe bu yapının, her ne kadar günümüz toplumunda saray gibi kavramlar kaybolsa da, günümüz toplumunda eşitsizlik ve adaletsizlik kavramlarına işaret ettiğini düşündüm. Tarihin her dönemi ve toplumunda görülen soylu-halk veya zengin-fakir arasındaki uçurum iskambil kâğıtlarına da bu şekilde yansımış. Oynarken aklıma gelmeyecek kâğıt üzerindeki karakterlerin hikâyelerini somutlaştıran ve bizlere sanki aramızda yaşıyorlar hissi veren bu yaratıcı öykü, kitaptaki hikâyelerinden yalnızca bir tanesi. Az sayfa ve az sözcükle birçok konuya değinen, bizleri gözlem ve analizleriyle donatan ve kendi dünyasına götüren Haldun Taner ve kitabı izin verin sizleri de Şişhane sokağına götürsün, akşam vakti bir eczaneye konuk olun ya da Atatürk’ün ziyarete gittiği sınıflardan birinde öğrenci olun. Orası size kalmış, ancak bir solukta okuyacağınız bu hikâyelere kesinlikle kendinizi kaptırın. Tekrardan Çocuk Olmak Wall-E benim izlemekten en çok keyif aldığım filmlerden biri daha doğrusu bir animasyon. İnsanlara bunu söylediğimde oldukça şaşırtıcı tepkiler alıyorum zira herkesin beğendiği yapımlar genellikle aksiyon/dram ağırlıklı filmler ve ne yazık ki çoğu zaman animasyon yapımlara olan bakış açısı ‘‘çocuklara yönelik çizgi film’’ olmaktan öteye geçemiyor. Ancak pek çok insanın dikkat etmediği noktalar ise, bu animasyon/çizgi filmlerin aslında her yaştan bir izleyici kitlesine hitap etmesi, film boyunca izleyiciye vermek istediği bir sosyal mesajın olması ve beyazperde filmleri gibi bir teknoloji altyapısının da bulunması olarak sıralanabilir. 2008 yapımı Wall-E ‘yi ilk izlediğimde filme ben de ön yargıyla yaklaşmıştım çünkü artık çizgi film izlemek için oldukça büyük olduğumu düşünüyordum. Filmi küçük yaşlardan beri her Pazar akşamı beraber film izlediğim babamla izlemiştim işin aslı o da animasyon bir yapımı izlemek için pek hevesli değildi. Ancak Wall-e olay örgüsü ve konusu ile zaten ‘‘küçük çocuklara yönelik bir çizgi film ‘’olmadığını daha filmin ilk dakikalarından hissettirmişti bize. Dünyanın kirlilikten yaşanılmaz bir yer olduğu gelecekte, dünyada yapayalnız kalmış çöp öğütme robotu Wall-E ile bitki ve canlı arama robotu Eva’nın alışılmışın dışındaki aşkları, herkesi duygulandırmayı başarıyor. Nitekim biz de babamla bu animasyonu çok beğendik ve tekrardan annemle de izledik. Filmin kurgusunun mükemmelliğinin yanında babamla aramızdaki yerinin çok özel olması benim filmi asıl sevmemin nedeni. Babamla küçükken izlediğim tüm o animasyonları anımsattı bana o an yaşadığımız. Bence bu yüzden animasyon yapımlar ve çizgi filmler küçümsenmemeli. Düşünsenize, 40 yaşında yetişkin bir adam tekrar çocuğu ile çocuk olma fırsatını yakalıyor. Onunla vakit geçirmenin yanında bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlıyor. Beyazperde filmlerinden farklı olarak tamamen masum duygularla yapılan bir yapımda bir çocuk gibi heyecanlanıyor, kahkahalarla gülüyor hatta bazen ağlıyor. Büyükbabam hala hafta sonları annem ve teyzemle beraber izlediği çizgi filmlerin en güzel anılarından biri olduğunu söyler. Çocukları ile yıllar sonra tekrardan çocuk olmayı paha biçilemez bir his olarak tanımlamıştı. Bir öğretmenim ise, gününün en güzel anının eve gidip kızları ile çizgi film izlediği saatler olduğunu anlatmıştı. O zaman hayatta ve mutlu hissettiğini söylemişti. İlk başta pek anlam verememiştim ona ama şu an daha iyi anlıyorum. Kaliteli animasyonlar ve çizgi filmler çocuk olmayı unutanlara, tekrardan çocuk olmayı öğretiyor birkaç saatliğine olsa da. Çocuklara verdiği sosyal mesajlar, geçirttiği keyifli dakikalar da cabası hele bir de ailesi yanındaysa… İşte Wall-E verdiği sosyal mesajla beraber, bana tüm bu kavramları tekrardan hatırlattı.17 yaşında her şeye hayır diyen huzursuz biri olmadan çok daha önceki zamanlarımı anımsadım bir anda. Hayatta sınavlardan, iş telaşından, kaygılardan, kaçan fırsatlardan çok daha önemli şeyler olduğunun farkına vardırdı usulca. Aile olmanın, mutlu olmanın, çocuk olmanın ve tekrardan çocuk olabilmeyi hatırlamanın önemini anlattı bana bu animasyon. Çizgi filmler ve animasyonlar, kaygılarla boğuşan, dosyalara gömülen, duygusuzlaşan insanların çalınan çocukluğu. Kaliteli olanları, çocukları oyalamak için yapılan saçma yapımlardan olmaktan öte içinde pek çok filmden daha derin anlam barındırıyor. Vakit kaybı olarak görmüyorum hiçbir zaman tekrar çocuk olmayı bu yapımlarla, en masum anlarımızı tekrardan anımsamak nasıl kötü olabilir ki? Bir ebeveynin, çocuğu ile empati kurmayı öğrenmesi, onunla keyifli vakit geçirmesi değerli değil midir çizgi filmleri küçümseyen insanların gözünde? Bu yüzden bir sanat eserini ya da filmi basmakalıp, klişe yargılarla değerlendirmeden önce, içerdiği değerleri anlamaya çalışmayı herkese öneririm. Ben Wall-E ile işte bunu öğrendim. Stanton, Andrew/Wall-E (2008) Nazlı Damla DEMİR-21601992 NEFRET DÖNGÜSÜ Ne ara böyle olduk biz? Bedenimizin bu kadar nefretle dolmasına neden olan şey ne? Neden ön yargıyla yaklaşıyoruz herkese, her şeye? Bu soruları son zamanlarda çok düşünüyorum, cevaplarını arıyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, halktan, onların düşüncelerinden uzakta yaşıyorum ve pek de merak etmem bunları. Yabancı gazeteleri, yabancı haber sitelerini takip ederim. Bunu havalı gözükmek için söylemiyorum, sakın yanlış anlamayın. Aksine, bu davranışımdan dolayı kendimden utandığıma karar verdim. Bu nedenle yılın başından beri Türk haber sitelerini, kanallarını da takip etmeye başladım. Geçen haftalarda yine bir gün Türk bir haber kanalı izliyordum. Haberlerden birinde Kanada’nın sempatik başbakanı Justin Trudeau, bir mahallede halkıyla şakalaşıyor, oldukça samimi bir konuşma yapıyordu. Ardından gelen haberde ise ülkemizin Cumhurbaşkanı yaklaşan referandumda hayır oyu kullanacakların terörist olduğunu söylüyor, onları hain ilan ediyordu. Tahmin edersiniz ki dayanamayıp televizyonu kapattım. Bir süre düşündüm. Acaba farkında mıydı bu halkın bir kesimini ötekileştiren sözünün ülkemizi bölünmeye yaklaştırdığının? Tabii ki değildi. Ne yazık ki ötekileştirmek, insanları “onlar” diye nitelendirerek parçası oldukları topluma yabancılaştırmak son bir iki yılda gerçekleşen şeyler değil. Kendimi bildim bileli bu sorunu yaşıyor ülkemiz. Hadi hep beraber ötekileştirilen kişilerin özelliklerini sayalım: mini etek giyenler, gece geç saatte sokağa çıkan kadınlar, dar kıyafet giyen kadınlar, küpe takan erkekler, saçını farklı renge boyatanlar, saçını sakalını uzatan erkekler, İslam dışında bir dine inananlar, homoseksüeller… Bu liste uzar gider. Gördüğünüz gibi toplumumuzda ön yargı yaratan kriterler kıyafet seçimlerinden, din seçimlerine, farklı tarzlardan, cinsel eğilimlere kadar genişlemiş boyutta. Ön yargılı insanların otobüste, metroda, alışveriş merkezlerinde yukarıda belirttiğim kişileri görünce beyinlerinde bir alarm çalıyor olmalı. Göz bebekleri büyüyor, bakışları keskinleşiyor, kaşları kızgınmışçasına çatılıyor. Eminim gözünüzde canlanmıştır bu tip. Beni en çok üzen, yalnızca orta yaştaki insanların değil küçücük çocukların da ön yargılı olması. Geleceğimiz olan, ülkemizi geliştirecek olan çocukların yalnızca anne babalarından, siyasi liderlerden böyle öğrendiği için bu denli ön yargılı olması. Emrah Serbes’i ne kadar sevdiğimi yüz kere söylesem bile az gelir. Romanları, öyküleri her okuduğumda içimde bir sızıya neden oluyor. Üst Kattaki Terörist adlı öyküsü de bunlardan biri. Bu öyküde odak figür olan Nurettin, abisinin şehit olmasıyla milliyetçi bir çocuk olarak büyüyor. Ocaklara gidiyor, teröristlere olan nefretini gün geçtikçe arttırıyor. Bir gün üst katına ona ocaklarda gösterildiği tipte bir çocuk taşınıyor ve küçük Nurettin onun bir terörist olduğu kanısına varıyor, onu öldürme planları yapıyor. Sizce de bu durum yukarıda anlattıklarım için harika bir örnek değil mi? Yalnızca on iki yaşındaki bir çocuk büyüdüğü ortamda gördüğü, öğretildiği her şeye sorgulamadan, detaylarını araştırmadan inanıyor ve bu onun ön yargılı olmasına sebep oluyor. Nurettin gibi büyüyen ve maalesef hiçbir zaman ön yargılı düşüncelerden kendini arındıramayan o kadar çok çocuk var ki. Bu çocuklar, geleceğimiz olan çocuklar büyüyor ve kendi çocuklarını da bu ön yargılı düşüncelerle yetiştiriyorlar. Bir döngü ortaya çıkıyor böylece. Sonu olmayan her neslin kendinden daha ön yargılı ve nefret dolu bir nesil yarattığı bir döngü… Nefret ediyorum bunu kabul etmekten fakat, bunun sorumlusu benim. Ben ve benim gibi halkın yaşayışından uzak duran, halkın değer yargılarından bihaber yaşayan herkes suçlu. Ön yargıları göz ardı etmek, halka arkamızı dönmek; halkı tanımak, ön yargıların önüne geçmek için çözüm aramaktan daha kolay geliyor. Elimizi pisletmiyoruz. Bir başkasının Nazlı Damla DEMİR-21601992 harekete geçmesini bekliyoruz. İşte bakın, çok rahat bir şekilde bu konuda bir yazı yazabiliyorum. Ama yaşadığım fil dişi kuleden inip sorunu çözmek zor geliyor. Hadi hep beraber bir anlaşma yapalım: Bundan sonra çevremize karşı daha duyarlı olalım, sorunlara çözüm arayalım. Daha iyi bir Türkiye istediğimizi yalnız kullandığımız oy ile değil hareketlerimizle gösterelim. Oluşan bu nefret döngüsünün önüne geçelim. Ön yargılı bir gençlik yerine Atatürk ilke ve inkılapları çerçevesinde kararlar alan bir gençlik yaratmak bizim elimizde. Hadi Türk gençliği, göreyim seni! Nazlı Damla DEMİR-21601992 Özgen 1 Göksu Özgen 21201014 Turk102-9 Aslı Uçar Bizim Bildiğimiz Delilik Aslında Olan Delilik herkesin içinde bir tutam da olsa barındırdığı bir özelliktir. Bunu bazılarımız dışa vurur bazılarımız iç dünyalarında tutarak mezara götürürler. Bahsettiğim delilik tabi ki insanları tımarhaneye kapatan bir özellik değil. Sadece hepimizden farklı davranan ve kendi fikir görüşleri doğrultusunda hareket eden insanların sahip olduğu bir özelliktir. Dönemin insanları gibi hareket etmemek kimi zaman suç kimi zaman ise delilik diye etiketlendirilir. Örneğin korsan kitapçılık dönemimizin büyük suçlarındandır. Ancak geçmiş dönemlerde izin verilmeyen yayınların el altından yasal olmayan yollarla dağıtılması o insanların iyiliği içindir. İnsanların okumaları ve bilinçlenmeleri için yapılmış bir harekettir. Bu insanlar şu anda da kendilerini maddi sebeplere dayandırarak savunabilirler ancak onları sırf farklı görüşte ve çözümü bizden farklı bir yolda aradığı için suçlu diyoruz. Delilik ise başlı başına zamandan zamana değişen bir şeydir. Hiçbir bilim adamına henüz icatlarını tamamlamadan aklı başında bir birey olarak yaklaşılmamıştır. Hiç kimse çok abarttığını, üzerinde uğraştığı şeyin gereksiz olduğunu, zamanını boşa harcmaması gerektiğini söylemekten çekinmedi. Tarih boyunca böyle gerçekleşmiştir bu tarz olaylar. Deli diye nitelendirilen insanlar asla dinlenmemiştir toplumda. Ne yaptığı şeylerin gerekçeleri merak edilmiş ne de herhangi bir isteğine itimat edilmiştir. Halbuki belki de insanlar dinleseler kendi içlerinden bir parça bulabilirler. Çünkü yapılan bir çok şeyin mutlaka ve mutlaka bir amacı vardır, asıl bu amaçlar belirleyici rol oynar insan kişiliğinde. Eğer bir insana bu amaçları doğrultusunda deli denmezse ya da yaptığı şeyleri delilik diye nitelenmezse yapıştırılan etiketin doğruluğu tartışılır. Çünkü bu hareketleri başka insanlar da çok güçlü ve uygun bir amaç doğrultusunda yapabilir. Özgen 2 Kara Şövalye filminde ortaya sürülenler klasik Amerikan filmi karakterleridir biri hariç. Joker. İzleyen tüm seyirciler bu karakterin söylediği sözlerden, yaptığı hareketlerden ve yaklaşımlarından rahatsızlık duymamıştır ve insanlar tarafından bu karakter kötü bir şekilde yargılanmamıştır. Çünkü karakterin özünde bulunan güçlü sebepler buna engeldir. Halbuki filmdeki iyi karakter olan Batman ın can düşmanıdır, ve hemen hemen her sahnede Joker’e deli ya da ucube yakıştırması yapılmaktadır. Ama takındığı tavırlar o kadar mantıklı ki izleyicide öyle bir izlenim uyandırmamıştır. Kara Şövalye filminde belki de en çok etkilendiğim , gerçeği insanın yüzüne tokat gibi çarpan sözü ise Joker söylemiştir. Şehrin en parlak insanının bile nasıl bir anda en tehlikeli hale geldiğini anlatan Joker en sonunda şöyle tanımlamıştır deliliği: ‘Delilik yerçekimi gibidir, tek gereken biraz itmektir’ Bu noktada dikkatin çekilmeye çalışıldığı yer her insanın içinde bulunan deliliği çıkarmak çok da zor değildir. Ve bunu kanıtlar edercesine filmin ilerleyen sahnelerde aklı başında, başarılı bir karakterin nasıl gözü dönmüş bir insana dönüştüğünü göstermektedir. Delilik tehlikeli bir şey değildir. Amaçlar tehlikelidir. Her insan delirebilir ama bu sadece istediğini elde etmenin yolunu değiştirir. Asıl tehlike amacı olmayan insanların amansızca sağa sola saldırmasıdır. Çünkü bu tarz insanların ne yapacağını kestirmek oldukça zordur. Bizim delilik diye düşündüğümüz bir çok şeyin aslında bir amaca bağlı kalması, az da olsa ne yönde hareket edeceğini kestirmemize kolaylık sağlar. Eğer bir insanın amacı belliyse ve biliyorsanız ne kadar tehlikeli olursa olsun durumunuz ne yapacağı belli olmayan bir şeyle karşı karşıya kaldığımız durumdan daha az tehlikelidir. Eğer insanlar kötü diye nitelendirdiği şeyleri sorgulamaya başlarsa kendilerinden bir parça kesin bulacaktır. Bunun sonucunda kendilerini tanımaya başlayacaklardır ve bir insanın gelişimi kendini tanımasından geçer. Kendi kötü yanını, deli yanını , tehlikeli yanını bilmek insanı daha güçlendirir. GİZEMLİ KUTU “Hayat birkutuçikolatagibidir.”(Zemeckis, 1994). Obirkutu çikolataiçerisinde hem bitteri, hem beyazı,hem desütlüyübarındırır.Birbirinden hem şekil, hem de tat olarak son derece farklı olan onca şekerlemenin ortak noktasıysa aynı pakettebulunuyor olmalarıdır.İnsanlar genelliklesütlüçikolatayıtercih ederler.Bunun sebebi sütlü çikolatanınçocukluğumuzdan beri evlerimizdebaş tacı oluşudurbelki de.Alışkınızdır ona, sütlüçikolatatatmin edicidir.İnsanlar hayatlarındada sütlüçikolatanınyumuşak aromasında bulduklarıdoyumu ararlar.Kutunun dibindekalan sonçikolatanınbitter oluşutesadüfdeğildir.Hayatınkarşımızaçıkardığı tatlı sürprizleri severiz. Bitterçikolata datıpkı acı deneyimlerimizmisali tercih edilmez.Ancak hiçbirkutu içi doluyken de çöpe atılmaz. Kalan sonbitter gönülsüzcede olsamutlakayenecektir.Tıpkı hayatınacı sürprizlerini de deneyimlemek zorundaoluşumuzgibi. Hayatımızayönverirken göz önündebulundurduğumuz enönemli faktörümümkün olduğunca güzel şeyler yaşayabilmek oluşturuyor.Kötüolarak nitelendirdiğimiz tecrübelerden uzakdurma planlarıyaparken aslında her şeyi zorlaştırdığımızı fark etmiyoruz. Gelecek hakkındaokadar çokdüşünüyoruz ki hayatı akışına bırakmanın getirdiğirahatlıkhissiniduyamıyoruz.Yaşam hiçbirzaman planladığımız veyahut gerçekleşmesini umduğumuzşekliyle ilerlemiyor.Geleceğimizibiçimlendirmeyi asla başaramıyor olmamızarağmen buuğraşüzerimizde müthiş birbaskı kuruyor.Oysa Forrest Gump’taişlenen Forrest hiçbirşeyi planlamıyor.Belki bizimkadar zeki olmasa daForrest hepimizden daha verimliyaşıyor.Aklından geçeni dilegetiriyor vede içinden geleni yapıyor.Çoğumuzun aksinezamanını hayal kurarak değil,yerine getirmesi gerekeni yaparaktüketiyor.Hayatını kurgulamadığı için de aslahayal kırıklığına uğramıyor.Çoğuinsan, hayatı umduğuşekilde ilerlemeyince ruhsal olarak yıkılıyor.Peki neden kendimizebunuyapıyoruz?Neden mutluluğusadece güzelolaylarınsonucunda gelen birödülmüş gibi algılıyoruz?Ben birkaç ayöncesine kadar kendi kutumunsadece bitterçikolatalardan ibaret olduğunusanırdım. Hayatımı planlasam daplanlamasam dakarşımaçıkanlar sadece tatsız olaylardan ibaret oluyordu, ya daenazından benöyle sanıyordum. Zaman geçtikçe burun kıvırdığım acıdeneyimlerin önümedaha güzel kapılaraçtığını fark ettim. Bitter çikolatanınuzunvadede sütlüdendaha yararlı olmasımisali ben detatsız deneyimlerimin sayesindehayalini kurduğumogüzel gelecekten dahamükemmelinesahip oldum. Öğrendim ki sütlüçikolataya sonradan erişmenin verdiği haz, onuenbaştatatmaktan çok dahagüzelmiş.Ancak umutsuzluğa kapıldığım zamanlarda sütlüçikolatalarınbitterlerin hemen altındaki sırada beni bekliyor olduğubana söylenseydi sanıyorum ki bugünaynı doyuma ulaşmayacaktım. Hayatınkarşımızaçıkardıkları gizemli olduğusürece tatmin edici oluyor.Yarınkutudaki hangi parçayı ağzımızaatıyor olacağımızıbilememek onubiricik yapıyor. Paketinisıyırdığımız çikolatadan kimi zaman acı,kimi zamansa tatlı şekerlemeler çıkar.Hepimiziçten içebilirizki hayat, gerçekleşmesiniumduğumuzşeyleri asla düşlerimizdeki hâlleri ilekarşımızaçıkarmaz. Buradaki tuhafkısmıda aslındatam olarak buoluşturur; kontrol edemeyeceğimizi bildiğimizgeleceğimizi inatlaetkilemeye çalışırız. Oysa açtığımızkutunun içerisindehem acıhem de tatlıçikolatalarbizibeklemektedir ve hiçbirpaket içerisinde çikolata varken bitmiş sayılmaz.Öyleyse neden sadece elimizdeki kutuyu kabullenip içini açmıyoruz?Nasıl olsakutununiçerisindeki her birparçabizim ve hepsinitadacağız.Sanıyorum ki insanlığaverilen en özel hediye, hiç kimsenin gelecekte neolacağını bilmemesi. İştetam da buyüzden buiki cümleböylesine anlamlı oluyor: “Hayat birkutuçikolatagibidir.İçinden neçıkacağını asla bilemezsin.”(Zemeckis, 1994) İpekSelin GünhanKAYNAKÇA: Forrest Gump,Yön.Robert Zemeckis(1994);Winston Groom, EricRoth. BÜŞRA GÖÇER Koparılmış Çiçek ve Aidiyet Duygusu “Çiçeklerden hoşlanmıyor olmalısın...” Vazoyu kenara alan adamı şaşkınlıkla süzüyorum. Nereden anladı; bakışlarımdan mı? O önündeki kâğıdı işaret ediyor: “Öyle yazmışsın.” Evet, öyle yazdım. “Elimde güç olsa bütün çiçekçileri kapatırdım,” diyerek senaryodaki diyalogu tekrarlıyorum. Adam, “Neden sevmiyorsun?” diye soruyor. Sevmediğim çiçek değil, koparılmış çiçek. “Vazoda çiçek seyretmek ölü severliği hatırlatıyor bana.” (Mehmet Eroğlu, 23) Bu diyalogları ilk okuduğum andan itibaren çok sevmiş ama bana tam olarak ne hissettirdiğini cümleye dökememiştim. Edebiyatın güzelliklerinden biri de bu olsa gerek, cümleyi okurken sanki çözümlemesem, ne hissettirdiğini kendi cümlelerimle kâğıda dökmesem nefes alamayacakmışım gibi geliyor ve o herkesin farklı şeyler anlayacağı bu dipsiz bucaksız edebiyat okyanusunda sonunda nefes alabilmenin mutluluğunu bana anlattığı şey olan aidiyet duygusunun yaşamla nasıl paralel olduğunu kâğıda sonunda dökebilince yaşıyorum. Yaşamak sadece nefes almak mıdır? Yaşayan bir varlığı ait olduğu yerden alıp hayatı fonksiyonlarını ve gereksinimlerini minimal şartlarda da olsa devam ettireceği bir yere koymak onu yaşatmak değildir çünkü yaşamak sadece biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak veya varlığımızı devam ettirmek değildir. Yaşayan bir varlık olarak insan, içinde bir yerlere ait olma isteğiyle doğar, bu nedendendir ki küçüklüğümüzden beri eğer bir yerde ilk defa bulunuyorsak tedirgin oluruz çünkü oraya yabancıyızdır, kendimizi ait hissetmeyiz. Yeni bir eve taşındığımızda sanki orası gerçek evimiz değilmiş gibi gelir, sanki orada misafirmişiz gibi. Aidiyet duygusu küçükken genelde sizi büyüten, sizinle ilgilenen kişinin yanında olma istediğidir ama yaşımız büyüdükçe aidiyet duygusuna daha farklı anlamlar katarız hele de ev kavramı artık anne babanızın yanı demek değilse. Kendimden örnek vermem gerekirse memleketimdeki üniversitede okumadağımdan dolayı artık anne babamın yanında yaşamıyorum. Annem, babam ve evimden ayrı yaşadığım ilk yılda kaldığım yere alışamamıştım, kendimi kaldığım yere ya da bu şehre ait hissetmiyordum. Bana sorarsanız sadece biyolojik olarak yaşıyordum çünkü insan kendini bir yere ait hissetmeyince ne yapacağını şaşırıyor ve bu hissetmeyişin sonunda kendini hiçbir şey yapmazken buluyor. Buranın havası, suyu, insanları o kadar farklıydı ki kendi memleketimden, onlar bana uzaktı ben onlara uzaktım ama bir yılın sonunda, yaz tatili için Ankara’dan ayrılırken camdan dışarı baktığımda artık kendimi o kadar yabancı hissetmiyordum. Nitekim memleketime geldiğimde de artık burayı ait olduğum yer olarak görmüyordum, memleketsizleşmiştim. O gün Ankara’dan ayrılıp memleketim olan Adana’ya gittiğimde hissettiğim o ait olmama hissini iki şehir için de hala yaşıyorum ve biliyorum ki şu anda ister kendime göstereyim ister göstermeden sinsice yapayım bu işi; ben, kendimi ait hissettiğim bir yer arıyorum. İnsan anca kendini ait hissettiği yerde kendini bulur belki de o yüzdendir ki şu an kendimi çocukken kendimi tanıdığım kadar tanımıyorum. Bazen bu aidiyet duygusu olduğumuz yerlerle ilgili değil de yanımızdaki insanlarla da ilgili olabiliyor. Örneğin, herkesi birinci dereceden tanımadığınız bir arkadaş ortamında bulununca ve özellikle konuşulan konular ilginizi çekmediğinde kendinizi genellikle oraya çok yabancı hissedersiniz. Nitekim, bu durum çok sevdiğiniz çocukluk arkadaşlarınızda kesinlikle geçerli olmaz. Bir duruma karşı yabancılık hissedip hissetmemeyle alakalı duygular genellikle karşıdaki insanı tanımanız ve onun da sizi tanımasıyla alakalı oluyor. Çünkü insan karşısındaki insanı tanıyınca, vakit geçirmeyi sevince yer ve zaman fark etmeksizin kendini oraya ait hissediyor. Velhasıl, benim düşüncem ve inancım eğer insan kendini ait hissetmediği bir yerde veya bir ortamdaysa, tıpkı yazarın da belirttiği gibi koparılmış bir çiçeğe benzer. Oysa bir çiçeğin bütün olarak yaşadığı yer kökleriyle toprağa bağlı olan dalıdır, koparılıp düzenli sulanarak yaşatılmaya çalışan saksı değil ve eğer hayat bir yolculuksa rotamız kendimizi ait hissettiğimiz yere ve doğrultuya göre olmalı çünkü asıl benliğimiz orada bizi bekliyor olacak. BÜŞRA GÖÇER KAYNAKÇA: Eroğlu, Mehmet. 9,75 Santimetrekare. 1.Baskı. İletişim Yayıncılık Melike Uysal Neşe Çetiner Türkçe 101 – 58 9 Aralık 2014 KADINLAR VE SAHİP OLDUKLARI SORUNLAR Ötekileşmek… Günümüzün büyük problemlerinden bir tanesi ve bazı insanların anlayamadığı bir terim. Günümüz medeniyet toplumunda hala bu sorunun var olması, bu terimin uzun süre yok olmayacağına işaret olabilir. Bu yüzden, Tutkulu Perçem çok önce yazılmış bir kitap olmasına rağmen, hala günümüzde de ötekileşmek sorununun var olduğunu ve anlamını anlayabileceğimiz önemli bir yapıt. Peki, kadınlar… Hala günümüzde de hak ettikleri değeri göremeyen, her istediklerini yapamayan ve bazı hayallerini gerçekleştiremeyen kişiler… Birçok kadın sorunlara sahip iken, bu sorunların ele alınmaması ayrı bir sorun. Hatta buna, kadınların yeterince değer görmemesi de diyebiliriz. Eğer kadınlar hak ettikleri değeri görselerdi, birçok sorun yok olurdu. Peki, görülen şiddet, yalnızlık, memnuniyetsizlik bu sorunlara örnek sayılabilir mi? Ötekileşmenin ve kadınların sahip olduğu ortak sorunlar diyebiliriz. İşte bu devrede kitabımızın ana fikrinin anlayabiliyoruz ve Sevgi Soysal tüm kitabı boyunca, kadınları, 2.plana atılmalarını ve psikolojik olarak sahip olduğu sorunları, farklı şekillerde kadın gözünden anlatmış. Psikolojik yapı bir insan için en önemli şey diyebiliriz. İnsanlar hayatlarını zaten psikolojilerine göre şekillendirmiyor mu? Mesela bir insan mutluyken, psikolojik açıdan çevresine de mutluluk dağıtmıyor mu? Tam tersi olaylarda olabilir tabii ki ama temel noktamız psikolojik yapı diyebilirim. Kitapta da en çok karşıma çıkan şey bu oldu yani psikoloji ve bireysel sorunlar. Kitapta her öyküde ortak olan terim ‘ kadınlar’ ve onların sahip olduğu sorunlar… Mesela, yalnızlık kadınların sahip olduğu en önemli sorunlardan bir tanesidir. Erkeklerin aksine, bir bayanın yalnız olması, psikolojik açıdan daha fazla etkiler ve ileride yapacağı davranışın şekillenmesinde bile büyük rol oynar. Günümüzde çoğu kadın yalnız hissediyor ve onların hayatlarına göz atmak gerekirse, ne kadar çok acı çektikleri arka plana atılamaz. Tabii ki sadece yalnızlık kadınlara mahsus değil ama bir bireyin sahip olduğu en büyük sorun diyebiliriz. Kitapta da Tutkulu Perçem, Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz, Sen Ey Saçma Barışlar Getiren Yağmur – Ne Verebilir adlı öyküler yalnızlığın vurgulandığı ve yalnızlığın yarattığı sorun olarak erkeklere duyulan kinden bahsedilen öykülerden bir kaçı. Peki, kadınları başka etkileyen sorunlar olarak ümitsizlik, iletişimsizlik ve memnuniyetsizlik... Aslında bunların hepsini bir arada el almak çok doğal diyebilirim. Çünkü hepsi yalnızlıktan kaynaklanıyor ve her öyküde geçen başlıca terimler. Kadınların sahip olamadığı iletişim, paylaşılmayan duygular ve bunların yan etkileri olarak yansıtılan gerginlik kitapta fark ettiğim bir diğer şey. Ümitsizlik ve aşk ise meydana çıkan bir diğer sorun. Yazar aşkı çok fazla ele almamış ama bir kadın hayatında vazgeçilmeyen bir şey olduğundan dolayı, bazı yerlerde az da olsa yer almış, fakat gene ayrılık temalı olarak işlenmiş bu aşk ve ümitsizlikte onun başka türden anlatımı. Mesela, kitapta Kalabalıklarda adlı öykü, aşk ve ümitsizliği anlatan en güzel öykü diyebilirim. Bunun sonucunda meydana çıkan erkek teması, gene bizi aynı yere götürüyor ve erkeklere duyulan kin daha fazla artıyor. Memnuniyetsizlik… Kadınların hak ettiği şeylere sahip olamaması ve ataerkil toplumda yaşanması, istemsiz bir şekilde kadınların hayatlarından memnun olmasına sebep diyebiliriz. Her hakkın onlarda olması ve kadınları idare etme güçlerine sahip olunması, erkeklere duyulan kinin daha fazla artmasına sebep olmuş. Genel olarak öykülerden yola çıkarsak, bahsedilen kadınlarda hepsinin ortak noktası bu. İstenilen yaşama ulaşamama ve bu durumdan – hayatlarından- duyulan memnuniyetsizlik. Kadınların yaşadıkları ve ezilmişliklerinden ziyade, erkeklerin yüceliği de hala var olan sorun. Günümüzde erkekler hala kadınlara söz geçirebiliyor, bir diğer deyişle kadınları ötekileştiriyorlar ya da 2. Plana atıyorlar. Aslında her kadın belirli haklara sahip olmasına rağmen erkek gücü gene kazanıyor ve sahip oldukları hayatları yaşamak zorunda kalıyorlar. Maalesef memnuniyetsiz, iletişimsiz bir yaşama razı geliyorlar. Peki, bu ötekileşme sorunu nasıl çözülebilir? Kadınların haklarının bir kez daha vurgulanmasıyla veya kendi hayatlarındaki eksikliklerini fark etmeleriyle çözülebilir. Kitapta kadınlar çözüm yolu olarak savaşı bulmuş kendilerine ve sahip oldukları sıkıntıların bu savaşla çözülebileceğine inanmış. Bence, Düşmanlığı Olan Bu Sevinç adlı öykü, bu savaşın nasıl beklendiğine en iyi örnek. Bu savaş, -bir kadın gözünden- sahip olabileceği bir hayata ve sıkıntılardan kurtulacağına dair bir istek, fakat öykülerin sonunda dikkatimi çeken şey ise, yazarın bu çözümü bulmalarına rağmen, sorunlardan kurtulamamaları, tekrar erkek gücünün üstün gelmesi ve kadınların 2.plana atılmasının devam etmesi… İkili öyküsü ise en çok sevdiğim öykü oldu bu kitapta, çünkü bu öyküde erkeğin gücü çok iyi vurgulanıyor. Öykünün sonunda tamam ve peki kelimeleriyle başlayan cümleler erkek gücünü bir kez daha vurgulamış benim açımdan ve ‘doğumlar ve ölümler yalnızdır’ cümlesi ise kadınların sahip olduğu en büyük sorunu açık şekilde vurgulamış. İşte bu yüzden, bu öykü kitabın en önemli öyküsü oldu benim için. Kitabı okurken, kadınların psikolojisine birçok yönden şahit oldum aslında. Hatta bahsedilen olayların, hala günümüzde de yaşandığının farkına vardım. Bazılarının yazarın bahsettiği gibi kendilerine savaş bulmasına rağmen bazılarının hala çıkış yolu bulamamaları, ele alınması gereken ayrı bir konu benim açımdan. Aslında kadınlar duygusallıkla birlikte, sevgiye, saygıya ve ilgiye özlem duyan kişiler ve bu yüzden, bu kitap kadınları anlamak açısından yararlanabilir bir kitap. Bu kitapla birlikte, kadınlar belki sorunlarına çözüm bulabilir ve erkekler kadın psikolojisine başka yönden bakabilirler. Bu açıdan, herkesin yararlanabileceği Tutkulu Perçem okunmaya değer bir kitap. Hayat Bir Tahtanın Üstünde: Satranç Pek kaçış noktası göremiyordu. Yine kısılıp kalmıştı işte. Dakikalar boyunca kasılıp gevşeyen sinirleri artık sınırlarına dayanmıştı. Saçları, kızaran yüzünden aşağı damla damla ter akıtırken taşlara odaklanmaya çalıştı. Her ne kadar kaçmaya çalıştıysa da, işte o odadaydı yine. Bu göze aldığı bir tehlike olsa da, uzun süredir karşı karşıya kalmadığı bir durumdu. Rakibiyse onun aklından geçenlerden haberdar değildi elbette, ama haberi olmasa da onun hem tahta üstünde, hem de doktorun aklında köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Dr. B, birkaç hamle sonrasını düşünmek bile istemeden eline gelen ilk taşı oynattı. Zihninin o karanlık köşesini mekan bellemiş o şeytani ses bir kahkaha attı, yenileneceğini artık o da biliyordu. Nasıl ki bir savaş arenası kasların yorulup kemiklerin zorlandığı bir yerse, bir satranç tahtası da zihinlerin karşı karşıya gelip çatıştığı bir alan. Oynatılan her taşta ve kaçılan her tehditte gerçek bir savaşın minyatürü yaşanıyor bu tahta üzerinde. Tahtanın üstünde bizzat bulunmasak da zihnimizle savaşıyor, yeniyor veya yeniliyoruz. Stefan Zweig'in öyküsünde de böyle bir mücadele yaşıyor Dr. B. Fakat onun mücadelesi bir satranç oyunundan bile daha karmaşık ve zorlayıcı. Çünkü görünen bir rakibe meydan okumak cesaret gerektirir ama rakibiniz aklınızın içindeyse mücadele etmekten kaçış yoktur, dahası bundan daha zorlu bir mücadele de yoktur. Gestapo tarafından esir alınıp kapatılan Dr. B' yi, odasında hayata bağlayıp meşgul tutan küçük bir satranç kitabıydı. Fakat bu satranç kitabı onu yalnızca meşgul tutmadı, onun dışarıdaki hayata açılan penceresi oldu, bakıp anılarını hatırladığı bir fotoğraf albümü oldu, yitirdiği özgürlüğüyle arasındaki zayıf bağ oldu. Kendi kendine oynadığı her oyunda, aslında onu saran olumsuzlara karşı savaştı Dr. B, kafasının içinde onları teker teker yendi, bir gün gerçekten kazanma umuduyla. Satranç böyle bir araçtı onun için, bir oyun: ama hayat kurtarıcı bir oyun. Sonunda kurtulup dışarı çıktığında ise, maalesef bu oyunun başka bir yüzünü görmüş oldu. Her savaşın, sonucu ne olursa olsun kişiler üzerinde bıraktığı etkiler ve açtığı yaralar vardır. Konumuz satranç ise, bu savaş oyunun oyuncularını yaraladığını iddia etmemiz biraz abartılı olabilir. Fakat Dr. B'nin yaşadıkları ve geçirdiği dönem, gösteriyor ki bu oyun her ne kadar zihinlerimiz içinde oynansa da yaralar oluşturabiliyor. Dr B'nin keşfettiği oyunun diğer yüzü ise tam olarak bu işte. Kahraman bir noktada satrancı yaşadığı zorluklarla o derecede özdeşleştiriyor ki , özgürlüğüne kavuştuktan sonra dahi gerisinde bırakamıyor yaşadıklarını. Czentovic ile yaptığı maçta örneğin, hatırlıyor yaşadıklarını ve eski savaş yaraları tekrar acıyor doktorun. Satrançta onun için tek bir rakip var artık, kendisi karşısında tek bir düşman var, o da zihninin karanlık köşesinde yaşayan kötü anıları. O hücrede defalarca karşılaşıp yendiği rakibi, satranç taşlarına her dokunduğunda tekrar geliyor Dr. B'nin karşısına. Bu durum, ona sinir krizleri geçirtecek bir durum alıyor zamanla. Çünkü oynadığı her maç, kaldığı hücreye tekrar geri dönüşü demek onun için. Kitapta oynanan oyun, bu nedenden dolayı sıradan bir satranç maçından farklı. Hareket eden her taşın bir anlamı ve her kaybın temsil ettiği bir hüzün var Dr. B için çünkü. Gerçek hayattaki her olay, sıkışılan her köşe, görülen her çıkış noktası ve bizi engelleyen her düşman satranç oyununda var. Bu durumsa benim gibi okurları hem şaşırtıyor, hem de biraz ürkütüyor, çünkü satranç oyunu tahmin ettiğimizden daha büyük bir potansiyel taşıyor. Stefan Zweig ise bu öyküsüyle, hem satranç bilmeyen okurlarını öğrenmeye teşvik edecek kadar etkiliyor; hem de satrancı bilen okurlarına fark etmedikleri şeyleri gösterip onları korkutabiliyor. Kaynakça: Zweig, Stefan. Satranç. İstanbul: Can Yayınları, 2001. Hüseyin BEYAN KENDİ SESİ OLMAYAN ÖZNELER “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” belki de yazılmış ve sahnelenmiş en çarpıcı karamizah örneği. Bunun nedeni karakterlerin oldukça manidar ve zamansız oluşu. Her an her yerdeler. Vicdani’ler etrafımız. Efruz’lar da var. Vicdani’ler çoğunluk fakat Efruz’ların dünyasında yaşıyoruz. Hani demokrasi çoğunluğun iradesiydi? Vicdani-Efruz tiplemeleri spektrumun iki zıt köşesi sadece. Mesele biraz daha karmaşık anlayacağınız çünkü hepimizin içinde biraz Vicdani biraz Efruz var. Bu oyun yalnızca Vicdani’nin hayat hikayesi değil, hepimizin hayatından kesitler barındırıyor. Öyleyse hepimizin çocukluğundan başlayalım: “Amma çok düşünmek de iyi değildir. İnsanın kafasına zararlı fikirler üşüşür. Büyükler her şeyi bizden daha iyi düşünür.” Hepimiz “küçük yaşta doldurulmuş plaklar”ız. Korkuyla, örfle, adetle, mahalle baskısıyla, baba baskısıyla, arkadaş baskısıyla yetiştirilmişiz bu yaşımıza kadar. Dışlanmaktan korktuğumuzdan kendimiz olamamışız. Etrafımızdaki şeyler değişmiş, biz de ayak uydurmuşuz. Durup sormamışız asla: -Yahu bu sokağın ismi devirden devire neden değişiyor? Unutkan olmaya programlanmışız. Üç maymunu oynamaya… Vatanseverlik, milliyetçilik gibi kavramlarla tutsak edilmişiz. Daha kötüsü, bunu kimin bize yaptığını fark edememişiz. Belki de etmek istememişiz ya da etmekten korkmuşuz. Çıkarlarına göre devletler müttefik değiştirmiş. Ülkelerin iktidarlarını... Biz demokrasiye inanmışız ya da inandırılmışız. “Zikzaklı dostluk kompleksi”… Hükümetin görüşü ne ise biz de o görüşün yanlısı olmuşuz çünkü ya karşı çıkmamışız ya da kendimizi aramadığımızdan kendimizi o görüşten zannetmişiz. “Ayak sesi fobisi” yaygınlaşmış. Korkutularak yönetilmişiz. “Anormal derecede normal” olmayı amaç edinmişiz. Onaylama eğilimimiz çocukken kodlanmış bilinçaltımıza, karşı çıkmaktan korkmuşuz. Sonuçlarından korkmuşuz. İbret olsun diye defalarca görmüşüz sonuçlarını. Biz askeri darbelere muhtaç “azgelişmiş bir ülkenin” kendini arama fırsatı verilmemiş “geri zekalı vatandaşları”yız. Biliyorum bunlar çok ağır. Bu oyunu izlerken ayakta alkışlayan insanları anlamıyorum. Ertesi gün korkusundan yaptığı her şeye devam edecekken, bu oyunu nasıl alkışlar? Bu oyunun varlığı neyi değiştirir? Tüm bunların farkında olmak neyi değiştirir? Vicdani oyunun sonunda diyor ki benim hayatım hepinize ibret olsun. Maalesef etrafta ibretlik hayatlarıyla milyonlarca insan var. Ama bu hayatlardan ibret alan ve karşı çıkan o kadar az ki… Peki hayatlarımız nasıl istenilene dönüştürülür? Sözcükler... Zannetiğimizden çok daha güçlüler. Sözcükler ve tanımları bizim algımızın sınırlarıdır, doruk noktalarıdır. Tanımlanamayanları düşünemeyiz dolayısıyla. Oyunda bu konuyla alakalı bir kısım var: “Kelimeleri üst üste istif edip yaksak bile farzımuhal Düşünceyi de kaldıramayız ya ortadan Kelimelerle uğraşmayalım dostlar Bari onlar özgürce yaşasınlar” Korkuyla dizginlenen kitlelerin kelimeleri dillerinden, sözlüklerinden, algılarından ve kapasitelerinden alınır işte böyle. Öbür yandan Efruz öylesine tuhaf bir karakterdir ki… Zengindir, hırsızdır. Başta üst sınıf, mülkiyet sahibi burjuvazinin yansıması olarak çıkar karşımıza. Ancak burjuvazi ve devlet arasındaki ilişki göz önünde bulundurulduğunda Efruz bu iki rolü -burjuvayı ve devleti- aynı anda sırtlanmıştır. Efruz devlettin ta kendisidir. Mimlenmez, hapse girmez, sorgulanmaz, imtiyaz gösterilir, vergi vermez, vergi kaçırır. Devletten hiçbir farkı yoktur. Devletleri sorgulayıp yargılayamazsınız. Mimleyemezsiniz. Mimleseniz de biri yıkılır diğeri kurulur. Devletlere ödenenlere ne olduğunun peşine düşemezsiniz. Düşseniz dehşete düşersiniz. Devlet, iktidarın ardına gizlenmiş yapısal bir sorundur. Şahet iktidara kızıyorsanız bilin ki problemizin devletle. Çünkü o iktidarı oraya getiren, orada oturtan ve ardına saklanan devletin ta kendisi. Devlet Efruz’lara musamma gösterir çünkü kendisinin de Efruz’dan hiçbir farkı yoktur. Sonra ansızın alkış sesleriyle irkilirsiniz kafanızda böyle düşünceler dönerken. Vicdani’ler Efruz’lar alkışlamaktadır kendilerini. Asıl oyunun sahnenin bu tarafında olduğunu bilmeksizin… “ÖZGÜR” ŞİİRLER Ne zaman hüzünlü olsam, şiir okuyarak yatıştırırım kendimi. Şiirler, mutsuzluğumda, yalnızlığımda bana yoldaş olur. Küçüklüğümden beri de hevesliyimdir şiir yazmaya aslında. Bu şiir aşkım ve ilgim de Orhan Veli şiirleriyle tanışmamla başlamıştır. İlk kez onun bir şiirini okuyabilme fırsatı bulduğumda, henüz daha ilkokuldaydım ve bu kadar farklı bir tarzla karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırmıştı. Çok kısa bir ömre, bu denli büyük yapıtlar sığdırmış ve yalın, mizahi ifadeleriyle de benim ve daha birçok insanın içine işlemeyi başarmıştı. Şiirini okuyan her insanda tekrar tekrar ayni deneyimi yasama isteği uyandıran Orhan Veli, sadece yazım tarzı değil konu içeriğiyle de, benim gibi birçok şiir severin gönlünde taht kurmayı basarmıştır. Öncelikle, Orhan Veli’nin ve kaleminin en sevdiğim özelliği olan serbest yazım şeklinden bahsederek, giriş yapmam gerektiğine inanıyorum. Melih Cevdet ve Oktay Rifat gibi Orhan Veli'nin Türk edebiyatına bu katkısı bahsedilmeden geçilmeyecek kadar önemli bir konudur. Aslında, kurallardan şaşmayan bir şiir kültürünü bambaşka yerlere taşıyan bu üç sair, serbest yazım ölçüsüyle edebiyat tarihinde bir devrime öncülük etmişlerdir. Belki de benim gibi daha birçok insan şiiri onlarla tanıyıp sevdi ve de muhtemelen bir daha da uzak kalamadı. Serbest yazım şekli, şairlere kalıplara sıkışmadan, söylemek istediklerini özgürce ifade edebilme imkânı tanıdı belki de. Bir şiire duygu katan ve insanın içine işleyen de, bu özgürlük değil mi zaten? İşte bu sebeple Orhan Veli’de en çok sevdiğim özellik de bu oluyor; ne koskoca, görkemli İstanbul’u anlatırken, ne ufacık tefecik bir nasırdan bahsederken kendini sınırlamaz ve duyguyu doğrudan aktarabilmeyi başarıyor. Bir ölüm veya bir aşk; kimi zaman İstanbul’un, kimi zamansa bambaşka şehirlerin sokakları; bazense hayatımızdaki günlük, sıradan bir şey, onun şiirlerinin konusu olabiliyor. Elbette serbest yazım ölçüsü öncesi şiir kültürüne bakılarak, Orhan Veli’nin şiirlerinin özensiz olduğunu düşünenler çıkmıştır, ancak Orhan Veli’nin kendine has bir özeni ve düzeni vardır, genellikle tek tür şiir yazmaktan kaçınmıştır. Sadece aşkı anlatmak veya sadece betimleme yapmak ona göre değildir ve şiir kültürüne bambaşka açılardan yaklaşmıştır. Sonuç olarak “Garip” akımı ortaya çıkmış ve şiir, ne yazım kurallarıyla; ne de konu sınırlamalarıyla kısıtlanamaz hale gelmiştir. Sonraki nesiller de bu akımı benimsemiş; ortaya duyguların ve düşüncelerin özgürce aktarıldığı, yeni bir şiir kültürü çıkmıştır. Orhan Veli’nin şiirleri beni bambaşka bir ruh haline sokuyor çoğu zaman. Bir şiirinde hüzünlenip duygulanırken, diğer bir şiirinde aniden gülümseyip neşeleniyorum. Bir şiirinde aşkından bahsediyor; sevgilisine özleminden ve sevgilisinin güzelliğinden. Kavuşmaları ya da kavuşamamaları konu alınıyor. Bir sonraki sayfada Kitabe-i Seng-i Mezar çıkıyor karşıma. Hüzünleniyorum Süleyman Efendi’ye; bir yandan da gülümsüyorum. Bir şiirde nasırın ne işi var diye şaşkınlık içerisinde düşünürken, ardından gelen dizeler tüylerimi diken diken etmeyi başarıyor. Sonra tekrardan başka bir sayfa… Bu defa Cımbızlı Şiir geliyor karşıma. Bu derece yalın bir konu, benim gibi bir hayranını bile şaşırtıyor ve gülümsetiyor. “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinden bahsetmemek olamaz. İstanbul ile alakalı her şey canlanıyor önümde ama sadece görsel değil, esen rüzgârı gönlümde, dallarda hışırdayan yaprakları kulaklarımda hissediyorum sanki. Serbest yazımın bir sonucudur bu; böylesine derinden hissettirebilmesi bir durumu, şehri veya duyguyu. Şiirlerdeki somutluk belki de beni bu kadar etkileyebilen; hiç bir dolambaç, laf oyunu yok; sadece duyguların aktarımı var. Bu kitabi her okuduğumda şiire olan tutkum adeta katlanarak büyüyor. Belki de yüzüncü okuyuşum bu mısraları ama öylesine içine işliyor ki insanın, her okuyuşum sanki ilk defaymışçasına etkiliyor beni. Şiir gibi bir edebi alana, Orhan Veli’nin dizeleriyle girmek ve onun dizelerinde kendini bulmak, bir insanın başına gelebilecek en güzel durum değil de ne? İki kere İki (cid:271)eş (cid:373)i ?! 09/06/2014 Mustafa CULBAN 21301187 TURK 102-29 Aslı UÇAR İki kere İki (cid:271)eş (cid:373)i ?! Winston Smith. Ne (cid:455)azık ki o(cid:374)a (cid:455)aşadığı dö(cid:374)e(cid:373)i hak et(cid:373)ede(cid:374) (cid:455)aşadı (cid:448)e öldü di(cid:455)e(cid:271)iliri(cid:373). Ne (cid:455)azık o(cid:374)a. Belki de (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1004)’li (cid:455)ılları(cid:374) distop(cid:455)ası(cid:374)da (cid:455)aşa(cid:373)asa(cid:455)dı gerçekte(cid:374) aşkı(cid:374)ı ha(cid:455)kıra(cid:271)ilir, se(cid:448)gilisi(cid:455)le el ele (cid:455)ürü(cid:455)e(cid:271)ilir (cid:448)e düşü(cid:374)dükleri her (cid:374)e kadar diğerleri(cid:374)i a(cid:272)ıta(cid:271)ile(cid:272)ek de olsa ha(cid:455)kırarak sö(cid:455)le(cid:455)e(cid:271)ilirdi. Fakat içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu distopik mekân o(cid:374)u(cid:374) her şe(cid:455) kısıtla(cid:455)a(cid:374) (cid:272)i(cid:374)stendi. Keza e(cid:374)sesi(cid:374)e (cid:448)ur lok(cid:373)ası(cid:374)ı al de(cid:455)i(cid:373)i (cid:271)u ro(cid:373)a(cid:374)la –e(cid:374) azı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)ir (cid:271)ölü(cid:373)ü(cid:374)e kadar- tıpa tıp u(cid:455)uşu(cid:455)or. (cid:862)Distop(cid:455)a Nedir ?(cid:863) de(cid:455)ip kısa (cid:271)ir ta(cid:374)ı(cid:373) (cid:455)aparsa(cid:373) ütop(cid:455)a(cid:374)ı(cid:374) ta(cid:373) zıttı di(cid:455)e(cid:271)iliri(cid:373). Ütop(cid:455)a kesi(cid:374) suretle (cid:448)arlığı(cid:374)ı(cid:374) (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) ol(cid:373)ası i(cid:373)kâ(cid:374)sız ideal toplu(cid:373) de(cid:373)ektir. Öte (cid:455)a(cid:374)da(cid:374) Distop(cid:455)a (cid:448)arlığı i(cid:373)kâ(cid:374)sız ola(cid:374) (cid:271)askı(cid:272)ı (cid:448)e zor(cid:271)alıkla (cid:455)ö(cid:374)etile(cid:374) toplu(cid:373) de(cid:373)ektir. Şö(cid:455)le (cid:271)ir tezatlık (cid:448)ar ki ütop(cid:455)a(cid:374)ı(cid:374) açıkla(cid:373)ası(cid:374)da (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374) (cid:862)eşitlik(cid:863) ka(cid:448)ra(cid:373)ı(cid:374)da sıkı(cid:374)tı (cid:455)okke(cid:374) (cid:271)a(cid:374)a göre distop(cid:455)a da (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374) (cid:862)(cid:271)askı(cid:272)ı (cid:455)ö(cid:374)eti(cid:373)(cid:863) (cid:448)e (cid:862)eşitsizlik(cid:863) ka(cid:448)ra(cid:373)ları sıkı(cid:374)tı (cid:455)aratı(cid:455)or. Çü(cid:374)kü (cid:862)ol(cid:373)ası (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) ol(cid:373)a(cid:455)a(cid:374)(cid:863) kıs(cid:373)ı ütop(cid:455)a içi(cid:374) geçerli ola(cid:271)ilirke(cid:374) distop(cid:455)a içi(cid:374) a(cid:455)(cid:374)ısı geçerli değil. Şu a(cid:374) gü(cid:374)ü(cid:373)üzde Kuze(cid:455) Kore’(cid:374)i(cid:374) (cid:455)ö(cid:374)eti(cid:373)i(cid:374)e (cid:271)aktığı(cid:373)ızda (cid:448)e (cid:455)a Türki(cid:455)e’de zırt pırt (cid:455)asakla(cid:374)a(cid:374) i(cid:374)ter(cid:374)et erişi(cid:373)i (cid:448)e (cid:373)e(cid:272)liste(cid:374) geçe(cid:374) tor(cid:271)a (cid:455)asası(cid:374)a (cid:271)aktığı(cid:373)ızda o distop(cid:455)ada(cid:374) fazla uzakta ol(cid:373)adığı(cid:373)ızı a(cid:374)lı(cid:455)oru(cid:373). Bu (cid:455)asaklar (cid:271)ö(cid:455)le(cid:272)e uzar gider e(cid:374) i(cid:455)isi kita(cid:271)ı(cid:374) ke(cid:374)disi(cid:374)e (cid:271)ir dö(cid:374)üş (cid:455)apalı(cid:373) (cid:448)e adı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)ahset(cid:373)e(cid:455)e (cid:271)aşla(cid:455)a(cid:455)ı(cid:373). Bi(cid:374) Dokuz Yüz “ekse(cid:374) Dört a(cid:373)a (cid:374)ede(cid:374)? Be(cid:374) de ilk (cid:271)aşlarda (cid:271)ir tarih olarak a(cid:374)ladı(cid:373) (cid:374)e (cid:455)ala(cid:374) sö(cid:455)le(cid:455)e(cid:455)i(cid:373). Yazarı(cid:374) (cid:455)a da (cid:271)ir (cid:455)akı(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) (cid:448)e (cid:455)ahut (cid:271)aşkahra(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ölü(cid:373) (cid:455)a da doğu(cid:373) gü(cid:374)ü za(cid:374)(cid:374)etti(cid:373) fakat kitap çe(cid:448)ir(cid:373)e(cid:374)i(cid:373)iz Celal Üster kita(cid:271)ı(cid:374) ö(cid:374)sözü(cid:374)de şö(cid:455)le (cid:271)ahsedi(cid:455)or.(cid:863) Or(cid:449)ell (cid:271)aşla(cid:374)gıçta öykü(cid:374)ü(cid:374) geçtiği yıl olarak (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1004)'i seç(cid:373)iş, kita(cid:271)ı(cid:374) ta(cid:373)a(cid:373)la(cid:374)(cid:373)ası (cid:271)iraz da hastalığı yüzü(cid:374)de(cid:374) uzadıkça ilki(cid:374) (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1004)'i (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1006) olarak değiştir(cid:373)iş, daha so(cid:374)ra da (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)4'te karar kıl(cid:373)ış. Daha so(cid:374)ra yakı(cid:374) dostu, yazar Julia(cid:374) Sy(cid:373)o(cid:374)s'a "Kita(cid:271)ı(cid:374) yazı(cid:373)ı(cid:374)ı (cid:1005)(cid:1013)4(cid:1012) yılı(cid:374)da ta(cid:373)a(cid:373)ladığı(cid:373) içi(cid:374), (cid:1005)(cid:1013)4(cid:1012)'i(cid:374) so(cid:374) iki raka(cid:373)ı(cid:374)ı(cid:374) yerleri(cid:374)i değiştir(cid:373)eye karar (cid:448)erdi(cid:373)(cid:863)(cid:894)Ni(cid:374)etee(cid:374) Eight(cid:455)-Four, George Or(cid:449)ell, Pe(cid:374)gui(cid:374) Books,(cid:1005)(cid:1013)(cid:1013)(cid:1004), (cid:862)A Note o(cid:374) the Te(cid:454)t(cid:863) (cid:894)Met(cid:374)e İlişki(cid:374) Bir Not(cid:895), Peter Da(cid:448)idso(cid:374), s. (cid:448).(cid:895) Şö(cid:455)le de (cid:271)ir şe(cid:455)i sö(cid:455)le(cid:373)ede(cid:374) ede(cid:373)e(cid:455)e(cid:272)eği(cid:373). Eğer ki kita(cid:271)ı oku(cid:373)a(cid:455)a (cid:455)e(cid:374)i (cid:271)aşla(cid:455)a(cid:272)aksa(cid:374)ız (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) (cid:455)aptığı(cid:373) hata(cid:455)ı (cid:455)ap(cid:373)a(cid:455)ı(cid:374) di(cid:455)e u(cid:455)arı(cid:455)oru(cid:373). Ö(cid:374) söz kıs(cid:373)ı(cid:374)ı o(cid:374) dördü(cid:374)(cid:272)ü sa(cid:455)fa(cid:455)a kadar oku(cid:455)u(cid:374) çü(cid:374)kü geri(cid:455)e kala(cid:374) altı sa(cid:455)fa kita(cid:271)ı(cid:374) özeti (cid:374)i(cid:455)eti(cid:374)de ol(cid:373)uş (cid:448)e kitap hakkı(cid:374)da (cid:271)ir sürü ipu(cid:272)u (cid:271)arı(cid:374)dırı(cid:455)or. “ade(cid:272)e ufak (cid:271)ir ta(cid:448)si(cid:455)ede bulunuyorum. Orwell, oku(cid:455)u(cid:272)uları(cid:374)a distopik (cid:271)ir (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1008) su(cid:374)(cid:373)uş. “ade(cid:272)e (cid:271)ir dakika düşü(cid:374)sek (cid:455)a (cid:271)ütü(cid:374) hakları(cid:373)ızı(cid:374) eli(cid:373)izde(cid:374) alı(cid:374)dığı (cid:271)ir gele(cid:272)ek (cid:374)e kadar i(cid:455)i ola(cid:271)ilir? Yaşa(cid:373)ı(cid:374)ızı ida(cid:373)e et(cid:373)ek içi(cid:374) (cid:271)ütü(cid:374) kararları ala(cid:374) (cid:862)Parti(cid:863) adı (cid:448)erile(cid:374) (cid:271)ir kuruluş (cid:448)ar. Ne gi(cid:455)e(cid:272)eği(cid:374)izi, ki(cid:373)e sela(cid:373) (cid:448)ere(cid:272)eği(cid:374)izi, e(cid:448)e kaçta gide(cid:272)eği(cid:374)izi, kaç saat u(cid:455)u(cid:455)a(cid:272)ağı(cid:374)ızı, ki(cid:373)i(cid:374)le e(cid:448)le(cid:374)e(cid:272)eği(cid:374)izi (cid:448)e hatta sizi(cid:374) (cid:455)eri(cid:374)ize para(cid:374)ızı ko(cid:374)trol ede(cid:374) (cid:271)ir kuruluş (cid:448)ar. Gele(cid:272)ek dedi(cid:373) a(cid:373)a şu a(cid:374) (cid:271)aktığı(cid:373)ızda (cid:271)u sa(cid:455)dıkları(cid:373)ı(cid:374) (cid:455)a da (cid:455)aza(cid:373)adıkları(cid:373)ı(cid:374) (cid:271)ir kıs(cid:373)ı şu a(cid:374)da ola(cid:374) şe(cid:455)ler. Şu a(cid:374) Ne(cid:449) York’ta, Tok(cid:455)o’da hata İsta(cid:374)(cid:271)ul’da ola(cid:374) şe(cid:455)ler (cid:271)u(cid:374)lar. İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) (cid:455)a(cid:448)aş (cid:455)a(cid:448)aş kontrol etme(cid:455)e (cid:271)aşladılar. İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) paraları(cid:374)ı ko(cid:374)trol et(cid:373)ek içi(cid:374) (cid:271)a(cid:374)kalar (cid:455)aptılar, (cid:455)asal i(cid:374)sa(cid:374)ları daha uzu(cid:374) süreler çalıştır(cid:373)ak içi(cid:374) vardiyalı işler (cid:455)aptılar, tek düze iş ha(cid:455)atı kurmak için işe giderke(cid:374) üstü(cid:374)üze (cid:374)e gi(cid:455)e(cid:272)eği(cid:374)iz hakkı(cid:374)da katı kurallar ko(cid:455)dular. Utanmasalar ki(cid:373)i(cid:374)le e(cid:448)le(cid:374)e(cid:272)eği(cid:374)izi de seçe(cid:272)ekler. Or(cid:449)ell’ı(cid:374) kurguladığı dü(cid:374)(cid:455)a gerçek olu(cid:455)or gi(cid:271)i. Kitapta her e(cid:448)de tele-ekra(cid:374)lar (cid:448)ar. “izi(cid:374) (cid:374)eler (cid:455)aptığı(cid:374)ızı (cid:1006)(cid:1008) saat izli(cid:455)orlar. Kurallar, Parti’(cid:455)e karşı ko(cid:374)uş(cid:373)a(cid:455)ı geçti(cid:373) Sayfa 1 İki kere İki (cid:271)eş (cid:373)i ?! 09/06/2014 düşü(cid:374)(cid:373)ek (cid:271)ile (cid:455)asak. Wi(cid:374)sto(cid:374) “(cid:373)ith de(cid:448)a(cid:373) ede(cid:374) (cid:271)u düze(cid:374)i içsel (cid:271)aşkaldırışlar (cid:448)e ha(cid:455)kırışlarla sorgulayan birisi. Bu düze(cid:374)i(cid:374) (cid:374)asıl işlediği(cid:374)i a(cid:374)lı(cid:455)or fakat (cid:374)e kadar uğraşırsa uğraşsı(cid:374) (cid:374)ede(cid:374)i(cid:374)i (cid:271)ir türlü a(cid:374)la(cid:455)a(cid:373)ı(cid:455)or. Şi(cid:373)di kita(cid:271)ı oku(cid:373)a(cid:455)a(cid:374)lar (cid:448)e oku(cid:373)a(cid:455)ı pla(cid:374)la(cid:455)a(cid:374)lar içi(cid:374) 2-(cid:1007) ta(cid:374)e soru(cid:373) ola(cid:272)ak. U(cid:373)arı(cid:373) (cid:271)u soruları(cid:374) (cid:272)e(cid:448)abı(cid:374)ı oku(cid:455)u(cid:374)(cid:272)a daha i(cid:455)i a(cid:374)la(cid:455)a(cid:272)aksı(cid:374)ız. “oruları(cid:374) (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı(cid:374)ı herkesi(cid:374) gör(cid:373)esi içi(cid:374) yorum olarak yazabilirsiniz. Winston bu kötü gidişatı, düşü(cid:374)(cid:373)e(cid:374)i(cid:374) dahi suç olduğu (cid:271)u toplu(cid:373)da (cid:374)asıl ka(cid:374)ıtla(cid:455)a(cid:272)aktır? Ki(cid:373)se(cid:455)le ko(cid:374)uşa(cid:373)ada(cid:374), eli(cid:374)de so(cid:373)ut (cid:271)ir şe(cid:455)ler (cid:455)okke(cid:374) (cid:271)u düze(cid:374)e (cid:374)asıl dur di(cid:455)e(cid:272)ektir? Daha da (cid:373)erak edile(cid:374)i ke(cid:374)disi gi(cid:271)i düşü(cid:374)e(cid:374)ler (cid:448)ar (cid:373)ı? Bu düze(cid:374) hep (cid:271)ö(cid:455)le (cid:373)i sürecek? Tatar Ramaza(cid:374) gi(cid:271)i (cid:862)Be(cid:374) (cid:271)u o(cid:455)u(cid:374)u (cid:271)ozarı(cid:373)(cid:863) di(cid:455)e(cid:271)ile(cid:272)ek (cid:373)i? Bütü(cid:374) (cid:271)u soruları(cid:374) (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı(cid:374)ı he(cid:455)e(cid:272)a(cid:374)la beklemekteyim. İlk (cid:271)aşta da dediği(cid:373) gi(cid:271)i ütop(cid:455)a her (cid:374)e kadar ta(cid:374)ı(cid:373)ı(cid:374)a u(cid:455)u(cid:455)orsa da distop(cid:455)a ka(cid:448)ra(cid:373)ı bu kitapta a(cid:374)latıla(cid:374)larla pek u(cid:455)uş(cid:373)u(cid:455)or gi(cid:271)i. Kitapta a(cid:374)latıla(cid:374) ütop(cid:455)a(cid:455)ı fazla uzaklarda ara(cid:373)a(cid:455)a gerek (cid:455)ok (cid:271)e(cid:374)(cid:272)e. Türki(cid:455)e Cu(cid:373)huri(cid:455)eti’(cid:374)de (cid:455)aşı(cid:455)oruz (cid:448)e (cid:455)aptığı(cid:373)ız her şe(cid:455) aslı(cid:374)da o distopik (cid:455)ö(cid:374)eti(cid:373)i(cid:374) (cid:271)ir parçası gi(cid:271)i. Gi(cid:455)dikleri(cid:373)iz, (cid:455)aşa(cid:373) tarzı(cid:373)ız, (cid:373)etropol ha(cid:455)atı, okulları(cid:373)ız, dersleri(cid:373)iz. Her şe(cid:455)i sa(cid:455)a(cid:271)iliriz. Kitapta a(cid:374)latıla(cid:374) Düşü(cid:374)(cid:272)e suçu ka(cid:448)ra(cid:373)ı(cid:374)ı direkt olarak sos(cid:455)al (cid:373)ed(cid:455)a(cid:455)la ilişkile(cid:374)dire(cid:271)iliriz. De(cid:448)leti(cid:373)iz o kadar korkar ol(cid:373)uş ki Fa(cid:272)e(cid:271)ook (cid:448)e T(cid:449)itter’da (cid:455)azı (cid:455)aza(cid:374)lar, düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)i pa(cid:455)laşa(cid:374)lar (cid:455)azdıkları şe(cid:455)ler (cid:455)üzü(cid:374)de(cid:374) (cid:455)argıla(cid:374)ır hâle gel(cid:373)işler. Yö(cid:374)eti(cid:373) (cid:271)ü(cid:455)ük çaplı (cid:271)ir sos(cid:455)al e(cid:455)le(cid:373) olduğu zamanda kesin olarak engelleme yoluna gidiyor. Bundan bir sene öncesine kadar youtube engelliydi. Şi(cid:373)di a(cid:455)(cid:374)ı za(cid:373)a(cid:374)da (cid:271)irçok (cid:455)erde göre(cid:271)ildiği(cid:373)iz (cid:271)ir teri(cid:373)de(cid:374) (cid:271)ahsede(cid:272)eği(cid:373). (cid:271)ahsede(cid:272)eği(cid:373). Büyük Biraderin Gözlerinden George Or(cid:449)ell da (cid:271)u teri(cid:373)i kita(cid:271)ı(cid:374)da kulla(cid:374)(cid:373)ış. Şö(cid:455)le açıkla(cid:455)a(cid:271)iliri(cid:373). Bir aile (cid:455)e(cid:374)i (cid:271)ir e(cid:448)e ilk taşı(cid:374)ı(cid:374)(cid:272)a ilk ö(cid:374)(cid:272)e perdelere (cid:271)akar değil (cid:373)i? Perdeleri(cid:374)i takar ö(cid:455)le otur(cid:373)a(cid:455)a (cid:271)aşlar her şe(cid:455)de(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e. Perde (cid:373)ahre(cid:373)i(cid:374) koru(cid:455)u(cid:272)usudur. Or(cid:449)el’ı(cid:374) (cid:271)ü(cid:455)ük (cid:271)iraderi(cid:374) gözleri her şe(cid:455)i görür, takip eder. Bu göz çoğu şe(cid:455)le (cid:271)ağdaştırıla(cid:271)ilir. Her şe(cid:455)i göre(cid:374) göz, İllu(cid:373)i(cid:374)ati (cid:448)e ya Yüzüklerin Efe(cid:374)disi(cid:374)deki “auro(cid:374). Hepsi a(cid:455)(cid:374)ı görevi görür ama İllu(cid:373)i(cid:374)ati’(cid:374)i(cid:374) aksi(cid:374)e her şe(cid:455)i göre(cid:374) göze (cid:448)e (cid:455)a “auro(cid:374)’a pek i(cid:374)a(cid:374)dığı(cid:373) sö(cid:455)le(cid:374)e(cid:373)ez. Bir (cid:271)aşka ka(cid:448)ra(cid:373) ise Tele- Ekra(cid:374)lardır. Evet, belki evimizde yok di(cid:455)e(cid:272)eksi(cid:374)iz (cid:271)u(cid:374)larda(cid:374) a(cid:373)a şö(cid:455)le (cid:271)ir gerçek (cid:448)ar. Misal ABD diğer ülkeleri(cid:374) (cid:374)eler (cid:455)aptığı(cid:374)ı takip etmek için iPhone adı(cid:374)da (cid:271)ir araç üretti (cid:271)u(cid:374)da(cid:374) (cid:455)ıllar ö(cid:374)(cid:272)e. iPho(cid:374)e kulla(cid:374)ı(cid:272)ıları(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)ü(cid:455)ük çoğu(cid:374)luğu verilerini yedekliyor ve 24 saat bu veriler Büyük Birader'i(cid:374) Zafer Meyda(cid:374)ı'(cid:374)daki de(cid:448) tele-ekra(cid:374)lara ya(cid:374)sıya(cid:374) işle(cid:374)erek sakla(cid:374)ı(cid:455)or, her dakika (cid:455)e(cid:374)i yüzü (Kitaptan uyarlanan 1984 filminden bir kare) Sayfa 2 İki kere İki (cid:271)eş (cid:373)i ?! 09/06/2014 (cid:271)iri(cid:373)lere aktarılı(cid:455)orlar. iPho(cid:374)e ’u(cid:374) sahi(cid:271)i Apple fir(cid:373)ası üstü kapalı da ko(cid:374)uşsa (cid:271)u(cid:374)u CIA ile pa(cid:455)laştığı(cid:374)ı ka(cid:271)ul et(cid:373)ekte. Eğer ülke dışı(cid:374)a çık(cid:373)a(cid:373)ız gerek(cid:373)i(cid:455)orsa (cid:373)o(cid:271)ese ka(cid:373)eraları(cid:374)da(cid:374) (cid:271)ahsede(cid:271)iliriz. Bu ka(cid:373)eralar her (cid:374)e kadar suçu ö(cid:374)le(cid:373)ek içi(cid:374) kulla(cid:374)ılsa da (cid:455)a da (cid:271)ize ö(cid:455)le sö(cid:455)le(cid:374)se de (cid:271)u(cid:374)ları(cid:374) (cid:374)eleri takip et(cid:373)ek içi(cid:374) kulla(cid:374)ıldığı(cid:374)ı ta(cid:373) olarak kestir(cid:373)ek zor. Bu iki ka(cid:448)ra(cid:373)ı(cid:374) (cid:455)a(cid:374)ı(cid:374)da ö(cid:455)le (cid:271)ir ta(cid:374)e (cid:448)ar ki ülke(cid:373)izde de ör(cid:374)eği(cid:374)i gördüğü(cid:373) (cid:271)ir ta(cid:374)e. Yeni Söylem şu ki (cid:271)ir keli(cid:373)e(cid:455)i kırparak, kısaltarak, dilde(cid:374) çıkartarak (cid:455)ok et(cid:373)ektir. Ülke(cid:373)de(cid:374) (cid:271)ir ör(cid:374)ek (cid:448)ere(cid:272)eği(cid:373) ki daha i(cid:455)i a(cid:374)lata(cid:271)ile(cid:455)i(cid:373). "Başkası(cid:374)ı(cid:374) (cid:373)alı(cid:374)ı ala(cid:374), yağ(cid:373)a, tala(cid:374) ede(cid:374) Bu kelime birkaç ay evvel gündemdeydi. Çapulcu kelimesi ki(cid:373)se, tala(cid:374)(cid:272)ı, yağ(cid:373)a(cid:272)ı, plaçka(cid:272)ı " a(cid:374)la(cid:373)ı(cid:374)da(cid:374) TDK tarafı(cid:374)da(cid:374) "Düze(cid:374)e aykırı da(cid:448)ra(cid:374)ışlarda (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374), düze(cid:374)i (cid:271)oza(cid:374), plaçka(cid:272)ı " olarak değiştirili(cid:455)or. Kısa(cid:272)a (cid:271)u (cid:271)irkaç ör(cid:374)ekle okuduğu(cid:373) kitapta(cid:374) ke(cid:374)di ha(cid:455)atı(cid:373)ıza çıkarı(cid:373)larda (cid:271)ulu(cid:374)du(cid:373). Fazla uzağa git(cid:373)e(cid:455)e gerek (cid:455)ok o distopik dü(cid:374)(cid:455)a(cid:455)ı (cid:271)ulabilmek içi(cid:374). Okudukta(cid:374) so(cid:374)ra aklı(cid:373)da oluşa(cid:374) e(cid:374) (cid:271)ü(cid:455)ük soru: Hâlâ (cid:1005)(cid:1013)(cid:1012)(cid:1008)’e distopik (cid:271)ir eser di(cid:455)e(cid:271)ilir (cid:373)i(cid:455)iz?(cid:863) “o(cid:374) (cid:271)ir eleştiri(cid:373)i (cid:455)aparak (cid:271)urada (cid:271)log (cid:455)azı(cid:373)ı so(cid:374)la(cid:374)dıra(cid:272)ağı(cid:373). Kitaptaki (cid:271)ir eksiklik de(cid:373)e(cid:455)e(cid:455)i(cid:373) de ufak (cid:271)ir hata gözü(cid:373)e çarptı. Ye(cid:374)i “ö(cid:455)le(cid:373) kuralları kita(cid:271)ı(cid:374) e(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)a atıl(cid:373)ış. Atıl(cid:373)a(cid:455)ıp kita(cid:271)ı(cid:374) içi(cid:374)de (cid:455)edirilse(cid:455)di (cid:448)e kitap daha çok “(cid:373)ith’i(cid:374) (cid:455)aşadıkları(cid:455)la bitirilseydi sonu daha güzel olabilirdi. Onun dışı(cid:374)da eğer ki kurulu düze(cid:374)i siz de anlamak, bir nebze olsun bu kurulu düzene dur demek isti(cid:455)orsa(cid:374)ız (cid:271)u kita(cid:271)ı oku(cid:373)a(cid:374)ızı ö(cid:374)eri(cid:455)oru(cid:373). Oku(cid:373)a(cid:455)a(cid:374) arkadaşları(cid:373) olursa (cid:271)ile e(cid:374) azı(cid:374)da(cid:374) fil(cid:373)i(cid:374)i se(cid:455)ret(cid:373)e(cid:374)izi isti(cid:455)oru(cid:373). Sayfa 3 Andaç Ünal Irkçılığın Sona Erecek Olması Bir Rüya mı? Irkçılık son yıllarda gerek dünyada gerek Türkiye’de hararetli bir tartışma konusu. Aslında ırkçılık belki de insanların varoluşu kadar eski bir düşünce eğilimi. Zamanla insanların çağdaşlaşmasıyla, hümanist düşüncelerin gelişmesiyle günümüzde daha çok eleştirilen ve geri kafalılıkla özdeşleştirilen bir görüş haline gelmiş. Pek çok aydının üstünde düşündüğü ve eleştiren eserler yarattığı bu konuyu anlatan bir eser de birinci elden, Solomon Northup’tan geliyor. Solomon Northup 19.yy’da Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamış özgür siyahi bir vatandaş. Özgür kelimesine dikkat çekmek istiyorum çünkü o zamanlar siyahi insanların özgür olması Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan çoğu beyaz insanın(!) şaşıracağı bir durum. Nitekim Solomon’un özgürlüğü de uzun sürmüyor. Mutlu bir yaşamı ve ailesi olan Solomon bir gün köle tacirleri tarafından kaçırılıp güneyli zengin bir iş adamına satılıyor. Solomon on iki yıl boyunca esir tutuluyor ve köle olarak çalıştırılıyor. Özgürlüğüne kavuştuğunda esareti boyunca çektiği acılar​ı ​12 Yıllık Esaret adlı kitabına yazıyor. Yazdığı kitap ırkçılığın kötü yanlarını gösteren belki de en iyi birinci elden kaynaklardan birisi. Kitap hayatı boyunca maruz kaldığı eziyetleri çarpıcı bir şekilde göz öne seriyor dolayısıyla Solomon’ın hayatını okuyucuya adeta canlı bir şekilde yaşatıyor. Solomon’ın yerinde olduğunuzu ve onun hayatını yaşadığınızı düşünün. Mutlu bir hayatınız varken birden hiç tanımadığınız insanlar tarafından kaçırılıyorsunuz. Bu insanlar size “Artık bizim belgeli kölemizsin, emirlerimize uyacaksın ve karın tokluğuna çalışacaksın.” diyor. Bunun sebebini merak ettiğinde alabileceğiniz tek cevap “Çünkü senin ten rengin siyah.” oluyor. Yapılan eziyetin insanlığa karşı suçların birkaç kategorisine girmesini geçtim. O sebebin savunulabileceği hiçbir mantıklı argüman yok. Dolayısıyla ırkçılığın da savunulabileceği mantıklı argümanı pek yok. Irkçılığın temeli gücü elinde bulunduran bir grup insanın kötü amaçlarla diğer bir grup insanı kullanmasına dayanıyor. İşin içine bir grup insanın çıkarı girince bir grup insan üzülmek zorunda kalıyor. Irkçılık ten rengini ekonomik, sosyal, hukuksal bir ayrımcılığa dönüştürüyor. Bu ayrımcılık tarih boyunca çok can yakıyor. İnsanın aklına tek bir soru geliyor insanlık ne zaman bu ayrımcılıktan vazgeçecek? Sevinçle söyleyebilirim ki ırkçılık en azından Batı dünyasında eskisi kadar büyük boyutlarda değil. Yine de günümüzde hala hassas bir konu. Irkçılıktan, ırklardan, milliyetçilikten, bahsederken seçtiğiniz kelimelere dikkat etmeniz gerekiyor. Çok kültürlü bir üniversitede okuduğum ve pek çok farklı ırka ve milliyete mensup arkadaşım olduğu için insanların farklı kültürlerine saygı göstermek gerektiğini birinci elden biliyorum. Daha birkaç gün önce Pakistanlı bir arkadaşımla konuşurken Paki kelimesinin ırkçı bir hakaret olduğunu öğrendim. Arkadaşım hoşgörülü bir insan olduğu için dediğime takılmasa da resmi ortamlarda asla söylenemeyecek bir kelime olduğunu söyledi. Paki kelimesini tamamen lügatımdan çıkardım. Yine de basit bir kısaltmanın insanları böyle kutuplaştırmasını anlayamıyorum. İnsanlık ne zaman birbirine bu kadar hoşgörüsüz bir hale geldi? Tıpkı zenci kelimesinin hakaret sayılması gibi. Bir grup insan zenci diyerek insanları ayrım yapıyor ve diğer bir grup insan onlara ırkçı diyerek ayrım yapıyor. İnsanlar diğer insanlardan sadece ten rengi veya doğduğu yer yüzünden nefret etmeye devam ediyor. İnsanların gözlerini bu mantıksızlığı göremeyecek kadar ne kör etti? Fotoğraf 1: “A Tale of Two Hoodies” 2014 İnsanların gözleri nasıl açılır? Eğitim mi? Bilinçlendirme çalışmaları mı? Yoksa insanlar çok mu inatçı? Eski nesilleri kurtaramasak da yeni nesilleri kurtarabilir miyiz en azından? Cevaplanması gereken çok fazla soru var. Uzmanlık alanım olmadığı için cevapları ben de bilmiyorum, kimsenin kesin bir cevabı olduğunu da sanmıyorum. Ama bu konuda çaba göstermemiz gerektiğine eminim. Gelecek nesillerin başına Solomon’ın başına gelenlerin gelmesini istemiyorum. Çözüm ırk gözetmeksizin bütün insanların iyiliği için bulunmalı. Martin Luther King’in de dediği gibi “Bir hayalim var…”. Kaynakça: King, Martin L., Jr. "I Have a Dream." Konuşma. Lincoln Anıtı, Washington, D. C. 28 Ağustos 1963. American Rhetoric. Web. 25 Mart. 2013. Martin, Travyon. A Tale of Two Hoodies. 2014. ​ Northup, Solomon. ​12 Yıllık Esaret. Maya Kitap, 2015. Baskı. Naz Deniz Atik Yabancı Figure 1 Fontana dei Quattro Fiumi Yıl 2010. İlk yurt dışı seyahatim. İstikamet Roma, oradan Floransa’ya geçilecek, sonra ver elini Venedik. Heyecanlıyım, nasıl heyecanlı olmayayım? Yıllarca başkalarından dinlediğim yerleri kendim göreceğim şimdi. Ama bir o kadar da tedirginim tabii. Yabancı bir ülkede, dillerini konuşmadığım insanların arasında olacağım günlerce. İngilizceyi daha yeni yeni konuşuyorum, pratiğim hiç yok. Annem zaten hiç İngilizce bilmiyor. Aklıma takılıyor uçakta, kara kara düşünüyorum nasıl iletişim kuracağız biz insanlarla ana-kız baş başa gittiğimiz bu yabancı memlekette diye. Sonra nasıl oluyorsa bu düşünce zihnimi terk ediyor, biz de zaten Roma’ya iniyoruz. İlk gün, ilk öğle yemeği. Bir restoranın terasındayız, annem sigara içmek istiyor. Ama ben ‘dur’ diyorum. Ne kanunu kuralını biliyoruz bu memleketin, ne örfünü âdetini. Ya yasaksa? El mecbur, hiç mi hiç güvenmediğim İngilizcemi kullanacağım. Garsona soruyorum burada sigara içebilir miyiz diye. Başıyla onaylıyor adam. Ben hâlimden memnun, annem kızıyla gurur duyuyor. Tamam, diyorum. Derdimi anlatabiliyorum demek ki. Aynı günün gecesi. Ellerimizde külahlar, külahlarda Roma dondurması Piazza Navona’da dolaşıyoruz annemle. O an bana bir his geliyor, anlatamadığım bir his. Bir anda huzurla doluyor içim. Etrafıma bakıyorum kendimi bir filmin içinde hissediyorum. Sokak çalgıcılarının şarkıları da film müziği adeta… Dilini konuşmadığım, kültürünü bilmediğim bir ülkede, dünyanın dört bir yanından gelen onca turistin arasında bir anda evimde hissediyorum kendimi. Tüm tedirginliğimi silkeleyip atıveriyorum üzerimden. Fontana dei Quattro Fiumi’nin kenarına oturup ışıl ışıl görünen meydana bakıyorum. Bu şehir, bu insanlar hiç de yabancı gelmiyor artık bana. Kendimi oraya ait hissediyorum. Evimi sorsalar o an, tam da bulunduğum noktayı işaret edeceğim tereddüt etmeden. Ne korku kalıyor geriye, ne endişe. Hiç şüphem yok ki güvendeyim. Son zamanlarda sık sık bu seyahati düşünüyorum. Birkaç saat gibi kısa bir süre içinde yerinde yeller esen tedirginliğimi ve bu tedirginliğin, İtalya’da geçirdiğim sonraki günlerde de, tekrar yurtdışına çıktığım birçok seferde de geri dönmeyişini... Kendimi ‘yabancı’ topraklarda güvende, hatta evimde hissedişimi düşünüyorum. Tekrar tekrar aklıma geliyor o anlar, çünkü evimde otururken ya da yatağımda yatarken hiç de güvende hissetmiyorum kendimi bugünlerde. Doğduğum, büyüdüğüm şehrin sürekli bir telaş içinde terk etmeye çalıştığım sokaklarını yadırgıyorum şu sıralar. Ankara’nın ıssızlığı beni korkutuyor, korktukça biraz daha baş başa bırakıyorum Ankara’yı ıssızlığıyla. Buradan başka bir evim yok, ama kendimi hiç de evimde hissetmiyorum. Nasıl olup da yabancısı olduğum şehirlerde evimde hissetmeyi başarmışken gerçek evime bu kadar yabancılaştığımı anlamaya çalışıyorum. Ama sorun bundan çok daha büyük, biliyorum. Mesele sadece benim evim, benim kentim değil. İçimdeki bu tedirginlik Ankara’yla sınırlı değil. Çünkü biliyorum ki şu gün, şu an Paris’te ya da Brüksel’de olsam, kendimi son ziyaretimde hissettiğim gibi güvende hissetmeyeceğim. Palais Garnier’in tam karşısındaki o kafede aynı keyifle yudumlayamayacağım kahvemi, uçağım Brüksel Havalimanı’na inerken içim sevinçle dolmayacak. İlk gidişimde hiç de yabancısı gibi hissetmediğim bu şehirleri, turist tedirginliğinin de ötesinde bir korkuyla adımlayacağım bu sefer. Düşündükçe daha iyi anlıyorum ki insan yabancısı olduğu şeylerden korkuyor hep, korktuğunda da kendini bulunduğu yere yabancı hissediyor. Gittiği her yeri hemencecik evi belleyebilen ben, dünyanın yabancısı oluyorum yavaş yavaş. Dünya, gittikçe ne zaman ne olacağını kestiremediğim bir yer hâline geliyor çünkü. Ne ‘kanunu kuralını’ anlayabiliyorum artık bu dünyanın, ne de ‘örfünü âdetini’. Üstelik ben bu dünyanın dilini de konuşmuyorum sanırım artık, nereye baksam ne dediğini anlamadığım insanlar görüyorum. Kandan, katliamdan bahsediyorlar, arada bir ‘müstahak’ diyorlar. ‘Müstahak’ ne demek onu biliyorum bilmesine de, ben bu kelimenin ‘katliam’ ile aynı cümlede kullanılabildiği bir dil bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum zaten ve bu yüzden git gide bu dünyanın yabancısı oluyorum. Kendimi tanıdık bir yerde, güvende hissetmek istediğimde gözlerimi kapatıp Piazza Navona’yı hayal ediyorum. Tek kelimesini bile anlamadığım bir dilde konuşan insanların, bugün anadilimde konuşan birçok insandan çok daha anlaşılır olduğu o güne döndüğümü düşlüyorum. Artık yabancısı olduğum bu şehirde, on beş yıldır uyuduğum yatakta korkudan gözüme uyku girmediğinde kendimi evimde hissedebilmek için işte o günü hatırlıyorum. KAYNAKÇA Parapadakis, George. Fontana dei Quattro Fiumi. (t.y.). Piazza Navona. Roma. Web. 22 Mart 2016. Umut Eli Hayata ya da başka bir olaya karşı umutlu olmanın ne kadar güçlü bir durum olduğunu bilmek için biraz şanslı olmak gerekiyor. Galibiyete, zafere giden yolda karşımıza çıkan olumsuzlukların bizi yıldıramadığı sürece umudumuzu kaybetmemiş oluyoruz. Tek başımıza kalıp tüm sorumluluğu üstlenmemiz gerekse bile kendimizden bir şeyleri eksiltmediğimizi düşünebildiğimizde bir amacımız olduğunun farkına varıyoruz. Toplumda bir şeylerin üstesinden gelen kişiler olarak gösterilenlerin de bu yollardan geçtiğini dinlediğimizde eksiklik yerine fazlalık bile biriktirdiğimizi hissedebiliyoruz, amacımıza yaklaşabiliyoruz. İnsanların arasında yaşamayı, sosyalleşmeyi seven insanlar vardır toplumda çokça. Bir de tam tersi olan, yalnız olmayı hayat felsefesi haline getirmiş insanlar vardır. Çok normal olan bu iki insan tipi dışında bir de seçimi olmayanlar vardır, yalnız bırakılmış olabilirler mesela, çaresizlerdir. Hak ederek ya da etmeyerek tek kişilik hücreye atılmışlardır, belki de insanların içinde yalnız kalmaya mahkum edilmişlerdir. Mark Watney için durum biraz daha farklı. Görev için gittiği Mars'ta tek başına kalan biri o, diğerlerinden daha yalnız. En yakınının bulunduğu ülke küçüklüğü yüzünden görülemeyecek kadar uzaktaysa o kişi yalnızdır, sadece bu da değil, çaresizdir, mahkumdur. Bir kişinin yalnız kaldığını anlaması için birçok şeyin farkında olması gerekir. Kendine bile belli etmeden ağladığı gecelerin sabahında gözlerini ailesini görme umuduyla açmaz mı yalnız kalan insan? Onlar, birinin gelip onları o bataklıktan kurtaracağı anı bekleyen insanlardır. Tek başına geçirdikleri her an için kendilerine farklı sözler verirler. Kurtulacakları günü sabırsızlıkla beklerken üstlerine düşen görevi tamamlamakla yükümlülerdir, var olan umudu boşa harcamamak... Yaşamakla hapsolmak arasındaki o ince bağlantıya umut deniyor. Birçok zaman umut karşımıza bir yardım eli olarak çıkıyor. Mars'taki astronotumuz Mark Watney'e de bu "yardım eli" çok uzaklardaki tanıdıklarından geliyor. Bazen o eli uzatanın tek bir sözü hatta tek bir kelimesi bile o mahkum yaşayan kişiye bir amaç uğruna savaşma yeteneği katabiliyor. Bu yardıma ihtiyacımızın olması için bizim de astronot olmamız gerekmiyor. Mesela, kötü geçeceğini tahmin edebildiğimiz bir dersin sınavına çalışırken bir yakınımızdan ya da öğretmenimizden gelecek tek bir söz, onların diyeceği tek bir umut verici kelime bile dönüm noktasına ulaşabilmemizi sağlayabiliyor. Umut, bulaşıcı bir hastalıktır. Birinin başarısının bir diğerine ilham kaynağı olduğuna şahit olabiliyoruz çokça. Düzenli olarak her hafta bu türde yazılmış yeni kitapların raflara eklendiğini görebiliyoruz. Okulunu yarıda bırakıp tesadüflerin ve kararlılığın sonucu olarak teknolojide çığır açanlar, inancının arkasından koşup dibe vurduğunda gelen yardım eliyle başarıya kavuşanlar... Bu örneklere en sevdiğim yazarlardan birinin çok önceden duyduğum hikayesini de eklemek istiyorum. Henüz yazacağı çok roman, kazanacağı çok ödül olmasına rağmen şimdiden efsaneler, klasikler arasında yer bulabilen Stephen King'in yazarlığa başlama hikayesi de birçok kişiye umut verebilecek cinsten. Yazar, yayınevlerinden defalarca ret cevabı aldıktan sonra pes edip eserini çöpe attığında yazarın eşi o eseri alıp birkaç kere daha şansını denemesini sağlamış ve bu durum, yazarın uzun ve şöhret dolu yola adımını attığı ilk etken olmuş. Tabii, bu ve benzeri hikayelerin amacı yardım elinin sizi bulacağının garantisini sunmak değil, amacı, insanları içlerinde her zaman bir umut bulundurmanın gerekliliğine inandırmak. Nerede olursa olsun, bir aile ortamında ya da uzayda... Andy Weir, elle tutulabilir ilk dağıtımı 2014 yılında yapılan bu kitapla bir yazılım mühendisine göre fazlaca ün yapmışa benziyor, bence hakkının karşılığını da almış. İnancımızı kaybetmememiz gerektiğini yolu Mars'a düşüp tek başına kalan bir botanisti romanın ana karakteri yaparak çok güzel anlatmış. Yeri geldiğinde duygulanıp yeri geldiğinde heyecandan gözümü bile kırpmadan okuduğum bu romandan çıkarabileceğim birçok sonuç var. Kendimize bir amaç belirlediğimizde bütün rakiplerimizle aynı yerden başlıyoruz, dezavantajlarımızı kendimiz belirliyoruz. Aslında, umudumuzu kaybetmediğimiz sürece yarışın içindeyiz hepimiz, bu yarışta tek kişi olsa bile. GAMZE ATAK 21401344 EKSİK YARIM Derler ki hayatta herkes için yaratılmış bir eş vardır. Bu fısıltıların başlangıcı da Âdem’e kadar uzanır. Çakılları inci, suları bal akan cennet bahçelerinden bile sıkılan ilk insanoğlu yanına bir yoldaş ister. Hikâye de böyle başlar. Kaburga kemiğinden yaratılan kadın, aynı şekilde doldurur burayı. Bazen sıkar, daraltır bazense sevgiyle, aşkla kaplar o sol kaburgayı. Velhasıl kelam, yalnızlık daha başlamadan bitmiş insanoğlu için. Bitmiş dediysem öyle hemen, herkes için değil. Kalbinin peşinden gidene, gururunu ayaklar altına alana, aşkın ateşi ile kavrulup yanana nasip olmuş. Tespih Ağacının Gölgesi adlı kitabı okurken de en çok bir soruya takıldım. Acaba kalbimi yakan, mantığımı devralan o aşkı bulabilecek miyim yoksa ben de o mantıklı sesi dinleyip aşksız ama sevgi temelli bir hayat mı süreceğim? Hiçbir zaman sevmeyi tam beceremeyen benim, şimdi size anlattıklarıma bakın. Yanlışım nerde diye düşünebilsem bulması kolay olurdu. Tam anlamıyla vefasızlık sebebi bu derdin. Aşkta en çok vefayı zikreder Fuzuli. Beklemek, sabretmek, saklamak benim hep yapamadığım, ardıma attığım şeyler oldu. Gördüğü oyuncağı için tutturan bir çocuk gibi hırsla sarıldım kucak dolusu sevgilere. Hızlı sevdim, sert düştüm. Terkedilmekten, ayrılık acısından bahsetmiyorum size. Onlar değil bizim konuşacaklarımız. Benim için daha acı olan şey; birini tam tamına sevememekten bahsediyorum. Yapboz parçaları gibi dolaşan çiftleri gördüğümdeki kıskançlıktan, dinlediğim aşk şarkısına uyacak bir anım bile olmamasındaki hüzünden bahsediyorum. Sevmeyi bilmemek, sevilmemekten daha kötü çünkü sonunda hissedememek var. Gözleriniz birinin gözlerine değince heyecanlanmak, o anlamasın diye başka tarafa bakmak, karşılaşma ihtimallerini hesaplamak, bariz tesadüflerden büyük anlamlar çıkarmak… Bütün bu saydıklarımı yaşayamadan, birinin hayatına değmeden geçip gitmek en kötüsü. Yalnızlık alışılmamış korkuları hatırlatıyor insanlara. Masalar bile iki kişilik artık, danslar eşli. Sizi de istemeden düşünmeye itiyor dayatılan bu azami zorunluluklar. Bir yandan da, daha hayalini kuramayacağınız şeyleri kaybetme korkusu sarar içinizi. Eşten dosttan duyduğunuz, filmlerle tasdiklediğiniz paramparça ayrılıklar... Gözünüz korkmasın bu içi doldurulmuş duygulardan. Elbette canı yanmıştır arkadaşınızın ama biraz da bire bin katmaktır o ahlar vahlar. Solar, yok olur giderek. Zaman olur insan geçmişini affeder, kaderini kabullenir. Kötü anılarını siler hafızadan. Geriye sadece hissettikleri kalır. İlk bakıştaki o kalp çarpıntısı, konuştuğunuzda sesindeki o titreme, beklemediğin anda gelen mesaj ile kalbine çarpan yumrukların hepsi birer birer birikir. Toz zerrecikleri gibi konar üst üste. Yeri gelir düşüverir gözlerinden, yeri gelir yüzünde bir gülümseme olur. İnsanoğlu affetmeyi iyi bilir. Çünkü kendi de masum değil. Günah çıkarmak gibi rahatlatır bu unutma merasimi. Hem kendini hem de diğerlerini affeder. Göğsünde rahatlama ile kalkar yerinden. İşte affedecek kimse bulamadığınızda yanınızda, yalnızlık şarkıları burada çalmaya başlıyor en derinden. Herkes için değil tabi bu söylediklerim. Aşkı en güzel haliyle yaşayan, dayanacağı omzu bulanlar da var. Peki, insan nasıl anlar hayatını birlikte geçireceği insanı? Nasıl geçirir bir ömrünü keşke demeden, sual etmeden? Kalbinin kapılarını açar, güvenir, inanır ve adar hayatını? Cevabı ben de tam olarak bilmiyorum. Sanırım sorunun içinde saklı ipucu. Düşünmediğin zaman tüm bu korkuları, endişe duymadığın, akışına bıraktığın an dingin bir deniz gibi suyun üstünde geliyor tüm dileklerin. Sen farkında olmadan yanı başına konuveriyor. Aşk acısıyla, tatlısıyla sevmek demektir çünkü. Hesapsız, karşılıksız, çıkar gözetmeksizin yapılan bir eylemdir. Ben onunla her şeye varım dediğinde hiç tereddüt etme, aşk korkakları seçmez. KAYNAKÇA Lee, H.(2015). Tespih Ağacının Gölgesinde. (P. Özgeren, Çev. ) İstanbul: Sel Yayınları. Akkuş | 1 21302255 Ceylan AKKUŞ TURK 101 - 11 Neslihan DEMİRKOL NEDEN HAYATIMIZI ERTELERİZ? Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz kitabını elime aldığımda “bu kitap bir şeyleri ertelemekle ilgili” dedim. Okuyup bitirdiğimde hiç de haksız olmadığımı gördüm. “Ben acaba bir şeyleri erteliyor muyum?” diye sorgulamaya başladım. Aklıma ertelediğim o kadar çok şey geldi ki elime kağıt kalem alıp bir liste yapmaya başladım. Liste sayfalara dönüşmeye başlayınca ürktüm ve kalemi bıraktım. Ertelediğim bu kadar fazla şey varsa ben sanırım hayatımı baştan sona erteliyorum kanaatine vardım. Kendime neden bir şeyleri ertelediğimi sordum. Yani beni neler bir şeyleri ertelemeye, bir ileriki tarihe o şeyi yapmaya itiyor onu düşündüm. Sonuç olarak üç sebep buldum; korku, kafa karışıklığı ve sabırsızlık. İçimde varlığını uzun süredir unuttuğum bir korku taşıdığımı fark ettiğimde epey afalladım. “Bu kadar büyük korkulara sahip olmak beni korkak bir insan yapıyor bu yüzden anı yaşamaya cesaretim yok ve her şeyi erteliyorum” diye düşündüm. Gördüğünüz gibi kendimle yüzleşirken bile korkaklık yapıp erteleme alışkanlığımı anlamlı kılabilmek için bahaneler uyduruyorum. Korkuyorum çünkü yaşadığım ülke bana güven vermiyor. Korkuyorum çünkü kötü koşulları değiştirmek için bir girişimde bulunmadım şimdiye kadar. Korkuyorum çünkü bu girişimleri yaparsam sahip olduğum şeylerden mahrum kalacağımı düşünüyorum. Kısacası vurdumduymazlığım, ümitsizliğim ve bencilliğim beni korkak bir insan yapıyor. Bu korkularım da anı yaşamaktan beni alıkoyuyor ve ben kendimi güvende hissetmek için bir şeyleri ertelemeyi seçiyorum. Korkularım kafamı karıştıran en bütük sebep. Ama kafamın karışık olmasının bir diğer nedeni de kendimi iyi ifade edememem. Yazarken bu durumla çok karşılaşmıyorum çünkü durup kim olduğuma dair kendi kendime düşünme zamanım oluyor. Ama konuşurken iş böyle değil. Her şeyi söyleyip hiçbir şey anlatmamış oluyorum. Kendimi iyi ifade edemediğim için beni rahatsız eden şeyleri belirtemiyorum, beğendiğim şeyleri paylaşamıyorum ve sonuç olarak karşımdaki insanın beni dinlerken dikkatinin dağılmasına sebep oluyorum. Başka bir deyişle kendi kendimi dinlenmeye değmez bir insan yapıyorum. Bu nedenle Akkuş | 2 hayatta en çok yapmak istediği şeyleri ifade ederken kesin olamıyorum, bu şeyleri ileriki bir tarihe atmak zorunda kalıyorum. Çünkü bu hayatta en çok gerçekleştirmek istediğim şeyler benim hayallerim ve ben hayallerimi kaybetmektense onları hiç ulaşamadığım bir geleceğe hapsederek güvende tuttuğumu sanıyorum. Son olarak sabırsız bir kişiliğe sahip olduğum için çoğu zaman doğru yerde doğru şeyleri yapamıyorum. Sonuç olarak bu erteleme refleksimi harekete geçiriyor. Her şey istediğim zamanda olmayınca çabuk vazgeçiyorum ve başka zaman yeniden denemek için erteliyorum. Bu noktada da hiçbir şekilde yapmak istediklerimi tamamlamış olmuyorum. Olan harcadığım zamana ve enerjime oluyor. Ertelemenin en kötü yanının da bu olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi yapmayı ne kadar ertelerseniz erteleyin sonuç olarak kaybettiğiniz zaman ve enerjiyi geri alamıyorsunuz. Sadece zaman öldürmüş oluyorsunuz. Sonuç olarak kendimle ilgili şu karara vardım. Öncelikle korkularımla yüzleşmeliyim. Mesela herkesin aksine ben bu terör ortamında okulun tatil edilmesine kesinlikle karşıyım. Terörün en büyük nedenlerinde biri cahillik. Bu cahillerin bizim de eğitim ve öğretim hakkımıza müdahale etmesine izin vermiyorum. Kendimi iyi ifade edebilmek için daha çok kitap okumaya karar verdim. Kitap okuma süreci hem kelime dağarcığımı geliştirir hem de sabretmeyi öğrenmemi sağlar diye düşünüyorum. Ne de olsa kitap okumak film izlemek gibi değil. Sonuca ulaşmak için bazen bir kitap için iki saat değil iki ay bile yetmez. Artık hayatımı ertelemek istemiyorum. Yapmam gereken çok şeyim ve belli ki çok az zamanım var. Anı daha çok yaşamak ve yapmak istediklerimi tam anlamıyla yapmak istiyorum. Ceylan Akkuş KAYNAKÇA 1. Gümüş, Semih. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz.Can Yayınları,2014. 21201618 4.11.2014 Doruk Küçükkubaş TURK 101 – 37 Benim Adım Okuyucu Benim Adım Kırmızı, 2006 Nobel Ödüllü Orhan Pamuk’un 2000 yılında yayınlanan, farklı anlatımıyla ilgi ve beğeni toplayan önemli bir eseridir. Roman her zaman ben kişisi tarafından anlatılsa da anlatıcı sürekli değişmektedir. Anlatıcıların hepsi romanın içindeki karakterlerdir ve hepsi her olayları kendi bakış açısından anlatır. Ben de bu yazımda, Benim Adım Kırmızı adlı eserdeki bu anlatım tarzının okuyucu üzerindeki etkilerinden bahsedeceğim. Öncelikle, bu romanı okurken hissettiklerim her kişiye, karaktere göre sürekli değişim gösterdi. Ben roman okurken genelde objektif kalamam. Sevdiğim karakterin veya yazarın bana sevdirdiği karakterin iyiliğini ve mutluluğunu isterim. İçten içe bir heyecanla olayların sevdiğim karakter için hayırlı olmasını isterim. Tersi bir durum olduğunda üzülür, şaşırırım. Nasıl film izlerken bazen gülümseriz, bazen korkarız, bazen geriliriz; roman okurken de bana aynısı olur. Ancak bu romanı okurken bu durum biraz farklıydı. Çünkü her karakterin olaylara hatta yaşadığı dünyaya bile bakış açısı o kadar farklıydı ve hepsinin anlatım şekli o kadar objektifti ki kimi seveceğimi, kimi favori karakter olarak belirleyeceğimi tam kestiremedim. Herkesi ayrı ayrı değerlendirdim ve her karakterin anlattığını dinlerken onun perspektifinden yaşadım romanı. Örneğin, Şeküre isimli karakterin hem yeğenine hem yıllardır savaştan dönmeyen kocasının kardeşine beslediği aşk normal şartlarda kabul gören bir durum değildir; ama Orhan Pamuk bu anlatım tarzıyla okuyucu için her şeyi meşru kılmış ve yargıyı daha çok okuyucusuna bırakmış. Aynı zamanda bunu yaparken romanı hiç bir zaman aşırı karamsar veya mutsuz bir havaya sokmamayı başarmış. Aslında, kitabın bu anlatım biçimiyle bana sunduğu en büyük fırsat empati kurma fırsatı oldu. Karakterlerin neredeyse hepsi bir süreliğine anlatıcı konumunda bulunduğundan, tüm önemli karakterlerin iç dünyasına kısa da olsa yolculuk etmiş oldum. Bu durumun sonucu olarak da tanıdığım bir karakter başka bir karakter- anlatıcı tarafından konu alınırken, bahsedilen karakterin kelimelere dökülmemiş duygu ve düşüncelerini tahmin edebildim. Yani karakter-anlatıcı kendi duygu ve düşüncelerini bahsettiği karakterden öne koyarak olayları okuyucuya taraflı bir biçimde anlatsa da, okuyucu her iki karakterin de davranışlarının altında yatan psikolojiyi bilebiliyor. Bir önceki cümleyi daha dikkatli okuyacak olursak da, her bir anlatıcı değişimine paralel olarak bir empati zincirinin kurulduğunu görüyoruz. Bu anlatım biçiminin beni etkileyen bir diğer özelliği ise; olayları, kişileri daha iyi tanıtması ve bu sayede bir yandan kafamı karıştırırken, diğer yandan her şeyi daha berrak görmemi sağlaması oldu. Eğer herkesi kendi dilinde, psikolojisinde dinlerseniz bir romanın ne kadar farklı, ne kadar yoğun olduğunun farkına varıyorsunuz. Özellikle bir paranın gözünden olayların anlatıldığı bölüm gerçekten çok farklıydı. Kendisini veya başından geçenleri anlatan bir parayı daha önce hiç dinlediniz mi? Kimleri nasıl tanıdığını, nerelere girdiğini veya ne kadar kirli olduğunu kendi ağzından duydunuz mu? Kesinlikle çok farklı ve çok güzel bir deneyimdi. Bu deneyimi bir romandaki her karakter için yaşadığınızı düşünün. Her karakterin kişiliğini, düşüncelerini kendi sesiyle okuyucuya anlatması, benim romana bir çok farklı açıdan bakabilmemi sağladı ve bir karakterin anlattığından yakalayamadığım bir durumu, bir olayı, bir duyguyu başka bir karakterin anlatımından çıkarma fırsatım oldu. Benim Adım Kırmızı şu ana kadar okuduğum kitapların hepsinden farklıydı. Konusu, karakterleri, zamanı, olay örgüsü beni daha çok etkileyen bir çok kitap oldu. Ancak bu anlatım tarzı gerçekten şahaneydi. Kitabı büyük bir keyifle okumamı sağladı ve en beğendiğim romanlar arasında ayrı bir yere yerleşti. Neşe Vural KAN KIRMIZISI YAŞAMLAR Savaşın ve zulmün ortasında gözlerini ilahi bir mutlulukla açıp, karanlıklar ardından güneşe bakan çocukları vardır Filistin’in. Dudaklarının kenarlarında birikmiş sessiz gülümsemeleriyle babalarının bir gün daha sağ salim dönmesini beklerler. Sürekli zihinlerinde yankılanan silah sesleri ve yitirilen binlerce hayatla savaş, ölüm onların gözünde normaldir artık. Savaşın olmadığı bir dünyayı henüz tecrübe etmediklerinden, kelimeleri bile hep bir eksiktir barıştan. İnsanlar zamanın ve mekânın gölgesinden uzak, çocuk olarak öğrenirler yaşamayı. Duyguları koşulsuz şartsız benimsemek için de önce çocuk olmak gerekir. Çocukluk zamanı, gözlerimizi uçsuz bucaksız maviliğe sonuna kadar açtığımız, tüm karanlıklara kalplerimizden aydınlık renkler kattığımız zamandır. Peki, renklerden ilk kan kırmızısını öğrenmiş bir çocuk kalbinde aydınlığı bastırılmış renklerden hangisini katar da, aydınlanır zifiri karanlık birden sönmüş ışığıyla? Geçen her gün kan kırmızısına boyanmış hayatlar gören bir çocuk nasıl olur da yalnızca bir renk olarak görür kırmızıyı? Savaşın ve çaresizliğin ortasında kalmış çocukları her düşündüğümde kendi çocukluğumu hatırlıyorum. Oyun oynamak ve hayal kurmak dışında yapmam gereken hiçbir şey yoktu. Oysa gözlerini silah sesiyle açan bu çocukların bildikleri tek oyun saklanmak. Toplu hayatları hedef alan bombalardan, masum insanlara doğrultulmuş silahlardan kaçmak zorundalar hayatta kalabilmek için. Endişeyle aldıkları her nefes onlara ölümü biraz daha hatırlatır. Duydukları her silah sesinde ölenin en sevdikleri olabileceğinin farkındadırlar. Oyuncak alınmadığı için ağlayıp, yüksek sesle fikirlerini ifade eden yaşıtlarının aksine, kurumuş gözyaşları ve korkudan kısılmış sesleri vardır. Yaşamanın en temel hak olduğundan habersiz, özgürlüğe atılmış sessiz çığlıkları vardır zulmün içine doğmuş, dünyanın yükü omuzlarına çökmüş çocukların. Bir çocuğun güçlü olmasının ve bir yetişkin kadar endişe içinde olmamasının en önemli nedeni anne ve babasının onu tüm kötülüklerden koruyacağına ve onların gücüne olan sonsuz inancıdır. Annesinden ve babasından acımasız bir kurşunla koparılmış bir çocuğun tüm endişelerden ve korkulardan uzak, yeniden güvende hissetmesini nasıl bekleyebiliriz? Hayatta kalma mücadelesi içinde küçücük bedeniyle tarifsiz acılar tatmış bu masum varlıktan yalnızca çocuk olarak bahsedebilir miyiz? İyilik ve kötülük kavramlarını çizgi filmlerden öğrendiğim yaşlarda, kendini korumak için silah tutmayı öğrenen çocukların hayata bakış açılarıyla benimkinin ne kadar farklı olduğunu anlamak acı verici. Çocukluklarını yaşamaları gereken zamanda, değerli olduklarını hissetmek yerine hiç kimseden ilgi görmemiş bu varlıklar huzur ortamında büyümüş yaşıtları gibi ailelerinin onları sevmediğini düşünmek yerine aile kavramını kalplerinin en derininde hissederler. Onlar için canlarını feda edebilecekleri, kalpleri sevgiyi yalnız onlarla tatmış ve hayatta olmaları yalnız onlarla anlamlı olacak aileleri vardır. Kuş sesleri yerine tüfek sesleriyle uyandıkları sabahları, sıcak bir yataktan uzak uykuya daldıkları geceleriyle ve ellerinden zorla alınmış hayatlarıyla devam ederler yaşamaya. Nefes aldıkları havada bile nefret vardır. İnsanlığın bitmez tükenmez hırslarının gölgesinde savunmasız bir çocuk olmak yetmiyormuş gibi sürekli içlerinde yaşamaktan duyguları da körelir zamanla. Korkuyla dolu minicik bedenleri huzuru ve mutluluğu hissetmemekten zamanla acıya bile donuklaşır. İnsan olmanın temel güdülerinden olan sadece kendini düşünme kavramı da yavaş yavaş silinir kalplerinden. Yaşamlarını da başka bir yaşam uğruna feda ederler. Hiçbir zaman sıradan bir çocuk gibi şikâyetlerde bulunamadığı, ağladığı zaman babasının omzuna yaslanıp güvende hissedemediği çocukluğu gibi hiçbir zaman ona ait olmayan yaşamını da kaybeder sonunda. Hiçbir zaman çocuk olmamış ve hiçbir zaman yetişkin bir birey olamamıştır aslında. Hayatı boyunca gerçek aşkı ve sevgiyi hiç tatmamış, birinin gözlerinde yaşamın güzelliğinin farkına varamamıştır. Hiçbir zaman kelebeklerle saklambaç oynamamış bir çocuğun yaşamadığı hayatıdır sona eren. Mehmethan Erduran Kuru Fasulye Üzerine Kuru fasulye sizin hayatınızda ne kadar büyük bir öneme sahip diye sorsam çok mu şaşırırsınız? Belki de güler geçersiniz bu soruya. Aranızda ‘‘Etli mi?’’ diye soranlar mutlaka çıkar. Etlisi de ayrı bir güzeldir gerçekten. Bırakın şimdi eti de en son ne zaman kuru fasulye yediğinizi düşünün bakalım. Üzerinden çok mu zaman geçti? O zaman gurbet hayatı yaşıyorsunuz sanırım. Zordur gurbet hayatı, bilirim. En çok da kuru fasulye özlenir zaten. ‘‘Şimdi anamın yaptığı kuru fasulye olsa da yesek.’’ dediğinizi duyar gibiyim. Sadece içinizden geçirmekle kalmayın bence. Hadi, atlayın otobüse annenizin bir kuru fasulyesini yiyip de gelin. Ne kadar da uzun bir zaman alır değil mi kuru fasulyeyi pişirmek? Ah ne zordur o zamanın geçmesi. Yapılışı da pişmesi kadar zordur ayrıca. Kıvamını tutturmak herkesin harcı değildir maalesef. Yemesi ise en güzel kısmıdır. Genellikle kuru fasulye kalabalık yenir. Hiç hayatınızda tek başına kuru fasulye yiyen birini gördünüz mü? Çok nadirdir bu durum. Kalabalık sofraların vazgeçilmezidir kuru fasulye. Babanın heyecanlı bekleyişinin gösterisidir bir anlamda da. Akşam yemekte eğer kuru fasulye varsa ‘‘ Hanım nerede kaldı yemek?’’ haykırışını duymamak kaçınılmazdır. Peki, ya kuru fasulyeyi yerken oluşan sessizliğe ne demeli? Çıt çıkmayan sofralarda duyulan kaşık seslerini kulaklarınızda canlandırabiliyor musunuz? Ya o anki mutluluk? Kardeşinizle yaptığınız tencerenin dibini sıyırma yarışını da unutmamak gerekir. Kuru fasulye dışarıya karşı ailenin mutluluğunu resmeden sessiz bir çığlıktır aslında. Öyle ki, kuru fasulye yiyen ailelerin mutsuz olduğuna ben şahsen inanmıyorum. Ya mahkûmlar için ne anlamı vardır kuru fasulyenin? Hapishanede olan her insanın hayali değil midir kuru fasulye yemek? Verilen kuru ekmeğin bandırıldığı o tencere her mahkûmun rüyasını süslemez mi? Hele ki müebbet alanlar için… Zaten dışarı çıkamayacaklarını bildiklerinden artık içeriye alışmışlardır onlar. Özgürlük düşüncesi onlar için imkânsızın ötesinde bir hayaldir. Tek istedikleri belki de kuru fasulye yemektir. Sırf baba ocağını hatırlamak için, sırf ananın ‘‘Bey, kuru fasulye hazırdır.’’ cümlesini tekrardan duyabilmek için her mahkûmun vazgeçemeyeceği tek hayal kuru fasulye yemektir. Öte yandan da kuru fasulye yemeğe imkân buldukları zaman hepsi buruk bir mutluluk yaşar. Baba evinin yemeğini hapishanede yemekten daha ağır bir şey yoktur sanırım. İşte, Orhan Kemal’in ‘‘72. Koğuş’’u da aynen anlattığım mahkûmlarla doludur. Hapishane hayatı boyunca sadece kuru fasulye yemek isteyen mahkûmlarla… Kaptan’ın parayı bulduktan sonra tüm koğuşa kuru fasulye pişirmesi koğuştaki mahkûmlar için en güzel hediye olmamış mıdır sizce de? Kaçımız o anki mutluluğu özgürken yaşayabiliriz? Hangimiz o kuru fasulye sofrasında olmak istemezdi ki? Sizi bilmiyorum ama ben o sofrada olmak isterdim. Kuru fasulyenin bir insan için özgürlükten daha değerli oluşunu seyretmek için o sofrada olmak isterdim. Kuru fasulyenin değerini bilmek gerek. Hani hep söylenir ya bazı şeylerin değerini anlamak için onları kaybetmek gerekir diye, işte bu durum kuru fasulye için de geçerlidir. Evde özgür özgür yeme şansı varken zamanla anlamını kaybeder kuru fasulye. Hiç kimse kuru fasulyeyi mutluluk sembolü olarak düşünmez. Çoğu kişi için kuru fasulye sadece bir yemektir. Bazıları için de ‘‘etli’’ bir yemek. Bugün yemezsen yarın yersin. Eninde sonunda bir gün yersin işte çünkü özgürsündür. Kuru fasulyeyi yeme imkânın her daim vardır. Farkına varamazsın o güzelliğin, o saf mutluluğun. O yüzden gelin bu farkına varma işini özgürken de yapalım. Suçsuz insanların sadece kuru fasulyenin değerini anlamaları için hapishaneye girmeleri çok saçma olurdu değil mi? O zaman hadi vakit kaybetmeden kuru fasulye yemeye... Mehmet Gökhan Şimşek DÜŞLEME, OL Hayatımda birçok müzikal izlemişimdir, gerek canlı gerekse film olarak. Aralarında beni en çok etkileyenlerden biri, artık bir klasik olarak görülen Rocky Horror Picture Show oldu. Gece yarısı gösterimleriyle ün kazanan film, 70’lerdeki popüler kültürün büyük bir parçası haline geldi. O zamanki bilim kurgu filmlerinin bir parodisi olarak tasarlanan müzikal, aynı zamanda birçok sosyal sorunu içinde barındırıyor. İnsanların sosyal yönden gelişmesine, toplumda tabu olan bazı kavramların insanlar tarafından öğrenilip anlayış ve hoşgörüyle karşılanmasına kapı açan film, ana karakterleri olarak heteroseksüel bir çift, transseksüel bir doktor ve Transilvanya’dan gelen uzaylıları barındırıyor. Bu yazıda ben de filmde büyük yer kaplayan cinsel yönelim ve hoşgörü konuları hakkında konuşmak istiyorum. Öncelikle, cinsel yönelim ve cinsel kimlik arasındaki ayrımı göstermek istiyorum. Cinsel yönelim, bir insanın seksüel olarak yönlendiği, hoşlandığı cinsiyeti veya cinsiyetleri, tercihlerini gösterir. Cinsel yönelime göre bir insan erkeklerden, kadınlardan, her iki cinsiyetten de hoşlanabilir veya hiçbirinden hoşlanmayarak aseksüelliğe yönelebilir. Cinsel kimlik ise “kişinin romantik ve cinsel çekim hissettiği kişilerle ilgili kendisini nasıl tanımladığıdır” [1]. Biyolojik cinsiyetinden, yani cinsiyet kimliğinden farklı olarak cinsel kimlikte insan kendi kategorisini kendi belirleyebilir. Cinsel yönelim ve kimlik kavramları ise kendi içlerinde çok karıştırılır. Homoseksüel bir erkek cinsel kimliğini kadın olarak tanımlamak zorunda değilken cinsel kimliğini kadın olarak tanımlayan bir biyolojik erkek, kadınlardan hoşlanabilir. Mesela filmdeki Doktor Frank, kendini bir transseksüel, bir kadın olarak tanımlarken hem erkeklere hem de kadınlara ilgi duyuyor. Toplum içinde bu kavramların karıştırılmasının birçok sebebi var. Bunların başında eğitimsizlik ve bu eğitimsizlikten doğan bir korku, bir hoşgörüsüzlük geliyor. Özellikle bizim toplumumuz gibi çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda bu korku ve hoşgörüsüzlük daha da baskın olarak görülüyor. Dinlerin dayatmaları ve beyanlarıyla insanlar küçük yaştan belirli kavramlara karşı önyargılı olarak yetiştiriliyorlar. Burada hiçbir şekilde dinleri yermeye veya insanların inançlarına karşı çıkmaya çalışmıyorum. Her insan istediği şeye inanmakta, istediği şeyleri düşünmekte özgürdür. Karşı çıktığım şey ise, eğer ki bu düşünceler belirli bir gruba, cinsiyete veya cinsel yönelime karşı ayrımcılığı savunuyorsa karşı çıkılan gruplar hakkında herhangi bir araştırma yapılmadan veya mantık çerçevesinde düşünülmeden bu ayrımcılığın uygulanması. Bu ayrımcılık, bahsettiğim üzere Müslüman ülkelerde ve koyu Katolik bölgelerde çok fazla görülürken dünyada yavaş yavaş kaybolmakta olan bir kavram. Son yüzyılda özgürlüklerin ve demokrasilerin gelişmesi, insanların düşünce yapılarını da değiştirdi. Başka bir insanın hayatının, cinsiyetinin, cinsel yöneliminin kendisine direkt bir etkisi olmadığını öğrenen insanlar daha anlayışlı, daha hoşgörülü ve daha özgürlükçü özellikler kazanmaya başladılar. Bir zamanlar ırkçılık da tüm dünyada görülen bir kavramdı. Irklarına göre ayrılan ve bazı ülkelerde ırkı yüzünden insan hakları bile olmayan insanlar, 60larda yaşanan hareketler sonucunda şu anda hiçbir şekilde ayrıma tabi tutulmadan yaşayabiliyorlar. İnsanlar özgürlüklere daha fazla önem vermeye ve insanları kişilikleriyle görmeye başlıyorlar. Dediğim gibi, dünya yavaş yavaş özgürleşiyor. Cinsel yönelimlerinden dolayı insanların dışlanması artık daha az karşılaşılır bir olay haline geliyor. Rocky Horror aynı zamanda bir müzikal olduğu için birçok şarkı da içeriyor ve bu şarkılardan biri, bu hoşgörülü dünyada yaşamanın temellerini içeriyor. “Don’t dream it, be it!” (Düşleme, ol!) diyen bir şarkı, insanların artık korkmaması gerektiğini, kendileri olmalarını öğütlüyor. Hangi biyolojik cinsiyetten, cinsel yönelimden veya cinsel kimlikten olursanız olun, bu dünyada sizi yargılamayacak, ayırmayacak insanlar olduğu sürece yaşamın bir değeri olduğunu bilin. Tamamen kapsayan, yargılamayan bir dünya için yaşayın. KAYNAKÇA [1]. http://tr.wikipedia.org/wiki/Cinsel_kimlik BÜYÜK SINAV, YAŞATMAK Kimin ne zaman doğrudan karşılaşacağı bilinmez ama hepimiz yaşadığımız dünyada bir çok kez sınanırız.Tabii ki bu sınavların kim tarafından yapılacağı da ayrı bir bilinmezdir. Kimi zaman ailemizle kimi zaman da arkadaşlarımzla yaşadığımız iyi ya da kötü sonuçlanan tüm durumlar mesela birer sınavdır. Ayrıca kimsenin başına gelmemesini dilediğim, insanların elini kolunu bağlayan zor bir durum daha vardır o da evlat ile sınanmak. Karşılaşılan bu durumlarda insanlar duygularını öyle derin yaşar ki yapabileceklerinin sınırı olmadığını düşünürüm hep. Kabil'in kıskançlığından kardeşini öldürmesi gibi Adem'in hırsından yasak elmayı yemesi gibi bugün de insanları kötü yola sevk eden şeyler işte yine bu derin yaşadıkları duygularıdır. Asıl sormak istediğim soru ise insanlar yalnızca hırs, kıskançlık, kibir gibi kalbi ele geçirmesini bilen, kötü duygularda mı kötü yola saparlar? Daha özele inersek mesela sevgi insanı bazı durumlarda kötü bir insan yapar mı? İşte evlat ile sınanmak tam böyle durumlarda insanların karşısına çıkıyor. Yavuz Tuğrul'un Av Mevsimi filmi işte tam da bu olgunun üstüne gidiyor. Güçlü ve zengin bir iş adamı olan Battal Çolakzade'nin kızının hastalığı konusunda çaresiz kalması ve bu yolda başka bir kızın canını alması filmin ana konusu ama beni en çok etkileyen ise Battal ne kadar güçlü olursa olsun onunla uğraşmaktan korkmayan Avcı ve bu uğurda kendini feda eden İdris komiser. Kiminin kendisiyle, kiminin eşi ve ailesiyle kiminin ise evladıyla sınandığı hayatımızı tek bir olay ve onun çevresinde gerçekleşen olaylarla anlatan güzel bir polisiye, cinayet filmi. İnsan ne kadar ileri gidebilir diye sormak istiyorum ya da sevgi insanın ne kadar gözünü karartabilir? Baba olmak nasıl bir şey ki acaba insana bunları yaptırabiliyor. Aslında bu uzun cümlelerle anlatılacak konu benim gözümde sevgiden çok bir takıntı ya da saplantı gibi çünkü insanları ya da insanlığı hiç sevmeden bir insanı bu kadar sevmek ve başka evlatların da, aynı onun gibi, onları seven babaları olduğunu düşünmeden kendi evladına böyle saplantılı şekilde bağlanmak başka türlü açıklanamaz çünkü. Bu filmi her düşündüğümde kendime soramadan edemediğim soru bir insan evladı için başkasının evladına nasıl kıyar oldu. Galiba bunu anlamak için sevgi kavramının üstüne gitmemiz gerekiyor çünkü acaba sevgi bizim bildiğimiz gibi tüm güzelliklerin ve iyiliklerin kaynağı olan dünyadaki en masum duygu mu, yoksa insanların gözünü karartıp yaptıkları her şeyi güzel sanmalarına neden olan bir kandırmaca mı? Belki bu ortaya attığım ikilem sizin aklınızda, ben sevgiye ya da aşka inanmıyormuşum gibi bir anlam oluşturabilir, ama ben yalnızca kötü bir olayla sonuçlanmış bu aşırılığın üstüne gitmek istiyorum. Bu bağlamda ölümün olmadığı bir örnek belki bize yardımcı olur. Mesela Ferhat, Şirin için dağları deldi ama dağın bu aşkta suçu, günahı neydi? Av Mevsimi, bana dünyanın sevgiyle dolu bir acımasızlığı bile barındıracak kadar sürprize açık ve korku dolu bir yer olduğunu hatırlattı. Acıların en büyüğünün evlat acısı olduğu söylenir hep ve filmlerin sonunu söylemeyi tercih etmiyorum, ama şu kadarını söyleyebilirim hiç kimsenin acısının üstüne bir mutluluk kurulamayacağını da ispatlayan bir konusu var Av Mevsimi'nin ve bence bu filmden çıkarılabilecek benim için en önemli ders bizi üzen, kahreden herhangi bir durumu ne kadar büyütebildiğimiz ve bu durumun bize ve çevremizdeki insanlara olan etkisini yine bizim yarattığımızdı. Kadir Serkan Kılıç Uyuşma Üzerine Fark edilmesi zordur aslında gün be gün, an be an insanlar uyuşturuluyor. Hem de gün içerisinde en çok yapmayı sevdiğimiz şeylerle, bize bir anlamda keyif veren şeylerin aslında bizi bir anlamda uyuşturduğunu fark etmemiz nasıl oldu da bu kadar zor bir hale geldi bilinmez. Biz insanlar o övündüğümüz kadar bilinç sahibi canlılar mıyız acaba? Yoksa sahip olduğumuz bilincin aşırılığından dolayı bize ters tepmesi midir bu? Çok övündüğümüz bilincimize sahip olmadığını söyleyerek aşağıladığımız hayvanlar bile, lütfen bile kelimesi burada olumsuz olarak algılanmasın, biz insanların yaptığı kötü ve zararlı şeyleri yapmıyor. Oysaki biz kendimizi öve öve bitiremiyoruz ve her durumda konuşma yetimizin olmasını varoluşsal gelişmiş bilinç düzeyine bağlıyoruz. Zira kendimizin aslında ne kadar işe yaramaz ve bir anlamda aşağılık birer canlılar olduğumuzu öğrenmemiz gerekiyor. Biz ne mükemmeliz, ne de kendimizi varsaydığımız kadar takdire şayan. Her gün izlediğimiz televizyon dizileri, bizleri günde neredeyse üç saat boyunca televizyona bağlıyor. Peki neden? Televizyonda bir dizide rol yapan oyuncular bu yaptıkları işlerinden para kazanıyorlar, peki bizim maddi olarak bir kazancımız var mı? Tabii ki yok ve üstüne üstlük harcadığımız her saniye sadece var olan zamanımızdan gitmiyor, özellikle hiçbir şekilde ödün vermememiz gereken bizlerin şahsi zaman ve özverisinden eksiliyor bu harcadığımız saniyeler. Dizi içerisinde sergilenen oyunculukların bizlerin hayatından daha önemli hâle gelmesi, kendimize vakit ayırıp, kendimizi geliştirmekten ziyade tek sorun onların sergiledikleri oyun içerisinde yaratılmış olan yapay ve sırf bizlerin duygu ve düşüncelerini manipüle etme amacıyla yaratılmış tasarıları bir süzgeçten geçirmeye bile gereksinim duymadan bu kadar benimsemek niye? Dizi içerisinde parasal sıkıntı çeken bir insana üzülürken, kendinin aslında nasıl bir borç batağında olduğunu unutur insanlar. Asıl amaç da budur zaten, uyuşturmak. Zamanla, fark ettirmeden, sinsi sinsi işlerler içimize uyuşma fikrinin yaratacağı mutluluğu. Eskiden insanlar bir şeyler icat eder, belli başlı başarılara imza atarlardı, halbuki teknolojinin ve kümülatif bilgi birikiminin getirilerinden elde ettiğimiz bu kadar bilgiden günümüzde yararlanmaya çalışan insan sayısı toplam dünya nüfusuna kıyasla bir elin parmaklarını geçmeyecek düzeye geldi. Başka bir konu olarak, insanlar aslında alkol ve uyuşturucuya bağlı değiller, onlar sadece gerçeklikten kaçmaya yani uyuşmaya bağımlılardır. Uyuşan insanın düşünmeye gereksinimi kalmaz, düşünmeye gereksinimi kalmayan insan da kısa vadede kendini mutlu hisseder. Aslında dinler de genellikle bu konuda hemfikirdirler, bildiğin üzere dinler alkol ve uyuşturucuyu yasaklarlar. Bunun nedeni ise bilincin kaybolmaması gerektiğindendir, bilinç varlığı varlık yapan yegâne sebeptir çünkü. Benim asıl anlamadığım noktaysa, ben, sen, biz niye bu derece bilincimizden vazgeçmeye meyilli hâle geldik? Yani bilerek ve isteyerek kendimize eziyet etmek niye? Bunları bilen ve bunları kullanıp güç elde eden ve etmiş insanların etrafında dönmeye devam ediyor dünya, bizlerse eğer bu vaziyetten kendimizi bir şekilde çekip çıkaramadığımız takdirde sadece onların birer piyonu olmaya mahkûm kalacağız. Biliyorum bu söylediklerim senin de duygularını biraz incitti ama lütfen bana darılma, biliyorsun dostun acı söylemesi gerekir ben de bu yüzden elimden gelebildiğince çarpıcı yazmaya gayret gösteriyorum çünkü üzülerek söylüyorum insanlar güzelce söylenen şeyleri çok umursamazlar ve harekete geçebilmeleri için onları sertçe eleştirme hatta gerekirse yerden yere vurmak gerekir. Şunları da diyebilirsin peki bu bize uyuşturma işlemini yapan insanlar da uyuşma hissiyatından haz almıyorlar mı, içten içe onlar da senin benim gibi insanlar ancak sadece kafalarını kullanıp uyuşmaktan ziyade bizleri uyuşturmaya yoğunlaşmış durumdalar yoksa onlar da bu işleyişin bir parçası olmak durumunda kalırlar. Umuyorum ki bu yazıyı baştan sona okudun ve önceden de zaten bunların bilincindeydin, öyleyse şu an yapman gereken bu tekerin çarkına bir çomak sokmak ve en azından başlangıçta kendini kurtarman. Arda Günel 21502578 Elif YURDDAŞ PARALEL KATİLLER Bu hayatta tek olup olmadığımızı hep düşünmüşümdür. Acaba bir yerlerde, tıpkı bizim gibi görünen ama bizden farklı bir hayat yaşayan birisi ya da birileri var mıdır sorusu, zihnimi düzenli olarak meşgul eder. Dün Danielle Matinigol'un 100 Dünya'nın Gizli Yüzü adlı kitabını bitirdiğimde beynimi istila eden onlarca düşünceyi de göz önüne alınca diyorum ki, belki de bu mümkündür. Halk arasında bu, “İnsanlar çift yaratılmıştır.” sözüyle ifade edilir. Bilimsel açıdan baktığımızda ise paralel evren teorisi, bizim gibi görünen ama farklı bir dünyayı tecrübe eden ikizlerimiz olabileceğini varsayar. Peki bu ne anlama geliyor diyorsanız eğer, cevap aslında hem çok basit hem çok karmaşık. Bizim genetik dizilimimize ve dolayısıyla da bizim görüntümüze ve karakteristiklerimize sahip başkalarının varlığı, insanın hayatını ve kendisini şekillendiren kararların, karakterimizin mi yoksa yetiştirmenin mi eseri olduğunu merak eden, insanlığın doğumundan günümüze düşünülegelmiş felsefik bir sorunun kesin cevabını bulabileceğimize işaret eder. Bu soruya kesin cevap vermenin tek yolu, aynı kişiyi farklı şartlarda yetiştirip verdiği kararları mercek altına almaktan geçer ama fiziksel dünyanın sınırlayıcılığında, bunu yapmak mümkün değildir. Oysa paralel evrenlerde yaşayan ikizlerimizin olması, fiziksel dünyanın sınırlarını kırarak bu soruya bir cevap almayı mümkün kılar. Bana sorarsanız felsefenin bu antik sorusunu cevaplayabilmek, bizim için hayati bir önem taşıyor çünkü dünyamızı saran suç ve terör ağının temelinde de, bu soruya cevap veremiyor olmamız yatıyor. Bazı insanlar gerçekten karakteristik olarak suça mı meyilli, yoksa çevrelerindeki insanlar ve yetişme koşulları mı onları bu hale getiriyor, bunu bilmek belki de dünyamızı tamamen suçtan arındırma şansını sunabilir bize. Mesela eğer ki suçun ve şiddetin temelinde, genlerimize işlenmiş bazı hatalı kodlar varsa şayet, bu genetik kodların gelecek nesillere aktarımını engelleyecek bir yol bulunabilir. Böylece “suçlu genleri” temizleyerek dünyamızda barışı ve huzuru kalıcı kılabiliriz. Yok, eğer suçlu, yetiştirilme şartları ise, o zaman da insanların hayat standartlarını yükseltmek ve eğitim düzeylerini arttırmak, uzun vadede daha az şiddet içeren bir dünyayı kurmak için gereken çözüm olabilir. Her ne kadar paralel evren teorisini kullanarak bu sorunu çözmek mümkün olmasa da, mevcut şartları ve verileri göz önüne aldığımız zaman, suçun kökeninde yatanın genler olduğuna inanmak, daha mantıklı geliyor bana. Neden mi? Aklıma eğitimli ve kültürlü olan, düzgün bir hayat yaşadığı halde suça meyleden insanlar geliyor çünkü. Ted Bundy mesela. Başarılı bir hukuk öğrencisi olan Ted'in içinden çıkan canavar için çevresini suçlamak, çok mantıksız geliyor bana. Ted'in kurgu versiyonları da var. Meşhur yamyam doktor Hannibal Lecter, bunlardan biri. Bu insanların sorunu, çevre değil. Sanki içlerinde bir şeyler eksilmiş gibiler çünkü. Bizim gibi görünüyorlar ama bizim gibi düşünmüyorlar. Burada da sanırım benim “katil gen” adını taktığım şey giriyor devreye. Onların doğasında var bu yanlışlık. Ellerinde değil. İster zengin olsunlar ister fakir, ister eğitimli olsunlar ister cahil, içlerindeki canavarı dizginleyemiyorlar. Ama elbette tüm bunlar, benim varsayımlarım. Kimsenin yaşamının her köşesini bilemeyiz. Belki de atladığımız küçük ama önemli şeyler vardır ve belki de onları insan suretinde bir canavara çeviren de tam olarak bu atladığımız şeylerdir. Ne de olsa paralel evrenlere seyahat edip, Ted Bundy'nin ya da Hannibal Lecter'in görsel ikizlerinin neler yaptığını gözlemleme şansımız yok. Ama olsa fena olmazdı. Kaynakça Martinigol, Danielle. 100 Dünya'nın Gizli Yüzü. On8 Kitap, İstanbul: 2014. Çağla Şahin KENDİ YAĞMURUNA TUTULMAK Son zamanlarda farkına vardım ki, kafamın içinde her gün tekrarlanan birkaç tane soruyla yaşıyorum. “Ya ben şimdi bu kıyafeti beğendim de giydim ama dışardan bakan biri de beğenir mi ki?” “Bugün yüzüm çok mu solgun gözüküyor?” “Alt dişlerim çarpık biraz, konuşurken fark ediliyor mu acaba?” “Saçlarım fazla mı sönük?” “Boyum yeterince uzun mu benim?” “Şişman mıyım?” “Yalnız mıyım?” “Asosyal olduğumu düşünen birileri olabilir mi çevremde?” “Gülerken nasıl gözüküyorum?” “Ses tonumu itici bulan var mıdır acaba?”... Birkaç tane diye başlattığım, bu uçsuz bucaksızmış gibi gözüken liste uzuyor da uzuyor. Yolda yürürken düşünür buluyorum kendimi bazen, bazen birini uzun uzun inceliyorum, sonrasında da kendimi onunla kıyaslamaya girişiyorum. Daha güzel miyim ben ondan diyorum kendi kendime, birisi tercihte bulunsa acaba hangimizi seçer, hangimizle birlikte olmak ister... Ve işin ilginç tarafı, ben hep karşı tarafı seçiyorum. O -hiç mi hiç tanımadığım kişi- benden gördüğüm kadarıyla daha üstünmüş gibi geliyor. Durup dururken kafamda yarattığım yenilgiye üzülüyorum, kendime dert ediniyorum. Kendini asla tam anlamıyla sevemez mi insan? İşte ben buyum, olduğum gibi mükemmelim diyemez mi hiç? Beğenemez mi kendini? Buna hakkı yok mudur, bilmiyorum. Hal böyle olunca günlük hayatta birinin olumsuz özelliklerinden bahsederken kullandığımız bir kavram geliyor aklıma, “kendini beğenmek”. Kendini beğenmek mümkün mü bilmiyorsam, birini “kendini beğenmiş” diye kolayca etiketlerken ne kadar doğru bir davranış sergilemiş oluyorum? Bambaşka karakterlere sahip olsak da hepimiz sonuçta insanız, kendisini her yönüyle kusursuz bulabilen bir insanla empati kurabilirim o zaman diye düşünüyorum. Deniyorum, fakat artık tam anlamıyla kendi karakterimden arınamadığımdan mı bilmiyorum, bu bana imkânsız geliyor. Kendini kusursuz bulmak imkânsız geliyor. Hatta öylesine imkânsız ki, aynaya baktığımda burnumun altında çıkmak üzere olan ufak sivilceyi göz ardı ederek tamamen halimden hoşnut bir vaziyette günü geçirebileceğime dair olan inancım, Ankara’ya bir göktaşı düşmesi sonucu iki ders sonra gerçekleşecek olan sunumumun iptal olmasından daha az. Fiziksel anlamda kendimi bu kadar eleştiri yağmuruna tutmak sağlıklı mı sağlıksız mı diye düşünürken bir filmle karşılaştım cumartesi günü. Marielle Heller’in yönetmenliğinde aynı isimli romandan uyarlanan “The Diary of a Teenage Girl: Bir Genç Kızın Gizli Günlüğü” filmiydi bu. San Francisco’da yaşayan on beş yaşındaki Minnie Goetze filmin ana karakteriydi. Ergenliğin getirdiği duygusal yükten kurtulmak ve bir an evvel yetişkin olmak isteyen bir kızdı Minnie, büyümeye, önemli biri olmaya çalışıyordu hepimiz gibi. Bu uğurda yaptıklarını -doğru veya yanlış- günlüğüyle paylaşıyordu. Seni tutulduğun yağmurdan kurtaran nedir diye soracak olursanız, karşıma çıkan sahnelerden birini paylaşmamın faydalı olacağını düşünüyorum. Bu sahne sokakta geçiyordu, Minnie hayali karikatürist arkadaşıyla konuşuyordu yolda yürürken. Arkadaşına sorduğu sorular ise benim için oldukça tanıdıktı, çünkü bunlar kafamdan sürekli geçiyor diye en başta bahsettiğim sorulara oldukça yakındı. “Acaba benim bilmediğim biri beni seviyor mu?” “Etrafımda beni kıskanan birileri var mı?” “Sevildiğini bilmeden yaşayabilir mi insan?” “Yalnız mıyım?” “Komik mi yürüyorum?” “Acaba göğüslerim çok mu küçük?”... Bir film karakteri aklımı okuyor resmen diye düşündüm. Sanki kendi kendime döndürüp döndürüp kurduğum cümleleri bir senarist duymuş ve onları kâğıda dökmüş gibiydi. Bir anda öylesine özdeşleştirdim ki kendimi Minnie’yle, filmin başrolü ben oldum sanki. Ben günlük tutmuyordum elbette, fakat bir günlük tutsam içeriği onunkinden çok farklı olmazdı eminim ki... Kendini sevebilmek zor, belki imkânsız bile. Kusursuzum diyebilmek zor, hatta belki zararlı, belki kendine karşı eleştiri kapılarını sonuna kadar kapatmak, kendini olduğu gibi kabul edip geliştirmeye çalışmamak zehirli. Eleştiri yağmurunun altında sırılsıklam etmek de doğru değil kendini, kusursuzluk güneşinin altında kalıp kıpkırmızı oluncaya kadar yanmak da aslında. Bir dozu var herkes için, bu doz nasıl tutturulur açıkçası ben henüz öğrenebilmiş değilim. Öğreneceğime dair inancım var mutlaka, ancak öğrenene kadar kendimi her gün küçük küçük haşlamaya devam edeceğim. Belki kendime haksızlık etmiş olacağım bu uğurda bir süre, ama biliyorum ki bunu yapan bir tek ben değilim. Bir film karakteri bile iç dünyasında bu sorunlara yer veriyorsa, gerçek insanlar neden vermesin ki, diye düşünüyorum. Bu yüzden birazcık da olsa yüreğimi ferahlatıp büyüme sürecime devam ediyorum... TOPLUMSAL AKINTI Son zamanlarda aynaya baktığımda her defasında ışıyarak bakamıyordum, insan tanıdıkça kendi insansı varlığımdan rahatsızlık duyuyordum ve bu beni çok rahatsız ediyordu. Gördüğüm kötülüklerin ve çirkinliklerin insan olmamdan ötürü kendi tabiatımda da bir şekilde bulunması fikri beni kendi varlığıma yabancılaştırıyordu. Öyle ki çoğu zaman başka birine, tanımadığım birine bakıyormuş gibi aynaya şöyle bir gözümü gezdirip geçiyordum, tam anlamıyla gözlerime bakıp da kendimle yüzleşemiyordum. Bir yerden sonra kendimi tanıyamaz hale gelmiştim, gerçekten de o görüntüdeki kişi başka birisi oluvermişti benim için. Uzaklaştıkça ondan içerdeki gerçek kişiye yaklaşıyordum. Tanıyordum onu, gerçek kimliğini gerçek renklerini görüyordum. Başkalarının tanımlarına uyan zayıf kıymetsiz sıradan biri gibi görünmüyordu o artık bana, gerçekte olduğu gibi, kendisi gibi görünüyordu. Bu acı tatlı tat iştahımı gitgide daha da kabartır olmuştu. Bazen gerçek resmi görebilmek için resmin dışına çıkması gerekiyordu insanın. Ben de istemsizce buna itilmiştim. Sanki bir akıntı vardı, hepimiz orada suyun akışına göre bir yerlere savruluyor, ne önümüzü ne arkamızı görmeden akıntı bizi nereye götürürse oraya gidiyorduk. Ama bazılarımız rahat duramıyordu ve birbirine sataşıyordu. Suyun içindeki tepinmeleri diğerlerini rahatsız ediyordu ve bazı zamanlar öylesine rahatsız edici oluyordu ki bu, bazılarımızı akıntı dışına çıkarıyordu. Bizler de kendimizi ne olduk nasıl buralara geldik anlayamadan kelimenin tam anlamıyla sudan çıkmış balığa dönmüş bir halde buluyorduk. İlk başlarda suya geri girmek için çırpınıyor fakat akıntı tarafından reddediliyorduk. Vücudun yabancı bir maddeyi inatla bünyeden atmaya çalışması gibi, bu akıntı da bizi reddediyordu, sorgulayan varlığımızı, diğerlerinin çırpınışlarına uyum gösteremeyen bu halimizi reddediyordu. Akıntının bir düzeni vardı, bu düzeni oluşturan da bu devinimleri gerçekleştiren insanlardı, geriye kalanlar da ya bu devinimlere ayak uyduracak, ya da karşı gelecek, sorgulayacaktı. Akıntı da iyi ya da kötü demeden düzen her neyse onu devam ettirebilmek için sorun yaratanları, devinimlere karşı gelenleri dışarı itecekti. Dışarı itilenler de durup ilk başta dışlanmışlığın verdiği korkuyla, can havliyle kendini geri içeri atmaya çalışacak, fakat artık oraya asla ait olamayacaklarını anlayacaklardı. İlk başta korku ve üzüntüye yol açan bu durum, zamanla onlar için bir sorgulama nedeni olacaktı. Zamanla dışarıda yaşamaya ayak uyduracaklar ve en başında akıntıda olmak için neden bu kadar arzu duyduklarını sorgulayacaklardı. Derken bunun tek nedeninin diğerlerinin akıntıda yaşadığını görmeleri ve herkes ne yapıyorsa aynısını yapma gerekliliği duymalarından kaynaklandığını göreceklerdi. Ve akıntıyı sorgulayacaklardı, ve akıntıyı yaratan insanları. İçine bir başına bırakıldığı bu akıntıyı yönlendiren insanları gözlemleyecek, onların haklılık paylarını, ne yaptıklarını bilip bilmediklerini değerlendirecek ve aslında kimsenin ne yaptığına dair en ufak bir fikrinin olmadığını, fakat bazılarının bunu umursamadan müthiş bir özgüvenle hareket ettiklerini ve biraz olsun ne yaptığını bilmediğinin farkında olan ama kimsenin bunu gerçek anlamda bilmediğini fark edecek gözlem yeteneğine sahip olmayan kimseler tarafından takip edildiklerini göreceklerdi. Ne yazık ki bunun için insanın toplum denilen bu akıntıyı yürüten insanlar tarafından bir kenara itilmesi gerekiyordu. Akıntı içindeyken akıntıyı göremiyordunuz. Fakat bir gördünüz mü de unutması kolay olmuyordu. İnsanı insana küstürüyor, kendinden dahi bu işleyişin bir parçası olduğu için soğutabiliyordu. Yeri geliyor aynada kendine baktırmayabiliyordu. Zaten yalnızlığa mecbur insani yapısını daha da yalnızlaştırabiliyordu. Yani insanları tanımak ve işleyişi görmek bizi kendimize dahi yabancılaştırıp kendimizden edebiliyordu. Aynı Hasan Ali’nin kitabı için seçtiği şu sözdeki gibi: Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız. Griler Şuhayattakigrilereinanırmısınız? DoğuEkspresindeCinayetadlıfilmin başındaBelçikalı HerculePoirot,doğrununveyanlışınvarolduğunuikisinin ortasınınsaolamayacağınısöylüyor.Pekidoğruveyanlışınarasındakioinceçizgide gerçektenhiçbirşeyyokmu?Hayatımızsiyahvebeyazlardanoluşamazki. Elbette grilerdeolmakzorunda. Örneğinhayatelinizdeolmadansiziyanlışşeyleryapmayaittiğindesizdeherkes gibibeyazkalamazsınız. Geceyoldayürürkenyoldangeçenbirisizebıçak çektiğindetutupdaarbedesırasındasizonubıçakladınızdiyedesuçluveyasiyah olandasizolamazsınız. Şuanbuanlattıklarımhayatısuçlamakdeğil tabiki. Ben sadecedünyayı2renkolarakgörmeninnekadaranlamsızolduğunuvebu düşünceninolsaolsabirütopyaolabileceğinisöylemeyeçalışıyorum.Hayattabir taraf tamamendoğruvediğertaraf tamamenyanlışolamaz. Budurumbirazbeynimizdeoluşmuşgibi. Biriniçokkolaybirşekildeiyiveya kötüdiyeyaftalayabiliyoruz. Belkidegenelolarakdünyayadoğruveyanlışolarak bakılmasınıntemelindemasallaryatıyorolabilir.Çünküküçüklüktenitibaren bilinçaltımızaetkiliolanmasallardabirieğerkötüysesadecekötüiyiysedesadece iyioluyor.MeselasizhiçmasaldaPamukPrenses’inyaptığı kötü birşeyigördünüz mü?Yadakötükalpliüveyannesininacınacakbirtarafıvarmıydı?Şimdibiz küçüklüğümüzdenberibuvebenzeridüşüncelerlebüyümüşkenşuandaçıkıpbir andagrilerigöremeyedebiliriztabiki. Günlükhayattadabuböyledir.İnsanlartanıdıklarıvesevdikleri insanların yaptığıbüyükşeylerisanki küçükmüşçesinedeğerlendirirler.Onlarınkötübiri olabileceğiniakıllarındanbilegeçirmekistemezlerçünküsevdikleri insanlar hayattaki iyiinsanlarkısmınıoluşturur.Oysatoplumundışındanbiriaynışeyi, hattavehattadahaküçükbirşeyyapsaonudışlarlar,sevmezlervekötü insan muamelesiyaparlar.Vebudurumsizitanıyacağınıziyiinsanıtanıyamamanıza sebepolurkenbiryandandayanınızdaki kötüyügörmeniziengeller.MeselaDoğu EkspresindeCinayet’tedeMrs.Hubbardbunukullandıçünkübıçaklananbir kişininkatilolabileceğini kimdüşünürki? Buradanbirazdaanlayabileceğimiz, etrafımızdaki insanlarbunumanipülasyonolarakdakullanabiliyor.Çünküinsana sankiortadabirkötülükvarsahepsi birkişininsuçudurçünküosadecesafiyene kötüdürgibigeliyor. Aslındabunusadeceinsanlariçinsöylemekdoğruolmaz. Doğumumuzdan ölümümüzekadarbirsürüşeyyaşarsonrabunlarıiyivekötüolaraksınıflandırırız oysainsanlargibiolaylardadasiyahbeyazkadarnetbirayrımyoktur.Sonuçtao olayınsizeetkilerisiyahvebeyazolacakbirsürüsonucuolabilir.Örneğinevlenmeyi doğruyanibeyazolarakgörürüz. Peki,güngelirdeboşanırsanızbütünbeyazlığını kaybetmezmi?Amaaslındageçmişinizdeçokolumluetkileridevardı. Oyüzden buradadakeskinçizgilerlebakmakçokdoğruolmaz. Yaşarkenfarketmedeniyivekötüolarakkategorizeettiğimizdışdünyanın aslındaokadardanetçizgileriolmadığınıgöstermeyeçalıştımsize. Herkesiniçinde birazbirazhepsindenvar.Hattaherşeyiniçindehepsindenvardemekdahadoğruözetleranlatmayaçalıştığımı. BanabunugösterenseDoğu EkspresindeCinayetoldu. Filminsonundaadaleti hukuksisteminindışındagerçekleştirmekzorundakalan10 insanvardı.AnakarakterimizolanoldukçarasyonalistHerculePoirotbile“Doğru vardı,yanlışvardı,şimdisizvarsınız.”(DoğuEkspresindeCinayet2017)diyor.İşte tambunoktadabaşlangıçtakisorumadönüyorum:Halagrilereinanmıyor musunuz? İlaydaMemiş Kaynakça Doğu EkspresindeCinayet.2017.Yön.KennethBranagh.DVD https://www.google.com.tr/search?tbm=isch&q=Do%C4%9Fu+ekspresinde+cinaye t+%C3%B6l%C3%BC&spell=1&sa=X&ved=0ahUKEwi44vLM5M3XAhWB_aQKHZW kDYsQBQgjKAA&biw=1920&bih=935&dpr=1#imgdii=uEt9hj72xSU_HM:&imgrc=m7 Oz0yxlFHsRfM: Dilan Doğar KÜÇÜCÜK KAPTA ENGİN BİR DENİZ Çok yüksek sesle gülüyorsun dediler, daha az gülmeye başladım. Çok aşırı hareketlerin var biraz hanımefendi ol dediler, oldum. Çok hayalperestsin biraz daha gerçekçi olman gerek dediler, oldum. Çok safsın herkese güvenmeyi bırak artık dediler, bıraktım. “Her tanıştığın insanı nasıl seversin canım o kadar da değil!” dediler, sevmeyi bıraktım. Bana “Ol!” dediler, oldum; “Değiş!” dediler, değiştim. Çok eskiden engin bir denizdim; istediğini yapabilen, kimsenin söz geçiremediği masmavi bir deniz. Kocaman dalgalarımın ardından gelen huzur verici sakinliklerim vardı. Bir gün istersem çarşaf gibi dümdüz oluyor; başka bir gün istediğim kadar dalgalanıp köpürüyordum ve kimse de neden böyle yaptığımı sorgulayamıyordu ta ki büyüyene kadar. Uçsuz bucaksız bir deniz olmanın tadı sadece çocukken çıkabiliyordu demek. Büyünce o kimsenin söz geçiremediği deniz olamıyordun. Hiç bir yere sığamayacağımı, deli dolu bir deniz olduğumu düşünürken beni küçücük bir kabın içine soktular. “Büyüdün artık, sen de bizim gibi olmalısın yoksa burada yerin yok!” dediler. Korktum tabii, engindim, deli doluydum ama beni kabul etmezler diye çok korktum. Yavaş yavaş beni koydukları kabın şeklini aldım. Her gün daha çok çabaladım kabul edilmek için. Bazı günler özledim istediğimi yapabilmeyi, kendim gibi davranabilmeyi ama o zamanlar çocuktum diyerek avuttum kendimi. Çabalamama değdi, ben de büyük insanlar gibi oldum. Beni koydukları minicik kabın içinde mutlu olduğumu düşünerek yaşadım bir süre. Yıllar yılları kovaladı, ben içinde olduğum kaba, sınırlara ve “olmam gereken kişi”ye alıştım. Tekdüzeleştim, artık ne dalgalı günlerimi ne de sakin günlerimi hatırlayıp üzülüyordum çünkü olması gerekenin bu olduğuna inanmıştım. Herkes büyüdükçe dayatılan kurallara, kalıplara alışıyordu çünkü alışmak zorundaydı. Artık kimse engin bir deniz olamazdı çünkü büyük adam olacaktık, ciddileşip gerçekçi davranmamız gerekiyordu. Çocuklara yer yoktu artık. Kendimi hep uysal görmüşümdür. Bana söylenilen şeylere çok karşı çıkmam, çıkmam gerekiyorsa da ortak bir fikirde buluşulacak şekilde öneriler sunarım ancak bu sefer yapamadım. Konduğum kapta yapamayacağımı anladım. Herkes tarafından kabul görüp, büyük insanların arasında olmayı ne kadar istesem de yapamıyordum. Ben büyük olamıyordum. Onlar gibi düşünemiyor, konuşamıyor; giyinemiyor hatta yürüyemiyordum. Daha saf düşünmek, daha sesli konuşmak; daha rahat giyinmek ve sekerek yürümek istiyordum! Kıpırdanmaya başladım beni koydukları kabın içinde. Onların görmek istediği Dilan olarak değil, kendi istediğim Dilan olarak davranmaya başladım. Başta ciddiye almadılar, bir dönemdir geçer diye düşündüler sanırım. Anlamsız bahaneler uydurdular davranışlarım için. Arkadaşlarımla sorun yaşadığımı düşündüler önce, ona bir kanıt bulamayınca sınav stresi olduğunu düşündüler. Sınavım bitti, “Uyuma problemleri var uykusuzluktan böyle oluyor” dediler ama hiç onların olmamı istediği insan olmaktan sıkıldığımı düşünemediler. Kendim olmak istediğimi düşünemediler. Bu kıpırdanmalarım yaklaşık bir yıl sürdü. Zaten bir anda çıkamazdım beni koydukları kaptan, benim de alışmam lazımdı eski Dilan’a. Bir süre sonra kendimi hazır hissedip çıktım ve çıkış o çıkış bir daha da geri dönmedim. Artık eskisinden daha dalgalıyım ama yeri gelince eskisinden daha sakin olabiliyorum. Eskisinden daha deli doluyum ama gerektiğinde de herkesten daha mantıklı kararlar veriyorum. Çokça “Çok çocuksun biraz büyü” önerileri ve “Biraz olgun davran!” sitemleriyle karşılaşıyorum ama zerre umrumda değil. Şu an aldığım hiçbir yorum ve sitemi olmamı istedikleri insanken aldığım iltifatlara değişmem. Hayatları boyunca konuldukları kapta kalmış ve kalacak olan insanlar çok garip yaratıklar. Tekdüzelikten yakınıp farklılık istiyorlar fakat gördükleri her farklılığı kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Hatırlıyorlar mıdır acaba eski hallerini? Masmavi, engin bir deniz oldukları zamanı? Hatırlasalar böyle yaparlar mı? Çok eskiden engin bir denizdim; istediğini yapabilen, kimsenin söz geçiremediği masmavi bir deniz. Kocaman dalgalarımın ardından genel huzur verici sakinliklerim vardı. Bir gün istersem çarşaf gibi dümdüz oluyor; başka bir gün istediğim kadar dalgalanıp köpürüyordum ve kimse de neden böyle yaptığımı sorgulayamıyordu ta ki büyüyene kadar. Sonra bana “Ol!” dediler, oldum; “Değiş!” dediler, değiştim. Sen sakın olma bunu okuyan kişi, sen sakın değişme! Hep kendin ol, daima kendine benze. Kocaman, masmavi bir deniz olarak kalman dileğiyle… AH YOK MU ŞU KALIPLAR ! Şimdi size belki de hepinizin çok iyi bildiği ve farkında olduğu ama nedense bir türlü çözmeye çalışmadığı ve çoğu zaman görmezden geldiği bir sorundan bahsetmek istiyorum. Bu sorun kadınların toplum içinde belli kalıplara sokulmaya çalışılması. Bu sorun bana göre hiçbir toplumda ve hiçbir zihniyette bulunmaması gereken bir sorun ve hiç dikkate alınmaması beni gerçekten üzüyor. Bu konu hakkında yazma isteğim Yekta Kopan'ın yazdığı Aile Çay Bahçesi adlı kitabı okurken ortaya çıktı. Kitabın içinde bulunan Müzeyyen isimli karakter daha çok küçükken ailesinin ona öğrettiği "cici kız" modeline girmiş ve bu modele göre yetişmiş. Şimdi size bu modeli açıklıyım. Bu modelde bir kadın annesinin babasının sözünü dinler ve ne derlerse yapar. Kendi istekleri pek de önemli değildir. Herhangi bir büyüğü geldiğinde ona da aynı şekilde davranır. Usturuplu giyinir ve özellikle belli bölgelerini kapatmaya ve göstermemeye çalışır. Kendini tanıyamadan büyür ve gelecekte korkar bazı şeylerden. Ben bir kadın olarak bu kalıplardan kendimi biraz da olsun kurtardım. Şansım ailemin beni düşüncelerim konusunda özgür bırakmasıydı. Hiçbir zaman bana nasıl düşünmem gerektiğini söylemediler ve sadece yardımcı olacak bilgiler verip geriye kalan seçim aşamasını bana bıraktılar. Demiyorum ki bunlar kötü şeyler. Demek istediğim bir insan daha kendi kendine karar verebileceği yaşa gelmeden bu kalıplara sokularak büyütüldüğünde o kişi daha sonra kendi ayaklarının üzerinde durmakta zorlanır. Çünkü bir ottan farkı yoktur benim gözümde. Kendisine ait hiçbir fikri yoktur ve üretken değildir. Çok dar bir bakış açısına sahiptir. Böyle bir insanın gerçek hayatta ona zamanında emir verenlerin dedikleri olmadan yaşaması pek de mümkün değildir. Özgürlük fazla gelir ve doğru kararları alamaz. Tahmin edersiniz ki mutlu da olamaz bu hayattan. Benim düşünceme göre bir insan hangi cinsiyette olursa olsun özgür yetişmeli. Tabii ki görgü kurallarını, toplum içinde nasıl davranması gerektiğini, hoşgörüyü ve saygıyı öğrenerek büyümeli ama düşünceleri ve hayalleri kısıtlanmamalı. Herhangi bir isteğini ya da fikrini dile getirebilmeli. Eğer bunları yapamazsa kendi başına kaldığında toplumda ezilir. Kendisine olan saygısı ve güveni gelişemez. Bunları fark ettiğinde ailesine olan sevgisini bile yitirebilir hatta. İşte tüm bunlardan kaçınabilmek için çocukları fikir kalıplarına sokmadan hür bireyler olarak yetiştirmeliyiz. Bu konu hakkında değinmek istediğim başka bir nokta daha var. O da toplumda insanların bu modele göre yetişmiş kişilerin genelde fakir olan kısımdan geldiğini düşünmesi ve zengin olanların daha özgür ve kendi isteklerine göre yaşadığını düşünmesi. Bu düşünce tam anlamıyla yanlış değil çünkü bir bakıma zengin kısmın kendi tercihine göre yaşaması daha kolay ama doğru da denilemez. Baktığımızda görüyoruz ki fakir toplum ne kadar dar bir bakışa açısına ve yaşam olanaklarına sahip olmak zorunda kalsa da bir o kadar zenginler de çevrelerindekilere uymak için kendilerini kalıplara sokuyorlar. Diğer zenginler neler alıyorsa onları alıyor, onlar nasıl yaşıyorsa öyle yaşamaya çalışıyorlar ve hayatta belki de en özgür insanlar olabileceklerken kendilerine kötülük kapıyorlar. Tabii ki bir insanın hayali ve gerçek isteği lüks bir hayat sürmek olabilir ama hepsinin de mi öyle ? Demek istediğim bu konu hakkındaki genelleme yapmak pek de güvenilir sayılmaz. Tüm bunlardan anlamamız gereken şey hayatımızda kimsenin bizi görmek istediği gibi olmamalıyız ve kendimizi belli kalıplara hapsetmemeliyiz. Bunun için uğraşan kişilere de izin vermemeliyiz. Elimizden geldiğince kendi düşüncelerimize ve isteklerimize göre yaşamalıyız ve yeri geldiğinde bunları söylemekten kaçınmamalıyız. Çevremizi bu konuda geliştirmeye çalışmalıyız ki yaşadığımız toplum giderek daha mutlu ve kendinden daha emin bir toplum haline gelsin. Berfin Ciner Beyza Eda Önder 21400578 Merhaba Nâzım, Onunla ilk tanışmam geçen yaz yaptığım Moskova ziyareti ile gerçekleşti. Yani sondan başladım onunla tanışmaya. Yaşım 18 olmuştu ve kulağıma gelen birkaç dize dışında tanışmamıştım onunla. Moskova’ya giden her Türk ziyaretçinin yaptığı gibi ben de onun mezarına gittim, turistik olarak! Açıkçası şehrin ortasında ünlü Rus liderlerin ve sanatçıların mezarlarının bulunduğu son derece bakımlı ve bir şehir parkını andıran bu mezarlıkta Nâzım Hikmet’e gösterilen özen beni çok şaşırttı. Bir yandan da hayıflandım. Benim de kitaplarını hayranlıkla okuduğum dünyanın en önemli edebiyatçılarının, sanatçılarının yetiştiği bu ülke, benim ülkemden gelen bir şaire bu kadar önemli bir yer ayırmış ve ben onun hiçbir kitabını okumamışım. Bu belki benim, belki eğitim sisteminin, belki de ailemin ayıbıydı. Ama en çok da benim. “835 satır” benim Nâzım Hikmet’ten okuduğum ilk kitap olmasının yananında tamamını okuduğum ilk şiir kitabı. Bu nedenle fikirlerim ve yorumlarım biraz acemice olacak. Güneşi içenlerin türküsüyle başlıyor şiir kitabı… “Akın var güneşe akın Güneşi zapt edeceğiz Güneşin zaptı yakın!”(sayfa 10) Bu dizeler bana okumaya henüz başladığım kitapla beraber hayatın doğuşunu, batışını, mücadeleyi hatta kavgayı yaşayacağım hissini veriyor. İnsan hikâyeleri de anlatılıyor şiirlerde. Dizelerde vatanından uzak insanlar da var, vatanında olup vatanına yabancı olanlar da, düzene karşı çıkan da, düzenden mağdur olan da var. Şiirler doğayı, mültecileri, emperyalizmi, hayatın ta kendisini hikâye tadında anlatıyor. Hayatı sanki şiirleştirerek özetliyor. Jakond ile Si-Ya-Vu’nun hayatları da var, aşkları da var ölümleri de var şiirlerde. Şair bunları öyle bir içinde hissetmiş ki, belki o günlerde Türkçemizde yer almayan “empati “ ne demek herkese göstermiş. Öyle bir anlatıyor ki, Jakond’un bedeninden önce gülümsemesinin nasıl öldüğünü, belki de yüz yıl önce olanları sanki yaşıyorsunuz. Jakond’un alevler içinde bedeni yanarken gülümsemesinin tekrar canlanmasını öyle bir anlatıyor ki şair, gülümsemesi bedeninin ölümünden daha da önemli oluyor. Öyle ya bugün ya da yüz yıl sonra Jakond’un yirmi- otuz yıl daha fazla yaşamasının değeri, tekrar gülümseyebilmesinden fazla olamaz. Onun ölüme giderken gülümsemesi ölümlü hayata karşı aşkın ölümsüzlüğünü hissettiriyor insana. Emperyalizmin şarkı saran duvarı hakkındaki (Sayfa 167-171) dizelerinde emperyalizmin ilk adımlarını, nereleri sömüreceğini, yayılışını, ona karşı verilen mücadeleyi bir çırpıda anlatıyor. Neredeyse yüz yıl öncesinde emperyalizmin gelişini fark edebilmek, hatta dünyaya yaşatacaklarını anlatabilmek olağanüstü bir sezgi yeteneği gerektirir diye düşünüyorum. Dizelerle anlatılan tarih ve insanlık öyküleri ciltlerce kitabı 1 Beyza Eda Önder 21400578 dolduracak kadar kapsamlı. Anlıyorum ki Nâzım, ciltlerce kitaplık konuyu bir çırpıda anlatabildiği için, pek çok şeyi önceden sezebildiği için bu kadar büyük bir şair. ”Topraktan, ateşten ve demirden, Hayatı yaratanların Şairiyim ben.” (Sayfa 209) derken emekten yana olduğunu ne kadar da derinden anlatıyor. Herhalde emekten yana olmak daha güçlü anlatılamazdı. Hem de bugün bile rahatlıkla anlayabildiğimiz sade ve duru bir Türkçe ile… Kim bilir aruz vezni ile uyakla, ölçüyle yazılmış şiirlerin olduğu bir dönemde bu kadar sade bir dili kullanmak ne büyük cesaret ister. Öğrenim hayatımız boyunca bize sürekli olarak münazara konusu olarak verilen “sanat sanat için mi, sanat toplum için mi” tartışmasına son noktayı koyuyor. Sanatını toplum için hem de toplumun sömürülen, ezilen kesimleri için yapıyor. Ezilen sömürülen hangi ırktan, hangi milletten, hangi sınıftan olursa olsun onların yanında yer alıyor. Nâzım Hikmet gibi bir şairin bir kitabı hakkında yazmanın zor olduğunu zaten tahmin etmiştim. İtiraf etmeliyim ki hiç yanılmamışım! Umarım onu, kavgasını anlayabilmek adına bir adım atabilmişimdir. Sözlerimi başladığım gibi “merhaba Nâzım, hoş geldin hayatıma, iyi dünyamızdan geçmişsin” diyerek bitirmek istiyorum. Kaynak: Nazım Hikmet “835 Satır” Yapı Kredi Yayınları, 13.baskı, İstanbul 2014 2 Büyüleyen Şehir Kimilerine göre tarihin başkentidir Roma, medeniyet orada başlamıştır. Kimilerine göre ise sanatın başkentidir Roma, el işçiliğiyle bezeli kiliseleriyle, her taşı ayrı bir sanat adamının ince düşünlerinin eseri olan meydanlarıyla. Romalı gençlere göreyse bu şehir arkadaşlık, sevgi ve aşk demektir. İspanyol Merdivenleri’nde sohbet etmekten saatin kaç olduğunun unutulduğu geceler , Savello Park’ında şehrin manzarasını izlerken yanındaki insanlara sahip olduğu için kendisinin ne kadar şanslı olduğunun ayrımına vardığı günler demektir. Roma’nın yerlilerine göre ise belki de ticaret kapısıdır burası, o kadar turist para harcamak için geliyor sonuçta. Ben ise Roma için tek bir kelime kullanmayı tercih ederim: magnifico. Evet, Roma harikadır, büyüleyicidir benim için. Boboli Bahçeleri’nde asırlık (belki yüz yıldan fazla) ağaçların gölgesinde kaybolup, kimsenin beni bulamayacağı bir yerinde kitabımı okurken hissettiğim eşsiz mutluluk duygusudur. Del Corso Caddesi’nde sıra sıra dizilen butiklerin vitrinlerinde gördüğüm asalettir, özgünlüktür. Özellikle de eldivencilerin vitrinlerindeki özendir. Her hatırladığımda, yaptığım iş eldiven kadar basit görünümlü, küçük ve değersiz olsa bile onu sevmeyi, hiçbir işi küçümsememeyi ve göz estetiğinin ne kadar önemli bir olgu olduğunu anlatır bana. Ayrıca, Roma demek tarih boyunca Kolezyum’da yitip giden hayatlar demektir. İnsanları anlamamı kolaylaştırır, onların ne kadar acımasız olabileceklerini anımsatır. Eşine, dostlarına, çocuklarına bakılmaksızın kahramanlık adı altında para, güç ve en acımasızı bazen de keyif için öldürülen milyonlarca insan… Trevi Çeşmesi’ndeki romantizmdir aynı zamanda. Oradaki âşıklar dünyadaki onca kötülüğe rağmen hâlâ aşkın var olduğunu fısıldar bana ve sevginin en güzel varlık olduğunu söylerler. Bunlara ek olarak, benim gibi yemek yemeyi de yapmayı da seven kişiler için Roma bir ilham kaynağından ötedir. Pompei Pastanesi’nde tiramisumu çatallarken, tek düşündüğüm o tiramisunun içindekileri anlayıp tarifini çıkartmaktı. Aşçılık aşkımdan dolayı dört adet tiramisu yediğimi dün gibi hatırlarım ve bir tarif için aldığım kiloları. Navona Meydanı’nda balığın o kadar lezzetli ve haz verici olmasının tek sebebi atıştırmalık olarak getirdikleri bruschettalar (bir çeşit domatesli ekmek) değildi elbette. Restoranın şık iç tasarımının ve duvarlarında asılı duran minik tabloların büyük etkisi de yadsınamazdı. Öte yandan, tanıdığım İtalyanların çoğu kişilik olarak kaba insanlardı. Sürekli tartışmak istemeye meraklı yapıları, hayata sanki koşturmak için gelmiş gibi hızlı oluşları, incir çekirdeğini bile doldurmayacak sebeplerden tartışma yaratmaları, karşılarındaki insanı incitmek için fırsat kollamaları ve daha niceleri. Hayatım boyunca onların bu tavırlarına hiçbir zaman bir sebep bulamamıştım. Roma’yı gördükten sonra bu durumun sebebi kafamda bir ampulün elektrik düğmesine basıldıktan sonra ışık vermesi kadar kısa sürede beliriverdi. İtalyanların bu kadar kaba (aslında hırçın daha doğru ifade edebilir) olmasının tek sebebi bence Roma gibi büyüleyici şehirlerde yaşamalarıydı. O kadar güzeldi ki bu şehirler, artık diğer ülke insanlarının gözlerini açarak şaşkın ve hayran bakışlar içinde izledikleri yapılar, onlara sıradan geliyordu. Bu sebepten dolayı, bir bakıma yaşama sevinçlerini kaybetmiş olabilirlerdi çünkü insan nesli güzelliği görünce doyduğunu hisseder. Lakin artık büyüleyicilik ve güzellik İtalyanlar için her gün gözlerinin önünde duran, alışıldık, bilindik bir kavramdı. Her zaman düşünürüm; onlarca felsefeci, şair ve sanatçı insan neden Rönesans gibi insanlık tarihinde çağ kapatıp çağ açan bir devrim için Roma’yı seçti? Peki, neden bir dönem tek başına bütün dünyayı yöneten bir imparator, Sezar, Roma için ölmeyi seçti? Roma bu kadar büyüleyici yani magnifico, olmasaydı, insanlık tarihi bu kadar acı çeker miydi onun yüzünden? Tarih, sanat, din, aşk, yemek, ticaret, siyaset, felsefe… Roma, o büyüleyici güzelliğiyle yüzyıllar boyu bütün bu önemli olgulara ev sahipliği yaptı, hâlâ da yapmakta. Bu nedendir ki Roma sinema filmi gibi şehirdir; ona bakan her farklı gözde farklı bir hikâye canlanır. Desdina KOF Ayşegül Gökçe Koca Bebek Son günlerde daha mutlu hissediyorum kendimi. Daha önce yazılarımda bahsettiğim, içerisinde bulunduğum o depresif havadan biraz olsun kurtulmayı başardım. Yeni insanlarla tanışmış olmam, yeni maceralara atılma heyecanım beni olumsuz düşüncelerimden uzaklaştırıyor galiba. Müzik dinlerken sözlerine odaklanmıyor, müziğin ritmine kendimi bırakabiliyorum yeniden. Güven sorunlarımı aştım mesela. Kolay olmadı tabii fakat başarılı olduğuma inanıyorum. Before Sunrise filmindeki Celine karakterinin bir yabancıya duyduğu sebepsiz, belki biraz da çılgınca, güven gibi bir teslimiyetin rahatlığı var üzerimde. ‘Yeniden çocuk olabilmek’ hissini çok özlemişim. Gözlerini kapatıp hayatın akışına kendini bırakıvermek… Hesap vermek zorunda hissetmemek ya da hesap sorduklarında birazcık şirinlik yaparak, gülerek yüzlerine aklanabilirmişsin gibi yaşamak… Böyle tadını çıkarabiliyorsan yaşıyorsun bence. İsteğim veya beklentim dışında gerçekleşen durumları kabullenememem de bu yüzden galiba. Sanki her şey bir oyun ve oyun arkadaşlarınla iyi anlaşırsan onları ikna edebilirsin güzel bir senaryo için. Ve tabii ki bu bir oyunsa biraz ilgi çekici ve eğlenceli olmalı. Bazen oyun arkadaşlarını şaşırtmalısın hayal gücünle; bazense o kadar çok şey sığdırmalısın ki küçük bir zaman dilimine, tekrar seninle oynamak için can atmalılar. En azından ben böyle oyun arkadaşları isterdim. Bence Jesse karakteri ideal bir oyun arkadaşı olabilir mesela. Film boyunca yeni ve beklenmedik bir fikirle gelmesi Celine’i ve bir o kadar da izleyiciyi gerçek dünyadan uzaklaştırıyor. Plansız hareket eden biri imajından öte, yaşanan bütün günü o planlıyor aslında. Hayat onları trende farklı yönlere gönderirken Jesse oyun arkadaşına şirinlik yaparak onu ikna edip kendi istediği yönde oyununa devam ediyor. Sorumluluk almayı bilmemek gibi belki de bir bakıma. Kendisi de itiraf ediyor kendisini hala yetişkin olmayı bilmeyen bir çocuk gibi görüp yapması gerekenleri yapılacaklar olarak not aldığını söyleyerek. Bu cümlede o kadar çok kendimi görüyorum ki… Sorumluluklar altında ezilirken onları görmezden gelerek kaçmak veya kaçabildiğini sanmak… Hiç büyümeyen bir çocuk olmamız, böylesi daha kolay olduğundan muhtemelen. Çocuk kalmaktan daha güzel olduğunu düşündüğüm bir şey de seninle çocuk kalabilecek birini bulmak. Sen hayal dünyanda gezinirken yadırgamadan o hayali seninle paylaşan biri… Bu ilişkide henüz anlayamadığım nokta, kendime oyun arkadaşı bulmanın mı yoksa karşımdakinin yardımıma muhtaç halinin kendimi yetersiz hissetmekten beni bi nebze uzaklaştırmasının mı daha çekici olduğu. Celine’in kendisini bir ordunun generali gibi tanımlayışına benzer olarak karşımdaki kişinin bana bağımlılık seviyesi kaybetme korkumu dindiriyor. Ne kadar sağlıksız olduğunun benim de farkında olduğum bu durum, bazen yaşamama engel olsa da nihayetinde beni bu kadar yokluğundan korkutan şey, sahip olduğum o şeyin güzelliği. Bir şeyi bu kadar sevebilen bir insan her zaman kendine mutlu olacak başka şeyler de bulabilir bence. Bazen yalnız başına oynamayı bilen insanlara da özenmiyor değilim tabii ki çünkü onlar mutlu olacak bir şey bulmuyor, sadece kendileriyle mutlu olabiliyorlar. Ama söylediğim gibi kendimi biraz çocuk olarak tanımlıyorum ve öğrenecek çok şeyim olması da bu tanımıma dahil. Belki olgunlaştıkça diğer insanların yanında oluşunun bir zorunluluktan ziyade seçim olmasının esas mesele olduğunu kavrayabilirim. Kavramak ister miyim bilmiyorum çünkü kabullenmek istemiyorum çoğu zaman benim istemim dışındaki gerçekleri. Düşe kalka büyüyeceğimi düşündükçe bile benimle düşüp kalkacak birini istiyorum. Bütün oyun arkadaşlarım tükenene kadar varlıklarının mutluluğunu yaşayabilirim mesela. Hatta boşuna endişe ediyorum belki de. Hiçbir zaman yalnız kalmak zorunda olmayabilirim, olsam da bunu telâfi edebilirim. En güzeli, anımın mükemmeliğini kirletmeden oyunumun tadını çıkarmak. Ezgi Sena Gürbüz 21401505 TURK-102-6 Başak Berna Cordan 10.02.2016 DERİN BOŞLUK İlhami Algör’ün kaleme aldığı 2014 yılında yayımlanmış olan Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku adlı kısa roman 65 sayfaya sığamayıp Çiğdem Vitrinel’in yönetmenliği ile beyaz perdeye taşınıyor. Yeri geliyor kitabın başkarakteri Arif’in cebinde taşıdığı tütün, bazen de Müzeyyen’e açılan kapının anahtarı oluyorsunuz Arif’in cebinde İstanbul sokaklarını turlarken. Sonunu göremediğiniz bir tünel, dipsiz bir havuz ve ucunu bulamadığınız ip gibi bir aşk. Yoksa tutku mu demeliyim? Tutkusuz bir aşk doğrudan sevgi kategorisine mi giriyor yoksa, bilemedim. Belki de koca bir belirsizlik, dev bir soru işareti ile yansıtabiliriz kelimelere dökemediğimiz duygularımızı. Koca bir tıkanıklık da cabası. Donukluk gibi soğuk rüzgârlar estirmese de aramıza kalın kalın duvarlar örüyor peşinden koşup yakalayamadığımız kelimeler. Adam kadının kucağına yatıp tavanı izlerken kadın televizyona bakıyor. Bakışları kesişmiyor. Aynı evde birbirini tamamlayan zıt kutuplu yapboz parçaları gibi birleşemiyor elleri. Bir aşk düşünün ya da bir tutku kelimelerle dibini kazıp derinleştirdiğiniz sonra da içini dolduramadığınız. Yarattığınız boşluğun içinde kayboldunuz mu sahi hiç? Birileri kaybolmuş kalkmış kitap yazmışlar, birileri boğulmuş kalkmış film çekmişler. Siz ağzınızı bile açmadan çığlıklar attınız mı Müzeyyen gibi ya da bıraksalar sayfalarca konuşabilecekken sustunuz mu Arif gibi? Kelimelerle gardını almış güçlü kadın Müzeyyen’e imrenmemek elde değil. Gün gelecek Müzeyyen gibi laf cambazlığından sıkılıp soru işaretlerini ayıklayacağız üzerimizden cımbızla. Üstümüze kapanan kapılara ayaklarımızla engel olacağız. Kalbi pas tutmuş bir kadın olmaktan ziyade üstü tozlanmasın diye çeyizlik örtülerle örtmüş misali kalbini saklayan bir kadına evrilmekten bahsediyorum. Parmak izlerinin küçük çiziklerden büyük yaralara dönüşmesini engelleyen bir kadın. Belki de buğulu camın ardındakini görmek isteyen belirsizlikten bıkmış bir kadın. Oyunlara karnı tok. Maskelerini çoktan duvara asmış. İç dünyasında verdiği savaşa yenik düşmüş, sırtında taşıdığı hikâyeler ve kucağında soru işaretleriyle kapının eşiğinde duran bir adam düşünün. Belirsizliğin sözlükteki karşılığı gibi kapının eşiğinde duruyor. Kapıyı çalıyor ama ne bir adım ileri ne de geri atıyor. Paçasını kurtaramadığı karmaşa saçlarından okunuyor. Gözleri ise her gün karşılaştığı bambaşka olaylardan yorgun. Üzerinde taşıdıklarını askıya asamayan adam her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Midesinde uçuşan kelebekler koca koca taşlara dönüşüyor. Hüzünlü bir şarkının etrafında dönüyor sanki sepya hayatı. Dışarıdaki insanlar sadece figüranmışçasına başrol edasıyla sokaklarda sürükleniyor. İçimizdeki küçük insancıkların ete kemiğe bürünmüş hali Müzeyyen ve Arif. Aşkın her zaman Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı misali olmadığının resmedilmiş hali. Hayatın tozpembesi, kokulu mektuplardan oluşmadığı, her daim Heidi ve Peter gibi el ele dağlarda koşuşturmadığımız bir gerçek ama nedense aşk denince aklımızda ilk olarak beliren şey birbirini bulmuş iki ruh ve etrafında uçuşan minik aşk melekleri. Hâlbuki çarpan kapılar, duvarlara atılan bardaklar, pencereden savrulan eşyalar, odalara kitlenip histerik ağlayışlar da aşkın bir diğer tonu. Tutkudan sıyrılıp hastalıklı bir aşka düşenleri unutuyor gibiyiz mutlu sonla biten romantik komedilerle kendimizi oyalarken. Belki de beynimizin her kıvrımını dolduran, bakışlarımızı donuklaştıran ruhla kesişmedi henüz yollarımız. Leyla olup vurmadık kendimizi yollara gece uykumuz kaçınca. İyisiyle ve kötüsüyle yaşayamadık aşkımızı. Vücudumuza kazıyabileceğimiz bir isim olmamışsa her santimini ezbere bildiğimiz bir suratın ellerimizin arasında olmadığı gibi, bu yüce olgu kapımızı tıklatmadıysa henüz, saplantılı bir aşkın tanımı şuur kaybından başka bir şey değildir bazılarımız için. Aşk eşittir mükemmeliyet algısını Arif yumrukluyor Müzeyyen ise arkasında soğuk rüzgârlar bırakarak gidiyor. Sevdikçe ruhu büyüyen adam içini bir daha dolduramayacağı koca bir boşlukla baş başa kalıyor. Diyalogları monologlara dönüşüyor, Müzeyyen gidiyor. KAYNAKÇA: Algör İlhami, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İletişim yayınları, 2014. DUYGUNUN BİNBİR TONU Soneler’in yazılma tarihi 1588’e dek gidiyor, bitiş yılı ise Thomas Thorpe tarafından basıldığı 1609 yılıdır. İngilizce yazıldığı ve söz sanatlarından bazılarının edebiyatımızda karşılığı olmadığı için farklı çevirileri mevcuttur. Uzun yazılma süreci, sonelerin olay örgüsü ve duygu akışı nedeniyle, Soneler, kimilerine göre otobiyografik bir yapıt, kimilerine göre ise Shakespeare’in gönlünün kilidini açtığı bir günlük olarak nitelendiriliyor. Aşkın yüceliği, güzelliğin, övgülerin, inceliğin yanında korkunç bir aşk acısı, utanç, var olmanın işkenceye dönüştüğü siyahla beyaz arasında binlerce renk, binlerce duygu, binlerce sesleniş var. Kimi zaman gönlünün tüm kapılarını açıyor usta şair, kimi zaman penceresinden sızan ışıkla yetindiriyor okurunu... William Shakespeare’in ilk Soneler’inden, gençliğinde birçok kişi gibi hayatı sorguladığını görüyoruz. Eserinde görebileceğimiz en kapsamlı temelardan biri ‘zaman’. Geleceği sürekliği sorguluyor, düşünüyor ve yorumluyor. Ölümsüzlüğü umutla ve kararlılıkla arıyor. Bu o tarihlerdeki en büyük sorunsallardan biri aslında, Arap simyacıların efsanesi olarak bilinen ve şiirinde kullandığı ‘Anka’ gibi bazı simgelerden ve net seslenişinden arayışın o tarihteki yansımasını görebiliyoruz.’’Her şeyi yutan Zaman, törpüle aslanın pençesini/Bırak yesin şu toprak kendi canım yavrularını/Yırtıcı kaplanın çenesinden sök sivri dişlerini/Kendi kanında tutuştur ölümsüz Anka’yı/...Ama bir hainlik var ki, onu yasak ediyorum sana/Ah, sevdiğimin pürüzsüz alnına oyuk açma saatlerinle/Çağlar ötesi kaleminle çekme orda çizgiler...’’(19.Sone) Genç aşık, sevdiğinin güzelliğini, çabucak geçecek bir yaz mevisimine benzetip yaşlılığın ve ölümün kaçınılmaz olduğunu ancak kış(yaşlılık) gelmeden güzelliğin sonsuza dek yaşatılabileceğini iletiyor. Ona göre, ölümsüzlüğün tek yolu, çocuklar aracılığıyla soyu sürdürmek, güzellikle bir sonraki nesilde hayat bulmak. Bu konu, belli sonelerde sık sık bahsettiği bir noktadır İngiliz yazarın. Üremenin, soyu devam ettirmenin yüceliğine, doğallığına ve cömertliğine dikkat çeker. ‘’...Bir başka sen daha yarat ne olur, beni seviyorsan/ Hem soyunda, hem sende güzellik hep yaşasın istiyorsan.’’(10.sone) Bu konuda birazcık derinlere inip bir bakış açısı yaratmaya çalışıyorum. Birçok genç gibi bazen ben de düşünüyorum, neden bu kadar çabalıyoruz diye. Ne için çabalıyoruz? Neye göre seçimlerimizi yapıyoruz? Sadece Shakespeare’in damga vurduğu bir tema değildir, Arthur Schopenhauer gibi değerli filozoflar, yazarlar ve birçok insan da bu konuya değinmiştir, düşünmüştür. Eğer ortak bir paydada buluşturmaya çalışırsam ve öncelikle kendimden yola çıkarsam hayatta kendim için yaptıklarımın yanında bir tarafım, bana sağlanan olanakları ileride çocuklarım için daha da iyileştirmeyi amaç edinmiştir. Soyumuzu devam ettirmekten bahsediyorum, Shakespeare’in ölümsüzlük formülünden. Basit düşünürsek özümüzde hayvansal içgüdüleri olan varlıklarız, doğamızda kendimiz için en iyi eşi seçmek ve soyumuzu devam ettirmek var. Bu inkar edilemez bir gerçektir. Doğada güçlü olan ailesini doyurur ve istediği eşi seçme olanağı sağlar, basite indirgediğimizde durum böyledir. Sonuç olarak bütün bu çabalama, döngü, aslında hayatta kalma ve soyumuzu sağlıklı şekilde devam ettirme içgüdüsüne dayanıyor. Çabalıyorum çünkü doğada güçlü olmalıyım, iyi bir eş seçip soyuma bilgimi, gücümü, erdemlerimi aktarmalıyım. Asıl amaç modern yaşamda açık şekilde böyle görülmeyebilir, farklılık gösterebilir. Ben içgüdümüzden, özümüzden, doğamızdan bahsediyorum. Shakespeare de bunu aynı içgüdüyle duygusal olarak yorumluyor. Âşık olduğu güzellikten kibarca soyunu devam ettirmesini diliyor. Bu dileği Shakespeare’in aşkının doğallığının ve içtenliğinin göstergesidir. Will, bütün bunların yanında aynı zamanda yapıtıyla sevgilisini ölümsüzleştirmeyi başarıyor. Bunu da yazarın aşkına verebileceği en değerli hediye olarak düşünebiliriz. ‘’…Ölen ölecek, çoğunun adı anılardan silinecek/Ama sen yoluna devam ederken, yer olacak övgülerine/Kaç kuşak varsa bundan böyle gelip geçecek/Dünyanın son gününe dek, hepsinin gözünde/Kıyamet günü sen kendin dirilene dek var olacaksın/Hep bu şiirde yaşayacak, sevenlerin gözünde kalacaksın.’’(55.Sone) William Shakespeare’in Soneler’I tek taraflı yazılmış bir aşk hikâyesi gibi. Seviyor,’’ Senin tatlı aşkınla öyle bir servete kavuşurum ki/Kim ne derse desin, krallarla değişmem yerimi.’’(29.sone), övüyor, özlüyor, üzülüyor, kızıyor, kıskanıyor, pişman oluyor ve zaman içerisinde yaşadığı her duyguya dizelerinde şahit olma şansı buluyorsunuz. Sonunda, aklınızda kalan ve yüreğinize işleyen ise tek bir şey oluyor. Shakespeare’in saf, derin ve tutkulu aşkı… Sevdiğini eleştirirken ona kızarken bile sevgisini dile getirmeden edemiyor. ‘’Senin en kötün, herkesin en iyisinden üstün bence/Senden nefret etmem için yeterli gerekçeler arttıkça/Bana o kadar çok sevdirmeyi kim öğretti sana?’’(150.sone) Başkalarıyla olsa bile onu arzulamaktan kendini alamıyor. Öldüğünde sırf o üzülmesin diye bir an olsun kendisini hatırlamasını istemiyor. Abartı gelebilir; fakat ne böylesine seven birini gördüm, ne de sevgisini böyle tutkuyla dile getireni. Bir bebek gibi saf, taze ve sürekli büyüyen her şeyin üstünde tutulan bir aşk, öyle ki ütopik denilebilecek derecede yoğun. Ölümsüzleştirilmesi ise benim için tanımaktan keyif aldığım bir şanstır. Soneler, birinin, iyi kötü her haliyle ne kadar sevilebileceğini gösteren, iç ısıtan, sanat ve sevgi kokan bir kitap. Tuğçe Tuğrul SAĞLIK BEDENDE Mİ BAŞLAR DÜŞÜNCEDE Mİ? Son birkaç yıldır popüler olan bir akım var: sağlıklı yaşam. “Popülerlik” kavramı bende daha çok kötü bir çağrışım yapıyor. “Pop” sözcüğünden türeyen bir sözcük olması rahatsızlığımı tam anlamıyla anlatıyor, çünkü pop kültür gereğince bir ürün ya da düşünce yaygınlaşır ta ki başka bir şey moda olana kadar. Örneğin son birkaç yıldır birçok meslek dalından insan bu konu hakkında yaygınlaştırmak amacıyla sosyal medyada, televizyon yayınlarında veya kendi çevrelerinde konuşuyor. Her insanın sağlıklı yaşamdan anladığı çok farklı ama insanlar çoğu zaman birbirlerini dinlemedikleri için, kendi tanımlarına uymadan yaşayan insanları çoğu zaman aptallık gibi ağır ifadeler kullanarak aşağılıyorlar. Bir insanı aşağılamak veya kendini üstün görmek bence psikolojik bir rahatsızlık olduğu için, bu durumun bende yarattığı ilk soru: acaba herhangi bir şeyi yaşantımıza bu denli kanalize etmek psikolojik rahatsızlık olabilir mi? Sağlıklı yaşam için hayatımızda kontrol altına almamız gereken birkaç konu var. Bunlardan ilk akla gelenler: sportif yaşam, yemek yeme alışkanlıklarımız ve bence en önemlisi fakat en çok göz ardı edilen psikolojik durumumuz. Benim tıbbi konuşabilecek bir eğitimim olmadığı için ne yemeliyiz veya hangi sporu yapmalıyız gibi şeyleri sorgulamayacağım, zaten onlar her birey için farklı belirlenmesi gereken şeyler. Benim asıl rahatsız olduğum konu; insanların popüler konular içerisinde nispeten daha yararlı olan sağlıklı yaşam kavramını neden egoları için kullandıkları. Ben de herkes gibi daha kaliteli ve verimli yaşamak için hayatıma belli şeyleri ekleyip bazı şeyleri çıkarıyorum. Kendimce bana zarar vermeyeceğini düşündüğüm yemekleri yiyip beni mutlu eden sporu ve dansı yapıyorum. Sağlıklı yaşamın popülerliği hakkında önceden benim hiçbir sıkıntım yoktu. ‘Herkes, sonuç olarak, kendine faydası olacak belli şeyler için çaba harcıyor bundan daha güzel ne olabilir, en azından kimseye zararı olmayan bireysel bir etkinlik’ olarak düşünüyordum. Hatta sosyal medyada, yaptıkları sporun ya da yedikleri sağlıklı besinlerin fotoğraflarını atanları dahi ‘Bu yaptıkları sadece gösteriş için’ olarak değerlendirmiyordum. Ta ki iyi anlaştığımı düşündüğüm bir arkadaşım, kendisi vücut geliştirme yaparak ona uygun bir diyet ile hayatını sürdürüyor, bana ‘Pilates bir spor değil ticari bir kaygıdır, sen ne kadar uğraşırsan uğraş mükemmel bir vücuda ulaşamayacaksın’ diyene kadar. O an kan beynime sıçradı ve sağlıklı yaşam adı altında yapılan bu yaşam düzenlemelerini sorgulama gereği duydum. Bir insan nasıl arkadaşına sırf kendince iyi beslendiği ve kendine göre en faydalı sporu yaptığı için arkadaşının yaptığı işi aşağılar ve bu kadar rahat bir şekilde mükemmellik ve ticari kaygı kavramlarını kullanabilir? Cümleleri kim tarafından kurulduğuna bakarak değerlendirmeyi en mantıklı seçenek olarak görüyorum. Bana bu cümleyi kuran kişi eğitim almamış, kitap okumayan, kendini geliştirmeyen ya da bir çocuk olsa idi beni kesinlikle etkilemezdi, fakat uzun süre söylediği şey hakkında düşündüm, pilatesin çıkışı, spor kavramının kapsamı, kendi yaptığım sporun modern dildeki anlamı hakkında araştırmalar yaptım. Bu cümleyi kurma yetkisini kendinde bulmak için bu kadar araştırma yapmış olduğunu dahi sanmıyorum. Bu araştırmalarım doğrultusunda ulaştığım şey, ‘Bu olsa olsa psikolojik bir rahatsızlık sonucu kurulmuş bir cümledir’ oldu. Unutmamamız gereken en önemli şey, toplumun çok farklı bireylerden oluştuğudur. Bütün bireyleri mükemmellik kavramı yaratarak aynı şeye yönlendirmek imkansızdır ve zalimcedir. Herkes aynı kültür, eğitim ve zeka seviyesine sahip değil. Basite indirgeyerek değerlendirecek olursak toplumda yararına olan şey sağlıklı bireyler ise bunun yöntemini belirleyebilecek bir güce hiçbir şey sahip değildir. Bunun yaygınlaşması için çeşitli ticari araçların kullanılması bizi rahatsız etmemeli. Kişi bireysel olarak ticari araçlardan etkilenir veya etkilenmez, onaylar veya onaylamaz. Asıl olan mantıklı, bir diploma ile eğitimli olduğu tescillenmiş, tanımsal olarak toplumun aydın kesimine dahil edilebilecek bireylerin bu tarz aşağılamalarda bulunmaması, kavram bunalımına girmemesi ve insanların tercihlerine saygılı olması gerektiğidir. Yani öncelikle düşüncelerimiz sağlıklı hale getirelim ki çevremizdeki sağlıklı bedenlerin sayısı artabilsin. TAHAMMÜLSÜZLÜK Demokrasi nasıl tehlikeli birmaskeye dönüşür?Ardına faşizm, adaletsizlik,öfke ve cehalet saklanırsa…Akıl, vicdan ve sağduyunun tutulduğuböyle dönemlerde, sanat ve fikiradamlarıdaima hedef tahtası olur(*).Korku, tahammülsüzlük,sahtekarlıkve biatçılıkher yere hakim olur.İzlediğim filmden bufikirleri elde etmem zorolmadı.Film Holywood onlusuolarak bilinen birgrup sanatçınınpolitikgörüşleri sebebiyle kariyerlerinin düşüşünü,busüreç boyuncauğradıkları haksızlıkları inceliyor.Filmi izledikten sonra yaşanmış olaylara çokşaşırmadım çünkübusorunlar günümüzdede var vehala ısrarla devam etmekte. Demokrasiye olan eğilimgüngeçtikçeartsa da demokrasi kavramınıntam olarak anlaşılmaması busorunlara sebep olmakta. Demokrasi dediğimiz herözgür bireyin kendi görüşleriniaçıkaçıkifadeedebilmesidir;kimse kimseyi bundan dolayıyargılayamaz, baskıyapamaz.Her nekadar demokrasi kelimesiağzımızdan düşmese deaslındademokrasi adıaltındayapılan baskıları,yargılamalarıgörmüyoruz, göremiyoruz. Sanatçılarınpolitikgörüşleri nedeniyleişlerini yapamadığı birülke düşününmesela. Böyle birülkesizcenasıl ilerleyebilir? İnsanlarınbaskı altında olduğu birülkedetoplum bubaskıyla nereye kadar sapasağlam gidebilir? Toplumdakonuşmalarımız nedeniylezaman zamanyargılandığımızdurumlarolmuştur. Herkesten farklı düşünürsünüz,ortaya değişik birfikiratarsınız amaherhangi biri sizi çıkıp kolayca ve çekinmeden acımasızcayargılayabilir.Bu baskınıntoplumda olan yeridir, insanlaryeni fikirler ortaya atmaktasıkıntı çekerler,kendilerini rahat birşekilde ifade edemezler.Baktığımızdaise herkesin ağzındabir demokrasi sözcüğü vardır,anlamıtam kavranamadan çoğukişi tarafından kullanılırbusözcük,ki kullanıldığı zaman daonun arkasına demokrasi ileuzaktan yakından alakası olmayan düşünceler saklanırve işteo zaman söylediklerimiz ileuyguladıklarımız birbiriyle çelişir.Benim filmdeen çok etkilendiğim noktalardan birtanesi de işini bubaskılara, yıldırmalara rağmen yapan, hiç kimseye aldanmadan kendilerini fikirlerine adayan budeğerli sanatçı grubuydu.Açıkçası filmi izlerken duygulandım, kendi hayatımda busamimi duyguları göremediğimden ötürü. Diğeryandan isehaksızlıkları,yapılan amansızbaskıları,faşist birtutumugördüğüm zamansaüzüldüm. Demokrasi önplanaatılmışgibi yapılarak arka planda uygulanan baskıcı tavırtoplumdagerilimevegereksizbir ayrışımasebep olur.Adaletsiz,taraflı ve baskıcı biryönetimleinsanlarınmutluolmasını,toplumafayda sağlamalarını beklemek büyükbirhatadan başkabirşey değildirbenim için. Hürvebaskısız toplumdeğişimeve gelişime; adalate, eşitliğe önem verirken, faşizmi benimsemiş birtoplum manevi olarak büyükyaralar alır.Bir insanherhangi bir görüşüaçıkve istediği şekilde ifadeedemezse o toplumdakiyeri nedirve neden otoplumun parçası olarak kalır?Farklı fikirler,hayaller bizibir adım dahaönetaşırken neden hala bazı insanlarve hükümetlerdiğer insanlara karşı baskıcı tutum sergiler? Bizi bizyapan kendi fikirlerimiz,bizibirarada tutan ise özgürlüktür.Güçdemek özgürlükdemek değildir,azınlıkdaolsafarklı görüşlerin toplumdaher zaman yeri vardırveolmalıdırda. Birtoprak düşününhertarafına aynı tür çiçekten ekilmiş, tek bir renk; bir toprak düşününtürlü türlüçiçekler dikilmiş, rengarenk... Hangisi daha güzel ve anlamlı? Güçlü olmak demek haklı olmak manasına gelmediği gibi, sorumluluklarınve görevlerin yükünüarttırır.Kimse demokrasiden yararlanmak için güçlüolmak zorundadeğildir.Kendi haklarını savunmak içinçarpışan insanlarolduğu 1gibi hayatta, insanlarıbaskı altınaalıp,işlerine geldiğigibi düşünmelerini isteyen insanlar davar.Bazen sorgulamak istiyorum; neden bukadar tahammülsüsüzbizekarşı olan fikirlere? Neden bazışeylerin sadecebizim olmasınıistiyoruz? Bu düşüncelerden dolayı zamanında vedehalen insanlarınpolitik,kişisel düşüncelerinekarşı olan kısıtlamalar var. Bu kısıtlamavebaskılar bellibir zamansonra yıkılacak, ideolojilerveözgür fikirlerise baki kalacaktır.FilmdeDoltonTrumbokendisinepolitik düşüncesi nedeniyle verilmeyen Oscar ödülünüaldığı zamanki açıklamasıyla beni duygu şelalesinin en hüzünverici şekilde akan kısımlarınagötürmüştür: “Yıllarboyu birbirimizdeaçtığımızyaraları iyileştirmeniyetindeyim, özelliklekendimizde.” Birbirimizingörüşlerini, düşüncelerini, hayatlarınıyargılamadan belirli birsaygı çerçevesinde yaşasak birnebzedaha mutluolabilirizbelki. Hayat kısa, insanlar fazla, aynı tür olsak dahepimiz birbirimizden farklıyızve bugerçeği kabul edip, geleceğe doğru umutdolu bakarsak geçmişten kalmışolan yaralarımızı sarıp,kendimizebembeyaz birsayfa açabiliriz. KAYNAKÇA: (*)unutulmazfilmler.co/”keyfi”adlı ziyaretçininşahsi yorumu. Hakkı Baran KARAKURT 2 26 Eylül 2014 Cuma Ödev No: 1 SON KUŞLAR BİR UYARIDIR /ALİ ŞİYAR TÜRKDOĞAN Doğaya yapılmakta olan tahribatın arttığı ve doğaya karşı şefkatin azaldığı bu günlerde insanlar doğaya karşı vurdumduymazlığa ve zulme tepki göstermelidirler. Bu gerek edebi bir biçimde gerekse eylem biçiminde olabilir. İşte tam bu konuyla ilgili bir öykü var. Sait Faik Abasıyanık’ın Son Kuşlar adlı hikâyesi. Öncelikle bu hikâye okuduğum zaman, sade bir anlatım ile zengin ve kaliteli betimlemeler karşılıyor beni. Hikâye okuyucuyu kendi dünyasına çekiyor ve odaklanan okuyucuya asıl anlatmak istediğini anlatıyor. Mesela adaları hiç görmesem de aklımda gri bir gökyüzü ile rengi parlak sarıdan çok bronz rengine yakın sönmeye yüz tutmuş güneşli bir gökyüzü gelir. Adanın iki yakası zihnimde böyle canlanır. İkisi de beni hüzünlendir. Bu sayede hikayeyi okurken hissettiklerim değişir. Ayrıca hikâyenin başlarında yaz mevsimi ile ilgili yapılmış güzel yüzlü göçmen betimlemesinden ise yaz mevsimine bakış açım değişiyor. Başlardaki pek çok mekân betimlemeleri, uçakların sesleri, kahveciden bahsetme ve beyaz çamaşırlar. Tüm bunlar beni yazarın anlatmak istediği yere götürme işlemini başarıyor ve yazar o sırada bir şeylerin eksikliğini fark ediyor: kuşların cıvıltısı. Belki de herkesin duymaya alışkın olduğu kuş cıvıltısının sesinin yokluğu büyük bir eksikliktir yaşadığımız bir yer için. Yazar da zaten yaptığı betimlemeler içinde bunu hemen hissediyor ve asıl konuya giriyor. Güzelim kuşların avlanması ve bunun onda bıraktığı o üzüntü. Günümüzde insanlar böceklere, bitkilere, hayvanlara karşı pek de saygılı değiller. İnsanların ormanlarda zevk için yenilemeyecek veya çok küçük hayvanları avlaması, para ve beton için ağaçların kesilmesi ve çevreyi kirletmek. Maalesef bu olaylar azımsanmayacak kadar fazla ve içinde bulunduğumuz bu durumu yazarın bize ta o dönemden haber vermesi ve bunla ilgili yaptığı insan tiplemeleri aslında Sait Faik Abasıyanık’ın duyarsız bir edebiyatçı olmadığını göstermiş. Dışarıdan kimseyle bir problemi olmayan sıradan bir insan olan ve 26 Eylül 2014 Cuma Ödev No: 1 hatta sevilen Konstantin Bey’in içinde kuşları boğan bir canavar olması ne kadar şaşırtıcı ve beklenmedik bir şey. Ayrıca masum çocukların Konstantin Bey yüzünden kötü yönlendirilmesi bizlere ders olmalı ve küçüklerimiz hayvan ve bitki sevgisi ile büyütülmeli. Yazarın birbirlerine yardım etmek için uçuşan masum kuşların dramı ve insanları bu kuşlara yaptığı eziyet, başlarda belirttiğim hüzünlü ortam ile birleşince daha da yaralıyor insanı. Sait Faik’in akıcı ve öz cümleleri ve manalı betimlemeleri beni çok etkiledi. Adeta ben bile kuşları özler oldum. Hikâyedeki ikinci bir yakınma da yeşilliğin yok edilmesi idi. Yazar kuş avından sonra şimdi de insanın gözünü gönlünü açan yeşilliğin tahribata uğramasına sitem ediyor. Yolun kenarındaki çimleri söken çocuklar ise fakirler ve büyük bir ihtimalle düşündükleri şey doğadan ziyade karınlarını doyurmak. Onlara bunu yaptıran ise Hollandalı bir adamın bahçesini düzelten Mühendis Ahmet Bey. Kötü olan şey ise tüm bunları okumuş insanların da yapmakta oluşuydu. Yine bazı insanların bencilliği ve doğaya ve dolayısıyla bütün insanlara saygısızlıkları… Üstüne üstük hikâyeden anlaşıldığı kadarıyla kanun adamlarının bile çevre estetiğini bozan bu sabotaja ses çıkarmamaları hatta bunla ilgili bir kanun bile olmayışı. Yazar tüm bunları sitem ederek söylüyor ve bize aslında kimlerin içinde yaşadığımızı gösteriyor. En son paragrafta Sait Faik’in bir öngörüsü ise artık gökyüzünde kuşları ve yeşilliği gelecek neslin – yani bizim neslin – artık göremeyeceğini belirtiyor ve bir bakım haklı da çıkmakta. Sait Faik’in bana göre mükemmel anlatım tekniği vardı. Güzel betimlemelerle çevreyi tanımlayıp tabiri caizse aklımızı hikâyeye sokuyor ve sonra anlatmak istediklerini ve vermek istediği mesajını veriyor. Zevkle okunacak ve ders çıkarılacak bir hikâyeydi. Kısaca Sait Faik haklı çıkmış. Gün geçtikçe yeşil ölüyor. Lerzan Keçoğlu 21302645 Türkçe101-19 Başak Berna Cordan 18.11.2014 BELKİ YARIN BELKİ YARINDAN DA YAKIN “Kapımı çalıp durma ölüm, Açmam Ben ölecek adam değilim” (176). Dizelerinde de vurgulandığı gibi yaşama sıkı sıkıya bağlı bir şair Cahit Sıtkı Tarancı. Şair şiirlerinde cümleleri uzatıp, ses uyumuna dikkat etmeyerek, şiirin alışılagelmiş bilimsel kalıplarından uzaklaşıp, düzyazıya yakın bir görüntü sergiliyor. Ancak kullandığı imgeler ve sanatlarla aslında ilk okunduğunda aklımızda kalanlardan daha derin bir düşünceyi anlatmayı amaçladığı ortaya çıkıyor. Bütün bunlar da şiirlerinin altında yatan gerçek anlamları bulmak için şiirlerini tekrar tekrar okumama neden oldu. Asıl anlamı bulduğumda da bu sefer şiirlerinin gücü onları bir daha okumaya itti. Şiir merakı daha lise yıllarında başlayan şair, şiirlerinde genellikle arı bir dil kullanmış ve okuyucuyu kitabın içine çekende bir üslubu var. Şiirlerinde genellikle yalnızlık, ölüm korkusu, memleket sevgisi, yaşama bağlılık gibi konuları işlemeyi tercih etmiş Cahit Sıtkı. Şiir üstüne Öncekiler, Ömrümde Sükut, Aradakiler, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel, Sonrakiler ve Çeviri şiirler olmak üzere sekiz bölümden oluşan kitabına da adını veren “Otuz Beş Yaş” şiiriyle Cumhuriyet Halk Partisi şiir yarışmasında birincilik kazanmıştır. Kitabı okurken; Cahit Sıtkı’nın yaratmış olduğu dünyada, kapıldığı ölüm korkusu ve bu konudaki umutsuzluğu beni de ele geçirdi. Yaşamı, ölümü ve aralarındaki o ince çizgiyi bir kez daha sorgulamama neden oldu. Peki sizce insanlar neden ölümden korkar? Kendi yaşamlarının bir gün sona erecek olmasından mı, yoksa o sonu kendilerinden önce sevdikleri insanların yaşacak olmalarından mı? Bu kitapta şairimizin yaşadığı korkunun nedeni kendisinin de bir gün bu dünyadan ayrılacak olması ve elinden de bir şey gelmemesi. Şiirlerinden de anlaşılacağı gibi Cahit Sıtkı yaşamı acısıyla, üzüntüsüyle, sevinciyle, mutluluğuyla bir bütün olarak kabul edip; ona sıkı sıkıya sarılmış ve gelecekten beklentileri olan, umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen bir Keçoğlu 2 şair. “Otuz Beş Yaş” şiirinde de ölümü tüm çıplaklığıyla fark ederken zamanın da tükeniyor olduğunun bilincinde. Belki de bu şiirle ömrünün sadece yarısı yaşamış ve bir bu kadar da yaşayacağı günlerinin olduğunun tesellisini veriyor. Bu ölüm korkusunun kendisini yenmesine izin vermiyor . Ve resmen ölüme meydan okuyor. Ama ne yazık ki bu meydan okuyuş ölümün onu genç yaşta bulmasına engel olamıyor. Aslında herkes farkında değil mi bu gerçeğin? Daha küçük yaşlarda karşılaştığımız bu “ölüm” gerçeğiyle yaşamak zorunda olduğumuz öğretiliyor. Bırakın yarını, ileride ne iş yapacağımıza kadar planlanarak büyütülüyoruz her birimiz, geleceğin hiçbir garantisi olmaksızın. Günler, yıllar geçiyor böyle; yaşanmışlıklarımız artıyor ve bizlere ayrılan sürenin sonuna yaklaştığımızı hissediyoruz. Vücudumuz bile sinyaller veriyor bize bunun hakkında. Farkında olmamak elimizde olmuyor artık ama bu farkındalık bile ölüme hazır olmamız için yeterli olmuyor. Hasta yatağında ölümü bekleyen bir insan bile gece yatıp, sabah yeni bir güne uyanamayacağına, sevdiklerine bir kere daha sarılıp, kokularını içine çekemeyeceğine, o hayatta artık kendisinin olamayacağına nasıl hazır olabilir ki? Kendi sonuna hazır olmak şöyle dursun, başkasının ölümüne alışmak bile imkânsız. Bu durumun bir tokat gibi yüzümüze çaptığı en etkili anlardan biri de sevdiklerimizi kaybettiğimi z o dayanılması en zor zamanlardır. Her yeni kayıpta aynı acıyı bir daha yaşarız. Benim ölüm korkumun odak noktasında yatan düşünce de benim yaşamımın sona erecek olması ya da sevdiklerimin ölümünden çekeceğim acı değil, ben öldüğümde geride kalanların benim için tutacakları yas. Birilerinin ölümünden dolayı çekeceğim acıya –ne kadar zor da olsa- katlanabileceğimi düşünebiliyorum fakat aynı acıyı yani benim ölümümün aileme yaşatacağı ızdırap aklıma geldikçe kendi acıma düşünme bencilliğinden uzaklaşıyorum ve ailemi halini düşündükçe kahroluyorum. İşte beni asıl korkutan bu. Hal böyle iken ölüm fikrine ne alışabilmek mümkün, ne hazır olabilmek, ne de bu fikirden korkmadan söz edebilmek. Ama devam etmemiz de gereken bir hayat var önümüzde ve bu süreci kolaylaştırabilmemizin tek yolu “ölüm” düşüncesini olabildiğince göz ardı etmek. Geçmişteki hatalarımızdan ders çıkarıp, gelecek kaygılarından uzaklaşarak, anı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz ve yaşadığımız andan doyasıya zevk almalıyız. Kaynakça Tarancı, Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş. 1.st ed. N.p.: Can Yayınevi, 2007. Print. Duygu Çöplü 21502372 Adım Adım Bu sabah kalktığımda kendime sordum; mutlu muyum? Kendime bir evet bir hayır diyerek, öğlene kadar tembellik yapmışım. Siyah veya beyazı bir türlü tutturamadım, gride kaldım. Sonra acaba doğru soru bu değil mi diye düşünmeye başladım… Daha genel bir soruyla kendimi bu varoluşsal sıkıntının içinden çıkarayım dedim. Mutluluğum neye bağlı? Ne kadar çok arkadaşım olduğuna, ne kadar çok el üstünde tutulduğuma mı bağlı yoksa notlarımın ne kadar yüksek olduğuna mı? Bunlar gelip geçici şeyler ancak zaten mutluluk anlık değil midir? Evet, çok fazla soruyla insanın gerçekten de beyni yanıyor… Bu çileli süreçten sonra ulaştığım cevap hem anlık tatminleri hem de o anlık mutluluğa ulaşmak için yapılan uzun süreli planları içeriyor. Biraz aklınızı karıştırmış olabilirim ancak bunun sebebi bir insanın oturup ‘mutluluk’ gibi bir olgu hakkında düşünürken zaten çok açık yollardan gidemeyeceği gerçeği. Bir an mutlu olduğumu sanıyorum, beş dakika sonra içimi anlamsız bir sıkıntı kaplıyor veya stresten patlayacağımı düşündüğüm zamanlar beni mutlu eden bir düşünceye tutunuyorum ve sonucunda küt küt atan kalbim en mavi deniz gibi sakinleşiyor. Bu geçişlerin şiddetini düşürmek için mutluluğumu sorgulamaya karar verdim en başında. Bu süreçte boğuşurken Fransız bir yönetmen olan Jean Luc Godard’ın ‘Vivre Sa Vie’ adlı filmini izledim. Repliklerden biri beni çok etkiledi. “Bence biz her zaman kendi hareketlerimizden sorumluyuz. Elimi kaldırırsam, sorumlusu benim. Mutsuzsam, sorumlusu benim. Bir sigara yakarsam, sorumlusu benim… Söylemiştim, kaçmak içi boş bir hayal.” (unutulmazfilmler.co). Evet bir yere kadar hareketlerimizin sorumluluğunun bizde olduğunun farkındaydım ancak mutsuzluğumun sebebinin kendim olduğunu düşünmüyordum. Yani sevdiğim insanlar bazı kişisel sebeplerden dolayı bana kötü davrandıklarında doğal olarak üzülüyordum ancak bu benim suçum değildi ki... Bir süre boyunca kendimi yıprattıktan sonra bakış açımı değiştirmeye karar verdim. Başkalarının hareketlerini kontrol edemem ancak kendi tepkilerimi kontrol edebilirim. Madem insanların bana o anlık aksi veya ters davranmalarının benle hiçbir alakası yok, o zaman benim ruh halimin de bir insanın keyfi terslemesine göre şekillenmesine gerek yok, dedim kendi kendime. Bu kadar küçük şeyler takılıp üzülecek şeyler değil, mutlu olma kararımı başkalarının anlık davranışlarına bırakmamalıyım çünkü onlar farkında olmadan aksi davranıyorlar. Yani bir kelebek kanat çırparken arkasında rüzgardan etkilenecek sinek var mı yok mu diye bakmıyor, maalesef dünyanın gerçeği bu. Mutsuzluğu elediğimize göre, şimdi gerçekten mutluluğa erişmekten bahsedebileceğimizi düşünüyorum. Evet hayat kısa, kuşlar uçuyor falan ama mutluluk biraz da insanın belli bir süre kendini geliştirdikten sonra ulaştığı başarılarda yatıyor. ‘Kendimizi hiç serbest bırakmadan hep çalışalım’ demiyorum ancak güzel şeylerin çalışmadan gelmediği de bir gerçek. Mesela deniz kenarında bir tatile çıkmak istiyorsam, bunu karşılayacak kadar param olmalı ve bunun için çalışmalıyım. Bu ertelenmiş mutluluk yolunda, deniz tatili hayaliyle çalıştığım aşikar ama çalışırken mutsuz olmak, kuşların uçtuğu kısa bir hayatta çekilecek dert değil. İşini sevmeyen, mutsuz insanlar sadece hafta sonlarını veya izin yapabilecekleri tatilleri beklerken yaşlanıyorlar. Bu yüzden kendimi hangi mesleğe ait hissediyorsam, yaşamımı o mesleği bulmaya adadım. Bunu tam şu an, bugün fark edeceğim diyemem maalesef. Yaşayarak göreceğim ama bu şekilde mutluluğa ulaşacağıma inanıyorum. Franklin D. Roosevelt’in dediği gibi “Mutluluk başarının verdiği hazda ve yaratıcılığın verdiği heyecandadır.” (tr.wikiquote.com). Hem anı keyif alarak yaşayıp hem de geleceği güzel bir şekilde tasarlamayı vurguladığını düşünüyorum. Mutlu bir şekilde okula gelmek daha hevesli bir şekilde okuduğum bölümde aktif olarak rol almamı sağlıyor. Mutluluğumun da sorumluluğunu üstleniyorum! KAYNAKÇA •   Film: Godard, Jean-Luc. (1960). Vivre Sa Vie: Film En Douze Tableaux (unutulmazfilmler.co) •   https://tr.wikiquote.org/wiki/Franklin_D._Roosevelt Deniz Ergün 21202066 26.09.2014 Herkes Aydınlansın çünkü “Her Şey Aydınlandı” Çok klişe gibi görünse de herkesin hayatını ya da hayata bakışını değiştiren bir film vardır ve ben benimkiyle yaklaşık üç yıl önce tanıştım. Hayatımı aydınlatan bu güzel yüzlü, naif, oturaklı filmin adı Her Şey Aydınlandı (Everything is Illuminated)… Her Şey Aydınlandı, her şeyiyle sade ve basit, izleyicinin anlamdırabildiği kadar da içi dolu bir film. Çoktan aydınlanmış izleyicileri de hiç olmazsa mutlu etme etkisine sahip. Aydınlanmış olun, olmayın ya da “aydınlanmak nedir ki?” deyin ama izleyin derim. Bir filme insanmış gibi sıfatlar vermek onu kişiselleştirmek saçma görünse de bu film hak ediyor, emin olun, çünkü filmin kendi kişiliği var. Film, bütün insanları sadece insan oldukları için sevebilecek, anlayabilecek biri sanki. Filmdeki üç ana karakter birbirlerine çok zıt insanlar. Birçoğumuzun yaptığı gibi başka insanları etiketleyip, ötekileştiriyorlar ama filmin kurgusu içinde birbirlerine bakışları değişiyor. Jonathan ve Alex Perchov’un yolları “Miras Tur” aracılığıyla bir tren garında kesişiyor. Jonathan’a, Yahudi büyük babasının geçmişine yaptığı yolculukta, Alex ve Alex’in büyük babası eşlik ediyor. Bugüne kadar onlara empoze edilen, “Farklı olan kötüdür” anlayışından kurtulup kalplerini ve mantıklarını özgürleştiriyorlar. Yahudileri sadece para kaynağı salak insanlar olarak gören Perchov’lar, garip koleksiyoncu Jonathan ile 1 Deniz Ergün 21202066 26.09.2014 birlikte insanların farklılığının, dininin, milliyetinin o insanı sevmeye engel olmadığını; hepimizin aslında aynı olduğunu; hepimizin “insan” olduğunu keşfediyorlar. Farklı olandan korkmak, çekinmek, onu dışlamak insanın doğasında var. Her insan kendisinin en doğruyu bildiğini düşünerek büyüyor, toplumun bir parçası olduğu için de herkesin kendi gibi düşündüğü yanılgısına kapılıyor. Herkesin aynı şeyleri yaptığı, aynı şeyleri düşündüğü bir toplum huzurlu bir toplum olabilir hatta normal bir durum da denebilir belki ama farklı düşünceleri, farklı insanları dışlamak ve küçük görmek büyük bir sorun belirtisi aslında. Herkes farklılıktan ürker ama birini farklı diye insan olarak görmemek, saygı duymamak acınası bir durum. Bugüne kadar tarihte “ırksal” farklılıklar nedeniyle işlenen insanlık suçları işlendi ve yirmi birinci yüzyılda insanları ırklarına göre sınıflandıran zihniyet hala varlığını sürdürebilmektedir. Irk kavramı insanlar tarafından üretilmiş bir kavram. Evet insanlar olarak bir ırka mensubuz Homo Sapiens Sapiens’iz ama insanları ten renklerine göre, kültürlerine göre ırklara ayırmak ve bu ırklara belirli özellikler ithaf etmek tamamen bizim ürettiğimiz bir sistem. Teknoloji, bilim ya da medeniyet ne kadar ilerlese de bizden önce yaşayan insanların yarattığı değerlere ve düzenlere göre yaşıyoruz hala. Dinlere göre yapılan ayrımcılık ise apayrı bir sorun. Bir dine inansan da inanmasan da başka insanlar için kötü olansın. Dindar Müslümanlar için bir Ateist ve bir Hristiyan kötüdür. Dindar Hristiyanlar için de aynı mantalite geçerli. Farklı olan her zaman kötü müdür? Elbette değil. Bahsettiğim mantalitede ki insanlar hayata sadece negatif şeyleri görmek için bakan insanlar. Hepimiz aynı gezegende, aynı toprak üstünde, aynı yıldızlar altında bir şekilde hayatımızı yaşamaya çalışıyoruz. Hepimiz aslında benzer şeyler için endişeleniyoruz, benzer şeylere üzülüyoruz. Hiç bir ortaklığımız olmasaydı da hayatımızı istediğimiz gibi yaşamaya hakkımız olduğu için, yaşama hakkımız olduğu için birbirimize saygı duymalıyız, birbirimizin iyi yönlerini görmeye çalışmalıyız. 2 Deniz Ergün 21202066 26.09.2014 Yahudilerden adeta nefret eden büyük baba Perchov’un, aslında Yahudi olduğunu ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi olduğu için öldürülmekten zar zor kurtulmuş olduğunu ve bu nedenle Yahudilerden nefret etmesi, çocuklarına da Yahudileri sevmemeyi öğretmesi beni şaşırttı mı? Hayır. Beni asıl şaşırtan büyük babanın Jonathan’ı tanıdıkça sevmesi ve bu sevginin ışığında geçmişiyle barışması oldu. Ne kadar farklı olursak olalım, hepimiz aynıyız... Dünya Her Şey Aydılandı’daki gibi olsa, herkes birbirini önyargıları kenara bırakarak tanımaya çalışsa, herkes insanları sadece insan olduğu için sevebilse... 3 SATIRLARDAKİ AYNA Hikâye kitaplarına olan bu güzel ilgim Hakan Bıçakçı’ya bir kitapçıda rastlamamla beraber başlamış oldu. O günden beri çok sevdiğim uzun romanların yerini kısa ama çok etkili olan hikâyeler aldı. Hikâyede Büyük Boşluklar Var da o hikâye kitaplarından biri. Bu öykülerin beni etkileyen en tatlı yanı hayatımı çok iyi biliyor olmaları sanırım. Kısa ama dolu dolu öyküler, sanki beni bana anlatmak için yazılmış gibi, satırlar birer aynaya dönüşüp beni gösteriyor gibi. Yaşananlar aynı olmasa da hissettiklerim, ağladıklarım ve kaybettiklerim hep aynı oluyor genelde. Kitapla olan birlikteliğim boyunca kendimi hep sorguladım, fark ettim bazı şeyleri. Ben bir kadınım ve bu yüzden erkeklerle aynı düşünmemem gerektiği fikrine alıştırılmışım. Oysa ne kadar çok ortak yanım var hikâyedeki erkeklerle, hissettiklerim ne kadar da aynı onlarla. Kadınlar hep daha hassas ve daha duygusal olmak zorundalarmış gibi anlatıldı hep bana, oysa bir kadının ve erkeğin aynı şekilde âşık olabileceğini kimse söylemedi. Bu yüzden içinde aşk olan öykülere hep şaşırıyorum. Belki tuvaletten her döndüğümde masaya farklı bir erkek getirmiyorum ama ben de erkeklerin hep söylediği gibi sevdiğim adamı ‘delikanlı’ gibi seviyorum. Duygularım hep cicili bicili olmak zorunda değil, pembe hayallerle süslemek istemiyorum geleceğimi. Olduğu gibi sevmek, içimden geldiği gibi yaşamak istiyorum. Restoranlarda gördüğüm, hiç konuşmadan sessizce yemek yiyen evlilerin hayalini değil de küçük evimizde yaptığımız menemenin hayalini kuruyorum. Süslenmiş mutsuzlukların içine yakışmıyor çünkü bedenim, biraz kirli mutluluklara ihtiyacım var. Yoksa ben de öyküler de olduğu gibi, hep başkasını bekleyeceğim karşımda. Kapılar açıldığında, gözlerimi kapatıp gerçekten istediğim adamı görmek için yalvarıp duracağım Tanrı’ya ama gözlerimi açıp hayal ettiğimi göremediğimde hayata bir kez daha lanet edeceğim. İçimden ettiğim laneti dışa vuramayacağım çünkü beni anlayamayacaklar. Bu yüzden öykü okumaya devam edeceğim çünkü onlar beni anlıyorlar ve beni bana gösteriyorlar. Çoğu zaman hislerimi dışarı vurmakta, kendimi tam olarak ifade etmekte zorlanmışımdır. Kurduğum cümlelerden hiçbiri aklımdan geçenle uyuşmamıştır. Nasıl oluyor bilmem, bugüne kadar karşılaştığım her hikâye söylemek istediğim cümlelerle doluydu. Biraz düşündüğümde, okuduğum öykülerin aslında birer iç ses olduğunu anımsıyorum. Kafamda kurguladıklarım aslında öykü kahramanının ağzından dökülen cümleler değil, o kahramanın da kafasında kurduğu cümleler. Bunu fark ettiğimde değişik bir rahatlama hissetmiştim çünkü hiç kimsenin kafasından geçenleri olduğu gibi cümlelere aktarabildiğine inanmıyorum. Kafamda o kadar güzel sözler, o kadar güzel savunmalar yapıyorum ki bazen kendimle gurur duyuyorum. İş onu yazıya ya da söze dökmeye geldiğindeyse vasatım. Gevezelik etmek dışında bir işe yaramıyor ağzım. İnsanların yüzlerine bakıp onlara neler söylemek istediğimi, aslında burada ne anlatmaya çalıştığımı sessizce tekrarlıyorum ama onlar yüzlerine bakan boş bir surat görmekten öteye geçemiyorlar. Yine de susmayı, sessiz cümleler kurmayı daha çok seviyorum. Gerçek ben olmayı ve aynı iç sesi bir başkasının ağzından tatlı öyküler eşliğinde dinlemeyi daha değerli buluyorum. Uzun kitaplar okuyup kısa düşüncelere dalmaktansa, kısa hikâyeler okuyup uzun düşüncelere dalmayı tercih eder oldum. Son okuduğum öykü kitabı olan Hikâyede Büyük Boşluklar Var ile de bu tercihimi kesinleştirmiş oldum. Bence herkesin hayatından bir kesit taşıyor, hepimizin ucundan kıyısından içine düştüğü tuhaf boşlukları çok güzel tanıyor bu öykü kitabı. En azından benim hayatımı avucunun içi gibi biliyor. Kırgınlıklarımı, duygularımı, içine düştüğüm boşluklarımı teker teker anlatıyor ve yaralarıma son kez ilaç sürüyor. Bu yüzden tüm öykülerine arkadaşımmışçasına sarılmak istiyorum çünkü o sayfalarda ben varım ve beni o sayfalardan başka gerçekten anlayan birinin ya da bir şeyin olduğunu düşünmüyorum. Kaynakça: Bıçakçı, Hakan. Hikâyede Büyük Boşluklar Var. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015. Baskı. Selin Güngör RUHİ DE MÜCERRET Mİ? Yavaş yavaş siliniyor muyuz yoksa gitgide soluklaştırılıyor muyuz? Hayatımıza dair verdiğimiz önemli kararlar kimleri bağlar? Yalnızca ailemiz ve arkadaşlarımızı mı yoksa çok ünlü bir reklam şirketinin sahibini de mi? Hayat gibi bizleri de sürekli bir soru-cevap sirkülasyonunun içerisine sürükleyen bu kitap, belki de görüp görebileceğimiz son zamanların en post-modern eserlerinden biri Türk Edebiyatında. Kitabı benim gibi sizde çok kolay bir şekilde rafta ışıl ışıl parlarken görebilirsiniz. Yanardöner kitap kapağı henüz kitap hakkında fikriniz olmasa bile yüzünüzde küçük bir buse yaratıyor. Kitabın renklerini görünce içinizde mini gökkuşakları oluşuyor bir anda. Kitabı okurken toplumun her kesimiyle her satırda temas halindeyiz ve bunu gerçek yaşamımızla kolayca bağdaştırabiliyoruz. İnsanları görmezden gelmek için ne kadar çaba sarf ediyoruz her gün. Veya siz ne kadar görmezden geliniyorsunuz? Kitaplarla kendini özdeşleştirmek bazen oldukça güçken, Murat Menteş bunu oldukça kolay ve akışkan bir şekilde yapıyor ki, kitaptan başınızı kaldırdığınız o kısa sürede gözleriniz kahramanları arıyor ve bazen de karşınızdan geçiveriyorlar. Aşkı, sevgiyi, kahramanlığı ve kanı aynı anda bulduğum, hissettiğim ve unutamadığım bir roman oldu Ruhi Mücerret. Nasıl bittiğini bilemediğim, hiç bitmese dediğim romanlarım arasına girdi. Kitap okurken sözcüklere hissettiğin ahbaplığı belki de en yakınından bile bulamazken, hiç tanımadığım bir yazarın bamtelime dokunması beni her zaman şaşırtmıştır. İlginç olan tarafı ise, böyle yazarların her kitabında aynı şeyi hissediyor oluşumuz. Şiir, roman, öykü veya deneme, ne yazarsa yazsınlar her zaman sanki gözlerinin içine bakıyorlar da, yüreğinden geçenleri okuyabiliyorlarmış gibi. İnsanın içini okumak nasıl bir duygudur? Hele bu yazarlar binlerce kişinin yüreğini okuyabiliyorken. Kendilerinin içini okuyan bir yazarları var mı onların da? Aslında herkes biraz birbirinden etkilendiyse, bu kin, gözyaşı ve nefret neden, bizi birbirimize uzak tutan? İnsanlara karşı hep çekingen kalma nedenim bundan biraz. Zarar vermek istemezken hiçbir varlığa, hep zarar görmemiz onlardan nasıl bir açmaz? Hepimiz birbirimiz için varız ama herkesi bencil yapan bir nokta var yüreğimizde. Ben bile zarar görmemek için insanlardan uzak dururken bencilce davrandığımı fark ediyorum ve bir kez daha kendimden utanıyorum. Birçok semavi dinde “Oku” emrinin verilmiş olmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Yazmak ve belki de bunun sayesinde anlamak kaç güzel şeye bedel bu hayatta? Yazılanları okuma dürtüsü, okumanın ardından gelen anlama sevinci veya belki de yalnızca anladığımız için üzülme belirtisi. Çıkmaz içinde çıkmaza sürükleyen bu eylem, benim aklımı kurcalamaya daima devam edecek gibi gözüküyor. Susup anlamanın vermiş olduğu rahatlığı, konuşup bozanlardan ürküyorum. Tinsel açıdan hiçbir şeyin tam olarak bilinememesi beni ayrı ve derinden üzüyor. Ne de olsa her insan biraz mücerrettir, değil mi? Okumaya devam etmek, seçimime göre ya beni mutlu ve huzurlu ya da kafası karışık ve hüzünlü edecek. Ama ne fayda, kim bu sonu olmayan mistik eylemden vazgeçebilir? Ya da kim vazgeçirebilir insanı düşünmekten? Hayatıma bir anlam yüklemek birkaç sözcüğün sayesinde olacaksa o halde tüm kitaplar benim olmalıdır, evrene açılan kapıya varabilmem ve belki de kendimi bulabilmem için. “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de.” diyen Ahmet Kaya’ ya buradan selamlarımı iletiyorum ve ikimiz de kısmına kendimi ve kitapları koyuyorum. Çünkü okudukça farkına varma ve bunun sonucunda acı çekme orantısı aynı anda artıyor. Acı çekenlerin dayanılmaz farkındalığı adına! Şari KOÇAKLI Seçki Yaklaşık olarak üç hafta önce fotoğrafçılık kursuna yazıldım. Kurstan beklentim dört beş yıl önce heveslenerek alıp, otomatik ayarda deklanşörüne basmaktan başka hiçbir özelliğini bilmediğim makinemi kullanmayı öğrenmekti. Neredeyse tamamen teknik bilgi edinme beklentisiyle katıldığım ilk ders ise benim fotoğraf sanatına bakış açımı ve kendi çevremi algılama yöntemimi oldukça etkiledi. Eğitmen derse “fotoğraf gerçeği göstermez manipüle eder” ifadesiyle başladı ve “güzel olan fotoğraf, güzel olanı yansıtmak zorunda değildir” felsefesini bize tanıttı. Tabii bu ders, sonradan üzerine kafa yormam gereken birçok soru işareti bıraktı zihnimde. Öncelikle fotoğrafı diğer sanat dallarıyla karşılaştırıp onun insan zihni üzerindeki etkilerini düşündüm. Bir ressamın yaptığı çizim veya bir yazarın yazdığı öykü de onları inceleyen kişiyi pekâlâ etkileyip yönlendirebilir. Ama bu sanat dallarının ürünlerini inceleyen kişi, onların kurgusal yönünün genellikle farkındadır. Her iki alanda da kaynak tasarımcının içsel motivasyonudur çünkü. İşte fotoğrafın yanıltıcı yönü bu noktada devreye girer. Bir fotoğrafa baktığımızda onun kurgulanmış olduğunu düşünmekten ziyade, gerçekten yaşanmış olan bir olayı yansıttığını kabul ederiz. Hâlbuki o fotoğrafın seçilmiş bir gerçekliği ele aldığını unutup, onun bütünsel bir gerçekliği yansıttığını varsaymak büyük bir hatadır. Gerçekliğin, bütünden izole edilmiş bir kesiti de en az yalan kadar yanıltıcı olabilir. Fotoğraf, zaman-mekân algoritmasının sonsuz Henri-Cartier Bresson, Bicycle. Bisiklet caddenin sadece anlık bir parçası. Zaman mekan algoritmasında, Bresson’un çeşitliliğinden sadece bir kare sunar Bisikletliyi fotoğraf öznesi olarak yansıtması. önümüze. Gerçek bir zaman dilimini, fotoğrafı çeken kişinin o anın koşullarını yorumlama üslubuyla birleştirir. Anlayacağınız, fotoğraf sanatında tasarımcının içsel motivasyonu çevresel faktörlerle kaynaşarak önümüze varsaydığımızdan daha detaylı bir doku serer. “Seçilmiş Gerçeklik” bir fotoğraf karesini niteleyen anahtar tabirdir bence. Hatta bu kavramı sadece fotoğrafları değil, kendi bakış açımızı nitelemek için kullanmak da mümkündür. Deneyimlerimizi kendi seçtiğimiz özneler üzerinden değerlendiririz. Bizim için önemli olan olgulara odaklayarak objektiflerimizi, ikinci planda tuttuklarımızın netlik düzeyini azaltırız. Bazen çok yakından incelediğimiz durumları, birkaç adım geriye atarak daha geniş bir karede, daha rasyonel bir bağlamda ele almayı reddederiz. Bazen fazla iki boyutlu bakarak etrafımıza, başka bir objektifin bize kazandırabileceği üçüncü bir boyutu yadırgarız. Bazen renk parlaklıklarını değiştirip kırmızıyı daha çok kırmızı, maviyi daha az mavi görmek isteriz. Bazen… Bazen olanı değil, görmek istediğimizi görürüz. Bazen de gördüğümüzü değil, göstermek istediklerimizi anlatırız. Asıl mesleği film yönetmenliği olan Werner Herzog’un Buzda Yürüyüş adlı gezi yazısını okurken de ilginç bir şekilde kendimi sanki bir fotoğraf karesine bakıyormuş gibi hissettim. Herzog’un Münih’ten Paris’e yaptığı yürüyüş esnasında gördüklerini tasvir ettiği bu eserde, yazarın seçtiği hiçbir öznenin, ifade ettiği hiçbir tasvirin şans eseri olmadığını anladım. Aksine, tam da bir yönetmenin yapacağı gibi, yazıda ele alınan her bir eleman bize genel bir ruh hali, bir duygu empoze etmek için iletilmişti. Herzog bulunduğu mekânlardaki belirli nesneleri yazıya dökmek için seçmiş, anlatımına katkıda bulunmayanları ise kelimelerle ifade ettiği bu görsel kompozisyon karesinin dışına atmıştı: “Brienne'e varır varmaz insanlar birden saklanmaya başladılar, sadece ufak bir bakkal yanlışlıkla açık kaldı. Sonra o da kapandı ve o zamandan beri kasaba ölüme terkedildi. Bu kasabanın üstünde işlenmiş demir parmaklıklarla heybetli bir kale duruyor: Tımarhane.” (Herzog, 82) Bu üç satırlık alıntı bana Brienne sanki her yıl gittiğim, her gidişimde kendimi basık hissettiğim ve her gittiğimde geri dönmeye can attığım bir kasabaymış gibi hissettirdi. Sanki Brienne’i biliyormuşum gibi hissettim. Bir bakkal neden yanlışlıkla açık kalır diye düşündüm. Kasabanın tepesinde dikilen kaleyi ve paslanmaya yüz tutmuş rutubetli yapısını gözümü kapattığımda görebiliyordum. Sanki bu satırları okuduğumda bir flaş patladı ve her bir kelime belleğimdeki gümüşün yapısını etkileyerek bir fotoğraf karesi kazıdı zihnime. Ayşe Eda Tarakcı Kaynak Herzog, Werner. Buzda Yürüyüş. İstanbul: Jaguar, 2016. Baskı Bresson, Henri-Cartier. Bicycle. 1932. Tate, Londra, Baskı. Burçin İrem Arıcı “Dalivizyon”: Salvador Dali’nin Farklı Konseptleri Tek Başyapıt Üzerinden Yorumlaması Orijinal ​adı “​Gala Akdeniz’i Düşünürken” (“​Gala Contemplating the Mediterranean ​ Sea”) olan Salvador Dali’nin ünlü başyapıtı, benim için daha önce görülmemiş güzellikte bir duygu ve düşünce karmaşasını temsil ediyor. Bazen bir resme baktığınız zaman gördüğünüz ya bir resmin güzelliği, anlamı veya renklerin uyumu olabilir. Ancak ben bu tabloda o kadar çok şey görüyorum ki hangisinden bahsetsem veya neyi vurgulasam kararsız kaldım açıkçası. Daha sonra benim için asıl göze çarpan şeyin resimdeki zıtlıklar, bir nevi karmaşalar bütünü olduğuna karar verdim. Bir yapıta bakınca sanatçının iç dünyasını görmek her ne kadar mümkün olsa da insan her zaman kendinden bir parça bulamayabiliyor. Oysa bu tabloda benim gördüğüm tüm insanların kendinden bir şeyler bulabileceği bir karmaşa. Zaten hepimiz kendi küçük kaosumuzda yaşamıyor muyuz? İspanya’da sergilendiği müzeye girdiğimde karşıma çıkan ilk resim olmasının verdiği heyecan ile, resmi gördüğümdeki algı karmaşasının verdiği şaşkınlık beni onu incelemeye iten sebep oldu. Bu kadar keskin hatlara sahip ama aynı zamanda da yumuşak donuşları içinde barındıran bir resmin, bu kadar iyi bir uyuma ev sahipliği yapıyor olması gözüme çarpan ilk şeydi. Neden bilmiyorum ama bana düşündürdüğü şey insanların duygu değişimleri oldu. Salvador Dali’nin yaşadığını bildiğim ve çoğu kez eserlerine ilham olduğu söylenen kişilik karmaşasının da bu konuda bir etkisi olabilir tabi. Koyu ve keskin renklerin öfkeli, birazda kötümser tonunun arkasında gördüğüm açık renklerin, yumuşak hatların sahip olduğu o güzel manzara bana duvarlarımızın arkasında kalmış umudu hatırlattı. Kendi içimde yaşadığım tutarsızlıkların, hislerin bir yansıması olarak da gördüğüm bu resim belki de benim için anlamı büyük olan sayılı şeylerden biri olabilir. O karamsarlıktan aydınlığa açılan bu pencere bana yaşadığım, çok umutsuz olduğum zamanları ve ardından gelen güzel günleri anımsatıyor. Bunun yanı sıra ne hissedeceğinizi bilemediğiniz o kilit anları da yansıttığını düşünüyorum. Nefret mi etmeli, sevmeli mi, ağlamalı mı yoksa gülmeli mi insan… İçinde barındırdığı renklerin zıtlığı, fırça darbelerinin değişimi adeta bu tutarsızlığı yansıtıyor. Kişilik karmaşası diyebilmemin ana nedenlerinden bir diğeri ise insanın tutarsızlıklar bütünü olduğunu düşünmem ve Dali’nin tüm bunları yansıtabildiğine inanmam. Her baktığımda farklı bir duygunun, ruh halinin varlığını görebiliyorum. Daha da önemlisi tüm bunları etrafımdaki insanlarla bağdaştırabiliyorum. Çevremdeki insanların anlık değişimleri, tepkileri veya sözleri birer renge sahip olsa sanırım oluşturabilecekleri tablo sadece bu olabilirdi. Ben hala içimde tonunu bilmediğim sayısız renk ve nasıl hatlara sahip olduğunu kestiremediğim sayısız çizgi barındırdığıma inanıyorum. İşte bu yüzden kendi içimizdeki karamsarlıklarımız, duygu değişimlerimiz, bazen durup “neden” diye sorup cevap bulamadığımız o anların tümü bu resmin ayrıntılarında gizli benim için. Sizi bilmem ama ben tüm o fırtınanın ortasında kalan o küçük sakin alanın, dışarıdaki kaosla kesiştiği ince sınırı bu resme sığdırabildim. Dali’yi Dali yaptığını ve gerçekte görünce sanat anlayışımı değiştirdiğini düşündüğüm bu resim, her baktığımda bana farklı duyguları ve ruh hallerini hissettiriyor. Sanattan derinlemesine anlamayan bir insanın dahi sırf detayların akılcılığına saygı duyacağını düşündüğüm bu değerli sanat eserinin hak ettiği saygıyı gördüğüne inanıyorum. Modern sanat tarihinin benim için mutlaka görülmesi gereken bir parçası olan bu eseri, Dali’nin evinin olduğu Figueres’te kendi adıyla olan müzesinde görebilmek mümkün. Kendi gözlerimle görmüş ve hayran kalmış biri olarak, mimarisinin bile Dali’yi yansıttığı bu müzeyi ve tabloyu görmenizi şiddetle öneririm. Dicle Cengiz 21602177 TURK102-61 Sarmaşık İhtiyaçlar piramidinde, ait olma ve sevilme ihtiyacı üçüncü sırada. Fizyolojik ihtiyaçlarımızı giderdikten ve kendimizi güvende hissettikten sonra sevgiye aç ellerimizi doğaya, samimi bulduğumuz birine bazen de göğe uzatıyoruz. İlk yanıtımızı da samimi bulduğumuz, kendimize dair birtakım şeyleri paylaşmayı kabul ettiğimiz kişilerden alıyoruz. İnsan, kara kutu gibidir; bazılarımız anahtarını bir başkasında bulur ve sessizliğinden kurtulur bazılarımız ise ömrünün sonuna kadar suskunlukla bir başına mücadele eder. Sevgi ihtiyaçtır ve bunu derinden hissettiğimiz zamanlarda diğer ihtiyaçlarımızı karşılamış olmamızın bir anlamı kalmaz. Karnın tok olabilir ama sofrada tek başına oturuyorsan eğer ve iki kelamı paylaşabileceğin, senin gözlerinde yaşama sevincini bulan biri yoksa yanı başında tokluk hissi önemini kaybeder. Sevginin bir başka boyutu ise beklentisiz, yoğun ve tutkulu aşktır. Aşk kelimesi Arapça sarmaşıktan gelir, aşk da bir sarmaşık tohumunun bahçeye düştükten sonra ağaçlara binalara sarılması gibi tüm vücudumuza yayılır ve bizi baştan aşağı sarar. Bu hissin damarlarınızda dolaştığını anladığınız an ise iradenizi kaybedersiniz. Sevmediğiniz şeyleri sevmeye, okumadığınız kitapları okumaya hatta pazartesi sabahları mutlu uyanmaya başlarsınız. Dünyada bu kadar insan varken iki kişinin karşılıklı âşık olması bence bir mucize. Bir Yunan Mitolojisi efsanesine göre insanlar dört kollu, dört bacaklı ve iki başlı yaratılmış, daha sonra insanlar Tanrı’lara kafa tutmuşlar. Zeus (Yunan Tanrısı) ,onları cezalandırarak ikiye ayırmış ve birbirlerinden uzaklaştırmış. İnsanlar yüzyıllarca diğer yarılarını aramışlar. Bu bağ o kadar kuvvetliymiş ki buna aşk denmiş. Siz de mutlaka yaşamışsınızdır ilk aşk tecrübelerinizde; “seni seviyorum” derken çekinir, kasılır ve şekilden şekle gireriz. Bu sevgi dolu seremoniden sonra utanarak da olsa “seni seviyorum” deriz. Fakat “sana aşığım” ağızdan o kadar kolay çıkmaz. Bunun için belli bir süre, cesaret ve güven lazım. Bir rengi sevebilirsiniz, lahmacunu da sevebilirsiniz ve onları sevdiğinizi dile getirirsiniz bir kişiye, nesneye ve hatta soyut ögelere karşı duyduğunuz sevginin aslında sevgiden daha yoğun olduğunu belirtmek için “ona aşığım” dersiniz. Bu dile getirmesi güç, yaşaması çetrefilli olan duygu, zaman ne kadar geçerse geçsin ilk andaki gücünden hiçbir şey kaybetmiyor. Fotoğraftaki çift, “yaşlı” kategorisine girebilecek bir çift. Kadın derdini, tasasını, aklında ne kadar olumsuz şey varsa hepsini bir kenara koyup kendisini adamın kollarına bırakmış. Adamın gül cemalini avuçlarının içine almış. Tüm dünyası avuçlarında… Adam ise kadını bir daha bırakmamak üzere sarıp sarmalamış. Birbirlerine öyle hasretle sarılmışlar ki ellerinden okunuyor özlemleri. Ya korkmuşlar ayrılmak zorunda kaldıkları için, ya gerçekten uzun süredir görememişler birbirlerini ya da kalp atışları hızlanmış, damarlarındaki “aşk” dolaşımı artmış. Ya da 40 yıldır birlikteler ve her gün birbirlerine böyle aşk dolu sarılıyorlar. Aşk hakkında yüzyıllardır yazılan hikâyeler, anlatılan masallar, yapılan resimler ve heykeller var. Bu kadar çok bu duyguya dair kaynak varken, örnek varken yaşamadan nasıl bir his olduğunu tahmin edemiyoruz. Hatta birçoğumuz “ ben âşık olmam”, “ben o kadar etkilenmem” diyerek yiğitlik taslıyoruz. Elbet çevrenizde hayatına biri girdiği anda değişen arkadaşlarınız vardır. Eğer hiç âşık olmadıysanız arkadaşınızın değişimi sizi rahatsız edebilir ama siz de âşık olduğunuzda onun bu değişimini anlamlandırırsınız. En güzel yaşımda bu hisleri tattığımı düşünüyorum. Okulun yoğun temposundan kaçıp çimenlerde oturduğumuz saatler biraz da olsa dış dünyadan arınmamı sağlıyor. Annem ve babam da bambaşka kültürlerden, şehirlerden çıkıp birbirlerini bulmuşlar ve bir aşk evliliği yapmışlar. Onların hayatlarında sevgi ve aşkın önemli bir faktör olduğunu gördükten sonra ben de önümdeki yaşamı elimden geldiğince ona göre şekillendirdim. Sevdiğim, mutlu olduğum insanlarla bir arada olmak için çabaladım. Umarım gerçek ve sonsuz aşka olan inancım hiç bitmez. Kaynakça: White Age Love, Romanya, 21 December 2016 Açık Hava Hapishanesi Etrafıma baktığımda, sürekli yakınan insanlar görüyorum. Derslerin zorluğundan, sınavların fazlalığından, hocaların anlayışsızlığından, yemekhanedeki yemek sırasından, sigaralarının bitmiş olmasından, Pelinsu’nun Whatsapp’taki mesajı görüp de cevap vermemesinden, A notunu bir puanla kaçırmış olmaktan… Saymakla bitmez bu yakınmalar. Eskiden bu şekilde yakınmalar duyunca çok sinirlenirdim. İçimden derdim ki: “Kardeş, iyi, güzel de; sen bize niye anlatıyorsun ki bunları?” Şimdiyse bu tarz yakınmalara fazlasıyla alışmış ve hatta istemsizce o yakınanlardan olmuş durumdayım. Benim yakınmam ise daha farklı bir konuda: Ankara’da yaşıyor olmak. Hepimiz biliyoruz o klişeleri Ankara hakkındaki: Memur kenti, gri, kaba insanlar, “Ama burada deniz yok ki!” Aslına bakarsanız, benim gibi kıyı şehirlerinden gelen insanlar için tamamen haksız yakınmalar değil bunlar. Ben mesela İzmir’den geldim bu Ankara belasına. Her sokağın sonunun denize çıkıyor olmasına öyle bir alışmışım ki bazen Tunalı’dan yokuş aşağıya inince denizle karşılaşacakmışım hissine kapıldığım oluyor. Bu yazıda aktarmak istediğim ise tatil boyunca Türkiye’nin belli başlı şehirlerinde bulunarak ve bu şehirlerde nasıl bir ruh haline girdiğimi gözlemleyerek edindiğim iç görüler olacak. Biraz gezi yazısı tadında, biraz da insan psikolojisi hakkında -Aslında kendi psikolojim hakkında ama genelleme yapılabilecek noktalar da var- bir yazı olacak bu. Öncelikle tatil boyunca bulunduğum şehirleri sırasıyla söyleyeyim: Ankara, İzmir, Bursa, İstanbul, İzmir, Ankara. İzmir’i memleketim olduğu için ve aynı zamanda sakin, yaşanılabilir bir şehir olduğu için seviyorum. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’de en hoşuma giden şehir İstanbul. Neden böyle olduğunu anlamaya başladım. Ankara’dan çıkıp İstanbul’a gittiğim zaman pek de Ankara’ya geri döndüğüme sevinemiyorum. Şöyle ki, tüm yakın dostlarım İstanbul’da yaşamakta olduğu için oraya gittiğim zaman yalnız kalmıyor ve vaktimi dostlarımla birlikte İstanbul’un bizlere sunduğu farklılıkları keşfederek geçiriyorum. Bir örnek verecek olursam: Vefa bozacısı. Sur içi ya da tarihi yarımada olarak adlandırılan bölgede, Fatih’e bağlı bir semt olan Vefa’nın en güzel yanı belki de bozacısı. Sokaklarında yürürken insan topluluklarına baktığınızda tekke ve zaviyelerin henüz tam olarak kaldırılmadığını düşündürüyor bu semt. Ancak soğuk bir kış akşamında, dostlarınızla birlikte mis kokulu sıcacık sarı leblebilerle bozanızı içtiğiniz ve sohbet ettiğiniz zaman öyle harika bir yer oluyor ki Vefa dünyada başka hiçbir yere benzemez. Burada daha Vefa’yla ve bozasıyla ilgili dolu şey anlatabilirim size ancak çok sıkmamak için konuyu başka bir yere bağlayacağım şimdi. Bildiğiniz gibi Bursa da İskender kebabıyla ünlü bir şehrimizdir. Tamam tamam, şakaydı. Bursa’yla ilgili olarak İskender kebaptan bahsetmeyeceğim. Bursa’da geçirdiğim zamanı kafamda değerlendirdiğimde İstanbul ile benzer sonuçlara varıyorum. İstanbul’dayken liseden dostlarımla birlikteydim, Bursa’dayken de sevdiğim insanla. Her iki şehirde de zamanın nasıl aktığının farkına varamadım. Dostlarımla ve sevdiğim insanla alelade bir şeyler yapıyor olsak da zaman yine çok hızlı akıyordu. Benim için Ankara’da yemek yenecek ve derse girilecek anları belirlemekten başka pek bir anlamı olmayan kol saatimin İstanbul ve Bursa’da birdenbire en büyük düşmanım olduğunu hissettim. Bu hisle ve yeni yerleri keşfetmekle; arkadaşlarla, sevdiğim insanla güzel vakit geçirmeyle dolu bir tatilden sonra “Açık hava hapishanesi” Ankara’ya, yurt odasına döndüm. Hal böyle olunca da tatil boyunca zihnimde oluşmuş hisler dolayısıyla bir iç görü edindim: İstanbul’un kültürü, hızlı akan şehir hayatı ve çeşitliliği ne kadar harika olsa da; benim için İstanbul’u asıl eğlenceli kılanın ve aynı zamanda ilk defa gitmiş olduğum Bursa’yı da çok keyifli kılanın ne olduğunu anlamış oldum: Dostlarım ve sevdiğim insan. Evet, şehirleri bizim için eğlenceli, vazgeçilmez kılan sevdiğimiz insanlarmış aslında. Hani derler ya, “Lise dostlukları farklıdır.” diye, işte bu sözün ne kadar doğru olduğunu onayladım. Ben kendi kafamda Ankara’yı sevmememe dair birçok gerekçe bulurdum düşündüğümde: Havası çok soğuk, hiçbir yerde yeşillik yok, gezilecek görülecek yer yok… Ancak anladım ki bunlar pek de gerekçe sayılmazmış. Ankara’da zamanımı güzel geçiremememin sebebi burada İstanbul’daki gibi dostluklar yaşayamıyor olmam ya da Bursa’daki gibi sevdiğim insanla zamanı unutamıyor olmammış. Üniversite hayatının yoğunluğundan mıdır tam bilemiyorum, insanlar birbirlerine lisede olduğu gibi bakmıyor sanki artık. Çıkarlar devreye girmeye başlıyor gibi. Bir amaç, bir aitlik arayışında olan ve liseye göre de nispeten daha özgür olan bu kadar insan bir araya gelince bunun olması da kaçınılmaz tabii. Benim gibi çevresinde bulunan insanları çok seçen yani başka bir tabirle “arkadaş seçici” birisi için de üniversitenin samimiyetsiz ortamında -Kusura bakmayın, yine yakınıyorum- keyifli vakit geçirebileceğim arkadaşlar, dostlar bulmak zor oluyor haliyle. Bunu da sadece kendimde gözlemlemediğim için yazının başlarında yazı biraz da insan psikolojisiyle ilgili olacak demiştim zaten. Tespitlerim bu şekilde. Gezmek, farklı ortamlarda bulunmak gerçekten de insanın farkında olmadığı şeyleri görmesini sağlayabiliyor. Ben, kendimde ve azımsanmayacak bir kesimde var olan bir sorunu fark etmiş oldum gezmek vesilesiyle. Gönül isterdi ki bu soruna bir de çözüm önerisi getirebilseydim ancak daha kendimi anlayabilmiş bile değilim, başkalarına bir çözüm sunabileyim. Kim bilir, belki başka bir geziden sonra bir blog yazısı daha yazarım ve o da bu sorunun çözümüyle ilgili olur. Sağlıcakla… Alpaslan Aksoy SADECE UMUT Hayat, çoğu zaman bizim bencilliklerimize tanıklık eder. Çoğu zaman, doğamız gereği önce “ben” deriz. Bazı zamanlarda bencil olmak bizi öne geçirse de, çoğu zaman bizi kötü bir insan yapabilir. Özellikle ailemize karşı bencil olmak, sonuçlarını düşünmeden hareket etmek, sonrasında daha çok üzülmemize neden olabilir. Sorsanız kimse istemez ailesini üzmeyi, çoğu için gözbebeğidir annesi, babası ama ne zaman ki yakınlaşıp olaylara bakarsınız, o zaman fark edersiniz aslında en çok bizi çekenlerin ailemiz olduğunu. Günlerce kardeşi olmaması için dua eden Louise de bilmiyordu, daha doğrusu kestiremiyordu böylesine kötü bir sonuç doğuracağını ettiği duaların. Sonrasında delilerce pişman olsa da, pişmanlıkların fayda etmeyeceğini de bilmiyordu. Ne yazık ki tecrübe ediyor insan kötü sonuçları ve illa birçok pişmanlık yaşıyor hayatta Louise’in yaşadığı gibi. Önceleri kardeş istemediği için günlerce buna dua ettikten sonra, kansere yakalanan annesine iyi gelebileceğini fark ettiğinde her şey için çok geçti ve bebek artık yoktu. Duaları işe yaramıştı elbet ve kardeşi olmayacaktı, peki ya annesi ne olacaktı? Tabii ki daha da kötüye gitti durumu, tıpkı bencilliklerimizin sonucunda olduğu gibi… Yıllar yıllar önceydi ben de annem sayesinde kanserle tanışalı. O zamana dek pek bilgimiz olmasa da, küçük yaşlarda farkına vardık birçok şeyi ablamla. Tam da bir çocuğun delilercesine isteklerde bulunduğu dönemlerimde, ben yaşıtlarımdan olgun olmak zorundaydım. Annem, savunmasızca yatarken, eve dahi gelemezken, yorgunluktan kumandaya erişemiyorken, biz ilkokulda öğrenmek zorunda kaldık kendi kendimizi idame ettirmeyi. Kimine kolay gelir, kimine zor ama bildiğim tek şey vardı, o da bencillik yapmamak gerektiği. Biz de bencil olabilirdik, çocukluğumuzu bahane edip kaçabilirdik sorumluluklardan, belki de Lousie gibi isyan ederdik bazı şeylere ya da kötü sonuçlar doğurabilecek dualar etseydik, annem bizden güç alamazdı. “Kızlarım için ayağa kalkmalıyım.” Diyemezdi. İnkar edilemez ki bir anne için en büyük güç kaynağıdır evlatları. Çoğu zaman evlatları için yaşar, onlar için ayakta durur anneler. Yeni bir çocuk sahibi olacak olmanın heyecanını yaşayan Alice için de hiç şüphesiz ki doğması beklenen bebek bir umut kaynağı olacaktı, eğer Louise’in duaları kabul olup Alice bebeği kaybetmeseydi. Ve umutlar yıkılır bazen. Hayata tutunmak için sahip olduğun son umudu da kaybettiğinde, yaşamak daha da anlamsızlaşır bazen. İşte tam da o zaman durumlar daha kötüye gider, tıpkı hastalığı daha da kötüye giden Alice gibi. Kaybedilen umutlar, ki Alice için bebeğiydi, bizi sonu olmayan hüzünlere sürükler. Kırılan umutlar sarmışken dört yanımızı, umudunu kırdığımız, hayattan beklentilerini yitirmesini sağladığımız insanlar için çabalamaya başlarız bu kez. Geç de olsa hatalarımızın farkına vardığımızda, yavaş yavaş yıktığımız duvarları yeniden örmeye çalışırız. Çoğu zaman kolay olmaz, bizim de bir hayatımız varken. Louise için de kolay olmayacaktı kendi bebeğiyle ilgilenmesi gerekirken, umutlarını yıktığı annesiyle ilgilenecek olmak ama bunu kendine bir borç biliyordu. Her duyarlı insanda da olması gerektiği gibi vicdanı vardı onun da ve kendinden önce annesinin yanında olması gerektiğini biliyordu. Biraz şanslıysa insan, zor da olsa zamanla toplayabiliyor kırdığı umutları. Neyse ki biz hiç umutlarını kırmadan hep destekledik her şeyimiz annemizi. Ama kırılmışsa da bir kez, zor da olsa toparlanabiliyor. İşte o zaman dünyaları verseniz, umutları kırılmış, hayata küsmüş, depresyona girmiş bir insanı daha mutlu edemezsiniz. Tıpkı ünlü bir yazarın da dediği gibi: Umudunu yitirme; Şu hayatta bir şeyin bitişi, her zaman başka bir şeyin başlamasına sebep olmuştur. Esinlendiğim kitap: Annem gibi Pınar Tanrıverdi Beliz Güngör 21601426 KÖTÜLÜK GENİ İyilik yapmanın bir sürü sonucu varken insan neden kötülüğü seçebilir? Bundan ne gibi bir getiri elde edebilir? Birini kahkahalara boğabilecek, onu çok mutlu edebilecekken neden ağlatma yolunu seçerki insan? Ya da birine yardım edip sorununa çare bulabilecekken neden onun işine engel olur? Bazen gerçekten insanların bazı hareketleri neden yaptıkları sorusuna, saatlerce düşünsemde, bir cevap bulamıyorum. Çevremdeki insanları bir kalıba sokmak gibi değil de daha mutlu ve sağlıklı anlar yaşayabilmek adına tanıştığım herkese iyi ya da kötü kalıbına sokup ona göre ilişkime yön vermeyi tercih ediyorum. Tabiki bu önyargı olarak adlandırılabilir ama insanların içindeki iyiliğin ve kötülüğün bakışlarından bile anlaşılabildiğine inanıyorum. “Belki başka bir şey Luisa Bianchin Shot - Billy Kidd düşünüyordur.” ya da “Kötü bir şey yaşamıştır, aklı oradadır.” gibi karşıt argümanlar kurabilirsiniz bu tezime fakat önyargıyla yaklaşmış olabilceğimi ve yanılabileceğimi hesaba katarak yolumu çiziyorum. Gözler kalbin aynasıdır demiş atalarımız. Fakat kurtlu elma gibi dışarıdan ağız sulandırıcı güzellikteki bir elma, içine bakınca nasıl mide bulandırıcı olabiliyorsa, insanlarda gizlemeye çalışabilir içindeki kötülüğü. İşte bu yüzden sadece bakışlar değil bu kalıba sokan insanı beden dili de oldukça etkili bu tespiti gerçekleştirmemde. Zamanla, insan tanıdıkça, gelişen bir özellik sanırım bu. İnsanların hareketleriyle davranışlarına dikkat ettikçe insan sarrafı oluyorsun. Bu biraz kitabın kapağına bakıp okumaktan vazgeçmek gibi oluyor her zaman çalışmıyor elbette ama Beden dili ele veriyor insanoğlunu. Kelimeleriyle bastırmaya çalışsa da insan içindeki canavarı içinde bir canavar var ise hareketleriyle belli ediyor kendisini. “Lie to Me” adlı gerçeğe dayandırılarak yapılan dizideki psikolog insanların jest ve mimiklerinden yalan söyleyip söylemediğini anlayabiliyordu. Gerçekten bu tip makaleleri okuduğumda da anladım ki insan karşısındakini kandırdığını düşünürken ancak kendisini kandırabiliyor. Aynı anda bir çok şeyi kontrol etmek, hem mimikleri hem söylediklerini hem de el kol hareketlerini, insan beyni için ayarlaması zor bir eylem olduğu için bir şekilde içindeki gerçek kendini su üstüne çıkarıyor. Kimi zaman insanlar bu iyilik ve kötülük yapma durumunu meleğin veya şeytanın sesini dinlemek olarak değerlendirsede bence durum bizim anlamlandırmaya çalıştığımızdan çok daha farklı. Çevresel faktörler, genler ve deneyimlerin etkisiyle insanın karar verme mekanizmasını oluşturduğunu düşünecek olursak kararı verme aşamasında bir şeyler yanlış çalışıyor olmalı ki yanlış yola sürüklensin insan. Kötü davranışlarının düşünme mekanizmasının diğer insanlardan farklı çalışması olduğunu düşünecek olursak amacına ulaşmak için her yolu mübah görme, kendi egolarını korumak adına etrafa saldırma ve başkalarının duygularına duyarsız olma gibi yanlış düşünceler içinde olmalı bu tip düşüncelere sahip olan insan. İyiliğin getirdiği haz gibi kafası yanlış çalışan insanlarda da kendisine, başkasına, çevresine zarar verince bir haz alıyor olmalı ki onu bu davranışa iteklesin. “Kötülük yapan kötülük bulur.” derdi annem çocukken hep bana belki de küçükken bu cümleyi duyamamışlardır içindeki canavarı besleyen bu insanlar ya da iyiliğe yönelten, insanın vicdan duygusunu kuvvetlendiren en büyük etkenlerden biri olan dini inançlara sahip olmayabilirler bu “niyeti bozuk” insanlar. Kötülük yapan insanlara bu kadar yüklenirken sen çok mu iyisin diyecek olabilirsiniz tabi. Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterebiliyorken, kimsenin salt iyi ya da salt kötü olabilceğine inanmıyorum. Belki bir süreliğine içindeki kötüyü gizleyip ‘mış gibi’ yapabilir. İnsanları yargılamanın ve kalıplara sokmanın da çok da doğru bir davranış olduğunu düşünmüyorum aslında ama son zamanlarda şahit olduğum, duyduğum bencilce, art niyetli düşünceler ve hareketler beni böyle düşünmeye daha çok itti. İnsanların bireyselleşip, yalnızlaşmasından empati duygusunu kaybedip birbirini anlamak için çaba göstermemesi gözüktüğü kadar masum sonuçlar doğurmuyor. Bütün insan ırkı olarak yüz yıllar alacak yeni bir genin oluşmasına zemin hazırlıyoruz. Bu yeni genin adı da kötülük. Şuan nasıl kahverengi veya mavi gözlü geniyle doğabiliyorsak bundan belki yüz bin belki de dokuz yüz bin yıl sonra insanlar iyilik ya da kötülük geniyle doğacak. Tabii insanoğlu her geçen gün akıl almaz derece de artan kötülükleriyle kendi kendinin sonunu getirmezse. KAYNAKÇA Kidd, Billy. “Selected Portraits: Women ” 22 Mart 2016 tarihinde erişildi. https:// www.billy-kidd.com/luisa-bianchin/qyzzutvyzo8o5i73u94pp6e0i619v8. Kaan Bektaş 21302200 Bektaş 1 Türkçe 101-19 Başak Berna Cordan Ödev 5 24/11/2014 İdeal Futbol Anlayışı “Yeşil Sokak Holiganları” İngiltere'de geçen futbol holiganizmi ile ilgili 2005 yapımı dram filmidir.Lexi Alexander tarafından yönetilen filmin başrollerini Elijah wood ve Charlie Hunnam paylaşmaktadır.Film,Harvard Üniversite öğrencisi olan Matt Buckner okuldan arkadaşı yüzünden atılmasıyla İngiltere'deki ablasının ve eniştesinin evine gelmesiyle başlar.Eniştesinin kardeşi olan Pete Dunhamla tanışır ve hayatı değişir.Pete Duhham’ın çetesi ile kaynaşır.Çetenin oluşum sebebi holiganizmdir.West Ham United’ın taraftarı olan bu grup eksiksiz bütün maçlara gider ve maç çıkışı karşı rakibin taraftarlarıyla kavga ederler.Matt Bucknerda bu tarz hayata alışır.Her hafta West Ham United’ın maçına gitmeden önce bir barda buluşunulur tüm ekip olarak.Daha sonra alkoller içilir, tezahürat eşliğiyle maça gidilir maç bittikten sonra da kavga edilir,düzen böyledir.Pete Dunham filmin sonunda Milwall takımının bir holiganı tarafından öldürülür.Matt Buckner ve ablası Amerika’ya döner film burda sonlanır. Film günümüz futbol olaylarını çok iyi özetliyor.Günümüzde bazı insanların taraftarlık anlayışı kabul edilebilecek gibi değil.Bazı taraftarlar,filmde olduğu gibi maçlara takımlarına destek olmaktansa olay çıkarmaya ve çirkin tezahürat yapmaya geliyorlar.Bu mu taraftarlık anlayışı? Böyle takımlarını destekleyen taraftarlar olmaz olsun.Onlar takımlarına destek verdiklerini zannediyorlar aksine zarar veriyorlar.Kötü tezahürat ederek takımlarına seyircisiz maç cezası aldırıyorlar,olay çıkararak takımlarının isimlerini kötüye çıkarıyorlar.O taraftarlar Bektaş 2 büyük bir taraftar olmayı,rakip taraftara küfrederek onları küçük düşürerek,onları döverek,rakiplerinin karşısında korkulu bir taraftar grubu olarak anımsanmayı bir büyüklük zannediyorlar.Hâlbuki o işler öyle olmuyor,büyük taraftarlık takımına atkı,forma alarak maddi destek vermek,üst üste yenildiğinde yönetime,oyunculara küfretmek yerine onları motive etmek,gaza getirmek için onların lehine bağırmak.Günümüzde futbol olayları yüzünden hayatını kaybeden çok sayıda genç insanlar var.Örnek vermek gerekirse ,23 Mayıs 2013 tarihinde oynanılan Fenerbahçe-Galatasaray derbisinde maç çıkışı Galatasaray taraftarları tarafından öldürülen Burak Yıldırım(19) .İnsan hayatının bu kadar ucuz olmaması gerekiyor.Maalesef,bunun gibi daha nice örnekler var.Sporun asıl amacı insanları bölmek değil aksine birleştirmektir.Günümüzde bir Galatasaray taraftarı ile bir Fenerbahçe taraftarı maç esnasında yan yana oturamıyor eğer oturursa olay oluyor ya da başka bir örnek vermek gerekirse bu bölücülüğe Galatasaray Avrupa kupalarında oynadığı maçlarda Fenerbahçe taraftarı karşı rakibi tutuyor oysa ki Galatasaray Türkiye’yi temsil ediyor.Tabii ki,insanlar bir takım tutabilirler,o takımın sempatizanı olabilirler ama bunun da bir sınırı var.Bu sınır holiganlığa kadar gelmemeli.Sırf taraftarlar açısından bakmamak lazım,sporcular da bu durumlardan etkileniyorlar.Geçenlerde bildiğiniz gibi Türk Millî Takımı’nın maçı vardı.Kaleci Volkan Demirel’in arka tarafında bulunan tribünden ısrarla küfreden bir taraftar vardı.Bu yüzden,Volkan Demirel dayanamayıp sahayı terk etmişti.Bu küfürlü tezahüratlar yüzünden maç sonu açıklamasında futbolu bırakmayı düşündüğünü söylemişti.Bursaspor taraftarı bugünkü oynanan Fenerbahçe-Bursaspor maçında “Vatan Haini Volkan Demirel” diye tezahürat yaptı.Görüyorsunuz ki durumumuz içler acısı.Türk Futbolu niye gelişmiyor sorusunu hep duyarız bundan 15 sene önce de bu soru vardı şimdide var.Arkadaş,böyle giderse bu soruyu biz daha uzun yıllar sorarız …Kimisi gelişmemesinin başlıca sebeplerini yetersiz tesisleşme ve yetersiz antrenör olarak görüyor.Gerçek sebep,futbol Bektaş 3 anlayışımızdır.Eğer gerçekten takımını,ülkeni seviyorsan,bu aşırı fanatikliği bırakacaksın.Devir ayrılma devri değil, birlikte olma devridir. Selam m, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Sel, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam, Selam Kaynakça: Alexander, Lexi, et al. Yeşil Sokak Holiganları [Videorecording] = Green Street Hooligans / An Odd Lot Entertainment Production ; Produced With The Take Partnerships ; A Lexi Alexander Film ; Story By Lexi Alexander, Dougie Brimson ; Produced By Gigi Pritzker, Deborah Del Prete, Donald Zuckerman ; Screenplay By Dougie Brimson, Joshua Shelov, Lexi Alexander ; Directed By Lexi Alexander. n.p.: Culver City, CA : Odd Lot Entertainment : İstanbul : Kanal D Home Video, c2007., 2007. BILKENT UNIVERSITY's Catalog. Web. 24 Nov. 2014. Gül Kızılkale MİDEMDEKİ KELEBEK “Bazen ilk görüşte bilirsin, o insan senin kaderindir. Bazen bir ömür ararsın, bulunmaz.” Belki de hayatımda aşk hakkında duyduğum en güzel söz budur. Çünkü insana sevginin yoğun bir hâlinin bulunabileceğinin umudunu verir. Yalnız kaldığımızda, aklımızın ucunda bir yerlerde ne kadar güçlü fırtınalar eserse essin güçsüz bir şekilde de olsa tutunmaya devam eden kozanın içindeki bir tırtıl gibidir bu umut. Güçsüz bir şekilde tutunur çünkü geri kalan ömrünün ne kadar olduğuna dair bir fikri yoktur. Kozasını yırtıp uçabilecek midir özgürce, bilmez. Savaşmaya devam ettiği sürece yaşar bu umudun temsili olan tırtıl. Sonra, sabırla beklenen bir sürenin sonunda, aniden midesine iner insanın; çünkü insan, aşık olmuştur. Umut, artık bir kalp çarpıntısına dönüşmüştür. Kozanın içindeki tırtıl da kozasını yırtmış ve bir kelebek oluvermiştir mideye konan. Aşkın ve heyecanın simgesi olan kelebeğin her kanat çırpışında gözleri alev alev olur insanın. Sevdiği insanın elinden tutup karşısına almak ve tüm hissettiklerini söylemek ister. Ama bazen öyle feci bir şekilde tutulur ki karşısındakine, değil hissettiklerini söylemek, aklına bile getirmek istemez hissettiklerini. Çünkü kaybetmekten korkar. Belki de ilk defa hissettiği bu duygunun dillendirildiğinde sönüvermesinden, yitip gitmesinden çekinir. Belki böyle hissetmekte de haklıdır, içindeki kelebeğin çünkü bir günlük ömrü vardır. Sevgisinin karşılığını görmediğinde insan, sevmekten korkar. Dokunmak bile istemez içindeki kelebeğin kanatlarına, sanki dokunduğunda kelebek ölüverecekmiş gibi izin verir midesinde yaşamasına. Bağrına basıp besleyemediği gibi kovamaz da, uzaklaştıramaz da kendisinden. Bu kadar yoğun ve kırılgan olan bu duyguyu, hayatımda daha önce hissetmedim ben; hiç aşık olmadım. O yüzden aşk ne demek tam olarak bilmiyorum. Fakat ilk defa birinden delicesine hoşlandım. Ve ilk defa aklımın ucunda duran kozanın içindeki o tırtılın, kozasını yırtıp mideme indiğini hissettim. İşte o zaman, bu yoğun duygunun canlandığını hissettim yavaşça. Mideme inmiş olan bu kelebeğin her kanat çırpışında, kalbimin delicesine, göğüs kafesimden fırlayacakmışçasına çarptığını hissettim. Çünkü ilk defa birinden hoşlandım delicesine. Ancak sonrasında sonsuza kadar süreceğini düşündüğüm bu duygunun yavaşça sakinleştiğini hissettim. Tıpkı Aşk Tesadüfleri Sever filmindeki iki insanın, tesadüfler dışında karşılaşmamalarının birbirlerine karşı olan duygularını ilk başta dindirmesi gibi. Midemdeki kelebek uçup gitmemişti bulunduğu yerden ama sanki eskisi kadar inanmıyordu aşka, aşkın gerçek olabileceğine. Sanki biraz daha kalsa midemde, yavaş yavaş ölecek gibiydi ve ben bu konuda bir şey yapamazdım. Çünkü aşk iki kişiyi gerektiriyordu. Oysa ben yalnızdım. Yavaş yavaş aşka dair olan inancımı kaybediyordum, sanki aslında aşk zannettiğim bu duygu sadece basit bir karın ağrısından ibaretti. Aşk bu kadar zor olmamalıydı. Ulaşılması bu kadar zorlu, çözülmesi bu kadar karışık olmamalıydı. Bir insan, diğerini sevdiği zaman kendisi de o insan tarafından sevilmeliydi. Çünkü sevgi karşılıklı güzeldi. Hatta belki de karşılıklı sevgi dünyanın en güzel duygusuydu. Çünkü insan yalnız olmadığını hissediyordu bu kalabalık dünyada. Ve en önemlisi, o kalp çarpıntılarına başka birinin kalp çarpıntılarının da eşlik ettiğini biliyordu. Midesindeki kelebeğin sevdiği insanın midesinde de aynı hızda kanat çırptığından emin olabiliyordu. Aşk bence böyle güzel; karşılıklı olduğunda insan gerçekten aşık olduğunu hissedebiliyor. Evet, midemdeki kelebek hızını yavaşlattı, artık eskisi kadar heyecanla kanat çırpmıyor. Belki kanat çırpmaktan yorulduğundan, belki de aslında kapıldığı sevginin gerçek olmadığını fark ettiğinden günden güne ölüyor, artık acı vermeye başlayan sevgisine karşılık görmeyince soluveriyor sanki. Sevginin güvensizliğinden korumak için kendisini, çevresine tekrar koza örmeye çalışıyor, sanki mümkünmüş gibi. Ancak tıpkı filmdeki iki insanın birbirlerinden vazgeçmeyişleri gibi aynı zamanda da hâlâ savaşmaya devam ediyor kendi korunaklı bölgesinin içinde. Hâlâ bir umudu varmışçasına kalbimi hızla çarpmaya yetecek kadar etki ediyor içimde. Hâlâ her kanat çırpışında heyecanlandırabiliyor. Çünkü kelebek artık bir kere kozasından çıktı, öyle gözüküyor ki midemde kalmaya devam edecek bir süre. Ta ki artık tek başına kanat çırpmayana kadar ya da yalnız başına ölene kadar. Kaynakça Sorak, Ömer Faruk. Aşk Tesadüfleri Sever. 2011. Böcek Yapım. Film. YILDIZLARI PIRIL PIRL GÖRÜR LAKİN DOKUNAMAYIZ Interstellar (*Yıldızlar* Arası) geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve birçok film sever tarafından film tarihinin sayfalarına kazınacak gözüyle bakılan bir Christopher Nolan filmi. Yönetmen, yirmi birinci yüzyılın bol görsel efektli sinema dünyasında reel görsel geleneğini takip etmiş. Başka bir deyişle, bizlere bilgisayar animasyonları değil, bunun yerine gerçek dünya görsellerini birer animasyonmuşçasına sunan bir isim Christopher Nolan. Bilgisayar ve elektronik aletlerin gün geçtikçe hayatlarımıza daha da işlediği dünyamızda Nolan gibi orijinalliği benimsemiş ve seyirciyi boş aksiyon figürleri ile tatmin etmeye çalışmayan isimler bir elin parmaklarının sayısından daha az. Bu nedenle Nolan, çalışmaları dört gözle beklemeye değer, başarılı ve dâhiyane fikirlere sahip bir yönetmen ve yazar. Bir filmi heyecan verici kılan nedir? Bazı filmler vardır bittiği andan itibaren bizi düşünmeye sürükler, bizi etkiler. Öylesine etkiler ki bazen giyimimizi kuşamımızı değiştirir. Odamızı film afişleri kaplar bir anda. Beklenmedik anlarda filmin yansımasını görürüz hayatlarımızın içinde, etkisinden kurtulamayız. Peki neden? Belki de günlük hayatın karmaşası ve bitmek bilmez temposunda düşünmeye vakit bulamadığımız detayları yazarların bizim için düşünmesidir bunun sebebi ve şaşkınlık hali bir nevi yazarlara teşekkürüdür vücudumuzun sergilediği. Son filminde Christopher Nolan sinema tutkunlarını sıra dışı bakış açısını ve iyimser yanını göstermiş. Filmin ana karakteri olan baba Cooper, abisi ile tartışan kızını sakinleştirmek için girişimde bulunuyor, kızı ise babası ona saçma bir isim verdiğini düşündüğü için sitem ediyor. İsmi Murphy, bir mühendis olan Edward A. Murphy tarafından, başarısızlıklar ve hata kaynaklarının değerlendirilmesi anlamına gelen bir kanunun adı. "Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığı ile ters orantılıdır.” bu kanun maddelerinden biridir ve günlük hayatta sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Bir düzine anahtar vardır elimizde ve yalnızca bir tanesi evimizin kapısını açıyordur. Sıcak bir salon ve rahatça yayılıp yatabileceğimiz bir koltuk ile aramızda yalnızca metreler vardır. Acele ile açmaya çalışırız bütün günün yorgunluğu üzerimizdeyken evimizin kapısını fakat tabi ki ne kadar çabuk kavuşmak istersek o kadar geç elde ederiz istediğimiz şeyi çünkü elbette son anahtar açacaktır kapıyı. Bir kalıp olarak bilinçlerimize kazıdığımız bu olgu Nolan tarafından çok beklenmedik bir bakış açısı ile yansıtılmış beyaz perdeye. Murphy kanunlarının kötü bir şey olacağı anlamına gelmeyeceğini, aksine olması muhtemel bir şeyin sonunda gerçekleşeceğini vurguluyor filmin başlangıcı ile beraber. Nolan’ın başardığı bu olaya değer(paradigma) değişimi deniyor. Bu gerçekleştirmesi gerçekten güç bir eylem çünkü insan doğası gereği hayatların var olan temel kural ve olguları değiştirmekte zorlanan bir yapıya sahip. Benim için filmi bir başyapıt yapan nedenlerden birisi. Cooper kızını bırakmak zorunda kalıyor ve yıldızlar arası bir yolculuğa çıkıyor kızının bütün çabaları ve itirazlarına rağmen. Film Nolan’ın Murphy Kanunlarını anlatırcasına, baştan sona Cooper ve kızının kavuşma olasılığını imkânsıza yakın gösterip filmin sonunda gerçekleşmesi zor ama muhtemel kavuşmayı gerçekleştiriyor. Nolan’ı bu açıdan çok etkileyici buluyorum. İzleyicilere hemen hemen her filminde olacakları birkaç adım önceden anlatıyor fakat bunu o kadar ustaca ve üstü örtülü yapıyor ki ne anlayabiliyoruz ne de anlamadan edebiliyoruz. Bu insanı usulca fakat sımsıkı bir şekilde filme bağlayan bir olgu, belki de teknik. Devamında ise şüphe bu konuda hissedebileceğimiz en üst dereceli duygu olabilir, tabi eğer algıda seçiciysek. Değilsek de sadece şaşırmak kalıyor bizlere ve hayranlıkla bakıyoruz olaylara üzerinde olan hâkimiyetine. Elbette her seyircinin fikri bu yönde değil. Ben ve benim gibi bu tarz filmleri başarılı bulan insanlar düşünme eylemini seven dolayısıyla felsefe tutkunu oluyorlar. Bu tarz hobileri olamayan insanlar için ise Interstellar içinde modern fiziğin son yüzyılda bizlere armağan ettiği, rölativite ve zamanda yolculuk gibi modern fizik teorilerinin gerçekleşmesi halinde neler yaşayabileceğimizi gösteren öğeler barındırıyor içerisinde. Gündelik hayatta görmediğimiz için algılamakta güçlük çektiğimiz zamanda yolculuk ve zamanın her birey için farklı akması (rölativite) algılarını başarılı senaryosu sayesinde açıklamakla kalmıyor aynı zamanda içlerine duygusallığı katıp bizlere eşsiz bir üç saat yaşatıyor Interstellar. Interstellar birçok açıdan eşsiz bir film. Gerek olay örgüsü gerek farklı kitlelere hitap etmesi olsun birçok yönden izlemeye değer, eğlence, bilim ve felsefe kokan bir eser. Christopher Nolan’ı tanımak için ise müthiş bir fırsat. Gelecekte adından ve filmlerinden bahsedilecek, çocuklarımızın ve onların çocuklarının filmleri ile büyüyecek bir yönetmen ve yazarın eserlerini hayattayken seyretmenin ve bir sonraki senaryosunu heyecanla, sabırsızlıkla beklemenin paha biçilemez bir haz olduğunu düşünüyorum. Beyza Gökalp SÜPER ANNEANNE Anne ve babadan farklı ama neredeyse onlar kadar çok sevdiğiniz, saydığınız birisi oldu mu? Benim 18 yıllık hayatımın yaklaşık 13 senesinin içinde bulunsa da hayatımı şekillendiren bir insan vardı. Neler öğrenmedim ki ondan. Matematik, fen gibi bilimsel temellere dayanan dersler değildi öğrendiklerim. İyiyi kötüden ayırmayı, doğruları ve yanlışları, insanın başına en kötüsü gelse de dik durmayı ve savaşmayı öğreten en bilge öğretmenimdi o benim. Ergenlik çağıma kadar benimle bıkmadan oyun oynayıp, her akşam benimle birlikte parka gelen belki de hayatta kazandığım ilk dostumdu. Beni gözünden sakınıp, koynunda uyutan ilk kahramanımdı. Bir insanın başına gelebilecek en güzel anıların temeliydi. O bir süper anneanneydi. Çağımızın en acımasız hastalığı aldı onu bizden. Doğum günümden bir hafta önce, bir eylül sabahında kapattı gözlerini. Son yemeğini de ben yedirmiştim ona. Midesi kabul etmezdi yemekleri ama benim elimden olduğu için zorlamıştı kendini. Son nefesini alırken annem yanındaydı. En son yanından bir an olsun ayrılmayan evladını gördü. Onun sonları bizim sonlarımız değildi ne yazık ki. Ne ben farkındaydım onun son yemeğini yediğini, ne de annem son bir bakış attığının farkındaydı. Tedavi sürecinde ve sonrasında hem anneannemin moralinin hem de hastanın ailesi olarak bizlerin moralinin yüksek tutulması; hastalığın atlatılmasında büyük rol oynadığı söylenildi. Ben de hep “İyileşecek!” dedim kendi kendime. Mezuniyetimde, düğünümde hep yanımda olacağına inandım. Aslında biliyordum bu hastalığın içten içe insanı çürüttüğünü ama ben tutunmuştum iyileşeceği umuduna. İçimde hep o umutla yaşadım. Hep iyi düşündüm. Anneannem de moralini hep yüksek tutmaya çalıştı. Bazen ,bizimle kaldığı zaman, gece geç saatlere kadar konuşurduk. Ona moral vermemi isterdi. Ben de öyle yapardım. Karşısına oturup ona iyileşeceğini, her şeyin iyi olacağını söylerdim.Micheal J.Fox’un yazdığı İflah Olmaz Bir İyimserin Maceraları adlı roman ise bana yaşadığım bu dönemi anımsattı. İyimser düşüncelerle hayattaki olumsuzlukları görmezden geldiğim o zamanları. Bugünlerin aksine bardağın boş tarafını değil de dolu tarafını görmeyi bilirdim. Şimdiyse sadece boş tarafını görebiliyorum çünkü başıma gelen her olayın sonu kötü bitecekmiş gibi geliyor. Ben yaşadım tutunduğun o umutların günü gelince darmadağın etmesi hissini. Öyle kötüydü ki onu yaşamak; o olaydan sonra belki de hiç iyi düşüncelere tutunup, umutlarla yaşamadım. O eylül sabahından sonra doğum günümü dahi kutlamadım. Çünkü anlamı yoktu benim için sevdiklerim eksikse. Mezuniyetimde, üniversiteye kaydımı yaptırdığımız günde gözlerim hep etrafta onu aradı. Sınav sonuçlarımı aldığımda elim hep telefona gitti. Aradığımda açıp beni tebrik edecekmiş gibi. Eksikliğini hissettim hep. Dolayısıyla yarım yaşadım hayatı. Aldığım nefesi rahat bir şekilde alıp verebiliyorken, yediğim her yemekten tat alabiliyorken düşüncelerimle zehir ettim her anımı. Kafamda türlü türlü senaryolar kuruyorum. Ne acıdır ki küçücük yaşımda hayata karşı çok daha ön yargılıyım. Temkinli attığım adımlar kimine göre bir güç, bana göreyse zayıflıktan başka bir şey değil. Bir kere korkularım yüzünden yeni yollara giremiyorum ya da şu ana değil tamamen yarına odaklanıyorum. Zihnimdeki o ses hiç susmuyor. ”Yarın ne olacak?” sorusu beni yaşama karşı isteksiz hâle getiriyor. Savaşmayı, dik durmayı, yaşama sevincini anneannemden öğrenen ben; bir anda bambaşka bir insana dönüştüm. Oysa bana anneannemden kalan tek miras ondan öğrendiklerimdi. Onun hatırasını yaşatmak adına ben de bir karar aldım. Tenim hâla sıcakken yaşamdan keyif almaya bakacağım. Onun gerçekleştiremediği her şeyi ben onun için yapacağım. Onun Dünyadaki gözleri, elleri, duyguları, bırakıp gittiği her şeyiyim bundan sonra. Kırıyorum zincirlerimi. Anneannemle yaptığımız gibi umutlara tutunuyorum. İyiliklere, iyi düşüncelere…
 KAYNAKÇA Fox, Micheal. İflah Olmaz Bir İyimserin Maceraları. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2015 DİLAN DAĞLI TURK-101-61 NEŞE ÇETİNER 23/12/2014 YETMİŞLERİN MİRASI AHMET TELLİ “Gurbet ne ki yüzyılımızda demek de bir yabancılaşmadır Çünkü varolduğu her yerde insanın gurbet mutlaka olacaktır” Toplumun her hareketi; o toplumun insanlarını etkilediği gibi edebiyatına yeni nefesler kazandırır, yeni adımlar attırır ister istemez. Darbelerle dolu tarihimizin en sancılı dönemlerinden biri olan yetmişlerin bize bıraktığı miras yalnızca kötü anılar değildir elbette. O dönemde kimi şiirler kavganın rüzgarına kapılmış yelkenlerini bu duygusuz kavgayla şişirmeye çalışmıştır. İşte tam da bu dönemde bir duygu daha kalemin ucundan dökülmeye niyetlenir sayfalara. Zamanın tatlı bir tesadüfü olmasından mütevellit edebiyat camiasında yetmiş kuşağı toplumcularından biri olarak anılır Ahmet Telli. Bu isim yakıştırmasına her zaman karşı durmuş; arkadaş sohbetleri sırasında bu duruşunu belirtmeyi, açıklamayı kendine görev edinmiştir. Düşüncenin ancak düz yazının satırlarında hayat bulacağına inanan şairimiz, “Şiir yaşayan bir organizmadır. Onun da sancıları, sevinçleri, kederleri, çığlıkları olabilir.” diyerek şiiri insandan farklı görmemiş; yazdıklarının bir düşünceye hizmet etmediğini, kağıda dökülenlerin yalnızca bir insanın dünya üzerinde yaşadığı sürece sahip olacabileceği duyguların bir gölgesi olduğunu belirtmiştir. İnsanın iç çatışmalarını ve yine insanın kendine yabancılaşmasını, yalnızlığı, gurbeti kendi duygularıyla harmanlamış ve üstüne basa basa “hüznün isyan olur” kitabında işlemiştir üstad. Yalnızca insanı değil aynı zamanda o dönemin insanlarının içine hapsolmuş duygularına da tercüman olur niteliktedir belki de bu eser. Her şiirinde, büyük incelikle işlediği gurbete pek çok farklı noktadan bakmayı başarabilmiştir. Gurbeti bir şiirinde insanın sevdiğine duyduğu özleme yüklerken, diğer şiirinde karşımıza Nazım Hikmet’in memleketine olan özlemiyle çıkarmıştır ve sonunda o güzel dizelere hayat vermiştir mürekkebiyle. “ve usulcacık okşar karadeniz vapurunu nazım yanar elleri” Yalnızlığını hissettirmeye çalışmıştır belki de şair bize zaman zaman. Yalnızlığın hiçbir zaman yoktan varolmadığını dile getirir şiirlerinde sık sık. Yalnızlığı hemen hemen çoğu insanın yalnızlığa bakışına inat; evine, sofrasına buyur eden ev sahibi edasıyla buyur edebilmiştir düşüncesine, satırlarına, şiirlerine. Doğru mudur bilinmez ancak bir şiir yaşanmışlıklardan güç alır diye düşünmüşümdür her zaman. Şiiri yazabilmek sadece yeteneğin eseri değildir diye bilirim az çok okuduklarımdan. Bir yalnızlığı anlatabilmek yahut bir gurbeti dökebilmek için sayfalara, şairin yalnız da kalması gerekir gurbeti de tatması. “biraz da şairlere özgüdür hüzün” “biraz da şairlere özgüdür bekleyiş” “biraz da şairlere özgüdür hasret” “biraz da şairlere özgüdür gurbet” Duyguyu hissetmeden onu harflerle somutlaştırmanın mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Kimisi için bu doğru değildir belki de. " SEVDALAR DUMAN OLMAYACAK Acının bağrından mavi bir çelik gibi fışkıran öfke dünyayı değiştirecektir mutlaka Yani hayat kendini yeniden yaratacaktır ona sahip çıkan ellerde ve bu yüzden öfke sevda gibidir kimilerinde Yüreğinin pas tutmakta olan kıvrımları sarılsın bir an öfkenin gök gürültüsüyle beyninin her hücresi bir gerilla gibi kuşansın pusatlarını ve sokağa çıksın ve bir hançer gibi saplansın puştlukların ihanetlerin bağrına Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar ve cehennemleşen yalnızlığın Sevdalar duman olmayacak o zaman Hüznün isyan olmuştur çünkü Hüznün isyan olmalıdır." Ahmet Telli yine bu şiirinde gösteriyor niyetini pek güzel, iç savaşını, yalnızlığını. Gri gözlüğünden bakıyor yine hayata, usulca, sessizce ve iç öfkesiyle. Yetenek yeter mi bunca duyguyu bu denli hararetli anlatmaya? Lakin yalnızca yetenek alabildiğine güzel eser çıkarır karşımıza ancak o zaman sorarım size: Madem ki yaşamamış Ahmet Telli bunca duyguyu nasıl oldu da kalbimizde böylesine sarsılmaz bir taht kurmayı başarabildi? İrem Yüksel EERRKKEEKK EEGGEEMMEENNLLİİĞĞİİNNDDEE VVAARR OOLLMMAAKK GGüüççllüüyyüüzz.. HHiiçç oollmmaaddıığğıımmıızz kkaaddaarr hheemm ddee.. KKüülllleerriimmiizzddeenn ddooğğdduukk ççüünnkküü.. SSaavvaaşşllaarr vverdik sesimizi duyurabilmek adına.. İİsstteemmeesseekk ddee ççookk bbüüyyüükk kkaayyııppllaarraa ddaa şşaahhiitt oolldduukk aayynnıı zzaammaannddaa. Bizden öncekileri susturdular, aşağıladılar, yyaarraallaaddııllaarr.. HHaatta zaman zaman bbuunnllaarrllaa ddaa yyeettiinnmmeeyyiipp ööllüümm mmeelleeğğiinnddeenn yardım aldılar. BBiizz iissee iişşttee bbuu ttaarriihhiinn üüzzeerriinnee kkuurrdduukk ggeelleecceeğğiimmiizzii.. FFaakkaatt aarrttııkk bbiizz,, eesskkii bbiizz ddeeğğiilliizz.. FFaarrkkıınnddaayyıızz hheerr şşeeyyiinn.. AArrttııkk kkaaffaammıızzıı ççeevviirrmmiiyyoorr,, ggöözzlleerriimmiizzii kkaaççıırrmmııyyoorruuzz ççeevvrreemmiizzddee oollaann oollaayyllaarraa kkaarrşşıı.. ÖÖzzggeeccaann vvee ddaahhaa oonnuunn ggiibbii yyüüzzlleerrccee kkaaddıınn iiççiinn yyaappııyyoorruuzz bbuunnuu.. UUnnuuttmmaaddııkk ççüünnkküü vvee uunnuuttttuurrmmaayyaaccaağğıızz ddaa asla.. GGeerreekkiirrssee ggöözzyyaaşşllaarrıımmıızzıı iiççiimmiizze akıtacak ama ppeess eettmmeeyyeecceeğğiizz.. GGüüççllüü oollmmaakk eerrkkeekk oollmmaayyıı gerektirmez! Bunu eenn iiyyii bbiizz kkaaddıınnllaar biliyoruz. KKaaddıınn oollmmaannıınn ggeerreekkttiirrddiiğğii şşeeyylleerrii yyaannllıışş aannllaammıışş eerrkkeekk eeggeemmeenn bbiirr ttoopplluummddaa yyaaşşııyyoorruuzz.. ÇÇookk kküüççüükkkkeenn ffaarrkk eettttiikk bbuunnuu.. BBiizzee aarraabbaa ddeeğğiill,, ooyyuunnccaakk bbeebbeekk aallıırrllaarrddıı mmeesseellaa.. DDaahhaa oo yyaaşşllaarrddaa ““eevviinniinn kkaaddıınnıı oollmmaa”” ffiikkrriinnii aaşşııllııyyoorrllaarrddıı bbiizzlleerree bbuu şşeekkiillddee.. KKaaddıınnıınn eevvddeenn ööttee bbiirr aannllaamm ttaaşşıımmaassıı iimmkkâânnssıızzddıı oonnllaarraa ggöörree.. BBBuuu yyyüüüzzzdddeeennn kkkaaadddııınnnııı eeevvveee kkkaaapppaaatttmmmaaayyyııı nnnaaammmuuusss bbbiiillldddiiillleeerrr... AAAyyyaaakkklllaaarrrııınnnaaa ppprrraaannngggaaalllaaarrr,,, aaağğğııızzzlllaaarrrııınnnaaa mmmüüühhhüüürrrllleeerrr vvvuuurrrddduuulllaaarrr... Hâlbuki bizleerree ppeemmbbee ppaannjjuurrlluu eevvlleerr vvaaddeeddiilliiyyoorrdduu. Bu evlerin karanlık, soğuk ve sevgiden uuzzaakk oollaaccaağğıınnıı nneerreeddeenn bbiilleebbiilliirrddiikk kkii?? BBiizz,, bbiizzee ssööyylleenneennee iinnaannddııkk.. İİşşttee eenn bbüüyyüükk hhaattaayyıı ddaa bbuurraaddaa yyaappttııkk.. İİnnaannçç bbüüyyüükk bbiirr kkuummaarrddıı vvee biz bu oyunu defalarca kez kkaayybbeettttiikk.. AArrttııkk bbiizzee aannllaattııllaann mmaassaallllaarraa iinnaannmmııyyoorruuzz.. ÇÇüünnkküü masallarda bile kadının yerinin yyaallnnıızzccaa eevvii oolldduuğğuu,, tteemmiizzlliikk vvee yyeemmeekk yyaappııpp bbeeyyaazz aattllıı pprreennssiinn ggeellmmeessiinnii bbeekklleemmeessii gerektiği anlatılıyordu bbiizzlleerree.. SSoorraarrıımm PPaammuukk PPrreennsseess’’iinn sseessiinnii hhaattıırrllaayyaann var mı aranızda? Hikâyeye kkeennddii aaddıınnıı vveerriiyyoorr oollssaa bbiillee kkoonnuuşşttuurrmmaaddııllaarr oonnuu,, aannllaattmmaassıınnaa iizziinn vveerrmmeeddiilleerr dduuyygguullaarrıınnıı.. TTeemmiizzlliikk yyaappttıırrddııllaarr,, yyeemmeekk yyaappttıırrddııllaarr vvee hheepp mmuuttlluu rreessmmeettttiilleerr oonnuu.. ÇÇüünnkküü bbiizzlleerriinn ddee ööyyllee oollmmaassıınnıı iisstteeddiilleerr.. SSeessssiizz vvee itaatkâr… Preennss iillee eevvlleenniinnccee tüm sorunların çözüleceğine inandırdılar bizleri, dddaaahhhaaa oookkkuuummmaaayyyııı bbbiiillleee bbbiiilllmmmeeezzzkkkeeennn üüüsssttteeellliiikkk... KKKaaadddııınnnııınnn hhhaaayyyaaatttııınnnııınnn yyyaaalllnnnııızzzcccaaa eeevvvllliiillliiikkkllleee vvaarr oollaabbiillddiiğğii,, ççooccuuğğuu oolluurrssaa yyaarrıımmllııkkttaann kkuurrttuullaabbiilleecceeğğiiyyddii bbiizzee vveerriilleenn mmeessaajj aassllıınnddaa.. TTeekk BBaaşşıınnaa ((NNoorrtthh CCoouunnttrryy)) filmindeki Josey Aimes dee ttüümm bbuu ttoopplluumm bbaasskkııllaarrıı aallttıınnddaa iikkii çocuğğuunnaa bbaakkmmaayyaa ççaallıışşaann bbiirr kkaaddıınn. İnsanlar evlenmesini, kocasınnıınn oonnaa bbaakkaaccaağğıınnıı ssööyylleerr aammaa oo bbuunnuu kabul etmez.. KKeennddii aayyaakkllaarrıı üüzzeerriinnddee,, eerrkkeekklleerree bbaağğıımmllıı olmadan hayatını sürdürmek ister.. BBuu yyüüzzddeenn bbiirr mmaaddeen fabrikasında çalışmaya başlar.. YYüüzzlleerrccee eerrkkeeğğiinn yyaannıınnddaa iikkii eelliinn ppaarrmmaakkllaarrıınnıı ggeeççmmeeyyeenn kkaaddıınn ssaayyııssııyyllaa ggöörrddüükklleerrii kötü muamelelere ve taacciizzlleerree kkaattllaannmmaallaarrıı iimmkkâânnssıızzddıırr ama. Josey diğeerrlleerriinniinn aakkssiinnee sseessssiizz kkaallmmaazz,, firmayı dava eder ve tarihin ilk toplu taciz davaassıınnıı kkaazzaannıırr. Böylece dünyadaki tüm kadınlara örnek olur.. İİşşttee ççöözzüümm ttaamm ddaa bbbuuurrraaadddaaa yyyaaatttıııyyyooorrr::: KKKaaabbbuuulll eeetttmmmeeeyyyiiinnn,,, bbboooyyyuuunnn eeeğğğmmmeeeyyyiiinnn vvveee sssiiizzziii sssiiinnndddiiirrrmmmeeellleeerrriiinnneee aaassslllaaa iiizzziiinnn vvveeerrrmmmeeeyyyiiinnn... ÇÇÇüüünnnkkküüü ssseeesssiiinnniiizzziii ççııkkaarrddııkkççaa vvaarr oollaaccaakk vvee ssiizzddeenn ssoonnrraakkiilleerr iiççiinn eemmssaall tteeşşkkiill eeddeebbiilleecceekkssiinniizz. İrem Yüksel Kadın ve erkek düşman değil, birbirine karşı kullanılacak silahlar hiç değil. Yalnızca kabul etmek gerek kadının da en az erkek kadar değerli olduğunu. Büyük üstat Neşet Ertaş’ın dediği gibi, bizler insansak eğer, sizler insanoğlusunuz. İşte bu yüzden kadın ve erkek ayrılması mümkün olmayan iki parça bu hayatta.Yaratıcı da böyle düşünmüş olsa gerek, kadın ya da erkeği değil kadın ve erkeği yaratmış. Birbirlerinden güç alabilsinler, birbirlerine destek olabilsinler diye. İkisinin de saygı duyması gerek birbirine, kırmaması, incitmemesi gerek bu amaç için. Yeterince şahit olduk gözden akan pınarlara, kalpteki yangınlara. Buna göz yumamayız daha fazla. İzin veremeyiz yitip giden kadınlara. Erkekler sizlere sesleniyorum! Vermiyoruz dizginleri elinize. Bizler de kırlarda özgürce koşmayı, en az sizler kadar hak ediyoruz. KAYNAKÇA http://images6.fanpop.com/image/articles/204000/disney-princess_204824_2.jpg?cache=1363039325 https://assets.mubi.com/images/film/3766/image-w1280.jpg?1445965604 Gökçe Batur ZAYIF DÜŞMEK Sanırım bundan iki sene önce çok büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüm. Şimdi anlıyorum ki çok ciddi bir şeyle yüz yüze kalmışım, hem de daha kanunlar önünde reşit bile olmadan! Kimdi peki bunun suçlusu? Ben mi? Arkadaşlarım mı? Ailem mi? Yoksa koskoca bir toplum mu dünyanın her yanına yayılmış olan? Belki de bir suçlusu bile yoktur bunun ya da artık parmakla gösterilemeyecek hâldedir. Çünkü sebep çok açık, sebep her yerde… İki sene önce kendimden, vücudumdan nefret etmeme sebep olan her şey hâlâ devam ediyor ve birçok genç kızı kara büyüsünün altına alıyor. Sanki dünmüş gibi hatırlıyorum o hâlimi, aynalara bakamayışımı, sokaklarda vitrinlerdeki cam kapılardaki yansımalarımdan kaçışlarımı, aç kalışlarımı, şekerim düştüğü için bayılışlarımı, kendimden nefret edişimi… Daha hayatının başında olan küçücük bir genç kız bunu hak etmek için ne yapmış olabilir ki? Sebebi nedir bunun? Gerçekçi bile olmayan, sağlıksız bedenlere duyulan arzu ve bunlara sahip olma yolunda yapılan baskı nedir? İki sene önce kıyısına geldiğim uçurumu hatırladıkça içim ürperiyor. Herkese, her şeye ve özellikle de kendime çok kızıyorum bunun bir parçası olduğum ve olabildiğim için. Liz Osborne Leavel’a ise minnet duyuyorum. Neyse ki her şeyin kıyısında onun hazırladığı kampanyadan bir fotoğraf ile karşılaştım ve gerçekler bir tokat gibi çarptı yüzüme. Bu fotoğrafı görmeden önce farkında bile değildim yamacında durduğum uçurumun, bir adım ötesinin bomboş bir karanlıktan ibaret olduğunun… Fotoğraftaki her şey arkamda bırakmaya çalıştığım bir geçmişin birer parçası aslında. Hâlâ inanamıyorum bu vücuda sahip olmanın hayalini kurduğuma, ideallerimi sağlıktan ve estetikten çok çok uzak biçimlerden oluşturduğuma ve bu yolda kendimden nefret ederek vücudumu hiç hak etmediği şeylere maruz bıraktığıma… Kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölene dek beklemiştim yemek yemek için. Günde bir elma, eğer kötü bir günümdeysem iki elma yiyordum. Önüme zorla konan bütün tabakların sonu öyle ya da böyle çöp kovasının içi oluyordu. Yediğime, iyi olduğuma dair herkesi kandırmıştım. Hatta en zorunu, belki de imkânsızını başarıp kendimi de kandırmıştım kendi yalanıma. Ne uğruna peki? Güzellik mi? Bunun güzellik olmadığına çok eminim… Kendime itiraf etmekte bugün bile zorluk yaşasam da toplumun lafına kanmıştım. İşin merakına düşmüştüm. Özenmiştim. Televizyonlarda, dergi kapaklarında, hatta ve hatta eve gittiğim yoldaki reklam panolarında gördüklerime özenmiştim gerçekliklerini hiç sorgulamadan. İşte tam bu anımda Osbourne’un “You Are Not A Sketch” çalışması yetişti imdadıma. Bir çizim, bir model ve bir yazı… Tek gereken bu oldu. Yazı kısaydı fakat çarpıcıydı. “Sen bir çizim değilsin,” diyordu. O an ideal sandığım yalanları bıraktım. Belki de uzun zaman sonra ilk defa kendime baktım aynada. Gördüklerim beni dehşete düşürdü, fakat bu sefer farklı bir sebep için… Sonunda fark etmiştim kaybettiğimin sadece kilolar olmadığını. Uçurumu en net hâliyle görmüştüm. En büyük adımlarımla kaçtım o uçurumun kıyısından, ardıma bile bakmadan. Sağlığıma kavuşmam aylar aldı, kendimi affetmem ise yıllar… Her şeyin sonunda üzücü olan ise bunu başlatan ben değildim, bunun kurbanı olan tek genç kız ben değildim ve bu benimle de son bulmadı, hâlâ devam ediyor… Her yerde kemikleri sayılabilecek durumda olan incecik kızlar var. Büyük ihtimalle yeteri kadar vitamin bile almıyor vücutları yahut ihtiyacı olan herhangi bir şeyi alamıyorlar bu “ideal” uğruna ve zayıf düşüyorlar, onların sandıklarından çok başka bir anlamda. Onların da Liz Osbourne’un bu çalışmasıyla buluşup benim yaşadığım aydınlanmayı yaşamalarını ümit ediyorum. Hatta artık herkesin uyanıp, medyanın dayattığı idealleri bırakıp sağlıklı ve mutlu hayatlarına geri dönmelerini diliyorum. O uçurum herkesi içine alabilecek kadar büyük, fakat sadece birkaç farkındalık sahibi insanın yok edebileceği kadar da “zayıf”… Kaynakça: Leavel-Osbourne, Liz. You Are Not A Sketch. 2013. NİDA KARABACAK BİRİNİ YİTİRMEK HEPSİNİ YİTİRMEK DEMEK Siz hiç terk edildiniz mi? Pardon, soru yanlış oldu. Şöyle sorsam sanırım daha doğru olacak: Siz hiç kendinizi hayatınızın anlamından yoksun bırakılmış şekilde boş bir sokakta tek başınıza elleriniz ceplerinizde yürürken buldunuz mu? Eğer cevabınız evet ise üzülerek söylüyorum ki siz de kadınsız erkeklerden birisiniz. Evet, yanlış okumadınız siz Haruki Murakami’nin Kadınsız Erkekler kitabında anlattığı insanlardan sadece birisisiniz. Tamam sizi anlıyorum bu durumu kabullenmek çok zor ama gerçekleri sizden daha fazla gizleyemezdim. İşte bu yüzden şimdiden size bu süreçte başınıza gelecekleri anlatmak istedim. Öncelikle size çok ilginç gelen, kelimelerle tarif edemeyeceğiniz bir ruh hali ile karşı karşıya kalacaksınız. Aynadaki yüzünüzü tanımakta zorlanacaksınız. ‘’Benim mi Allahım bu çizgili yüz?’’1 diye bağırmamanızı tavsiye ederim nitekim şu an hiçbir şair sizi duyamaz ve size acınızı hafifletecek dizeler okuyamaz. Sonuç olarak bu süreçte yalnızsınız. Kendinizi boşluğa düşmüş gibi hissetmeye alıştırmanız gerekli çünkü bu his uzun süre peşinizi bırakmayacak. Bu yalnızlık fikrinden kurtulmak için avunma isteğiyle başkalarına koşacaksınız belki ama nafile. Asla aynı duyguları hissedemezsiniz. Giden kişi giderken her türlü güzelliği yanında götürmüştür çünkü. Kısacası avunma çabaları genelde faydasızdır. Yitirdiğiniz kişi tek başına gitmediği ve kalbinizin yarısını da beraberinde götürdüğü için eski alışkanlıklarınız, zevkleriniz, hobileriniz artık size keyif vermeyecek. Her sabah içtiğiniz bol köpüklü kahve bir süre sonra midenizi bulandırmaya başlayacak. Radyoda çalan şarkıların hepsi hatta en sevdikleriniz bile size kuru gürültüymüş gibi gelecek. Attığınız her adım size yitirdiğiniz kadını çağrıştıracak. Ne zaman bir kadının araba kullandığını görseniz hep o kişiyi hatırlayacaksınız ve gözleriniz dolacak. Ne zaman bir kapı gıcırtısı duysanız onun geri döndüğünü zannedeceksiniz. Okuduğunuz her kitap, izlediğiniz her film, baktığınız her vitrin size aynı hikâyeyi, terk edilmişliğin hikâyesini, anlatacak. Derinlerden gelen bir ses size hep aynı cümleyi tekrarlayacak: ‘’O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın, hep bu soğuk çoğul eki ile.’’ (Murakami 213). Bu ürkünç ses sizin iç sesiniz olacak ve ne yaparsanız yapın ondan kaçmanızın bir yolu olmayacak. Üzüntünüzü gizlemenize gerek yok. Zaten sizi sadece diğer kadınsız erkekler anlayacak ancak size hiç kimse yardım edemeyecek. Sığınacak bir liman ararken gemisi alabora olmuş bir denizciye dönüşeceksiniz ve sanki bütün diğer denizciler size ihanet ediyormuş gibi gelecek. Hayatın anlamının avcunuzun içinden kayıp gitmesi tam olarak böyle bir his. Sözcüklerin bir tenis topu misali boğazınıza oturması, yutkunmak istemek ancak yaşananları hazmedememek ve kendi içinizde boğulmak… Her ne olursa olsun yaşama kaldığı yerden devam etmek ister insan. Kırılan bir ağaç dalını yerine yapıştıramaz belki ama yine de yeni bir ağaç dikmeyi deneyebilir. Maalesef her toprak içerisinde her türlü ağacı barındırmaz ve yeşerdi zannedilen bir fidan anında kuruyup solabilir. Sahip olunan tüm ümitler bir kadının parfümü gibi havaya dağılır. Bir an gelir o parfümün kokusunu unutur 1 Tarancı, Cahit Sıtkı. ‘’Otuz Beş Yaş Şiiri’’. insan. İşte tam da o an anlarsınız ‘’Bir kadını yitirmek tüm kadınları yitirmek demektir.’’ (Murakami 219). Geçen zaman gidenin geri gelmeyeceğini gösterir ve eğer birini yitirdiyseniz onu sonsuza kadar kaybettiniz demektir. Eğer bu anlattıklarım sizi korkuttuysa yapılacak tek bir şey var o da sizin elinizde. O daha gitmeden, valizini henüz toplamamışken, ayrılık konuşmaları ve veda dansları yapılmamışken, saat gece yarısını vurmamışken siz gidin onun yanına. Utanmayın, sıkılmayın, sadece gözlerine bakın. Onu ne kadar sevdiğinizi ve onsuz bir hayat yaşamak istemediğinizi anlatın. Ne kaybedersiniz ki? Tutun elinden bir daha asla bırakmayacak gibi. Unutmayın bu işin şakası yok ve onun yerini doldurabilecek başka biri de yok. Bir kez kaybederseniz bir daha asla kazanamayabilirsiniz. Ömrünüzün sonuna kadar kadınsız bir erkek olarak kalmak yerine aşkı derinden yaşayın. Kalbinizin sesini dinleyin ve çok geç olmadan kilitleyin ruhunuzun kapılarını, aşk kaçmasın. KAYNAKÇA Murakami, Haruki. Kadınsız Erkekler. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık, 2014. 17. Baskı. Şule Ebru Ayaz Düşünce Şenliği Hayatta zıtlıklar süregelir. Gece ile gündüz, doğru ile yanlış, ciddiyet ile kayıtsızlık. Bir çatışmanın arasında kendimize yol bulmaya, yara almadan bu muharebeden kaçmaya çalışıyoruz. Kendimizi bu zıtlıkların içinde kaybediyoruz. Bazen neyin ne olduğunu sorgulamadan kabul ediyoruz, hayatımızın içine alıyoruz. Güzellik neye göredir, ciddiyet niye gereklidir, kayıtsızlık neden rahatlatır? Sorulardan kaçıyoruz bir bakıma. Cevaplarını bilmediğimiz kelimeleri hayatlarımıza yerleştiriyoruz. Çünkü sorular kafamızı karıştırıyor, kabul etmek, düşünmekten daha kolay. Tarih kitaplarındaki taraflı anlatımları üstüne bir kere daha düşünmeden ezberliyoruz, daha önceden bir düşüncesini beğenmiş olduğumuz yazarın sırf bir kere beğenimizi kazandı diye bütün nidalarına hak veriyoruz. Çünkü biraz düşünmekten yoksunuz. Hatta üşengeciz. Bir konu üzerine saatlerce kafa yormak çok anlamsız geliyor bize. Ama o saatler süren düşünce yoğunluğunun ardından geliyor “aha!” anı. “Aha!” anını kendimce tanımlayacak olursam; bir problemi çözümlemek için düşünüp taşınıp bir anda aklına gelen çözümün heyecanla karışık bir şekilde iki dudağının arasından dökülmesidir. Bir “aha!” anı yaşamak bana sanki her problemi çözebilirmişim gibi hissettiriyor. Yaptığım beyin fırtınalarının sonuca ulaştığını görmek beni güçlü kılıyor. Dediğim odur ki ben düşünmekten keyif alıyorum, sorgulamaktan ve sonuca ulaşmaktan. Milan Kundera’nın Kayıtsızlık Şenliği kitabında bizi kabul ettiğimiz olgular arasında düşünce yolculuğuna çıkarıyor. Bir yandan ciddiyeti alaya alan yazar bir yandan da düşüncelerimizi tetiklemeye çalışıyor. Kendi çıkarımlarına göre ciddiyeti ve kayıtsızlığı ele alan beş karakterin her biri beni farklı dünyalara götürüyor. Kayıp annesiyle konuşan Alain'in, işsiz oyuncu Caliban'ın, mutluluğun peşindeki Ramon'un, bir kukla oyunu yazma hayali kuran Charles'ın ve narsisist D'Ardelo'nun kayıtsızlığa bakış açıları bir noktada birleşemeyip kafamı karıştırıyor, daha çok düşünmeye itiyor beni. Mesela Caliban’ın kendini mesleğine adaması ve her işte oyunculuk yapması mesleğine karşı ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Bir yandan da yaptığı mesleği insanlarla alay etmek için kullanıyor. Milan Kundera’nın benim üzerimde böyle bir etkisi var ki anlattığı bir detaya bağlanıyorum birden sonra da aklımdan çıkaramıyorum. Bir sonuca da varamıyorum. Gölgeler içinde gelip gidiyorum “aha!” anına kadar. O zaman nedir bu ciddiyet, neden gereklidir? Neden kayıtsızlık vardır? Biraz bunların üzerine eğileyim. Bazen günlük hayatımızda, bazen akademik hayatımızda kendi sınırlarımızı, duruşumuzu ve düşüncelerimizi net bir şekilde ortaya koyabilmek için ciddiyete ihtiyacımız vardır. Karşıdaki kişiye kendimi iyi anlatabilmek ve iyi anlaşılabilmek için ciddiyete başvururum. Kayıtsızlık ise kendi özgürlüklerimizi, esnekliklerimizi ve yine düşüncelerimizi netleştirmeye yarar. Kayıtsızlığı ama kendimi başkalarına karşı ifade etmek için değil, kendime kendimi anlatmak için kullanırım. Ciddiyeti bir ortam yaratabilir ama kayıtsızlığı yaratmak tek kişilik bir eylemdir ve kayıtsızlığın tesir alanı, ciddiyetin aksine, tek kişiyle sınırlı kalır. Bir ortam, bir topluluk, bir kişi ciddiyeti zorunlu kılabilir ama kayıtsızlık daha özneldir. Sanki ciddiyet dışarıdan görünen yüzümüz, kayıtsızlık ise iç yüzümüz gibi düşünüyorum. Eğer bir kelebek olsaydık sahip olduğumuz tek günümüzü mutlu geçirmek isterdik. Ama bir günden fazlasına sahibiz ve sürekli mutluluğun peşinde koşuyoruz. Kitabın sonunda mutluluğun kayıtsızlıkla gelen bir olgu olduğu izlenimine kapıldım fakat ben böyle düşünmüyorum. Ciddiyet ve kayıtsızlık arasında bir denge kurulduğunda mutluluğun yakalanacağını düşünüyorum. Doğru ve yanlış keskin bir çizgiyle ayrılmayınca, herkes güzel olunca, gece ile gündüzün arasında köprü kurulunca mutluluğun geleceğine inanıyorum. İçin ve dışın zıt olmaktansa, birbirini tamamlayan yapılar olduğuna inanıyorum. Eğer bunu kavrarsak hem ciddiyetin hem kayıtsızlığın hem mutluluğun hem de düşünmenin gerçek anlamını bulmuş oluruz. Hayat zıtlıklarla süregelir ama onu bir bütün haline getirmek bizim elimizde. Burada da yaşadığım bir “aha!” anı var. Hayat bütün mücadeleleriyle karşımızda duruyor. Ona karşı ayakta kalmayı ciddiyetle, ondan yara almadan kurtulmayı da kayıtsızlıkla başarabiliriz. Kendimizi zıtlıkların içinde kaybetmemek dileğiyle. Kaynakça: Kundera, Milan. Kayıtsızlık Şenliği. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2015. 1.Baskı. Mehmet Selim Özcan Tanrıcılık Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız kitabıyla bir arkadaşımın tavsiyesiyle tanıştım. Diğer öykü kitaplarından biraz farklıydı. Yazar öyküleri genelde yarıda bırakıyor ve okuyucunun tamamlamasını istiyor gibiydi. Bu anlatım biçimi kitap hakkındaki düşüncelerimi olumsuz etkilemişti açıkçası. Ta ki “Seçim” adlı hikayeyi okuyana kadar. Bu hikayeyi diğerlerinden ayıran en büyük unsur yazarın yazma şekliydi. “Seçim” hikayesinde yazar olayları kahraman bakış açısından anlatırken birdenbire bu anlatım tarzından sıkılmış ve tanrısal bakış açısıyla anlatmaya başlamış. Sonra yazarın uykusu gelmiş ve hikayenin kahramanı ipleri yine eline almış, anlatım tekrar kahraman bakış açısına dönmüş. Yazar bu yazma serüvenini şu cümleyle özetlemiş: “Tanrı olmak güzeldi, sadece bir öykülük de olsa…” Tanrı, insana çok soyut gelen bir kavram olsa bile; her insan kafasında hayalini kurar Tanrı olmanın. Varlığına inanmayan insanlar dahi işlevselliğini düşünür bu kavramın. Nasıl sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini, nasıl her şeyi aynı anda görüp işittiğini ya da nasıl her şeyi önceden bilebildiğini algılamaya çalışırız. Yarattığı hiçbir şeyle aynı cinsten olmayan, varlık üstü bir varlığı çözümleme uğraşına girişiriz. Tabii ki bu uğraşlar sonuçsuz kalır çünkü eğer Tanrı varsa, herhangi bir sonuca ulaşamamamızın nedeni insan beyninin Tanrı’yı anlayabilecek kapasitede olmamasıdır. Ama eğer Tanrı yoksa yine herhangi bir sonuca ulaşamayacak olmamız çok normaldir çünkü verdiğimiz uğraş teorideki bir varlığı gerçek somut dünyaya uyarlamaya çalışmaktır. Tanrı var mı, yok mu ayrı bir konu ama şu bir gerçek ki dünya üzerinde “Tanrıcılık” oynama heveslisi birçok insan var ve insandan insana bu hevesin kullanım amacı farklılaşıyor. Birçok farklı kültürün mitolojisinde olan iyi ve kötü Tanrıların varlığı gibi gerçek dünyada da “Tanrıcılık” oynayan insanlar arasında böyle bir ayrım mevcut. “Tanrıcılık” heveslerini sanata ve yaratıcılığa aktaran iyi Tanrılar, geçmişte ve günümüzde dünyamızı daha güzel hale getirenler insanlardan oluşuyor. Da Vinci Tanrısallığını “Mona Lisa”da gösterirken, Michelangelo “Davut” heykeli ile Tanrılaşmaya çalışıyor. J.R.R Tolkien yarattığı “Orta Dünya” ile kendine özel bir evren kurarken, Quentin Tarantino çektiği kült filmlerle içindeki Tanrı’yı beyaz perdeye aktarıyor. Bu bahsettiğim yazar, ressam, yönetmen gibi insanların en büyük ortak noktaları; içlerindeki Tanrıyı dışarı çıkarırken amaçları sadece kendilerinin ve aynı zamanda başkalarının hayatlarına güzellikler katmak. Tıpkı bahsettiğim “Seçim” hikayesinin yazarı Suzan Bilgen Özgün gibi. Gelelim kötü Tanrılara. “Tanrıcılık” hevesini, egoyla birleştirip kibirle harmanlayan insanlar bunlar. Çevrelerindeki zavallı kullarına aşağılayıcı davranıp onlara emirler yağdıran bu sözde Tanrılar, belki de en nefret ettiğim insan tipleri. Böyle davranmalarının bazı sebepleri var. Öncelikle aile terbiyesi eksikliği bu durumun en büyük nedeni. Küçüklükte oluşması gereken “başkalarına saygı” kültürü oluşmamışsa bir çocukta, o çocuğun ilerde ego patlaması yaşayıp diğer insanların ne hissettiklerine önem vermeden onlara emirler yağdırması kaçınılmaz olur. İkinci en önemli faktörse bu insanlar daha önce herhangi bir zorlukla karşılaşmamış olanlar. Yollarına çıkması muhtemel bütün engellerin başka insanlara tarafından kaldırılması ile önlerinde ilerlenmesi gayet rahat olan bir süreç kaldığı için zorluk nedir bilmiyorlar ve bu da onların kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerine neden oluyor. Bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü böyle insanlar “Tanrıcılık” oyununu gerçek sanıyor ve sadece etraflarındaki insanlara değil, belki de en büyük zararı kendilerine veriyorlar. Bir öyküdeki anlatım tarzının beni bu kadar etkileyip böyle bir yazı ortaya çıkaracağını pek düşünmezdim. Ama yazının sonlarına doğru fark ediyorum ki galiba tek etken bu değil. Bahsettiğim kötü Tanrılar benim çevremde de var ve dediğim gibi böyle insanlar en nefret ettiklerim arasındalar. Yüzlerine karşı ne kadar yanlış davrandıklarını söyleyebileceğimi sanmıyorum çünkü belli bir ego seviyesinden sonra insanların eleştirilere kapalı hale geldiğini anladım. İnsan bir kere kaptırdı mı kendini “Tanrıcılık” hevesine bırakması zor oluyor gibi. Da Vinci, Michelangelo, Tolkien, Tarantino ve nice sanatçıda olan heves gibiyse bırakmalarını kimse istemez zaten. Ama ego ve kibir doluysa bu heves bunun tek sonucu kendilerine duyulan nefret ve kendilerinin duyduğu yalnızlıktır. Tıpkı benim duyduğum nefret ve onların dışarı yansıttıkları yalnızlık gibi… BALIK Ya Da BALIKÇI   Gidip gezmeyenimiz, gezip de sevmeyenimiz yoktur İstanbul’u. Adına şiirler, şarkılar  yazdıran bu şehir pek çoğumuzun favorisidir. Kimi de herkese gülücükler dağıtan bir şehir  olduğu için iki yüzlü bulur, pek sevmez ama onlardan bahsetmeyeceğim bugün. Kısa süre  önce gidip gezme imkanım olduğu için, içimde yükselen İstanbul sevgisi bana hangi kitabı  okuyacağımı seçmemde yardımcı oldu. Aslında kitap beklediğimin çok daha ötesindeydi;  anlatımı ve içeriği, İstanbul’dan bahseden herhangi bir kitap olmasının önüne geçmiş ve  yazarın tüm içtenliğiyle yazdığını düşündüğüm açık satırları, okura yeni bir perspektif  kazandıracak nitelikte olmuş. Belki okuyanlarınız tahmin etmiş bile olabilir hangi kitaptan  bahsettiğimi; ​Boğaziçi’nde Balık​. Gündüz Vassaf’ın bu yeni kitabı, daha kitapçıda ele alınıp  incelenmeye başlandığında, içindeki çizimlerle farklı olduğunu hissettiriyor müstakbel okura.  İtiraf etmek gerekirse, üzerinde ​öykü ​yazması dolayısıyla bildiğimiz h​ikaye​lerle karşılaşmayı  beklemiştim fakat yazarın, pek çoğumuzun sadece ​balık​ olarak gördüğü hayvancağızların  tarih boyunca nelere şahit olduğunu anlatmasına şaşırmadım değil. Kitap, balıklarla ve  tarihimizle ilgili araştırma yapma merakı salıveriyor içimize. Karşılaştığımızda şaşırdığımız  pek çok şeyle ilgili acabalardan kurtulmak için ​google​’a sorup danışmaya teşvik ediyor  okurlarını.     Palamutlarla ilgili olan kısım benim favori bölümüm diyebilirim sanırım; ne de olsa  Byzantium’um simgesini taşıyan sikkelerde ​palamut ​resmi olduğunu bilmiyordum.  Bayrağımızın ay yıldızının daha öncesinde yine Byzantium sikkelerinde kullanıldığını  öğrenmeyi de pek beklemiyordum açıkçası. Ay­Yıldız bana ay tanrıçası Hekate’yi değil de  tarihimizden bazı sahneleri ,tabii ki bize tasvir edildiği kadarıyla, hatırlatıyordu mesela.      Yine aynı palamutlu bölümde, Türklerin ​modern ​dünyaya ayak uydurup imaj peşine  düştüklerinden bahsediyor; İstanbul’a vermek üzere peşine düşülen bir imaj... Sahi  diyorsunuz, İstanbul’a tam bir sembol verilmediğini okuduğunuzda, gerçekten de Eyfel,  Paris’in; Özgürlük Anıtı, New York’un sembolüyken İstanbul’un ki ne? Acaba bu sorunun  Galata Kulesi, Kız Kulesi, Sultanahmet gibi birden fazla mı cevabı var? Yoksa bunlar, tam bir  cevap olmadığından ortaya atılan, atıldığıyla kalan, öylesine şıklar mı? Bu kitabı okumadan  evvel sorunun pek çok cevabı olduğunu düşünenlerdendim ama açıkçası şimdi hangi  taraftayım ben de bilmiyorum. Kitapta, İstanbul’un simgesinin balıklar ­palamutlar­ olduğu  görüşünde yazar. Bu konuda Gündüz Vassaf’a tam olarak katıldığımda Galata’nın hakkını  yemiş olacağımı düşündüğümden, şimdilik listeme palamutları da eklemekle yetiniyorum.     Kitabın ilk bölümlerinde ilgimi çeken “Balıkçı Değil Balık Tutan/ Balık Kendisini Tutturan” alt  başlıklı bölümde insanoğlunun görmek istediğine inandığı gerçeklerle yaşadığını belirtiyor.  Bu kısmı okurken hak verdim doğrusu yazara. Örnek olarak hayvanları ehlileştirmekten  bahsetmiş ama örnekten çok sonrasında kullandığı cümle etkiledi beni: “Aklımızın ucundan  geçmez körü körüne inandıklarımızı şöyle bir güzel sorgulamak”. Acaba inançlarımızı  sorguladığımızda yazarın görmemizi istediği şey ne olduğumuz mu? ​Gerçekte​ ne  olduğumuz… Ne olduğumuzu öğrendiğimizde hayal kırıklığına mı uğrayacağız yoksa  kendimizle daha da gurur duyup övünmeye devam mı edeceğiz? Ya da kendimize  kurduğumuz şu hayali dünyada, tahmin bile etmediğimiz bir durumdaysak neler yapacağız?  Hayatlarımız bilmediğimiz bir yönde değişecek ve bu hayatlar birleşip toplumların hayatlarını  değiştirecek; tabi bu riske girmemiz durumunda. Ben, Vassaf’ın bu cümleyi yazarken bizlere riske girmemiz için cesaret verdiğini düşünüyorum. Sonuçta olmadığımız bir şeye kendimizi  inandırabiliriz ama aynaya baktığımızda bizi kandıranın yine biz olduğunu görmek kendimize  olan güvenimizi sarsabilir. Kendinden emin ve kendine karşı dürüst bir toplum görmek  isteyen yazara bunu gösterebilecek olan biz okurlar oluyoruz. BÜYÜK KIZIL UMUT GEZEGENİ Derin bir nefes aldığınız o ânı düşünmenizi istiyorum sizden. Aslında bir saniye bile sürmeyen ama bir ömre bedel olan o an... Derin bir nefeste gözlerinizi kapatıp etrafınızı dinleyin. Neden mi? Çünkü insan o zaman fark edebiliyor en sessiz ortamda bile bir kaosun içinde yaşadığını, o zaman bir adım geri çıkıp kendini gözlemleyebiliyor. Tam da burada bir düşünce aklımın duvarlarına çiviler çakmaya başlıyor. İnsanı insan yapan nedir diye düşünmeye başlıyorum hayali demir çubuklarımın çerçevesinde. Sahi bizi insan yapan biyolojik yaratılışımız mıdır sadece ? Maddesel varlıklar olduğumuza inananların cevabı çok aşikardır lakin gördüklerinin gözden kaçırdıkları yanında çölde kum tanesi olduğunu fark etmeleri sanıldığı kadar uzayda yer çekimi değildir. Onları düşünmekten alıkoyan tanımlayamamazlık korkusunun atmosferinde bilinsizce süzülmektir aslında. İşte burada sizleri yüzleşmeye davet ediyorum. J. F. Kennedy’nin kulaklarımda yankılanmaya başlayan bir sözü yeşil ışık olabilir belki de. Korkuların arkasına saklananın hakikati asla göremeyeceğini su yüzüne çıkartmaya çalışarak, “Şüpheler ve korkular, hiçbir iş başarmaya yardım etmez, bilakis daima başarısızlığa rehber olurlar.” demiştir kendisi. “Peki ama gözden kaçırdığımız bu hakikat nedir?” dediğinizi duyar gibiyim. Perdeler arkasında unutulan şey insanı insan yapanın vazgeçmemek olduğundan başka bir şey değildir tabii ki. Yağmurlu günde beyaz bulut umudu ile başları göğe çevirmişcesine, zihinlerinizi Mevlana’nın “Ölüm gibi bir şey hayata küsmek. Hatta ölümden bir başka hayata geçiş umudu bile taşıyabiliyor da insan, yaşarken yaşamdan vazgeçmek…Üstesinden gelinir gibi değil.” sözüne yöneltmenizi istesem, çok üstünüze gelmiş olmam sanırım. Bunca olumlu ya da olumsuz diye adlandırılan duygu arasından vazgeçmemenin önemini ancak böyle vurgulanabilir çünkü. Sadece insanı hayallerine, hedeflerine ulaştırmaz vazgeçmemek bazen de insanı hayatta tutar. Mark Watney’i, botanist bir NASA astronotu, 564 gün boyunca ıssız, oksijensiz bir gezegende, kısıtlı yiyeceğe rağmen hayatta tutanın vazgeçmemesi ve azmi olduğunu anlamak için bir mahkeme dolusu şahide ihtiyacımız yok sanırım. Öldüğü zannedilirken yaralı bir halde gözlerini kırmızı gezegene açar Watney ama onun hikayesini başlatan an günler sonra hiçbir umudu yok iken vazgeçmeyi reddetmesidir. Çünkü “burada ölmeyeceğim.” demesi ile başarmıştır bir dalın bile yetişmediği bir yerde patates yetiştirmeyi, 1997 yılından beri çalışmayan bir aracı kum altından çıkartıp iletişim kurmayı. Sanırım başından beri dikkat çekmeye çalıştığım vazçgeçmemenin, azmin neden hayatın panzehiri olduğunu şimdi anlatabildim. İşte budur hayat. Dikenli yolları göze almamız değil, o yolda yürümeye devam edebilmemizdir. Son zamanlarda insanların bunalımlara girmelerinin, hayatta bir anlam görememelerinin yegane nedeni gün gittikçe artan savaşlar ve insanlıktan uzaklaşan bir dünya değildir sadece. İnsanlara, başlangıç ve sonuçların önemli olduğunun söylenmesidir. Bu yüzden güzel başlangıçlar peşinde koşar önce insan. Önce yapmak istediklerini başlangıçlar uğruna erteler durur insan. Bilinçsizce kendini tüketerek.. Sonra adeta bir güneş çarpması halet-i ruhiyesiyle sürdürür süreci çünkü ancak o zaman gerekli enerjiye sahip olabilecektir “etkili bir son” için. İşte en büyük problemimiz budur. Başlangıç ve bitişlerin yolculuğun yanında heybetli bir çam ağacındaki bir çizikten başka bir şey olmadığını fark edememek... Hani bir kalıp vardır ya “çok geç olmadan” diye işte o kalıbı tozlu raflardan çıkarmanın, trene son vagonundan yetişmenin tam zamanı. Uzun lafın kısası, umuda her zamankinden çok ihityaç duyduğumuz bu zamanlarda Andy Weir’in satır satır işlediği bu kitap, son vagonu ufukta parlayan trenin biletlerinin halka sunulduğu şeffaf sergilerin başında geliyor. Görmekten korkmayanlar için... Özgün Sönmezer Mavi Aşk Kendimi bildim bileli aşkı arardım. Mavi aşkı, buldum da üstelik. Nedir bu mavi aşk diyeceksiniz, haklısınız sormakta. En iyisi baştan anlatmak olacak hikâyemi sizlere. Ben aşkı hep mavi ile bağdaştırmışımdır; gökyüzü kadar ulaşılamaz, deniz gibi kimi zaman dalgalı, kimi zaman durgun. Bu yüzdendir ki, bana maviyle gelen adamın avuçlarının içine kalbimi bırakıverdim. Her sabah işe otobüsle gidiyorum, bu sebepten dakikalarca beklediğim durağı inceleme fırsatım oluyor. Sanırım hayatımda bana keyif veren sayılı şeyden biri. Durağı incelemenin neyi keyifli diyeceksiniz. Bizim durağımız ne mutlu ki sıradan bir durak değil. İnsanların hayatından dizeler var bu durakta. Kimisi kazınmış, kimisi sprey boyayla yazılmış. Üstündeki cümleleri okuyup, yazanların hayatına dair yorum yapmak da benim keyif aldığım bir uğraş. Gelgelim ki birkaç gündür tuhaf bir şey dikkatimi çekti. Mavi dizeler, her gün yeni bir mısra ekleniyordu yazıya. Tam yedi gün olmuştu ve durakta Turgut Uyar’ın şu dizeleri vardı: “Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım.” (27). Hafta sonu bile olmasına rağmen gidip bakmıştım durağa. Bunu yazan kişiyi o kadar merak ediyordum ki. İçten içe duygular beslemeye başlamıştım bunu yazan kişiye. Yazan kişinin kadın olma ihtimalini düşünmüyordum bile. Seveceğim adam bu, diyordum kendi kendime. Göğe bakan bir adam, aşkı görebilen bir adam. Üstelik her gün bu durakta bekleyen bir adam. Bunları düşünüp durdum ve bir karara vardım. Ertesi gün durağa erkenden gidecektim ve onu bulup konuşacaktım. Erkenden uyanıp, dikildim durağa. Hiçkimse yoktu etrafta, hava nerdeyse karanlıktı. Gelen olmadı, üstelik yeni bir dize de yoktu. Oysa şiirin kıtası bile tamamlanmıştı. İşe gittim çaresiz, tüm gün bunu düşündüm. Kendimi suçladım, belki de beni gördü vazgeçti yazmaktan. Uzaklaştı ya da durakta sıradan biri gibi bekledi. Çok sinirliydim aslında, korkuyordum ya bir daha yazmazsa diye. Diğer gün geç gittim ki, yazmasına engel olmayayım diye ama nafile. Korktuğum başıma gelmişti, devam etmiyordu şiir. Uyuyamaz olmuştum, hayatımın aşkını kaybetmiş olabilirdim. Bir gün şiiri ben devam ettirmeyi düşündüm, her gün bir dize ekliyordum sabahın erken saatlerinde. Özgün Sönmezer Mavi Aşk Kendimi bildim bileli aşkı arardım. Mavi aşkı, buldum da üstelik. Nedir bu mavi aşk diyeceksiniz, haklısınız sormakta. En iyisi baştan anlatmak olacak hikâyemi sizlere. Ben aşkı hep mavi ile bağdaştırmışımdır; gökyüzü kadar ulaşılamaz, deniz gibi kimi zaman dalgalı, kimi zaman durgun. Bu yüzdendir ki, bana maviyle gelen adamın avuçlarının içine kalbimi bırakıverdim. Her sabah işe otobüsle gidiyorum, bu sebepten dakikalarca beklediğim durağı inceleme fırsatım oluyor. Sanırım hayatımda bana keyif veren sayılı şeyden biri. Durağı incelemenin neyi keyifli diyeceksiniz. Bizim durağımız ne mutlu ki sıradan bir durak değil. İnsanların hayatından dizeler var bu durakta. Kimisi kazınmış, kimisi sprey boyayla yazılmış. Üstündeki cümleleri okuyup, yazanların hayatına dair yorum yapmak da benim keyif aldığım bir uğraş. Gelgelim ki birkaç gündür tuhaf bir şey dikkatimi çekti. Mavi dizeler, her gün yeni bir mısra ekleniyordu yazıya. Tam yedi gün olmuştu ve durakta Turgut Uyar’ın şu dizeleri vardı: “Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım.” (27). Hafta sonu bile olmasına rağmen gidip bakmıştım durağa. Bunu yazan kişiyi o kadar merak ediyordum ki. İçten içe duygular beslemeye başlamıştım bunu yazan kişiye. Yazan kişinin kadın olma ihtimalini düşünmüyordum bile. Seveceğim adam bu, diyordum kendi kendime. Göğe bakan bir adam, aşkı görebilen bir adam. Üstelik her gün bu durakta bekleyen bir adam. Bunları düşünüp durdum ve bir karara vardım. Ertesi gün durağa erkenden gidecektim ve onu bulup konuşacaktım. Erkenden uyanıp, dikildim durağa. Hiçkimse yoktu etrafta, hava nerdeyse karanlıktı. Gelen olmadı, üstelik yeni bir dize de yoktu. Oysa şiirin kıtası bile tamamlanmıştı. İşe gittim çaresiz, tüm gün bunu düşündüm. Kendimi suçladım, belki de beni gördü vazgeçti yazmaktan. Uzaklaştı ya da durakta sıradan biri gibi bekledi. Çok sinirliydim aslında, korkuyordum ya bir daha yazmazsa diye. Diğer gün geç gittim ki, yazmasına engel olmayayım diye ama nafile. Korktuğum başıma gelmişti, devam etmiyordu şiir. Uyuyamaz olmuştum, hayatımın aşkını kaybetmiş olabilirdim. Bir gün şiiri ben devam ettirmeyi düşündüm, her gün bir dize ekliyordum sabahın erken saatlerinde. deyip; kafamı göğe, sonsuz maviye çevirdi. Bir süre öylece göğe baktık durakta. Ve sonra beni öptü. Turgut Uyar’a ve kitabına ise çok şey borçluyuz. Aşkı bir şiirinde biz bulduk, başka bir şiirinde sizin bulamayacağınızı kim söyleyebilir. Kaynak: Uyar, Turgut. Göğe Bakma Durağı. 16. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. Nil Nalbantoğlu “Eski” Sevgili ve En Yakın Dost Eski sevgili… Çoğu insan için tüyler ürpertici olan bir şeydir eski sevgili. Eskiden çok sevdiğin ama artık hayatında olmamasının acısını çektiğin kişidir eski sevgili. Çoğu zaman nefretle bakılır ona çünkü kişiliğinizde, hayatınızda ve günlerinizde bıraktığı izler her zaman sizinledir. Her zaman nefret edilir eski sevgiliden. Onunla yaşanan şeylerden, onunla yapılan şeylerden, onunla konuşulan şeylerden, onunla birlikte sevilmiş şeylerden nefret edilir. Yaşanmışlıklara, ondan kalan izlere lanet edilir. Şiirler bile bu izleri taşır çoğu zaman. Her zaman sitem edilir eski sevgiliye. İnsanlardan beni ayıran en önemli özelliklerimden biri de bu bence. Eski sevgili sahip olunan en değerli şeylerden biridir benim gözümde. Bence insanlar sevgilileriyle büyür. Hayatı sevgililerimiz ile birlikte öğrenir ve deneyimleriz. Bu nedenle hiçbir zaman eski sevgiliye karşı bir kin veya üzüntü duymadım. Beni ben yapan onlardı. Yıllar önce çok sevdiğim bir sevgilim vardı. Hayat sanki sadece onunla güzeldi. Sadece onunla gezmek ve eğlenmek hoşuma gidiyordu. Yaşımın küçük olması nedeniyle çoğu şeyi o öğretmişti bana. Kişiliğim onunla birlikteyken oturmuştu. Şu an sahip olduğum kişiliğin temellerini onunla birlikte atmıştım. Doğruyu, yanlışı onunla birlikte öğreniyordum. Hayatımın her alanında etkilenmiştim ondan. Üç yıl geçti ve her güzel şey gibi bu ilişki de bitti. Yıkılmıştım. Hayatımda hiçbir şey beni bu kadar üzmemişti. Nefret ediyordum her şeyden. En çok da “eski sevgiliden”. Bende, hayatımda ve kişiliğimde bıraktığı izler çok derin yaralar açıyordu. Bana sevdirdiği şeyleri başkasına sevdirecek olması, bende bıraktığı izleri bir başkasında daha bırakacak olması çok acıtıyordu canımı. Bir kere artık adım eskiydi. Yeniler olacaktı. Fakat o benim için eski olamıyordu. Onunla yaşadığım şeyler, bana kattığı şeyler hiçbir zaman bırakmıyordu peşimi. Çok zordu her şey. Düşünsenize, kurduğunuz cümleler, kişiliğiniz bile onu hatırlatıyor size. Siz kendinize onu hatırlatıyorsunuz. Yıllar sonra fark ettim gerçeği. Eski sevgili aslında en büyük dosttu, sırdaştı ve aileydi. Neler yaşanmış olursa olsun saygı duyulmalıydı eski sevgiliye. Beni ben yapan özellikleri katmıştı bana. Bir bütün olmamı sağlamıştı. Yani Nil’i Nil yapan oydu. Başarılarımda onun katkısı vardı. Cümlelerimde, davranışlarımda onun izleri vardı. Tek olmadığımı Eski sevgiliye Yazılan Mektuplar kitabında anladım. Herkes “sevgili” diye başlıyordu mektubuna. Fakat beni en çok etkileyen başlangıç “Kadim dostum, biricik sevgilim” demesiydi Mercan Dede’nin. Hayatımda duyduğum en güzel seslenişti eski sevgiliye. Son derece samimi ve gerçekçi… Sevgili gerçekten de kadim bir dosttur. Senin her derdini dinleyen, seninle ağlayan, seninle gülen, seninle eğlenen, seninle öğrenen en yakın dosttur. Peki ya artık hayatında olmaması neden o insanı kötü biri yapıyor? Hayatında artık olmaması neden eski güzel günlerini bir anda karartıyor? Mercan Dede’nin bu girişini okuduktan sonra her şeye bakış açım değişti. Geçmişine, hayatına ve artık hayatında olmayan sevgilisine ne kadar da sevgi ve saygıyla yaklaşmıştı. İster istemez gözlerim doldu bu satırı okurken. Kafamdan çeşitli düşünceler geçti. İnsanlığın kurtulması için bile bir umut ışığı oldu bu sesleniş benim için. Herkes böyle baksaydı anılarına, bu kadar sahip çıksaydı geçmişine, bu kadar saygı duysaydı eski sevgiliye, eski en yakın dosta, her şey daha farklı olurdu dünyada. Mercan Dede’nin bu seslenişi bütün hayatımda bir dönüm noktası oldu. Kaynakça: Topal, Tezcan. Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar. İstanbul: Yitik Ülke Yayınları, 2015. 9.12.2014 BİR SİSİFOS OLAMADIK…/ Ece ZALOĞLU Albert Camus’un Sisifos Söyleni adlı eserini bilmiyorsanız, sizin için özet geçeyim; Sisifos tanrıların gözdesidir fakat bir gün onları kızdırır bunun üzerine tanrılar ona bir ceza verir. Sisifos her seferinde tepeye ulaşmasına ramak kala taşın aşağı yuvarlanacağını bilmesine rağmen onu yukarı taşımak zorundadır. Camus burada, Sisifos’un olacakları bilmesine ve asla başarıya ulaşamayacak olmasına rağmen denemeye devam etmesini saçma olarak nitelendirir ve uyumsuzu yani saçmayı, yaşamı irdelerken inceler. Fakat Sisifos’un bitmek tükenmek bilmeyen azmi benim için saçma değil aksine hayran kalınasıdır. Çoğumuz, başarısızlıkla sonuçlanacağı bir köşede dursun, kesin başarı güvencesi olmayan işlere girişmiyoruz bile. Neden peki? Risk almak bu kadar mı zor bizim için? Ya da bu kadar mı inancımızı yitirdik kendimize ve çevremize? Belki de bunun cevabını Camus bize çoktan vermiştir eserinde; “ Ölümsüzlük güveni olmayınca, tam anlamıyla hangi özgürlük var olabilir?” Kısıtlı bir zamanda kendi potansiyelimizle kısıtlı olan imkânlarla yaşarken nasıl kesinliği olmayan bir amaç için zamanımızı ve gücümüzü harcamamız beklenebilir ki? Bir gün bütün bunların sonunun geleceğini bilmek zaten en baştan şevkimizi kırmıyor mu? Her geçen gün vücudumuz güç kaybederken, yapabileceklerimiz için belki de çok geç kaldığımızı bile bile yine de kalkıp 9.12.2014 günlük rutinimizi tamamlıyoruz ve bazen bu rutinin içinde çırpınırken başını daha fazla suyun üstünde tutacak gücü kalmayanlarımız oluyor. Hikayesini kendi sonlandırmak istiyor belki ya da sonunun beklemeye değmeyeceğini düşünüyor. Kim bilir neler geçiyor akıllarından, bilmiyoruz çünkü anlatacak güçleri kalmamış, yorulmuş ve bir an önce bu histen kurtulmak istiyorlar. Ne yazık ki hayat, tüm çocuklarını eşit şekilde sevmeyen bir anne kadar ikiyüzlü ve gaddar ve bazılarımız bunu kaldıramayacak kadar narin. İşte o zaman hayatın galibiyetini kabullenip oyundan çıkmayı tercih ediyorlar. “Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir.” Belki de bizi Sisifos’tan ayıran, onun gibi olamamamıza neden olan özellik budur. Mağlubiyeti bu kadar çabuk kabullenişimiz adeta onu kucaklayışımız önümüzdeki engeldir Sisifos olmamızda. Hayatta karşımıza çıkan zorlukları bir engel olarak değil bir meydan okuma olarak görüp, üstüne gitmeli ne kadar başarısız olursak olalım umutsuzluğa kapılmadan devam etmeliyiz. Ta ki başarana kadar... Sisifos’un her seferinde başarısız olacağını bilmesine rağmen denemeye devam ettiğini düşünecek olursak bizim olası başarımız için uğraşmamız pek de işten sayılmaz sanırım. Sonuçta, uğraşmaktır bizi canlı tutan. Sisifos’un bu kısır döngüye rağmen intihar etmemesi de bundandır belki de. Şu kısıtlı varlığımızı sonsuzluğa kavuşturacak olan tek şey üretmek, yeni şeyler yaratmaktır. Bu dünyadan göçüp gittikten sonra bizden geriye hiçbir şey kalmamasından korkuyoruz, unutulmaktan korkuyoruz yine de hiçbir şey üretmiyoruz. Fakat, bir şeyler var etmedikçe, bir katkıda bulunmadıkça bundan yıllar sonra hatırlanmaya dair ne bırakabiliriz. Bu yüzden sürekli düşünmeli, uğraşmalı ve başımızı dalgaların üstünde tutmalıyız ki hatırlanmaya değer şeyler bırakabilelim kendimize dair. “Bu evrende yapıt, bilincimizi ayakta tutmak ve onun serüvenlerini görüp göstermek için tek şansımızdır. Yaratmak, iki kez yaşamaktır.” Belki şu ana kadar bir Sisifos olamadık ama bundan sonrası için bu şansımızı kaybettiğimiz anlamına gelmez. İnsan, başarısızlıklarında yılmamalı her zaman daha iyisi için uğraşmalı bir şeyler yaratmalıdır. Yaratmalı ki şu kısıtlı yaşamı ikiye katlansın, bir anlam kazansın. Böylece hiçbir başarısızlık onu yıldıramaz, Sisifos gibi yılmadan devam eder hayatına. GEYİKLERİN ARASINA BİR YOLCULUK Küçüklüğümden beri ailemle gezmekten fazlasıyla zevk almışımdır. Onlarla yeni yerler görmek ve yeni aktiviteler yapmak, beraber yemek yiyip bir şeyler içmek hep hoşuma gitmiştir. Burada özellikle de yurt dışı gezilerinden bahsediyorum. Farklı ülkelerin sokaklarında gezmek, farklı dilleri konuşan insanlarla aynı havayı solumak, farklı kültürleri tanıyıp farklı lezzetler tatmak… Benim için, gezdiğim yerlerin her birinin ayrı bir önemi vardır ama elbette bazıları daha büyük yer tutar zihnimde. Bu gezilerden biri de Lapland, Finlandiya. Bu geziyi bir tur şirketiyle beraber yaptık. Bu tur şirketinin en önemli özelliklerinden biri de seçtikleri ulaşım araçlarıydı. Helsinki’ye uçuşumuzun ardından şehir turuna başladık. Tarihi mimari Avrupa’da gezdiğim birçok şehirde olduğu gibi beni büyüledi. Dar sokaklardan geçerken kendimi geçmişteymişim gibi hissettim. Sanki ilerideki sokaktan atlı bir araba belki de bir şövalye çıkacakmış gibi geldi. Hava karardıkça sokaklardaki ışıklarla loş bir ortam oluşması, dışarıdaki soğuk havaya rağmen içimi ısıtmıştı. Bizim gittiğimiz zaman tam yılbaşı dönemi olduğu için çoğu yerde süsler ve ışıklar vardı. Deniz kenarındaki Esplanadi Park’ta da birkaç tane ağaç ve geyik heykelleri de ışıklandırılmıştı. Onları filmlerde kutsal bir varlığın parlama efektine benzettim. Ardından bu turu seçmemizin sebeplerinden birine doğru yola çıktık, Helsinki Tren Garı’na. Daha önce uzun bir yolculuk için hiç trene binmemiştim. Treni beklerken bir kompartımanda uyumanın ne kadar ilginç olabileceğini düşündüm ve heyecanlandım. Tren geldiğinde bavulumu kalacağım yere taşırken heyecanım iyice arttı. Ayrıca ailemle farklı bir kompartımandaydım ve bütün oda bana aitti. En başta alt yatakta mı yatsam üst yatakta mı diye düşünürken aklıma bir şey takıldı. Odada bir tane el lavabosu vardı ama tuvalet yoktu. Ben bunu o ana kadar hiç düşünmemiştim ama üstünden gelinemeyecek bir problem olmadığını biliyordum. Sabah uyandığımızda Finlandiya’nın kuzeyinde olan Levi Kasabası’na gelmiştik. Bu küçük kasaba bir kayak kasabasıydı ve büyükçe bir pisti vardı. Biz orada kayak yapabileceğimiz zamanımız olmayacağını düşünüp kayak pantolonu getirmemiştik ve buna pişman olduk. Kayak montumuz vardı, kayak ekipmanlarımızı da oradan kiraladık fakat normal pantolonla kaymak zorunda kaldık. Pistteki insanlar bize bakmasa bile az da olsa utanmıştım çünkü herkes güzel güzel kayak kıyafetlerini giymişlerdi. Kafalarından da çok üşüyeceğimiz fikrini geçirdiklerine eminim. Fakat ilk birkaç saat boyunca hiç üşümedik ve bunun için şanslı olduğumuzu düşündüm. Elbette böyle düşünmeye başladıktan hemen sonra hava kararmaya başladı. Saatin üç olduğunu görünce şaşırdım. Bu şekilde olacağını gitmeden önceleri biliyordum ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Orada yaşayan insanların buna nasıl dayandıklarını merak ettim. Ben de bir sene boyunca Kanada’da yaşamıştım. Orada da güneş beş olmadan batıyordu ve sürekli kapalı bir hava olması boğuyordu beni. Sonra da oradaki insanların ne kadar mutlu göründüklerine bakarak onları takdir ettim. Tabii rol yapıyorlarsa bilemiyorum. Ertesi gün çok eğlenceli bir etkinliğimiz vardı, Husky kızak turu. Daha önceden yaptığım için ne kadar zevkli olacağını biliyordum. O anılarım kızağa ilk bindiğimde kafamda canlandı. Fakat eskiden bindiğim kızak bu kadar hızlı hareket etmiyordu. Hızlı gitmemiz dolayısıyla da kızak sürekli zıplayıp duruyordu ve biz de onunla birlikte hopluyorduk. Sert zemine çarpmaktan canım iyice acımaya başladı ve keşke daha yumuşak bir şeye oturuyor olsaydım deyip durdum. Buna rağmen o hayvanların heyecanını kendi içimde hissediyordum, soğuk havanın yüzüme vurması da üstümdeki battaniyeye daha çok sarılmam gerektiğini söylüyordu. Başka bir gün bir rüzgar daha bana battaniyeme sarılmamı söyledi. Bu sefer de ren geyiklerinin çektiği bir kızaktaydık. Bu kızak daha yavaş gittiği için kendimi daha rahat hissediyordum. Etrafımdaki manzarayı zıplamadan izleyip rahat rahat zevkini çıkarabiliyordum. Bu sırada da kendimi küçükken izlediğim bir filmdeki adamlar gibi hissettim. Filmde bir grup arkadaş karlar altındaki bir ormanda kayboluyorlardı. Sadece kızağın ve birkaç tane ağaç hışırtısı dışındaki sessizlik bana bunu düşündürmüştü. Tam da yolun ortasında ensemde bir nefes hissettim. O sırada aklımdan onlarca şey geçti. Meğerse sadece arka arabayı çeken geyiklerden biriymiş. O anı da hemen fotoğrafladım. Benim için gezideki en güzel anlardan birisi de yılbaşı gecesiydi. Restoranda yemeğe başladığımızda ilk olarak küçük bir top tavuk geldi. En başta porsiyonları küçük diye düşündüm. Tam bu sırada çorbayı getirip üstüne döktüler. Ne kadar ilginç bir servis şekli diye düşmeden duramadım. Buradaki yemeğin ardından yeni yıla girmek için kayak pistine gittik. Zamanı geldiğinde her yerde havai fişekler patlamaya başladı ve o kadar küçük bir kasabada bile bu kutlama beni çok şaşırttı. Belki bu yüzden orada yaşayan insanlar mutluydu, kutlamaları muazzamdı. Elbette havai fişeklerden sonra yaptığımız hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Karların üstüne oturup buz gibi şarap içmek pek mantıklı bir aktivite değildi. Soğukluğu önce dişlerimde sonra da bütün vücudumda hissettim. Tatil boyunca üşümediğim kadar orada üşüdüm sanırım. Keşke elimde o kadeh yerine bir kupa içinde sıcak çikolata olsaydı diye geçirdim. En sona geldiğimizde ise her gezide olduğu gibi bu gezide de güzel ve hayatımı geri kalanı boyunca hatırlamak istediğim anılar kazandım. Dönüş için ikinci kez trene bindik. Tabii ilk seferki ki kadar ne heyecanım vardı ne de enerjim. Raylardan çıkan ses ninni gibi geliyordu kulağıma. O akşam yatmadan önce düşündüğüm tek bir şey vardı: Keşke bu gezi hiç bitmese… Alkım Önen Deniz Ataber Seçgin 21400423 TURK101-18 Ödev 6 – Draft 1 Başak Berna Cordan 09.12.14 Arkandaki Ses 9 Aralık, 2014 Sevgili Charlie, Hep yazan sendin. Tanımadan yazdın. İstemsizce yazdın. Yargılamayacağımı bilerek yazdın. Sıra bende. Tanımıyorum seni. İstediğimi paylaşacağım o yüzden. Sen de yargılama beni. Hayatım değişiyor. Kozamdan çıkıyorum biliyor musun? Eski ben, ben değilim artık. Ailem yok, uzaklarda. Seçtiğim kardeşlerim yanımda ama onlar da uzaktalar artık. Uzaklaştırdım kimisini. Kimisini sildim.Yeni kişiler tanımlanıyor artık hayatıma. Eğlenceli, keyifli… Farklı simalar, farklı tarzlar, farklı kişilikler… Benliğimi değiştiriyorlar. İstesem de istemesem de değişiyorum. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . . . . .. . . . . . . . . . Nerde eski büyük egom? Arkamda saklanıyor. Ara sıra gösteriyor kendini, sonra tekrar kayboluyor. Ama yavaş yavaş kırıyorum onu, biliyorum. Utangaç sanki biraz. Yeni insanlara karşı çekingen. Hep geride… Korkuyor. Dalına tutunmaya çalışıyor. Ben onu bıraksam da o beni bırakmıyor. Kim bana yakınlaşsa, kim beni arkadaş görse, birden çıkıveriyor ortaya. Uzaklaştırıyor onları. Kıskanıyor beni biliyorum. Dalına tutunmaya çalışıyor. Paylaşmıyor beni, paylaşamıyor dalını. Korkuyorum kimi zaman. Ya herkes giderse, yalnız kalırsam… Ne yaparım o zaman? Arkamı dönüyorum bir ses: “Bırak çekip gitsinler, bizi kabul eden böyle etsin.” Komik değil mi arkadaş? Komik... Bir anda çıkıveriyor o ses: “Yalnız olmadın hiç. Olmayacaksın da… Senin arkanda ben varım.” Bu aralar yok o ses. Kayboldu. Nereye kaçtı gitti bilmiyorum. Ses kesilince, bir anda arkasını dönen herkes, kollarını açtı. Koştum kollarına, sıkıca sardım onları. Meğer yalnızmışım. Yalnızlığa itiyormuş beni. Farkedememişim. Nereye mi gitti ses? Hiçbir fikrim yok. Nasıl oldu dersen arkadaş, O geldi. Senelerdir beklediğim o his belirdi içimde. Tarif edemem o hissi. Edemiyorum. Seçgin 2 Onunla geldi. Sarıldı bana ve arkamdaki o kirli sesi temizledi bir anda. Aşk dedi bana. Bilmiyorum. Ona da hep bunu söylüyorum. ‘Bilmiyorum’. Ona ne desem, nasıl davransam, bilmiyorum. Her şey karıştı, mantık yok oldu. Hızlanan kalp atışlarımla yolumu bulur oldum. Kalbimi takip ediyorum artık. Ses kesildi. Onun tutunacağı bir dalı vardı. Acaba benim dalım da o muydu? Ben yeni bir dal bulunca, kırıldı gitti mi? Gitsin… Umrumda değil. Egoymuş… Kimin ihtiyacı var ki sana? Ben belki de bir dal değil, hayatıma kök salacak bir ağaç buldum. Ağacımın köklerini kestirmeyeceğim ona. Bu sefer olmaz. Gitti. Yeni bir sayfa değil, defter açıldı önümde. Uzunca bir süre gelmez umarım. Hayatımda kaybetmeyi göze alamayacaklarım var artık. Pis sesiyle beni kandıramaz, arkamı kolladığına inandıramaz beni. Yalnız da kalsam, yeri yok artık onun. Biliyorum Charlie. Sen benim gibi değildin, hiç de olmadın. Egoların hiçbir zaman önüne engel koymadı. Ama çektin değil mi onun eksikliğini biraz da olsa… Yavaş yavaş kazandığın o egoyla girdin biliyorum arkadaşlarının arasına. Sevdiklerinin güvenini o arkandaki ses güçlendikçe kazandın. Ne oldu sonra? Küçük yanlış tercihler yaptırdı sana. Önce sen de ona güvendin. Sana yol göstermesine izin verdin. Yavaş yavaş ele geçirdi seni. Sen sen değildin artık. Hayatın bambaşkaydı. Sen, bambaşkaydın. Yanlış kızı öptün, yanlış hapları kullandın. Yanlış sözler çıktı ağzından. Hep o işte Charlie. Ardındaki ses... Kov artık onu. Unut söylediklerini. Sen ondan önce vardın, hep de olacaksın. Başka dallara başka ağaçlara tutunacaksın. Onun tek dayanağı sensin. Kır belini acı çek, ama kurtul ondan Charlie. Gerekirse o dalı kurut. Kırılgan ol. Ama kurtul ondan Charlie. YUMUŞAK YASTIK İSTERKEN YASTIKTAN OLMAK Bazen kendime soruyorum bu hayatta en önemli şey nedir diye. Aşk, para, güç, sevgi, mutluluk hangisi daha değerli karar veremiyorum, biri olmadan diğeri olmuyor gibi. Siz ne durumdasınız, birini seçebildiniz mi? Bugün kendi kararsızlığımı boş verip güç sahibi olmayı her şeyin önüne koymaktan ve koyan insanlardan bahsetmek istiyorum. Gücün bir sürü tanımı var parasal, fiziksel, duygusal, mevkisel, hepsi de birbirine bağlı aslında. Hatta bağlılıktan çok destekçiler birbirlerine, biri olunca diğerini elde etmek daha da kolaylaşıyor. Bazı insanların bazılarından üstte olduğu, lider-takipçi sistemine dayanan bir dünyada yaşıyoruz. İçgüdüsel olarak bir lidere, yöneticiye ihtiyaç duyuyoruz. Bazı bireyler ise bu doğrultuda kendilerini güçlü olmaya adıyor ve yavaş yavaş güçlenerek toplumun kontrolünün sağlandığı liderlik etme mevkisine yükseliyor. Her insan bir lider olmasa da toplumun üzerimizde yarattığı “güçlü olmalısın”, “kendi kendine yetebilmeli, çevrendekileri koruyabilmelisin” baskısı doğrultusunda güç sahibi olabilmek için gerekenleri yapmaya itiyor. Gelir seviyemizi arttırmak için çalışmaya başlıyoruz, maaşımızda yazan sayılar dizisi yetmiyor, terfi almaya, müdür olmaya çalışıyoruz. Asla elimizdeki ile yetinemiyoruz değil mi? Çokta haksız sayılmayız bunları yaparken, kim istemez daha güzel şartlarda, üçün beşin hesabını yapamadan yaşamayı, tabii ki herkes ister. Ben de isterim. Ama daha fazlasını, güçlü olmayı istemenin de bir sınırı var bence. Bu sınır benim için insanların kırılmaya başladığı yerde çiziliyor, benden geç veya önce çizgi çekmeye karar vermiş binlerce insan var. Güç için insanları kırmaya, çevrene zarar vermeye başladığında başlıyor problemler. Güç isteği son derece insani bir duygu olmaktan çıkıp vahşi bir dürtüye dönüşüyor. Bu vahşi dürtü insanı ne kadar ileri götürebilir, insan güç isteği uğruna nelerden vazgeçebilir, nelerden taviz verebilir? Yalan söylemek, karşındaki insanı kırmak gibi minik şeyler olduğunu düşünüyorsanız ya kendinizi kandırıyorsunuz ya da kafanızı kaldırıp çevrenize, dünyamıza bir kere bakmamışsınızdır demektir. William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” eserinin en dikkat çekici yanlarından birinin insanın güç için ne kadar ileri gidebileceğini doğrudan okuyucularına göstermesi olduğunu düşünüyorum. Yapıtın geçtiği uzam günlük yaşamımızdan oldukça farklı fakat çocukların güç isteği doğrultusunda gösterdiği davranışlar içinde bulunduğumuz toplumun güç arzusu karşısında sergilediği tutumdan çok da farklı değil. Güç sahibi olmak için zayıf olanı ezme, baskı ve zoraki yönlendirmeler ile başlayan güç savaşı çocuklar arasında en güçsüz ve zayıf olarak görülen “Domuzcuk”un ölmesiyle başka bir boyuta taşınıyor. Çocuklar üzerinden gördüğümüz bu akıl almaz, vahşi ve acımasız davranış kabul edilemeyecek cinsten. Ufacık çocuklar kısacık hayatlarında nereden öğrenmişler böylesine vahşi olmayı diye düşünmemek elde değil. “ Çocuklar gördüklerini yaparlar” tabiri tam da bu kafa karışıklığını düzelmek için söylenmiş adeta çünkü sahip oldukları güç isteği, savaşı ve içlerine işlemiş olan gizli güç hırsı çevrelerinin, bizim dünyamızın, toplumumuzun yansıması sadece. İnsan güçlü olmak, bazılarından üstte yer almak adına belli tavizlerden kaçmazken, taviz verirken içini rahatlatmak için bahaneler uydurmayı ve bu bahaneler ardına saklanarak kendinden kaçmayı öğrenmiş durumda. Verilen tavizler, vazgeçilenler sınırsız olunca, arkana saklanılacak bahane de sınırsız oluyor demek doğru olur. Ailemizi, işimizi, ihtiyaçlarımızı, konforlu bir yaşam sürme isteğimizi bu iç rahatlatma, yastığa kafamızı rahat koyma çabalarımız doğrultusunda kullandığımız kalkanlardan bir kaçı sadece. Bu kalkanlar “Sineklerin Tanrısı” eserinde önemli bir yere sahip, çocuklar yaptıkları akıl almaz davranışları duygusal olarak kabul etmemek için bir “otorite kurma” bahanesinin arkasına saklanıyorlar. Daha da üzücü fakat bir o kadar da gerçekçi olan bir diğer durum ise yaptıkları vahşi davranışların içinde bulundukları durum doğrultusunda “gerekli” olduğunu düşünerek yapmaları, bu durum eserde beni en çok şaşırtan durum ve “Nasıl böyle düşünebilirler?” diye kendime sormadan edemiyorum açıkçası. Cevap yine çok farklı değil yaşadıkları toplumun izleri bu durumda da kendisini açıkça gösteriyor. Kendi isteklerimizden, tutkularımızdan vazgeçmek yerine onları doğru kılmak adına ne gerekiyorsa yapma eğilimindeyiz ve bunları yaparken suçluluk hissetmemek için çevremizdeki her şeyi ve herkesi suistimal ediyoruz. Güç isteği, güç için savaşmaya, bizim için değerli olanlar bahanelere ve tavizlere, vahşi ve kabul edilemez davranışlar yapılması gereken davranışlara dönüştü. Bu gerçeklikle yüzleşmekten de kaçıyorken minicik çocuklar üzerinden kurgulanmış bir kitapta güce olan tutkumuzu bu kadar bariz bir şekilde görmek toplumumuzda, davranışlarımızda bir şeylerin yanlış olduğunun en büyük kanıtlarından biri. Kafamızı daha rahat bir yastığa koymak uğruna içimiz rahat bir şekilde uyuyamaz hale gelmişiz. Nasıl düzelir, değiştiririz bu durumu bilemiyorum ama güç için yaptıklarımızın sonuçları altında ezilmemek ve bahanelerden oluşturduğumuz kalkanları kullanmamayı tekrar başarabilmek için azıcıkta olsa güç sahibi olmayı isteyen benliğimizden taviz vermeyi, ona hayır demeyi yeniden hatırlarsak belki biraz rahat uyuruz. Sev, Sevil, Sevene de Karışma! The Normal Heart aslında televizyon için yapılmış bir film olmakla birlikte kadrosunda da birçoğumuzun yakından tanıdığı yetenekli oyunculara sahip. New York’ta geçen bu hikaye seksenleri kasıp kavuran HIV-AIDS’i anlatıyor. Ned ve Felix’in arasındaki ilişki ile her şey güzel başlarken Felix’in AIDS teşhisi konulmasıyla hayatları alt üst olan iki aşığı izliyorsunuz. Tabii o zamanlar AIDS bir gay hastalığı zannedildiği için ne devlet tarafından ne de tıp camiası tarafından bu hastalığa çare bulunulmaya çalışılmıyor. İlk başta gay kanseri denilen bu hastalık insanları homoseksüellere karşı öyle bir nefrete itiyor ki insanlar aynı ortamda bulunmak bile istemiyor. Ned ise sevdiği adamı kurtarabilmek için her yolu deniyor. Bürokratlarla görüşüyor ancak gay hastalığı zannedildiği için hiç kimse homoseksüellere yanaşmak bile istemiyor. AIDS, HIV dönemini bilmeyenler için özellikle doksanlar sonrası jenerasyonu için mükemmel bir film. İnsanların neler ile yüzleşmek zorunda olduğunu görmek, toplum tarafından nasıl dışlandığını görmek oldukça hüzünlendiriciydi. Aslında insanlığın var oluşundan beri hayatımızda olan bu gerçekliğin bu kadar garip ve olağan dışı karşılanması bana hep mantıksız gelmiştir. Homoseksüelliği günaha yoran da var, mental hastalığa yoran da. Aslında olan ise bazılarımızın heteroseksüel bazılarımızın homoseksüel doğması. Yani seçim falan değil bu, bir gün uyanıp kendi kendine hadi bugün de gay olayım diyemezsin. Kim seçmek ister ki zaten böyle nefret dolu bir dünyada. Birkaç ülke dışında gay olduğu için şiddete maruz kalan hatta ölümle cezalandırılan o kadar çok insan var ki. Ülkemizde de bu durum ne yazık ki böyle. İstanbul gibi metropol bir şehirde bile daha el ele tutuşup rahatça gezebilen bir homoseksüel çift göremedim. Duyanlar vardır yaklaşık bir ay önce gay bir çift alternatif evlilik yaptı. Bunun üzerine çıkan haberler, yapılan yorumlar insanı çileden çıkaracak türden. Yok efendim çocuğa tecavüz etsen daha kabul edilebilir bir olaymış. Bu nasıl bir zihniyet, sen sevdiğin insanla evlenmeyi nasıl bir pedofili ile karşılaştırabilirsin ki. Biz kimsenin evliliğini sorgulamazken sen nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun ki. Ayrıca kimin kim ile evlendiği kimseyi ilgilendirmezken bu tür yorumların yapılması gerçekten dehşete düşüren cinstendi. Böyle bir nefrete sebep olabilecek iki etken olduğunu düşünüyorum. Din ne yazık ki bu nefretin en büyük kaynaklarından biri. Sadece Müslümanlık da değil bütün dinler böyle. Burada aslında dini de yargılamamak lazım sorun dini nasıl öğrettiğin ve nasıl dinin manipüle edilip bir kısım tarafından kullanıldığı zaten. Diğer etken ise eğitim. Eğer insanlarımız eğitilemezse ve homoseksüelliğin anne karnında belirlendiği öğretilse, bu konu hakkındaki birçok önyargının ve nefretin kırılacağını düşünüyorum. Bunla da bitmiyor tabii ne yapılırsa yapılsın dünyada her zaman azınlığa karşı bir kin, nefret var olacak. Toplumumuzdaki tek sorun homoseksüelliğe karşı yaklaşım değil ne yazık ki. Kadına şiddetten tarihimizi unutmamıza kadar birçok sorunumuz var aslında. Eğer gazete okuyorsanız eminin siz de bıkmışsınızdır artık her sabah yeni bir cinayet, yeni bir sapığın haberini okumaktan. Boşanmak istediği karısını öldürenden tutandan da, kendi çıkarları için koca bir ülkeyi hiçe sayan liderlere kadar daha birçok problemimiz var gözümüzü yumduğumuz, boş verdiğimiz. Umursamıyoruz artık çevremizde olup bitenleri. Nerelerden nerelere düştüğümüzü görmek daha da üzücü. Sadece homoseksüellikle ne bitiyor ne de başlıyor problemlerimiz. Adete toplumsal bir çöküşe doğru son hız gidiyoruz. Murphy,Ryan The Normal Heart. New York City:2014 Aybike Gündoğdu Ege Berkay Gülcan TURK-102/037 21400461 Dogmaları Yıkan Bir Tecrübe Fantastik romanları herkes sever değil mi? İçinde büyüler, şanlı ve cesur kahramanlar, bozulmuş ve cani kötüler ve mutlu sonlar vardır. Peki hiç merak ettiniz mi kahraman kazanamasaydı ne olurdu? Ya da kahraman kazansa da zaferi daha büyük kötülüklere yol açsa? Hep iyilikle doludur fantastik dünya. Fakat Hurin’in Çocukları bir istisna bu konuda. Hayatta hep iyilerin kazanmadığı gerçeğini yüzüme vuran, acı dolu bir tecrübe oldu bana. Hikâye ilerledikçe kahramanın acılarını derinden hissettiğim, paylaştığım ve dogmalarımı yıkan bir deneyim yaşadım. Hikâyeyle olgunlaşıp derinleşen bir tecrübe yaşadığım için size anlatacaklarım da hikâyeyle beraber gidecek. Hikâye ilerledikçe gitgide kararan, içinizi de kendisiyle beraber karartan bir evren Hurin’in Çocukları. Tolkien’in Orta Dünya’ya dair diğer eserlerinden çok farklı olarak mutlu son bulamıyorsunuz içinde. Hikâyeye girince klasik bir fantastik hikâye gibi başlıyor. Cesur insanlar, şanlı elfler parlak zırhlarını giyinip borular eşliğinde savaşa yürüyor kötüyü yok etmek için. Her zamanki cesaret duygusu sarıyor etrafınızı. Ama ardından gelenler asla beklediğiniz gibi olmuyor. Kötü iyinin güçlerini bütün dehşetiyle yok ediyor. İyinin kahramanı Hurin de lanetleniyor çocuklarının azabını hayatı boyunca izlemeye. Böylece Tolkien içinizdeki güvende olma duygusunu yerle bir ediyor. Artık ne olacak emin değilsiniz. Paranoyak bir hayava bürünüyorsunuz. Her köşede bir sinsilik hissediyorsunuz. Çünkü çocukluğumuzdan beri hepimizin beynine çeşitli yollardan zorla kazınan iyi her zaman kazanır düşüncesi yok olmaya başlıyor. Çocukken yatmadan önce dinlediğimiz mutlu mesut geçen hikâyelerle bilinçaltımıza yerleştirilen hayat iyi ve güzel düşüncelerinden oluşan beyin yıkaması dağılmaya başlıyor. En azından benim tecrübem böyle. Bütün bu duygu karmaşasını yaşarken devam ediyorsunuz daha fazlasını yaşamaya. Hurin’in öksüzlerinin ve dul kalmış eşinin ızdırabını izliyorsunuz ve o ızdırapla beraber büyümelerini. Oğlu Turin’in elflerle beraber savaşın içinde yetişkinliğe adım atışını görüyorsunuz. Arkadaş edinmesini, sevmesini. Mutlu gidiyor yine. Ta ki kötünün laneti yeniden Hurin’in soyunu vurup Turin dostu, savaş arkadaşı Beleg’i istemeden öldürene kadar günlerce işkenceden sonra. İkinci büyük darbe oluyor bu da. Çocukluk dogmalarınız yeniden kök salmaya başlamışken bir darbe daha yiyorsunuz. İşkenceyle gelen acıyla çıldırtılan bir adamın ruhumuza yerleştirilmiş arkadaş kavramının, en büyük zorluklara bile dayanacak beraberlik, yıkışını izliyorusunuz. Her düşüşünüzde sizi ayağa kaldıracak dostunuza, bazen canınızdan çok sevdiğiniz arkadaşınıza zarar verebileceğinizi görüyorsunuz hastalıklı kötünün dokunuşuyla. Arkadaşlarınıza bakamaz oluyorsunuz. Güveniniz yok oluyor ve herkese “ Acaba ne zaman bana ihanet edecek” gözüyle bakıyorsunuz. Ya ihanet etmezse sorusu ise şakaya dönüşüyor. Edeceğini biliyorsunuz... Elf krallıklarının hüküm sürdüğü topraklarda cesur, kahraman bir elf beyini öldüren Turin ise sürgüne terkedilip küçük bir dağ köyüne yerleşiyor ve dilsiz, hiçbir şey bilmeyen bir kıza gönlünü veriyor bundan sonra. Farkında olmadığı şey ise gönlünü kaptırdığı kızın tüm ejderlerin babası Glaurung tarafından hafızası silinen kardeşi Lalaith olduğu... En sonunda Glaurung’la savaşıp onu yendikten sonra Turin Lalaith’in hafızası yerine geliyor ve kardeşini tanıyor. Mutlu sonla bitmiş gibi görünse bile olan tek şey ikisinin de intiharı ve babaları Hurin’in bu ızdırapla yaşamaya terkedilmesi oluyor... Ve kalan tek kutsal şeyi de yok etmiş oluyor Tolkien. Aşk. Kötünün zehriyle bozulan bu kutsal değer sevdiğinizin gözlerine bakmayı ızdırap haline getiriyor. Her dokunuş bin iğnenin acısına her bakış körlüğe sebep oluyor. Ve hayatın kötü olduğu gerçeği sızıyor ruhunuza ve benimsiyorsunuz artık onu. Kötülük çevrenizi sarıyor ve çocukluğun saflığı, öğrendiğiniz bütün güzellikler veda ediyor size... Hurin’in Çocukları hayatın gerçeklerini sergileyen bir başyapıt. Eğer çocukluğunuzun dogmalarından kurtulup büyümeye hazırsanız okumanız yaşamanız gereken bir deneyim. O zaman sizle vedalaşıp sizi Tolkien’in ellerinde büyümekle baş başa bırakıyorum. Aslı Alpman KORKUNUN ANATOMİSİ Niçin bir obje bazı insanlara korkunç gelirken diğerlerine etki etmez? Bu iki tür insan arasındaki temel farklılık nedir? Niçin biz korkmayanı takdir ederken korkanı ayıplarız? Korku niçin çoğu insanca ayıplanan bir duygudur? Korku bize kötü tanıtılmış olsa dahi insanlığa bahşedilmiş bir hediyedir. Yeni doğan bir bebek düşünün. Bu bebek korku duygusundan habersizdir, korku hissine yeni doğmuş bir canlıda rastlayamayız. Zamanla çevresiyle ilgili değerlendirmeler yapmaya başlar ve neyi yapmaması gerektiğini hisleri ve mantığıyla kavrar. Ona zarar veren şeylerden korku sayesinde uzak durur. Diğer insanların korktuğu şeyleri de kendi korku hanesine ekler ve korkularının sayısı git gide artmaya başlar. Fakat bu ne ayıplanacak ne de kötü bir şeydir. Aksine faydalı bir kazanımdır. Bir bebeğin korku hissini kazanmasıyla ömrünün uzayacağını düşünebiliriz. Ölüm korkusu onu yaşamak zorunda bırakacak yani içgüdüsel olarak ölmekten korktuğu için yaşayacaktır. Korku ayıplanacak bir güçsüzlük belirtisi değil de evrimsel olarak süregelen ve hayatta kalabilmemiz için dışsal etkilere verdiğimiz tepkileri denetleyen en ilkel duygularımızdan biridir. Yaşamdaki bu temel mevkiinden ötürü gerek sanat gerekse bilimle sık sık beraber gezer. Sanat için korku esin kaynağıdır ve çoğu zaman onları beraber görülür. Tüm o içselleştirdiğimiz güzel eserlere bakın; kaybetme korkusuna, hayatı ıskalama korkusuna ve aklıma gelmeyen başka tür korkulara dokunur bir uçları. Gelip geçici olduğumuz bu dünyada gelip geçme tabirinin hakkını verip unutulmaya korkup iz bırakmaya çalışmıyor muyuz hepimiz? Sanat korkuyla yakın dostken bilim ona düşman gibi davranır. Korkularımızın bilmediğimiz şeylerden kaynaklandığını var sayarak her şeyi bildiğini zanneden küçük bir çocuk gibi korkuya saldırır. Korkunun cahillerin işi olduğunu ve bilinmeyenden korkulacağını ancak cahillerin korkak olabileceğini savunur materyalist bir edayla. Bilimin sınırları olup olmadığını sorgulamak değil amacım fakat çağımızda -günümüz bilgi birikimiyle- bilimin ulaşamayacağı yerler, cevap veremeyeceği sorular olduğu çok açık. Burada da inançlarımız devreye giriyor. Aklımız yetersiz kaldığında -aklımız hislerimizden daha mı güvenilir bu da tartışılır- hislerimize başvuruyoruz. Aklımızın cevap veremediği soruların üstesinden inancımız yardımıyla geliyoruz. Esasen inançlarımız bazı derin korkularımıza da neden oluyor. Aklımızı ikna edemediğimiz zamanlarda beynimiz alarm veriyor. Vücudumuz da kimyasal olarak bu duruma tepki veriyor ve biz korkmuş oluyoruz. İnançlarımızı da kalbimizi ve aklımızı yatıştırmak, sakinleştirmek için kullanıyoruz. Yani inançlarımız hem korkunun tetikleyicisi hem de ilacı. Hâl böyleyken inançla korku arasındaki bağı inkâr etmek anlamsız. Dinsel öğelerle süslenmiş basit hatta ucuz bir senaryo ile vizyona giren filmlerin bu denli hasılat yapması bundan değil midir? Tamamen ticari amaçlarla bu bağı kullanarak korkuyu kolay yoldan izleyicilere hissettirmek ne kadar doğrudur? Ne yazık ki son yıllarda yapılan korku filmlerinin çoğu bu yanlışa düşüyor. Fakat Şeytan Çarpması adındaki 2005 yapımı bu filmde bu durumun aksini görüyoruz. Gerçek bir hikâyeye dayandırılmış bu film izleyiciye olay örgüsünü veriyor sadece, korkutmak için ayrı bir çaba göstermiyor. Bu sebepten çoğu izleyici bu filmi korku filmi olarak değerlendirmiyor. Çünkü korku filmi klişelerini yıkan cinsten bir film. Yaşanan doğaüstü olaylara iki yönden de yaklaşılıyor; bu olayları bilimle açıklamaya çalışan doktor ve dinsel bir tutumu simgeleyen papaz. Film her iki tarafında savunmasını bize sunup kararı bize bırakıyor. Seçeceğimiz taraf da filmden korkup korkmayacağımızı belirliyor. Korkuyu sorgulayan bir korku filmi gibi. Filmin neden beni korkuttuğunu düşünüyorum izledikten sonra. Hikâyenin dayandırıldığı gerçek hikâyeyi araştırıyorum, bilmek istiyorum. Fark etmeden ben de aynı şeyi yapıyorum; korkmamak için bilmek istiyorum sadece bilmediğimiz şeylerden korkacağımız varsayımıyla. Siyah, Beyaz ve Gri Bildiğimiz üzere son yılların en popüler yorumculuk türü video oyunu yorumculuğudur. Sosyal paylaşım platformlarında da oyun yorumculuğu diğer tüm yorumculuk türlerinin önüne geçmiştir. Youtube’da en çok aboneye sahip olan kanal Felix Kjellberg (PewDiePie) isimli bir oyun yorumcusuna aittir. Ben de bu modaya uyarak, bu dönemki son blog yazımı en sevdiğim ve beni en çok etkileyen oyun üzerine yazmak istedim. Bethesda Softworks tarafından yaratılan ve geliştirilen Elder Scrolls serisi coğrafyasının kuzeyindeki Skyrim’de gerçekleşen olayları konu alan beşinci oyunu The Elder Scrolls V: Skyrim… 15 yılı aşkın zamandır video oyunları oynayan biri olarak, oyun oynamak benim hayatımın bir parçası ve hayatımı daima aklımda bir oyun yapma düşüncesi ile yaşadım. Bir oyun sevdalısı, belki de bağımlısı olarak şunu söyleyebilirim ki oyunu ilk açtığım andan itibaren çok farklı anlar yaşayacağımı hissettim. Klasik senaryolu rol yapma oyunlarından farklı olarak bir karakteri oynamıyorsunuz bu oyunda. Karakterinizi siz yaratıyorsunuz. Irkını, yaşını, boyunu, omuz genişliğini, kaşını, gözünü, diş şeklini, kısaca fiziksel özelliklerini geçiyorum kişisel özelliklerine, hatta savaş stiline kadar karakterin her özelliğini ayarlamak sizin elinizde. Bunların da üstünde olan farklılığı ise Skyrim’de mutlak iyi ya da mutlak kötü olmanız gerekmemesi. Oyundaki kararlarımı o anki psikolojime göre verebiliyor olmak benim için bu oyununun en büyük ayrıcalığı. Sırf görünüşünü sevmediğiniz için bir köylüyü ya da bir saray muhafızını öldürebilirsiniz ya da bir tüccarı ya da köyde dolaşan bir tavuğu… Oyunda özgürsünüz. Tüm kararlar sizin elinizde ve kararlarınız ve onları gerçekleştirdiğinizdeki koşullar oyundaki geleceği şekillendiriyor. Skyrim’de gözünüzü ilk açtığımda bir at arabasında ellerim ve ayaklarım bağlı oturuyordum, geçmişe dair hiçbir anı yoktu aklımda bir anda bilmediğim bir dünyada açmıştım gözlerimi daha neye benzediğimin bile farkında değildim. Korkunç çöllerden çıkmış bir khajit miydim yoksa görkemli ormanların içinden çıkmış bir elf mi onu bile bilmiyordum ve o an gerçekten oyunun mistik havası beni içine almıştı. Hiçbir şey bilmememize rağmen idamımıza gittiğimizi öğreniyorum ve bir ejderin idam edileceğimiz yere saldırması ile idamımız iptal oluyor. Sadece oynuyor olmama rağmen hiçbir şey anlamıyorum olanlardan… Eğer oyunu oynarsanız yapımcıların sizi gerçekten karakterle bütünleşmeye zorladığını kesinlikle fark edeceksinizdir. Yanan kalenin içinde hiçbir şey bilmeden dolaşırken iki ayrı kişi bana onları takip etmemi söylüyor. Bir seçim geliyor karşıma ilk dakikadan ve oyun şekilleniyor seçimime göre ve benim nasıl şekilleneceğine dair hiçbir fikrim olmadan oluyor bunlar. Yolda gördüğünüz, konuşmak zorunda olmadığınız, hiçbir niteliği olmayan bir karakterle konuşabiliyorsunuz isterseniz ve o size bir görev verebiliyor. Bu görev bazen “Bahçedeki patatesleri topla.” bile olabiliyor. Tabii ki görevi yapıp yapmamak da sizin elinizde hatta bu görevi beğenmediyseniz size bunu söyleyen kişiyi yakıp cesedini de en yakındaki nehre atabilirsiniz. Dediğim gibi çok oyun oynadım, nice oyunlar bitirdim ama hiç birinde sonuçlarını bilmeden seçimler yapmıyordum. Skyrim güzel grafikleri, mistik havası, mükemmel düzenlenmiş coğrafyası oyuncuya seçenek vermesi ve açık uçlu senaryosu ile oyun dünyasında ve benim aklımdaki “oyun” kavramında çok büyük yenilikler ve değişiklikler yarattı. Senaryosu belli olmayan bir kitabı okumak insana saçma gelir ya da senaryosuz bir filmi izlemek o yüzden senaryosunu yapımcılarının bile bilmediği bir oyunun saçma olacağını düşünebilirsiniz. The Elder Scrolls V: Skyrimden önce benim kanaatim de sizinle aynı yönde olurdu ama Bethesda bana senaryosuz bir oyunun hayat gerçekliğinde olabileceğini gösterdi. Senaryonun bizi beyazı veya siyahı seçmemiz için zorladığını fark ettirdi. Bu yazıyı yazarken oyunu tekrar oynama isteği oluştu içimde ve ne mutlu ki “Senaryoyu zaten biliyorum, aynı şeyleri tekrar yapmaya ne gerek var.” demiyorum ve yazının ortasında oyunu yüklemeye başladım. İşte The Elder Scrolls V: Skyrim böyle bir oyun… Bir Önemli Müessese İstisnaları görmezden gelecek olursak çoğu insan içten içe evlilik hayali kurar. Nerdeyse herkes geleceğiyle ilgili hayaller kurarken eşini ve çocuklarını o hayalin içine dâhil eder. Bu bize nasıl aşılanmış kesin bir fikrim yok fakat yıllardır izlediğimiz dizilerde ve filmlerde ailelerin olmasının bile etkisi olabileceğini düşünüyorum. Hayallerimizi güzel, iyi anlaşan, tatlı aileler süslerken unuttuğumuz şeyler ise o ailenin sıkıntıları, kavgaları ve ailedeki geçimsizlikler. Kimse kurduğu hayallere kapıları çarpıp evi terk eden eşi veya ergenlik döneminde ailesiyle kavga eden çocukları koymak istemez. Hele ki en büyük sıkıntı olan monotonluk insanın aklının ucundan bile geçmeyebilir. Erkek salonda gazetesini okurken kadının mutfakta yemek yaptığı veya evi süpürdüğü senaryo kimsenin hayallerini süslemez. Oysa ki tüm bunlar evliliklerin gerçekleri olup çoğu evlilikte aile bireylerinin yaşadığı durumlardır. Çocukluğumdan beri evlilik konusu benim için tam bir soru işareti olmuştur. Sürekli iyi ve kötü yanlarını düşündüğüm bu olgu zaman zaman beni korkutmakla kalmıyor, etrafımdaki evli çiftlere sinir olmama sebep oluyor. Evlenmek için evlenmenin çok saçma olduğunu ve bir yaştan sonra herkesin evlenmesi gerektiği fikrini de saçma buluyorum. İnsanlar istemediği sürece kolay kolay yalnız kalamazlar. Kalacak olsalar bile herhangi bir kişiyle evlenip hayatının geri kalanını o kişiyle geçirmek de iyi bir fikir gibi gelmiyor bana. Bütün o kavgalara ve monotonluğa sevmediğiniz bir kişi için katlanmak veya o kişiye alışmaya çalışmak size hayatı zindan edebilir. Son dönemde Türkiye’deki boşanma oranının artması da aslında halkımızın biraz olsun bilinçlendiğini gösteriyor fakat bu hâlâ iyiye işaret değil çünkü bu boşanmalar yanlış seçimlerin göstergesi. İki olgun insanın evlenip boşanması çok da kötü bir durum olmayabilir fakat bu durumdan etkilenecek çocuklar işi daha kötü bir hâle sokuyor bence. Tüm bunları düşünürken ileride bir gün benim de muhtemelen evlenecek olmam da biraz ironik doğrusu. İyi bir eş iyi bir baba olabilecek miyim acaba? Her gün eve sarhoş gelen bir baba olamam ama aileme karşı tutumum nasıl olmalı ve nasıl olacak tam olarak hayal edemiyorum. Ellerimizde piknik sepetleri, dağlarda koşturan bir aile de canlanmıyor gözümün önünde. Ailemle yaşadığım sorunları çocuklarım da benimle yaşayacak mı çok merak ediyorum mesela. Lise dönemimde aileme yaşattığım sıkıntıların farkındayım ve kendimi ailemin yerine koyunca ne kadar sakin davrandıklarını fark ediyorum. Ben çocuklarıma karşı bu kadar sakin davranabileceğimi sanmıyorum mesela. Çocuğumun okulundaki yönetici biri benimle görüşmek isterse tepkim ne olur bilemiyorum. O dönemdeki çocuğuma yeterli özgürlük verebilir miyim yoksa katı kuralları olan bir baba mı olurum? Bunların dışında emin olduğum ailemin bana öğrettiği temel şeylerde ise problem yaşayacağımı sanmıyorum. Aileme karşı her zaman saygılı olacağımdan veya çocuklarıma özgüven aşılayacağımdan eminim. Peki ya işler sarpa sararsa ve eşimden boşanmak zorunda kalırsam ne yaparım? Sonuçta boşanmak ülkemizde pek de rahat karşılanmıyor hâlâ. Diğer insanlar bir yana kendime olan saygım azalabilir. İnsan ilişkilerine bakış açım: “ilişki yürümüyorsa kendimizi zorlamamıza gerek yok.” şeklindedir genelde. Evlilik bu bakış açımı değiştirebilir ve ilişkim uğruna savaşmayı seçebilirim belki ileride. Özellikle Bir Fasit Daire kitabındaki “şişenin içinden baktım eşyaya” öyküsünü okurken çevremdeki her ailenin farklı farklı sorunları olduğunu, bunlarla baş etmeye çalıştıklarını, aile denilen olgunun sağlam temellere dayanması gerektiğini ve ailenin basit bir kurum olmadığını düşünüyordum. Öykü bittikten sonrada yukarıda bahsettiğim “Benim ailem nasıl olurdu? ” sorusunun cevaplamaya çalıştım. İşin içinden çıkamamış olsam bile artık aile konusunda kendimden umutluyum diyebilirim. Serdar Erkal Kaynakça: DURMAZ, Berna. Bir Fasit Daire. Can Yayınları 2013. Baskı A k a y | 1 Ertuğrul Akay 21400857 Turk-101-15 Başak Berna CORDAN 26/11/2014 Düşüncelerin Kayıp İncisi Günlük yaşantınızda, dersleriniz devam ederken ya da işiniz tüm yoğunluğuyla sürerken, hiç o an ne yaptığınızı sorguladınız mı? Ben ne yapıyorum? Neredeyim? Neden bunu yapıyorum? Hayatınızı sürdürmek için mi? Yoksa toplumda kabul gören bir şey yaptığınız için mi? Yaptığınızın doğru olduğunu nereden biliyorsunuz? Üç yüz atmış beş günün, en az üç yüz gününde, günün üçte birini şu an bulunduğunuz yerde oturarak geçirmek ve sadece orada oturup bir şeyler ile uğraştığınız için para almak ya da ileride sizi diğer insanlardan ayıracak bilgiyi edinmek sizin seçiminiz mi? Bu süreci şu an milyonlarca insan yaşıyor. Geleceklerini planlayıp kendilerine bir yol çizmeye, kendilerini sağlama almaya çalışıyorlar. Bu günü yaşamadan geleceği planlamak, insanın kendini sindirmesinden ileri gidebilir mi? Önündekini bile göremeden, toplumun beklentilerini karşılamaya çalışmak, bunun üzerine gelecekle ile ilgili kaygıda bulunmak boş, tekdüze ve anlamsız bir hayat sunmaz mı? Herkesin belli arzuları, hayalleri vardır. Kimileri hayalleri peşinde koşarken kimileri kendi önüne engeller koyarak onlardan uzaklaşmaya çalışır. Ama hayallerden kaçmak kendi gölgeni görmezden gelmeye çalışmaktır. İnsanın kendi kendine etrafı sorgulayabildiği ilk andan itibaren hep bir mükemmeli arayış, ulaşılamayana ulaşmaya çalışmak vardır. Bu arayış ona hayatı boyunca eşlik eder. Nasıl gölgeler zaman geçtikçe insanın büyümesine bağlı olarak değişirse, hayaller de kişi ile beraber değişir. Bazen insanların arayışları hayatlarının şekillenmesinde liderlik ederken bazen de arayışlar kişinin başka bir amacı uğruna görmezden gelinir. Bu yüzden, şu anda kendinizi sorguladığınızda içinize sinen bir cevap alamazsınız. Amacınıza ulaşmış, hayallerinizi başarmış olsanız bile iradeniz size kendiliğinden başka kapıları aralayacak ve hatta size yol göstermeye devam edecektir. Çünkü bu olgular sizi siz yapan şeylerdir. Onlardan kaçmaya çalışmaktan ziyade görevlerini yapmaya izin vermelisiniz. Hayatta bir kez, sonuçlarını düşünmeden, anı yaşamalı ve o anın size hissettirdiklerini hafızanıza kazımalısınız. Yoksa kendinizi herkesin birbirinin kopyası olduğu bir distopyada, şu an dünyayı etkisi altına alan kapitalizmin etkisinde kendinize kızarken bulabilirsiniz. A k a y | 2 “Seçilmiş Kişi” deki toplum, insanların kişiliklerinin, karar verme olgularının ellerinden alındığı, ütopya yaratılmaya çalışılmış ama distopya olmaktan ileri gidememiş uzamların bir örneğiydi. İnsanın sorgulamaktan uzak olduğu, hisleri ve duygularının tekdüze haline getirildiği bir yerde mükemmelliğin aranması aslında ütopyadan ziyade mükemmellik kavramını sorgulamamıza neden oluyor. İnsan, doğru ve yanlışı ayırt edebilmeyi hayvanlara nazaran çok daha farklı bir biçimde gerçekleştiriyor. Gözlemleri, düşünceleri, olayın etkileri, sonuçları, kişiye ve diğerlerine kattığı ya da kaybettirdiği, birden fazla sorgulama eleğinden geçtikten sonra içgüdülerinin yönlendirdiği şekilde doğruyu seçiyor. Bu davranış biçimi bir insanı diğerinden keskin çizgilerle ayırmakla beraber onun nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu belirtiyor. Peki, o zaman ütopya kavramı neden içinde toplum kelimesi geçecek şekilde tanımlanıyor? Bir düzen yaratmak, farklı renkleri bir çatı altında siyaha dönmeyecek şekilde sürdürebilmek, bütün duyguların en uçlarına kadar yaşanabildiği, yaratıcılığın ve düşünmenin desteklendiği bir uzam filozofların kafalarında yarattığı dünyanın belki de bir parçasıdır ama bu dünya er ya da geç bozulacaktır. Çünkü bir insanı sadece iyi olmaya yönlendirmek, kişinin doğasının kötü ve iyi yanlarının bir karışımı olduğunu görmezden gelmek kısa bir süre içinde ayaklanmalara, sürdürülen düzenin kendi idealindeki şeklinde düzenlenmesini istemesine neden olacaktır. Böyle bir durumda, insanlar kutuplaşacak, bütün renkler birbirinden ayrılmaya başlayacaktır. „Beyaz‟, „Siyah‟ a dönerken yüzeyde görülen görüntünün derinliklerinde aslında öyle olmadığı anlaşılacaktır. İnsanoğlunu bir bütün yapan özellikler tam olarak bunlardır. Bunları kabul etmediğimiz sürece gelecek sıkıntıların yaşanmasını önleyemeyiz. İdeal toplum, sadece soyut bir kavramdır. Somut gerçeklerin soyut kavramlarla karşılaştırılması yerine oluşturulabilecek birleşimler düşünülmeli ve onlara göre karar verilmelidir. KAYNAKÇA 1.Lois Lowry, Seçilmiş Kişi, Arkadaş Yayınları, 2010. Elif Nur Demir 21501199 BÜYÜMEK Yıllar geçtikçe, yaşımız ilerledikçe “keşke şimdi çocuk olsam” diye düşünmeyenimiz yoktur. Çocukluğumuza geri dönmek, bütün sorunlarımızdan kaçış gibi gelir çoğu zaman. Belki de bu yüzden bu kadar çok isteriz tekrar çocuk olmayı, saf ve temiz kalmayı. Çünkü içten içe biliyoruz ki her geçen gün, sorumluklarımız, sorunlarımız ve acılarımız artıyor. Oysa bize bu sorumluklar, acılar yerine bir çocuğun renklerle dolu, sorunlardan uzak hayatı lazım. Tek üzüldüğümüz şeyin, istediğimiz oyuncağın alınmaması olması lazım. İroniktir ki çocukken de hep büyümek istemişizdir. Bir an önce anne ve babamız gibi yetişkinler olmak, hayata onlar gibi atılmak istemişizdir. Çocuk aklı işte. Büyüyünce bedenimiz hariç hiçbir şey değişmeyecek sanmışızdır. Yıllar sonra önümüze serilecek olan sorumluluklardan, acılardan haberdar değilizdir. Bu noktada, yazar Isabel Huggan, Kanada’nın küçük bir kasabasında büyüyen genç bir kızın gençlikten yetişkinliğe geçiş anılarıyla Büyümenin Sancısı’nı bize tekrar hissettiriyor. Kitabı okumaya başladığımdan beri aklımda hep bir soru vardı. Gerçekten büyümek sancılı mıydı? Cevabın kişiden kişiye değişmesi muhtemeldir ama çoğunluğa vurduğumuzda sancılı olduğunu söyleyenler çok olacaktır. Neden mi? Bunun cevabı, gittikçe artan acılar ve sorumluluklar olabilir. Şimdi bir düşünelim. Sıcacık evinden ayrılıp ilk kez okula başlayacak çocuklar için okul, kabus gibi görünür gözlerine. Gitmek istemezler. Aslında haklıdırlar. Kim evde çizgi film izleyebileceği veya oyun oynayabileceği saatte, çarpım tablosunu ezberlemek ister ki? Bu aslında, gelecek günlerin ve sorumlulukların habercisi niteliğindedir ama çocukken bunun da farkında değilizdir. Zaman ilerledikçe, sınavların ortasına bırakılırız. İyi bir derece yaparsan, iyi okullara girersin denir hep. Bu durumun, yavaş yavaş üstümüze sorumluluk yüklediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sonra bir bakmışız, lisedeyiz ve önümüzde yine bir sınav var. Daha büyük bir sınav. Yani daha büyük bir sorumluluk. İyi bir üniversite için savaşırız. Öğretmenler hep üniversiteye geçince rahatlarsınız, o zaman hayatınızı yaşarsınız diye sınav için hırslandırmaya çalışırlar. Aslında kocaman bir yalandır bu. Üniversiteye geçtiğinizde, değil rahatlamak, hiçbir şeyi yetiştirememeye başlarsınız. Üstünüzdeki sorumluluklar giderek artmıştır ve ailenizinde sizden beklentileri vardır. Sonrası, malum iş hayatı. Yine bir koşuşturmaca, para kazanma telaşı ve yeni sorumluluklar... Bunun üstüne bir de evlenirseniz, işte çıkın işin içinden. Ev geçindirme, çocuklar, eşim derken; o kaosun içinde kendinizi “şimdi çocuk olsam” demekten alamazsınız. Hayatın kuralı bu, zaman asla kimse için durmuyor. Her saniye, bizi o yetişkin hayatına doğru sürüklüyor. 1 Yukarıda bahsettiklerim büyümenin sancısını anlatmak için büyük ihtimalle yeterli olmayacaktır. Artan sorumlulukların yanında, büyümenin bir de acıyı tatma hali vardır. Çocukken, oyuncağınız elinizden alındığında duyduğunuz türden bir acı, üzüntü değil bu. Çok sevdiğin bir yakınını kaybetmek mesela. Acıların en büyüğü belki de. Elinden bir şey gelmeyeceğini bilse de yıpratıyor, üzüyor insan kendini. Gidenin, geri dönmesini istiyorsun ama aslında biliyorsun ki giden asla geri dönmüyor. Belki bir umut diyorsun ama geçen zaman, umutlarını söndürmeye yetiyor bile. Sonra yerini, acıya bırakıyor. Zaman yine bu acıya alıştırıyor ama kalbindeki yaralar, izler asla silinmiyor. Tam o an, büyümenin aslında çokta matah bir şey olmadığının yeniden farkına varıyorsun. Büyümek, böyle bir şey işte. Çocukken göründüğü kadar havalı değil. Aksine acılarla dolu. Gün geçtikçe bu acılar daha da artıyor ve çocukluğunuzdaki pembe dünyanızı, arkasında bir toz bile bırakmadan yıkıp götürüyor ve geriye karanlık bir boşluk kalıyor. Çocukluğun verdiği heyecan da yıllar geçtikçe yerini acının verdiği derin yaralara bırakıyor. Bu da hayatın bir parçası aslında. Geriye sadece sabretmek, beklemek ve her şeye rağmen yaşamak kalıyor... 2 Yok Olmaya Dair Öyle bir hayal gücü hayal edin ki gerçekleri anlatırken aklınızda fantastik ögeler oluştursun. İşte bu kitap böyle bir kitap .Hayatın aklımıza getirmek istemediğimiz yönlerini gözümüze sokarken anlatımın derinliği o kadar yoğun ki farkına varmadan kendinizi fantastik bir kitabın yolcusu gibi hissediyorsunuz. Kitaptaki durum hikâyeleri öyle güzel cümlelerle bezenmiş ki cümleleri tekrar ve tekrar okurken buldum kendimi. Kitaptaki ilk hikaye ölümle başlıyor, kitabın bu kadar sert bir olguyla başlaması anında dikkatimi kitap üzerine toplamama sebep oldu. Ölmüş olan bir çocuğun doktorların annesine ‘çocuğunuz ölü ancak onu ölümün ötesinde hayatta tutmak için elimizden geleni yapacağız, bedeni büyüyecek yalnız refleksleri olmayacak.’ demesiyle birlikte gelişen dünyasına tanıklık ediyoruz. Buradaki güzellik çocuk ağır hastayken yüksek ateşten halüsinasyonlar görüyor olması ve bu cümlenin gerçek olup olmadığını bilememiz. Gerçek olmasını neden bilmiyorum ama istedim. Annesinin her gün odaya girip çocuğun büyüyüp büyümediğini ölçmesi ve sadece çocuğunun yaşıyor olduğuna dair bulduğu bu küçük kanıtın onu mutlu etmesi acı bir gülümseme bıraktı yüzümde. Çocuğun kendi bedenini tasviri, organlarından yüzünden nefesinden bahsetmesi o kadar güzel kelime seçimleriyle anlatılmıştı ki tam anlamıyla ruhumun doyduğunu hissettim. Çocuk yetişkin olup büyümesi durduğunda ölüp toprağa karışmakla ilgili korkusunu anlamlandıramadım. Ölü olduğunu kabullenmiş ve bundan yakınmıyordu yalnız vücudunun sınırsız toprağa karışıp bir ağaca bir meyveye dönüşme korkusu sarmıştı. Çocuğun gözlerinden cenazesinin bir tasviriyle biten bu hikaye , bir kez daha bana neden hikâyeleri sevmediğimi anımsattı. Bu güzel anlatımın devam etmesini o çocukla bir olmaya devam etmek istiyordum hikayenin sonunda . Harika cümlelere ulaşmak için yeni hikayelere adapte olmak istemiyordum şımarık bir çocuk gibi. Ölümü farklı bir bakış açısından ele alan bir diğer hikâye de oldukça etkileyiciydi. İkizler arasındaki bağı ölümün kırmasını yine sizi içine çeken o anlatımla ele alıyor. İkizim olmadığı için sanırım asla gerçekten anlayamam böyle bir durumun hissettireceklerini fakat tıpatıp aynınız olan bir kişiyi ölü olarak hayal etmek, ona bakmak, dokunmak midemde bir yumru oluşmasına sebep oluyor. Yazarın ölümden sonra bedende olan değişimlere dair ayrıntılı tasvirleri bu düşüncenin kafasını karıştıran bir düşünce belki de korktuğu bir düşünce olduğunu düşünmeme sebep oldu. Kitaba ismini veren ‘Mavi Bir Köpeğin Gözleri’ hikâyesi aklımı en çok karıştıran hikâye oldu kitapta. Aslına bakılırsa anlamak için üç kez okuduğumu itiraf etmem gerekir. Üçüncü okuyuşumun sonunda belki de benim tanımladığım bir şekilde anlanamayacak bir hikâye olduğunu düşündüm. Hikayeyi bitirdiğimde kafamda oluşan hikayeyle ilgili düşünceler o kadar absürt ki belki de kendimi hikayeyi anlamadığıma ikna ediyorumdur. Bir erkekle (en az 3 ayaklı(?)) ilginç bir bayan arasındaki konuşma da geçen bu hikaye anlamlandıramamışlığımı yumuşatırcasına düşlerin kapısının açılmasıyla son buldu. Farklı alanlardan, hayatın değişik dünyalarına kapılar olan bu hikayelerin dili öylesine özgün ve etkileyici ki ilk hikayenin sonunda yaşadığım o şımarıklıkla sarılı hikayenin devamını isteyip elde edeme duygusunu kitabı bir çırpıda bitirişime rağmen bir daha hissetmedim. Çünkü yazarın dili beni doğruca kendisine çekti hayat gibi çeşitliklerle dolu olan bir alanda konulara odaklanmadan sanatın özüne odaklanmamı sağladı. a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a Aleyna Kof Kof 1 21302467 TURK101-13 Başak Berna Cordan 16.12.2014 Ödev 5-2 ŞEHRİN FISILTISI Şehirler içinde yaşattığı binlerce, on binlerce hatta milyonlarca çocuğa ne fısıldar, hangi masalını anlatır? Kuşkusuz farklı şeyler söyler. Orada sessiz sedasız duranlara farklı, olduğu yerde kıpırdayıp duranlara farklı, yeri çok rahat olsa da yerinde duramayıp onu terk etmek isteyenlere farklı... Çocuklar dikkat kesilirse şehrin masallarını dinleyebilir. Peki ya büyümüş çocuklar, yani yetişkin dediklerimiz? Yetişkinlerin bir kısmı şehirlerin eşsiz hikâyesini anlayabilir. Yaşanmışlıkları, savaşları, acıları veya destansı aşkları hissedebilir. Peki ya herkes duyabilir mi şehri? Elbette şehrin fısıltılarını duymayanlar vardır ki bunlar çoğunluktadır. Venedik dili çözülüp konuşmaya başlar ama dinlemeye tahammülü olmayan insanoğlu görev sorumluluğuyla yaptığı gezisini bir an önce bitirip otelinde dinlenmek ister, oraya gezmek için değil de uyumak için gelmiş gibi. Oysa ne kadar kırılgandır Venedik tıpkı nefesiyle üfleyip can verdiği o muhteşem cam eşyalar gibi. İlgisizliğe tahammül edemez, fark edilmek ister. Şehrin üzerinde pek çok dikkatsiz göz dolaşır ama herkes bir sebepten sever Venedik'i. Kimi sokaklarının arasından akan denizi için, kimi aryalar yükselen evleri için... Ben açığa çıkarmak için doğru zamanı beklediğine inandığım sırlarından dolayı severim. Gözlerinden dökülen yaşlar dudaklarındaki mührü kırıverir ve konuşmaya başlar Venedik. Bazen yepyeni bir arya dolaşır dilinde bazen kıvrak notalar besteler kendi başına. Gözyaşlarına boğulmuş kentin yüreğinden çıkagelen İtalyanca şarkılar esir alıverir insanı ve bu esaret öylesine güzeldir ki bir gün yetmez, aylarca hatta yıllarca teslim olmak arzusu belirir. Bu sebeptendir ki, neredeyse ona esir olan her turist bu arzusunu dindirmek için Büyük Kanal turu yapmayı seçer. Büyük Kanal turu, o nadir rastlanan gezilerdendir: süresi Kof 2 kısıtlı olmasına rağmen, şehrin esareti altına girebilirsiniz ve belki de şehir bütün sırlarını size fısıldar. İşte o zaman, turun etkisi belirir; Venedik’in güzelliğine âşık oluverirsiniz. Âşık olduğunuz şehir hikâyesini anlatmayı bitirdiğinde (ki bu her ne kadar imkânsıza eşdeğer olsa da) başınızı kaldırıp evlere göz atmak gelir içinizden. Bunun sonunda, dikkatinizi şüphesiz ki Büyük Kanal boyunca bulunan evlerin tek ortak noktası çekecektir; yorgun ve yaşlı duvarlar. Duvarların yaşlı yüzleri hikâyeler anlatacak birilerini arar durur ama boşuna... Misafir ya da yerli, pek çok insan fark etmez onları. Sonrasında gözleriniz suların ortasında bulunan yıpranmış ama soylu güzelliğini inadına yitirmemiş evlere ilişir. Bu evler, şehri gezerken görmekten çok, yalnızca bakmaya alışmış turistlerin ilgisini çekmeyen ve onlar tarafından eski püskü veya sıradan olarak tanımlanabilir. Pek çok kişi görmeyi reddetse de aslında onlar şehre kendi ruhunu vererek katkı sağlayan gizli kahramanlardır. İster pırıl pırıl yaz güneşinin altında ister dondurucu ayazların şehri esir aldığı kış aylarında, Venedik bana hep hüzünlü gelir. Sanki uğruna verilen savaşlardan yorgun, ziyaretine gelenlerden bıkkın, gövdesine çarpan dalgalardan şikâyetçi… Şehrin büyüsü bu melankolinin ardına gizlenir zaten. Ziyaretçileriyle hüznünü paylaşmak ister ama aynı zamanda utangaçtır. Kalabalık turist gruplarıyla konuşamaz. Bu yüzden sokakları iki kişiden fazlasına geçit vermez, daracıktır. Yürümek bu şehre yakışmaz zaten çünkü ulaşım için irili ufaklı tekneler kullanılır. Belki de Venedikliler için günün her saatinde denizi koklamak, ona dokunmak ve onunla konuşmak vazgeçilemez bir gereksinimdir. Venedikliler denizin insanlarıdır. Onlar için hayat sudadır ve nefes almamızı sağlayan element havada değil suda bulunur. Onlar âşık oldukları yerdedirler; şehrin fısıltılarını duymuş, onu anlamış ve aşklarını kabul etmişlerdir. Denizle uğraşan pek çok insanın aksine kaba ya da hırçın değil; kırılgan, nazik ve naiftirler çünkü gerçek aşkları Venedik hep yanlarındadır. Kof 3 Daracık sokaklardan karnaval alanı gibi meydanlara çıkıldıkça, Venedik ziyaretçilerine hoş sürprizler hazırlar. Pazarda satılan dilimli meyveleri yerken, mutluluğun tanımını yeniden yaparsınız istemsizce. Onu terk ederken, Venedik suyun içinde karaya oturmuş gibi ağırlaşır. Veda yaklaştıkça sanki şimdiki zamanın boynu bükülüp öksüz kalır. Sadece zaman değil; kimsesiz kalan benlik de yolunu kaybeder âşık olduğu şehirden uzaklaştıkça ama her veda yepyeni kavuşmalara gebedir. Melisa ONARAN 15.12.14 21301232 Turk-102-24 Instructor: Gönenç TUZCU Hayat Dürbününden Kırk Yıl Kırk beş yaşından sonra kitap yazmak, hem de yazmak konusunda bir sürü kişiye bir hayli umut veren kadın yazar .Çağdaş Türk Edebiyatının en sevilen kalemlerinden Ayşe Kulin, ilklerin yazarı olmayı sürdürmekte. Daha önce yüz binlerce satılan Veda ve Umut adlı kitaplarının devamı niteliğinde yayınladığı Hüzün ve Hayat adı iki kitabıyla da tekrar gönülleri fethetmeyi başarmışHüzün adlı eser hakkında duygu ve düşüncelerimi belirtmeye başlamadan önce şunu mutlaka vurgulamalıyım ki Veda ve Umut’u severek okuyanlar için Hayat ve Hüzün günleri de yakındır. Hayat ve Hüzün Ayşe Kulin’in kaleminden kendi hayatına doğru acı tatlı birer yolculuk. Kaleminde biyografik eserlere yer veren Kulin, anlattığı hayatlar ile okuyucularının hayatlarında da büyük bir yere sahipken, belki yaralara tuz basmaya belki de yaralara merhem olmaya uğraş veren büyük bir üstat. Birçok biyografik eserle başarılara imzalar atan Kulin, dürbünümden kırk yıl diyerek bu sefer de kendi hayatını en içten duygularını, yaşadıklarını okuyucularına aktarıyor. Ailesi son Osmanlılardan olan bu yüzden konaklara, paşalara kitaplarında yer veren Kulin, son dönemlerde Osmanlının son zamanlarından başlayarak ailesi ve dolayısıyla hayat hikayesini bizlerle paylaşıyor. Belki bir romanıyla belki her romanıyla kalplerine dokunduğu okuyucular için Hüzün çok büyük hayat dersleri içermekte. Böylesi de olmaz dedirten ailevi olaylar, kadınsal duygular, erkekler... Hayat devam ediyor diye telkin edilen bir kadının hayata devam çabası derken bambaşka bir yol. Kitapta bir yerde Kulin’e bir aile dostundan gelen telkin daha doğrusu güç takviyesi bana pek de ONARAN 2 gerçekçi gelmemişti, fakat sonralarında Kulin’in de söz ettiği gibi hayat döngüsünü değiştirmesine yardımcı olan etkenlerden en önemlilerinden biriymiş meğer. Sonradan fark ettim kitapta arada bir yerde geçen bir cümle, bir söz aklımda büyük bir yer edinmiş inansam da inanmasam da, ardından bir yerde tekrar geçtiğinde burada da böyle denmişti de ben inanmamıştım diye iç geçirdiğimde fark ettim. Her hayat hikayesinde de olduğu gibi bu kadın da hem ağlamış, hem gülmüş. Ama bir yanı daha var ki Kulin yalnızca bir kadın değil aynı zamanda bir evlat ve bir anne. Sorumluluklarının altında hayatını devam ettirmekten çok dengede tutmaya çalışan Kulin’i görmekteyiz kitabın başında. Kocasıyla yollarını ayırmış, çocuklarıyla aynı yolda yürümeye çalışan bir anne. Anne ve babasına her evlat gibi sığınmayı tercih eden fakat onlar üzülmesin diye de derdi, kederi içinde yaşamaya çalışan değerli bir evlat. Sonralarda hayatı farklı bir boyutta gelişiyor tahmin edebileceğiniz üzere. Neler biriktirmiş dedirttiriyor doğrusu, kendini iyi bir evlat olarak görmeyi bırakmış bezgin bir anneden hayat devam ediyor telkinleriyle yola devam etmeye çalışan yalnız bir kadına... O kadından da bambaşka bir Kulin’e kadar her şeyi tüm içtenlikle görebileceğiniz bir roman. Anıları dile getirerek bir roman yazmanın yazılabilecek en zor türlerden biri olduğuna inanmaktayım. Kendi kendine objektif olmak zor iken, onları okuyucunun takdirine sunmak çok daha zor olsa gerek. Dolayısıyla Kulin’in başarısının sırlarından birini keşfettiğime inanıyorum. Genellikle biyografik eserler yazmakta olan Kulin son dört kitabında kendine ve ailesine yer veriyor, bu da benim için Kulin’in başarısının bir sırrının da onun içtenliği olduğuna inanmamı sağlıyor. Kulin gözümde iyi bir evlat, iyi bir anne. Belki hataları var ama yargılanmaktan korkmadan kitabında dile getirmiş. Kendimle bağdaştıramasam da yaşım gereğince kendimden parçalar ONARAN 3 bulmadım da diyemem. Kulin’in yazdığı dönem ile ortak bir yaş aralığım olmasa dahi kendimden bir parça bulabilmiş olmam tamamen onun başarısının bir göstergesi olsa gerek. Kelebek Etkisi Belki her şeyin açıklaması olacak bir gün. Gizemini yitirecek efsaneler, yerini gerçekliğin tatmini doldurmaya çalışacak. Sadece tek bir gerçek gizemini her daim koruyacak. Her an her yerde, her şeyi gören, yöneten, belirleyen tek bir şey, belki hiç yeterince ciddiye alınmamış, tek bir kelimeye sıkıştırılıp altındaki büyülü gerçekliği kimse görememiş; zaman. Geçen her bir saniye, her bir an, asla dönüşü olmayacak bir yol her daim hiç ama hiç duraksamadan devam edecek olan. Bir çırpıda söylenmeyince, her harfi üzerinde biraz duraksayınca büyüleyici, aynı zamanda biraz da korkutucu. Anlamı altındaki her süre, hayattan bizi biraz kopartıyor aynı zamanda biraz daha içine çekerken .Öylece bir göz açıp kapatmaktan daha kısa süren kararlar, istekler, ifadelerden ibaretiz aslında. Her birimiz aynı anı dolduran sevgiler, öfkeler, sevinçler, heyecanlarız. Bu büyü bozulacak olursa, zaman sadece tatmin edici bir gerçeklik olarak yerini alırsa hayatımızda ne olur peki? Gerçekten bir anın aşkı, ışıldayan gözleri olabilir miyiz? Sessizce bir köşeye oturup koyabilir miyiz anıları, pişmanlıkları, özlemleri karşımıza. Her iç çekişimizle birlikte buram buram geri alabilir miyiz onları içimize? Korkar mıyız sevmekten? Korkmazsak, bu kadar sevebilir miyiz? Zaman bir günlük olarak çıksa karşımıza, her satırıyla tekrar yaşasak hayatı. Masum bir gülümseme başlatsa yeni bir akışı ve okusak sonrasını tek tek. Söylediğimiz tek bir sözün hayatımızda aslında nerede durduğunu, nerelere dokunacağını anlasak, daha çok bağırsak ya da sussak. Böylece bambaşka satırlar doldursak, eskisini silgi tozlarına hapsederken. Bütün pişmanlıklar yanlışlıklarla belki şimdi değiştirmek için her şeyi verebileceğimizi düşündüğümüz kararlarla birlikte, bir rastlantıymışçasına karşımıza çıkmış tüm hikayeleri, insanları, sevinçleri, belki de şu ana kadar bizi biz yaptığına inandığımız anıları da sığdırabilir miyiz o silgi tozlarına? Üflerken silgi tozlarını, izleyebilir miyiz oraya buraya dağılışlarını? Neyi feda ettiğimizi bilebilirsek, büyük fedakarlıkları göze alabilir miyiz? Uğruna belki yürümeyi feda ederken kurtardığı bir hayat için her gece yatağa yattığında insan, o hüzünlü ama gurur verici tebessümü buram buram dudaklarında, kalbinde hissedebilir mi bacaklarının onu götürebileceği yerleri tatmış biri? Sonucunun her iki taraf için de daha mantıklı olacağı aşikar bir durum için aşktan vazgeçmek, kalbi bir kenara itip sadece akla hizmet etmek demek değil midir? Aşk gerçekten yaşayabilir mi o zaman kenarda köşede gizlenmiş hikayelerde? Belki bilmemek daha iyi. Yeterince farkına varmadan cesaret etmek bir şeylere. Dostluklar kuralım, aşklar yaşayalım, sevelim, kaybedelim. Biliyorum, benim olacaksa bir aşk bir dostluk, her şartta her paralel olasılıkta yeniden çıkacak karşıma. Yine seveceğim, yine hissedeceğim. Belki yaşadığımız şey, her olasılığa rağmen en güzeli. İşte bu yüzden tek bir hareketle yıkıp yakalım her şeyi. Sonra çekilip bir köşeye seyredelim ateşini. Isıtsın, yaksın içimizi. Evet yaksın. Yanalım ki o küllerden yepyeni satırlar biriktirelim. İçimizde yeni filizlenen duyguları keşfedelim. Merak edelim, bekleyelim büyümesini. Boyu bir karış daha arttıkça sevinelim. Kaptıralım kendimizi zamana. Fark etmeyelim yaşlandığımızı, gece yanan küçük bir mum sezdirsin bize geçen zamanı bir gün. Gözlerimiz hafif buğulanırken çektiğimiz o gece kokusuna sığdıralım zamanı. Ertesi gün güneş silsin o damlaları gözlerimizden. Merakla keşfetmeye devam ettiğimiz yeni bir zamana uyanalım. Yine saatleri tik tak seslerine sığdırıp başka bir mum kokusunu bekleyelim. Sessizce bize sürprizler yapan tanrıya gülümseyebilmek olmalı yaşamak. Zamanı okuyup o satırlar içindeki masum gülümsemeyi yok etmektense, bilmeden, görmeden, bekleyerek yaşayalım biz. Gülümseyelim; o gülümsemenin gizemini çözemeden. Bırakalım dudaklarımız bilsin. Hande KOÇER EZGİ UĞUR TURK102 / 070 DUYGULARIN RENGİ İnsanların renkleri var evet, peki ya duyguların? Onların da rengi var mıdır ve “Rengi aynı olan insanların duyguları da aynıdır.” gibi bir genelleme yapabilir miyiz? Bu kitap, bunlar gibi kafamda oluşan pek çok soruyu yanıtladı. Hayır, duyguların rengi yoktur hatta belki de dünyada rengi olmayan tek şey duygulardır. Kitapta bin dokuz yüzlü yıllarda Amerika’da beyazların, evlerinde çalışan yardımcılarına uyguladığı ırkçı yaklaşımlar anlatılıyor ancak hareketleri oldukça tezat oluşturuyor. Yardımcılarını aşağılıyorlar, onlarla aynı masaya bile oturmadıkları halde kendileri gibi beyaz olan çocuklarını yardımcılarının büyütmesini tercih ediyorlar. Kitapta, her ihtiyacı evin yardımcısı tarafından karşılanan küçük Mae Mobley’in yardımcısına ne kadar gönülden bağlı olduğunu ve onu ne kadar sevdiğini görebiliyoruz. Bir an durdum ve düşündüm, bebekken ve çocukken kendilerini büyüten insanları bu kadar sevenler nasıl oluyor da büyüdüklerinde onların düşmanları haline gelip onları köle gibi kullanabiliyorlar? Bu ırkçılık, doğduğumuz andan itibaren içimizde bulundurduğumuz bir şey değil aksine, büyüdükçe çevremiz tarafından bize dayatılan bir tutum. Duyguların renginin olmadığına bu konu üstünde biraz düşündükten sonra karar verdim çünkü her beyaz insan kendilerinden farklı renkteki bu insanlara nefretle bakmıyor ama maalesef dönemin şartları gereği onlarla yakın ilişkiler kuramıyorlar. Bin dokuz yüzlü yıllarda Amerika’da siyahi insanların yaşadığı bölgelere beyaz insanların girmesi bile yasak ve böyle bir tutum beni okurken bile çok rahatsız etti. Ten rengimizi kendimiz seçemiyoruz, elimizde olan bir şey değil ve böyle bir şey yüzünden insanları dışlamak, onlara kendilerini kötü hissettirmek çok yanlış bir davranış, hele bir de bu insanlara evinizi, çocuklarınızı emanet ettiğiniz halde onlara bu denli acımasızca davranmak ne kadar doğru? Bu yanlış tutumların ve yargıların üzerimde bıraktığı üzüntüyle kitaba devam ettim ve ilginç bir olayla karşılaştım. Kitaptaki diğer karakterler gibi o dönemde Amerika’da hali vakti yerinde beyaz bir ailenin çocuğu olan Bayan Skeeter, çevresinin aksine yardımcılara karşı daha iyi niyetli bir tutum içerisinde. Çevresindeki, derdi sadece parlatılması gereken gümüşleri ve briç partileri olan bu kadınlardan farklı olarak, bir şeyleri değiştirmenin peşinde. Evet duyguların rengi yok, hisler insanlara özgü şeyler ve bir kişi her ne kadar yaşayış tarzı itibariyle bir grubun üyesi olsa da , bu üyelik onu vicdandan yoksun olmaya mecbur bırakmıyor. Bir süre boyunca, yardımcıları yaşadıklarını anlatmaya ve yazacağı kitabı oluşturmaya ikna etmek için uğraşan Bayan Skeeter sonunda amacına ulaşıyor. Kitabın içeriğini, yani yardımcıların ağzından yaşadıklarını duymak beni daha çok etkiledi, çünkü yazar kitabın belli bir kısmından sonra aslında kitapta bahsi geçen olayların elimde duran kitabın yazılış süreci olduğunu hissettiriyor. Dönemin şartlarından dolayı üstü kapalı bir şekilde anlatılan bu olaylar ,yani ayrımcılığı yapan beyazların yaptıklarının karşı tarafta hissettirdiklerini yardımcıların ağzından okumaları, beyazların bu konuya karşı olan tutumunu değiştirdi. “Değişim bir fısıltıyla başlar.” kitabın kapağında geçen bu söz de bunun kanıtı. Bazı şeyler tam olarak yok olmadı belki ama yine de öncesinden daha iyi bir durumdayız. Duyguların rengi olmasın, insanların rengi olsa da sosyal yaşantımızda bir farklılık yaratmasın ve insanlar birbirlerini yargılamadan, huzur içinde yaşayabilsinler. Karşımızdaki insanı yargılamadan önce empati kurabilmeyi öğrenelim ve karşımızdaki insana olan tutumumuzu onun da bizim gibi bir insan olduğunu düşünerek belirlemeyi deneyelim. İşte o zaman hepimiz aynı renk oluruz ve bizi birbirimizden ayırabilecek tek şeyin renk değil kişilik olduğunu anlarız. ( Serbest ) Benim Adım Khan / Ahmet Batıkan Ünal ( Final draft ) Karan Johar tarafından yazılan, yönetilen ve yapımcılığı üstlenilen bir Bollywood filmidir. Filmde anlatılan temel konu belli bir gruba dahil olan her bir bireyin kendi doğruları yada yanlışlarıyla değerlendirilmek yerine; içinde bulunduğu grubun eksileri ve artılarıyla kişilere muamele edildiğini gösteren bana göre bir başyapıtır. Benim adım Khan filmine başyapıt dememin en temel sebebi ise insanların bu tür ön yargıları yavaş yavaş yok etmeleri gerekirken (içinde bulunduğumuz bu modernizm patlaması yaşanan), bunun tam aksine farklı gruplara dahil insanlara karşı daha onları tanımadan çeşitli etiketler yapıştırılmasıyla onların ötekileştirimeleri sağlanmakta ne yazık ki. Bu ötekileştirmenin malesef bir çok küresel yıkıma neden olabilecek bazı mihenk taşlarını harekete geçmesini sağlar en basitinden bir örnek vermek gerekirse; Somali hepimizin bildiği gibi Africada bulunan ve açlık gibi çözümünün basit ama uygulanmasının ( zor ) olduğu bir sorunla karşı karşıya bu sorunun bir çok akademik nedenlerle açıklayan batılı ülkelerde yaşayan bilim insanları mevcut bu bilim insanlarının saydığı sebepler: Somalinin ikliminin kötü olması ,nüfus oranın (nüfus/yüz ölçümü) yüksek olması ...vb gibi daha onlarca sebep sayabilirler .Ancak bunlardan hiç biri bu sorunun gerçek nedeni değil çünkü bu sebeplerin neredeyse hepsi kuzeyde bulunan ülkelerde özellikle avrupanın kuzeyi ve Canada da mevcut.Tabi işler böyle olunca insanın aklına kuzeyde bulunan onlarca ülkenin gıda ihtiyaçı karşılanması bir yana en çok gıda israfınında bu ülkelerden yapıldığı düşünülürse, bir ülkeyi doyurmak bu kadar mı zor diye soruyor tekrar insan kendi kendine. Sonra bir daha düşününce taşlar yerine oturmaya başlıyor yüz yıllar boyunca insanlarını köle olarak kullanılmış bir kıtanın göz ardı edilip önemsenmemesi ve orada yaşayanlara evlerinde besledikleri hayvanların binde biri kadar bile değer veremeyen toplumların bu sorunu çözüme kavuşturmalarının ne kadar zor olduğunu düşündüğüm için açlık sorunun çözülmesini uygulanması zor diye nitelendirdim. Burdanda tekrar konumuza dönücek olursak Somalinin bir başka yüzü olan korsanlar: onlar aslında bunları zevk olsun eğlenelim diye yapmıyolar bunlar bu ötekileşmenin ve ezilmenin bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Yani eğer onlarda diğer dünya vatadaşları kadar yada en azından çocuklarının veya ailelerinin açlıktan ölmeyeceğini bilseler zaten böyle bir işe kalkışmazlar. Tabi bu iki olgu birleşince genellikle diğer ülkelerce orada ( Somali ) yaşayanlar zaten korsan deyip onlara yapılacak bütün yardımları iki kere düşünyorlar böyle oluncada Somalide yaşayanların hepsine korsan etiketini takı veriyolar bundan dolayıda Somalideki açlığı çözmek için kalıcı yada sürekli herangi bir adım atmıyolar.Halbuki bu sığ düşüncelerden ülkeleri tamamen temizleye bilsek dünyanın hiç bir yerinde açıkltan ölen insanlar, çocuklar yada bebekler kalmayacak.Bir tane söz tam olarak sözün sabini bulamadım onun için anonim olarak yazıyorum " Açlık, açları doyuramadığımızdan değil, zenginleri doyuramadığımız için vardır . " sözüde herşeyi açıklamaktadır. Tekrar filme dönücek olursak bu filminde en çok beğendiğm tarafıda zaten bu konuyu tam olarak izleyicilere aktarabilmiş olmasıydır yani bu ötekileştirmenin nasıl masum canları yakabildiğini aslında sadece bir grubun parçası diye aynı etiketle damgalanıp toplumdan dışlanmasını en iyi biçimde özetlemiştir. Yani eğer hâlâ Benim Adım Khan filmini izlemeyen varsa ve 3 saatiniz var ise bir an bile tereddüt etmeden izleyeceğiniz bir film olucaktır. Ahmet Batıkan ÜNAL NO : 21202124 Oktay İKİNCİ 102-06 Doğa ACAR ŞANS MESELESİ Mİ? Ben annemin rahmine erkek olarak düştüm, erkek olarak geldim bu dünyaya. İki ihtimalim vardı zaten, ya kız olacaktım ya da erkek. Şanslı olan oldum ben. Amacım cinsiyetçilik yapmak değil fakat ülkemin hâline baktığımda erkek olarak doğmayı bir şans olarak görüyorum maalesef. Ülkemi sevmediğimden de değil bu sitemim, sonuçta on dokuz yıldır bu ülkenin ekmeğini yiyorum, bu ülkenin havasını soluyorum ama son zamanlarda insanlarımızın kalplerinin gittikçe taşlaştığını, gözlerinin körleştiğini düşünüyorum. Bu yaşıma kadar sokaklarda hep rahat rahat yürüdüm, gece geç saatlerde tek başıma otobüse binip evime sağ salim döndüm. Birkaç serseri dışında laf atan, sözlü tacizde bulunan bile olmadı. Çünkü ben erkeğim, kolay lokma değilim onlar için. Cebimde çakı taşıma, onların tacizlerine karşı koyma, arkadaşlarımı arayıp kavga çıkarma ihtimalim var. Okulda öğretmenlerim kıyafetim yüzünden laf edemez bana, kızlarla yakınım diye disipline veremez. Ailem sevgilim var diye kızamaz bana, geç saatlere kadar eve dönmediğim için laf edemez. İstediğim kızla birlikte olabilirim, çevrem bunu sorun edemez. Çünkü ben erkeğim, bu ülkenin insanlarının zihniyetine bakacak olursak, istediğimi yapma hakkına sahibim. Korumam gereken bi namusum, saçma sapan mahalle baskısı dayatmalara katlanma zorunluluğum yok. Kendim bile zorlandım bu cümleleri yazarken. O kadar haksız o kadar ayrımcı geldi ki bana, kendimden nefret ettim. Ailem beni her zaman için kızlarla eşit olduğumu bana aşılayarak büyüttü. Hepimizin aynı olduğunu, hiçbir farklı hakka sahip olmadığımızı öğrettiler. Bir de kız kardeşim var benim, bu hayatta onun için her fedakârlığı gözüm kapalı yapabileceğim, canımdan sakındığım güzel gözlü bir kız kardeşim. O da erkeklerle kızların eşit olduğunun fakat bu ülkede eşitlikten bahsedilemeyeceğinin farkında olarak büyüdü. Kendisini ne olursa olsun koruması gerektiğini acı şekillerde öğrendi. Sokaktaki yaşlı başlı adamlar ona sözlü tacizde bulunduğunda anladı bu ülkede kadınla erkeğin eşit olmadığını. Erkek arkadaşı olduğunu konu komşudan gizlemek zorunda kaldığında anladı bu ülkenin ne kadar adaletsiz olduğunu. Birkaç gün önce ailecek oturmuş haberleri izlerken, izlediğimiz haber hepimizde şok etkisi yarattı. Kız kardeşimin gözünden birkaç damla yaş süzülüyor, annem hayretler içinde ağzı açık televizyona bakıyor, babamın ağzından küfürler dökülüyordu. Ülkemde tecavüz meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Tecavüze uğrayan okul çağındaki, 13-14 yaşlarındaki gencecik kızlar, onlara bunu yapan aşağılıklarla evlendirilebileceklerdi. Bir an için duyduklarımın gerçek olmadığını düşündüm fakat ertesi gün okula geldiğimde tüm arkadaşlarım bu haberle ilgili konuşuyordu. Bazı kız arkadaşlarım sinirleri bozulduğu için ağlıyor, ben ise içimden küfürler yağdırmakla yetiniyordum. Nasıl oldu da biz ülke olarak bu hâle geldik? Tecavüzcülerin ömür boyu hapislerde çürümesi gerekirken, nasıl onları el kadar yavrularla evlendirip, bu işi meşrulaştıracak hallere düştük? Düşündükçe boğazım düğümleniyor, sinirlerime hâkim olamıyorum. O küçük kızlar hayatları boyunca daha ne kadar tecavüze uğrayacak kim bilir. Hayatları zindan olup, kendi canlarına kıymaya çalışacaklar. Bunlara izin verenin de hükümetimiz olduğunu düşündükçe öfkemi kontrol edemiyor, elimden bir şey gelmediği için deliriyorum. Tesadüfen bir kitap okumuştum: Antabus. Tecavüzcüsüyle aile zoruyla evlendirilen bir kadının başına gelenleri anlatılıyordu. O kadın da kendi canına kıymaya kalkışmış, başaramamıştı. Kim bilir kaç tane daha böyle kadın olacak ülkemizde. Hayat boyu işkenceye, sonsuz mutsuzluğa teslim edilmiş kaç bin genç kız ve kadın canına kıymaya çalışacak, düşünmek bile istemiyorum. En başta da söylediğim gibi, ben erkek olarak geldim dünyaya, şanslıyım fakat hayatımda ilk defa şanslı olmaktan bu kadar utanıyorum. Kendime bir söz veriyorum, ömrümün sonuna kadar annem için, güzel gözlü kız kardeşim için ve bu ülkedeki milyonlarca kız kardeşim için savaşacağım. Sesleri çıkmadığında sesleri olup, onların çaresizliğini duyuracağım. Bu ülkede başka Antabus’lar yazılmasın, yeter! KAYNAKÇA Şahiner, Seray. Antabus. 3. Baskı. İstanbul: Can Yayınları, 2014. ELİF GÜNCE GÜLSEÇGİN DENGE Bazen hayat sizi hazırlıksız yakalayıp, yakanızdan kavrayıp şöyle bir etrafınızda döndürebiliyor. Bu kimi zaman da birilerinin hayatından bir kesite tanıklık ederken, kimi zaman bir kitap okuduğunuzda, kimi zaman dinlediğiniz sıkıcı bir şarkının beklenmedik derecede derin ve düşündürücü bir sözüyle gerçekleşebiliyor. Fakat hepsinde ortak bir nokta oluyor o da sizi tutup geçmişin göbeğinde bir yerlere atıp bırakması. Siz de o boşluğa fırlatılmış halinizle “Ne yapalım?” diyor, düşünmeye başlıyorsunuz. Kimi zaman düşünüyorsunuz, kafanızda kıyaslamalar yapıyorsunuz. “Eskiden böyleydi, ya şimdi?” diyorsunuz. Kızıyorsunuz size yapılmış haksızlıklara, sizi yeterince sevememiş kişilere kızıyorsunuz. Size hak ettiğinizi verememişlere, saygı duymamışlara kızıyorsunuz. Bazı insanlara hak ettiğinden fazla sevgi verdiğinize, bazısını da hak ettiğinden daha az sevmiş oluşunuza dertleniyorsunuz. Anneniz hastalandığında ona bağırdığınız o gün için kendinize kızıyorsunuz. Eve döndüğünüzde soğukta dilenen o çocuğa para vermeyişinize kızıyorsunuz. Etrafınızdan hayatınız boyunca yüzlerce, binlerce insan geçiyor, fakat pek çoğunun aklından ne geçiyor, neye üzülüyor, derdi nedir bilemiyorsunuz. Nedense insanlar dışarıdan hep olduğundan daha mutlu görünüyor, sanki bazen tek dertli kişi sizmişsiniz, tek geçmişinde sorunları olan sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Fakat düzen böyle işlemiyor. En güzel gülen en dertli insan olabiliyor. En umursamaz görüneni en endişelisi, en kendini beğenmişi en yalnızı olabiliyor. Öyle bir düzen ki, herkes kendi derdini kendi içinde yaşıyor. Fakat şurası kesin ki, her insan aynı düşünce süreçlerinden geçiyor. Her birimiz yeri geldiğinde koltuğumuzda şöyle bir dönüyor ve geçmişe gözlerimizi dikiyoruz. Kimi zaman yüzleşiyor kimi zaman her ne ise o konu, onu sonraya bırakıyoruz ve bir karar alıyoruz, koltuğumuzu geleceğe mi çevireceğiz, yoksa burada, geçmişte mi kalacağız? Bu sorunun cevabını pek çoğumuz bilinçsizce veriyoruz aslında, çoğu zaman bir tercih yapıp yapmadığımızın bile farkına varmıyoruz. Hâlbuki düşüncelerimiz hareketlerimizi, hareketlerimiz de hayatımızı şekillendiriyor. Neyi çok düşünürseniz, sizin gerçekliğiniz de ona göre şekil almaya başlıyor. Psikolojide kendini gerçekleştiren kehanet diye bir kavram var. Bir şeye karşı olan ön yargınız, sizin hal ve hareketlerinizi değiştirdiğinden gelecekte o konuyla ilgili yaşadığınız tecrübelerinizi de etkiliyor ve aslında her şey çok farklı gelişebilecekken siz önceden edindiğiniz tecrübeler yüzünden o şeyi de eski yaşadıklarınıza benzetebiliyorsunuz. İnsanların genel olarak sizi sevmediğini düşünüyorsanız örneğin, yeni biriyle tanıştığınızda “kesin beni sevmeyecek” diye düşündüğünüzden o insana daha tuhaf yaklaşmaya başlıyor ve gerçekten de o insanın sizi sevmemesine neden olabiliyorsunuz. Beynimiz bizi korumaya çalışıyorken farkında olmadan bize zarar da verebiliyor. Yani, geçmiş tecrübelerimiz bize yardımcı olabilecekken, o düşüncelere takılı kaldığımızda geleceğimize ve hâliyle kendimize zarar veriyoruz. Murathan Mungan’ın da dediği gibi :”Geçmişi yalnızca ondan bir şey inşa edecekseniz anmalısınız.”. Benim şahsi görüşüme göre geçmiş, her bireyin elindeki en orijinal ve en büyük hazine. Orada her ne deneyimlediysek, onlar aracılığıyla doğru yolu bulabiliyoruz. Edindiğimiz tecrübeler, bizi bilinmeyen karanlık bir yola çıktığımızda etrafımızı aydınlatıp bize yol gösteriyor. Onlar sayesinde yolumuzu buluyoruz, gerçek birer birey oluyoruz. Yani tam kelime karşılığıyla, olgunlaşıyoruz. Fakat onlara takılı kalmak, bizlere haddinden fazla uzun süren ve üzen acılara mal oluyor. İnsan sadece tek bir yönde ilerleyebiliyor, hem geçmişte hem gelecekte yaşayamıyorsunuz, her ikisini de harmanlayarak bir şimdi yaratmanız gerekiyor. O yüzden ki, ne geçmişte takılı kalıp kendinizi hayatın dinamikliğinden mahrum bırakmalı, ne de onu tümüyle yok sayarak size yardımcı olmasına engel olmalı. Yapılması gereken, geçmişten gereken dersleri almak, gelecek için çalışmak ve şimdinin keyfini sürmek olmalı. Şevval CENGİZ 21501869 HIRSLAR VE PİŞMANLIKLARI Hırsın merhametsiz ve rahatsız kollarında huzursuzca dönüp dururken, sıklıkla gerçeklere gözlerimizi kaparız. Hissettiğimiz rahatsızlık sonucu mükafata eriştikçe, bu rahatsızlık bize daha göz ardı edilebilir gelir. Atladığımız ise hırslarımızın sonunda elde ettiklerimizin, onları elde edene kadar geçirdiğimiz süreçte kaçırdıklarımızda değip değmediğidini hesaplamaktır. Hırsı yeşil kadife bir elbise gibi giymiş ve inci küpelerle süslemiş olan Scarlet O’hara, klasik batı edebiyatının en azimli, güçlü, bir o kadar da mutsuz ve doyumsuz karakterlerinden biridir. Yıllarını sevdiğini düşündüğü adam uğrunda harcamış, yanı başında onu gerçekten seven, ona çok benzeyen Rhett Butler’ı görmezden gelmiştir. Rhett onun için imkanlarını sonuna kadar kullanıp elinden geleni yaptığında bile aklında tek düşünce vardır: Ashley Wilkes. Zamanın yıpratıcılığı kitapta şu son sözle ifade eder kendini: Scarlet : “Peki şimdi sensiz ne yapacağım?” Rhett: “ Umrumda bile değil.” Kitapta en çok hissettiğim, buram buram gelen pişmanlık kokusu ve zamanın insanlardan ne denli çok şey götürdüğü oldu. Scarlett Güney Amerika’da zengin bir ailenin şımarık kızıyken, patlak veren iç savaşla bozulan düzeni, savrulan hayalleri, annesinin hayatını kaybetmesi ve babasının aklını yitirmesi, arkadaşlarının birer birer savaşta hayatlarını yitirmeleri onu bir kadına dönüştürdü. Scarlett’ın kendi ayakları üzerinde duran bir iş kadını olup krizi fırsata çevirmesi ve üçüncü evliliği olan Rhett Butler ile evliliği de onun büyüdüğünün götergesi niteliğinde. Scarlet hayatı boyunca hayalinde yarattığı ve gerçekte hiç anlaşamayacağı bir erkeği sevdi, yaşamını ona adadı, onun için çalıştı ve onu elde ederse mutlu olacağına inandı. Kitabın sonunda onun bakımını üstlendi yani son seçimini yaptı ve kocası Rhett onu terk etti. Hırsın insanın gözlerini nasıl kör edeceğinin ve düşünmesini nasıl engelleyeceğinin çok somut bir kanıtı olduğuna inanıyorum. Üstelik en hazinlerinden biri de. Çünkü Rhett onu terk ettiğinde Scarlet aslında hep onu sevdiğini anladı fakat çok geçti. Demek istediğim, biz insanlar hırs ya da yarış gibi illüzyonlarla kendimizi kaybediyoruz. İstediklerimize değil, istememiz gerekenlere odaklanıyoruz. Vitrinde gördüğümüz her kıyafetin üstümüze istediğimiz şekilde olmadığı gibi, ideal düşünce ya da ideal kişilik aynı olmuyor her insanda. Atlarımızı ufuklara dört nala sürerken, çok şey harcıyoruz kendimizden ve sevdiklerimizden. Çevremizdekileri, bizi sevenleri kırıyoruz, üzüyoruz, harcıyoruz. Hatta bazılarımız onları kullanıyor, onların duygularıyla oynuyoruz. Bizim için iyi olanı düşünüyoruz fakat bizim için iyi olanı hissetmiyoruz. Çünkü beynimiz, kalbimize cevap vermiyor. Hırsımız engel oluyor buna. Oysa ki Yunus Emre der ki; “Dil söyler, kulak dinler; kalp söyler, kainat dinler.” İdeal ve mantıklı olan her zaman bizim için iyi olan değildir. Kendi adıma, hep mantığın hata payının kalpten daha yüksek olduğuna inanırım. Pişmanlığa gelince, pişmanlık yapmadıklarımızda yaptıklarımızdan çok daha fazladır. Ve bazen ne kadar anlamsız ve çılgınca gelirse gelsin içimizden geçeni yapmamız gerekir. Çünkü sonuç sıklıkla yapmamaktan duyacağımız pişmanlıktan daha fazla değildir. Ayrıca sonuç anlar sürer, pişmanlık yıllar sürebilir. Bazen pişmanlık o kadar büyüktür ki, insan normal hayatına devam edemez. Örneğin ben hep merak etmişimdir, acaba Scarlett ve Rhett’e ne oldu? Kendilerine yeni bir hayat kurabildiler mi? Birbirlerini hiç merak ettiler mi, özlediler mi? Muhteşem kurgusu ve daha da muhteşem anlatımıyla, Rüzgar Gibi Geçti bana ilk okuduğum zamandan beri hep pişmanlık ve yaşanmamışlıkları hatırlatır, üstünde düşündürür. Hayatın karmaşık görüntüsünün altında ne kadar basit olduğunu görmek kendimi daha da aciz hissettirir. Sevdiğimiz şeylerin, insanların peşinden bugün koşalım. Sevdiğimizi bugün söyleyelim, bugün sarılalım. Yarın çok geç olabilir. Üstelik Scarlett’ın felsefesini anlatan deyişiyle : Yarın yeni bir gün. DİNÇER1 Eylem DİNÇER 21101814 Ebru ONAY TURK101-40 10.03.15 Son Metin Çok Saygıdeğer Babacığım, Sizinle tanışmayı ne çok isterdim bir bilseniz… Hiç kimseye duymadığım kadar hiç tanımadığım size duyduğum sevgiyi göstermeyi, hiç kimsenin bana gösteremediği şefkati bana göstermenizi ne kadar çok isterdim. Saçlarım… En çok da onlar tanımak isterdi kudretin simgesi olan ellerinizi. Öpülmeyi ise gözlerim hasretle beklerdi… Geçmiş zaman kipleri içinde savrulan bu cümlelerim elbette „aramızdaki ilişki‟ sözcük öbeğini bile kullanamayacak kadar birbirimizden kopuk oluşundan gelmektedir. Yoksa -Allah gecinden versin- aldığınız nefes olmadan sizsiz nasıl yaşayabilirim? Kız babaları başka olur derler. Daha bir korumacı, daha bir nazik olur derler. Kızlarının gözlerinin içine bakıp ağızlarının içine düşerler derler. İnanmam. İnanmak isterdim; fakat inanamam. Nedeni tahminlerden öteye gitmeyen bir keşmekeş oldu benim için; fakat sizin bana açılan tüm pencerelerinizi sıkı sıkıya kapatmış olmanız bende derin bir korku ve yalnızlık hissi uyandırdı ömrümün her döneminde. Hayatımın her deminde „arkamda babam var, bana hiçbir şey olmaz‟ diyebilmeyi arzulayan biri oldum hep. Yalnızdım… “ Yerine sevemem, yerine sevemem Olmuyor, denedim, yine de yerine sevemedim her şeyi ” Erkeği egemen kılan bir toplumun içinde sırtımı dayayabileceğim kimsem ( bir erkek ) yoktu. Âşık oldum sandığım, her erkek birer birer devrildi. Babam yoksa o var diyebileceğim her er DİNÇER2 kişi daha ilk artçı depremde yerle bir oldu. Enkazın altından „ben seni babam gibi sevdim‟ çığlıklarımı duyan olmadı hiçbir zaman. Fakat gün geçtikçe anlıyorum ki ben kimseyi yerine koyamamışım, kimseyi baba edememişim kendime efendim. Efendim diye hitap etmem hoşunuza gitti değil mi? Sizin hakkınızda bildiğim tek şey itaatlerinize uyan insanlara karşı asık suratınızı bir parça da olsa sade bir ciddiyete dönüştürdüğünüz. Ah o anı görebilmek adına neler yaptım, iyi bilirsiniz. Yoksa bilmezlikten gelip bir teşekkürü borç bilmeden hep daha fazlasını mı istersiniz? Hatırlar mısınız bilmem; ama teşekkür etmeyi siz öğretmiştiniz bana. Başardığım her işte beni böyle yetiştirdiğiniz için size teşekkür etmem gerektiğini söylerdiniz hep. Gururlanır mısınız bilmem ama çevremdeki herkes arkamdan „çok kibar bir hanımefendi‟ diye konuşuyormuş. Sahi hiç gururlandınız mı benimle? Karnemdeki pekiyiler, kırmızı kurdelelerim, takdir / onur belgelerim ya da liseye ve üniversiteye giriş sınavlarındaki derecelerim… Hiçbiri gururlandırmadı mı sizi? „ İşte benim kızım „ diyerek kendinize de pay biçmediniz mi hiçbir zaman? Yeşil gözlerimde, minik dudaklarımda ya da hokka burnumda kendinizden izler bulmadınız mı ben „ hık demiş burnundan düşmüş „ deyimini bizi görenlerin söylediğini düşünürken? Ne düşündüğümü hiçbir zaman merak etmeyip dogmatik bir şekilde sadece sizi onaylamam gerektiğini hep savunsanız da izin verirseniz neden keşmekeşinden bahsetmek istiyorum biraz da size: 1) Küçükken annem hep anlatırdı. Ben doğduktan sonra siz beni görmek için hastanenin yeni doğan bölümüne gitmişsiniz. Hemşire beni gösterdiğinde siz bana el sallarken ben, önce dil çıkarıp sonrasında da yüzümü buruşturmuşum. Tüm sevincinize tuz biber ektiğimi düşünmüş olmanız çok muhtemel. DİNÇER3 2) Bir kere heveslenip altımı değiştirmek istemişsiniz. Kıyamadığım kim bilir ne kadar heyecanlıydım ki altımdan bezi alıp beni kucağınıza aldığınızda küçük abdestimi üzerinize gönderivermişim. Öfkenizin bir kısmını bu kaplıyor olabilir. 3) Hastalıklar bir türlü peşimi bırakmamış. Sürekli o hastaneden o hastaneye o doktordan o doktora koşarken gerekli gereksiz bir sürü masraf yapmışsınız. Annem beni üzmemek için bütçenize zarar vermediğini söylüyor; ama ben öyle olmadığını geçen aylarda gastritim için Bursa‟ya geldiğimde „ ciddi olmayan rahatsızlıkların için eve gelme, para yetmiyor „ dediğinizde anladım. 4) Bir kardeşim olmasını sizden ben istemiştim. Sizlere çok minnettarım ki bu isteğimi geri çevirmediniz; fakat kendisinin yaşattığı bir takım sorunlar son iki yıldır ailemize manevi yönden oldukça zarar verdi. Siz de bir baba olarak oldukça yıprandınız ve elbette ki onun bu dünyaya gelmesini isteyen ben olduğum için kardeşimi pohpohlayıp beni suçlamanız da en doğal hakkınız. Sizi haklı çıkaracak elbette oldukça neden vardır; fakat maalesef ki şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Eklemelerimi bir sonraki mektubuma yansıtırım. Biliyorum, bu mektup asla elinize geçmeyecek, benim bu dünyadaki miladım dolduğu gün benimle birlikte toprak olup gidecek. Eğer toprağım toprağınıza karışır da bu mektubun trajik yanını keşfedebilirseniz benim de size sormak istediğim bir sorunun yanıtını yine aynı yolla almak isterim. “ NE YAPMADIM DA SİZE YARANAMADIM? ” Not: Beni affediniz… Asla okumamı istemediğiniz Kafka‟nın Babaya Mektup isimli eserini az önce bitirdim. Her satırda aklımda siz, yüreğimde acı… Haklıymışsınız, okumamalıymışım. DİNÇER4 Saygımlarımla… Mahmut Mert Örsler 21302331 DÜN ve FERDA Dersten çıktığım zamanlarda kendimi okulumun kütüphanesine atmak, benim için daha katlanılabilir kılmıştır ders çalışmayı her zaman ancak sıkıldığım da olur bu tempoda, bir durup nefes almak kitapların yardımıyla... Tam da böyle bir günde elime geçiveriyor birden, kapağında üzgün,yorgun kadın portreli bir kitap, sanki bir tutam annem, bir tutam babaannem. Onlar gibi bir neşesiz hali var ama renkli de çizilmiş bir yandan sanki anlatır gibi bize bu toprağın kadınını kâh gülen kâh ağlayan... Ölçüp tarttım gözümle, kedinin ciğeri ölçüp tartması gibi, bir de ne göreyim! Erendiz Atasü yazıyor üzerinde, o değil miydi beni “taş üstünde gül oyması” eden bir zamanlar, mitolojik bir düş, dağlarda ceylana dönüştüren hayallerimi... Heyecanlanıyorum... İlk sayfası, bizzat kendi imzası, bizlere imzalamış, öğrencilerine bu okulun, okumamak bu büyük ustaya haksızlık, pervasızca rafına geri koymak bu kitabı ne de büyük saygısızlık! Sayfalar eriveriyor elimde, ben onları çevirdikçe onlar beni kanatlandırıveriyorlar... Oluvermişim bir “kuş”, “Ferda” ömründe... Bir kadın için, hele hele bir de gencecik yaşlarda, siyasi gerilimleri, adaletsizliği, ayrımcılığı bir gelenek misali kuşaklar ötesine taşmış bu “İstanbul”da “özgür” olabilmek, ne güçtür... Ferda Başarır, çıkıp gelmiştir baba ocağından, ana kucağından okullar okumaya, okuyup da özgür olmaya, sanki mümkünmüş gibi yutmaya hazır seni bu topraklarda. Başarılıdır, söylenecek laf bırakmamıştır ardında, “bilim yuvası” özgürlüğün ispatlanabilir, rakamlarla kanıtlanabilir formudur sanki, yanında ana yarısı “Hürriyet” Hoca. Güven aşılar, cesaret de verir “Hürriyet Hoca”, aslında kendi gençliğini görürüz Ferda’da ancak karşı çıkanlar da vardır bu kızın asistan olmasına, Kazım Beyazıt mesela... Saçına aklar düşmüş, evlat acısı çeker, yüreğine Ferda’yı azarladığı her gün su serper çünkü deli doludur bizim Ferda, yüzümüzde bir tebessüm şaşırırız bu kıza çünkü benzer Kazım Beyazıt’ın oğluna. Selim, adı gibi ermiştir selamete, çarpışırken Filistin’de, oralardan “devrim” getirecekti daha bizlere, hatırlarız, geçmişte nice yitirdiklerimizi bile. İki “dava” peşinde bir oraya bir buraya koşan Ferda, hem “bilim” için laboratuvarda formül hem “özgürlüğümüz” için meydanlarda bir flama... İkisi birden yok edildi, hapise atıldı önce, sonra işkence gördü orada, yetmedi, hayatı, birikmişine el koyuldu. Çabaladıklarının adı kaldı bir zamanlar öğrettiği eczacılık fakültesi duvarlarında, koyu renk boyayla yazılmışcasına, asılması yasak afişlerin arasında. Her şey bitti derken küllerinden doğdu Ferda, Özdemir’in yardımıyla, şaşılacak şeydir bu, bir şeyler haykırıyor bu kız hala! Aynı yolun “yoldaş”ı bu adam, çekip aldı genç kızı Almanya’ya bu diyarlardan, belki biraz da zorunluluktan diyoruz, kaçıp kurtulmak için eli silahlı adamlardan. Yeniden başlamanın verdiği gelip geçici nefes, 70’lerde, siyasi sığınmacı olarak yaşamak zorunda bırakıldığın ülkede bitip tükenince herhalde bir kaçınılmaz son, nedenini çoktan anladığımız, bizi ürperten depresyon, tüketir gencecik yarınları, biliriz geride kalır bir acı son. Mesleği, parası pulu olmayan, itile kakıla oradan oraya sürüklenen bir kadın, tutsa da sevdiceğinin elinden, yeni bir hayat hiç de kolay görünmüyor, deriz kendi kendimize, üstesinden gelinemez engeller sevene de sevilene de göz açtırmıyor. Hatırlatır olanlar bize, siz siz olun uğraşmayın “özgürleşeceğim bilimle” diye yoksa alırsınız soluğu bir uzak memlekette. İhanete de uğrar bu kadın, biricik aşkı aldatmıştır onu, nereden çkıtı bu koca dudaklı, bizi kendinden nefret ettiren Alman Hanım? Ferda saf değildir, sanki anlar da susar, üzerinde bir çilekeş ana hırkası olduğunu düşünürüz, evde bebek bakar, bizler gibi o da annesini hatırlar. Özdemir’in keyfi yerinde, başkasının gözünün içine bakar. Anlarız ki aşk yokmuş aslında burda, anavatanda kalmış o da, bizler var gibi araya duralım onu evden uzak yarınlarda. Ancak asıl acı olan şiddet... Kadına dayak, bir alışkanlıktır sanki, bir zararlı gen gibi yeni nesile aktarılan, ebedi... Özdemir’in tokadı sadece Ferda’ya değildir, bir kadın yerini bilmeli eğer bilmezse yer sopasını oturur değil mi? Kahrolsun ihanetle birleşen dayak! İkiniz de birbirinizin tamamlayıcısı, biriniz diğerinizin yancısı... Savruldukça savrulduk bir kıyıdan diğerine, elimizde bir kitap, bir nehrin sürüklediği küçük dal parçası üzerindeki “kuş”, kanat çırpamaz olmuş yorulmuş son sayfalar da gelip çattığında. Heceler düşlerinde bu “kuş”un, kadına bakış açısını değiştirmiş, etrafımızdaki yerini bir kez daha sorgulatmış, ayrımcılığı, özgürlüğü, ihaneti anlatmış bu kitap, şimdi ise sonunu baştan yazıyor, dünde okuduğunu kaybetmeyecek, yarınlara anlatacak, onların hikayesini. Son satırlarda “Herkes kendi çarmıhını taşır, taşıyabildiğince” diyor “Rüzgar yeleli kumral” Ferda, bu da kaderi benzeyen tüm kadınlarımıza... TURK 101-20, Öğretim Görevlisi: Gönenç Tuzcu Ödev 3: Şiir(1) Tarık Emre Demirbağ, CTIS, 21202755 Ran, Nâzım Hikmet , Bütün Şiirleri ,Yapı Kredi Yayınları , Mart 2010, Altıncı Baskı SEKİZYÜZ OTUZ BEŞ Gri şehir derler Ankara için, kasvetli… Sokakları, caddeleri, binaları onu tanımayanlar için soğuk ve mesafeli. Benim içinse doğup büyüdüğüm şehir. Bugün de sıradan bir gün. Pencere hafif aralık yağmuru izliyorum, birazdan dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Sardunyalar var pencerenin önünde, az önce çıkan gökkuşağının renkleriyle yarışıyorlar. Bir esinti, yağmur kokusu… Ataç Sokak’tan yürümeye başlıyorum. Bütün bir sokağı kızartma kokusu sarmış. Bir zamanlar burası ne güzel bir mahalleydi şimdilerde her yer araba, top koşturacak yer yok. Öğlen rakısını çok severim, bir duble için bile Tavukçu Lokantasına giderim. Ama, akşam oldu nerdeyse. Bugün biraz daha geç gidiyorum gediklisi olduğum yere. Yıllara meydan okuyan Komünist İsmail’in yeri bura. Kimler misafir olmamış ki Cemal Süreya, Aziz Nesin, Yaşar Kemal… En son Yaşar Kemal’i uğurladık ya. Ne iyi insandın sen Yaşar Kemal. O iyi insanlar gibi sen de güzel atına binip çekip gittin ya kimlere kaldık… Peki ya Nazım? Nazım geldi aklıma. Ankara’daki zorunlu misafirliği, hapishane hayatı. Ulucanlar 5. koğuş… “Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların: boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! ” (Ran 123) Hasret; denize hasret, anneye hasret, sevgiliye hasret... Koğuşunda kaç adım atabiliyordu acaba… Sahi ne kadar güç diye düşündüm sekiz yüz otuz beş adım dört duvar arasında, sekiz yüz otuz beş satır, sekiz yüz otuz beş , otuz beş, yolun yarısı Nazım için otuz buçuk. Küsüratı yuvarla… Rüzgârlı günlerde Ataç’tan Ziya Gökalp’e inerken yüzüme esen rüzgâr sanki yolun sonunda deniz varmış hissi uyandırır. Ayna gibi masmavi bir denize hasret Ankara’nın sokakları… Az kaldı sekiz yüz otuz beş adımın yarısı kadar adımlayacağım sokağı… Sokak köpekleri çıkıyor karşıma çıplak ayaklı sokak çocuklarıyla koşturan. Umutları olmayan çocukların ülkesi… Sesini kaybetmiş bir ülke, sesini kaybetmiş bir şehir. “Üç adam. Üç adam duruyor : birincinin kolunda kırık bir keman var, ikincinin başında silindir sırtında frak, üçüncü kıllı bir maymun gibi çırılçıplak. Üç adam kayboluyor karanlıkta sallanarak” (Ran 199) Cumartesi Anneleri geliyor aklıma, Gazeteci Metin, Roboski, Berkin… Metin Altıok, Madımak, ölümler , işkenceler… Berkin sahi kaç adım attı ekmek almak için otuz beş … Yüksel Caddesi’ne yaklaştım sayılır. Sola kırıp o kalabalığına karışmak isterim ama çok yürümeden üzerinde, İnkılap Sokak’a döneceğim. Dönmeden bir sigara yakacağım yarısını içmeden Tavukçudayım. O zamanlar Tavukçu yoktu fakat tutsaklık günlerinden sonra mutlaka Nazım’da bu şehirde bir yerde özgürlüğe kavuştuğu günü kutlamıştır. Piraye yanında mıdır acaba? Bir anda fark ediyorum, caddeki çiçekçi kız güzelce bakıyor bana. Derin manalı, sanki hoşlanıyor benden. Gururum okşanıyor aslında, yılların yaşanmışlığını siliyor yüzümden bir anda… Ne kadar inkâr etsem de yolun yarısına yaklaşıyorum. Bir sigaranın yarısı kadar kalan bir ömrün kahredici kafesinde, haykıyorum aynada gördüğüm genç adama… “Sevmek mükemmel iş delikanlım. Sev bakalım… Mademki kafanda ışıklı bir gece var. benden izin sana, seeeev sevebildiğin kadar” (Ran 265) Sigaradan anladım, Tavukçuya gelmeme az kaldı. Ne çok şey geçti şu kısa zamanda aklımdan. Ne kadar çok şeyi dert etmiş bu hafıza. Ve yine kafamdan geçiyor o dizeler “ Ve ben O günden çok daha sonra; sağ kalırsam eğer, şehrin meydan kenarlarına yaslanıp duvarlara, son kavgadan benim gibi sağ kalan ihtiyarlara bayram akşamlarında keman çalacağım “ (Ran 211) Nihayet vardım… Sen ne salaş yersin Tavukçu, sekiz yüz otuz beş adım eve… Kafamda ise sekiz yüz otuz beş satır. Birkaç arkadaş gördüm sevindim, oturdum yanlarına… Bugün de akşam oldu, başladık demlenmeye… İki göz yaşı saklansa da son kadehe, hayat senden alacağını tahsil etmeye başlamış. Acımasız değil mi zaten yaşadıklarımız. Haykırmak istiyorsun ama nafile. Geride kalan iki göz yaşı, ve boş bir kadeh. Keşkeler olmasa ne güzel diyorsun bu hayat. Ama bir şeyi hatırlıyorsun gerçek dostlarla güzel bu hayat. Eve dönme zamanı. Sekiz yüz otuz beş adım, sekiz yüz otuz beş satır, sekiz yüz otuz beş… Ankara burası, memur şehri, herkes çekilmiş kabuğuna, sokaklar boş ve karanlık… Gazete manşetleri geliyor aklıma: iç güvenlik yasası, makul şüpheli herkes…. “Ay ışığı Parlıyan enli bir kılıç gibi keserek karanlığı Düştü yere -Ne var? -Sıııııs dışarda! Dışarda polis. Lambaları sönmüş iki otomobil, ve bir sürü motosiklet… -Satıldık… -Evet… ” (Ran 273) Kaynakça Ran, Nâzım Hikmet. «Bütün Şiirleri.» Sesini Kaybeden Şehir, Belki Ben. Yapı Kredi Yayınları, 2010. 211. Ran, Nâzım Hikmet. «Bütün Şiirleri.» Sesini Kaybeden Şehir. Yapı Kredi Yayınları, 2010. 199. Ran, Nâzım Hikmet. «Bütün Şiirleri.» Benerci Kendini Niçin öldürdü. Yapı Kredi Yayınları, 2010. 273. Ran, Nâzım Hikmet. «Bütün Şiirleri, 835 Satır.» Benerci Kendini Niçin Öldürdü. Yapı Kredi Yayınları, 2010. 265. Ran, Nâzım Hikmet. «Bütün Şiirleri,835 Satır.» Varan 3, Hasret. Yapı Kredi Yayınları, 2010. 123. KÖTÜ OLAN HER ŞEYE RA MEN Ğ Hiç kendinize soruyor musunuz “Bu insanlar bu kadar zor şeyler yaşadıktan sonra hala nasıl mutlular?” diye? Ben soruyorum. Hatta sadece di er insanlar için de il kendim için ğ ğ soruyorum. Bu kadar erken yaşta, bu kadar kötü olaylar yaşadıktan sonra hala nasıl gülebiliyorum diye. Bu soruya cevap olarak kendi kendime bir sürü cevap buluyorum. Bu cevaplar genelde hayata olan sevgimden ya da hayatımda hep güçlü kadın örnekleri oldu undan öteye ğ geçemiyor. Kendim hakkındaki bu gerçek aklıma Şebnem İşigüzel’in A açtaki Kız adlı romanını ğ okurken geldi. Kitabı okurken karakterle ne kadar benzedi imizi göz ardı edemedim. Kız yaşadı ı ğ ğ her şeye ve tüm o hayatla ve gelecekte olacaklarla ilgili kaygılarına ra men hayattan umudunu ğ kesmemiş. Tam anlamıyla kendime benzetiyorum hatta ve şimdi size bunun nedenini anlataca ım. ğ Sizin de bana hak verece inizi düşünüyorum. ğ Aslında bir yere kadar hayatım gerçekten güzeldi. Sevdi im insanlara yakındım ve ğ zamanımın büyük bir kısmını onlarla geçiriyordum. Kendi arkadaşlarımla ve hatta ailemin arkadaşlarıyla bile aram iyiydi. Ama ne yazık ki bu durum böyle devam etmedi. 2009 yılında daha yani ben 11 yaşındayken babamı kaybettim. Bu gerçekten ani bir kayıptı ve hala üstesinden gelebilmiş de ilim. Böyle bir durumun üstesinden gelinebilir mi onu bile bilmiyorum. Kısa bir süre ğ önce de dedemi kaybetmiştim. Babamdan sonra gerçekten hayattan tüm umudumu kesmiştim. Tüm o kayıplardan sonra hayatım 5 seneli ine de olsa bekledi imden iyi geçti. Ailemle ve ğ ğ arkadaşlarımla her zamanki gibi iyi anlaşıyordum ve okul hayatım da tam istedi im gibi gidiyordu. ğ Tam bunu düşündü üm zamanlarda kuzenimi kaybettik. Ne kadar güzel de il mi? Tam da ğ ğ üniversite sınavına hazırlanırken bunun olması tam da benim yaşayaca ım türden bir durum. ğ Artık bu tür olayları gülerek anlatacak duruma gelmiştim ve en acı olan şey de bu sanırım. Tüm bu olaylara ra men hayatım başka insanların bekledi inden hatta benim bile ğ ğ bekledi imden iyi geçti. İnsanlardan ve kurallardan ne kadar nefret etsem de bir o kadar da ğ yaşamayı seviyorum çünkü ben. Tabii bir de garip bir korunma mekanizmam var. Hani kaç insan babasının öldü ünü anlatırken gülebilir ki? İşte ben gülebiliyorum. Üzüntülerimi gerçekten içine ğ atabilen bir insanım. Sanırım bu özelli im ailemde sahip oldu um örneklerden geliyor. ğ ğ Şöyle ki bizim ailenin kadınları gerçekten güçlü kadınlar. Küçüklü ümden beri annem ğ olsun, anneannem olsun, annemin kuzenleri olsun hep zor durumlarla karşılaştılar ama hiçbiri bu durumlar karşısında pes etmedi. Annem de, anneannem de kocalarını kaybettiler ve ben ikisinin de hayata karşı umutlarında bir azalma görmedim. Böyle örneklerle büyüyünce ister istemez etkilenmişim herhalde. Bir de sanırım hayatın bir sınav oldu u düşüncesini kabul etmiş ğ bulunuyorum ve bazen diyorum ki “Neden başarısız olayım?”. Her ne olursa olsun çevremde elbet beni seven ve bana destek olacak birilerinin oldu unu biliyorum ve onlar için güçlü kalmaya ğ çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki hem kaybetti im insanlar hem de hala benimle birlikte olan ğ insanlar da benden güçlü olmamı, isteklerimden ve hayallerimden vazgeçmememi beklerlerdi. En önemlisi de her şeye ra men mutlu olmamı isterlerdi. ğ Zaten her şey güzel olsaydı ben ben olmazdım ve her şey sıkıcı olurdu. Hayatı e lenceli ğ kılan karşılaştı ımız zorluklar de il mi zaten? Bizi biz yapan yaşadı ımız iyi olaylar kadar kötü ğ ğ ğ olaylar da de il midir? Hayat her şeyiyle yaşamaya de er bence. Her ne kadar bazen kendinden ğ ğ bıktırsa da… Berfin Ciner 21601746 Atay 1 Atakan Atay 21300954 10.11.2014 Başak Berna Cordan Türkçe 101 İNSANİYET Geçen hafta İngilizce dersinde yöneltilen “Vücut nedir?” sorusuna cevap bulmakta biraz zorlandım. Bu soru, ilk bakışta bana çok anlamlı gelmemişti. Sonraları bu sorunun ontolojik açıdan varlık düşüncesiyle ve dolayısıyla da bir birey olmakla bire bir ilişkisi olduğunu düşünmeye başladım. Çevremizde var olan her bir varlığın bir vücut olduğunu düşündüm ve çevremdeki bitkilerin, hayvanların ve insanların her birinin kendine özgü bir biçimde varlığını devam ettirdiğini fark ettim. İnternette yaptığım araştırmalarda, ‘İnsaniçincilik’ olarak geçen bir tanıma rastladım. “İnsaniçincilik1”; insan merkezli bir düşünce sistemi olmakla beraber, insanın yaratılan diğer her bir varlıktan üstün olduğuna ve yaratılmış her şeyin yalnızca insanın ihtiyacına hizmet ettiğine inanan bir felsefi düşünce olarak tanımlanıyor. İki Şehrin Hikâyesi’ni okurken romanın genel olarak konusunun zenginlerin, fakir halka yaptığı zulmü ve bu zulme daha fazla dayanamayan halkın isyan etmesi olduğunu hemen anladım. İnsanoğlunun bencilliği, hırsı ve iktidarı elinde tutma isteğinin tarih boyunca birçok olaya sebebiyet verdiği bilinir, tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın ortaya çıkması gibi. Ancak, tarihte Fransız İhtilali’nde gördüğümüz gibi, bu hırs ve arzu öyle bir noktaya geliyor ki insan insanı köleleştirebiliyor ve ‘insan’ buna daha fazla tahammül edemiyor. İyilik ve hoşgörü gibi olumlu anlam taşıyan tüm olguları ‘insanlık’ sözcüğünde toplarken, aynı zamanda bu anlamla çelişen davranışları da insanda gözleyebiliyoruz. Neyse ki Charles Dickens, romanında yalnızca insanın bencilliğinden, aç gözlülüğünden ve hırsından bahsederek tamamen karamsar bir hava yaratmamış, insanı özel kılan umut ve fedakârlık gibi özeliklerini de ön plana çıkarmıştır. Tıpkı romanın en sonunda Sydney Carton karakterinin hayatını ‘anlamlı bir iş’e adamak amacıyla kitabın ana kahramanlarından Charles Darney için kendini feda etmesi gibi. Bu sene aldığım felsefe kurslarından olsa gerek, sık sık etrafımdaki varlıkların var oluşları ve birbirleriyle olan etkileşimlerini inceliyorum. Bir birey olmak ne demektir? Benim varlığım 1 http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.547df7ebc91841.06834056 Atay 2 başkalarının varlığından nasıl etkilenir? Geçenlerde okuduğum bir makalede yazar, duyguları sosyolojik açıdan değil de bir ekonomist gözüyle ele almış. Makale, duyguların öznel ve insan kaynaklı olduğu düşüncesinin bir yere kadar doğru olduğundan ve hissettiğimiz duyguların içinde yaşadığımız sosyal ve kültürel ortam tarafından oluşturulduğundan bahsediyor. Tıpkı matematik dersinde bizlere öğretilen fonksiyon konusunda olduğu gibi toplumun oluşturduğu duygu insanda yer bulup orda şekillenerek son halini alıyor. Bu etkileşim başka bireylerde de aynı safhalardan geçiyor, daha da büyüyerek devam ediyor. Böylece bir sistem ve algı yaratılmış olunuyor. İnsan psikolojisi karmaşıktır. Bu psikolojinin egemen olduğu bir sistemin çalışma mekanizmasını anlamaya çalışmak çok daha karmaşık. Duygular, aslında insanlar arasında sosyal bir bağ kuruyor ve onları bir araya getirme görevini üstleniyor: tıpkı mili marşımızı duyduğumuzda çoğumuzun göğsünün kabarması gibi. Lakin duygular bir yerden sonra gruplaşmalara neden oluyor tıpkı İki Şehrin Hikâyesi’nde görüldüğü gibi. Beni düşündüren tüm bu fakirler ile soylular arasındaki uçuruma neden olan toplumun oluşturduğu bir algı sonucu paylaşılan ortak duygular mıydı? Yoksa insanın gerçekten de yapısında doymak bilmeyen bir aç gözlülük mü vardı? Düşünüyorum da, bir grubun üstünlüğünü kaybedip öteki güçlendiği zaman değişen, yüzler dışında nedir? Belki de Charles Dickens bizlere halkın çektiği acılardan bahsederken bir yandan üstü kapalı bir biçimde arka planda kaybolan detaylar da sorgulatmak istemiştir kim bilir, tıpkı öfkeden kuduran halkın suçlu suçsuz ayrımı yapmaksızın herkesi katletmesi gibi. Romanı bir bütün olarak değerlendirdiğim zaman Charles Dickens’ın neden bu kadar ünlü olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ortaokul yıllarında bize dünya klasiklerini okumamız söylenirdi ve o yaşta bir şey anlayamazdım. Açıkçası, bu da klasiklere karşı bir ön yargı oluşturmama neden olmuştu, ama İki Şehrin Hikâyesi bu önyargımı kırdı ve şimdi Charles Dickens’ın diğer kitaplarını da okumak istiyorum. İnanıyorum ki onun her bir kitabı bana yeni bir şeyler katacak. Kaynakça: Dickens, Charles. İki Şehrin Hikâyesi. Altın Yayınevi: 1980 Ahmed, Sara. “Affective Economies”.Duke University Press: 2004. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.547df7ebc91841. 06834056 KENDİMİZİ TANIMAK Gezmek; bir yeri, o yerin tarihini, kültürünü ve insanını tanımanın en iyi yoludur. Peki, kendimizi tanımadan başkalarını tanımamız ne derece mümkün olabilir? Bu yüzden bu sömestr tatilimizde ağabeyimle birlikte memleketimizi, yıllarca yaşadığımız şehri, Şanlıurfa’yı yıllarca gezdiğimizden farklı bir şekilde, kültürel ve tarihsel niteliğini derinlemesine anlamaya çalışarak gezmeye karar verdik. Bir saate yakın süren bir uçak yolculuğunun ardından uçağımız Şanlıurfa GAP Havalimanı’na indi. Beklediğimiz gibi bizi Ankara’ya nazaran sıcak bir hava karşıladı. Çantalarımızı aldıktan sonra bizi bekleyen araca bindik ve gezimiz süresince konaklayacağımız evimize geldik. Dinlendirici bir uykudan sonra, sabahın ilk ışıklarıyla uyandık ve zaman kaybetmeden bizim çarşı olarak nitelendirdiğimiz, şehrin eski yerleşim yerlerinden oluşan ve birçok amaca hizmet eden dükkânlar bulunduran şehir merkezine gittik. Urfa geleneklerinden biri olan sabah kahvaltısında tirit yemeyi layığıyla yerine getirdikten sonra zaten yürüme mesafesinde olan Balıklı Göl’e doğru yol aldık. Aslında her zaman yürüdüğümüz yollardan geçtik ama bu sefer daha fazla hissederek, böylesine tarih ve anlam barındıran yerlerde konuk olmanın değerini anlayarak atıyorduk adımlarımızı… O tarihî dokunun içinde gezdikçe içimizi huzur ve sükûnet kaplamıştı. Türbeler, camiler, göller ve İbrahim peygambere dayanan efsanevi hikâyesiyle Balıklı Göl platosu etrafına tarih saçıyordu. Balıklar için satılan yemlerden alıp balıkları yemledikten sonra Urfa Kalesi’ne çıkmaya karar verdik. Bu benim için ilk olacaktı. Her defasında çıkmaya niyetlenip sonra vazgeçtiğim Kale’ye çıkıp oraya daha önce çıkmaya tenezzül etmememin verdiği utançtan da kurtulmuş olacaktım. Balıklı Göl’ün hemen üstündeki tepede, dik yamaçlarda kurulu olan kaleye doğru yürüdük ve oradan geçmekte olan bir amcaya Kale’ye nasıl çıkabileceğimizi sorduk. Yarı Kürtçe yarı Türkçe olan diyalogun ardından Roma İmparatorluğu döneminde yapılan tünelden değil de yamaçtaki merdivenlerden çıkmanın daha kolay olduğunu anladık… Merdivenlerden hızlı hızlı çıkarken esen serin ve hafif rüzgâr, yıllarca yaşadığım şehrin yüzlerce defa yakınına geldiğim, başımı kaldırıp sürekli seyrettiğim böylesine tarih kokan Kale’sini daha önce ziyaret etmememin utancını silmeye çalışıyor gibiydi… Kale’ye vardığımızda hayal ettiğimden daha güzel bir görüntü karşıladı bizi, daha önce buraya gelmememin ne denli bir gaflet olduğunu anladım. Kale’nin üzerinde bulunan kalıntıların arasında dolaşıp, şehir manzarasını izlemek aynaya bakıyormuşum izlenimi uyandırdı bende. Baktığım şehirden farklı değildim aslında. Konuştuğum insanlar, bastığım toprak, soluduğum hava hiçbiri benden uzak şeyler değildi aksine benim bir parçamdı. Bunları düşündüğüm esnada Kale’den iniş yoluna koyulduk. İnerken tarihi tünelden inecektik. Merdivenler oldukça dikti. Duvarlara ve merdivenlere bakarken, dokunurken oradan onlarca kilo ağırlığında zırhlarla ve silahlarla yüklenmiş askerlerin inip çıkarken ne kadar zorlandıklarını düşündüm. Kale’den indikten sonra Gümrük Hanı’na gitmeye karar verdik. Sabah geldiğimiz yolları tekrar yürüdük, artık gün iyiden iyiye başlamış ve sokaklar kalabalıklaşmıştı. Tarihî Gümrük Hanı’na vardık ve oturup menengiç kahvelerimizi söyledik… Kahvelerimizi içerken gezdiğimiz yerlerden bahsettik ve gezimiz süresince nereleri gezeceğimize karar verdik. O gün Şanlıurfa müzesini gezdikten sonra gezimize ara verecektik. Ertesi gün ise bazı tarihî camiler ve Eyüp peygamberin makamını gezecektik. Göbekli Tepe’ye gitmeyi de arzuluyorduk fakat o sırada gezilere kapalı olduğu bilgisini aldık. Kahvelerimizin lezzetine doyduğumuza kendimizi ikna ettikten sonra bir anlığına orayı 300 yıl önce develerle, tüccarlarla dolu hayal ettim, şimdiki zamana geri döndüğümde müzeye gitmek için kalktık. Şanlıurfa Müzesi ve Şanlıurfa Mozaik Müzesi Haleplibahçe bölgesinde inşa edilen ve içlerinde yüzlerce ve binlerce yıllık yapıtları barındıran gezilmesi gereken nadide müzeler. İlk olarak Şanlıurfa Müzesi’ne girdik. Müzede bütün eşyalar dönemine göre ayrı bölümlerde sergileniyor. Şanlıurfa’nın birçok bölgesinde çıkarılmış ilk çağlara ait türlü araç-gereci görme şansına eriştik. Müzeyi bir süre gezdikten sonra Mozaik Müzesi’ne giriş yaptık. Müze Roma İmparatorluğu döneminden kalma mozaiklerin bulunmasıyla mozaiklerin bulunduğu bölgeye inşa edilmiş. Cam zeminin üstünde mozaikleri incelerken Roma, Selçuklu ve Osmanlı gibi ihtişamlı imparatorlukların yaşamış olduğu topraklarda doğmanın ve yaşamanın, onları tanırken aslında kendimizi tanımanın değerini her bir adımda daha iyi hissediyordum. Müzeden ayrılmamızla o günlük gezimiz de bitmiş oldu. İkinci günümüzde öğlen saatlerinde gezimize Eyüp Peygamber Makamı’nı ziyaret ederek başladık. Eyüp Peygamber’in vücudunda çıkan yaralar yüzünden çektiği acılardan kurtulmak için sığınarak ibadet ettiği rivayet edilen mağaraya girdik ve o anları gözümüzün önüne getirmeye çalıştık. Ardından ona şifa veren suyun çıktığı kuyudan çıkarılan suyu içtik. Etrafla bir süre haşır neşir olduktan sonra oradan da ayrıldık. Bir sonraki durağımız, Hasan Paşa Cami oldu, camideki tarihi koklayarak gezdikten sonra yakınlarda bulunan ve Halilür- Rahman Gölü’nün (Balıklı Göl’deki göllerden büyük olanı) kenarında bulunan, 1736 yılında dönemin valisi tarafından yaptırılan Rızvaniye Cami’sini gezdik. Gösterişli olmamasına rağmen konumundan, tarihinden ve sağlamlığından dolayı kent için önemi olan bu camiyi gezerken bu devrin insanlarının yani bizim geleceğe bırakacağımız yararlı hiçbir şey olmadığını düşünüp, atalarımızı örnek almamız gerektiğini idrak ettim. Gezilecek birçok yeri daha göremeden, başka bir zamanda görüşmek üzere sözleşerek gezimizi sonlandırdık. Kısa süren bir gezinin ardından aslında daha önce defalarca gördüğümüz yerlerde bir anlam aramanın ve onun farkına vardığımızda bunun bizi ne kadar doyuracağının önemi anlamış olduk. Belki de hayatımın en kısa Urfa seyahati hayatımın en dolu ve en kayda değer gezisi olmuş oldu. Ankara’ya dönerken, uçak henüz havalandığı sıralarda aşağıya doğru anlamlı gözlerle bakarak aynı amaç için tekrar geleceğim günü düşledim. Çünkü o gün kendimi biraz daha tanıdığım gün olacak… Alper Furkan HAMAVİOĞLU Kübra Seray Tekdemir Kendi Hayatının İçinde Misafir Olanlar Hiç hayatınıza bakıp bir şeyleri değiştirmeyi istediniz mi? Hiç başka biri olarak uyansam dediniz mi? Ya da hiç bir başkasının hayatını yaşamayı düşlediniz mi? Ben düşledim. Ama bu soruyu kime sorsam aldığım tek bir cevap oluyor: Hayır. Bana sorarsanız, bu cevabı veren herkes yalan söylüyordur. Hayatım boyunca insanları incelemeyi ve çözümlemeyi çok sevdim. Birinin konuşurken yalan söylediğini, heyecanlandığını, utandığını ve benzeri bütün duygu değişimlerini rahatlıkla anlayabiliyorum. Hani derler ya “insan sarrafı” diye, ben kendimi tam olarak bu şekilde tanımlıyorum aslında. İşte, tam da bu sebepten ötürü başka bir hayata özlem duyan insanları rahatlıkla anlayabiliyorum. Peki, nasıl? Size bunun aslında çok basit olduğunu söylesem ne derdiniz? Psikoloji bilimi uzun zamandır insanların duyguları ve davranışları üzerine çalışıyor ve çıkan sonuçlara bakarak rahatlıkla bir insanın yalan söyleyip söylemediğini anlayabileceğimizi söylüyor. Mesele, yalan söyleyen insanlar gözlerini sık sık kaçırıp, etraflarındaki başka şeylere bakarlarmış. Ve bu araştırmalar sadece yalan söyleyen insanlarla ilgili de değil. Örneğin, eğer biri sizinle sürekli dokunarak ve gözlerinizin içine bakarak konuşuyorsa, psikoloji o insanın sizden hoşlanma ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor. Açık olmak gerekirse, ben duyguların hareketlerden çok daha güvenilir olduklarını düşünüyorum. Bana sorarsanız, insanların gizli arzularını ortaya çıkaran en önemli duygu kıskançlıktır. Bugünlerde, kıskançlık denince aklımıza ilk gelen şeylerden biri kadın-erkek ilişkileri oluyor. Ama ya bir başkasının yaşadığı hayatı kıskanan insanlar? Bazı insanlar açıkça itiraf edebilirler bunu. Mesela, Sevgili Yalnızlık adlı öykü kitabındaki Gülizar, “Bazen keşke başka biri olarak uyansam, diye düşler kurarım. Başkası olarak yani. Ne bileyim, yine benim ama başka bir yaşamım var. Şu lojmanlarda oturan kız gibi. Onun yerinde olmak isterdim örneğin” diyerek bunu belli ediyor.(Altunkaya, 50) Bu cümleyi okuduktan sonra kendimi sorguladım. Evet, hayatım boyunca başka insanları inceleyerek onların ne düşündüğünü ve hissettiğini anlayabilmiştim. Ama aynayı hiç kendime çevirmemiştim. Bugün, bu yazıyı yazarken yapmak istediğim şey tam olarak buydu. Kendime dönüp, “Peki, ya sen? Sen kıskanmadın mı hiç birinin hayatını?” diye sormaktı. Sordum da. Şöyle bir geçmişime bakınca, görüyorum gerçekleri. Mesela, üniversite sınavında benden daha fazla puan alan arkadaşımı kıskanmış mıydım? Evet, ama benim kıskançlığım asla başkalarına zarar veren türden olmadı. Ben de aynı Gülizar gibi sadece onun yerinde olmayı hayal etmiştim. Sahip olmadığım bir şeye sahip bir insan, yanı başımda durarak başarısıyla övünüyordu. Kim düşlemezdi ki onun yerinde olmayı? Geçmişime bakınca daha birçok kez bu duyguyu yaşadığımı hatırlıyorum ama her birinde yalnızca dakikalarla sınırlıydı benim kıskançlığım. Peki, ya diğerleri? Yazımın başında “ hayır” cevabını vererek yalan söyleyen insanlardan bahsetmiştim ya… İşte diğerleri, o insanlar. O insanlara baktığımda hep fark ettiğim bir gerçek var. O insanların hepsi kendi hayatlarında misafirler. Sanki her an bu misafirlik bitecekmiş gibi yaşıyorlar. Kendi hayatları o insanlar için sadece bir müddet bulundukları bir yer sanki. İşte, bu yüzden yalan söylüyorlar. İçten içe yaşadıkları bu duyguyu kabullenemiyorlar ama ellerine bir şans verilse, yapacakları ilk iş hayatlarını değiştirmek olacak. Çünkü onlar, başkalarının hayatını yaşamak ve onların yerine geçmek için her şeylerini verebilecek insanlar. Çünkü biliyorlar, ancak o zaman kendi evlerine gidebilecekler tıpkı evimizde ağırladığımız misafirler gibi… Ben bugün kabul ettim bu duyguyu. Benim de başkalarının hayatını yaşamak istediğim bir sürü anım oldu. Bir sabah uyanıp onun hayatını yaşamak istediğim insanlar oldu. Ama asla kendi hayatımda bir misafir olmadım. Benim hayatım, benim evimdi. İşte, bu yüzden Sevgili Yalnızlık kitabını okuduktan sonra rahatlıkla arkama yaslanıp, kendimi sorgulayabildim. Kaynakça Altunkaya, Nilüfer. Sevgili Yalnızlık. Alagarka Yayınları. 2015 Aysu Mert UYDURMA SINIFLAR Geçen gün Nobel Edebiyat Ödüllü Alice Munro’nun Sevgili Hayat’ı geçti elime. Merak edip, birkaç hikayesini okumak niyetiyle başladığım kitabın zamanın nasıl geçtiğini anlamadan sonuna gelmişim bile. Her hikayesi öyle bir içine çekmiş ki beni, öyle akmışlar ki sayfalarda, gerçekten fark edemedim okurken. Ama beni içlerinden en çok etkileyen hikaye Amundsen adlı hikaye oldu. Hani olur ya, okuduğun şiirin veya kitabın belli bir kısmı özellikle çok etkiler insanı, o sıralar yaşadığı bir olaya veya içinde bulunduğu duruma paralel olarak. Benim de bu hikayede öyle oldu sanırım. Amundsen adlı hikayede, şu sıralar yaşamakta ve yakınmakta olduğum bir iç sıkıntısını gördüm satır aralarında. Farklı kişiler ve olaylar ama aynı nedenler ve onların sonuçları... Eğitim, çocuklar ve boş vermişlik... Okulda yürüttüğüm bir proje sayesinde şehir merkezine çok uzakta, izole kalmış bir yerdeki ortaokulda neler olup bittiğini, oradaki eğitimi, öğrencilerin başarı durumlarını ve psikolojilerini yakından gözlemleme şansım oldu uzun bir süre. Benim okuduğum okulların aksine, bu okuldaki kasvet, soğukluk ve boşluk beni öyle etkiledi ki ‘Bu okuldan bir şey çıkmaz, boşa kürek çekiyorsun’ diyenlere rağmen bu havayı değiştirmek için elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım. Fiziki yapı veya öğretmen eksiği olmayan bir okulda öğrencilerin durumu nasıl bu kadar kötü olabilirdi ki? Beni ilk zamanlar en çok düşündüren soru bu oldu. Sonralarda bunun en büyük sebebinin boş vermişlik olduğunu anladım. Ne acı ki o kutsal mesleğe sahip olanların boş vermişliği... Nasılsa bu çocuklardan bir şey olmaz deyip, sadece derse girmek için girip sonra sonucunda çıkan başarısızlık için çocukların zekasına suç atmak... İşte Amundsen hikayesinde de gördüğüm ortak şey bu oldu. Hikayede tüberkülozlu çocukların eğitim gördüğü bir sınıftan bahsedilirken o boş vermişliği, kolaya kaçışı hissettim orada da. Bu sefer de çocukların hastalığı bahane ediliyordu. Doktorları, yeni gelen öğretmenlerine aynen şunu söylüyordu: “Bu çocuklardan bazıları dünyaya ya da sisteme yeniden girecek, bazıları da giremeyecek. İyisi mi fazla stres yapmamalı.”(Munro,47) Bizim çocuklarımıza yapılan da bundan farklı değildi. Daha eğitim hayatlarının başında fazla stres yapmak istemeyen birileri tarafından ‘başarısız’ damgası yiyip aslında hayatlarının geri kalanında başarısızlığa mahkum ediliyorlardı. Adeta “Uydurma sınıfın üstüne bir yenilmişlik gölgesi sinmişti.”(Munro,48) Öğrenciler de farkındaydı bunun. Gelecek ile ilgili hayallerini sorduğumuzda, kısıtlı hayalleri, istekleri olması da bundandı belki. Başarısızlık, boş vermişlik, öyle sinmişti ki üzerlerine, biz ne kadar çabalasak da bir ölçüde çıkarabildik onları. Ve bu çocuklar sadece bizim ulaşabildiklerimiz. Kim bilir daha nice başkalarının tembelliği üzerlerine sinmiş çocuklar var. Aslında çok büyük işler başarabilecek potansiyeli olan çocuklar ve onların ilgisizlikte körelip, boş vermişlikte, ön yargıda kaybolup gitmeleri... Ve en acısı da, beni en çok sıkan şey de bu çocuklara elimizden geldiğince yardım edecek olan bizlerin hayalperest, boşa kürek çekenler olarak tanımlanmamız. Çocuklara inanmanın, bir başarısızlığa karşı bin çabayla onlara karşılık vermenin yadırgandığı, gereksiz görüldüğü o ortamdan çıkarmadıkça potansiyellerinin ortaya çıkamayacağı gerçeği beni gerçekten çok üzüyor ve elimden hayatlarının sadece bir kısmına dokunmak dışında bir şey gelmemesi ise müthiş bir çaresizlik hissi veriyor. Ama yine de onlara, hikayede öğretmenin de dediği gibi “Rüzgarlar ve akıntılardan neden söz etmeyelim?” (Munro,48) Neden yeni hayal seçenekleri oluşturmayalım onlar için? Neden bir yerden başlamayalım onların hayatlarını değiştirmek için?   Ve, neden tüm çocukların eşit eğitim aldığı, tüm öğretmenlerin eşit hassasiyete sahip olduğu bir dünya mümkün olmasın? HAYATIN GETİRDİKLERİ Kader hakkında ne düşünüyorsunuz? Sahiden önceden hazırlanmış birtakım şeyleri mi yaşıyoruz? Yaşadıklarımız diğer yaşayacağımız şeylerin gidişatını etkiliyor mu? Bazen benim aklıma takılıyor böyle sorular, bir tanesini düşünmeye başlayınca diğerleri de onu takip edip aklımı karıştırıyor. Yaşadıklarım için öyle olmasaydı böyle olurdu kıyaslaması yapıyorum, yaşadıklarımın gerçekten dedikleri gibi alın yazısı mı yoksa seçimlerimin beni getirdiği nokta mı olduğunu merak ediyorum. Tıpkı kitaptaki başkahraman Cem’in yaptığı gibi... Pişmanlık ve hüzün arasına sıkışmış Cem’in yaptığı gibi... Bir de tesadüfler var, pek çoğumuzun rastladığı, kiminin inandığı kiminin inanmadığı. Bazen aniden karşımıza çıkan ve bazen de yaşandığının farkına varılmayan ama yıllar sonra ortaya çıkan ve hayatımızı etkileyen tesadüfler... Onlar da mı kader dediğimiz şeyin bir parçası? Hayat öyle ilginç ki insanların bu kadarı da olamaz dedikleri şeyler muhakkak yaşanıyor ve birilerinin başına geliyor. Mesela insanların korktuğu senaryolardan birisi baba-oğul arasında yaşanan ölümle sonuçlanan kavga... Kimi zaman baba ölüyor oğlunun kollarında, kimi zamansa baba öldürdüğü oğlunu kollarının arasına alıyor. Bu öyle korkutucu geliyor, öyle etkiliyor ki insanları yüzyıllardır hem doğu kültürü hem batı kültürü bu konularda efsanelere sahip. Mesela batıda Kral Oidipus efsanesi anlatılırken doğuda da Rüstem ve Sührab efsanesi önemli bir yer tutar. Günümüzde bile böyle hikayelerle, hem yaşanmış hem de senaryolaştırılmış olanlarla, karşılaşıyoruz. Farklı toplumlar arasında böyle ortak şeylere sahip olmak da bir tesadüf mü yoksa insanlığın ortak kaderi mi? Bence her şey insanoğlunun yaşadıklarını bir şeye bir yerlere bağlama isteğinden kaynaklanıyor. Kadere bağlayanlar da oluyor, tesadüfe bağlayanlar da... Ama nedense genelde kötü sonuçlanan olaylar bağlanıyor bunlara. Umulduğu gibi sonuçlanmayan olaylar karşısında kimse benim seçimimdi bu, bu yüzden bunu yaşıyorum demiyor. Güzel bitenlerse hemen kabulleniliyor, bu sefer herkese duyurulmak isteniyor kendi tercihimiz olduğu. İnsanlığın doğası gereği galiba sadece güzeli kabullenip kötüyü dışlama alışkanlığı var. Yaşadığı her şey kendi tercihi olmasına rağmen; sadece iyi olanların, onaylananların gidişatından kendini mesul tutan ve geri kalanlara kaderin bana getirdikleri diyen Cem gibi. Kadere bir başka yaklaşımımız daha oluyor, önceden başımıza gelecekleri öğrenmek ve ortaya çıkaracağı sorunlara karşı önlem almak istiyoruz. En basit örneğini düşünelim mesela: Fal baktırmak... Hayatın bize getireceklerini telvenin o küçücük bardakta bıraktığı izlerden bir an önce öğrenmek istiyoruz. Üstelik çoğu zaman tanımadığımız ve izleri yorumlayan kişinin söyledikleri karşısında çok heyecanlanıyoruz. Kadere inanmıyorum diyenler bile yapıyor bunu. Bazı insanlarsa olayı bir adım daha ileri taşıyor öğrendiklerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmeden yani hala meçhul olan şeyler için önlem almaya çalışıyor ve daha güzel şeylerle karşılaşacağına inanıyor. Oysa belki de böyle yaparak başına gelecekleri, yaşaması gereken ama yaşayamadığı pek çok şeyi ortaya çıkarıyor. Kral Oidipus efsanesinde olduğu gibi; Oidipus daha anne karnındayken müneccimler geleceği hakkında konuşmuş, doğar doğmaz terk edilmesine yol açmışlardı. Büyüdüğünde müneccimler yine konuşmuş ve bu sefer Oidipus kendi kaçmak istemişti kaderinden. Kaçtığı kaderin, kollarını açmış onu beklediğinden habersizken. Yine bir efsane bize bir gerçeği fısıldıyor: Kaderden kaçamayacağımız gerçeğini ya da kaçsak bile en nihayetinde başımıza gelecek şeyin bizi mutlaka bulacağı gerçeğini. İster yaşadıklarımıza kader diyelim ister kendi seçimlerimizin yarattığı sonuçlar diyelim. Hayatta başımıza bir şey gelecekse eğer muhakkak geliyor, her ne kadar kaçmayı denesek de önlem almaya çalışsak da. Bunun yanında ben, başımıza gelecekler ve yaşayacaklarımız için yapabileceğimiz tek şeyin sağlam adımlar atıp onların arkasında durmak olduğuna inanıyorum. Geri kalansa tamamen meçhul ve yaşanmayı bekliyor. Cenay Yücesoy 21502479 Kaynakça Pamuk, Orhan. Kırmızı Saçlı Kadın. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,2016. Baskı. Oğulcan Uslu 21202508 Turk102- 08 Roman- 1 Final 24 Ekim 2014 Semerkant ve Haşhaşinler Küçüklüğümden beri Doğu Kültürü bana çok ilginç gelmektedir. Doğu’nun egzotik esintilerini araştırıp bu bölgeyle ilgili yazılar okumak en büyük hobilerim arasındadır. Doğu Kültürü’nü çok güzel bir biçimde yansıtan Semerkant isimli kitap Doğu’nun birçok gizemini içinde barındırmaktadır. Semerkant adlı kitapta genel olarak ünlü rubai yazarı Ömer Hayyam ve onun Rubaiyatı anlatılmaktadır. Bununla birlikte Dünya üzerindeki ilk terör örgütü olan Haşhaşinlere geniş bir biçimde yer verilmektedir. Haşhaşinler beni gerçekten derinden etkilemiş bir örgüttür. Yaptıkları eylemler ve düşünce tarzları sebebiyle bu yazımda onlardan bahsedeceğim. Nizamülmülk Ömer Hayyam’dan istihbarat teşkilatı türünde bir sistem kurmasını istemiştir ama Hayyam bu teklifi kabul edememiştir çünkü bu görevin kendisine uygun olmadığını düşünmektedir. Fakat bu görev için yolda tanıştığı arkadaşı Hasan’ı daha uygun bulmuştur ve Nizamülmülke onun adını önermiştir. Hasan Sabbah’a istihbarat teşkilatı kuracağı gerçeği hayal gibi gelmiştir ve kendisini çok şanslı hissetmiştir. Başlarda Hasan Sabbah’ın ileride çok önemli bir terör örgütü kuracağını düşünmek çok zordu. Fakat daha sonra herkesi yanıltarak zamanında tüm dünyaca tanınmış bir örgüt kurmayı başarmıştır. Hasan Sabbah’ın bu terör örgütünü kurabilecek ve yönetebilecek idari tecrübesi mevcuttu çünkü dünyadaki ilk istihbarat teşkilatını kurmuş kişiydi. Fakat burada asıl sorulması gereken soru bu denli donanımlı bir insan neden bu bilgeliğini ve tecrübelerini bir terör örgütü kurmaya adamış olmasıdır. Beni en çok etkileyen nokta da budur. Aynı performansı iyi yönde harcasaydı belki de dünya tarihi açısından olumlu yönde birçok olay gerçekleşebilirdi. Hasan Sabbah, din olgusuna dayatarak insanlara zorla birtakım şeyler yaptırmıştır. İnsanları etkileme, manipüle etme ve etkin yönetim becerileri yüksek olduğu için bu denli nam salmış birisidir. Başka bir deyişle Hasan Sabbah bilgeliğini kötü amaçlar için kullanmıştır. Onun gibi bilge bir adamın her zaman neden bilgeliğini bu yönde kullandığını hep merak etmişimdir. Belki de bunun sebebi Doğu’nun o egzotik esintilerinden kaynaklanmasıdır, insanı Doğu’nun havası kötü bir birey olmaya itiyordur belki de. Hasan Sabbah kısa sürede herkesin korktuğu biri haline gelmiştir ve onun adı duyulduğundan hissedilen tek şey çaresizlik duygusudur. Hasan Sabbah’ın yaptıklarını okurken ondan çekinmemek elde değildi. Önderlik ettiği örgüt, yani Haşhaşinler ölmekten korkmayan eylemlerini gerçekleştirdikten sonra hiçbir yere kaçmayan kişilerdir. Bu yüzden Hasan Sabbah’ın eylemlerden önce onlara Haşhaş verdiğine inanılmıştır fakat bu bilgi yalandır. Sonuçta burada önemli bir devlet adamından bahsediyoruz neden askerlerine Haşhaş verip onlara verdiği görevi zora soksun ki? Bana göre de bu bilgi yalandır çünkü Haşhaş insanları yavaşlatır ve savaşta ya da bir suikast de görevi zora sokar. Hasan Sabbah daha sonra örgütünü Alamut Kalesi adında bir yere taşımıştır. Alamut Kalesi sarp kayalıkları olan, çıkısı ve ulaşılması oldukça zor olan bir yerdir ve Essasinler burayı kendilerine üst edinmişlerdir. Bana göre bu kaleye çıkmaları onların örgütlerinin devamlılığı açısından daha iyi olmuştur çünkü ulaşım zor olduğu için onlara karşı olası saldırılar kolayca engellenmiştir. Esasinler yaptıkları eylemlerde oldukça planlıdırlar. Ölmeye çok özenirler, herkes bu özenişini Haşhaş yüzünden olduğunu söyler fakat hiçbir alakası yoktur bu özeniş ancak ve ancak çok kuvvetli bir inançla açıklanabilir. Birine ya da bir duyguya büyük bir inançla bağlanmayla açıklanabilir. Onları bu denli kendilerine bağlayan kişi de bağnaz liderleri Hasan Sabbah’ dır. Hasan Sabbah kalesinden hiç çıkmamış ve geri kalan bütün yaşantısını bu kalede geçirmiştir ve Hasan Sabbah bütün eylemleri bu kaleden yönetmiştir. Alamut Kalesine doğunun en eşsiz ve değerli kütüphanesi yaptırmıştır. Belkide o kadar kötülük yaptıktan sonra dünyaya yararlı bir şey bırakabilmek için bu kütüphaneyi yaptırmıştır. Hasan Sabbah öldükten sonra Haşhaşinler varlıklarını etkileyici bir biçimde sürdürememişlerdir ve daha sonra bir Moğol istilasıyla yıkılmışlardır. Semerkant kitabında Dünya üzerinde varlığını gösteren ilk terör örgütü olan Haşhaşinler hakkında oldukça fazla bilgi vardır ve bende bu kitabı Doğu Kültürü’nü ilginç bulduğum için okumuştum. Doğu Kültürü’ne meraklı ya da Doğu Kültürü hakkında bilgi sahibi olmak isteyip kısa bir süreliğine de olsa Doğu’nun gizemli dünyasına girmek isteyenlere bu kitabı öneririm. Analan , Emre Huden 1 21301894 – Türkçe102-001 Başak Berna Cordan 2. Ödev Final 09.03.2015 Bu hayatta büyürken izlediğimiz yol her zaman değişiklik gösterebilir. Özellikle çocukluk dönemlerimde bu durumun süregelen zaman içinde aniden değişeceğini ve birden büyüyeceğimi zannederdim. Lise yıllarımda bunun böyle olmadığını, kendimi geliştirmem gerektiğini ama bu olayın asıl üniversitede başlayacağını düşünürdüm. Şimdi üniversitedeyim ve acı gerçek karşımda. Büyümek de kendini geliştirmek de benim elimde. Lâkin bunun da sihirli değnekle olmayacağını; hayatımın her alanında çok çalışarak gerçekleştireceğimin de farkındayım. İşte bu kitabın bana öğrettiği ilk şey aslında başarı; tam anlamıyla “Alışkanlık”. Yani bugün bir kitap okuyup fikrimi değiştirmem geçmişte sandığımın aksine imkânsız. O zaman bugün o kitabı hayatım yapmalıyım. İşte fırsat… Bunu bu kitap sayesinde çevremdekilerden önce fark ettim. Ama ya başkalarına göre geç kaldıysam? “Ya yetenek, sıkı çalışma ve mükemmel performansla ilgili tüm bildikleriniz hakkında yanılıyorsanız? Muazzam performans bazılarına önceden bahşedilen bir hediye değildir. Bedeli yüksektir ancak hepimiz için ulaşılabilirdir. Bir dizi bilimsel araştırmaya dayanan Yetenek Dediğin Nedir ki?, sıra dışı performansın sırlarını ve bu ilkeleri hayatımız ve işimizde nasıl uygulayacağımızı açıklıyor. Kendilerine meydan okumaktan asla vazgeçmeyen ve bu kitaptaki fikirleri uygulayarak dünya çapında mükemmelliğe ulaşmış sıra dışı insanları anlatıyor.” ** İşte bunun için telaşlanıp bir çıkış yolu aramaya karar verdiğimde, yavaş yavaş anladım ki hayat bize anlatılanın aksine ilerliyor. Hepimizin kendine muhasır ilgileri, yataktan kalkmak için her sabah bizi motive eden hedefleri ve bu hedefleri gerçekleştirmek için sebepleri var. Yani hepimiz kendi parkurumuzdayız ama bu bir yarış değil. Bu bir yol. Ekonomi dersinde başarılı olmak bir yarış; ekonomi dersinde ilgini çeken başlıkları fark etmek, bunun üzerine gitmek, kendine buradan yeni kapılar açmak bu bir yol. Bahsettiğim bu. Başarı önemlidir ama asıl hedefimiz bir an için başarılı olmak değil başarının kendisi olmak. Kafamda var olan ama düşündükçe daha da karışan bu düşüncelerimi netliğe kavuşturan kitap ise Geoff Colvin’in yazdığını ‘Yetenek Dediğin Nedir Ki?’ oldu. Bu kitapta asıl anlatılmak istenen aslında başarı için gereken özelliğin aslında yetenek değil çok çalışmak olduğu. Örneklerle, gerçekliği deneylerle ispatlanmış tezlerle, akıcı bir dille çok çalışan her insanın başarılı olabileceğini anlatıyor. Tâbi bazı alanlarda var olan yetenek yadsınamaz. Ama Mozart’ın başarısının sırrı sizce yeteneği mi yoksa piyanist olan babasının iki aylıkken bile Mozart’ın kulak dolgunluğu kazanması için bestelerini onun yanında yapması ve ona el kaslarını kontrol edebildiği günden itibaren piyano dersleri vermesi mi? Baktığımızda, Mozart dokuz yaşında bugün hepimizin hayran olduğu senfonileri besteliyordu ama geçmişinde yedi yıllık üstün bir çalışma temposu vardı. Yani evet Mozart’ın müziğe yatkınlığı vardı ama onun Mozart Analan , 2 olmasını sağlayan bu değildi. Onun yedi yıllık özverili çalışma temposuydu. Bugün müziğe yatkınlığının olmadığını düşündüğümüz bir insan yedi yıl boyunca gece gündüz piyano üzerinde çalışsa, belki bir Mozart olmaz ama başarılı olur değil mi? Durumu kendime yorduğumda ise; Evet; bugün iş dünyasının Mozartları, dünya borsasını yönetme yeteneğiyle doğmadılar. Onları bu konuma getiren çok çalışmalarıydı. Çalışılabilecek her fırsatı değerlendirmeleriydi. Hedeflerinin büyüklüğüydü. Bugün bizi saat yedide yatağımızdan kaldıran hedef okula gitmekken, onları gece beşte yataktan kaldıran hedefin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz? İşte orada olmak için bu kitabın mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorum. Ben ise; bu kitabı bitirdiğimde, ulaşmak istediğim hedeflerime giden yolu bulmaya çalışmaktan vazgeçtim. Ben zaten oradaydım. Önemli olan doğru ilerleyebilmekti ve bunun için çok gerekli olan en önemli yetkinlik çok çalışmaktı. Bir yerden başlamak için siz de sizde olan potansiyeli fark edip onu nasıl etkinleştirebileceğinizi öğrenmek için bu kitabı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Kaynakça: **http://www.pandora.com.tr/urun/yetenek-dedigin-nedir-ki/213836 Analan , 2 . Analan , 2 Zeynep Elmalıdağ Bakmak Görmek Bir De Bilmek Sanatsız bir hayat düşünün… Hayır hayır bir dakika cidden düşünebildiniz mi? Tabii ki sanatsız bir hayat düşünülemez. Klişe bir soru olacak ama sanat, sanat için mi yoksa toplum için midir diye konuya girelim. Bence her sanat eserinde toplumun zihniyetinden parçalara rastlamak mümkün ama bir yandan sanat ruhun etkinliği olduğundan şahsen sanat hem toplum için hem de sanat için. Sanatı kimin yaptığı da bir o kadar önemli, ne için yaptığı da ayrı önemli… Bireysel olduğundan nesnel ve net bir şey söylemek oldukça güç. Peki bu kadar bahsettikten sonra sanatın ne olduğuna yönelelim. Bir kitap okuyunca, sanat galerisine, tiyatroya, dansa ya da bir konsere gittiğimizde veya çok güzel bir mimari gördüğümüzde heyecanlanırız ve hayranlık duyarız. Bir nevi ruhumuz beslenir. Derler ya müzik ruhun gıdasıdır. Aynen öyle, nasıl müzik dinlediğimizde rahatlıyorsak bir kaç dakika gerçek dünyanın sıkıntılarından uzaklaşabiliyorsak sanata tanıklık ediyoruz demektir… İnsanlık tarihinin başından beri var olan sanat, okumaktan çok zevk aldığım Hasan Bülent Kahraman’in Bakmak Görmek Bir De Bilmek’te bahsettiğine göre bir eylem ve sanat aklımıza gelebilecek her kavram, sanatın özü olabilirmiş. Sanattan bu kadar bahsetmişken günümüz insanın sanata bakışına da değinmeden olmaz. Artık hepimiz elimizdeki telefonlarla ve günbegün hızlanan teknoloji ile zamanımızın çoğunu sosyal medyada harcıyoruz. Instagram’da sanat yapanı, Twitter’da edebiyat yapanı olsun hepimiz kendimize göre profiller yaratıyoruz ama bu profiller sanat eseri olmaktan çok uzak kalıyor. Bence günümüz ne kadar da değişse de bazı şeylerin eskisi gibi kalması gerekiyor bununla anlatmak istediğim gelişme değil aksine değişme. Günlük yaşamımızdan pazar sabahı kahvaltıdan sonra bakkalın getirdiği gazeteleri örnek alalım. Sizce de gazete okumanın tadı sayfa çevirmekten gelmiyor mu, teknolojinin getirdiği -avantaj mı desem- online gazetede sayfayı bir tıkla geçince tadı kalmıyor… Aynı bu küçük gazete örneği gibi sanatın da bu kadar basit ve ucuz olmamasının gerektiğini düşünenlerdenim ben. Çünkü sanat ne kadar basitleşirse içi o kadar boş oluyor. Konuyu biraz daha genişletelim, açalım… Madem ortada sanat var o zaman sanatçı nasıl olunur? Google’da ‘’Popçu nasıl olunur?’’u aramak gibi duyuldu biliyorum ama cidden sanat nasıl yapılır? Bir anda uykundan uyanıp mı kalkarsın yoksa arkadaşlarınla kahve içerken Eureka! diye bağırır mısın veya derin derin nasıl sanat yapacağım diye mi düşünürsün? Bence sanat yapabilmek için insanın içinde biraz olsun o kabiliyetten olması gerekiyor. Tabi ki genetik mirasında, damarlarında kan yerine sanat dolaşsın demiyorum. Ne kadar ilgili olursan o kadar iyi bir sanatçı olursun. Yeteneği olan biri eğer yeterince ilgili ve çalışkan değilse o konuda kabiliyeti olmayan biri çalışması ve ilgisiyle kendini yetenekli olandan daha da öne çıkarabilir. Zeynep Elmalıdağ Her toplumun sanata ihtiyaçı vardır. Uygarlaşmak ve uluslararası platformda başarılı bir ülke olabilmek için. Atatürk’ün söylediği gibi ”Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözüyle yazımı yavaş yavaş sonlandırmak istiyorum. Mutlu olabilmek, hayattan zevk alabilmek için sanata ihtiyacımız var ve bu gelişen dünyada stresin gitgide arttığı zamanda hep beraber sanatla ilgilenmemiz gerekiyor. Son olarak umarım artık sanat galerileri, tiyatrolar ve konserler kalabalık olur. KAYNAKÇA Hasan Bülent Kahraman, Bakmak Görmek Bir De Bilmek, Kapı Yayınları, 2015 Fotoğraf: https://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Art-portrait-collage_2.jpg 21302255 18.04.2016 Ceylan AKKUŞ TURK 101 - 11 Neslihan DEMİRKOL DEVRİMCİ KADIN OLMAK Doğa hep dişi özelliklerle tanımlanırken beşeriyet hep erildir. Bunun sebebinin toprağın üreterek her daim insan hayatını sürekli kılmasına bağlıyorum. Tıpkı kadınların her zaman doğurarak insanoğlunun sürekliliğini sağladığı gibi. Ancak yönetmek ve hakimiyet kurmanın yanında her zaman yok etmeye hazır bulunmayı da getirdiğini düşünüyorum. Maciavelli’nin Prens romanından nefret ederim ancak orada bu durumun nasıl açıkça yazıldığını belirtmeliyim. Yönetimi oluşturan yandaş ve karşıt bütün kavramların çatıştığı noktalar eril bir şekilde tanımlanır. Bu savı kişilere indirgediğimizde ise yöneticiler ve devrimciler eril karakterlere sahip olmalıdır. O halde hakimiyette ve devrimde kadının kimliği neye dönüşür? Tarihte Bakire Elizabeth, Demir Leydi Thatcher gibi çok büyük kadın liderler vardır. Onlara karşı çıkan Kanlı Mary gibi kadın devrimciler de mevcuttur. Aslında bütün eril söylemlerle düzenlenmiş hükmetme çekişmesini en az erkekler kadar çatışmalı sürdürmüşlerdir. Devrimci kadın olmak bir noktada hükmeden kadın olmaktan daha zordur. Çünkü kanunun korumadığı bir birey haline gelmek söz konusudur ve yakalandığın takdirde en çok kadınlığının zayıflıkları kullanılarak muamele göreceğini bilirsin. Örneğin çok az erkek devrimci tutukluğunda tecavüze uğrar, ancak kadın devrimcilerin hemen hemen hepsinin başına bu gelir. Nasıl bu kadar kesin konuştuğumu sorarsanız size 12 Eylül darbesini işaret edebilirim. Ayşegül Devecioğlu’nun Ara Tonlar eseri gibi birçok kitap bu konuyu ele almıştır. Devrimci kadın olmak, öncelikle kendine yabancılaşmaktır. Kadınlığını unutmaktır. Duygusallığı günah kabul etmektir ve bu durumdan dolayı yavaş yavaş insanlıktan çıkmaktır. İdeolojini savunurken kadından kendi benliğini yok etmesini ister devrim. O noktada ne annesindir, ne kız kardeşsindir, ne sevgilisindir. Sadece yoldaş. Erkekler bu kadar kimlik kaybına uğramazlar. Liderlik ile babalık içgüdülerini tatmin ederler. Karizmalarıyla kadınların bir noktada ilgi odağı olup sevgili tatminine ulaşırlar. Yoldaşlık zaten onlar için kardeşliktir. Devrim erkeklerin egolarını tatmin eden bir başkaldırı sistemidir. Ölseler bile kahraman olarak hatırlanırlar. Ancak devrimci kadınlar öldüğünde daha çok hain, ahlaksız ve kimsesiz olurlar. 12 Eylül darbesinde yargılanan devrimcilerden büyük bir kısmı kadınlardı ve şanslı olup tekrar hayata başladıklarında çok derin yaralar almışlardı. Bir erkek devrimci dövülerek gördüğü işkenceyi ve buna rağmen hayatta kalmasını kahramanca bir söylemle anlatabilir. Ancak hiçbir kadın uğradığı tecavüzlere rağmen düşüncelerine sahip çıktığını belirtse kahraman olmaz. Ona acınır. Bu durumdaki bir kadın, insanların ona acıdığını fark ettiğinde şunu düşünür: Toplum onun düşüncelerine sahip çıkma erdemine sahip olduğuna değil, kadın olduğu için zayıflıklarına teslim olduğuna inanmaktadır. İnsanlar bu kadar ufak yargılamalarla yıkılabilir. Çünkü başta 12 Eylül olmak üzere devletin devrimcilere karşı yaptıkları sineye çekilecek kadar basit şeyler değildir ve kadınlar bunun bedelini her zaman erkeklerden daha çok öderler. Sonunda kendilerine yabancılaştıkları yetmezmiş gibi kendilerini yetersiz ve değersiz hissetmeye de başlarlar. Ara Tonları okurken kadın karaktere hep temkinli yaklaştığımı bu yüzden söyleyebilirim. Onun devrimci olarak yaşadıklarını özümsemeye ve onla devrimci olduğu için empati kurmaya çalıştım. Çok büyük haksızlıklara uğramasını devrimci kimliğine yordum, kadın olmasına değil. Ancak devrimin istediği gibi onun duygusuz, katı ve erkeksi olmasını okuyucu olarak talep etmedim. Adının bile yazılmadığı bir kitapta onu Ayşeler, Fatmalar, Gülaylar olarak değerlendirdim. Kadın ve erkek olmayı ana tonlarından değil ara tonlarından görmeye çalıştım. Herkesin 12 Eylül’de çektiği acıyı paylaşması gerektiğine inanıyorum. Bu paylaşımların toplumda kadınlar üzerinden açılmış yaraları iyileştireceğini sanıyorum. Onlara acımayı reddediyorum, onları kimse yapmasa bile benim kahramanlarım olarak görmeyi seçiyorum. Ceylan AKKUŞ KAYNAKÇA 1. Devecioğlu,Ayşegül. Ara Tonlar. Metis Yayınları, 2015. Sonsuz Aşk.../ Deniz Kaygusuz Aşk bir insanın sahip olabileceği en değerli duygulardan biri. Ona sahip olanlar kendini iyi hissetmeli çünkü onlar bu dünya üzerindeki en şanslı kişilerden. Ama öyle sıradan bir aşktan bahsetmiyorum. Sözünü ettiğim aşk; gerçek olan aşk, belki de "sonsuz" bir aşk. Bu aşka sahip olan çok kişi göremiyoruz maalesef; sahip olan da, nedendir bilinmez, elinden kayıp gitmesine izin veriyor bazen. Cesaretin Var Mı Aşka? da bunu konu edinen bir film. Sonsuz ve uzun bir aşkın hikâyesini anlatıyor bize. Çocukken tanışıyor iki ana karakter. En zor günlerinde hep birbirlerinin yanında oluyorlar o andan sonra. Bu his her ne kadar yanlış gelse de bana âşık olduğumda çoğu zaman ailemden bile önce gelir "o". Her an onun yanında olmak isterim, en sevdiğim şeyleri onunla birlikte yapmak, onun en sevdiği şeyleri birlikte yapmak isterim. Duygularımın, kalbimin merkezi bir anda o oluverir. Karar verme mekanizmam da etkilenir elbette. Julien'da da bu duygular var sanırım. Sophie hayatına girdiğinden beri aldığı kararlar hep onunla ilgili oluyor çünkü, babasına karşı geliyor zaman zaman. Ama bu aşk ya işte, insanın gözünü kör ediyor. Aşk bu, evet, ama farkında bile değil ikisi de. Bir türlü kabullenmiyorlar aşklarını. Herhâlde oyunlarının bozulmasından korkuyorlar biraz da. "Çocuk oyunu" onlarınki... Çocukken başlattıkları bir oyunu ne kadar büyüseler de bitiremiyorlar. Belki de bitirmek istemiyorlar, kim bilir? Yaşadıklarımızdan, sorumluluklarımızdan, hayatın kurallarından bazen o kadar bıkarız ki hep bir kaçış ararız. Belki bir tatil, bir sinema kaçamağı, yalnızlıkla baş başa kalıp bir kitap okuma... Ya da daha uzun sürebilecek bir şey... Bir oyun belki de... Hele bir de oyun arkadaşı varsa, asla yarı yolda bırakmayan... İşte o zaman o oyunun kuralları hayatınkilerden daha çekici gelir. Hayatta alman gereken kararları bir kenara bırakırsın sonra, her şeyin anlamı o oyun olur bir anda. Seni anlayabilen tek kişi de oyunu birlikte yürüttüğün arkadaştır. Kimse anlamaz seni, bazen deli derler sana ama "o" seninle aynı şeyleri yaşadığından olsa gerek, hiçbir hâlini garipsemez,hep yanında olur. O kadar mükemmel bir oyun ki bir kere bile sıkılmazsın oynamaktan. Peki ya büyümen gerektiğinde ne olacak? Hayatın gerçeklerini görmeye başladığın an, omzuna bir sürü yük binmeye başladığı zaman, artık bu oyunu oynayacak durumda olmadığın zaman ne olacak? Bırakmak zorundasın artık. Ama ya ona ne olacak, yarı yolda mı bırakacaksın onu? O hâlâ oynamak istiyor belki ama bunu yapmak zorundasın maalesef, onun da artık büyümeyi öğrenmesi gerekiyor. Peki oyunu bırakmanın tek yolu ayrılmaktan geçiyorsa, ya bir daha hiç görüşmemek gerekiyorsa? Gereken şey o ise başka yolu yok bunun. Çünkü onlar ister kabul etsin ister etmesin bu gerçek aşk. "Birbiri için yaratılmış" derler ya bu söz gerçekten onlar için söylenmiş. Gerçek aşkın en büyük sorumluluğudur sevdiğin için elinden ne geliyorsa yapmak, onun iyiliği için her türlü fedakârlığı yerine getirmek. Belki bu, iki kişiyi de üzer ama doğru verilmiş bir karar ise sonunda ikisi için de en iyisi olacaktır. Nitekim bazen ne kadar zor olsa da göğüs germek ister insan aşkına karşı çıkan her şeye. Çünkü onsuz hayatın anlamsız olduğunu bilir, kalbi ondayken başka yerlere odaklanamayacağını anlar. Böyle aşklar da cesaret gerektirir. Her şeye karşı gelip o güzel aşkı yaşamak gerekir bazen, her zorluğun üstesinden birlikte gelmek, her mutluluğu birlikte yaşamak gerekir. İşte o zaman bu sonsuz aşk oyunundan zaferle çıkılır. Dicle Cengiz 21602177 Acı ve Yıkım Acının bin türlü hali olduğunu anlatan bu film ilk izlediğimde abartılmış bir senaryodan ibaretti. Tesadüf olarak mı adlandırırsınız bilemiyorum ama 16 Şubat gecesi amcamı kaybettik. Daha sonrasında ben bu filmi bizzat cenaze evinde tekrar izledim. Acının bin türlü halinden yalnızca otuzuna şahit oldum. Başarılı senaryonun altında yatan gerçekliği idrak ettiğim an ana karakterin yaşadığı buhranı neden dışarıya hasar ve yıkım olarak yansıttığını daha net anladım. Fakat filmi ve yazarın bakış açısını analiz edebilmek için bir ölüme tanık olmak zorundaydım sanırım. On dört yaşındaki oğlunu ve kimsesiz kalmış eşini ardında bırakan amcam, ailesine bir de acıyı bıraktı. Oğlu acısını eve girmeyerek, saçlarını kısacık kestirerek, kendini aç bırakarak ve karşısına çıkan herkese isyan ederek yansıttı; bu da bana filmdeki ana karakterin tek iletişim kurabildiği ergen çocuğu, Chris’i, anımsattı. Chris de erken yaşta ölümle tanışmış ve bunun acısını bir başına yaşamış. Annesinin sürekli eve getirdiği erkeklerden bıkmış, aynı zamanda yaşadığı cinsel kimlik arayışında da benliğini saklamak zorunda kalıp sosyal sorunlarla yapayalnız mücadele etmişti. Yaşı küçük yükü büyük bir çocuktu. Tabii benim kuzenim için böylesi bir yaşam söz konusu değildi, asla yalnız kalmayacağını o da biz de çok iyi biliyorduk ama tepkileri aynı onunkilere benziyordu. Kendi babam ise ağabeyini kaybetmenin acısıyla ana karakter gibi yaktı ve yıktı. Ortada herhangi bir hastalık yokken bir anda yaşadığımız bu ölüm hepimizi şoke etmişti. Ama en fazla babamı sarstı sanırım. Filmdeki adam eşini trafik kazasında kaybediyor ve kendisi sıyrıklarla kurtulurken, eşi hayata tutunamıyordu. Babam da kendi elleriyle ambulansa bindirdiği amcamı kaybettiği için kendini suçlu hissetti. Bu suçluluk duygusunun daha ağırını büyük amcam yaşadı. Erkek kardeşiyle yıllarca küsken barışalı henüz iki hafta olmuştu. Kardeşine doyamamış olmanın pişmanlığı ve ağabeyliği yerine getirememenin suçluluğu dağ gibi büyümüştü, sakinleştiricileri bile fayda etmiyordu, gerçi böylesi bir acıya hangi sakinleştirici fayda eder bilemiyorum. Büyük amcam da filmde ana karakterin kayınvalidesi gibi yaşıyordu acısını. Annesi, bir havlu yüzünden tartıştığı kızını beklenmedik Cengiz 2 trafik kazası ile kaybedince ona küs veda etmenin yüküyle başa çıkamıyordu. Filmdeki her karakter aslında gerçekti. Acının bin türlü hali bin bir türlü yıkımı getirdi. Davis acısını yıkıma dönüştürmeden önce hiç tanımadığı birine anlatmıştı. Davis’in bu halini de kendime benzetiyorum. Sanki büyük bir kalabalığın ortasında avazım çıktığı kadar bağırıyormuşum da kimse beni duymuyormuş gibi. Benim bir Karen’ım yok. Dolayısıyla dert ortağım her zamanki gibi kâğıtlar oldu. Davis de Karen’ı bulmadan önce kâğıtlara yansıtmıştı acısını. İşin komik olan kısmı ise ben filmi izlediğim ilk an başlık olarak seçmiştim. Belki 16 Şubat gecesi amcamı kaybetmeseydik filme dair bambaşka bir yazı yazacaktım. Aslında hayatımızı yönlendiren şeyler planlanan, çizilen olaylar değil aksine beklenmedik olaylar. Davis belki karısını kaybetmeseydi olmadığı biri gibi yaşamaya devam edecekti, patronuna ve onun baskısına boyun eğecekti, karısının onu aldattığını hiç bilmeyecekti ve Karen’la Chris’le hiç tanışamayacaktı. Yaşadığımız sürece her geçen gün yeni bir şey öğreniyor ya da fark ediyoruz. Hepimiz bambaşka hayatlar yaşıyor farklı sorunlarla mücadele ediyor farklı sevinçler buluyoruz. Kimi uçan kuşta umut bulurken kimi karıncanın çalışkanlığından ilham alıyor. Bambaşka dünyalarımızda bambaşka duygular yaşıyoruz. Her duygunun da olduğu gibi acının da bin türlü hali var. Çok tekrarladığımın farkındayım ama son günlerde bu cümle bana farklılığımızın aslında ortaklığımız olduğunu anımsatıyor. Yıkım da olsa, mektup da olsa, açlık da olsa acı acıdır. KAYNAKÇA: Demolition.Jean-Marc Vallee.2015.Black Label Media.ABD VE SİSİFOS SÖYLENİ En sevdAiğLiBmE RyaTz aCrAınM eUnS s, eUvYdUiğMimS UkZitLaUbıKyl a ilgili bir yazıya bu he y ecanımla ve de ke lime sınırım varken nasıl en iyi şekildebaşlayabilirim hiç iliyorum ki kitabın genelini anlatsam onl sayfa çıkar bu yüzden ilk deneme olan (cid:494) bir fikrim yok. Bduracağımasılyazılar olacak. Başlamadana örncac e ufak bir not düşmemde de bir (cid:494)(cid:495)Uyumsuz İnsan(cid:495)(cid:495) (cid:495)Sisifos Söyleni(cid:495)(cid:495) ofalyanda olacak: Bu kitabıi loek suoyna nd ebnineme yea kın kişinin intihar ettbieğni simöy ülstünde ile tanışmamın asla tesadüf olmadığını her zaman bir şekilde ikimizin kesişmiş olduğunu düşündüm. İzin verin anlatayıemn:i rO. n birinci sınıfta f eClasmefues d ersiyle hayatımda ilk kez felsefeyle tan, ıştım. ebvernelen dkeo nuşmasa da,beni o kadar etkilemişti ki forumlarda olsun sözlüklerde ne varsa okumaya başladım fHeelsgeefle, yreü yaaçmılaan g irip kapım oldu. Ardından felsefenin kollarını inceledikçe de asıl ilgimi çeken tek bir okolslu onl dounğuunnlau iglgöirldi üm: gzistabnus diyaa bliezmniem g irişim (cid:495)ın ve araştırmanızı sağlare, gbzui sstaaynesdiyea Cliazmmu. sE(cid:495)yü keşfetmem de çok uzu inse s Süarrmteedi. Akıl Çağı Nasıl her iSlea rotlrdeu h. aByirr ainnsı andan çoilke ebtakşillaern bmeenk d seiz binir o Cnaum duash haa dyar amne ardaaky eı tomlaernaikz i ile başlamıştım. Odoksan sayfanın bitiminde Bulantı kelimeyi düşünmekten başka kitap okuyamamıştım, neydi bu (cid:494) Yabancı tOa bbiiir khia ftalık süre ise dayımdan ge len telefonlason bulmuştui, s(cid:494)(cid:494)eC banirb hearfkt,a b tue k bir Uyumsuz İnsan(cid:495) kşam Londra(cid:495)dan dönüyorum istediğin bir şey var mı?(cid:495)(cid:495) Neden başka bir şey ? bilmiyorum, ağzımdan şu çıkmıştı (cid:494)Kitap, a istemedEirmte hsiâ glâü n ziyaret bahanesiyle kitabkıe alilmmealyear gidip elim, e aldığTımhe gMibyit h of Sisyphus.(cid:495) onlardaki o dama koşarak kapımı kilitlemiştim. Ozamana kadar hep iyi İngilizce bildiğimi düşünürdüm ancakakşam olup telefonumun şarj bitiş sesini de duyduğumdadört saat geçmiş olduğunu fark ettim . Kaldığım sayfaya baktım, Kitaptan bir şey an lamış mıydım? O da şüphel aylarımı bu kitaba verebilirdim yuiğrrmaşiyınd is..o. n undaikinci ayın bitmesine bir gün kalakitabı ik. a Apalltathımta.n S yoanzr asında tatilindişeiymdiomto dbeü se atlayıp , verdim de. Her gşüun a sna atlerce yazdığım tarihine bakıyorum,iki eylülde başlayıp o n altısında bitirmişim altına idsae (cid:494)i(cid:495)lAkl lah(cid:495)ım !(cid:495)(cid:495) diye not düşmbiür şdüem T. üKriktaçebsı iknai paalmttıağyıma g zitammeakn oisldeu h, iç aklımüsdtaünn e çıkmıyor, odamın her yanında kitaptan çıkardığım notlar ya da çevirmeye alıştığım bazı cümleler asılıydı abah onları rüyamda görm üş olarakkalkıp akşam onlardan anlam çıkartmaya çalışırken uyuyakalıyordum. Allah(cid:495)ım ben ç müydüm? Değilsem bile .n Seden öyle olduğuma emindim? Pinda ros(cid:495)un (cid:494)(cid:495)Ruhum, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak.(cid:495)(cid:495) absürt bana bağırıyordu.Tekrar kitabı açtımve Sisifos(cid:495)u yeniden sözü zihnimin içinden okudum(cid:494)(cid:495), Tanrılar, Sisifos(cid:495)u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine yuvarlayıp çıkartmaya mahkum etmişlerdi; Sisifos kayayı tepe ye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar da haksız sayılmazlardı. Bu (cid:494)trajik(cid:495) ise, kahraman bilinçli olduğu içindir. Gerçekten de, her adımda başarma umuduyla desteklenseydi, neden kederli olacaktı? Bugünün işçisi yaşamının tüm günlerinde aynı işlerde çalışır, bu yazgı da uyumsuzlukta bundan aşağı kalmaz. Ama ancak bilinçli olduğu ender anlarda (cid:494)trajik(cid:495)tir. Sisifos, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisifos, düşkün durumunun tüm engiliğini bilir, inişi sırasında da bunu düşünür. Bunalımını oluşturan açık görüşlülük aynı zamanda yengisini de tüketir. Horgörünün aşamadığı yazgı yoktur. Buna rağmen Sisifos(cid:495)u mak gerekir çünkü farkındadır çünkü tepelere doğru bilinçlice mutlu olarak tasarla tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.(cid:495)(cid:495) Her sabah sekizde kalkıp okula gidiyor ve bunu son on üç yıldır tekrarlıyordum. Ne için? Her sabah erken kalkıp gidebileceğim bir işim olsun Bunun için mi var olmuştuk? bizi diğer canlılardan ayıran aklımıza kölevari yaşamlarda kullanmak için mi sahiptik?Haklıydı, aslında hepimiz birer dSiisyiefo. s iken asıl dramımız bunu düşBüun yor oluşumuzdu. trajik değildi; aileler kuruyor, yeni eşyalar alıp sü rekli planlar yapıyorduk çünkü kendimizle baş başa kalmak istemiyoredmuki, yalnız kalmak d üSşisüinfoms ebki zddeemn edkathi:a Düşünmekten korkuyor ve kaçıy k etmişti, Camus bunu yazmış ve insanı insan ile tanıştırmıştı, artık biz, kitabı okuyanlar, kaçamazdık.Şimdi anlıyordum noiyred ukkit aabmı ao kCuaymaunsla bruınn ub ifra krısmının intihar ettiğini, kendilerini keşfetmek onlara karşı konulamaz bir keder vermişti. Tekrar insan oldukla rını, tekrar tüm bu dünyadaki varoluşun merkezinde olduklarını kendilerine kanıtlamak zorundaydılar. Bu düşünce de beni kitabın başlangıcına geri göt(cid:494)(cid:494)ürdü, Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.(cid:495)(cid:495)ile başlayan ilk cümle şöyle devam ediyordu: (cid:494)(cid:495)Bir gün (cid:494)neden?(cid:495) yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. (cid:494)Başlar(cid:495), işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından tek sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme. Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını anda yaşamı anlamadığımızı söylemektir. Yalnızca (cid:494)çabalamaya değmez(cid:495) demektir kendini öldürmek. Yaşamak, hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz, bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüsüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir. Varlığı yaşaması için zorunlu olan uykudan yoksun bırakan bu çok önemliduygu nedir? Kötü nedenlerle de açıklansa, (cid:495)(cid:495) açıklanabilen bir dünya bildik bir dünyadır. Buna karşılık, birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. çabalamaya değmez miydi?Çabaladıkça ne değişeb ilir A slında intihar hayata bir başkaldırma biçimi olabilirdi, kişi daha kendi Sahiden kendi başınadurdur amıyorken di ki en dfaez lhaa?y ata kafa tutabilirdi. Bu kitabı okuyup intihar edenleri düşündüm, intihar bedensel faaliyetlerini k mi vard ı yoksa umut mu? iÇnatrihesairz elidke orledku gğeurnçue kten düşündüm, ciddi bir şekilde hayatın (cid:494)çabalamaya değmez(cid:495) olduğuna inanıp ekdaçemrkıeşnla irçdlıe. rİinntdihea çra eredseiczelik kadar cesurlarken hayatlarını değiştiremeyip kaçacak kadar korkak olmalılardı. Sonrasınd aslında bu kimselerin intihar ederlerken içlerinde bir umutla bu kararı verdiklerini düşünmeye başladım, öldükten sao insrea, bciernanz edtaeh ual akşamfaa yko irçuinn ca, yaşarken cehennemde hissetmektense özgür iradeleriyle bu dünyayı terk edip i bir yerle karşılaşmanın ya da bir hiçliğe ulaşmanın umudu... daha iy Canberk Beker SENA ÖZYAPI Gerçeklerle Yüzleşebilmek Hakikatlerle sarsılarak büyür insan. Yani büyümek istiyorsa şayet, bu iş böyle olmalı. Ancak böyle anlayabiliriz bu esrarengiz dünyayı ve gerçeklerini. Öyle gerçekler ki insan, öğrenmeli tek bir doğrunun olmadığını bu hayatta, özellikle de kendi doğru bildiğinin. Kabul edebilmeli yeri geldiğinde göz önündeki gerçeği ve çok da sitem etmemeli bu duruma. En büyük erdemlerden birine sahip olmanın haklı gururunu en güzel şekilde taşıyabilmeli üstünde. Ahlaktan önce sevginin var olması gerektiğini öğrenince kendini alışverişe verdi Rıfat. Kırk beş yıllık ömründe aksini düşünmüştü oysaki. Bir süre uyuşturmak istedi gerçeklerin tesiri altındaki hislerini ve böylece lüzumsuz bir dizi eşyaya yöneldi hepimiz gibi. Böyleyiz işte, bu kadar basit düşünüyoruz. Hiç ihtiyacımız olmasa da o güneş lekelerine iyi geldiği söylenen kremden ve yüksek emiş gücüne sahip son model elektrikli süpürgeden falan alıyoruz. Reklamların, cıvıl cıvıl billboardların rengine kanıyoruz belki. Belki de kanmak istiyoruz. Ama en çok da Rıfat gibi hakikatlerle sarsılmış kendimizi unutmak istiyoruz. Neden mi? Çünkü derin bir utancın içinde kaybolmaktan kaçınıyoruz. İnsanları nasıl küçük gördüğümüz zamanlar aklımıza geliyor mesela. Gerçekten, düşüncelerinden anladığımız kadarıyla, aslında hiçbir şey bilmediğini düşündüğümüz insanlar mutlaka olmuştur hepimizin hayatında. Onlar konuşup dururken içimizden nasıl da yargılarız onları ve hakikatten ne kadar da uzak olduklarını düşünürüz değil mi? O yüzdendir ki kendimize asla konduramayacağımız bu durum karşısında, derin bir utanç hissederiz üstümüzde. Bilirsiniz, bir yanlışın gölgesinde kim bilir kaç yıldır kendini avuttuğunu öğrenmek, kolay değil. Kabul edemiyor insan kendi kusurlarını, kabul edemiyoruz kusurlarımızı. Kolay değil elbette kendine karşı dürüst olmak, gerçekle yüzleşmek. Malumudur, insan da daha makul olan seçeneğe yöneliyor böylelikle. Yaşadığımız düş kırıklığını geçici olarak perdelemeye çalışıyoruz. İlk başta inkâr ediyor “Yok o öyle değildir” tarzı cümlelerle kendimizi kandırıyoruz. Haliyle bu yöntem işe yaramayınca da ya Rıfat gibi gereksiz alışverişler yapıyor ya da yeme içme kısmını abartıp bir şekilde kafa dağıtmaya çalışıyoruz. Ama eninde sonunda çocukluk etmeyi bırakıyor, inatçı kimliklerimizi bir yana koyup hakikatin kollarına kendimizi bırakıyoruz. İşte bu süreç sonunda olgunlaşıyor, olgunlaştıkça mutlak doğruya olan inancımızı azaltıyor ve keskin kenarlarımızı bir bir yumuşatıyoruz. Acemiliğimizi, özellikle anne-babaya karşı duyulan “Ben daha iyi bilirim!” hissini buruk bir gülümsemeyle teslim ediyoruz gençliğe. Olgunlaşıyoruz. Ama bu dünyadaki her şey gibi sona yaklaştığımızda. Mesela çocukluğumuz, baharda tepeden tırnağa bembeyaz çiçekler açan bir kiraz ağacı gibi masum ve her şeyden habersiz. Gençliğimiz, yavaş yavaş olmaya başlamış meyvenin en acı hali. Olgun ve kıpkırmızı kirazlar… İşte onlar toplanmadan, çürümeden, daldan düşmeden önce meyvenin en son, en güzel ve en olgun hali. Yani insan da bir kiraz ağacı misali, doğa kanunları gereği bu kadere, bu sürece mahkûm. Şimdilerde tartışma programlarına bakıyorum. Ne yazık ki koca koca adamlar, değil karşısındaki insanın söylediklerini düşünmek, onları oturup dinlemekten bile aciz durumdalar. Sonra onları izleyen topluma ve genç insanlara bakıyorum. Tesadüf olmamalı bu toplumsal karmaşa hali. Derdini bir başkasına anlatamamanın, kimseye dinlettirememenin bir sebebi var elbet. Saygıyı kaybetmiş bir insan topluluğu görüyorum öncelikle ve henüz inkâr aşamasından çıkamamış ön yargılı bir toplum. Herkesin sadece kendi düşünceleri üzerinde durması, diğer düşüncelere kulak tıkayıp gerçeklerden kaçınması şu anki tablonun genel bir özeti. Ama kimseyi tek tek suçlamak doğru değil burada. Böyle bir ortamda birinin karşıt birinin görüşlerini benimsemesi ne kadar zorsa, hakikatin aslında ne olduğunu bulmak da bir o kadar zor esasında. Kısacası hakikatlerin bu kadar üstü kapalı olduğu bir dönemde sadece bireysel değil, toplum olarak da olgunlaşamıyoruz. Sonuç olarak insan, olgunlaşmak için mevsimini bekleyen bir kiraz ağacı, henüz yolun başında bir maceracı… Ve her ne kadar hakikatleri yaşayıp gören birileri nasihatlerini vermeye çalışsa da henüz daha yolun başında olanlara, hepsi beyhude birer çaba. Gerçeklerle cesurca yüzleşmek ve kabullenebilmek... Belki de bütün mesele bunu yapabilmektir bu hayatta. Naz  Durgun         21501589   Ruh ve Beden Uyumsuzluğu Ruh ve beden... İnsanın birbirinden ayrılması mümkün görülemeyen bileşenleri. “Beden nedir?” diye sorduğum zaman aklınıza ne geliyor? Bir insanın sahip olduğu fiziksel özellikler yani dış görünüşü değil mi? Peki ya “Ruh nedir?” diye sorsam, bu sefer aklınıza ne geldi? Kişinin hissettiği duygular, içinden geçen her şey, duyguları yani kişiliğinde bulunan her şeyi düşündünüz değil mi? Ruh ve beden birbirleriyle inanılmaz bir uyum ve düzen içindedir. Tabii eğer “normal” bir bireyseniz. Eğer kendinizi, ruhunuzu bedeninize ait hissetmiyorsanız, işte o zaman yandınız! Ya başka bir gezegene yerleşin ve bir daha asla Dünya’ya dönmeyin; ya da size keyif veren her şeyi bırakmaya kendinizi hazırlayın... Öncelikle “O ne demek yahu, niye her şeyi bırakıyorum?” diye soranlara bir açıklık getireyim. Bahsettiğim konu, geçmişten beri insanlığın en büyük problemlerinden biri, ayrımcılık. Ancak bu düşündüğünüz gibi dil, din veya ırk ayrımcılığı değil. Bu, cinsiyet ayrımcılığı. Hatta cinsiyet ayrımcılığından da öte, cinsiyet kabul etmeme durumu. Peki, “normal” birey kavramında neden bahsediyordum? Eğer normal bir bireyseniz, ruh ve beden uyumunuzda hiçbir uyuşmazlık yoktur. Ancak eğer bir uyumsuzluk hissediyorsanız, siz normal değilsiniz. Cinsiyet değişikliği, geçmiştin günümüze yıllardır süregelen bir olaydır. “Transgender” kavramı, bir bireyin doğumda kendisine atanan cinsiyete ait hissetmemesi ve yine buna uygun davranışlarda bulunmaması anlamına gelmektedir. Trans cinsiyetli bireyler de birer insan olmalarına rağmen, ne yazık ki yıllardır toplumdan dışlanmaktadırlar. Sadece kendi toplumumuzda değil, dünyanın birçok ülkesinde toplumdan gitgide uzaklaştırılan bu bireylerin çoğu hayalini kurdukları ve istedikleri yaşamı sürdürememektedir. Toplumdan farklı oldukları gerekçesiyle itilip kakılan, şiddete maruz kalan bu insanlar yabancılaştıkları dünyadan tek bir solukta canlarına kıyarak uzaklaşmaktadırlar.     Naz  Durgun         21501589   Üniversiteye başladığım ilk dönem İngilizce dersinde işlediğimiz konu kapsamında sunum yapan bir arkadaşım aracılığı ile merakım başladı. Bu insanların neler yaşadığını, neler hissettiğini daha iyi anlamak istiyordum. Bu şekilde bir özelliğe sahip olan herhangi bir arkadaşım olmadığı için, bulduğum her şeyi okumaya, incelemeye başladım. Geçtiğimiz günlerde zaman geçirmek için konusunu bile okumadan bir filme girdim ve şansıma tam da araştırdığım bu konu hakkında çıktı. Bahsettiğim film, Tom Hooper tarafından yönetilmiş olan “The Danish Girl”.Eddie Redmayne ve Alicia Vikander’in ikili olarak mükemmel bir performans ile seyirci karşısına geçtiği bu film, tarihte ilk cinsiyet değiştirme operasyonunu geçiren Einer Wegener’in hayatı hakkında. Eser, Einer Wegener’İn gerçek yaşantısı üzerine David Ebershoff tarafından yazılmış aynı isme sahip büyüleyici bir aşk hikayesinin beyaz perdeye uyarlamasıdır. Einer Wegener, 1920’li yıllarda Danimarka’da yine kendisi gibi ressam olan Gerda Wegener evlidir. Einar, eşinin bir tablo yaparken kendinden yardım istemesi üzerine kadın elbisesi giymesi ile ruhu ile bedeninin uymadığını fark etmeye başlar. Einar, bir kadın gibi giyip, bir kadın gibi narin hareketlerde bulunup, erkekler ile duygusal bağlar kurdukça aslında o bedene ait hissetmediğini fark eder. Bu sırada Gerda, kocasının mutlu olması ve problemini çözebilmesi için her türlü çareyi arayarak gönlümde güzel bir yer edinmiştir. Artık, Einer Gerda’ya ait olmamasına rağmen, her yolu denemeye devam ediyordu. Einar gittiği doktorlardan deli, şizofren damgaları yiyordu.     Naz  Durgun         21501589   Asıl beni kahreden kısım, Einer’ın hayallerine ulaşamadıkça ilhamını, sanatını, yeteneklerini, estetiğini ve ruhunu kaybediyor olmasıydı. Önemli olan toplumun ne düşündüğü değil, önemli olan Einer’ın nasıl mutlu olacağıydı. Ancak kimse onun mutluluğunu düşünmüyor, onu aralarından dışladıkça dışlıyordu. “Ne giyindiğim değil önemli olan, neyin hayalini kurduğum...”1 sözleriyle benim gibi birçok seyircinin Einer’ın çaresizliği ve hüznü karşısında göz yaşlarına boğulduğunu tahmin edebiliyorum. Filmin sonlarına doğru hayalini kurduğu yaşama, Lili olmaya adım adım yaklaşıyordu Einer. Tabii ki bu yolculuğunda Gerda vazgeçilmez destekçisi olarak yanı başından ayrılmıyordu. Hayallerini sürdürememiş olsa bile, Einer tarihteki ilk cinsiyet değiştirme ameliyatını olarak kendi bedenine kavuşmayı başardı. Einer’ın ruh ve bedeninin kusursuz uyumunu görmek kısa süreli de olsa içimde sevinç çığlıkları koparmayı başardı. Yaşadığımız dönem içinde, hala cinsiyet problemlerinden dolayı evlerinde bile rahat oturamayan insanların olması acı bir durum. Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir ancak herkes birbirine saygı duymak zorundadır. Hiç kimse bir başkasını kendisi gibi olmadığı için suçlama hakkına sahip değildir, rahatsızlık vermeye hakkı yoktur. Trans cinsiyetli insanlar iş yerlerinde geleneksel kurallara ve normlara göre hareket edemedikleri veya okullarda diğer                                                                                                                           1  http://www.avclub.com/review/danish-­‐girl-­‐cant-­‐figure-­‐itself-­‐out-­‐228543       Naz  Durgun         21501589   çocukların akıl sağlığını olumsuz yönde etkiledikleri gerekçesiyle bu alanlardan dışlanmış ve uzaklaştırılmışlardır. Ancak artık bu tepkiler sona ermelidir. Günümüzde, cinsiyet hoşnutsuzluğu ile ikon haline gelen bazı kişiler, kendileri gibi mutlu olamayan insanların önünü açmayı az da olsa başarmaktadır. Onlar sayesinde bir çok insan da kendilerini anlatmaya cesaret bulmuşlardır. Artık onlar da toplumlar içinde korkusuzca yaşayabilmelidir. Ve burada bizlerin üzerine düşen en büyük görev, ruhunu ve bedenini bir bütün haline getirmek isteyenleri aramıza alıp onları güçlendirmek. Eğer onların önünü biraz olsun açamazsak kayıplar yaşamamamız ne yazık ki muhtemel olacaktır. FARKLI DÜNYALAR “Onun yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak değildi.”(Ali 38) Bunlar Raif Efendiyi anlamaya çalışan karakterin söyledikleri. Gerçekten de herkesin birlikte yaşadığı bu dünyada aynı anda bir çok insanla aynı sokaklardan geçiyorum, aynı gökyüzüne bakıyorum. Ama bunların hiçbiri etrafımdaki insanları anladığım, iç dünyalarını kavradığım anlamına gelmiyor. Hatta bazen tıpkı kitabın başında anlatıcının dediği gibi: “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?”(Ali 11)gibi düşüncelere de kapılabiliyorum. Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali beni bu şekilde tanımlayabileceğim bir insanın hayatının derinliklerine götürdü, yaşadığı sevinçleri, heyecanları, acıları onun ağzından dinleme imkânı buldum hatıra defterinde yazdıklarını okuyarak.Belki de bu kitabı okuyarak insanın görünen yüzünün altında kendine, karakterine, hikâyesine dair neler gizlediğini, aslında gerçekte kim olabiliceğini düşünme imkânı bulmuş oldum. Bu kitap üzerimde büyük bir etki bırakmayı başardı. Sanırım bunda Raif Efendi’nin derin aşkının payı büyük. O masum duyguları, Maria Puder’i kaybetmemeye çalışması ve onu tanıdığı dönemlerde ve sonrasında hissettiklerini hiçbir bölümünü gizlemeden hatıra defterine yazmış olması… O hatıra defterini okurken karakterlerin ve aşklarının kurmaca olduğunu unutup onlarla birlikte o heyecanları yaşamak, o duygu seline kapılmak… İşte bunlar neden okunmaya değer bir kitap olduğunu anlatıyor bence. Ama bir yandan da kendi içimde düşünmeye başladım Raif Efendi’nin yaşadıklarını. Gerçekten de bir insanı,ona bu kadar bağlanarak sevmek mümkün müydü? Hayatının yegane sebebinin o olduğunu düşünmek ne kadar doğru?Ya da ömrünün tamamını onu arayarak geçirmek hayatının başka kıymetli yönlerini hiçe sayarak çöpe atmak değil midir? Sanırım her ne kadar Raif Efendi’nin onu tam manasıyla anlayacak insanı arayışı beni heyecanlandırsa da bir insanın hayatını sadece bunun üzerine kurması kabul edebileceğim bir şey değildi. Bunun yerine akıp giden zamanı birlikte tükettiğim insanların dünyalarını keşfe çıkmak ve en önemlisi diğer insanları mutlu etmek için çabalamak bana daha değerli göründü. Bugüne kadar başta da dediğim gibi haklarında “Bunlar neden yaşıyorlar?” diye düşündüğüm insanların, Raif Efendi’de de gördüğüm gibi, içlerinde neler sakladığını bilemezdim. İnsanları derinliklerinde olan gizemleri fark etmem hayata ve insanlara bakış açımı değiştirdi. Kitabın ilerleyen sayfalarında Raif Efendi’nin Maria Puder tarafından terk edildiğini düşündükten sonra içine gömdüğü ve kimseyle paylaşmadığı acılarıyla uzun yıllar kendini zamanın akışına bırakarak ölü bir yaşam sürmesi beni hüzünlendirdi. Yani bu kadar yalnızlık, insanlara bu kadar güvenmeme ve çevredeki hiç kimsenin seni anlamaması… Sanırım bunlar katlanması zor olan şeyler ve kitapta bunun burukluğunu hissettim. Yalnız sinirlendiğim bir şey var: Raif Efendi bu kadar sevdiği bir insanın birden onu terk edebileceğine neden bu kadar kolay inandı ve bu yanlış düşünceden doğan güvensizlik yüzünden yıllarını insanlara sırtını dönerek geçirdi? Maria’nın Raif Efendi’yi bu şekilde terk etmeyeceğine bu kadar inandığım için olayın gerçekte öyle olmadığını öğrendiğimde yaşadığım mutluluk kitabın beni ne kadar etkilediğini anlamamı da sağlamış oldu aslında. Hayat geçip gidiyor, insanlar yaşayıp ölüyor. Kimileri her şeyini paylaşarak arkalarında sevgi ve mutluluk bırakırken kimileri bir sır küpü olmayı tercih ediyor. Ama öyle ya da böyle, herkes bir şekilde bazı duyguları yaşıyor: aşk gibi, keder gibi, heyecan gibi… Tıpkı Raif Efendi’nin o kapalı dünyasında olduğu gibi. Bu dünyaları fark etmek ve seyretmek de bu kitabın hatırlattıklarından biri. Hep bunun farkında olmak ve mutlu bir hayat sürmek dileğiyle… Büşra Arabacı Ali, Sabahattin. Kürk Mantolu Madonna. Yapı Kredi Yayınları, 2004. Egemen Demirbaş Köpekler ve İnsanlar Tıkanmış durumdayım. İlerleyemiyorum. Ne istediğimi biliyorum sanki ya da hiç değilse aklıma gelen birkaç fikir var fakat bu konuda hiçbir şey yapamıyorum. Beni geride tutan bir şeyler var. Gece herkes uyurken, pencereler ve kapılar kilitli olduğundan sabahı beklemek gibi. Fakat gelecekte beni bekleyen hiçbir güzellik yok. Bir asırdan fazladır aynı günü yaşadığım için geleceği görebiliyorum. Boş zamanlarımda en çok yaptığım, düşünmenin hemen ardından gelen aktivite yürümek sanırım. Sadece hareket etmek bile temiz hava gibi. Durduğum an daralıyorum, düşünmeye başlıyorum. Hani klasik bir ikilem vardır. Yol ve varış noktası. Benim için yol da varış noktası da anlamsız. Gidebileceğim hiçbir yol gitmek istediğim yere çıkmıyor zaten. Ve akşam yenilmiş biri olarak, geldiğim aynı yere dönerkenki kepazelik, utanç kaçınılmaz. İşin aslı, benim seçimlerimle ya da değil, şu anki konumuma nasıl geldiğimi bilmiyorum. Ayhan Geçgin'in Uzun Yürüyüş romanında da içinde bulunduğum ruh haline sahip, ne olursa olsun hareket etmeyi sürdürerek uzaklaşıp kaybolmak isteyen bir karakterin yürüyüşü anlatılıyor. Karakterin bir ismi yok, bazen Erkan oluyor bazen Mahmut. Varoluşsal bir amacı, bir isteği yok. Tek yapması gereken yürümeye devam etmek. Durduğu anda hayat ona yetişebilir çünkü. Bu yürüyüşü onu önce şehre, daha sonra da dağa götürüyor. Romanda gezi parkı vb. bazı toplumsal göndermeler de mevcut fakat bunlara değinmeyeceğim çünkü gerçekten umurumda değil. Benim derdim bana yetiyor. Ben tek başımayım. Bir gün bütün gökyüzü üzerimize çöktüğünde de tek başıma olacağım. Romandaki karakter de kendini ortasında bulduğu bu olaylar ile benim kadar ilişkisiz. Geçen hafta İstanbul'daydım. Ankara'da doğmuş ve hayatı geçmiş biri olarak İstanbul benim için korkutucu ölçüde büyük ve çeşitliydi. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bunalıma girmem uzun sürmedi. Geçirdiğim bir hafta boyunca her gün sürekli yürüdüm. Gittiğim her yerde başka şartlar altında isteyebileceğim ve elde edebileceğim şeyler gördüm. Gittiğim yerlerde gördüğüm insanlarla konuşmak için bahaneler yarattım. Saati sordum, yol sordum. Gerçekten yolu bilmeme gerek yoktu, yolu bilmeyi hiç istemiyordum. Ve içten içe, konuştuğum herkese sinir oldum. Sanırım İstanbul hakkında en sevdiğim şey dışarıya her çıktığımda yeni bir ihtimalin olmasıydı. Başınıza ne geleceğini kestiremiyorsunuz. Belki hayatınızın değiştirecek kişiyi o gün tanıyabilirsiniz. Yanınızdan koşarak geçen bir palyaço veya sokak lambasıyla kickbox çalışan adam gibi şeyler görmek çok da anormal değil. Herkes tarihi kalıntılara, kalelere vs bakarken ben insanları izliyordum. Çok önemli bir şeyini kaybetmiş ve çaresizce bulmaya çalışan biri gibi umutsuzca dolaştım. Ayaklarımda yaralar çıkana kadar yürüdüm ve daha sonra biraz daha yürüdüm. Bunlar sadece İstanbul'da olmanın bana yaptırdıklarıydı. Okyanuslar ardındaki, sadece resimlerine bakabildiğim şehirlere gidebilseydim eğer neler olurdu kim bilir. Belki o zaman duygularımdan kaçmak için günlerce yürümem gerekirdi. Bazen neden dışarıya çıkmak istediğimi sorguluyorum. Gelmeyecek olanı beklemekten sıkılmadım mı? Başka bir çarem yok belki de. Yürümek ve beklemek. Beklemek ve yürümek. Modern hayat bu iki eylemin tekrarlarından oluşuyor sanırım. Hep bir şeyleri bekliyorum ve daha sonra bir yerlere gitmem gerekiyor. Gerçekten hiçbir şey yok. Ne dışarıda ne de içeride. Bütün bunları anlatmamda bir amaç yok tıpkı yaptığım zaman da olmadığı gibi. Ve kendimi bu noktada romandaki karakterle özdeşleştiriyorum. Tek başıma dolaşırken gittiğim yerlerde, parklarda ve diğer ıssız yerlerde çoğu zaman sokak köpekleri görüyorum. Belki kendimi avutmak için, belki durumumu normalleştirmek için, belki de sadece zamanı geçirmek için bazen onları izliyorum ve hayatlarını anlamaya çalışıyorum. Yaptıkları yeri koklamak, etrafa bakmak, biraz yürümek ve sadece durmak gibi birkaç hareket var. Ben de kendimi insanların dünyasında sahipsiz bir köpek gibi hissediyorum. İnsanların beni köpek olarak gördüklerinden şüpheleniyorum. Biraz zaman ayırdıktan, başımı biraz okşadıktan ya da yanımda biraz durduktan sonra gitmemi bekliyorlar sanki. Romanın kapağındaki köpeği gördüğümde aklıma ilk olarak bu geldi ve benzer bir bağlantının kurulmuş olabileceğini düşündüm. Bir köpek olarak, insanlar hakkında anlamadığım şey: Herkese aynı şekilde mesafeli davranarak hayatlarının nasıl değişmesini bekliyorlar. Bir şeyi beklemiyorlarsa neden kendilerini önemsiyorlar, neden dışarı çıkıyorlar? Bazen ben de bir yerlerde durup birilerinin benimle konuşmasını bekliyorum. Bu hiçbir zaman olmadı. Ufuk Çağatay Doğan Bekçi Biliyorum bütün doğrulara hakim olduğunuzu. Yakaladığınızı zannettiğiniz hiçbir gerçeğin sahte olamayacağına kendinizi ne denli inandırdığınıza da biliyorum. Attığınız her adımdan önce yaptığınız onca hesap sizi aydınlığın düşlerinde gezdiriyor farkındayım. Karanlık sokakların pasaportu olan hüzün de selamlamıyor sizi değil mi? Parmak uçlarınızda güçsüzlüğün hiçbir belirtisi yok öyle mi? Dokunsanız sanki bir dağa, hareket ettirebileceksiniz onu. Tek bir nefesiniz yeter umudunu kesmiş birini hayata döndürmeye veya. Tabii ki öyledir. Hayatın her köşesine müdahale edebilecek kadar yaşanmışlığınız var çünkü. Hissetmediğiniz geometrik yalnızlığınızda parçalandığınızın farkında olmayınca siz, medeniyetlerinden her çağından geliyor gibi hissedebilirsiniz. Manasız olduğunu bilseniz de, ağzınızdan çıkmasını engelleyemiyor olabilirsiniz bazı sözcüklerin. Anlamayabilirsiniz aklının içinde savaş veren insana zamanın iyi gelmeyeceğini, aksine onu kanatacağını. Çünkü siz insan için olan ve insana dair olan şeylerin ayırdını yapabilecek kadar kabuklaştınız değil mi? Cevaplamak istiyorum sorduğum bu soruyu. Hiç yol kat etmediniz. Bakışlarınız ardındaki sahteliğin farkında değilsiniz. Gülüşleriniz, duruşlarınız ve hatta yürüyüşleriniz bile bu denli sahteyken, nasıl derman olabilirsiniz dertlerin çoğuna? Nasıl kaldırabilirsiniz her düşeni siz daha tökezlemeyi bile bilmiyorken? Deneyimlemediğiniz şeylerin iyileştirici iksirini nasıl kaynatırsınız dibi görünen gönül kuyularınızda? Yapamazsınız bunların hiçbirini. Haykırıyorum sizlere buradan; çözdüğünüzü zannettiğiniz her şeyden bihabersiniz. Eksikliklerinizin cümleye dökülmesinden o denli korkuyorsunuz ki, başkalarının zayıflıklarının gece bekçiliğini üstleniyorsunuz. İzin vermiyorsunuz hiçbir karmaşıklığın gün yüzüne çıkmasına. Müsaade etmiyorsunuz hiçbir bastırılmış duygunun dışa vurulmasına. Biliyorsunuz çünkü sıranın bir gün size geleceğini, her şeye iyi geldiğini zannettiğiniz sözcüklerin sizi de bir noktada kanatacağının farkındasınız. Rengârenk elbiseli düşlerinizin ardında saklanan hüznün size çektireceklerinden korkuyorsunuz. İç çekmeyin okurken bunları. Hak vermeyin hiçbiriniz, istemiyorum. Yabancılaşmanın öneminin farkına varana kadar değmesin fikirleriniz benim aklımın eleştirisinin sınırlarına. Eğer yabancılaşmanın sizi yolun sonuna ölümün yaklaştırdığından çok yaklaştırdığını düşünmüyorsanız, katılmayın bana. Uzaktan seyredin. Acıyın bunları düşünen adama veya sanki bir etkisi olacakmış gibi üzerimde. Yine başlayabilirsiniz sadece söylenmek için sarf edilen kelimelerinizi boğazınızdan yağ gibi akıtmaya. Ben ki düğümlerken boğazımı, kapatırken kulaklarımı; sizler açın bütün duyu organlarınızı. Söylenmesi gereken şeylerden mahrum bırakmayın aciz dostlarınızı. Dolduramadığınız bütün boşlukların acısını sersemletici bir rüzgâr gibi vurun tüm düşkünlerin yüzüne. Bildiğiniz gibi anca o zaman bir iş başarmış, gamsızlığın ve kederin derin kuyusuna ip atmış olacaksınız. Yaralı parmağa işemiş olmanın derin huzurunda, mizacınızdan vazgeçin. Düştüğünüzde, kalktığınızda; güldüğünüzde, ağladığınızda; koştuğunuzda, durduğunuzda ve daha nicelerinde sizi bırakmayacak olan mizacınızın varlığından bihaber olun. Anca sizi bu paklayacaktır çünkü. Kandırın kendinizi kandırabildiğiniz kadar ki söyleyecek daha fazla cümleye sahip olayım ben. Ne diyor bu adam demeyin ne olur! Soyutlaştırılmış gelmesin size hiçbir tümce. Anlamıyorsanız yazılmış şeylerin önemini, kızdığım sizler değilsiniz demektir. Suça sürüklenmiş çocuğun bakışını atmıyorsanız eğer mahmur mahmur, gülebilirsiniz her eleştirinin ardından. Fakat sana müsaade etmiyorum Mario Levi. Çözdüğünü sanıyorsun biliyorum bütün aşağılanmışlıkları. Her okunan cümlenden sonra ettiğin tebessümün oluşmasına izin vermeyeceğim. Biliyorum yapmaya çalıştığın her şeyi. Öyle üzerine basıp geçilecek hislerle saldırmıyorum sana, telkâri ustasının gümüş işlemesi gibi zaman köreltmiyor, zarifleştiriyor sana olan kavgamı. Senin oyunundan gitmek yok sanıyorsun lâkin ben bütün çıkış noktalarını tek tek işaret ediyorum. Kaybettiğim zamana karşılık alıkoyuyorum senin sahteciliğini. Her bireye inandırdığın, yanlış olabileceğine ihtimal vermediğin aşk doğrularını tek tek reddediyorum. En ufak zerrende hissetmediklerin yaşanmışlığının bir parçası değil anlıyor musun? Yukarıda yazılmış olan bütün öfke sana! Bu Oyunda Gitmek Vardı elbet fakat benim oyunumda tek gidiş yolu, senin ulaşamadığın gerçekliğin kapısından geçiyor. Ben senin oyununu geçtim, ya sen; sen benimkini geçebilecek misin? Kaynakça Mario Levi, “Bu Oyunda Gitmek Vardı”, 2015, Everest Yayınları, 9786051419374. HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045 DERS: TURK-101 / SEC:015 ÖĞRETMEN: BAŞAK BERNA CORDAN 08.12.2014 SABIR MATI Mat… Öyle güçlü ve doyurucu bir kelime ki bunu söylemek bütün zaferlere eş değer bir hâle gelebiliyor bazen. Neden mi? Mat beynin zaferidir çünkü. Oturduğunuz yerden büyük stratejiler kurup karşı kaleye bayrak diktiğiniz andır Mat. Hayat size acımasız davranmış olabilir, hep aşağılarda kalmış olabilirsiniz; ama satranç size bir şans tanır. Para, ün, şöhret… Hepsi anlamsızlaşır satrançta; karşınızdakiyle eşitlenirsiniz ve en başından başlarsınız mücadeleye. Bazen piyonları öne sürersiniz, bazen ise atı çıkartıverirsiniz meydana. Vezir şaha diklenir, kaleler köşede ölümcül darbe için hazır durur, vezirin aksine filler oyunun can damarıdır; gerçi bu da bir stratejidir, benim en sevdiklerimdendir ayrıca. En sevdiklerim… Satranç ve stratejileri en sevdiklerimdendi. Oynadıkça ufkumu açan bir oyundu. Uzun zamandır okuldan mıdır neden bilmiyorum oynamıyorum; hatta o kadar uzun zaman oldu ki oynamaya korkuyorum; paslanmak ve bu yüzden “Mat” diyememek gibi garip korkular zincirine saplanmış durumdayım. Aslında bu zincir, ona olan özlemimi de artırmıyor değil; yani garip bir çelişkideyim: özlem ve korku bir arada. Satranç böyle değişik duygulara neden olabilen bir oyun işte. Basit bir tahta parçası üzerindeki garip savaş minyatürleri ile sınırlandırılmış bir oyun gibi görünse de gerçek anlamda hissederek oynamaya başladığınız an, tek sınırın kendiniz olduğunu fark ettiğiniz bir sonsuz olasılıklar ve beraberinde stratejiler ufkudur aslında. İsterseniz yıllarca oynamayın; fakat o ufku tattınız mı bir kere, ona olan isteğiniz hiç tükenmez. Tıpkı benim ismi sırf Satranç diye okuduğum bu öykü gibi. Ona olan Taşbaş 2 hasretimi bir nebze de olsa giderir belki diye düşündüm sanırım; fakat hasret gidermekten öteye geçirdi beni Stefan Zweig. Ruh betimleyicisi diye tanınıyormuş yazarımız; ama gerçekten o kadar doğru ki… Öyküdeki karakterler öylesine gerçekmiş gibi geliyor ki şaşırmamak mümkün değil; hâlbuki çok kelime de kullanmıyor. Eğer karakterlerden biriyle ortak özellikleriniz var ise ruh tahlillerinin sizde yaptığı tesir bambaşka bir boyut alıyor. Sanki karakterin yerinde siz varmışsınız gibi aynı nefesi, aynı korkuyu, hatta aynı delirmeleri yaşayabiliyorsunuz; tıpkı benim Dr. B ile kurduğum bağlantı gibi. Soluksuz okudum onun çıldırmaya doğru giden halini: aynı heyecan ve sinirlilik hali. O hücresinde gidip geldikçe kelimeler daha hızlı aktı gözümden, sayfalar isyan etti hızıma, müthişti. Bu yüzden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki: Zweig şu ana kadar sıkılmadan okuduğum tek ruh betimleyicisi. Karşıma onun gibi nice yazarlar çıktığını bir düşünsenize; ne klasikler bitirirdim tek gecede. Hayali bile muhteşem. Zweig’ in bu ruh betimleme merakı öykünün merkezine işlemiş adeta. Sanki ortaya bir satranç tahtası koymuş, etrafına da anlatmak istediği karakterleri. Herkes ucundan bir hamle yapıyor ve yaptıkça kendilerini ortaya döküyorlar sanki. Ana karakter diye adlandırabileceğim kimse yok, tek farkları birileri daha uzun konuşuyordu. Dünya satranç şampiyonu olan Czentovic, zengin mühendis McConnor, Gestapo’nun işkencesine maruz kalmış Avusturyalı memur Dr. B ve ismi belirtilmeyen birinci tekil kişi… Hepsi bir gemideler ve konuşmacımızın insan tahlili merakı yüzünden bir satranç oyununda bir araya geliyorlar. Herhalde buradan anlamışsınızdır birinci tekil kişinin kim olduğunu, ne kadar kendinden pek bahsetmese de Zweig öykünün içinde yer almayı tercih etmiş gibi görünüyor. En nihayetinde ana kahramanı bulamasam da Dr. B bende ayrı bir his uyandırdı: sabırsızlık. Dr. B’nin ve bazen satranç oynarken benim de çıldırmama neden olan şey… Taşbaş 3 Satranca “Kralların Oyunu” denmesinin belli bir sebebi var benim açımdan. Krallar en sabırlı insanlardır; çünkü çoğu stratejinin zamana ve deneyime ihtiyacı vardır; tıpkı satrançta olduğu gibi. Birkaç adım sonraki hamleyi tahmin edebilmek ve planlamak yeterli değildir, beklemek de gerekir. Bu bekleme süresi bir avantajdır kullanmayı bilene; çünkü yeni olasılıkların görülmesini sağlar. Ne yazık ki fazla beklemek de olasılıkları çoğalttığı için beyni dizginlemek zorlaşır, karşı hamlenin gelmesini ve bu azabın dinmesini istersiniz bir an evvel; yani sabır imtihanına sokulursunuz ve göründüğü kadar kolay değildir, hatta bu yüzden bir keresinde karşımdakini yenebilecek konumdayken pes etmiştim. Aslına bakarsanız yenilmiştim; çünkü sabredememiştim ve yine olsa yine pes ederdim. Sabırsızlık hele ki düşüncelerin sabırsızlığı dayanılacak şey değil. Bu yüzden Czentovic’in yavaş hamleleri Dr. B’yi olduğu kadar beni de deli etti; hatta öykünün bir bölümünde aynı anda ayaklarımızı yere vurduğumuz da oldu. Bunda Zweig’in müthiş betimlemesinin katkısı olduğunu söylemeye de lüzum yok sanırım. KAYNAKÇA  Zweig, Stefan. Satranç: Uzun Öykü. İstanbul: Pupa. 2012 1 Barkın Durmuş 21400759 Başak Berna Cordan TURK-101 Sec: 19 Ödev: 1-3 18.11.2014 Yaşama Örnek Olan Adam Hayata örnek olan adam: Ahmed Arif. Yazdıklarıyla, yaşadıklarıyla insanlara örnek, şarkılara söz, taraftar gruplarına slogan olmuş insan. Bu zamanda göremeyeceğimiz inceliğe sahip olan insan. Hasretinden Prangalar Eskittim Ahmed Arif’in yaşadığı süre oyunca basılan tek kitabıdır. “Prangalar” sözcüğü bizlere Arif’in sevdasına olan mahpusluğunu anlatır. Bu sevda kâh vatan olur, kâh sevgili. İçeri girip çıkmıştır Arif ve bundan dolayı şiirlerinde ve bu kitabında dışarıdaki dünyayı betimlemesini, hapis hayatının şiirine dokunuşunu görüyoruz. Halkçı ve toplumcu olması bize sanki Arif’i bizden biriymiş gibi hissettirir. Şiirlerinde Çukurova ve Ankara semtlerinden bahsettiğini görürüz. Tanıdığımız yerlerden bahseder, bize onları anlatır. Adeta yanımızda yaşar, birlikte görürüz oraları. Hepimizin bildiği duyguyu, aşkı anlatır ve hepimizin hayatında en az bir kere yaşadığı aşk acısını gösterir. Bizim içimizdeki duyguları kâğıda döker. İşte bu sebeplerden dolayı bizden biridir Ahmet Arif. Büyük ustalardan Cemal Süreya’nın çok yakın arkadaşıdır ve onun kız kardeşine sevdalanır. Lakin bu duygularını söyleyemez Süreya’ya ve ondan kaçar. Süreya onu bulur ve iki sevdalıya buluşmak için yer ve zaman ayarlar ancak Arif bu buluşmaya gitmez çünkü Arif’in buluşma için giyecek gömleği yoktur. (Çağlayan). Bu kadar da düşüncelidir işte Ahmed Arif, bizim yaşantımızda hayalî gelecek bir incelikte bir insandır. Durmuş ,2 Kitabının ilk şiiri, belki de en bilineni “ Sevdan Beni”dir. Hala . Bu şiir artık sadece onun değildir tüm sevenlerindir. Genç âşıklar bu şiiri birbirlerine söyler, Beşiktaş taraftarları takımlarını böyle çağırır, takımına seslenirler. Şiir artık halkındır. Zaten bu yüzden halkçıdır Arif. Şiirleri sadece onun değil aynı zamanda çok sevdiği halkınındır. Kitabında birçok yabancı terim bulunuyor. Bu kelimelerin her birinde ayrı bir kültür yatıyor. Entelektüel bilgisiyle büyüleyen bir yanı var şiirlerinin. Bu yabancı terimler ukalalık değildir. Aksine tam yerinde kullanılmış okuyucuyu bilgilendiren, kültürlendiren kelimelerdir. Spartakus’u öğrenirsiniz mesela “Suskun” şiirinden veya Shakespare oluruz “Olan ya da olmayan…” Ahmed Arif’in dizeleri sadece şiir olarak okunmamış aynı zamanda türkü olarak söylenmiştir. Ahmet Kaya, Cem Karaca gibi usta sanatçıların en bilinen şarkılarıdır, türküleridir. “Ay Karanlık”, “Sevdan Beni” bunların örneklerinden. Özellikle Ay Karanlık’taki sert betimlemelerin yanında sevdalandığı kişiye “N’olur gel” diye seslenecek kadar da yumuşak tarafını görüyoruz. “Vay Kurban” şiirinde köylünün onun deyimiyle “fıkara”nın gözünden görür yaşamı ve ölümü. Aynı bir gariban gibi bekler umudu ve aynı bir gariban gibi feda edilir başkalarının cenneti için. Sadece bizi değil, her sosyal kesimi tanıdığının göstergesidir bu. Burjuvazinin değil halkın şairi olduğunun göstergesidir bu şiir gibi daha nice şiiri.“Öyle yıkma kendin/ Öyle mahzun, öyle garip/ Nerede olursan ol/ İçerde, dışarda, derste, sırada/ Yürü üstüne – üstüne/ Tükür yüzüne cellâdın/ Fırsatçının, fesatçının, hayının/ Dayan kitap ile/ Dayan iş ile/ Tırnak ile/ Diş ile/ Umut ile/ Sevda ile/ Düş ile/ Dayan rüsva etme beni.” (Arif, 18) Beni gücümün yetmediğini hissettiğim zamanlarda ayağa kaldırır sanki bu şiir. Direnmemi, dayanmamı sağlar. Hem kendimi hem inandıklarımı hem de ailemi Durmuş ,3 utandırmamam gerektiğini hatırlatır. Kazanamasam bile dayanırım ki alnım ak olsun, bana inananların başı eğilmesin. Kitaba adını veren, Ahmet Kaya’nın ellerinde şarkı olan, birçok sevdalının yegâne sözleri olan Hasretinden Prangalar Eskittim ve dinlenildiğinde veya okunduğunda insanı bulunduğu yerden alıp çok uzaklara götüren dizeler… Götürdüğü yerler çok yabancı değildir çünkü biz yaşarız orada, bizim duygularımızdır onlar. Bu kitap sadece Ahmed Arif’in değil bizim, sizin, onun, hepimizin. Çünkü her ne kadar farklı olsak da özümüzde insanız, duygularımız, yaralarımız var. Ahmed Arif bu kitabında o duygular, o yaralara dokunmuş. Kısacası halimizden anlamış. “…Seni bağırabilsem seni/ Dipsiz kuyulara/ Akan yıldıza/ Bir kibrit çöpüne varan/ Okyanusun en ıssız dalgasına/ Düşmüş bir kibrit çöpüne…” (Arif, 30) KAYNAKÇA  Arif, Ahmed. Hasretinden Prangalar Eskittim. İstanbul: Metis Yayınları, 2008. Baskı.  Çağlayan, Ayla. Ahmed Arif’in büyük aşkı. Gazeteport. İnternet. 18 Kasım 2014 Dalında Solan Çiçekler Kazanan ya da kaybeden… Kim hapsetti bizi bu iki kavramdan biri olmaya? Anlamıyorum, neden yolda olmanın verdiği hazzı yaşamaktan çok yolun sonunda ne olacağına bu kadar takıntılı hale geldik. Neden sadece kazandığımız için değil de o konuda yeterli olduğumuzu hissettiğimiz için sevinemiyoruz? Neden kaybettiğimizde üzülmek yerine, o konuda yeni bir şeyler öğrenip kendimizi geliştirdiğimiz için sevinemiyoruz? Sıfır Sayı romanının ana karakteri olan Colonna gibi ne kazanmaya takıntılı biri olacağım ne de kaybetmekten ölesiye korkan birine dönüşeceğim. Bu iki kavramın tam ortasına bir çizgi çekip adına mutluluk koyacağım. Asla ve asla bu yoldan da başımı çevirmeyeceğim. Fark ettiyseniz mutlu olan insanların sayısı her geçen gün azalıyor. Daha doğrusu azaltıyorlar. Bence bunun sebebi, peşinden koştuğumuz büyük umutlarımızdan başkalarının sözleri yüzünden vazgeçmemiz. Vazgeçmemizin altında yatan ana neden ise günün olanakları ve bilimsel gelişmelere göre bazı şeyleri imkânlı ve bazı şeyleri imkânsız diye sınıflandırmaya çalışan Colonna tarzı insanların şu çok yanlış cümlesi: “İnsan olanaksız umutlar besleyerek yaşadığı sürece zaten bir kaybedendir. Sonra bunun farkına vardığında da her şeyi boş verirsin.”(Eco 20). Fakat bence o ve onun gibi insanlar çok büyük bir yanılgı içerisinde bu cümleye içten inandıkları için. En basit kanıtı, gökyüzünde kuş gibi süzülmek isteyen insanlar vardı eskiden ve etraflarındakiler onlara güldüler. Boşuna uğraştıklarını söylüyorlardı. Ama onlar her ne kadar başkaları için olanaksız gibi gözükse de sırf diğer insanlar öyle düşünüyor diye gökyüzünde bir gün süzülebilme umutlarını asla yitirmediler ve gün gelip, bunu başardıklarında gökyüzündeki yolculukları esnasında yüzlerine usulca esen rüzgârın onlarda oluşturacağı mutluluğu hayal edip durdular. Eğer şu an gökyüzünde uçakları kullanarak yolculuk edebiliyorsak kaybeden diye adlandırılmaya çalışılan o güzel insanların emeklerinden ve tükenmeyen umutlarından başka bir nedenden ötürü değildir bulutlarla dansımız. Ancak şunu bilmek gerekiyor ki onlar umutlarından peşinden koşarken ne kaybeden olmaktan korktular ne de kazanan olmayı umursadılar. Sadece ve sadece mutlu oldukları yolda yılmadan ilerlediler. Onları ne diye çağırsanız çağırın kaybeden ya da kazanan, onlar gene de o yolda çabalarken elde ettiği mutluluklarını hiçbir takma isme değişmezler. Keşke onlar bugün yaşasaydı da uçak biletlerini ben alıp onları uzun bir yolculuğa çıkartabilseydim. Her ne kadar borcumuzu ödemeye yetmese de… Benim de bir umudum var. Küçükken izlediğim bir çizgi filimden etkilenmiştim. Ne yazık ki şu an ismi aklıma gelmiyor. Orada, kertenkelenin kuyruğu kopmasına rağmen bir süre sonra kendi kendine iyileşmişti ve eskisinden bile daha parlak görünüyordu. Aslında gerçek hayatta da kertenkelenin kuyruğu kopunca kendiliğinden yenileniyor. Ama mesele, benim kertenkeleden ilham alıp bu yenilenme olayını kopan insan kollarında ve bacaklarında da bir şekilde uygulamayı arzuluyor olmamdı. Kendi kafamda umut ediyordum. Bir gün gelecek ve sakat insanlara umut verecektim bu sayede. Onlar sevindikçe ben de mutlu olacaktım. Fakat etrafımdaki insanlar daha bir çocuk olduğumu ve bunun zaten yapılamayacağını, bizim bir kertenkele olmadığımızı söylemişlerdi. Şimdilerde ise büyümeme rağmen yeni vazgeçtirici cümle var dört bir yanımda. Sen fizikçisin. Bu dediğini biyoloji ve tıp ile uğraşan insanlar belki yapılabilir, eğer gerçekten yapılabilecek bir şeyse zaten. Olay şu ki hiçbiri umurumda değil. Çünkü tek umursadığım gelecekteki insanlara umut verebilecek olma olasılığımın bulunması. Bu olasılık her ne kadar küçük olursa olsun gerçekleşmesini düşünmek bile beni çılgınlar gibi sevindirirken pes etmeyi ya da başaramamayı nasıl düşünürüm ki? Söylediğim şudur ki dostlar, ortada ne kazanmak var ne de kaybetmek var hepimizin öleceği şu dünyada. O yüzden hayaliniz ne ise, neyi yaparken mutlu olacaksanız peşinden koşturun. Sonuç önemli değil. Ben şahsen garantisini veriyorum size. Mutlu olacaksınız kendi yolunuzda ilerlediğiniz sürece. Umutla kalın. Furkan Gönül Kaynakça: Umberto Eco. Sıfır Sayı. Doğan yayıncılık. 2015 Tanıdık Yabancı Çarpık çizgiler çarpar göze Ivan Marchuk’un tablolarında… Çarpık olan neyi serer gözlerimizin önüne, kendi gerçeğimizi mi? Bütün bu çarpıklığın oluşturduğu eşsiz tablolar, bütün karmaşasına rağmen hayatımızda çizmeye çalıştığımız yoldan ne kadar farklıdır? Farz edelim, bütün bu portreler kadar eşsiz, hayatımızda çizdiğimiz yol da, peki seyretmeye değer olabilir miyiz her zaman? Bu yol, portrelerde olduğu gibi, sahibine, güzelliğiyle kazandırdığı kadar kazandırsa da, çekilen cefaya değer mi? Sanat galerileri, gelişmiş toplumlarda kültürün simgelerinden biridir muhakkak, ‘etkileyici sonuca’ dair bütün kaygılarını ve endişelerini geride bırakır ziyaretçi. Onun için endişe verici olan tek olgu, ‘büyük üstadın’ sunduğu mesajı alabilecek perspektife sahip olup olmadığıdır. Ancak gelin görün ki, işler farklıdır sanatın kültür, kültürün sanat olamadığı gelişmemiş toplumlarda… Üzerinde küçük gölcükler oluşmuş, karanlığın gizeme karıştığı esrarengiz yolunda ilerlerken CerModern Sanat Galerisi’nin, bunlar geldi aklıma… Bir işe başlamak bitirmek demekmiş ya, bir işe ‘gölgeler’ içinde başlamak ne anlama geliyordu acaba? İşsizlikle kavrulan dünyamızda tanıdık gelir, iki farklı saatte, iki farklı günde ve iki farklı yılda farklı işlere sahip olan insanlar. Peki, bir işi yapmak bu kadar kolay mıdır, fiilen bir işte bulunmak o işin erbabı olmak demek midir? Parfüm şişelerinin bakılmaya ihtiyacı olmayan yüzlerini, ‘bakıldıkça’ büyüyen sanat eserlerinden ayırmak için yeterli birikime sahip midir böyle bir insan? İşte ziyaret talebi görmüyor diye bir sanat galerisinin küstahça erken kapatılıyor olması da bunları getirebilirdi ancak bir insanın aklına… Bütün bu ikilemler belki de insan doğasının en büyük ikilemi ‘şizofreni’ hastalığına sahip bir insanla tanışmaya itti belki de beni. Hayal kırıklığına dönüşen beklentimin ilginçliği, ‘mobilet’ üzerinde 6700 kilometre ‘yol yaptığını’ söyleyen bey amcanın ilginçliğine bürünüyor, alnındaki kırışıklıkların derinliği kadar derin izler yaratıyordu zihnimde, bayağılıkta sınır tanımıyor, gerçeği sapmış olarak görenin, ben olduğumu düşünüyordum bir anlığına… Metroda yanımda oturan kişinin onu süzüşünü fark ettikten sonra, mobiletinin tekerleklerini yanında taşıyan yazımın ilham kaynağının, yüksek ses tonuyla bir hayli dikkat çektiğini fark etmemek elde dahi değildi. Sahi, birbirlerine olan yakınlık düzeyi davranışlarından kolayca çıkarılabilen iki genci gördükten sonra çekildiğini söylediği film, bu bey amcanın, benim etrafımda çekiliyor olabilir miydi? Umulmadık durumlar insanlar için her zaman ya trajikomik ya da gülünesi ruh hallerine neden olur; ancak olayın tazeliğiyle insanlar hiçbir zaman gülemez bunlara. Bir an olanlara dayanamayıp güldüğümde ‘seni de kazandık’ demesi bu zatın, kaybettiğim bir şeylerin trajikomedisini anımsattı bana. Gülünecek olan durumlar her zaman bize en yakın olanlar mıdır yoksa bunların bize olan uzaklığı mı gülmeye yetecek güveni verir bizlere? Gülmekle, büyülü dünyamda bütün benliğime kabul ettiriyorsam olan trajediyi, beni ona gülmekten uzak tutan nedir? İnsanlar sinirli olduklarında da gülerler denir. Güldüğümüzde asla sinirlenmiyor olmamızı bakmak istemediğimiz gerçeğe daldığımızda gülemiyor olmamıza benzettim. Ondan çıkamıyor olduğumuzda sinirlenmememizi ise gerçekten gülmek istediğimizde bizi gerçekten kimsenin durduramamasına… Açamadığımız kapılara her bakışımız, sinirlenmemiz yersiz olduğunda kahkahayı basan içimizdeki şizofrenin maskesinin ardındaki bakış… Bir yerlerden tanıdık gelen bu yabancınınsa, nerelere bakıp bulamadığımız benliğimiz olduğunu gizleyememem elden bile değil… İster önyargı deyin, ister realite. Tanımıyorsunuz diye akıl sağlığını sorguladığınız ‘tanıdık yabancı’ için bu yolda gösterdiğiniz her çaba aslında dipsiz kuyularınızda aradığınız ışığı, kokuşmuş egonuz ortaya çıkmasın diye bulmamaktan farksız. Günün özeti, umduğunu bulamamak, bulduğunu ummamak… Peki ya umduğumuzu bulmak, onu reddedecek kadar umulmadık sonuçlar doğuracaksa, bizim olduğumuz kadar umutsuz vaka var mıdır başka?.. Biri Huzur, Biri Dert, İki Sevgim Var Benim Hakkında, eserlerinin çalıntı olduğu veya aslında bu isimde birinin var olmadığı söylenen fakat benim bunları umursamaksızın okuduğum sevgili yazar, Shakespeare. Yıllar içinde, tiyatro eserlerini okumakla beraber sonelerini elime almaktan kaçınmıştım. Şiirin çevirisinin ne kadar etkili olabileceğini düşünüp duruyor, kötü bir çeviriyle baş başa kalıp kitaptan soğumaktan korkuyordum aslında. Zaman geçti ve ben sonelerin orijinalinin yanında çevirilerinin de bulunduğu elimdeki kitapla şair Shakespeare’in dünyasına adım attım. Kitabın sayfaları sevgiliye övgülerle doldurulmuş ve bu övgülerin ardı arkası kesilmiyor. Uygulamalı Yabancı Diller Koordinatörlüğü Bu övgülerin etkileyici tarafı ise kadın fikrine değil binasının yanındaki ağaçlıkta otururken de ismi, cismi belli bir kadına yöneltilmiş olmaları. Shakespeare, avare avare dolaşarak önüne çıkan her kadına âşık olmamış. Bir sevgilisi var ve diline gelen her biçimde ona yalvarmış sanki. Sonrasında gelen dizeler ile de övgü ve yakarışlarının sadece bir şiir yazmış olmak için yazılmadığını belirtiyor. Diğer ozanlar sanat için uğraşırken ben yalnızca sana döndüm, bu dizelerimi senden başka beğenenin olması umurumda değil, mesajı veriyor karşısındaki kadına. Zaten şiirin başına, “Şiir yazacağım” diye oturulmayacağını düşündüğüm için bu soneler gözümde daha bir değerleniyor bu noktada. Öte yandan, yazılmış bu 154 sonenin amacı yalnızca sevgiliyi elde etmek değil. Onu hayatta karşılaşacağı bütün zorluklar için uyarmakta, öğütler vermekte ve de sevgiliden bir karşılık beklemeden yalnızca şairinin çaresizliğini anlatmakta olan dizeler var. Bu yol ile Shakespeare, devamlı karşımıza yeni bir fikir ile gelmiş ve arka arkaya bütün soneleri okumak insanı bunaltmıyor. Shakespeare’in şiir yazdığı kadın olmak… Kim bunu istemezdi bilmiyorum. Evet, belki dönem şartları itibarıyla toplumda yer etmemiş o günün kadınları ve belki de sadece güzellikleri ile verdikleri çocuklardan kaynaklanıyor bütün değerleri, fakat bahsettiğim bu değil. O dönemin kadını değil, Shakespeare’in sevgilisi olmak ve onun bütün bu sevgi sözcüklerinin sahibesi olmak benim dileyeceğim türden bir şey olsa gerek. Asırlardır yaşayan bu sonelerin perde arkasındaki isim olmak, bu sayede varlığını sürdürmek olağanüstü bir durum. Bana bu denli uzak gelen düşünce Shakespeare için ise sevgisini anlatmanın yalnızca bir yolu. Sevgiliyi zamandan saklamak ve kâğıtlarında güzelliğini muhafaza etmek onun tek amacı belki de. Bütün bu aşk yoğunluğunun yanı sıra kitabın değindiği yalnızlığa dair noktalar da beni çok etkiledi. Okuldaki çam ağaçlarından birinin gölgesinde oturmuş okuyordum ve dört bir yanımdan sarı yapraklar dökülüyordu. Kim bilir, belki o sırada okuduğum “Sone 29”dan, belki de bu atmosferin hüznünden ötürü kendimi bulunduğum yerde mutlu hissedemedim. Bu düşünceye kapılmama neden olan, “Düşünce insanların ve kaderin gözünden/ Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım.” (s. 95) dizeleri, içine henüz girdiğim kampüsten beni silerek uzaklaştırdı. Sevdiklerimi özlemek son zamanlarda en çok yakındığım durumdu ve bunun sebebinin “alışamamak duygusu” olduğu görünüverdi gözüme. Alışamamak, özlem hissini tetiklemiş olsa gerek. Özlem kadar olmasa da aidiyet duymama hissinin de hoş olmadığını fark etmiş bulundum o sırada. Bu kitap, ben Jehan Barbur’un “Neden” parçasını dinlemekte ve gözümü alan günışığından hoşnut olmakta, kısacası kısa bir anı huzur içinde yaşamakta iken önümde akıp gitti ve ne yazık ki sayfalarına işaret koymam mümkün olmadı bile. Ben yine de bulunduğum ortamdan istifade ederek kitabın aralarına sarı yapraklar dizdim, tıpkı dertlerin bir bir zihne dizilmesi gibi. Elimden geldiğince de hafızama almaya çalıştım bazı dizeleri, çünkü sevgiliye söylenmiş bu en güzel sözler insanın öncelikle içinde yer etmeli. ‘Soneler’ okumaya karar veren biri varsa da ona önerim kâğıtsız ve kalemsiz bu yola çıkmaması… Kaynakça Shakespeare, William. Soneler. İstanbul: Dünya Basınevi, 2006. Esma Özlem Doğan 21402324 Nermin Özdemir ESKİ AŞKLAR Büyüklerimizin sık sık kullandığı bir sitem tümcesi vardır biz yeni nesillerin çoğunlukla tam olarak anlamlandıramadığı, üzücü bir şekilde de genel temaya olabildiğince yabancı kaldığı. Hemen hemen hepimiz duymuşuzdur o meşhur sitemi, bir büyüğümüzün “Nerede o eski aşklar!” diye yakınışını… Eski olanın üzerinde farklı, nostaljik bir güzellik taşıdığına inanırım fakat hep bu tümcelerin abartı içerdiğini düşünmüşümdür biraz da olsa. “İnsan aynı insan, kalp aynı kalp!” diye düşünüp çok da ciddiye almamışımdır bu tatlı sitemleri. Oysa ikisini de farklı yollarla tecrübe ettikten sonra anlıyorum ki dağlar varmış o “eski” ve “yeni” aşklar arasında, hem de çok üzücü bir fark! Bu üzücü farkı görmemi sağlayan ise Selin Söğütlügil’in Mavi Sağanak kitabı oldu. Kitabın her şiirinde biraz daha iyi anladım büyüklerimi, biraz daha üzüldüm aşkın ne kadar tozlanmış olduğunu görünce… Öncelikle kafamda bir şimşek çaktıran dizelerden bahsetmek istiyorum. “Ne bir evimiz vardı / Ne de bir resmimiz / Benliğimizde aşkımız vardı / Varlığımızla bir sevgimiz / Ne geçmişimiz vardı / Ne bir geleceğimiz / Kulelerde saklı izimiz vardı / Zirvelerde yaşayan gizimiz…” (Söğütlügil, 32) Çok değil birkaç yıl önce bizzat annemin ağzından dinlemiştim onların aşk serüvenini. Bu aşkın meyvesi olmaktan da gurur duymuştum dinledikten sonra. Köyde tanışmış annemle babam, ikisi de şehir aşkıyla, daha doğrusu şehre gidip okul bitirme merakıyla dolu iki gençmiş 18 yaşlarında. Tabii yıllar öncesi, bir kız bacak kadar boyuyla köyü terk edip şehre gitmek, bir de üniversite denilen adı sanı neredeyse erkekler arasında bile yaygınlaşmamış bir şey için bunu yapmak istiyor! Durumu anlatırken gözlerinden gelip geçiyordu o anıları hep annemin, arada bir perdeler iniyordu gözlerine. Babam da gizliden gizliye hep sevdalıymış anneme zaten, eski bir Türk filmi gibi! Duymuş annemin Ankara sevdasını, üniversite arzusunu, tutmuş kolundan çekmiş. “Kaç benimle!” demiş. Tabii önceden ufak bir muhabbetleri varmış, aynı köyün gençleriylermiş neticesinde. Annemin de hem aklı hem gönlü kaymış bu plana. Kaçıp Ankara’ya gelmişler hem okumaya hem sevmeye… Tıpkı Söğütlügil’in dizelere döktüğü gibi, ne evleri varmış, ne geçmişleri, ne gelecekleri… Sevdalarıyla, aşklarıyla gelmişler sadece her şeyi bırakıp arkalarında. Ülkenin öyle bir döneminde okumuş mezun olmuş ikisi de, sonra evlenmişler. Yıllar sonra meyve vermiş aşk ağaçları, ilk meyve de ben olmuşum! Onların hikâyesini duyduktan sonra oturup düşündüm kendi aşklarımı ya da aşk sandıklarımı… Aynı yaştaydım çünkü ailemin, kitaplara konu olabilecek o efsanevi aşkı yaşadıkları yaşla. Elimde avucumda güzel bir anı, saf bir sevgi, özlemle hatırlayabileceğim bir bağlılık yoktu hiç. Bu kadar mı değişmişti devir? Bir tane adam akıllı ilişkim olmuştu, o da ortada hiçbir sebep yokken bitivermişti. İnsanlar ayrılığımızın sebebini sorduğunda “Sevmeyi bilemedik…” derdim. Annemle babamın geçmişini dinledikten ve Selin Söğütlügil’in kitabını okuduktan sonra anlıyorum ki bilmeden çok doğru bir laf etmişim. Evet, bilememişiz biz sevmeyi, öğrenememişiz! Hatta adını kirletmişiz sevmenin bütün gençlik olarak. Sevmeyi, fedakârlığı, emeği unutmuşuz. O eski aşkları yaşanamaz kılmışız. Söğütlügil çok güzel demiş “Mevsimlerden aşk / Mevsimler / Şimdi biraz yalnız / Biraz şımarık…” (Söğütlügil, 69) diyerek. Gerçekten de artık yalnız ve şımarık bir mevsimden farksız aşk dediğimiz şey. Kimsenin yılın diğer üç mevsiminde oturup bekleyemeyeceği, geldiğinde kıymetini bilip yüceltemeyeceği bir mevsim… Üzülerek gördüm ki ne ben ne sevgililerim ne de benim tanıdığım sevdalılar taçlandıramamışız aşk kavramını. Çok derinlere gömmüş, çok tozlandırmışız. Fakat ne olursa olsun Söğütlügil’in kitabı inancımı kaybetmememi de öğretti bana. Tıpkı bir şiirinde yazdığı gibi ben de “Umut dolu bu hayatın / Hayat dolu ümidiyle / Sana dargın değilim…” (Söğütlügil, 92) dedim bana aşkı öğretemeyen, gösteremeyen, yaşatamayan herkese ve başladım beni köyümden kaçıracak delikanlıyı ümitle beklemeye… Kaynakça: Söğütlügil, Selin. Mavi Sağanak. İstanbul: Mona Kitabevi. 2016. Onur AYGÜN 21201109 13.04.2015 4. ÖDEV FİNALİ - ROMAN TÜRKÇE 102-1 İNSANCA YAŞAMAK UĞRUNA Emile Zola'nın yazdığı Germinal kitabı bir maden ocağında gerçekleşen grevi ve isyanı konu almaktadır. 1860'larda Fransa da gerçekleşen gerçek bir grevi ve hak mücadelesini anlatan eser, günümüzde bile hâlâ birçok işçinin ve sendikanın hak arama yolunda esin kaynağıdır. Yazar bu eserinde sadece işçileri değil aslında dünyanın her yerinde farklı türlü haksızlıklarla savaşan insanları da anlatmıştır. Kitapta işçilerin çoğu birlik olarak greve başlasa da eserin sonunda grevin ve isyanın başarıya ulaşamaması ve üstüne de birçok işçinin hayatını kaybetmesi ile sonlanması özellikle sosyalist kesimin tepkisini çekmiştir. AYGÜN 2 Dünyanın her yerinde insanlar haksızlıklar ile karşılaşabilir. Okulda, işte hatta sokakta bile insanlar haksızlıklar ile karşılaşırlar önemli olan bu haksızlıklara karşı kişinin kendi özgürlüklerinin ve haklarının farkında olup dik durmasıdır. Haksızlıklara karşı birey olarak bazen de toplum olarak en baştan karşı çıkmak gerekir diye düşünüyorum çünkü yöneticiler ve hükümetler eğer insanların onlara karşı direnmediğini görürlerse gaddarlıklarını daha da artırırlar ve belli bir noktadan sonra artık dayanılmaz noktaya getirirler ancak hep susan ve göz yuman bir halk o noktada artık her şey için çok geç kalındığını anlayıp ya şiddet yoluna başvurup savaşmayı yani ölmeyi göze almak zorunda kalır ya da boyunlarını büküp daha da kötü şartlarda yaşamayı göze almış olur. İnsanlar sadece bireysel olarak haksızlıklara maruz kalmazlar ayrıca toplumsal olarak bir ülkenin içindeki belli bir ırk ya da toplumsal sınıf olarak da haksızlıklara maruz kalabilirler. Mesela kitabımızda emekçi sınıfın yani maden işçilerinin, burjuva sınıfına yani zengin işverenlere karşı hem ekonomik olarak hem de sosyal yönden haksızlığa maruz bırakılması bunun için en iyi örneklerden biridir. Haksızlıklara karşı insanlar birey olarak değil özellikle toplum olarak direnmeli dedim, peki ya nasıl? Bu sorunun birden çok cevabı olduğuna eminim ancak en net cevap örgütlenmek olmalı diye düşünüyorum. İnsanlar örgütlenerek güçlerine güç katarlar, haksızlıklara karşı direnme gücü kazanırlar özellikle de yalnız olmadıklarını bildikleri için kendilerini daha kuvvetli ve umutlu hissedebilirler. Zaten günümüzde de işçi sendikaları, insan hakları savunma sendikaları bu amaçlar için kurulmuş örgütlerdir. Toplum içinde ekonomik gücü pek bir şey yapmaya yetmeyen insanlar seslerini bu şekilde örgütlenerek daha gür çıkartabiliyorlar ve kendilerine insan gibi muamele edilmesi gerektiğini tüm herkese hatırlatabiliyorlar. Maalesef bu tür örgütlenmelerden birçoğu eylemlerinde şiddete başvuruyor ancak haksızlıklara karşı mücadelenin kesinlikle şiddet içermemesi gerektiğini düşünenlerdenim çünkü insanlar kendi haklarını ararken başkalarının haklarını gasp etme lüksüne sahip değildir ayrıca bu durum onları haklı durumda iken haksız duruma da sokabilir. İşverenlerin, hükümetlerin de bu konuda hassas olmaları gerektiğine inanıyorum ve güvenlik güçlerinin haklarını arayan vatandaşlara sert davranmamaları onlarında kendileri gibi emekçi olduklarını bilmeleri gerekiyor. Bir gün gerçek anlamda herkesin eşit olacağı, aynı imkânlara sahip olacağı bir dünya olur mu ya da bizim ömrümüz bu dünyayı görebilmek için yeterli olur mu bilemem ama olacağına inanmalıyız diye düşünüyorum. Herkesin eşit olacağı; emekçiye hakkının verildiği bir dünyaya inanarak yaşamamız gerekiyor ve bu uğurda çalışmamız gerekiyor. İktidarlara emekçi insanların, emeğe saygısı olan insanların çıkması için fabrikaların gerçek gücün para değil, emek olduğunu bilen insanlar ile yönetilmesi için çalışmalıyız. Öğrencilerin, memurların ve özellikle işsizlerin seslerini duyan, onlara aldırış eden ve onların sorunlarını çözen insanların iktidarlara çıkması için gerekirse kendi haklarımızı feda etmeliyiz. Halkı ezen, sömüren bu gücü er ya da geç yenebiliriz, halkın egemenliğinde olan daha güzel bir dünya yaratabiliriz. Belki de biz ne kadar çabalasak da o hayal ettiğimiz herkesin eşit olduğu dünyada yaşayamayacağız ama en azından çocuklarımız için bunu yapmalıyız, onlara herkesin eşit olduğu bir dünya bırakmalıyız. KAAN MAHMUT MACAR YALNIZLIK VE YOZLAŞMA Hepimiz eskiye dair özlemlerimizi dile getiririz çoğu zaman. Bunlardan en önemlisi de insan ilişkileri konusunda değerlerimizin yok olması ve birbirimize yabancılaşmamızdır. Akrabalık ilişkileri, bunun en güzel örneklerinden biridir. Bugün, mesela yaşlılar hep yakınırlar nerede o eski günler, nerede o eski bayramlar falan diye. Gerçekten yaşlıların o eskiye dönük yakınmalarını ve özlemlerinin nedenini hangimiz araştırıyoruz? Onların bu söylediklerini hep küçümsüyoruz, geçiştiriyoruz ya da önemsemiyoruz; fakat onlar gerçekten eskiden insan ilişkilerinin nasıl olduğunu, toplumdaki mutsuz ve yalnız insan sayısının ne kadar az olduğunu iyi bilir. Çok geriye gitmeye gerek yok aslında bunu anlamak için. On beş sene öncesine bile gitsek şu anda ne kadar yozlaştığını görebiliriz insan ilişkilerinin. İnsan sosyal bir varlıktır ve bu yadsınamaz bir gerçektir kimileri kabul etmese de. Sosyallik, anlamsız kalabalıklar arasına karışıp varlığını belli etmek demek değildir. Aslında sosyallik, ortak bir şeyler paylaşabileceğin küçük bir küme de olsa o kümenin içinde yer almaktır bence. Oysaki günümüzde sosyallik, sosyal medyanın etkisiyle ne kadar takipçi sayısının olduğuyla ya da ne kadar arkadaşının olmasıyla ölçülür duruma geldi. Bu gerçekten gülünç bir durumdur. Eskiden sosyal medya yoktu mesela. İnsanlar yolda, mahallede komşularıyla, akrabalarıyla dertleşir, konuşur ve birbirlerinin evine gidip gelirlerdi. Şimdi sormak istiyorum şunu: Sosyal medyada bin beş yüz takipçisi ya da arkadaşı olan ama o arkadaşlarının ya da takipçilerinin adlarından başka bir şeyi bilmeyen insanlar mı daha sosyaldir; yoksa eskiden olduğu gibi sınırlı sayıda insanı tanıyan ama onlarla yüz yüze birçok şeyi paylaşabilen insanlar mı? İnsan ilişkileri son yirmi yıldır adeta mutasyona uğradı. Eskiden teknolojinin yaygın olmaması ya da bu kadar ilerlememesi dolayısıyla insanlar sürekli birbirleriyle yüz yüze, daha samimi ve candan sohbet ediyordu; derdini, kederini, sevincini paylaşıyordu çok daha az insan tanımasına rağmen. Bugün bir derdinizi ya da sıkıntınızı anlattığınızda sizi can kulağıyla dinleyip boş teselliler vermek dışında sizi önemseyip sıkıntınızı gidermeye çalışan kaç kişi vardır aileniz dışında hiç düşündünüz mü? Ama eskiden böyle miydi? Bunun cevabını eski nesil size kolaylıkla verebilir. Eskiden aileniz dahi olmasa bir şeyler paylaşabileceğiniz ve yalnızlığını giderebileceğiniz bir sürü yakınınız, dostunuz olurdu. Yani yalnızlık kelimesi bile size o kadar yabancı gelirdi ki siz bile fark edemezdiniz o kelimenin ne anlama geldiğini çünkü hiç yaşamazdınız o duyguyu. Her yalnız kaldığınızda mahallenin esnafı, komşunuz, arkadaşınız ve yakınlarınız mutlaka sizinle ilgilenir ve toplumda huzursuzluk, endişe ve kargaşa gibi durumların önüne geçilirdi. Popülasyon ve nüfus yoğunluğu sadece ülkemizde değil dünya genelinde sürekli artış içindedir. Buna rağmen şunu söylemek mümkün müdür? Eskiden az insan vardı yalnızlık yoktu, şimdi ise dünya nüfusu daha kalabalık olduğuna göre yalnız insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu önerge tamamen hayal ürünüdür ve gerçek dışıdır. Evet, geçmişte insan sayısı az olabilir ama ilişkiler daha samimi, candan ve sıcaktı. Görünmez bir bağ vardı insanlar arasında. Şimdi ise daha kalabalık ama daha yalnız bir toplum oluştu. Bu toplum, içine kapanık, insani ilişkiler kurmanın ne demek olduğunu unutmuş, yozlaşmış ve sadece çıkar odaklı materyalist bir ilişki yumağının esiri olmuş insanlar bütünü haline geldi. Durum şimdi böyleyken aslında on yıl sonrası için bile umut verici konuşmak sadece hayal olacaktır. Gidişat bellidir ve bunun farkında olanlar her ne kadar önlemini almak için uğraşsa da muhtemelen gelecekte olacak olan da bellidir: Daha kalabalık bir nüfusla birlikte daha yalnız, daha çok ruhsal çöküntü içerisinde, daha depresif insanlar ve gün geçtikçe artan intihar vakaları… Kaynak Altunkaya, Nilüfer. Sevgili Yalnızlık. Alakarga Yayınevi, 2015. Kaan Seyrek – Bilimin Tarihinde Bir Yolculuk Susan Wise Baurer'ın Batı Biliminin Öyküsü kitabı gerçekten samimi bir dille yazılmış gibi görünüyor. Yazar okuyucuya sadece teknik bilgiler veya kuramsal düşünceler vermiyor, doğrudan bilim insanlarının yazılarından alıntılar yaparak bize bilimin tarih boyunca gelişiminin insani yönünü de ortaya koyuyor. Newton ve Hooke'da görüleceği üzere kimi zaman bilim insanlarının birbiriyle kavgaya tutuştuğuna, kimi zaman Hippokrates gibi bilinmeyeni ilahi mucizelerle, dayanaksız spekülasyonlarla açıklayanlardan yakındıklarına veya Schrödinger gibi nereye zıplayacağı kestirilemeyen varlıklardan hoşnutsuzluk duyduklarına şahit oluyoruz kitap boyunca. Kitap gerçekten dengeli bir yapıda seyrediyor; ne fazla magazine sapıyor, ne de okuyucuyu bilimsel bir jargona boğarak sıkıyor. Ölçülü olarak kuramların özünü arkasında bulunan isimlerin mizaçları ile beraber yansıtma çabası bütün kitap boyunca hissedilebiliyor. Yalnız kitabın daha son kısımlarına doğru bilimsel camianın ve bilgi havuzunun büyümüş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor ve yazarın mizaç yansıtma çabasının da bu yüzden zaman zaman sekteye uğradığını görüyoruz. Bilhassa biyoloji ve DNA'nın hayatın sırrı olarak keşfi ile ilgili bölümlerde çok fazla bilim insanına atıfta bulunuluyor ama çoğu hakkında kişisel bir izlenim edinemeden yalnızca yaptıkları deneyleri ve sonuçlarını görüyoruz, ardından bu deneylerin ve sonuçlarının asıl keşfi yapan ana kahramanlara nasıl temel sağladığına veya onları nasıl akademik rekabete teşvik ettiğine şahit oluyoruz. Yine de arada muhakkak bir bilim insanının insani yönüne denk gelebiliyoruz. Üstünde çalıştığın bir konu hakkında hayati önem arz edebilecek yabancı birisine ait bir makalenin gerçek değerini daha sansasyonel olsun diye seni konferansa götüren bir trende kavradığını anlatmak gibi. Kitabın ana tarzı haricinde başka artıları da var. Büyük bilim insanları, onların çevreleriyle olan ilişkileri, kısa hayat hikayeleri ve kuramlarına yol açan düşünsel gelişimleri bölüm bölüm sınıflandırılmış. Bölümler birbirini anlamlı bir sırada takip ederken astronomi, jeoloji, biyoloji gibi farklı bilim dallarının etkileşimleri ve bu bilim dallarında sivrilmiş bilim insanlarının birbirlerine nasıl ilham verdikleri veya kuramsal yaklaşımlar konusunda nasıl ayrılıklar gösterdikleri güzelce işlenmiş. Kitapta, sık sık bölümler arasında; doğaya deney aletiyle işkence ederek gerçeği ampirik yolla öğrenmek veya ispatlanmış bilgilere dayanmayan yapmacık varsayımlar geliştirmemek gibi neredeyse deyimleştirilmiş gibi görünen kimi bilimsel yaklaşımlarla bağlantılar kuruluyor. Hangi bilim insanın ne tür bir yaklaşımı icat ettiği ya da kendisinden önce varolanlardan hangisine eğilim gösterdiği veyahut hangi yaklaşıma karşı çıktığı ortaya konuyor. Ayrıca her bölümün sonuna bölümün kahramanları sayılan bilim insanlarının akademik yapıtlarına veya popüler eserlerine doğrudan bakmamıza olanak tanıyan bazı tavsiyeler yerleştirilmiş. Bu da kitabı batı uygarlığının doğa bilimleri tarihine göz atmak isteyenler için güzel bir referans kaynak yapıyor. Kitap bir çeviri olduğu için verilen tavsiyelerin İngilizce olduğuna ve nadiren dipnotlarla Türkçesinin konduğuna dikkat etmek gerekiyor. Tüm bunlardan kısmen bağımsız olarak kitapta en ilginç bulduğum anlatılardan birisi tabiat gözlemine ve bilimsel metodolojiye güvenen Galilei'nin, sinirlerin nereden budaklandığının gösterildiği bir otopside zamanının geleneksel görüşüne bağlı bir filozofun davranışından bahsetmesidir. Anatomist sinirlerin beyinden kalın bir demet halinde çıktığını, saçak saçak ayrılarak vücuda dağıldığını ve kalbe ince bir tanesinin gittiğini göstermesine rağmen geleneksel filozof sırf otorite sayılan bir kişi kitabında sinirler kalpten çıkar dediği için gözle görülebilecek çıplak bir gerçeği reddetmiştir.Filozof aklının ve duyularının kombinasyonuna güvenip bilimsel düşünmeye yönelmek ve bu çerçevede otoriteyi eleştirel bir gözle irdelemek yerine sadece otoriteye bağlılığı tercih etmiştir. Doğadaki fenomenleri ve deneyimlediklerimizi değil; gelenekleşmiş anlayışları, ünvanları ve yetkinliği aşırı ciddiye almamamız halinde gerçeklerden kopabilecek potansiyele sahip olduğumuzu gösteren bir örnek gibi görünüyor Galilei'nin filozofu. Kitap boyunca bunun gibi ilginç hikayecikler ve doğrudan bilim insanlarından yapılan alıntılarla karşılaşıp hem düşünmeye hem de bilim insanlarının o an yanlarında bulunmaya, onlarla empati kurmaya teşvik ediliyoruz. Bunlar kitabı herkes için aydınlatıcı ve sıcak kılıyor. Bilime her zaman hayranlık ve ilgi duymuş birisi olarak bu kitabı herkese önerebilirim. Batı Biliminin Öyküsü - Susan Wise Baurer - Alfa Yayınları, Birinci Baskı Gerilim Kapanı Kitabın ilk üç cümlesi “Tuhaflıklar dördüncü gün başladı. Tuhaflıkların genel seyrinin aksine gündüz. Hatta sabah kahvaltısında.” dır. Zaten Otel Paranoya ismi ve bu ilk üç cümle hikâye boyunca ismini bile öğrenemeyeceğimiz karakterin normal demekten çok uzak olaylar yaşayacağını, ona yaşatılacağını ya da yaşadığını zannedeceğinin garantisini veriyor. Açıkçası hikâyede herhangi bir şeyin var olup, var olmadığından emin olmanın hiçbir yolu yok. Hikâyede olayların rengi normalden tesadüfe, tesadüften delilik ve halüsinasyona doğru kaydıkça gerilim beni bir dakika bile rahat bırakmadı ve gerçekle hayal arasında sekerken hikâye okuyan olarak benim de düşüncelerim dağıldı ve gerçeklikle bağlantımı ancak kitabı bitirdikten sonra sağlayabildim. Hikâye ilerledikçe etrafındaki tuhaflıklara yavaş yavaş alışmış gibi görünse de, karakterin aslında olup biteni hâlâ kabullenemediğini düşünmek görmek mümkün. Bu çıldırmış otelde ne zaman nasıl bir acayipliğin ortaya çıkacağı ya da bir sonraki açacağınız kapının bile nereye açılacağı belli değil, sadece eskiden kalma gerçekliği şüpheli bir hatıra ve ona dayanan bir olasılık var. Karakterle birlikte okuyan olarak ben de bu olasılık ve her türlü tahmin edilemez olasılıkla olaylar boyunca ilerlerken stres ve gerilimle karşılaştım. Kitap boyunca bazı tuhaflıklar ve tesadüfler aslında hiç komik değildi ama nedense bir refleksle katıla katıla gülüyor insan bunlara. Bunlara örnek olarak karakterimiz ile birlikte “Kafe Medusa” ya girdiğimizde herkes bizi peruğunu çıkararak karşılıyor. Yunan mitolojisindeki yılan saçlı kendine bakan herkesi taşa dönüştüren korkutucu yaratıkla aynı isimdeki kafenin tüm müşterilerinin aslıda kel olmaları ve sıcakkanlı sevimli denebilecek insanlar olmaları karakterimizin dikkatini çekmedi. Açıkçası ben de kadar bu kadar gerçekle hayal arasında gidip gelen bir şekilde aşağı yukarı bir ay kadar yaşasaydım bende de buna dikkat edecek hal kalmazdı. Yine de ben bu durumu fark edebildim ve çok saçma bir keyif ve neşe verdi bana ve bir dakika kadar gülmekten okumama engel oldu. Gerçi bu tür bazı ufak tefek farklılıklar karakterle bir türlü tam bir bağ kurmamı ve hikâyeyi tam olarak benimsememi engelledi. Kitabın sonunun belirsiz bitmesi ve karakterin otelden ayrılışını yine ertesi sabaha ertelemesiyle hikâye tam bir belirsizlik ve bir gerilimle sonlanıyor. Hikâye boyunca dozajı düzenli artan tuhaflıklar ve bazı ufak normalde komik olmayan ama gerilimden ortaya çıkan rahatlatıcı komik anlar dışında başköşeye kurulan gerilim resmen duygularımı allak bullak etti. Bu olurken acaba gerçek mi, hayal mi sorusu da düşünce ve gerçeklik duygumu darmaduman etti. Tüm bunlar olurken aklımda hep ana karakterin başına gelenlerin karbon monoksit zehirlenmesi belirtilerine ne kadar mükemmel bir biçimde uyduğuna inanamıyordum. Kitap bittikten sonra ve gerçeklik hissini tekrar kazandıktan sonra sonu olmasın ve olayların gerçek mi sanrı mı olduğuna karar verilemesin diye hazırlanmış bir olaylar örgüsünü bir sonuca bağlayabilmiştim ve bunla başardığım çok az şeyle duyduğum bir gurur duydum. Sanki bir kitaptaki adı bile olmayan bir karakterin yaşadığı anlamsızlığı değil de kendi yaşadığım anlamsızlığa bir anlam bulmuş gibi sanki bir öğrencinin bütün yıl dizlerini titreten bir matematik sorusunu çözdüğü zamanki gibi bir gururdu bu. Şöyle bir bakıldığında aslında korkutucu matematik sorusu benzetmesi pek yanlış bir benzetme sayılmaz aslında çünkü tüm gerilimi bu gerçek mi, hayal mi çatışması sağlıyor. Karbon monoksit zehirlenmesi okuru hayal olduğuna inanmasını sağlayan tüm olayların (sahneler arası hatırlanmayan bölümler, yanlış hatırlanan detaylar ve belirip sonra kaybolan figürler, görüşteki yanılmalar) suçlusu olarak gösterilebiliyor. Bu düşünceye rağmen kitap ikinci kez okunduğunda ne geriliminden ne de tuhaflıklar dizisinin anlamsızlığından hiçbir şey kaybetmiyor ve aynı tadı veriyor. YILLARIN BİR DE RENGİ VAR En çok maviyi severim ben. Hatta yalnız maviyi severim de diyebilirim. Mavi özgürlüğün ve sonsuzluğun rengidir bana göre. Sonsuz özgürlük, gökyüzündedir ve mavidir. Umut, sevda, hayal, çılgınlık oradadır. Bunlara olan aşkımdan olsa gerek bendeki mavi sevdası… İlkokul yıllarımızdan beri hafızamızda yer eden mevsim renkleri vardır: Kış beyaz, ilkbahar yeşil, yaz mavi, sonbahar sarı. Sonra insan ömrünü mevsimlere benzeten yorumlar okuduk kitaplarda. İlkbahar çocukluğu, yaz gençliği, sonbahar yaşlılığı ve kış ölümü sembolize ediyordu. Margit Kaffka’nın Renkler ve Yıllar adlı romanını okurken bu bilgiler geldi aklıma. Sonra kendi mevsimimi düşündüm. Kendi mevsimimin rengi maviydi bu bilgilere göre. Taşları yerine oturttum. Buradan baktığımda gelecekteki renklerim de belli: sarı ve beyaz… Yeşil geride kaldı. Yılları bu dört renkle sınırlamasak da belli dönemlerin, belli yılların belli renklerinin olduğunu kabul etmeliyiz. Örneğin bebeğin rengi ile ninelerimizin rengi aynı değil. Babalarımızın, kız kardeşlerimizin, annelerimizin renkleri de öyle. Yaşlarına göre değişiyor renkleri. Dört ana rengin yanındaki ara renkler de kendilerine özgü yıllara sahip. Mor, turuncu, pembe gibi renkler ömrün her yılında yer alamıyor. Hayaller kurduğumuz yılların rengi pembedir örneğin. Pembe hayaller kurarız, pembe panjurlu evlerde yaşamak isteriz. Tozpembe düşler görürüz. Kızlar kırmızından ve pembeden vazgeçmez hiç. Özellikle ilk gençlik çağlarında… Daha erken yaşlarda annelerimiz canlı renklerden oluşan kıyafetler giydirirler bize. Bizi gösterecek, diri gösterecek renkler… Yeşil, kırmızı, beyaz, mavi… Gri, siyah, kahverengi, lacivert gibi ağır ve oturaklı renkler hiç yanımıza yaklaştırılmaz o yıllarda. O renkler artık olgunluk zamanına adım atmış babalarımızın, dedelerimizin renkleridir. Durulmuş ve sadeleşmiş insanlar tercih eder onları. Birbirine girmiş renkleri sevmezler o yaştaki insanlar. Bir genç gibi canlı renklerde elbiseler giymek isteyen yaşlılar ise nedense hep ayıplanır, tuhaf karşılanır. Yakıştırılmaz onlara… Benim ruhum genç savunması bile kurtaramaz onları. Eline aldığı canlı renkteki kıyafeti üzerinde deneme fırsatı bile verilemez. “Baba ya!” sözleri ile ellerinden alınır ve yerine asılır. Sonra rengini yitirmiş kıyafetler tutuştururlar ellerine… Onlar da yenilgiye uğramış bir komutan tavrı ile eline tutuşturulan kıyafetleri alırlar içleri sızlayarak… Gençlik yılları uçup gittiği gibi gençliğin renkli kıyafetleri de uçmuştur artık. Aynı şekilde pembe giyen bir nineyi de göremeyiz. Onlar da solgun ve oturaklı renklere mahkûmdur artık. Klasik lafımız “Renkler ve zevkler tartışılmaz.” sözü ömrünün sarı ve beyaz renk günlerindeki insanlar için geçerli değildir yani. Onlar kendi renklerini değil, eşlerinin veya çocuklarının seçtikleri renkleri giyme yıllarındadır. Mevsimlere biçilen renklerin yıllarımızla da iyi bir şekilde örtüştüğünü görüyorum şimdi bu düşüncelerden sonra. Kuşkusuz o renklerin belirlenmesi de uzun birikimlere dayanıyordur. Gerek kendi sevdiğim gerekse çevremdeki insanların yaşlarına göre sevdikleri renklere baktığım da bunu daha iyi anlıyorum. Hayatın hep aynı geçmediği, insanın hep aynı olmadığı nasıl gerçekse yılların da kendilerine göre renklerinin olduğu da bir başka gerçek… Renkler ve Yıllar’ın başkahramanı Magda’nın çalkantılarla dolu hayatını okurken bunu bir kez daha anladım. Hayatının aşkıyla “masmavi” bir hayatı yaşayan Magda, sonradan güzelliğini kullanarak para ve şöhret uğruna, hayalini kurduğu “tozpembe” hayatı yaşamak için gözünü kırpmadan aşkını terk ediyor. İlahi adalet mi dersiniz eski sevdiceğinin ahı mı dersiniz bilmem ama Magda Hanım’ın hayatı kaçtığı “zengin koca”sının intihar etmesiyle “simsiyah” bir hal alıyor. İşte tam bu noktada hayat, Magda için cehennemden farksız bir duruma geliyor. Aslında roman buradan sonra başlıyor denebilir. Magda’nın “beyaz” ışığa doğru olan hayat mücadelesinin bu son kısmında yazar; onun hayal kırıklıklarını, uğradığı ihanetleri, çektiği hasretleri ve en önemlisi de mutsuzluğunu yani kısacası içinden geçtiği “kapkara” bu tüneli aktarmaya çalışıyor. İşte Renkler ve Yıllar hayatımızın en şaşalı anlarından en dipte hissettiğimiz anlarına kadar geçirdiğimiz deyim yerindeyse “renksel” değişimleri anlatarak bizi hayatımız üzerine biraz daha düşünmeye itiyor. Zaman geçiyor, takvimler eskiyor, yaşımız ilerliyor, renklerimiz değişiyor. Biz değişiyoruz. Renk algımız da değişiyor. Hayata bizimle örtüşen renklerle bakıyoruz. Kimi içinde bulunduğu gri renkte durarak dünyanın tadının tuzunun kalmadığını söylüyor, kimi yolun başında dünyayı capcanlı ve çok güzel görüyor. Albenili ve çekici… Bunları yaşayarak öğreniyor, öğrenerek yaşıyoruz. Neticede dünyada serüvenimizin ana çizgileri ve ana renkleri belli… Evrensel bir standardı var. Yazdığı Renkler ve Yıllar adlı romanı bu düşünlerle okutan ve Magda’nın dramıyla yaşamı biraz daha öğreten Margit Kaffka’ya teşekkürler… Sahi acı ne renktir? Kaynakça Kaffka, Margit. “Renkler ve Yıllar”. Margit Kaffka İstanbul: Aylak Adam Yayınları: 2015 Mustafa Enes AYDIN PENCEREME VURAN HAYAT İçinde barındırdığı çeşitli çalkantılarla, yokluk ve bilinmezlik silsilesi olan hayat, keskin fırça darbelerinin yumuşak ton geçişleriyle hafifletilmeye çalışıldığı bir tablo gibidir. Katı kanunlarının egemenliğini iliklerinde hissettiği, göz kapaklarını ilk açtığı andan kapatıncaya değin türlü türlü sorun geçitlerinde savrulup gidişini sembolize ettiği tablolarıyla Edvard Munch, kelimelerle ifade edilmeyecek duyguların ağırlığını yarattığı eserlerle su yüzüne çıkarıyor. İnsanın başını döndüren, nefesini kesen, aldığı her solukta en derin acıyı yahut kederi hissetmesine sebep olan eşitsizlik ve ölüm kavramları ressamın sanatının temellerini oluşturuyor. Bilinmezliklerle dolu bir geleceği temsil eden kapkara bir su birikintisinin önünde beyazlarla bezeli bir kadının bakışlarından yanında bulunan ve ölümü andıran figürden bihaber oluşunu hissettiğim Two Woman On The Shore adlı tablosu Munch’ ın ruhumda en derin etkiler bırakan eserlerinden bir tanesi. Birkaç temel rengin ve deformasyona uğramış şekillerin bir ifade aracı olarak etkin bir şekilde kullanıldığı eser, yakın bir zamanda Semrin Şahin’in Kadın Olsaydınız Anlar Mıydınız? isimli kitabının kapağında yeniden karşıma çıktı. Toplumsal sorunlara, yaşanan haksızlıklara ve bunların insan ruhunda bıraktığı derin sızılara kayıtsız kalamamış olan yazar kelimelere sığdırmaya çalıştığı geniş yelpazeli kırgınlıkları ve sosyal sıkıntıların yakıcılığını patlamaya hazır bir bomba misali ortaya bırakıyor. Ressamın eserinin de temelinde var olan ölüm sorunsalı yazarın hikâyesinde sözcüklerin arasına gizlenmiş halde keşfedilmeyi beklerken Munch’ın tablosu bir ön söz misali okuyucuyla buluşuyor. Yakın bir geçmişte ülkemizin dört bir tarafındaki insanları tek bir yere – televizyon başına – kilitleyen, ağır bir sessizliğin kollarında derin bir acıyı duyumsadığımız Soma faciası üzerinden ölüm ve eşitsizlik temalarının işlendiği ilk hikâyeyle birlikte eser okuyucuyu bir duygu seline katmayı başarıyor. Her türlü varoluş bir çeşit sona gebe olduğundan olsa gerek, yazar öykülerinin merkezine ölümün soğuk ve belki de acımasız gerçekliğini yerleştiriyor. Evin geçiminin yükünü sırtlamış olan babasının madenin zorlu çalışma koşulları neticesinde kaybettiği umutlarının ve hayal kırıklıklarıyla bezeli gözlerinin de etkisiyle okumayı kendisine ilke edinmiş bir çocuğun hikâyesi, sözcüklerinin içine sinmiş türlü türlü zorluğu ve sosyal eleştiriyi barındırıyor. Bir maden kazası neticesinde birçok hayatın tepetaklak oluşu okuyucuyu derin bir sorgulamaya iterken olaylara farklı açılardan bakabilme becerisini de aşılıyor. Çok erken bir yaşta büyümek zorunda bırakılmış bir çocuğun hikâyesi keşkelerin kalbin kuytu bir köşesini yaralayan yanını açığa çıkarıyor. Kurduğu hayallerin ve sahip olduğu umut kırıntılarının arasından ruhsal karmaşalarına, gencecik yaşta aldığı sorumlulukların getirisi isyanlarına, okumaya duyduğu özleme göz gezdirdiğimiz karakterle sosyal gerçekliğin kapısı bir kez daha aralanıyor. Diğer çocukların aksine okumak yerine ölümün acı soğuğunu babasını kaybıyla hissettiği o madende çalışmak zorunda olan bir çocuk üzerinden tabulaşmış bir yara, su yüzüne çıkıyor. Hikâyeyi etkileyici kılan nokta ise anlatıcının bir çocuk olmasında ve yaşanan olaylara bir çocuğun o şeffaf, masum gözleriyle bakabilmesinde saklı. Yazarın üzerinde durmaya çalıştığı eşitsizlik olgusu da satır aralarından okuyucuyu etkisi altına almayı sürdürüyor. Maddi kaynaklara erişimdeki eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerin insan ruhunda yarattığı tahribat bir çocuğun gözlerinden okuyucunun sorgulayıcı zihnine akıyor. Düşüncelerden ve kültürce belirlenmiş kodlardan başlayan eşitsizlik olgusunun sosyal hayatta aşılması gereken bir mesele oluşu yazarla beni ortak bir paydada buluşturmayı başarıyor. Toplum için edebiyat anlayışıyla yola çıkan yazar incelikli ve akıcı diliyle kaleme aldığı öykülerinde toplumdaki temel sorunlara ve bu sorunların bireyler üzerindeki sarsıcı etkilerine parmak basmak niyetinde. Hikâyelerinde hayatın her alanındaki eşitsizlikleri bir eleştiri süzgecinden geçirirken karmaşık sorumsuzlukların yol açtığı acıları ve sosyal bir çöküşü yarattığı değişik karakterlerin ve içinde gerçeklik payı da bulunduran kurguların arasına serpiştiriyor. Ama en önemlisi günümüzün toplumsal şartları gereği üç maymunu oynamayı içselleştirmiş ve duyarsızlaşmaya başlamış olmayı kabullenemeyen Şahin, halktan kopup geldiğini hissettiren öyküleriyle yozlaşmaya karşı bir baş kaldırış içerisinde okuyucuyu sorgulamaya ve düşünmeye itmeyi başarıyor. KAYNAKLAR Munch, Edvard. Two Woman On The Shore. 1898. Mum boya. Clarence Buckingham Collection. Chicago. Şahin, Semrin. Kadın Olsaydınız Anlar Mıydınız?. İstanbul: Alakarga Sanat Yayınları, 2015. Selin KAYA çalışma koşulları neticesinde kaybettiği umutlarının ve hayal kırıklıklarıyla bezeli gözlerinin de etkisiyle okumayı kendisine ilke edinmiş bir çocuğun hikâyesi, sözcüklerinin içine sinmiş türlü türlü zorluğu ve sosyal eleştiriyi barındırıyor. Bir maden kazası neticesinde birçok hayatın tepetaklak oluşu okuyucuyu derin bir sorgulamaya iterken olaylara farklı açılardan bakabilme becerisini de aşılıyor. Çok erken bir yaşta büyümek zorunda bırakılmış bir çocuğun hikâyesi keşkelerin kalbin kuytu bir köşesini yaralayan yanını açığa çıkarıyor. Kurduğu hayallerin ve sahip olduğu umut kırıntılarının arasından ruhsal karmaşalarına, gencecik yaşta aldığı sorumlulukların getirisi isyanlarına, okumaya duyduğu özleme göz gezdirdiğimiz karakterle sosyal gerçekliğin kapısı bir kez daha aralanıyor. Diğer çocukların aksine okumak yerine ölümün acı soğuğunu babasını kaybıyla hissettiği o madende çalışmak zorunda olan bir çocuk üzerinden tabulaşmış bir yara, su yüzüne çıkıyor. Hikâyeyi etkileyici kılan nokta ise anlatıcının bir çocuk olmasında ve yaşanan olaylara bir çocuğun o şeffaf, masum gözleriyle bakabilmesinde saklı. Yazarın üzerinde durmaya çalıştığı eşitsizlik olgusu da satır aralarından okuyucuyu etkisi altına almayı sürdürüyor. Maddi kaynaklara erişimdeki eşitsizlikler ve bu eşitsizliklerin insan ruhunda yarattığı tahribat bir çocuğun gözlerinden okuyucunun sorgulayıcı zihnine akıyor. Düşüncelerden ve kültürce belirlenmiş kodlardan başlayan eşitsizlik olgusunun sosyal hayatta aşılması gereken bir mesele oluşu yazarla beni ortak bir paydada buluşturmayı başarıyor. Toplum için edebiyat anlayışıyla yola çıkan yazar incelikli ve akıcı diliyle kaleme aldığı öykülerinde toplumdaki temel sorunlara ve bu sorunların bireyler üzerindeki sarsıcı etkilerine parmak basmak niyetinde. Hikâyelerinde hayatın her alanındaki eşitsizlikleri bir eleştiri süzgecinden geçirirken karmaşık sorumsuzlukların yol açtığı acıları ve sosyal bir çöküşü yarattığı değişik karakterlerin ve içinde gerçeklik payı da bulunduran kurguların arasına serpiştiriyor. Ama en önemlisi günümüzün toplumsal şartları gereği üç maymunu oynamayı içselleştirmiş ve duyarsızlaşmaya başlamış olmayı kabullenemeyen Şahin, halktan kopup geldiğini hissettiren öyküleriyle yozlaşmaya karşı bir baş kaldırış içerisinde okuyucuyu sorgulamaya ve düşünmeye itmeyi başarıyor. KAYNAKLAR Munch, Edvard. Two Woman On The Shore. 1898. Mum boya. Clarence Buckingham Collection. Chicago. Şahin, Semrin. Kadın Olsaydınız Anlar Mıydınız?. İstanbul: Alakarga Sanat Yayınları, 2015. Selin KAYA En kötü ihtimalle tır şoförü olarak geçireceğim yıllarımı… Kötü mü? En azından kendim olacağım. Kendi hayatımı kendim için yaşarken sevdiklerimle, en büyük hazinemi, huzurumu paylaşıp, her şeye rağmen mutlu olacağım. Mevlut gibi olmayacağım yine de. Sürece kendimi kaptırıp kendimi paralamayacağım. Nefretin hızla yayıldığı bu dünyada, sevgiyi yayanlardan biri olacağım. Yine bunlar küçük mutluluklar olarak kalacak ve kendim olabildikçe mutlu olacağım. İşim boynumu bükmeyecek veya işimden dolayı boynum bükülmeyecek; ben, yalnızca ben olacağım. Sorarlar ya “ büyüyünce ne olacaksın” diye… Ben mutlu olacağım. YAŞAMI KAVRAMA YETİSİ: ÖZGÜRLÜK Pamuk şekerin pembeliği ve lunaparkın o muhteşem çılgın havası başımı döndürürken kendimi salıncağa binmiş buluyorum. Kollarımı iki yana, dünyayı kucaklayacakmış gibi açmış , gözlerimi yummuş uçuyorum ve özgür olduğumu hissediyorum iliklerime , her bir hücreme kadar. Neyin özgürlüğü bu ? Ayaklarımın yerden kesilmesinin mi bilemiyorum. Kime göre, hangi ölçüde, ne zaman özgürüm onu da bilmiyorum ama nefes alabildiğim , koşabildiğim , zıplayabildiğim , şarkı söyleyebildiğim , dondurma yiyebildiğim , konuşabildiğim, gözlerimi aydınlık bir güne açabildiğim kadar özgürüm diye düşünüyorum. Eğer alacakaranlıkta avazım çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyorsam daha doğrusu söyleyebiliyorsam ya da bir parkta insanların bakışlarına aldırmadan dans edebiliyorsam özgürüm ben . Ne kadar çok dans edersem , o kadar çok özgürüm. Ne kadar çok düşer , ne kadar çok ayağa kalkarsam o kadar özgürüm yani dizlerimdeki yara izleri kadar özgürüm. Bir kitap okuduğumda bir fikri benimsediğimde bunlardan istediğim zaman hiç kimseden, hiçbir kuvvetten çekinmeden konuşabiliyor ve tartışabiliyorsam özgürüm ben. Zygmunt Bauman’ın Özgürlük adlı eserini okuduğumda özgürlük ne , özgür müyüm, özgür olmam için ne yapmam lazım diye sordum kendime cevabını sanki kör kuyuların dibinde arıyor gibi. Özgür olmak için kanatlara mı ihtiyacım var? Hayır. Hatta kuşlar bile yeri geldiği zaman özgür değildir kanatları vardır ama kafestedir. Bulutların üzerinde kanat çırpmanın keyfini, kendi avladığı solucanı yuvasına götürmenin gururunu, denizin üzerinden uçarak göç etmenin hazzını hiç tatmamıştır. Bana göreyse özgür olmak bir seçimdir önyargılarından kurtulursun özgür olursun ;beynini delip deşen zehirli sarmaşıklardan kurtulursun özgür olursun ; elindeki ,düşüncendeki ,duygularındaki kelepçeyi boğazın serin sularına atarsın özgür olursun yada at gözlüğünü takar kendi hapishanende mahkum olarak yaşarsın kendi özgürlüğünden mahrum bir tutsak gibi. Fakat özgürlüğün ne olduğunu tam olarak kavramaya çalışmam gerektiğinde , aklıma fiziksel ve düşünce özgürlüğü geliyor. Fiziksel özgürlük deyince fiziksel olarak hiçbir şekilde kısıtlanmadığım halim geliyor aklıma. Küçükken bir yaramazlık yaptığımda veya ceza gerektiren bir davranışta bulunduğumda ailem odamdan 2 saat boyunca çıkmama cezası verirdi. Özgürlüğüm 2 saatliğine veda ederdi bana. Bu fiziksel özgürlüğünün kısıtlanmasıydı çünkü bazı şeylerden ders almam içim kısa süreliğine de olsa özgürlüğümden mahrum kalmam gerekliydi. Maalesef ki geçmişteki bazı insanlar yani köleler benim kadar şanslı değiller. Bir ömür boyu yaşamın, nefes alışın, varoluşun, özgürlüğün sahibinin elinde oluyor. Bir tutsak oluyorsun senin gibi milyonlarca insanda bu sistemin kölesi. Fakat büyüdükten sonra fark ettim ki geçmişte fiziksel özgürlük ne kadar önemliyse günümüzde de düşünce özgürlüğü çok daha önemli hatta hayati derecede önemli . Günümüzde bir çok kez düşünce özgürlüğümüz gasp edilmiştir diğer bir değişle düşünce özgürlüğümüz (ç)alınmıştır . Bu hırsızlığı bazen ailem, bazen arkadaşlarım, bazen yolda yürüyen bir vatandaş , bazen ise medya yapıyor. Mesela dünyada bazı ülkelerde devlet medyayı çok rahat bir şekilde denetliyor ve kendi çıkarları doğrultusunda haberlere yön veriyorlar. Fakat eleştirisel düşünen gazeteciler maalesef ki susturuluyorlar. Bir olayı sadece tek taraflı düşünürsek hata yapmış oluruz, o yüzden eleştirisel bakmak insanlar için olmazsa olmaz , biz insanları koyunlardan ayıran bir yetenektir. Yani bu olay hem gazetecilerin hem de bizim düşünce özgürlüğümüzün çalınışıdır. Çünkü yeni bir filizlenen tohum gibi olan düşünceleri ,yeni bir tasarıyı ,yeni bir fikri , bir toplumun alt yapısını yok ediyorlar. O fikirle büyüyen çocukların geleceğini yok ediyorlar. Kafeste olan kuşun ironisi gibi hayat. Mahkum kuş sınırlarını bilmiştir , asla o sınırları aşma gereği duymamıştır, kendi küçük dünyasında mutludur, daha fazlasına da gerek duymaz. Tıpkı hayallerine duvar örüp, mükemmelliğin küçük bir parçasında yaşamayı tercih eden insanların aciz yaşamı gibi, daha ötesi yoktur veya görmezden gelinmeye mahkumdur. Eğer sıcak iklimlere kanat çırpamazsam , altın kafesimde şakımaya devam edersem özgür olduğumu nasıl hissedebilirim ki? Koşmam, dans etmem , çay içmem, gazete okumam lazım özgürlüğü koklayabilmem için. Adile Aybike Arslan ID:21502698 Bir Umut Işığı Çiftliği Tarih boyunca insanoğlu bulunduğu yerden hep bir adım önde olmaya, elinde olanlardan daha iyisine sahip olmaya yani hep ‘ilerleme’ arzusuna sahip olmuştur. Bu amaç doğrultusunda bir araya gelen gruplar ülke kavramının ortaya çıkacağının da ilk habercisi niteliğindedir. Birlik olan gruplar zaman içinde kendi kurallarını belirleyip, yönetim biçimlerini oluşturmaya başlayarak toplu yaşamın çizgilerini çizmişlerdir. Tabii bir lidere ihtiyaçlarının olduğunu anlamaları da çok uzun sürmemiştir. Ne yazık ki sosyal yapıdaki değişimler ve siyasal oluşumlar çok kısa bir sürede büyük karışıklar yaratmış, isyanlar ve savaşlar başlamıştır. Sosyal adaletsizliğe karşı yarattığı farkındalıkla ve politik iğneleyici yazılarıyla tanınan yazar George Orwell’ de ‘Hayvan Çiftliği’ adlı unutulmaz eserinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş döneminde yaşanan sosyal ve siyasal olayları hayvanlar üzerinden betimleyerek okuyucularına sahip olma arzusunu ve sonu olmayan iktidar hırslarını mizahi iğneleyici bir üslupla anlatmıştır. İlk inceleme de fabl gibi görünen eser hayvanlar üzerine yüklenen anlamlarla aslında çok derin siyasal eleştiriler içeriyor. Eseri okumaya başladıkça hayvanlar üzerinden anlatılmaya çalışılan asıl konunun derinliği sizi hemen yakalıyor. Kısaca kitaptan bahsederek başlamak istiyorum. Hikâyemiz içinde birbirinden farklı karakterlere sahip olan türlü türlü hayvanları barındıran Bay Jones’un egemenliğindeki bir çiftlikte geçer. Tüm hayvanlar çiftlikteki yaşam standartlarından ve kurallardan bir hayli mustariptir. Daha iyi beslenme ve bakım isteyen çiftlik üyelerimiz bu amaçları uğruna bir ayaklanma çıkartarak insanları çiftlikten kovmayı başarırlar ve yönetimi kendi ellerine alırlar. Kendilerine yeni lider olarak da yaşlı domuz Napolyon’u seçerler. Sonunda hayalini kurdukları özgürlüğe kavuşmuşlardır. Fakat bu mutlulukları pek de uzun sürmeyecektir. Domuzlar arasında başlayan iktidar hırsı ve yeni kurallardan şikâyetçi olanların başlattığı isyanlarla çok kısa bir süre sonra kurdukları bu sistem yerle bir olur. Ve insanlar çiftliğin yönetimini geri alır. Sembolik karakterlerin kullanılması bile bu kurmaca olayları okurken gerçek anlamın anlaşılmasının önüne geçmeyi başaramamış. Hayatın ve bir topluluk olarak yaşamanın getirilerinin yanında aslında göründüğü gibi, sıradan bir birey olarak, özgür olmadığımız ve düşüncelerimizin önemsenmediği de büyük bir ustalıkla yansıtılmıştır. Ayrıca eserin 1945’te, o dönemin şartlarında yazılmış olması hiç hissedilmiyor. Karşımıza çıkan her bir karakter aslında çok tanıdık bize. Çünkü hayvanlar üzerine yüklenerek anlatılan bu iktidar hırsı ve güç savaşı hâlâ günümüzde de mevcut ne yazık ki. Okurken tüm bunları düşündürüp, aslında görünenin aksine özgür düşünce, adalet ve eşitlik adı altında kurulan ‘cumhuriyet’ ten ne kadar uzak olduğumuzu da sorgulamamı sağlıyor. George Orwell iyi ki de bu bilinci veriyor okurlarına. İçinde bulunduğum ortamı ve yaşamı analiz etmeye daha onu okurken başlıyorum. Toplumdaki yerimiz ve haklarımız nedir? Bir birey olarak varlığımızın bu ülke için değeri nedir? Bu ve bunlar gibi daha binlercesi… Bu soruların cevaplarını ararken ilk aklıma gelen ise Gezi Park’ı olayları oluyor. Kendi doğruları ve düşünceleri için birlik olan binlerce insanı durdurmaya çalışan iktidarın gözünü karartıp, kendi vatandaşlarına nasıl karşılık verdiğini hepimiz hatırlıyoruzdur. Ne yazık ki gerçeklere göz yummak istemeyen her vatandaş için cevaplar çok açık ve net aslında. Yaklaşık 70 yıl önce ele alınıp eleştirilen bu siyasi olayların hâlâ gündemde olması iktidar hırslarının tarih boyunca, yüzyıllardan beri olduğunun ve hep olacağını da bir nevi kanıtlar nitelikte. Ama ben 20 yaşında genç, okuyan, araştıran siyasi olayları yakından takip eden bir birey olarak bunca çaresizliğin ve umutsuzluğun içinde özgürlük ve adalet ışığının varlığına inanıyorum. Ve biliyorum ki sonumuz George Orwell’in kurguladığı bu çiftlikle aynı olmayacak. Murat Burç SEVGİ Nedir Edebiyat? Edebiyata hep olumlu yaklaşmışımdır, insanların anı yaşayamayıp kaleme döktükleri ne varsa edebiyat olarak adlandırılmalı. Neden anı yaşayamayıp dedim, çünkü insan o an istediği ne varsa yapabilecek durumda ise bunları yazma gereği duyacağını sanmıyorum. Öte yandan edebiyat bize aslında o insanların hayatları boyunca neler yaşadıklarını, neler hissettiklerini, neleri eleştirip neleri desteklediklerini, ne çileler çektiklerini vurgulamakta. Tam da bu nokta da Özdemir İnce’nin Edebiyat Sadece Edebiyat Değildir adlı denemesinde bize edebiyatın sadece insanların hayal ürünlerinden oluşmadığını, aksine somut olaylardan da oluştuğunu göstermekte. Bir edebi eserin bize gösterdikleri yazarların hayatları boyunca yaşadıkları sorunlar ve bunlardan çıkardıkları sonuçlar olarak görülebilir. Yazar bunu güzel bir üslıp ile yazarsa o zaman unutulmaz bir esere dönüşür. Tamamıyla hayal ürünü de olabilirler ama ne kadar hayal ürünü olsa da bir şekilde gerçekte yaşanmış olaylardan kalma kırıntıları fark edebiliriz. Polisiye romanları mesela, okudukça olayların geliştiği ve gittikçe de olayların birbirine bir örümcek ağı misali bağlandığı, incelikle yazılmış bu romanlar benim için birer hazinedirler. Sınavlar yaklaşınca nedense birden kendimi yatağın üstünde, ortamda loş bir ışık, yanımda bir fincan kahve ve elimdeyse bir polisiye romanla buluyorum. Bazen farkına varmadan sabahlara kadar okuduğum olur bazense farkına varır ama yine de devam ederim. O anki ruh halime kalmış ama burada esas vurgulamak istediğim eserin konusundan ziyade üslubundan dolayı insanı alıp uzaklara götürdüğü o an. İşte tam da o anda, insan eğer dertlerinden bir nebze uzaklaşabiliyorsa, yaşadığımız ve üstesinden gelemediğimiz stresten uzaklaşabiliyorsak o eser okumaya değer bir eser olmuş demektir. Mustafa Kemal Atatürk’ün yanından eksik etmediği Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı bunun en güzel örneği ki cephede bile rastgele bir sayfa açıp okumuşsa Mustafa Kemal, onu o durumdan uzaklara götürmüşse, yaşadığı stresin panzehri olmuşsa okumaktan başka yapılması gereken bir şey kalmamıştır. Peki, madem her bir edebi eser okunmayı hak ediyorsa, o zaman bu klasik diye adlandırdığımız eserlerin ne farkı var? Neden bu klasiklerin yeri ayrı? Bence klasikleşme, üstünden yıllar geçmesine rağmen sahip olduğu üslup ve düşünce günümüz düşüncelerin temellerini oluşturuyorsa, eğer zamanında kaleme alınmış bir düşünce, bir yorum, bir eleştiri günümüz olaylarına da değinebiliyorsa, eğer bizi durmadan bir sonraki sayfaya bir an önce geçmeyi sağlıyorsa, eğer o yazılan cümlelerin büyüsü bizi uyutmuyor, aksine ayakta tutuyorsa emin olun o eser klasik olmayı sonuna kadar hak ediyor. Böylesine bir eser okunmaya değer ve aynı zamanda okutulmaya değer bir eser olmuş demektir. Ancak tabii bunu yazmak o kadar kolay değil. Nereden bilebiliriz ki eserimiz geleceğin sahip olacağı şartlara uygun olacağına ya da gelecekteki düşünce yapılarına bağlı kalacağına? Buna kimse söz veremez bence, o yüzden gelecek kaygısından ziyade bırakın içinizde ne kaldıysa, içinize attığınız ne kadar hüzün, acı veya keder varsa yazın gitsin. Yaşamak istediğiniz ama bir türlü yaşayamadığınız olay varsa dökün kaleme, en azından sizden sonrakiler sizi okur da aynı hatayı yapmaz. Ben edebiyatı yaşayamadığınız olayların yaşattığı hüzünlerin somut örnekleri olarak görüyorum. Edebiyat herkes için farklı anlamı vardır ama benim için, sonraki nesillere bir nevi nasihat misali bir tür pişmanlık yazıları serisi olarak adlandırıyorum. İster hayal ürünü, ister gerçek yine de eserlerde gerçekte yazarların yaşadıkları acıyı ve kederi görmekteyiz. Zaten bunlar değil mi yazıları daha ilginç ve akıcı kılan? MERVE ESENSOY TOPLUM İÇİNDE YALNIZLIK Hepimizin, hayatının bir döneminde kendi beklentilerini karşılayamadığı, hiçbir yaptığı aktiviteden tatmin olmadığı, mutluluğu ya da mutsuzluğu hissedemediği dönemler olmuştur. Peki bunları nasıl aşarız? Yaşadığımız küçük veya büyük bir olay, belki de bir aydınlanma anı bizi kendimize getirebilir ve duyguları hissetmeye başlarız. Geçen gün okuduğum ‘’Olağanüstü Bir Gece’’ adlı öykü kitabı benim yol göstericim oldu diyebilirim. Zenginlik içinde tatminsizlik yaşayan bu adamın bir gecede değişen hayatının ilginç hikayesi çok dikkatimi çekti. İstediği her şeyi elde edebilecek olmanın doyumsuzluğu belki de mutsuzluğa itmişti bu adamı. ‘’Sıradan’’ insanlardan kendini soyutlayıp sadece seçkin kesimden olan insanlarla görüşen fakat onlarla da tatmin olamayan bu adam, hiçbir duyguyu hissetmemeye başlamıştır ve en sonunda istemeden, farkında olmadan bir suç işler ve vicdan azabı çekmez. İşlediği suçun bıraktığı haz ve kötücül duyguların bir anda alevlenmesiyle kendisinde oluşan bu duyguların farkına varmasıyla kendini daha iyi hissetmeye başlamıştır. Bize ait olan yerde olduğumuzda, -ya da öyle zannettiğimizde- herkesin bize benzer olduğu yerlerde kendimizi onlardanmış gibi hisseder ve mutlu olduğumuzu zannederiz bazen. Fakat oradaki herkesin yalnızca ‘’tek bir tür’’ olduğunun farkına vardığımızda uzaklaşıp kendimizi soyutlamak isteriz. Bu kitapta burjuva sınıfı bu şekilde anlatılmış ve sadece parası olan boş insanlar olarak görülmektedir yazar tarafından, bu yüzden kitaptaki adam yalnızlaşmak, kendini o sınıftan soyutlamak ister. Fakat ‘’sıradan’’ kesimde de aradığını bulamaz ve kendini topluma ait hissedemez. İşlediği suçtan büyük bir haz duyan adamın hissiyatı bir süre sonra yerini vicdan azabına bırakır. Genelde insanın o ezme isteği her şeyin önüne geçer ve kötü bir suç işleme hazzıyla dolar ve sadece ‘’o anlık’’ gücün en üstünde olduğunu zannederken vicdan gelir ve yok eder bütün gücü, adeta siler atar ve artık sadece o suçu düşünmeye başlar ve başka bir şey düşünemez oluruz. Örneğin ben kötü bir şey yaptığımı düşündüğüm zaman, her an, her yerde bunu düşünürüm. Yolda, yemek yerken, televizyon izlerken, uyumadan önce, sabah kalktığım anda… Bazen kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum, sanki kimsenin, hiçbir yerin, hiçbir şeyin bana ihtiyacı yokmuş gibi. Bir yerde dururken sanki o an, orada fazlalıkmışım gibi, orada olmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Onlardan çok farklıymış gibi, ya da fazla aynı, belki biraz da eksik ya da fazla gibi… Bu dünyaya ait birisi için ‘’var’’ olma düşüncesi bile beni mutlu edebilirdi. Tabii yaşadığımız suçların, insanları maddi ya da manevi zarara soktuğumuz, kötü veya aşağılık hissettirdiğimiz o sırada da kendimizi göklere çıkardığımız anların bir yaptırımı olmalı. Bu yaptırım kitapta önce büyük bir haz ve kötülüğe devam etme hırsı, ondan sonra büyük bir vicdan azabı ve sonrasında kendini derinlere kadar sorgulamanın ve hem kendisinin hem de kaderin etkisiyle o suçu büyük iyiliklere çevirmesiyle son bulan adamın hikayesiyle sona eriyor. Yaptığımız iyilikler, mutlu ettiğimiz anlar kadar varız aslında bu dünyada. Kötü bir şansı iyiye çevirerek, fazla olan malımızı dağıtarak, bir köpeğin başını okşayıp onu severek, bir çocuğu anlamaya çalışarak iyi hissedebiliriz kendimizi. Paramızı savurup boş hayatlar yaşayarak değil. Beni en çok etkileyen ise son iki cümle oldu; ‘’Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.’’ Kendimizi keşfedebildiğimiz zaman, birçok şeyi de rayına oturtmuş oluruz çünkü kendisini anlayamayan insan ne çevresini anlayabilir ne de hayatı sorgulayabilir. Kendisini sorgulayan ve anlayabilen insan ise başka insanları anlayarak, onları dinleyerek yaşamasını bilirken aynı zamanda kendisinin de nasıl mutlu olacağını bilerek kaliteli bir yaşam sürmeyi başarır. Kaynakça: Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece İlk baskı yılı:2015 Baskı yılı:2016 Stefan Zweig - Olağanüstü Bir Gece (sayfa:69) Hakan Kaplan 21501065 Yemek Kültürü Yemek kültürü geçmişten başlayarak günümüze kadar gelmiş, içinde çok fazla çeşitlilik olan ve aynı zamanda her insan üzerinde farklı bir etkisi olan kültürdür. Her insanda olduğu gibi benim hayatımda da bu kültür önemli bir yer tutmaktadır. Farklı yemekler yemeyi, yeni lezzetler tatmayı çok severim. Kendimi yemek konusunda dışa dönük bir insan olarak tanımlamam da hiç yanlış bir tanım olmayacaktır. Türk mutfağı, bizim kendi yemek kültürümüzü yansıttığımız alan. O kadar çeşitli ve güzel bir mutfağa sahibiz ki bu çeşitlik bize çok geniş bir yemek kültürü sağlıyor. Her yıl milyonlarca turist ülkemize geliyor ve bu turistlerin hepsi bizim yemeklerimize hayran kalıyorlar. Kimisi lahmacunu beğeniyor, kimisi mantıyı, kimisi de yurt dışında en meşhur olan yemeğimiz kebabı yemekten kendini alıkoyamıyor. Türk yemek kültürü o kadar geniş ki bu bolluk, genişlik bana diğer yemek kültürlerini de öğrenme isteği kattı. Dünya üzerinde 193 ülke var ve bunların nerdeyse hepsinin kendi mutfakları, kültürleri var. Hepsini demek imkânsıza yakın bir şey. İşte o yüzden ben de belli başlı ülkelerin mutfaklarını tadarak başlamaya karar verdim. İtalyan mutfağı ilk tattığım ilk farklı yemek kültürüne sahip olan mutfaktı. Bu mutfak, hem lezzetli hem de sağlıklıdır. Bir sürü de çeşide sahiptir. Bu mutfak ile ortak olan, daha doğrusu zamanla bizim kültürümüze de yansımış olan en ünlü yemek tabii ki de pizzadır. Çok basit olduğundan mıdır bilinmez artık ülkemizdeki her restoranda pizza ve çeşitleri mevcuttur. Parmesan peyniri de İtalyan yemek kültürünün vazgeçilmez yapı taşlarından bir tanesidir. Bu peynir türü pahalıdır ancak tadı ve ağızda bıraktığı etki tamamen fiyatını karşılamaktadır. Çoğu yemeğin de bölünmez bir bütünü haline gelmiştir parmesan peyniri. İtalyan mutfağından bahsederken yine bizim kültürümüze yansımış, öğrenci evlerinin bir numaralı yemeği olan spagettiden bahsetmeden olmaz. Bu yemek her iki kültürde de insanların karınlarını doyuran muhteşem bir yemek olarak geçmektedir. Hem ucuz oluşu, hem yapılışının kolay olması hem de üzerine koyduğunu basit soslar ile lezzetli bir yemeğe dönüşmesi tercih edilmesindeki büyük etkenlerden biridir. Farklı bir mutfaktan bahsedecek olursak Fransız mutfağını ele alabiliriz. Ortaçağa kadar uzanan bir tarihi olan Fransız mutfağı dünya yemek kültürleri arasında bayağı bir popülerdir. Tatlıları, peynirleri ve güzel yemekleri ile çok çeşitli bir kültüre sahiptir Fransız mutfağı. Günümüzde de yavaş yavaş ülkemize de yayılan kruvasan Fransız mutfağının kahvaltılarında yerini alan, vazgeçilmez bir lezzettir. Elbette Fransız mutfağı, yemek kültürü demişken ülkemizde de gayet popüler olan iki tatlıyı anlatmamak olmaz; krem karamel ve macaron. Yumurta, şeker ve muhallebiden yapılan krem karamel birazcık ağır bir tatlıdır. Ancak ağızda bıraktığı tat ve kendini yedikçe yedirtmesi sizde nerdeyse dünyanın en güzel tatlısını yediğiniz hissini uyandıracaktır. Kesin bir şekilde dünyanın en güzel tatlısı diyemiyorum ancak sıralama yapılsa ilk 5 içinde kesinlikle krem karamel yer alır. Macaronlardan bahsedecek olur isek iki kurabiyenin arasına krema koyularak yapılan, renklendirici ile güzel bir renk alması sağlanılan minik güzel tatlılar demem ideal olacaktır. Çünkü macaronlar aynen bu dediğim gibi. Minik güzel tatlılar. Fransız yemek kültürünün bir parçası olan bu minik tatlılar yavaş yavaş bizim toplumumuzda da hayran kitleleri kazanmaya başladı bile. Özellikle genç kızlar ve çocuklar bu tatlının büyük severlerindendir. Yemek kültürü dediğimiz şey aslında her ne kadar geniş olsa da bir o kadar dar. Nasıl mı? İtalyan mutfağındaki makarnalar pizzalar artık bizim de yemek kültürümüzün bir parçası. Fransız mutfağındaki kruvasan, macaron, krem karamel bizim de toplumumuzun vazgeçilmez lezzetleri arasında yer almaya başladı. Yani her ne kadar her ülkenin kendine ait bir yemek kültürü var dersek diyelim bir şeyi kabul etmemiz gerekiyor. Kültürlerimiz artık iç içe geçmiş durumda. Avrupalı bir insan her gün Adana kebap yer iken biz de aynı şekilde spagetti tüketiyoruz. Yemek kültürü küreselleşen dünyada bu akımın etkisini gösterdiği beklide en önemli yer. Farklı lezzetleri tatmak da bu küreselleşme sayesinde artık çok daha kolay. Benim gibi farklı lezzetleri denemekten zevk alan birisi artık yemek kültürlerimizin iç içe olmasından kaynaklı İtalyan mutfağını da, Fransız mutfağını da ve özellikle en lezzetli mutfaklardan bir tanesi Türk mutfağını da rahat bir biçimde tüketebiliyor. Kısacası, yemek kültürü dediğimiz şey artık her ülke için farklı bir şey değil, ortak bir şey. KUSURLU KUSURSUZLUK Sakinlerinin insan suretinde olan yapay zekalardan oluştuğu bir uzak batı şehri hayal edin. Arzularını yerine getirmek için belli bir ücret mukabilinde insanların vakit geçirebildiği bir yer. Yapabileceklerinizin belli bir sınırı yok. İnsan suretindeki robotlara gönlünüzce davranma hakkına sahipsiniz. Gerçek dünyada arzulayıp yapamadığınız birçok eylemi bu yapay batı dünyasında gerçekleştirebilirsiniz. Ahlaki sınırların ve kısıtlamaların günümüz insanı için engel oluşturmadığı bir şehir. Yani adeta kovboy filminde yaşamak gibi bir deneyim. Bir taraftan geçmişe duyulan özlemlerinizi tatmin edebileceğiniz, diğer taraftan da reel dünyada gerçekleştiremediğiniz eylemleri gerçekleştirebileceğiniz bir oyun şehri… Tabii bu mecra zihinlerde ahlaki nazarda bazı soru işaretleri bırakıyor. Mesela insan suretinde ve insan davranışları sergilemeye programlanmış, insandan pek ayırt edilemeyen robotları öldürmek etik midir? Bu olayı eğer sosyal felsefe bakımından sorgularsak öncelikle çağımızın şartlarını ve 1800’lerin Amerika’sını düşünmeliyiz. İnsanların sorunlarını birbirlerini öldürerek çözdüğü ve bunun normal karşılandığı bir toplumdan günümüze kadar pek çok şey değişti. Öncelikle günümüzün modern insanı, sinirlerini daha fazla kontrol altına almayı başarmış ve savaşını daha çok günlük hayatıyla sürdüren bir insan modelidir. Oysa 1800’lerin Amerika’sındaki kovboy diye tabir edilen sosyal sınıf günümüzde çok ilgi çeken bir fenomen olsa da modern insandan çok farklı bir sosyal unsurdur. Yaşayış biçimleri, doğa şartlarıyla mücadele etmeleri, hırsları ve arzuları bakımından çağımızın insanından farklıdırlar. Öldürmek fiili bir kovboy için sıradan, hayatın içinden bir işken, bizim için durum epey farklıdır. Cinayet günümüzün dünyasında daha çok psikolojik rahatsızlıklarla bağdaştırılan, kanunsuz bir eylemdir. Özellikle üst sınıfın tercih ettiği ve arzularını şiddetle giderebildiği hizmet ve bu hizmete olan talep, “beyaz adamın” isteklerinin sıra dışı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Dış görünüşleri ve davranışları bakımından insandan farklı olmayan varlıklara insan değilmiş gibi davranmak birtakım sorunlar yaratabilir. En basitinden Westworld’de robotları öldürmekle, gerçek hayatta insanları öldürmek arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Westworld’deki robotlar tamamen insan suretinde tasarlanmış ve tasarımcılar bu gerçekçiliği her yönden yansıtmayı kendilerine misyon edinmiştir. Fakat bir kere cinayet işlemek insan üzerinde ciddi psikolojik hasarlara yol açabilir. Bunu bir eylemin zihnen meşrulaştırılması ya da kabullenilmesi olarak düşünmeliyiz. İnsan daha önce ön yargıyla yaklaştığı bir eylemi bilfiil gerçekleştirdikten sonra fikirleri değişebilen bir yapıya sahiptir. Yani kısaca onunla yaşamayı öğrenir. Örnek olarak, öldürmek bir asker için bir süre sonra çok sıradan bir iş haline gelebiliyor. Aynı şekilde bir Westworld müşterisi için, evine döndükten sonra durumlar kendisi için farklı olacak, bakış açısı değişecektir. Olaylara karşı yapay dünyada verdiği tepkinin agresiflik seviyesi gerçek hayatına yansıyabilir. Bu açıdan Westworld insanlar üzerinde olumsuz bir psikolojik etki bırakabilir. Westworld’deki robotları farklı bir açıdan ele alırsak bu robotlar çok yüksek teknolojik imkanla üretilmiş yapay zekalardır. Aynı zamanda yapay zekalar insan gibi kendini geliştirebilen ve öğrenebilen bir yapıya sahiptirler. Bir nevi onlarda kendi evrimlerini geçirirler ve bu şekilde üretildiğinden daha iyi bir duruma gelebilirler aksi takdirde bir zekadan söz etmemiz mümkün olmaz. Bu demek oluyor ki yapay zekalar cansız bir varlık değil aksine yeni bir yaşam formu ve bir organizmadırlar. Bu gerçeğin ahlak felsefesinin mi yoksa bilim felsefesinin mi alanına girdiği muallakta olsa da, yapay zekalar yaygınlaşmadan önce buna karar vermeliyiz. Felsefenin hakikatleriyle aydınlatılan bir bilim anlayışı insanlığı çok ileri taşır. Aksi takdirde insanoğlu kıyametini kendi eliyle koparabilir. KAYNAKÇA NOLAN Jonathan, ABRAMS J. J. , JOY Lisa. Westworld. Bad Robot Produtions, Kilter Films, Warner Bros. Television, HBO. A.B.D. 2016 SAİT BERK SAATÇİ Bir Gün, Bir Hayat; Hepsi Bir! Bir kadının hayatından alınan yirmi dört saatlik bir kesit, onun tüm yaşamına kıyasla ne verebilir bize? Kadının durumunun vahimliği, o daha doğmadan, rahme düştüğü anda başlar. Heyecanla sorarlar: ‘Cinsiyeti belli oldu mu?’, ‘Evet, bir kızımız olacak’; ‘Öyle mi? Hayırlı olsun canım’ derler. Hâlbuki içlerindeki ses bambaşka bir şey söyler: ‘Neticede dünyayı kurtaracak bir oğlan çocuğu değil’ diye düşünür kimi. Kimi de büyük bir tedirginlikle böylesine kirlenmiş bir dünyada kız çocuğu yetiştirmenin ne kadar zor olacağını, şimdiden, onu koruyup kollamanın, varlığının üzerine cam bir fanus geçirmenin yollarını düşünür. Hele ki taşrada bu cevabın esinledikleri üzerine düşünmek daha bir mide bulandırıcıdır. Şöyle derler gözleriyle: ‘Neyse, bir dahaki sefere artık’. Prangalı zihinlerin içine doğan kız çocuğu, varlığının beyhudeliği ile kutsallığı arasında gidip gelir. Kendi hayat sahnesinin hem başrolü hem de figüranı olarak kadın, topluma şöyle bir bakıp kendisini onun gözünden gördüğünde, her çeşit oluşumun içinde asla yönlendirici bir güce sahip olamayacağına, bu tiyatro sahnesinin ancak bir figüranı olabileceğine inandırır kendisini. Oysaki evinde bu hiç de böyle değildir. Çocuklarına bakmak, onların karnını doyurmak, kocasını memnun etmek ona kendisini ‘işe yarar’ hissettirir. Çünkü böyle alışmışızdır; yuvayı daima dişi kuş yapar. Bu bilgece söyleyişte belki de kaçırdığımız bir nokta var: Dişi kuş yuvayı yapmaktan başka ne yapar? Sözgelimi, avını kendi yakalayıp yavru kuşlarına yedirir mi? Evet, çünkü hayvanlar âlemi bizimki gibi hiyerarşize olmuş değildir. İnsanlar âleminde ya da toplumun biricik kurumu ailede ava çıkma hakkı ekseriyetle erkeğe verilmiştir. Bir başkaldırı süreci yaşamış ya da talihli doğmuş kadınlar bir yana, domestik, yuva yapan kadın evi için çalışırken kendini kutsal bir görevi ifa ediyormuş gibi hisseder. Peki, nedir gerçekte bir yaşamı kutsal kılan? Veya böyle bir kutsallıktan bahsetmek gerçekten gerekli mi? Bir yaşamı kutsal kılan o yaşamın kendisinden başka bir şey değildir. Hayatını başkaları uğruna yaşamak değildir burada mesele, kadının kendisini başkaları üzerinden değerli kılması, hatta daha önemlisi, toplumun ona bahşettiği normlarla kendisini ‘işe yarar’ görmesidir. Bu bakış, kadının ailesi dışında iletişim kurduğu herkese anaç bir davranış kalıbıyla yaklaşmasına, sanki annelikten başka bir kimliğe sahip değilmiş gibi, toplumun içinde yalnızca anne olarak var olmasına sebep olur. Bu kadın için her sevgi bir evlat sevgisidir; her ilişki sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi gereken bir görevdir; dünya o kadar küçüktür ki onun için, dört odalı bir evden fazlası değildir. Ama yaşam bundan fazlasını vaat etmiyor mu bize? Zweig’ın da hikayesinde bahsettiği tam olarak bu çelişkidir. Kocasının ölümünden uzun yıllar sonra bir otel kasinosunda genç bir kumarbazın ellerine âşık olan Mrs. C, sevgisine makul bir biçim veremediği gibi onu geleneksel aşk kalıbının içine de sokamaz. Evet, yaşamın bize vaat ettiği normları aşar ama büsbütün ondan sıyrılma imkânı da mümkün değildir Zweig’a göre. Kahramanını yaşamla ölüm arasında bir yerde konumlandırırken, alışılmış olanla sıra dışı olan arasına da kalın bir çizgi çekiyor Zweig bu romanda. Bizim de bu dünya üzerinde kadın olmaya çalışırken düştüğümüz o ikilikleri Mrs. C ile vücuda getiriyor, kadınlığımızın sıkışmış formları üzerine düşünmeye itiyor bizi. Hikâye ilerledikçe, Mrs. C’nin sonsuz güvenle karışık bir duyguyla kasinodaki adama hayranlık duyuşu yerini pişmanlığa bırakıyor. Basit, yalın bir gerçeklik olarak sevginin yaşamda böylesine girift durumlarda kendi kendini yok edebileceğini, Zweig’ın muhteşem üslubuyla yazdığı Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te okuyoruz. Okurun öykü boyunca kendini Mrs. C yerine koyması ise, kolayca tahmin edilebileceği gibi, kendiliğinden gerçekleşiveriyor; çünkü içimizden birinin hikâyesini anlatıyor Zweig, Kadın’ın hikayesini. Bazı düşünceler Zweig’ın öyküsünü bitirdikten sonra okurun zihnine düşecektir: Her ne kadar trajik bir portre görsek de kitapta, yine de çoğulluklarla dolu olan dünyanın, çoğul kadınlıklar ve çoğul erkekliklerle dolu olduğunu düşünürüz söz gelimi. Bugün hemen herkes bir toplumsal sorun olarak erkek meselesinin var olmadığına emindir ama herkes bir kadın meselesinden bahseder. Romanlar, toplumsal tipler, hükümetler, politikacılar, ekonomistler; hepsi de kendilerine özgü tekil kadınlık formları üretirler. Sabit, değişmez, dondurulmuş bir kadındır bu. Onlar kadına ve onun yaşamının nasıl olması gerektiğine dair düşünedursun, kadınlar da bunun sorgulamasını yapmak şöyle dursun, içselleştirilmiş bu kişilik formlarını deneyimlesinler… Belki sonra bir gün Zweig’ın öyküsündeki gibi, bir kadın kaldığı otelde yeni tanıştığı bir adama yıllar önce yaşadığı bir günü anlatır da, o günün pişmanlığını, acısını ve mutluluğunu yâd ederek mutlu olur. Ama yine de, Mrs. C’nin ya da bizim yaşamımızın bir günü de bize tüm yaşamın verdiği umutsuzluktan başka bir şey veremez. Ne eksik ne fazla. Enes Evren Kentlerimizi Nasıl Kazanırız? Eski Türk filmleri televizyonda tekrar tekrar gösterilirken, konusuyla veya oyuncularıyla ilgilenmeyen insanlar bile eski İstanbul mahallelerini, boğaz manzaralarını görmek için bu filmleri izlerler. Bunun nedeni henüz betonlaşmamış, ağaçlar içinde eski İstanbul evlerinin güzelliğini, binalarla dolmamış İstanbul tepelerini özlemle ve hayranlıkla seyretmektir. Türkiye'de yıllardır yaşanan, köylerden büyük kentlere göç olayı büyük bir sorundur. Bunun sonucu olarak da çok sayıda konuta ihtiyaç duyulması kolay ve çok para kazandıran iş olarak inşaatçılığı öne çıkarmıştır. Önceleri küçük müteahhitler eski güzel İstanbul evlerini yıkarak apartmanlar yaparak şehrin mimari dokusunu bozmaya başladılar. Aynı olay Ankara, İzmir gibi illerde de yaşandı. Daha çok para kazanmak isteyen gözü açıklar ise hükümetlere, belediyelere yaklaşarak, ihalelerde kazanmak için her türlü yolu zorladılar. Bu gelişmeler 1950lerden günümüze kadar devam etti. Önceleri tarihi değeri olan binaları yıkıp yerine yenilerini yaparak Türkiye için manevi değeri olan eserleri yok ettiler. Şimdilerde ise daha büyük şirketler kurarak büyük siteler, çok yüksek binalar yaparak daha çok para kazanma yoluna gittiler. Bunu yaparken de daha büyük alanlara ihtiyaç duydular. Orman arazilerini, yeşil alanları çeşitli dalaverelerle ele geçirmeye başladılar. Ülkemizdeki deprem gerçeği kırk, elli yıl önce yapılmış çürük binaların yıkılıp yenilenmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu ihtiyaç üzerine kentsel dönüşüm adı altında başlatılan uygulamada sadece binaların yenilenmesi yetmemiş, oralara da çok katlı binalar yapılmıştır. Bu da geleneksel mimari dokuyu değiştirmeye başlamıştır. Artık filmlerde gördüğümüz o eski İstanbul, fotoğraflarda gördüğümüz o eski Ankara kalmamıştır. Kentsel dönüşüm sadece deprem gerçeği yüzünden değil, artık şehrin merkezinde kalan gecekondu arazilerinin değerlenmesi yüzünden de olmuştur. Böylece çirkin görünüşlü gecekondulardan kurtulmak hedefleniyor, ama büyük inşaat şirketleri de çok değerlenmiş olan arsaları da ele geçiriyor. İnsanlarımızın yeni yapılan büyük binalarda yaşama arzusu çok para vererek bu konutları satın almalarına sebep oluyor. Konforlu, rahat bir hayatı tercih ediyorlar. Diğer yandan eski mahalle hayatını, o güzel ve sağlıklı ahşap evleri özlüyorlar. Dönem filmleri ve dizileri bu yüzden çok izleyici topluyor yani ne yardan ne de serden geçebiliyoruz. Bol bol reklamı yapılan bu sitelerde oturmak istiyoruz ama o filmleri, dizileri izlerken de "Keşke o evler, o mahalleler şimdi olsaydı da orada yaşasaydık." diyoruz. İstanbul'da, Ankara'da restore edilen az sayıdaki eski mahalleler, eski yapılar yerli, yabancı birçok turist çekiyor. Hatta buralar film seti olarak kullanılıyor. Keşke eski mahalleleri, eski yapıları koruyabilseydik bazı Avrupa kentlerinde olduğu gibi. Çağımızın ihtiyacı olan yapıları daha boş alanlara yapsaydık ve eski kenti koruyabilseydik, yıkılan gecekonduların çevresindeki ağaçları koruyabilseydik ve yeşil alan olarak bırakabilseydik. Gecekondu bölgeleri kentin en yeşil yerleri oldu. Gecekondular çirkin ama bahçeleri güzeldi diyebiliriz. İnşaat şirketlerinin ve TOKİ'nin yaptığı binalar nedense on kat ve daha üstü. Geniş bahçeler içinde iki,üç katlı apartmanlar veya müstakil evler yapılabilecekken çok fazla kâr etmek için fazla bina, az park yapmayı tercih ediyorlar, böylece halkımız daha kolay ev sahibi olduğu için seviniyor. İnşaatı yapanlar çok kâr ettiği için seviniyor ama neler kaybettiklerini düşünmüyorlar. Ne yazık ki bazı yapıları, ormanları, konutları bizler ve çocuklarımız sadece eski filmlerde, eski fotoğraflarda göreceğiz ve keşke buraları koruyabilseydik diyeceğiz. Yine de çok geç kalmamış olduğumuza inanmak istiyorum, eğer daha bilinçli genç mimarlar önümüzdeki yıllarda doğaya uygun, insan hayatını kolaylaştıracak, insanı doğadan koparmayacak, mimari değeri olan, yıllar geçtikçe değeri artan binalar yaparlarsa gelecek kuşaklara kaybetmek istemeyecekleri yapılar kazandırırlar. Cinnetin Eşiği Son zamanlarda cinayet haberlerini sıkça duyar olduk değil mi? Bu tip haberleri duyduğumuzda eminim çoğumuz, bu berbat suçu işleyenlere karşı öfkeyle doluyoruz. Hissettiğimiz bu öfke onları, bizden çok farklı psikopatlar olarak görmemize neden oluyor. Sanki bu insanlar birilerinin komşusu, birilerinin sevdikleri değilmiş gibi davranıyoruz. Acaba gerçekten bazı insanlar cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık gibi suçlara yatkın olarak mı doğuyor, başka bir değişle bazı insanlar doğuştan mı kötü? Ya da tam tersi kötü olmak bir seçim mi? Yoksa hapishaneleri dolduran bu suçlular, başına kötü olaylar gelmiş “normal” insanlardan mı sadece? Hiç kendi sınırlarınız hakkında düşündünüz mü? Yapabileceğiniz en şeytani şey mesela? Böyle bir soru karşısında insan hayal gücünü pek zorlayamıyor açıkçası. Hayatınız boyunca size söylenen yalanlar, tersliklerle dolu bir gün, bürokrasinin saçma kuralları ya da sadece berbat bir trafik… Hangileri insanı cinnetin eşiğine getirmeye yeter? Belki katillerin ve hırsızların sorunu da budur. Belki de onları mantık çerçevesinden saptıran küçük bir uyartı, tüm hayatlarını dört duvar arasında geçirmelerine neden olacak berbat bir olaya neden olmuştur. Bence işte bundan dolayı ne kendimizi ne de çevremizdekileri potansiyel birer suçlu olarak göremiyoruz. Çünkü hiçbir zaman bardağı taşıracak son damlanın ne zaman ve nasıl geleceğini bilemeyeceğiz. Peki ya işlediğimiz suçların sorumlusu kişiliklerimiz olabilir mi? Aslında bu soru, iki felsefi soruyu aklıma getiriyor: “Kişiliğimiz üzerinde ne kadar kontrol sahibiyiz?” ve “Kişiliğimiz davranışlarımız üstünde ne kadar etkili?”. Bu soruların cevabını bulmak için kişiliğin nasıl oluştuğuna bakmalıyız bence. Tabii ki çevre önemli bir etken ancak bu, hırsızlarla dolu bir çevrede yetişen bir çocuğun kesinlikle hırsız olacağı anlamına gelmiyor. Ayrıca birisi sırf sinirli bir mizaca sahip diye trafikte tartıştığı insana saldıracağını da söyleyemeyiz. Bana sorarsanız insan kendi kişiliğini belirleme açısından çok da becerikli sayılmaz. Ancak kontrolümüzde olan bir şey varsa o da kişiliğimizin hareketlerimizi nasıl etkileyeceğidir. Hem aksi olsaydı davranışlarından nasıl sorumlu olabilirdi ki insan? Kimsenin üzerinde iradesinin olmadığı olayların; kimilerinin yüce bir güç, kimilerinin yalnızca şans dediği bir kuvvet tarafından şekillendiği dünyada yaşardık herhâlde. Böyle bir dünyada ceza, hak, hukuk gibi kavramlarda var olamazdı. Çünkü bana kalırsa hiçbir insan sonuçları üzerinde istemli şekilde etkili olmadığı olaylar nedeniyle yargılanamaz. Kim kötü olmak ister ki? Bu soruyu Sonun Başlangıcı filmindeki William Foster adlı karakter çok güzel açıklıyor bence: “Geri dönülmez noktayı geçtim. Bu hangi nokta bilir misin? Bir yolculukta başlangıç noktasına dönmenin bitişe devam etmekten daha uzun süreceği noktadır”(Sonun Başlangıcı filmi). Evet, kimse kötü olmak istemez. Bana kalırsa kötü olmak bir seçim yine de, geri dönüşü olmayan noktaya geldiğini düşünenlerin seçimi… Bireyin, kendini cinnetin eşiğine getiren olaylardan kaçması zor, belki de imkânsız olabilir. Ancak bu kimseye pes etme, hayat ringinde havlu atma hakkını vermez. Ayrıca William az önceki sözlerini, Ay’a giden astronotlardan örnek vererek açıklıyor. Geri dönüşü olmayan noktayı geçen astronotların, uzay mekiğindeki arızaya rağmen yollarına devam etme hikâyesini anlatıyor bizlere. Ama bu hikâye hem umutsuzluğun çaresizliğini hem de umudun aslında ne kadar yakında olduğunu anlatıyor bence. Çünkü astronotlar her ne kadar evlerine geri dönme şansını kaybettiklerini düşünseler de Ay’ın etrafından dolanıp karanlık taraftan çıkmayı, nihayetinde de Dünya’ya dönmeyi başarıyorlar. Çoğumuz farkında değiliz ama umut ışığında ilerlerken pes etmenin getirdiği zifiri karanlıkta kaybolmak aslında çok kolay. Yolunu kaybetmiş olanların hayatları boyunca yaptıklarının yüküyle yaşayacaklarını biliyorum. Ve gerçeğin haberlerde bizlere anlatılanlardan çok daha fazlası olduğunu bir an olsun hatırlayabilirsek inanıyorum ki o zaman bu büyük yükü, belki az da olsa hafifletmiş olacağız. Kaynakça: Schumacher, Joel. Sonun Başlangıcı. 1993. Warner Bros, Regency Enterprises, Canal+, Alcor Films. Film. Yusuf Salcan FATİH DURMAZ HAYAT OYUNU İnsana bazen her şey anlamsız gelir. Ne için yaşadığını, niye bu dünyaya geldiğini sorgular. Verdiği cevaplar genellikle kendini bile ikna etmez. Başkalarına sorduğunda ise “şüpheli bakışların” üzerinde toplanmasından korkar. İşte böyle zamanlarda “uzak noktalara doğru” dalar gider insan. Uzaklaşmak, kaçmak ister. Kimsenin kendini tanımadığı bir yerlere gitmeyi planlar. Hatta hiç kimsenin kendini görmeyeceği bir dağa çıkmayı düşünür. Sessiz, sakin bir dünya hayal eder. Hayallerde dolaşırken geçmişi de es geçmez. Çocukluğuna doğru yola çıkar, o günleri özlemle yad eder. Böyle anlar yaşadınız mı bilmiyorum ama ben biraz önce tam da böyle bir anı tarif eden bir kitabın son sayfalarını okudum. Cemil Kavukçu’nun kaleme aldığı Uzak Noktalara Doğru adlı hikâye kitabı şehirden uzak kasabaların; sessiz, sakin dağların, “yalnızlık derneğine” üye olmuş insanların kelimelerle görüntülendiği bir eser. Kitapta küçük küçük hikâyeler bir araya getirilmiş. Bazı bölümlerin birbirleri ile bağlantıları bulunurken bazı bölümler de diğer bölümlerle tamamen alakasız olacak bir biçimde yazılmış. Ama yine de tüm hikâyelerde eski günlere duyulan özlem ve belirsizlik içinde bulunma halleri gibi ortak yanlar da göze çarpıyor. Bence yazarın da anlatmak istediği hayatın bu yönleri zaten. Yalnızlığı, ölümü, zamanın fütursuzca akıp geçmesini, hayattaki gariplikleri ve daha birçok şeyi kendisinin hissettiği gibi okuyanlara da hissettirmek. “Ben böyle yapmak istiyorum, bazen böyle hissediyorum, geçmişte şöyle şeyler yaptım; siz de yaptınız mı, siz de bazen böyle hissediyor musunuz ya da bu şekilde yapmak istiyor musunuz?” diye onlara da sormak istiyor gibi. Yazar kitabın “Ormanın İçlerine Doğru” adlı bölümünde tek başına bir ormanın içinde yaşadığı anları anlatıyor. Mesela bu bölümde, o ormanda “yaşamın başka bir yüzünü” yakalamaya çalıştığından bahsediyor. Hayata yani insanlara, onların içinden çıkarak dışardan bir pencere açıyor ve onları seyrediyor. Hızla akan şehir hayatının içinde bulunmanın getirdiği “kendini unutmanın” yerine “kendini hissetmeyi” deniyor. Doğanın sesine kulak vererek bir anlam çıkarmaya çalışıyor. Bunları yaparken bazen de geçmişle bağlantılar kuruyor ya da hayal dünyasında gezinerek çizgi film karakterleri ile tiyatrolar oynuyor. Daha önce de dediğim gibi, aslında bunları anlatırken bize de aynı duygu değişimini yaşatarak ya da bizi de hayat oyununun penceresinden dışarı çıkararak o açılan pencereden bakmamızı istiyor. Hayata kendimizi kaptırıp gidişimize son verip nasıl bir hayat yaşadığımızı düşünmemizi öneriyor. Başka bir bölümde ise yağmurlu bir havada kimsesiz olduğunu düşündüğü bir adamın cenazesinin evinin önünden geçtiğini ve ardından kendisinin de bu cenazeye katıldığını anlatıyor. Bunu neden yaptığını kendisinin bile bilmediğini söylüyor. Şöyle bir düşündüğümüzde bizim de “neden yaptığımızı kendimizin dahi bilmediğimiz” davranışlarımız ya da sarf ettiğimiz sözlerimiz olmuyor mu? Bence yalnızlığı ruhunda hissetmiş, hayatın anlamını sorgulamaya başlamış, belirsizlikler arasında gelip giden her insan bunu yaşamıştır. Sonuç olarak, yazar bir hikâye kitabı yazmaktan çok, biraz da günümüz dünyasının gerekliliklerinden kaynaklanan sıkıcı yaşam koşullarından kaçmayı ve ruhun ve duyguların derinliklerine doğru bir zaman yolculuğu yapmayı “kendine göre” bizlere aktarmış. Ben de bu aktarımdan kendime bazı çıkarımlarda bulundum. Ölümü, yalnızlığı, zamanı düşündüm; çocukluğumu, küçükken yaşadığım köyü bir kere daha hayalimde canlandırdım ve birçok insanın da kitabı okurken bu düşünceleri benim gibi aklına getireceğini zannediyorum. Bunun da bizlere hayata dışardan bir pencere açmamıza yardımcı olacağını ümit ediyorum. Böylece kendimizi bu hayat oyununa kaptırmaktan kurtuluruz herhalde. KÖŞKER 1 OSMAN KADİR KÖŞKER 21302382 ALİ TURAN GÖRGÜ TURK 102-20 17.03.2015 GELEN GİDENİ ARATIR Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki arkadaşlarım sayesinde tanıştım George Orwell’la. Sanat Tarihi dersinde okutulan 1984 adlı kitabı çok methetmişlerdi. Ben de hemen yazarı ve kitabı araştırmaya koyuldum. O sırada, belki 1984 kadar sükse yapmamış fakat konusu ondan daha ilginç olan Hayvan Çiftliği ile karşılaştım. Eve dönünce anneme kitabın kütüphanede -çok sayıda kitap olmasından dolayı evdeki kitaplığı böyle adlandırırım- olup olmadığını sordum. Ne şanstır ki annem de kitabı birkaç gün önce aldığını söyledi ve bana verdi. Kapağında büyük ve çirkin bir domuz olan kitap bende çocuklar için yazılmış bir kitap izlenimi uyandırdı. KÖŞKER 2 Kitap benim üzerimde öyle bir izlenim bırakmış olmasına rağmen, daha kitabın ilk sayfalarını okumaya başladığım andan itibaren anladım ki bu kitap değil çocuklar için yazılmış olmak, çoğu yetişkin insanın bile anlayamayacağı mesajlar içeriyordu. Kitap temel olarak, insanların yönetiminden rahatsız olan hayvanların çiftlikte devrim yapıp yönetime geçmesini anlatıyor. Çiftliği ele geçiren hayvanların, domuzlar tarafından sinsice kandırılması ve çiftliğe yeni bir yönetim sistemi getirilmesi konu alınıyor. Diğer hayvanlardan daha zeki olan domuzların, onların saflıklarından ve cahilliklerinden faydalanması gerçekçi bir yolla anlatılıyor Hayvan Çiftliği’nde. Kitaba başlamadan önce kitabın arka kapağını okumuş ve kitap hakkında yüzeysel bir fikre sahip olmuştum. Arka kapakta yazanlara göre Orwell bu kitapta domuzların çiftliğe getirdiği sistemi sosyalizme benzetmişti. Bunu anlamak için arka kapağı okumaya hiç de gerek yoktu aslında. Yapılan propogandalar, bütün hayvanların eşit olacağı söylemi ve hayvanların çalışma sistemi açıkça sosyalizme işaret ediyordu. Tıpkı Sovyet Sosyalistlerinde olduğu gibi cahil halk vaat edildiği gibi kendi içinde eşit olarak kalmış ancak yönetenler -domuzlar- halka nazaran çok daha lüks bir hayat içinde yaşamıştır. Domuzlar tarafından çıkarılan son yasa bu durumu çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir.” (Orwell 147) Çiftliğe bu sistem gelmeden önce domuzlar arasında da bir fikir ayrılığı yaşanmıştı. Bir yanda demokrasiyi temsil eden Snowball öbür yanda ise sosyalizmin sözcüsü Napoleon. Kitapta, hayvanların sevgilisi olan Snowball’un zorbalıkla çiftlikten yollanması ve ardından kötü propogandayla insanların gözünden düşürülmesine şahit olduk. Birkaç hafta içinde hayvanların içindeki sevgi nefrete dönüştürülmüştü. Cahillerin ne kadar kolay yönlendirilebileceğini ve yönetenlerin bunu manipüle etmekte ne kadar acımasız olduğunu görmüş olduk bu süreçte. KÖŞKER 3 Her ne kadar, kitap “reel sosyalizm” in bir eleştrisi olsa da, ne Stalin hakkında ne de 1940 Sosyalist Rusyası hakkında geniş bir bilgi birikimim olmadığından dolayı kitapta verilmek istenen sübliminal mesajları hayalgücümle günümüz koşullarına uyarladım. Ve karşıma çok acı bir tablo çıktı: Hayvan Çiftliği isimli yer benim ülkemdi, komşu ülkeydi, dünya üzerinde cumhuriyetle veya sosyalizmle yönetilen herhangi bir ülkeydi. Bugün sözde demokratik ülkelerde bile sadece devletin ya da medyanın bize izin verdiği kadarını görebiliyoruz. Hayvan Çiftliği daha fazlasını görmemi sağladı. Hayvanların apaçık yalanlara nasıl inandığını görünce kendi kendime şöyle dedim: “Bu bana bir yerden tanıdık geliyor.” Kitabın dili oldukça basit ve akıcıydı. Yüz elli sayfa civarı olan kitabı bitirmek hele bir de kendinizi kaptırınca üç saat kadar zamanınızı alıyor. Kitaba kendinizi kaptırdığınız vakit ise, verilmek istenen mesajı kitap bittikten sonra anlıyorsunuz. Çünkü kitap o kadar ustaca kurgulanmış, karakterler o kadar sağlam bir şekilde hikâyenin bir parçası hâline getirilmiş ki sanki bir topluluk insanın günlük yaşamını okuyormuş gibi bir his oluşuyor insanın içinde. Karakterlerin hayvan olduğunu ve o hayvanların kimleri temsil ettiğini unutuyor, kendimizi öyküye kaptırıyoruz. Kitabı bitirdiğimizde, olay örgüsünü tamamlayıp kitap üzerinde düşünmeye başladığımızda ise acı gerçekle karşı karşıya kalıyoruz: Oradaki her hayvan beni, sizi, yönetenleri, yönetilenleri kısaca bütün insanlığı temsil ediyor. Edebiyatta yergi türünün en önemli örneklerinden biri olarak gösterilen Hayvan Çiftliği sağlam bir şekilde kurgulanmış bir kitap. Siz sonunu getirene kadar elinizden ayrılmıyor. Bitirdiğinizde ise hayatın apaçık, acı gerçeklerini yüzünüze vuruyor. Hayvanların insan gibi yaşamaları bir yandan eğlendirirken diğer yandan onlarca soru işareti bırakıyor insanın kafasında. Kitap günlerce peşinizden ayrılmıyor, kendi hayatınızı sorgulamanızı, eleştirel düşünmenizi sağlıyor. Koyun gibi yaşamayı kendine hobi edinmiş insanlara asla önermiyorum. Hayatı, devlet düzenini, yönetim sistemlerini sorgulayan insanların keyifle okuyacağından, okurken dersler çıkaracağındansa eminim. KÖŞKER 4 KAYNAKÇA Orwell, George. Hayvan Çiftliği. Çev. Celâl Üster. İstanbul: Can Yayınları, 2001 Dilara Ayşegül KÖKTEN SİZ DE BİR HANDAN MISINIZ? Toplumumuzda kadınların hayatlarını erkekler yönetiyor, onların gölgesinde yaşayan kadınların ise söz söylemeye hakları olmuyor. Kadınlar erkekler tarafından eziliyor, söz hakları olmuyor. Bu genellemelere ise Handan’lar son veriyor. Halide Edip’in Handan’ı kimi Handan’lar gibi ölümü seçiyor ancak Ayşe Kulin’in Handan’ı tüm kadınları cesur olmaya teşvik ediyor. Peki bu Handan bilinci tüm kadınlara ulaşabiliyor mu? Her gün haberlerde gördüğümüz kadarıyla kesinlikle ulaşamıyor. Sevdiği adam tarafından terk edilen, şiddete mağruz kalan, acılar çeken kadınlarımızın bilinçlenip birer Handan olması için desteğe ve eğitime ihtiyacımız var. Handan’ın bir anlık intikam duygusuyla aldığı karar, ilk aşkını tamamen kaybetmesine ve çektiği acıların artarak devam etmesine neden oluyor. Hamile kaldığı için ailesinin evlenmeye zorladığı kız çocuklarının sayısı ülkemizde azımsanamayacak kadar fazla miktarda. Ailesi zorlanmasaydı Handan’ın hayatı daha kolay devam edebilirdi belki de. Neden ülkemizde böyle bir gelenek, zorlama ya da her ne şekilde adlandırırsanız o saçmalık devam etmekte? Çoğu özgür ülkede kadınlar bekar anne olabilmekte ve bunu gururla dillendirmektedir. Türkiye’de bunun olmasını önleyen kalıpları artık yıkmamızın vakti ise çoktan geldi. Bekar annelerin desteklenmesi pek çok sorunumuzun da önüne geçebilir. Ülkemizin bekar anne olamama gibi kadınların hayatını fazla zora sokan kalıpları var. Halbuki bu kalıpları yıkabilmek için diğer ülkeleri örnek alarak onları desteklemeliyiz. Sırf çocuk sahibi olabilmek için evlendiğin kadından ayrılmak ve başkalarıyla denemek bir erkek için normal sayılabilse de bir kadın için bu davranışın ülkemizde bir ayıp sayılacağını hepimiz biliyoruz. Bu erkek üstünlüğü nereden geliyor? Kadınlar en baştan beri bu kalıpları neden kabullenip kendilerini ezdirmişler? Kadın erkek eşitsizliği ülkemizin çoğunda görülen bir gerçekliktir ve kadınlar buna izin verdiği için bu hala süregelmektedir. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar bu konuda bilinçlendirilebilir. Bu tarz kitapların, filmlerin ve benzeri araçların kullanılarak kadınların akıllarında sorular oluşturarak onları düşünmeye itebiliriz. İki farklı Handan arasındaki ortak şeyin çektikleri acılar, uğradıkları ihanetler ve yanlış seçimleri olması o zamandan bu zamana hiç ders alınmadığının bir göstergesi olabilir mi? Dönem farkının sadece çevredeki insanların yaşam biçimleri olup olayların değişmemesi bu sorunun cevabının evet olduğunu göstermektedir. Bunca geçen sürede bir ders alınmamış olmasının nedeni kadınlarımızın ezilmesi midir kendilerini ezdirmesi midir? Düşündüğümüzde erkeklerin bu özgüvene sahip olmalarının nedeni yetiştiriliş biçimleridir. Onları yetiştiren ise anneleri... Kadınların ezildiği dünyada doğurdukları erkek çocuklarını el üzerinde tutarak onlara bu hakkı tekrar tekrar vermeleri bir sonsuz döngü yaratmıyor mu? Belki de erkek çocuklarını ayırt etmeden kadın erkek eşitliğini kendi çocuklarına öğretebilse, kadın artık bu kadar ezilmez. Kadınların kadınları kollaması aslında kendilerini korumalarına yarayacaktır. Ağaç yaş iken eğildiği gibi küçükken saygılı yetiştirilen çocuklar ilerde saygılı davranacaklardır. Yani aslında kadınların kendilerini bu eşitsizlik durumundan kurtarmaları yine kendi ellerindedir. Handan’ların kadınlara örnek olması değil, her kadının bir Handan olabilmesi gerekmektedir. Kendi ayakları üzerinde sağlam durabilen kadınlar daha eşit bir dünyada yaşamamızın öncüleri olacaklardır. Hepimiz bir Handan olabilirdik ya da yakınlarımızda bir yerlerde bir Handan olabilirdi o yüzden gördüğümüz, hakkında bir şeyler işittiğimiz Handan’lara gözlerimizi, kulaklarımızı kapatmayıp yardımcı olmalıyız. Hem kendi geleceğimiz hem de daha eşit bir dünya için duyarlı olmalıyız. Diğer insanlardan bunu beklemeden önce her birey duyarlı olmalıdır. Böylece bir havuza düşen su damlası gibi geniş çevrelere yayılabiliriz. Umay TÜMER 21301760 TURK 101-31 BEYOĞLU SOKAKLARI’NDA ÖLÜMSÜZLÜĞÜ YAKALAMAK Ahmet Ümit’i her zaman severek okudum bütün kitaplarını sabırsızlıkla bekledim ama Beyoğlu Rapsodisi’ni bitirmek diğerlerine göre sadece bir günümü aldı. Sürükleyiciliği, bir film gösterimi kadar kısa bir zamanda bitirmemi sağladı. Bu roman sayesinde her zamanki gibi yine İstanbul’un sokak aralarında, yıpranmış binalarında para vermeden gezme fırsatım oldu. Kitapla birlikte yedim, içtim, güldüm, eğlendim. Caddelerin, sokakların kokusunu kitapla birlikte aldım. Karakterlerin gördüklerini, yaşadım. Kitabı okurken yanıma aldığım bir haritayla sokakları takip etmeye başladım birer birer. Artık kitabı karakterler oynamıyor ben yaşıyordum. Her ne kadar polisiye bir roman gibi algılansa da ben kitabın arkadaşlık, dostluk, kıskançlık üzerine yazılan bir Beyoğlu Hikâyesi, bir İstanbul Hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Sadece polisiye anlamında değil, hayata; İstanbul’a, Beyoğlu’na, Galata’ya, Asmalı Mescit’e dair o kadar çok ayrıntı gizli ki polisiye kısmı sadece ana hikâyenin fonu. Daha önce okuduğum Ahmet Ümit kitaplarından farklı olarak isminde de belirtildiği gibi kitabı okurken İstanbul sokaklarının gizemli bir o kadar da hüzünlü hikâyelerinden bir rapsodi oluşturulduğunu hissettim. Başta, yazarın sanatı cinayet gibi bir konudan esinlenerek yaratmış olması bana sanatın yanlış yorumladığını düşündürdü. Kim bilir ne acılar içerisinde öldü bu insanlar. Nasıl olur da bu şekilde tekrar insanların yaralarını, katillerin kirli yüzlerini gösterir diye kızdım içten içe. Karakterler ölümsüzlüklerini bu yolla bulacak diye mi izin verdi Ahmet Ümit diye düşündüm ister istemez. Bu uğurda kendini tehlikeye atan Kenan, bütün bu düşünceler hiç aklımda yokken ölümsüzlük arzusu verdi bana. İşlenen cinayetlerin fotoğraflarından yola çıkarak bir maceraya sürükledi kendini. Onunla birlikte yazılanların çoğunun kurmaca olduğunu unuttuğumu fark ettim. Büyük bir hayranlıkla ve kuşkuyla ardı ardına işlenen cinayetlerin birbirleriyle olan bağlantısını çözmeye çalıştım; fakat anladım ki Ahmet Ümit aslında bize hayranlık duyduğumuz İstanbul’un karanlık yüzünü göstermeye çalışmış. Konstantinopolis eski adı gibi eski güzelliği ve saflığıyla kalamamış, çirkinliklerini saklayamamış. Kitap bu anlamda tam bir öğretmen İstanbul’un gerçek yüzünü fotoğraflarla anlatan bir karakter, bu güzel şehirden korkmama ve nefretle dolmama sebep oldu. Bütün bu karamsar hikâyeler dışında kitaptaki -kimi zaman kıskançlık, kimi zaman sevgiyle beslenen- dostluk hikâyesini kıskandığımı itiraf etmeliyim. Aynı anda arkadaşlık ve soğukkanlı cinayetler bütün o kan kokusuyla karışık sevgiyi hissetmemi sağladı. Sayfalar sürüp giderken kendime şunu sordum birine gerçekten bu kadar güvenebilir miyim? Bu soruya iki gün önce evet diyebilirdim fakat artık kitabı bitirdim ve kesinlikle hayır! Anladım ki en yakınımız bile hiç tanımadığımız bir yabancı olabiliyor. Kimseye İstanbul’a güvendiğim kadar güvenmemeliymişim. Çünkü aslında İstanbul’u İstanbul yapan ve onu böylesine kirleten, içinde yaşayan bizler ve yaşadıklarımızdır. Okumaya devam ettim. Sonlara yaklaşmaya başladıkça içimdeki bütün güven duygusu kayboldu ama macera ve merak devam ediyor. Kitabın sonunu iple çekerken bir yandan da bitmemesini istiyorum. Tuhaf bir şekilde beni korkutan bu kitap tek el silah sesiyle bütün merakımı, isteğimi ve umudumu kaybettiriyor. Kitabın başında imrendiğim arkadaşlık bu silah sesiyle benim için son buluyor. Her ne kadar sinirlensem de artık güven yoksunu bir toplumda yaşadığımız gerçeği beni şaşırtmıyor. Kitabın başından beri bulmaya çalıştığımız katil yanı başımızdaki çıkıyor ve tetiğe tek bir dokunuşuyla tam kalbinden sadece Kenan’ı değil aynı zaman da beni de vuruyor. İstanbul sessiz, artık Beyoğlu sokaklarında yalnız başımayım… OĞUZHAN ÇİMEN KİM DEMİŞ? Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu derken bir yandan görüş fazlalığı yaşanıyor sanki. Diğer bir deyişle bilgi kirliliği. Çünkü öyle bir algı yaratılıyor ki var olmanın şartı görüş bildirmekten geçiyor. Olması gereken basit aslında. Herkesin, her şeye değil; benim ve senin bildiğimiz, incelediğimiz şeylere fikir belirtmemizden geçiyor bu kirliliği önlemek. Susmanın da bir erdem olduğunu anlayacağız bu düzen değişirse. Kısaca 3 düşünüp 1 konuşmamız lazım. Gelin önce bunun halktaki karşılığını sonra da bizi yöneten ya da yönetmeye aday olanların ne hale getirdiğini konuşalım. Kimse konuşmasın ya da aydınlar konuşsun, siz susun da denmez kimseye. Zaten aydın dediğimiz olgu da giderek karmaşıklaşıyor bu bilgi kirliliğinde. Yabancı yok ne de olsa biz bizeyiz. Hepimiz halkın bir parçasıyız ve farkında olarak veya farkında olmadan yaratıyoruz bu bilgi kirliliğini. Önce çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Hepimizin adeta yılların siyasetçisi gibi davrandığı düzende buna bir de ardı arkası gelmeyen seçimler eklenince doğal olarak da değerlendirilebilir bu durum. Öncelikle ilk eksiğimiz ne duyursak ne görürsek ona göre hareket etmemiz. Belki de işimize geliyor araştırmamak. Hadi eskiden bu kabul edilebilir bir neden olsun fakat şimdi bu kabul edilebilir mi? Adeta hepimiz elinde ansiklopedilerle, bir kütüphaneyle geziyoruz. Ama ne hikmetse zorumuza gidiyor birkaç dakika dahi ayırmak. Hemen atlıyoruz konu ne olursa olsun. Hani ilk başa dönersek alakamız olmayan bir konu da üstüne bir de en ufak araştırma yapmadan, 1 bile düşünmeyip 3 konuşuyoruz. Üstümüze vazife olmayan her şeye müdahil olmak dahil, bunca kültür birikimimizde ne kadar atasözü, deyim varsa yerle bir ediyoruz hepsini. Gelip bir de bunu yapan her kimse geçmişimizden, kültürümüzden dem vuruyor. Gel gelelim en üzücü kısmına. Bizim bu alışkanlıklarımızın fazlasıyla farkında olan basın ve siyasetçiler bunu alabildiğine kullanıyorlar. Gelin bir de oradan yanın halimize. Yöneten ve yönetmeye aday olan biraz olsun samimi olsa yapacağı siyaseti toplumun eksikliğinden, kötü alışkanlıklarından faydalanarak yapmazdı. Bir şeyleri geriye değil ileriye götüreceğini iddia eden bu insanların toplumun geri kalmışlığını kullanarak yetki aldıktan sonra bunu yapması ne kadar mümkündür? Seçildiği günü dahi ertesi seçimi düşünerek geçiren bu insanlar yetki sahibi olduğunda bizim açıklarımızı, akıl tutulmalarımızı fazlasıyla kullanacaklardır elbette. Hatta siyaset açısından bunu kullanıp sonuç alan, icraatlar yapan kimseleri başarılı olarak da niteleyebiliriz. Çünkü her ne yapıyorlarsa, amaçlarına hangi yoldan ulaşırlarsa ulaşsınlar seçimin kazananı oluyorlarsa; halkın iradesinin tezahür etmesine başarısızlık diyemeyiz. Lakin burada başarısızlık zaaflarımızı onların kullanabileceği bir şey haline getiren bizlerin. Kim yalanını ya da yarattığı algıyı daha çok yedirirse millete, onun kazandığı bu sistemde başımız gelenlerle ilgili de sorumlunun tamamen biz olduğunu kabul etmemiz gerek. Çünkü bizi yönetenler gökten inmedi, aramızdan, bizlerden biri olarak çıktılar. Halk olsun yönetenler olsun hepsinin iç içe olduğu bu sistemde her şeyin değişmesi bizden geçiyor. Bizim bir dakika dahi olsa yapmadıklarımızın ve bir saniye içinde ağzımızdan hemen çıkanların sonucu bu sistemi doğuruyor. Biz ne zaman değişimi yönetenlerde değil kendimizde aramaya başladığımızda değişecek başımıza gelenler. Aksi halde değişen tek şey aynı yüklemi yapan farklı kişiler olacaktır Farklı karakterlerin oynadığı aynı senaryodan kurtulmanın bizim ellerimizde olduğunu anlayıp, değişim için sadece 1 dakika ayırdığımızda neler olacak hep beraber izleyelim. Kaynakça: Çoban, F. (2015) Sokak Siyaseti. Metis Yayıncılık KENDİ KARANLIK, BOŞ KUTUMUZ: YALNIZLIĞIMIZ Yalnızlık nedir? İnsanlar yalnız olmayı hak eder mi yoksa seçer mi? “Senden Önce Ben” kitabının başkarakterlerinden biri olan Will bunu seçmiş gibi görünüyor. İşinde çok başarılıyken, harika bir sevgilisi varken, genç ve zenginken yani hayatının zirvesindeyken bir sabah trafik kazası geçiren Will en aşağıya düşüyor. Bu düşüş onu o kadar etkiliyor ki yıllarca yeni hayatını kabullenemiyor. Tabi bunda Will sakat kaldıktan sonra sevgilisinin en yakın arkadaşıyla birlikte olmasının da payı oluyor. Böylece Will hayatından herkesi soyutlayıp odasından hayatına devam ediyor. Kendi karanlık, boş kutusuna hapsoluyor. Bu çoğumuza çok sıra dışı bir durummuş gibi gelse de aslında her an birinin başına gelebilecek çok olası bir olay. Belki karşıdan karşıya geçerken başımıza gelecek şey yalnızlığımıza ve hayata sırtımızı çevirmemize neden olacak ama kimse bunu aklının ucundan geçirmiyor. Çoğu insanın en büyük korkusudur bu; koca dünyada bir başına kalmak, hayatı yaşarken yanında konuşacak destek olacak hatta birlikte yaşayacak kimsenin olmaması. Kim bu şekilde hayatına devam etmek ister ki? Yalnızlık bazı insanlar için daha ağırdır. Hayatlarında işi araç edinen ve amaç edinen insanlar vardır. Araç edinen insanlar sadece hayatta kalmak için çalışır ve maddiyatı hayatlarının merkezine koymazlar. Bu insanlar için yalnızlık çok zordur çünkü (bana göre)doğru olan şeye yani ilişkilere önem verirler. Amaç edinen insanlar ise işi, parayı hayatlarının merkezine koyarlar, materyalistlerdir ve ne kadar yalnız olurlarsa olsunlar bunu göremezler ta ki para ellerinden kayıp gidene kadar. Kitapta Lou isimli, maddi durumu iyi olmayan ama çalıştığı küçük işlerle mutlu olan ana karakter bana insanın hayatının merkezine neyi koyduğunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Çevresindekilerle ve onlarla olan ilişkileriyle ne kadar mutlu olduğunu gördükçe maddiyatın duygularımızı ve hayatımızı yönlendirmemesi gerektiğini düşündüm. İnsan yalnız olduktan ve mutlu olamadıktan sonra paranın ne önemi kalır ki? “Hayatta en çok korktuğun şey nedir?” diye sorsalar yalnızlık derim. Bu benim için hep böyleydi. Kitabı okuduktan sonra ise yalnızlığın insanları gerçekten nelere sürüklediğini, onlara neler yaşattığını gördüm ve bu yalnızlıktan daha da fazla korkmamı sağladı. Kitapta etrafa neşe saçan, insanı hayata döndüren, en küçük şeylerden mutlu olan Lou bile Will’i yalnızlığından kurtarmayı başaramamıştı. Yalnızlık onu öyle bir ele geçirmişti ki artık yaşamayı hak etmediğini düşünüyordu. Belki de bunun sebebi insanların hayatlarındaki en değerli şeylerin diğer insanlar olduğudur. Fark etmesek de biz biraz diğer insanlar için yaşıyoruz. Onlarla mutlu oluyoruz, onların tepkilerine üzülüyoruz hatta onların takdiri için çalışıp çabalıyoruz. Bir kazayla işini, sevgilisini, arkadaşlarını hatta en sevdiği sporu bile kaybeden bir insan için fotoğraflardan başka geriye ne kalır ki. Bu fotoğraflar da sadece şimdiki yalnızlığının ve çaresizliğinin hatırlatıcısıdır. Kitap bana çaresizliği, umudu, acıyı, neşeyi hepsini bir arada yaşattı. Hayatım boyunca yalnızlıktan korkan biri olarak kitabın ilerleyen sayfalarında Will’in Lou’yla birlikte tekrar hayata bağlanacağı, artık yalnız olmayacağı hatta arkadaşlarını kazanacağı umuduna kapıldım. Sonrasında da olayların böyle gelişmediğini gördükçe büyük bir çaresizlik ve üzüntü hissettim. “Yaşama inancını yitirmiş olanı hayata geri döndürmenin imkânı yok.” diye düşünenler olabilir ama bence bu kesinlikle yanlış. Çünkü bence yalnızlığı içinde hissetmeyen, etrafında sevenleri olan biri asla öbür dünyaya gitmek istemez. Will Lou’yla geçirdiği bunca zamana rağmen ötanazi yaptırmak istediğinde Lou’nun onu sevdiğine ve hiç yalnız bırakmayacağına inanmadığını ya da Lou’yu yeterince sevmediğini düşündüm çünkü benim gözümde gerçekten seven bir insan artık hayatından mutsuz olmaz ve hayattan farklı beklentileri de olmaz. Bu yüzden Will bu hayatın ona göre olmadığını söylediğinde gerçekten sevmediğinden emin oldum. “Sevmek kuşların bir an boş bıraktığı andır.” demiş Melih Cevdet Anday. Belki Will için de böyleydi sevmek, sadece küçük bir an. Sonra da kuşlar gibi uçuverdi bu duygu. İlknur Erdoğan İ çimdeki Dü nya Şu dönemlerde işten, yoğunluktan, koşturmacadan hiç vaktimiz olmuyor biliyorum ama arada bir durup bulutları izlemek lazım. Hani bazı dağların tepesinde deniz manzarasının karşısında bir ağacın dibine atılmış iki üç masa-sandalye olur ya, onlardan birine oturup saatlerce kuşları dinlemeli, dalgaları ya da balıkçıları seyretmeli, rüzgârı duymalı, güneşi hissetmeli insan. Bir çay almalı ince belli, tavşan kanı; ona sarılmalı elleriyle, onunla ısınmalı. Gözlerini kapatınca göklerde dans eden kuşun kanadını, denize doğru o yavaşça süzülen uçuşunu veya bir sandalın arkasında bıraktığı dalgaları, o köpük köpük dalgaların içindeki balıkları tasavvur edebilmeli. Hatta daha da ileri gidip seyahat özgürlüğünün kısıtlanamayacağı bir güvercin veyahut sonsuz denizin mavi cennetine ait bir dülger olduğunu düşleyebilmeli. Seyirci kalmaktansa yaşayabilmeli şu hayatı, bu evrenle iç içe geçmeyi bilmeli. Dünya güzel çünkü. Güneşin yakıp kavuran sıcağı da güzel, karların kristal beyaz soğuğu da. Nerede olursak olalım, hangi dilde düşünürsek düşünelim; inanıyorum ki az önce tasvir ettiğim gibi şehirden uzak, o koyu gri gürültüden arınmış bir yerde bir bulut parçası, atmosferin yükseklerinden bize ulaşan bir ferah hava kalplerimizin en narin yerine dokunacaktır. Ruhunu kaybetmek istemeyen herkes için gerekli böyle yerler. Çünkü oradayken maneviyatımızla ilgili her şey mümkün olur. Mesela yanımızda kimse olmasa da olur, beraber yalnız kalabildiğimiz bir insanla aynı masayı paylaşsak da olur. Olmayacak şeyleri hayal de etsek, en kolay şeylere isyan da etsek anlayışla karşılar böyle yerler. Toprağı mavi, güneşi yeşil göreni hoş görür, şu hayatta bize dikte edilen hiçbir kalıbı yıkamayanı hoş gördüğü gibi. Ama gündelik hayatın işlerini konuşmak olmaz. Etrafımızı çepeçevre kuşatan kiri, pası beraberimizde getirip buraların saflığını karartmak olmaz; yakışık almaz! Gözlemlediğim kadarıyla dünya ne kadar şen bir beyazlıktan ibaretse, toplum da o derece kasvetli bir siyaha bürünmüş halde çünkü. Sanki çekememezlikten ve nefretten her yeri kararmış bir veba bu toplum denen şey. Köpekler bize sadakati öğretirken etrafımızdakilerin çalıp çırpmayı meşru göstermesi bu yüzden. Bir hindiba misali süzülmek isterken her bir ruh, süzüle süzüle parçalara ayrılıp bütünün içinde kaybolmak isterken; o bilge geçinen kalabalıkların her bir körpe insan kalbini kendi girdabına çekiştirip bencilleştirmesi de yine bu yüzden. Ben de her bencil yürek karşısında yapayalnız kalınca kendi kabuğuma çekildikçe çekildim. Tıpkı Orhan Pamuk’un son kitabı olan Kırmızı Saçlı Kadın’da da dediği gibi “Dünya güzeldi, içim de güzel olsun istedim.” İnsanları bıraktım; kurumuş veya üstü süt beyaz çiçek açmış ağaçlara, durgun ya da kızgın denizlere yöneldim. Onlardan aldım ilhamımı, onların bana anlattıklarını dinledim bir tek, çevremdeki sözde ahlaklı insanlara sağırlığım böyle başladı benim. Her şeyimi suskun bir halde maviyle paylaşma huyum bu şekilde başladı. Baktım dalgalara, hepsi aynı yönde giden, hepsi birbirini takip eden o su damlalarına; hayatın akışını gördüm. Hiçbir şeyin durduramadığı bir düzen, o düzen içinde çeşitli hareketlenmeler, güçlü ayaklanmalar ve hep aynı son: Uzaklardaki dev dalgalara rağmen sadece kumsalı ıslatan ve bize biraz serinlik getiren sakin birikintiler. Hiçbir şey başladığı gibi bitmez der gibi, zamanla her şeyin gücü tükenir ama su gibi sabrı olanlar varacağı yere varır der gibi. Bazen kapayamadım gözlerimi derin uykulara, bu karanlığın sonu ne zaman gelecek derken Güneş doğar doğmaz gecenin unutulduğunu gördüm; her şeyin unutulduğunu, her iyi şeye bir anda alışıldığını fark ettim. İnsan bir şeyleri beklerken hep kanıt ister ya hani, olacağını belirten bir mesaj almak ister zamandan; sadece güvenmek yetermiş hâlbuki. Canımız çok yansa dahi bir gün bu acının dineceğini, bir gün güneşin bizim için doğacağını kendimize hatırlatmak yetermiş… Böyle uzar gider benim edinimlerim. Nereye baksam bir şeyler çıkarmaya alıştığımdan mı bilmem, yoksa hiç bitmeyen öğrenme ihtiyacımdan mı; sanıyorum ki şu doğada her detay farklı bir gerçek taşıyor özünde. Bakmasını bilene anlatıyor, bilmeyene güzelliğiyle yetiyor. SEDA CAN ADI SEVDA OLAN ŞİİRLER Cemal Süreya’yı hepimiz biliriz, belki çoğumuz ona ait bir hafta olduğunu ve her yıl o tarihte anıldığını bilmeyiz ya da ne zaman doğup öldüğünü, hayat hikâyesini ezbere anlatamayız ama “Üvercinka”, “Piyale”, “Üstü Kalsın”, “Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?” ona ait kült şiirlerdir ve ben bu şiirleri bilmiyorum diyen yaşamamıştır. İşte “Sevda Sözleri” Cemal Süreya’ya ait şimdiye kadar çıkan pek çok şiir kitabını ve bazı yayınlanmamış Cemal Süreya şiirlerini barındıran başucunuzda durup arada açıp okumanız gereken bir şiir kitabıdır. “Sevda Sözleri” öyle bir şiir kitabı ki; içinde aşk da var huzur da, sevda da var ayrılık da, yalnızlık da var acı da kısacası bu şiir kitabında yaşam da var ölüm de… “Sevda Sözleri” Cemal Süreya’ya ait Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur Beni, Sıcak Nal, Göçebe, Güz Bitiği, Uçurumda Açan, Kalanlar adlı şiir kitaplarının bir araya getirildiği bir şiir kitabıdır. İsmi neden “Sevda Sözleri” olmuş dersiniz? Üstelik bu isim o kadar yakışmış ki bu kitaba başka bir sıfata gerek yok kitabı tanımlamak için. Bana kalırsa Cemal Süreya kendi şiirini tanımlayan sıfatları yine kendisi buluyor. Mesela “Sevda Sözleri” her alandan şiirler barındıran bu kitabı çok iyi tanımlıyor. Bu kitapta Cemal Süreya babasına olan özlemini de anlatmış “Sizin Hiç Babanız Öldü Mü?” şiiri ile bir kadına olan aşkını da bize kadar ulaştırmış “Üvercinka” şiiri ile. Ve hepsine “Sevda Sözleri” diyoruz biz. Öyle değil mi zaten? Sevda her şeyin tanımı olabilir bana kalırsa (Galiba Cemal Süreya’ya göre de öyle) ölüm de sevdanın dışa vurumudur aşk da, yalnızlık da sevdanın başka bir boyutudur acı da… “Beni Öp Sonra Doğur Beni” hepimizin ilgisini çeken bir şiir olmuştur büyük olasılıkla. Çünkü hiç duymadığımız bir ifadedir beni öp sonra doğur beni… Ama Cemal Süreya dalga falan geçmez bu dizeleri bir araya getirirken ya da süsleme yapmak için yazmaz bu ilginç cümleyi. Tek amacı yine kitabın kapağındaki isme bir dokunuştur belki de. “Sevda Sözleri” konuşur yine ve küçükken kaybettiği annesine ait özlemi dillendirir sevgiliye açarken içini. “Beni Öp Sonra Doğur Beni” der sevdalı yüreği bir kadına ve “Sevda Sözleri” susmayacak gibi konuşur Cemal Süreya’nın kalbinden. “Afyon Garındaki” şiiri bile ilginç ismine rağmen sevda kokuyor; “Eşiklere oturmuş bir dolu insan. Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Süreya sevdayı koklamış olan şair, sevda yüklü dizelerle anlatıyor Afyon’daki garı. “Üvercinka” sadece şiiri afili göstermek için konulmuş bir başlık mıdır (hiç sanmıyorum) yoksa güvercin kanadının kısaltması mıdır bilinmez ama şiir dumanı tütüyor sevda yüklü bir şekilde; "Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor bütün kara parçalarında, Afrika dahil! ” diyor aşkını tüm kıtalara yayan Cemal Süreya. “Bir başak ufak ufak bildirir Konya'yı, O başakta o Konya'da seni ararım.” der Cemal Süreya “Ülke” şiirinde bile sevdasını tüttürerek. Çünkü adı sevda olmuştur bu yüreği kaleminden dahi büyük şairin, yüreği sevda, kalemi aşk, şiiri sevgi, okuyanı saygı diye bağırır gönüllerde. “Sevda Sözleri” de öyle bir şiir kitabı olmuştur işte; tüm Cemal Süreya şiirlerini barındıran, başlığı “Cigarayı Attım Denize” de olsa sevda kokan “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” olsa da sevda kokan şiir kitabı… Şiir Defteri.”Cemal Süreya Şiirleri” (2 Eylül 2006) 14 Temmuz 2015. FURKAN ŞAHİN Sanatta Doğa ve İnsan İlişkisi Yaşadığımız evren ve doğa ile olan ilişkimiz geçmişten bugüne bizlerin üzerinde ihtiyatla durduğu bir konu. İhtiyatlı yaklaşma sebebimiz ise kadim zamanlardan günümüze değin doğanın bizden hayli kuvvetli bir güç olarak karşımızda durmasıdır. İnsanoğlunun gelişmek ve ilerlemek için bu kadar özverili olması da aslında doğaya diz çöktürme ve mutlak kudret sahibi olma eğiliminden kaynaklanmakta. Hâlbuki doğanın ve evrenin bizlere bahşedilmiş birer lütuf olduğunu bilmek ve doğayla uyumlu yaşamak için çalışmak esas gayemiz olmalı. Öte yandan, hükmetme duygusu bu kadar baskın olan bir ırkın da doğayı kendine rakip görmesi bir o kadar öngörülebilir bir durum. Esasında etrafımıza baktığımızda ve sadece yakın geçmişimizle bile kıyasladığımızda insan yaşantısında büyük değişimler ve ilerlemeler olduğunu görmek hiç zor değil. Çevre ve doğayla yapılan ufak bir mukayese ile de bu değişimlerin birçoğunun ilham kaynağının doğa olduğu hemen fark edilebilir. O halde bu denli rekabet duygusuyla hareket eden insanoğlunun doğaya yaklaşımı abesle iştigal. Özellikle de coğrafyanın ve bölgenin doğasının üstünde yaşadığı toplumları üstün kıldığını söyleyen Jared Diamond’u düşündüğümüz zaman doğayla olan ilişkimiz doğru temeller üzerine oturmuş değil. Diğer yandan doğayla geçmişten bugüne iç içe olan bizlerin ihtirasla yaklaştığı ve gücünü sınadığı bir olgu olan çevremizin edebiyata, tiyatroya, müziğe de ilham vermemesini düşünmek çok zor. Öyle ki bazılarımız ona verdiğimiz zararlardan dem vurarak bazılarımız ise takatimizi tüketen ve genelde mutlak galip olarak ayakta umarsızca dikilmeye devam eden doğayla olan ilişkimizi anlatmakta. 1 Mellville’in Moby Dick’i de aslında ikinci kategorideki eserlerden biri. Doğanın muntazam gücüne karşılık bir insanın ona nasıl meydan okuyabileceği ekseninde de doğa insan ilişkisini yansıtmakta. Kendine rakip gördüğü doğayı ve hayvanı ölümü pahasına da olsa alt etmenin hesabını yapan bir karakter özelinde meydana geliyor tüm bunlar. Sadece bir balinayı düşman bellemenin insanoğlunun hırsıyla ve hükmetme duygusuyla olan münasebetini gözler önüne seriyor aynı zamanda. Öte yandan bu düşman bellemeyi bir kalıba oturtmak da bir o kadar zor. Sebebi ise tamamen kendini koruma içgüdüsüyle hareket eden bir varlığı intikam dürtüsüyle öldürmeye çalışmanın mantık dâhilinde olmaması. Oysa gözlerini öç alma duygusu bürümüş birinin bunu yapması ne ilk ne de son olacak. Bu dünya üzerinde var olduğumuz sürece de intikamın ve hırsın insana neler yaptırabileceği ve elinde bir nimet olarak bulunan hayvanları ve doğayı umursamadan nasıl hor kullanabileceği sonsuz kere tatbik edilecek. Rousseau’ya göre doğası gereği iyi olan insan, hırs ve kin ile hem kendi hem de dışındaki doğaya nasıl bu kadar zarar verebilir sorusu ise Melville’in bu romanıyla benzerlikler taşıyor benim açımdan. Aynı şekilde bu romanın sahne tozuyla harmanlanmış halini izlemek de bu soruyu ve fikri altyapıyı sinesinde taşıyan beni oldukça heyecanlandırdı. Benzer düşüncelerle izlediğim Moby Dick Beyaz Balina oyunu, beni insan doğa ilişkisi üzerine yeniden düşündürdü ve Kaptan Ahzab’ın özelinde bunu deneyimleme fırsatı verdi. Hayatı gemilerde geçmişti Kaptan Ahzab’ın ve yine bir gemi yolculuğunda kaybetmişti tek bacağını. Onun bakış açısından bacağının yerinde platin olmasının tek bir sebebi vardı: Beyaz ispermeçet balinası. Balinayı alt etmek uğruna da tüm yaşamını harcamış, dümen başında bir ömür tüketmişti. Birsen Tezer’in Delikanlı’daki şarkı sözleri de sanki onu anlatıyordu: 2 Kafam bozuk Gönlüm soluk Dilim donuk Bu dümende Saçım ağarır Yaşım bağırır Yaşam daralır Bu dümende Ahzab doğadan ve balinadan intikam almak uğruna çıkmıştı son yolculuğuna. Bu yolculuğun onun son yolculuğu olacağından habersiz, tek gayesi o balinayı alt etmekti. Ancak bu serüvenin sonunda doğa yine galip çıkmış ve Ahzab belki de bir hiç olan amacına ulaşamadan veda etmişti hayata. 3 Doğanın ve insanın serüveni geçmişten bu yana süregelen bir ilişkiler yumağına sahip. Hemen her şeyi kendine rakip görmekte olan insanoğluna bir ders niteliğinde olan sonsuz sayıda hikâyeye de kendi özelinde ev sahipliği yapmakta. Beni rakip değil bir dost olarak görün diye doğanın kulağımıza pek çok kez fısıldaması ise bize merhametle de yaklaşabildiğinin göstergesi. Oysa kendisini düşman belleyenlere de bir o kadar acımasız. Benim açımdan ise Ahzab da Moby Dick ile bu acımasızlığı tattı. Oysa balinaya ve doğaya dost elini uzatsaydı tüm bunlar hiç yaşanmayacaktı. Bizlere ilham kaynağı olan çevremiz ve ona duyduğumuz düşmanlığımızın sadece sanatta kalması ise tüm insanlık için çok değerli bir hazine olacaktır. Kaynakça Davis, S. J. (Yöneten). (2016). Moby Dick: Beyaz Balina [Tiyatro Oyunu]. Aslangiray, Belma. Moby Dick: Beyaz Balina.AKÜN Sahnesi. Web. 1 Mart 2017. 4 5 1 Mert Erkul 21602106 Kültürün Önemi İnsanoğlunu tüm canlılardan farklı kılan, düşünme ve karar verme mekanizmasının yanında, sahip olduğu kültürü ve bilgi birikimidir. Kültür bireyin karakterini oluşturur ve onu diğer bireylerden farklı kılar. Ülkeler ve medeniyetler kültürleri ile var olur onun ile yaşamlarını sürdürürler. Peki kültür dediğimiz olgu birdenbire ortaya mı çıkmakta? Kültürü ne oluşturur? Bir toplumun sahip olduğu kültür, o toplumun aydınları tarafından şekillendirilir, halk tarafından hayata geçirilir. Aydınların halka ulaşma mekanizması ise kitaplardır. Bu olgular arasında ilişki kurulduğu zaman ortaya bir sonuç çıkmakta: Kültürü ve karakteri oluşturan halkın ve aydınların iş birliği sayesinde ortaya çıkan kitaplardır. Bir medeniyeti yok etmenin en kolay yolunun kültürünü yok etmek olacağını bilen liderler çoğu zaman işgal ettikleri yerlerin kütüphanelerini, halk eğitim evlerini ve okullarını yakmış, kendi karakteristik özelliklerini aktarıp medeniyeti asimile etmişlerdir. Lucien Polastron’un “Kitap Yakmanın Tarihi” adlı eseri, tarih boyunca yakılan kütüphaneleri, yok edilen kültürleri inceler ve okura güçlü devletlerin algı manipülasyonu için kültür mirasını yok etmeyi hedeflediğini kanıtlarla gösterir. Okuduğum kitaplar, kişiliğimi oluşturan, tercihlerimi şekillendirmemi sağlayan yani bana bir nevi harita çizen yol arkadaşlarımdır. Yalnız kaldığımda yanı başımda beni aydınlatan dostlar, benim kişiliğimi güçlendiren ilaçlardır. Kitapların bu niteliklerinin yalnızca benim için geçerli olduğunu düşünmüyorum, tüm insanlık için geçerli bence. Bu nedenle bilgi ve kültür hazinesi kitapların medeniyetlerin kalbi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hitler, Sezar, Hz. Ömer ve nice güçlü lider işgal ettikleri ülkeleri kontrolleri altına aldıktan sonra tam anlamıyla o coğrafyaya ve topluma egemen olmak için toplumun sahip olduğu kitapları yakmıştır. Adolf Hitler Yahudi kültürünü parçalamak için Yahudi eserlerini yaktırmış, Rusya savaşta Almanya’yı yenince ise kendi kütüphanelerini yaktırmıştır ki Ruslar Alman kültürünü öğrenip asimile edemesin. Kitapların ve kütüphanelerin bir nevi geleceğe bırakılan miraslar olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, liderlerin bu yıkımdaki amacını anlamak daha kolay olacaktır. Kültürün yıkımının sonuç olarak medeniyetin yıkımına yol açacağı ilişkisini kurmak pek zor değil. Bir toplumun hikayesini, psikolojisini anlatan tarihçeleri ve romanları oluşturan yazarlar bu esnada halkın var olma ihtiyacını karşılamanın yanında gelecek nesillere bir çeşit miras bırakırlar. Mesela İrfan Orga’nın “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” adlı otobiyografik romanı okuduğumda Osmanlı Devleti’nin son dönemi hakkında bilgilenmenin yanı sıra o zamanın demografik ve sosyolojik yapısı hakkında da bilgilendim, tarihimin sosyal bir perspektiften görüntüsünü öğrendim. Bahsettiğim bir roman bana bu kadar çok bilgi ve görüş kazandırdı, bir kütüphane dolusu kitap bir insanı baştan yaratmaya yeter ve artar. Polastron eserinde bu olguya parmak basmakta ve yakılan kitapların aslında bir kişiyi baştan yaratma olasılığını baltaladığını vurgular. Kültür oluşumunun kitaplara bağlı olduğu da düşünüldüğünde tarih boyunca 2 Mert Erkul 21602106 yakılan kitapların birçok kültürün ve bilginin yok oluşuna neden olduğu ortaya çıkmaktadır. Polastron’un eserini, kitapların önemini hatırlatması açısından ve kültürün bizi oluşturan başlıca olgu olduğunu kanıtlaması açısından önemli ve göz açıcı olduğunu söyleyebilirim. Kitabı okuduktan sonra aslında kültürün ve bilgilerin, dolaylı olarak kitapların önemini bir kez daha anladım. Kişiliğimi oluşturan, düşüncelerimi farklı kılan şu ana kadar okuduğum ve benimsediğim kitaplardır. Bu nedenle yok olan kitaplar ile kimi kültürlerin yok olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Okunan her kitap, hangi kültürün ürünü olduğuna bağımsız, belki de yabancı kültürlerin daha faydalı olduğu gerçeği göz önünde bulundurularak, okura farklı bir nitelik görüş kazandırabilir. Yabancı kültürün ürünü kitaplar farklı bir perspektifin yanı sıra farklı bir bireyi de hayatımıza sokar, hatta bir dil bir insan deyimini kanıtlar niteliktedir. Her kitabın ayrı bir öneminin olduğu, zaman geçirme aracı olmasından ziyade hayatımıza yeni bir olgu katan vazgeçilmez bir araç olduğu gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır. KAÇINILMAZ  EVLİLİK       Evlenmek,  hemen  hemen  her  genç  kızın  çocukluğundan  beri  düşlediği,  üzerine  hayaller   kurduğu  bir  olaydır.  Evcilik  oyunu  adı  altında  başlayan  süreç,  yaş  ilerledikçe  yerini  sürekli   değişen  düğün  planlarına  bırakır.  Gelecekteki  evliliğin,  ev  hanımlığının  provası  yapılır,  hatta   çoğu  zaman  hayali  çocuklara  annelik  dahi  yapılır.  Ben  hiçbir  zaman  evcilik  oynayan   çocuklardan  olmadım.  Sinan  Akyüz’ün  Bir  Evlilik  Komedisi  adlı  kitabını  çok  severek  okudum.   Çünkü  evlilik  kavramına  farklı  bakış  açıları  oldukça  mizahi  bir  yönle  anlatılmıştı.  Evlilik  beni   her  zaman  korkutan  bir  kurum  olmuştur.  Hiçbir  zaman  gelinliğim  şöyle  olsun,  düğünüm   burada  olsun  konuşmalarına  katılmadım  bu  yüzden.  “Bir  insan  hayatının  yarısını  bir  başka   insana  nasıl  verebilir?”  diye  düşünmekten  alıkoyamadım  kendimi.  Benim  için  evlilik,   özgürlüğümü  elimden  alacak  bir  canavardan  farksız  değildi.  Kısıtlamalar,  yasaklar,  kavgalar…   Bir  insan  durduk  yere  neden  huzurunu  bozmak  için  bir  adım  atar  ki?  Birçok  insan  evliliğin   kutsallığına,  nikâhta  keramet  olduğuna  inansa  da  benim  için  durum  hep  tam  tersi  olmuştur.   Her  Türk  ailesinde  olduğu  gibi,  kitapta  da  anne,  kızlarını  evlendirmeye  çok  istekliydi.  Afet   karakterini,  kendimle  özdeşleştirdim  kitabı  okurken,  aşka  inanan  ama  evliliğin  bir  aşkı   sürdürmek  için  gerekli  olmadığına  inanan  bir  kadındı.  Yalnız  başına  yaşayabileceğine,  kendi   ayakları  üzerinde  durabileceğine  inanan  bir  kadından  daha  cesuru  var  mıdır?     Hayatımdaki  en  önemli  kavram  özgürlük  iken,  bir  gün  gelip  de  bu  kavramın  yerini  eş,  çocuk   kavramlarının  doldurması  bana  oldukça  ürkütücü  geliyor.  Hayatımda  her  zaman  her  olay  için   yarattığım  çıkış  sapakları,  imza  ile  birlikte  bir  bir  kapanacakmış  gibi  hissediyorum.  Sanki  o   imzayı  attıktan  sonra,  sırt  çantamı  alıp  hesapsız  kuralsız  dünyanın  bir  ucuna  gidip,  kendi   serüvenimi  yaratamayacakmışım  gibi.  O  yüzük,  kelepçeden  farksız  benim  için.  Hayatımı  her   zaman  sınırlar  olmadan  yaşamayı  tercih  ettim,  şimdi  neden  kendi  prangamı  kendi  ellerimle   parmağıma  geçireyim?  Kızların  annelerine  haklı  karşı  çıkışları  hoşuma  gitti  bu  nedenle.  Her   anne,  kızları  mutlu  bir  evlilik  yapsın  ister  ama  kitaptaki  annenin  tüm  hayat  gailesi  kızlarını   evlendirmek  olmuş  gibiydi.       İnsanın  gelecek  seçimlerini,  geçmişte  yaşadıkları  olaylar  şekillendirir.  Seçimlerinizin  yanlışlığı,   uğranılan  ihanetlerin  sayısı,  yavaş  yavaş  kabuğunuza  çekilmenize  sebep  olur.  Defalarca  kez  kandırılmış,  aldatılmış,  hüzne  boğulmuşken,  şimdi  neden  yeni  birine  sil  baştan  güvenelim  ki?   Değer  mi  risk  almaya  gerçekten?  Bence  değmez.  Yirmi  üç  yaşımdayım  ve  hayat  bana  görmem   gerekenden  çok  fazlasını  gösterdi.  Belki  de  bu  yüzden  bu  kadar  karşıyımdır,  içinde  bağlılık   geçen  her  fiile.  Aydan  da  benim  gibi  düşünüyor  olacak  ki,  annesine  saygılı  ve  sevimli  karşı   çıkışları  ile  evlilik  kavramına  olan  uzaklığını  uzun  bir  süre  anlattı.  Afet  hanımın  takdire  değer   çabası  sık  sık  annemi  anımsattı  bana.  Hangimizin  annesi,  Afet  Hanım  gibi  mürüvvetimizi   görmeye  meraklı  değil  ki?       Hayatta  her  zaman  için,  kendi  seçimlerimi  yapmayı  tercih  ederim.  Eğer  yanlış  bir  seçim   yapıyorsam,  bunu  deneyip  görmek  isterim.  ‘Dokunma  yanarsın’  sözlerine  kulak  asmayıp,   dokunup  yanmayı  tercih  ederim  ki,  ateşi  de  acıyı  da  deneyimleyebileyim.  Doğrusuyla   yanlışıyla  bu  hayat  benim  olmalı.  Etrafımızda  da  kitapta  da  şahit  olduğumuz  üzere  herkes   eninde  sonunda  evcilik  oyununu  bir  şekilde,  gerçeğe  dönüştürüyor.  Bazen  sebep  toplum   baskısı,  bazen  anne  baskısı,  bazen  de  ilerleyen  yaş  olsa  da  herkesin  bir  kırılma  noktası  oluyor.   Birine  duyulan  ihtiyaç,  yaşın  büyümesiyle  doğru  orantılı  artıyor  olacak  ki,  Afet  Hanım  gibi   birçok  anne  de  evlatları  hayat  yolunda  yalnız  kalmasın  diye  çabalıyor.  Yine  de  ben  tavsiyeleri   kulak  ardı  ederek  devam  etmeyi  tercih  ediyorum  yoluma.  Çünkü  ne  yaşayacaksak,  görerek   yaşayacağız.       Kaynakça:       Akyüz,  Sinan.  Bir  Evlilik  Komedisi.  İstanbul:  Alfa  Yayınları.  Baskı.       H.  Merve  Engiz   (21202003) Hüseyin Yenilmez Duyguları Yaşamak Hayatımızın her gününde, hatta her anında birbirinden farklı birçok duygu yaşıyoruz. Bir olay karşısında sinirleniyoruz, bir başkası karşısında mutlu oluyoruz, bir başkası ise bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Bu günlük yaşantımızın her anında bize eşlik eden bir şey olsa da bazen bu duygularımızı insanlara göstermekten çekinebiliyoruz. Mutlu olduğumuzu, kızdığımızı göstermekten çekinmesek de bazen insanların bizim üzüldüğümüzü görmelerini istemiyoruz ve üzüldüğümüzü saklayabiliyoruz onlardan. Sadece onlardan saklasak yine iyi, bazen bunu kendimizden de saklayabiliyoruz. Eğer üzüldüğümüzü görürlerse, insanların bizi güçsüz göreceğinden korkuyoruz bazen. Bizi hiçbir şeyin yıkamayacağını düşünsünler istiyoruz. Özellikle de bizi üzen kişinin böyle düşünmesi daha çok işimize geliyor, bizi yaraladığını görmesin istiyoruz. Bunu bilirse daha çok üzüleceğimizden mi, yoksa bunu gururumuza yediremeyeceğimizden mi bilmiyorum ama bunu belli etmemek için elimizden geleni yapıyoruz. Sadece bizi üzen kişiye karşı tutumumuz böyle olsaydı bunda şaşırılacak veya üzerine konuşulacak bir şey olmazdı. Sizi üzen kişiye bunu göstermek istememeniz normal olabilir. Peki, ya bunu kendiniz de saklarsanız, o zaman ne olacak? Kendiniz de saklayıp üzülmediğinize inandırırsanız; yani kendinize yalan söylerseniz ne olacak? Bu yalanla yaşayabilecek misiniz sonuna kadar? Kendinizi kandırmaya devam edebilecek misiniz? Bu noktada ben kadınların erkeklerden daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Toplumsal normlardan dolayı insanlarda bir düşünce var; erkekler ağlamaz. Erkekler ağlamadıkça, kendilerine yalan söylemeye de devam ediyorlar, üzülmediklerini tekrar edip duruyorlar kendilerine ve bir süre sonra da buna inanıyorlar bence. Kadınlarda ise durum böyle değil, bir süre ağlamasalar da sonunda dayanamayıp ağladıklarında üzüldüklerini kendilerine itiraf edebiliyorlar ve bundan sonra iyileşme süreçleri daha kolay oluyor. Erkek ve kadın, fiziki yapı bakımından olduğu gibi önemli hadiseler karşısında duygularının harekete geçiş hızı ve şekli bakımından da farkılıdırlar. Bu sebepledir ki hayatlarındaki en tesirli olaylardan biri olan ayrılık neticesinde verecekleri tepki de farklı olacaktır. İster haklı ister haksız olsun, kadınlar naif ve duygulu yapılarından dolayı ayrılıktan daha fazla ve daha uzun süre etkilenen taraf olacaktır. Kadının yaraları bu kabul edişten dolayı yavaş yavaş kapanmaya başlarken, ayrılığı yeni yeni fark eden erkeğin yaraları büyümeye başlıyor. Etrafındaki herkese, kendine dahi bunu söylemese de içten içe üzülüyor ve gereken tepkiyi vermediği için içine atıyor. İşte evet, erkekler ağlamıyor ama sonunda ağlamaktan daha beter hale geliyorlar. Bazen insan duygularını açığa vurup gerektiği yerde gereken tepkiyi veremediği zaman içine atıp bunu daha da büyük hale getiriyor kendi içinde. Bu durumda da kadının yaraları sarıldığında, ayrılığı atlattığında erkeğin aklı başına daha yeni geliyor ve üzüntüsünü yaşamaya yeni başlıyor. Kabullenme süreci uzun sürdüğü gibi, atlatma süreci de uzuyor. Onun için, kimsenin erkekler ağlar, erkekler ağlamaz demediğine bakmadan; o an ne yapmak istiyorsa, nasıl bir tepki vermek istiyorsa onu yaşamalı insan. Sonunda üzülen kişi size erkekler ağlamaz diyen insan olmayacağı için kendinizi düşünüp duygularınızı o an yaşamalısınız ki içinizde birikip ilerde patlamaya hazır bir volkan haline gelmesin. İşte ben Haruki Murakami’nin yazmış olduğu Kadınsız Erkekler’i okuduktan sonra bunları düşündüm. Herkes bir gün ayrılığın verdiği üzüntüyle karşılaşabilir ve bu o kişiyi incitebilir. Onun için gerektiğinde üzülmeyi ve acımızı o an yaşamayı bilirsek ilerisinde toparlanmak bizim için çok daha kolay olabilir. Bu kitap benim bazı önyargılarımı kırmama yardımcı olduğu için bu kitabı severek okudum. Okuduklarımdan sonra, duygularımı yaşamam gerektiğinde açıktan açığa onları yaşamam gerektiğine karar verdim ki sonradan yıkıcı etkilerini daha az hale getirebileyim. Umarım hayatımda bu öğrendiğimi uygulayabilirim. ​Körleşmenin Getirdiği Kazanım “Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan silahtır, varlığımızın tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları gerek kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri hâlinde beraberlikleri düşünülmeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunabilmelerine olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi, ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir.” (94) diyor Elias Cannetti ​Körleşme isimli kitabında. Bu cümle beni birbirinden farklı düşüncelere sevk etti ve aslında yazarın ne kadar haklı bir noktaya parmak bastığına kanaat getirmeme sebep oldu. Bazı durumlar bizim gerçeklere bakmak istemediğimiz anlarda bile gerçekliklerini devam ettiriyor. Kafamda olan bu kabullenme hâli de çeşitli örneklerle desteklenebilir aslında. Uzay gerçeğini veya modern fiziği bir körlükle kabul ettiğimiz aşikâr olmakta beraber birçok bilgiyi bir varsayım daha doğrusu körlük halinde kabul ediyoruz ve bu körlük aslında bize açmaya yetkin olamadığımız birçok yeni kapıyı açmamıza müsaade ediyor. Ve bu durum aslında evrenin egemen kuramının körlük olduğunu da bizlere ispat ediyor. Öğrenme sürecimizde büyük bir atılımı bu körlük öğretisi sayesinde yaşadığımızı düşünüyorum. Ancak her insan kendi körlük sürecine ulaşıp içindeki benliği çıkarabilmeli bence. Bunun için Elias Cannetti şöyle diyor “Kien’e göre insanlar özgür oldukları sürece hiçbir şey öğrenmek merakına kapılmazdı; ancak özgürlüklerinden olup zindanların dört duvarı arasına girdikten sonradır ki, bir şeyler öğrenebilmek, kültürlerini artırmak konusunda eşi bulunmaz bir fırsat elde etmiş olurlardı.” (88) Bana burada zindan kelimesinden çağrışım yapan kitapta bahsedildiği gibi körlük gerçekliği. İnsanın görmek için önce görmemenin ne demek olduğunu anlaması bilgiye ulaşabilmek için de etrafındaki diğer olgulara karşı kör olabilmesi ile gerçekleşiyor olmasa da benim bilgi edinme sürecim böyle gerçekleşiyor. Örneğin bir konuda araştırma yapmaya konmadan önce kesinlikle zihnimin arınması ve bu araştırmayı sonuca ulaştırabilmek için de kafamın içindeki diğer olguları yok etmem yani dünyadan irtibatımı koparmam gerekiyor. Bu durumu düşününce de aslında kısa dönemli bir körlüğe ulaşma hâli benim kişisel ilerlememde yol alabilmem için en önemli kaynak olup çıkıyor. Bunu her bilgiye ulaşırken yaptığım bir kaynak olarak söylemiyorum çünkü insanın gözlem yeteneği ile de hiçbir basılı kaynakta ulaşamayacağı bilgilere sahip olabileceğini biliyorum. Ancak herhangi bir okuma yapmak gerektiğinde veya aklı yormak gerektiğinde insan körleşmeli ve dünyanın güzelliklerine yüzünü çevirmelidir bence. Bunun hem bilgiyi edinmede hem de bilgiyi yorumlamada insana inanılmaz bir motivasyon olacağını düşünüyorum. Bizleri bu dünyada diğer varlıklardan ayıran aklın temel çalışma prensibini de duyularını istediği gibi yönlendirmesine bağlıyorum. Diğer varlıklar çevresindeki gelişmelere tüm koşullarda bağlı olmasına rağmen insan hem kendi elverişli çevresini oluşturmakta muvaffak hem de kendi çevresinde kendini çevreye kapatabilmekte başarılı, bu koşullarda insanoğlunun gelişmesindeki en önemli pay bence. İnsan bilinci ile düşünebilen bir varlık ve bilinç insana bazı imkanlar sunuyor daha fazlası insan bu imkanları ne derece değerlendirebilirse o kadar bilgiye sahip olabiliyor. Ben bilincin sağladığı en önemli imkânın körleşme olduğunu düşünüyorum, biliyorum ki insan ulaşamayacağı gerçekliklere bir körlük hâli ile ulaşmış ve bu durduğu yerde kalan gerçeklikleri ispatlamakta başarılı olmuş bir yapıdır. Aynı şekilde insanın öz gelişiminde de kendini dünyaya karşı körleştirerek gelişebileceğini daha doğrusu kendini dört duvar arasına kapatarak bazı bilgilere ulaşabileceğini ve yorumlayabileceğini düşünüyorum. Kaynakça: Cannetti, Elias. Çev. Ahmet, Cemal. ​Körleşme. Sel Yayıncılık, 2015 ​ Mustafa Berk Yusuf Bilal Saraçoğlu Yalnızlıkla Yalnız Kalamamak “Yalnızlık” kelimesini duyduğunuz zaman zihminde ne canlanır biliyor musunuz? Ya rüzgarlı bir günde bankta denizi seyreden bir adam ya da yağmurlu bir günde ormanda sırılsıklam olmuş bir hâlde yürüyen bir kadın. Peki neden zihnimde yalnız başına gökyüzünü izlerken mutlu olan bir insan canlanmaz ya da insan yalnız kalmaktan neden bu kadar korkar? Beni bu soruları düşünmeye ve sebepsizce bu soruların cevaplarını aramaya iten şey Cem Şancı’nın Yalnızlık Doktorası adlı kitabı oldu. Peki nedir bu yalnızlık? Resim 1 Yalnız Adam (Dileky) Bana göre yalnızlık denilen kavram dünyada bulabileceğimiz en öznel kavram olabilir. Dünyada ne kadar insan varsa o kadar da yalnızlık ve yalnızlık tanımı vardır. Kimine göre yalnızlık bireyin kendini kendi dahil herkesten soyutlaması iken, kimine göre ise sadece kendi kafasını dinleyebilmesi için dışardan müdahale olmaksızın bulunduğu bir durumdur. Biz yalnızlığa ne dersek yalnızlık o olur. Yani bir bakıma yalnızlık biz olmasak yalnız kalacak bir kavramdır. Peki insan kendi kontrolü dışında mı yalnız kalır yoksa isteyerek mi? İnsan yalnızlıktan korkmalı mıdır yoksa ona sımsıkı sarılmalı mıdır? İnsan bir başınayken mi yalnızdır? Tek başınayken mi yalnızdır? Yoksa yalnızlık tamamen farklı bir durum mudur? Aslında Şancı’yı okumadan önce yalnızlık bana bir insanın düşüp düşebileceği en çaresiz durummuş gibi geliyordu. Yani yalnızlık korkulacak ve insanın kontrolü dışında gerçekleşen bir durumdu. Kimi zaman dört duvar arasında bir sandalyede oturmaya cezalandırılmış bir çocuğu kimi zaman ise kahkaların arasında akan bir gözyaşını anımsatıyordu bana yalnızlık. Öyle ki mutlak yalnızlıktan çok kalabalıklar içinde bulunduğumuz yalnızlıklar beni daha çok korkutuyordu. Düşünsenize Ankara’nın en canlı gününde Karanfilde elleriniz cebinizde omuzlarınıza yüzlerce insan çarpa çarpa yürüyor. Herkes ailesiyle, arkadaşlarıyla ya da sevgilisiyle beraber ama siz var olmanıza rağmen sizi yoksayan binlerin arasındasınız. İşte elinizden hiçbir şeyin gelmemesi yalnızlığın ta kendisiydi bence. Bu düşüncemin değişebileceğini pek hayal etmezdim ama Yalnızlık Doktorası ile beraber gözümün açıldığını düşünüyorum. Figure 2 Yalnız Kadın (Köni) Şancı’nın bu kitabını okuduktan sonra yalnızlığın aslında benin anlattığım ve anladığım kadar vahim, çaresiz ve ürkülesi bir durum olmadığını anladım. Gördüm ki yalnızlık vahimliğin, çaresizliğin ve ürkütücülüğün tam aksine bizim için bir “lüks”müş (Şancı). Benim gibi kısmen karamsar bir insanın yalnızlık ile ilgili bu kadar güçlü bir zıtlığı bir anda sindirmesi çok kolay olmadı tabii ki. Fakat kitabın üzerine biraz düşününce Şancı’ya hak vermemek elde değil. Çünkü benim yukarda betimlemeye çalıştığım yalnızlık tamamen modern dünyanın bize dayattığı yalnızlık şekliymiş. Her ne kadar çok güzel bir şey gibi gözükse de modern dünya bizi birbirimize ve bir bakıma kendimize maddi manevi anlamda muhtaç kılmakta. Oysa ki biraz düşününce yalnızlık bize ne kadar kötü dayatılmışsa dayatılsın adam akıllı yalnız kalamadığımız için ya da gerçekten olaylara sadece dışardan baktığımız için yalnızlığın gerçekte ne kadar kötü ya da iyi olduğunu bilmiyoruz. Yani ya Karanfilde yalnız başınıza eliniz cebinizde yürümeye vakit bulamıyorsunuz ya da yürürken görebileceğiniz o aileler maddiyatla ya da hastalıklarla savaşıyor, arkadaşlar birbirlerinin kuyularını kazıyor ya da sevgililer birbirlerinden ayrılmayı planlıyor ve siz bunları göremiyorsunuzdur. Kısacası genelde buzdağının görünen kısmını ve ayrıca görünen kısmın da sivri ucunu görüyoruz. Bense üniversiteye geldiğimde yalnızlığın doruklarını yaşamıştım. İnsanlarla bir türlü iletişime geçemiyordum. Herkes üçer beşer kişilik arkadaş grubuyla aktiviteler yaparken ben okul yurt arasındaki kaldırım taşlarını sayıyordum. İlk zamanlar öğle aralarını ayrı bir sevmezdim. Çünkü insanlar arkadaşlarıyla ya da sevgilileriyle yemekhanede oturacak yer bulamazken her zaman bana uygun tek kişilik bir yer mutlaka oluyordu. Belki de okuldaki tek muhabbetim “Yanınız boş mu?” sorusundan ibaretti. Oysa ki yalnızlığın bir lüks olduğunu anlamak çok zor bir şey değil. İnsan gerçekten yalnız kalabildiğinde hiçbir şey adına endişe duymamanın hazzını ve kimse ile iletişime geçmemenin hafifliği ile kendi sesini duyma şansına erişir. Şimdilerde ise okul ile yurt arasında giderken insanların telaşlarını seyredip kendi telaşsızlığımla mutlu oluyorum. Yani aslında bir bakıma yalnızlığa bakış açım o dört duvar arasında bir sandalyede oturan çocuk yalnızlıkla ödüllendirilmiş ya da sahte kahkaların içinde akan huzur dolu bir gözyaşıymışçasına değişmiş oldu. Ayrıca yalnızlığın korkulacak bir şey olmadığı ve insanın yalnız kalmasındansa yalnız kalamayışının kontrol dışı olduğunu fark etmiş oldum. Neden beni huzura eriştirecek bir şeyden korkayım ki? Asıl korkulası durum yalnızlıkla yalnız kalamamak değil midir sizce de? Resim 3 Yalnız ve Huzurlu (Topuklar) Sizi sizinle yalnız bırakmadan önce belirtmeliyim ki insan en çok gözünün önündeki nimetleri göremiyor. O yüzden en kısa zamanda koşuşturmacanızı bir kenara bırakın ve ruhunuzda inzivaya çekilin. Kaynakça Dileky. Yalnızlık Tarifleri. tarih yok. 4 Ekim 2016. . Köni, Necip. Yağmurlu bir gündü... tarih yok. 4 Ekim 2016. . Şancı, Cem. Yalnızlık Doktorası. Remzi Kitabevi, 2015. 18 Ekim 2016. Topuklar, Yüksek. Yalnızken Mutlu olmanın 7 Yolu. tarih yok. 4 Ekim 2016. . OLAĞANÜSTÜ BİR GECE Arzulama Arzusunun Özlemi Olağanüstü Bir Gece, benim gözümden Stefan Zweig’ın varoluşumuzun sancılarını, tüm dünyevi zevkleri tatmasından mütevellit ruhsal iktidarsızlığa sürüklenmiş ve yaşamda arzulama arzusunun özlemini çeken seçkin bir burjuvanın içinde bulunduğu durumdan sıyrılabilmek adına belki de ilk kez ahlakından saparak suç işlemesiyle çarpıcı bir şekilde ele alan hikâyesidir. Benim bu yazımda üzerinde iki çift laf etmek istediğim konu her şeye bıkmayan bir merakla dokunmanın güzel açlığını yitirmenin kaynağının ne olduğuyla ilgili. İnsanoğlunun tüm varlığının dönüm noktası yaşamda tutkuyla barınma isteğinin kayboluşu olabilir mi? Peki ya bu isteğin, bu hevesin kayboluşunun yegâne sebebi ne? İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar belirli ihtiyaçlarının, isteklerinin dar çerçevesindeki git gellerle yaşamda yer bulur. Çok nadirdir ki olağan dışı tutkularına tutunup gerçek uğraşlar edinme niyetindedir. Nadirdir diyorum, çünkü birçoğumuz rahat ve hazır bir meşgaleyle sağlanan iç bütünlüğün korunmasıyla hayatımızı tamamlıyoruz. Yani basit ihtiyaçlarımızı alışkanlıklarımızın da doğurduğu mekanizmle karşılıyoruz ve kolay meşgalelerle yıllarımızı, en değerli varlığımız olan zamanımızı tüketiyoruz. Bu durum bizler farkına varmadan, git gide ruhumuzu doyurmamızı zorlaştırıyor. İşte böylelikle ruhsal dirilikteki o gerilemeyi yaşıyoruz. Ruhsal iktidarsızlığımıza sürükleniyoruz. Bana göre dünya üzerindeki en tehlikeli durum varoluşumuzdan sahip olduğumuz tüm çelişkileri uzaklaştırmamız sonucunda ortaya çıkan çelişki yokluğunun bireysel canlılığımızı söndürmesidir. Bu bir çeşit uyuşukluk hâlidir çünkü canlılığını ve heveslerini yitirmiş bir birey doğuştan gelen ve bu sebeple varlığının temel taşlarından biri olan arzulama arzusunu kaybetmiş, zihinsel olarak uyuşmuş bir uyurgezerden farksız değildir. İster gecenin ister gündüzün ortasında olsun duygusal ve düşünsel olarak donuktur. Kendimize dönüp dışarıdan soğuk ve yabancı bir tavırla baktığımızda benim gördüğüm hepimizin gün içerisinde, zaman zaman varoluşsal sancılar içine girdiği fakat çok azımızın bu sancıları sorgulama girişiminde bulunduğuydu. Evet, düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz. Yani kolaya kaçıyoruz. Hayatın koşuşturmacası içinde rutin bir sürece giren karar verme yetisini dahi gerilemeye mahkûm bırakıyoruz. Sadece bu da değil. Başkalarının varoluşuna değer vermeyi de unutuyoruz. Böylelikle günbegün duyarsızlaşıyoruz. Belki de çoğumuzun rahat ve tasasız hayatı bizi böylesi bir duruma itiyor. Peki ya çözüm ruhani bir uyanışta mı? Zaman zaman gevezelik eden bilinçaltı budalasını oturup adamakıllı dinlemeyi hiç denediniz mi? Onu dinlemek, ruhsal bir donukluk içerisinde bulunan bireyin ruhani uyanışına ne denli katkı sağlar, hiç düşündünüz mü? Ben Zweig’ın hikâyesini anlattığı, gün geçtikçe duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deneyimin aslında o adamın kendi bilinçaltını, kendi benliğini dinlemesiyle ortaya çıkan varoluşsal bir devrim olduğunu düşünüyorum. Bu devrim onun kendi kalıplarını yıkmasına sebep olsa da varlığını hissetmeye başladığını gösteriyor aslında. İşte bahsettiğim ruhani uyanışın da bu yolla gerçekleşebileceğini düşünüyorum. İnsanın kendi özünü bulma arayışını, hayatta yer edinme arzusunu canlı tutmanın yegâne yolu bilinçaltına sıklıkla başvurup onu dinlemek adına tarifsiz bir dürtü hissetmek olmalıdır. Tabii ki zihnin derinliklerini sorgularken zamanın ve mekânın engin boyutlarını yitirip diğer bireylerin de ruhsal arayışlarını unutmamak gerekir. Arzulama arzusuna duyulan özlemi, varoluşsal sancıları yazıya geçirmemin nedeni bu kavramları kendi zihnimde anlamlandırmamın ardından bir kez daha nesnel olarak saptanmış bir biçimde karşımda görmekti. Bunu yaparken hareket hâlindeki yaşayan bir olgu olan düşüncelerin derli toplu hâlde saptamanın ne denli zor olduğunu da görmüş oldum. Fakat şunu da belirtmeliyim ki bu konuyu gözler önüne sererken aynı zamanda ilerleyen zamanı dolduran o şehvetli heyecanı kendi benliğimde de bulma yoluna gitmiş oldum. Bu belki de önümüzdeki günlerde, hiç beklemediğim bir gecede, olağanüstü bir gecede benim kendi zihnimin ruhani uyanışına sebebiyet verecektir. Kim bilebilir? AŞAFKIZI YULET TATLICAN En Karanlık Gölge Küçükken çok sık yaptığım bir şeydi yoldaki gölgemi takip etmek. Zaman zaman sağıma ve soluma bakıp duvardaki gölgemi incelerdim ya da gece karanlıkta ışığa göre yer değiştiren, büyüyüp, küçülen yerdeki gölgemi meraklı gözlerle takip ederdim. Duvardaki gölgem bana her zaman sinsi gelmişti. Sanki ben bakmıyorken o başka şeyler yapıyor, emirlerime itaat etmiyor gibiydi. Onu hep benden bağımsız hareket ederken yakalamaya çalıştım ama hiçbir zaman başaramadım. Yerdeki gölgem ise beni yutmak istiyor gibiydi. Kör Baykuş’u okuduğumda uzun zamandır gölgemi takip etmediğimi fark ettim. Ne gerek vardı ki? Zaten o beni sürekli takip ediyordu. Siz sizi sürekli takip eden birinden şüphe duymaz mısınız? Peki, ben niye artık gölgemden korkmuyorum ya da ondan şüphelenmiyorum? Sanırım yıllar süren birlikteliğimiz sonucunda onun bana zarar vermeyeceğine karar verdim ve ona güvendim. Kör Baykuş da aynı benim gibi gölgesinden korkan bir insan. Sadece gölgesinden korkmuyor aynı zamanda ona güveniyor. Bu durum romanın zamansız bir dünyada geçtiğine dair en büyük kanıt. Çocukluğunda gölgesinden korkması, ilerleyen dönemlerde de gölgesine güvenmesi gereken bu adam iki hissi birden yaşıyor. Kör Baykuş hem ihtiyar hem genç… Bütün zamanları, duyguları bir arada yaşıyor. Yaşadığı her şeyi gölgesine anlatıyor. Yaşadıklarını o kadar yoğun anlatıyor ki bütün olaylar bir salisede oluyormuş gibi. Belki de bir insanın kafasından bir anlık geçen olaylar dizisi ya da hayatla ilgili farklı olasılıklar. Bütün hayatınızın sadece küçük bir andan ibaret olduğunu düşünün. Bütün hüzünlerinizi ve sevinçlerinizi o bir anda tükettiğinizi. Çok büyük bir mutluluk ve çok büyük bir acı… Aynı anda hem ılık bir rüzgâr teninize çarpıyor hem de kızgın ateşlerde yanıyorsunuz. Eğer sadece kızgın ateşte yansaydınız o bir an çekilmez olurdu. Kör Baykuş’un hayatında bir gram mutluluk yok. Bu yüzden o bir an onun için bitmek bilmeyen bir acı. Bütün acılardan milyonlarca kat büyük, çok daha büyük bir azap. Böylesine büyük bir azaba mahkum olmuş birisi bununla nasıl baş eder? Kahraman bu acıyla baş etmek için kendine hayal dünyaları yaratmış. Romanda zaman zaman kahramanın hayal dünyalarına seyahate çıkıyoruz. Ancak kahramanın gerçekle hayali ayırt etme yetisi o kadar körelmiş ki okuyanlar için de bunu ayırt etmek zor. Tekrarlan bazı olaylar sayesinde kahramanın hayal dünyalarından birinde olduğunuzu anlayabiliyorsunuz. Bu tekrarlanan olaylar adeta kahramanın hayal dünyasına geçiş ayinleri gibi. Kahraman bu hayal dünyalarına afyon ve şarap kullanarak geçiyor. Kendisinin de dediği gibi aslında kitap boyunca bu kendinden geçme hallerinden birini anlatıyor. Hayal dünyaları acısını dindirmeye yetmemiş olacak ki aynı zamanla ruhunu da birçok gölgeye bölmüş. Her gölgesine farklı bir anlam yüklemiş, farklı bir görev vermiş. Eserin içindeki küçük ipuçları sayesinde kahramanın gölgesini bazen babasının, bazen mezarcının, bazen ise hurdacı ve kasabın arkasında görüyoruz. Ancak kahraman ruhunu bölerken bütün acısını yine tek bir gölgeye yüklemiş. Kör Baykuş bütün acıları tek başına çeken kısım. Hayatında hiç güzel bir şey yok. Bu durumu kendini ocaktan düşmüş bir oduna benzeterek özetliyor. Ne diğer odunlar gibi tam olarak yanmış ne de eskisi gibi kalmış bir odun. Kör Baykuş’un yaşadığı evre karakterin bütün karamsarlığını ve depresyon halini dışa vuruyor. Yaşadığı büyük acı onu cani bir birey olmaya itiyor. Yaşadığı cinnet hallerinden birinde karısını öldürüyor. Son olarak acılarla baş etmek için bir paralel evren yaratıyor. Kahramanın karamsar ruhu bu paralel dünyada bile mutluluğa, sevdiği kadına ulaşamıyor. Romanın başında verilen bu paralel dünyada kahraman, bu sefer ona isteyerek gelen sevdiği kadını farkında olmadan zehirleyerek öldürüyor. Baştan sona karanlığın içinde bir roman olan Kör Baykuş, her hücresi karamsarlığa batmış bir insanın iç dünyasının en derin çukurlarını bize gösteriyor. Yazarın güçlü betimlemelerle tasvir ettiği bu kötü dünya okuyan herkesi içine çekiyor. En karanlık gölge Kör Baykuş’un ağzından çıkan bu sözler ise romanın, Kör Baykuş’un umutsuzluğunu özetler nitelikte: “Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa, benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır. Belki de benim hiç yıldızım yok!”. Gözde KIRCI Onur ÖZDER İsim Uydurmak Değişen dünyamızda teknolojilerin, fikirlerin, sistemlerin ve hatta biz insanların bile ayak uydurabilmemiz için sürekli olarak değişmemiz gerekir. Bu değişime ayak uyduramayanlar zamanın acımasız okları altında yok olmaya mahkûm olurlar. Bir daha isimleri hatırlanmamak üzere tarihe gömülmeye mahkûm olurlar. Zamanın bu törpü etkisinden kurtulmak, zamanın yıprattığı boşlukları doldurmaktan veya sahip olunandan tamamen vazgeçip yeni şeyler üretmekten geçer. Çoğu kişi ise sahip olduğu şeylerden vazgeçmek istemez. Sahip olduklarından vazgeçemeyen toplumumuzda yenilikler ortaya atmak yerine eski sistemlerin veya fikirlerin üstüne yeni isimler uydurarak sanki onları yeni birer akım gibi göstermek en yaygın tekniktir. Bu da eski sistemlerin aslıda hiç değiştirilmeden sapasağlam kalmasını sağlar. İsim değiştirmek kaybolmasını istenmeyen sistemlerin ayakta durmasını sağlamanın en etkin yoludur. İşte bu yüzdendir ki yöneticiler, zaman içinde kullandıkları yöntemlere karşı isyan eden yönettikleri insanları susturmak, sakinleştirmek için eski yöntemlerini kaldırıp yeni bir sistem getirmişler gibi göstererek, eski sistemlerinin adını değiştirip o insanları kandırırlar. Böylelikle kusursuz olduğunu düşündükleri ve kaybetme ihtimalini düşünmek bile istemedikleri biricik sevgilileri ayakta kalmış olur. George Orwell’in, Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı romanında bu sevgililerin en çarpıcı olanına göndermelerde bulunuyor. Kölelik… Kölelik yüzyıllar önceden beri olan fakat toplumun fakir kesimleri tarafından onaylanmadığı için ismi değiştirilmek zorunda kalan bir sistemdi. Yeni ismiyle kölelik yani kapitalizm günümüzde bile fakir ve yardıma muhtaç insanları sömürmekte onları tıpkı eskiden olduğu gibi, köle gibi çalıştırmaktadır. Hayatımdan bir örnek vermem gerekirse lise yıllarım aklıma geliyor. O yıllarda daha nasıl bir sistemin bile içinde olduğunun farkında değilmişim. Karşımızda yüzleşmemiz gereken bir sınav sistemi vardı “ÖSS”. Öğrenciler, veliler hatta öğretmenlerin bile memnun olmadığı bir sistemdi bu ama çözümü basitti; ismini değiştirmek. Üniversiteye girmek için çalışan bir sistem olan sınav sisteminden geçmem gerektiğinin farkındaydım ama daha geçmem gereken bu sistemin adını bilmiyordum sadece. Önceden “ÜSS” olan bu sistem değiştirilmek yerine adını “ÖSS” yaptılar ve aslında sevilmeyen sistem birden sevilir oldu ama ne kadar süreliğine? Bu sorunun cevabını bulmak çok uzun sürmedi ve az bir süre sonra benim de girmiş bulunduğum “YGS” ve “LYS” oldu isimleri. Peki, bu isimlerle ne kadar kalacak? Artık bekleyip göreceğiz. Buradan sonrası isim uyduran sistem fanatiklerinin yaratıcılığına kalmış. Sistemlerin yanı sıra zaman içerisinde eskiyen ve yeni isimler verilmesi gereken bir diğer şey ise fikirlerdir. Fikirleri bu yöntemlerden ayıran tek unsur uygulamaya geçmemiş olmalarıdır ama özünde çalışma prensipleri aynıdır. Toplum ve dünya değiştikçe o zamana göre uygun olan fikirler eskimeye başlar ve yenilenmeye ihtiyaç duyarlar. Böyle durumlarda toplumun eskiden kabul ettirilen ve gerçekten güzel işleyen fikirlerin de zaman içerisinde ufak ufak değişiklik göstermesi gerekir. Ama öyle fikirler vardır ki zaman içerisinde söyleyeni değişir ama fikir değişmez. İşte bu fikrin korunduğu ama söyleyenin değiştiği durumda fikir yeni bir isim kazanmış olur. Zamanın yıpratıcı etkisinde dimdik durabilmek için yeni bir kişinin dilinde olması gerekir. Bu aşamada fikirlere isimi insanlar uydurmazlar, fikirler kendi isimlerini kendileri seçerler çünkü kendilerini telaffuz eden kişilerin isimlerini alırlar. Zaman geçtikçe kaybolması istenmeyen fikirleri ve sistemleri korumanın en kolay yolu onların isimlerini değiştirip sanki yeni birer sistemmiş gibi göstermektir. Bu yolla hem istemediğimiz değişikliklere gitmek zorunda kalmayız hem de sistemlerimizde ya da fikirlerimizde değişikliğe gitmemizi isteyen kesimleri mutlu edebiliriz. Bunun için tek yapmamız gereken kâğıdı kalemi elimize alıp bir isim uydurmaktır. Renkler Var Çantamda Sevda Sözleri kimi zaman mutluluktu benim için kimi zaman hüzün. Bu öyle bir duygu ki okurken yüzümdeki tebessüme şaşırır insanlar. Hiçbir acı yokmuş da kelimeler varmış, ruhumu okşamış, çünkü “Cemal Süreya” hiçbir zaman yumruk atmamış kibar insan! Hep okşamış dünyayı, onla sevişmiş. Çektiği acılarla dörtnala sevişmiş, geceleri zenginlik olarak görmüştür. Bu şiirleri ondan başka kimse yazamaz. Kafayı çektiğinde, duyguları insana bürüyor ve onların yaşayışlarını izliyor. Sevda Sözleri’nin her bir şiirine, yeni bir duyguyu içine koyup kapatmış. Şiirin içine en çok aşkı, korkuyu, hüznü, özlemi, merakı, tutkuyu, sevgiyi ve mutluluğu koymuş. Onları okurken heyecanla başlarsın, sana bir şeyler söyler, mantıklı veya mantıksız ne önemi var ki. Seni elbet mutlu edecek ve dünyanda dolaşmaya başlayacak kelimeleri. Seviyorsan âşık ediyor kendine. Kadını anlamak için onun şiirleri okunmalıdır bence, özellikle Üvercinka şiiri kadın gibidir. Ona istediğin yerden başlayabilirsin, başından, ortasından, sonundan. Bu ondan alacağın zevki değiştirir, çünkü bir kadının hayatına ne zaman girdiğin, ondan aldığın zevki değiştirir. Bu şiir de kadın gibidir her anından ayrı zevk alırsın. Bütün çiçekleri koklayıp, gül kokusunu bulmaya çalışmaya benzer onun şiirleri. Eğer yalnızken bu şiiri okur ve ona sarılırsan, kitaptan çıkan kelimelerin seni okşadığını hissedersin her yerinde, işte o evlendiğin kadındır artık. Bir de hüzünler var ki bu şiirde, yalnızken okursan bazı kelimeler kitaptan çıkıp, keskin bir hançer gibi göğsüne saplanır, hareket edemezsin, donar kalırsın. İşte o da âşık olduğun kadın… Göçebe şiirinde anlattığı gibi yalnızlık onun en yakın arkadaşıdır. Benimde öyle, yalnızlığın taştan bir ağzı var, konuşamıyor ama öpebiliyor insanı. Yalnızlığım, beni her yaşadığım şehirde takip etti bundan dolayı onu anlamak benim için zor olmadı. Hayata aslında onun gibi bakmışım yıllarca, renkler var çantamda, biraz da ağlayan kadınlar var ceplerimde. Bendenler ve yüzler çok önemliydi bizim için, renkli gözler, yumuşak yanaklar, en canlı saçlar ve en önemlisi öpülesi dudaklar… Bu şiiri okumak yetmez, beraber yatacaksın. O sayfaların hepsi ayrı bir el. Yalnızlığının en büyük kurtarıcısı olacak onlar, tabi bizim gibi göçebe insanlar için ise sıcak bir çadır. Seni sarıp sarılır, tutkusuyla ısıtır. Bilgi ve birikimiyle cümleleri harmanlar ve soyarak koyar önüne hatta bazısını fazla bile soyar ama yıllar geçse de taze kalır onlar. Hiç yatağının yanından ayıramazsın onu, ayırsan bile kaybedeceğin duygular gelir aklına ve pişman olursun. Göçebe’yi okuyan insan artık aynı insan değildir. Aşk acısını ve aşkı en iyi o tarif eder. Cemal Süreya’nın bu şiirinin bu kadar güzel olması da mizah anlayışıyla zekâsını çok iyi kullanmasından kaynaklanır. Çoğu şair betimler ama Cemal Süreya betimledikten sonra onları canlandırır, anılarını bir filme dönüştürür. Güzelleme şiiri bunun bir kanıtıdır. Hareketsiz mısralar yoktur onda. Ellerini kullanır kelimeleri hareket ettirmek için, bu şiiri ellerini yormuş olmalı. Özgürlük onun işidir, mısralara sığmaz bazen uzattıkça uzatır ama sen de istersin o şiirin bitmemesini. Özgürlüğü özgünlüğüyle çok güzel yorumlamıştır şiirinde. Aynı zamanda da umursamaz bir insandır Cemal Süreya, ne zengin olmak istemiştir ne de dava peşinde koşmuştur. Yoksulluğu umursamamıştır hiçbir zaman, açlık onun için önemli değildi ama yaşlandıkça umursadı dünyayı. Şiirlerindeki mizahı da yaşıyla paralel oldu, bunun da en büyük kanıtı Hükümet şiiridir. İlk yazdığı eserlerde, kendi tarzını çok güzel şekilde anlatırken, son yazdığı eserlerde aynı özgünlük bulunmamaktadır, gözünü zamanla memleketine çevirmiştir. Yusuf KAYA Türkçe 101 KAYITSIZ KALMA! “Açlık Oyunları” isimli filmi çoğumuz izlemiştir sanırım. Filmde, bir grup insan hayatları için bir yarışmada mücadele verirken diğerleri bununla duyarsızca eğleniyor. Duyarsızlık dediğimiz kavram; bir bireyin, yakın çevresinin veya toplumun fiziksel, duygusal ya da sosyal ihtiyaçlarına kayıtsız kalmasıdır. Bence bu kavram, insanlığın sonunu getirebilecek bir etkiye sahip. Son yıllarda yaşananlara bakıyorum. Küresel ısınma gibi bir illet hüküm sürerken ağaçlandırmayı arttırmak yerine olan ağaçları da inşaat için, ya da yol yapımı ve rant için, kesiyorlar. Burada ilkokullarda verilen ağaç sevgisinden bahsedecek değilim ancak kurşun kalem ya da kâğıttan tutun da alyuvarlarımızın taşıdığı oksijeni bile ağaçlara borçlu olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Hâl böyleyken çok değerli aydınlarımızın, yani bilinçli saydığımız bu insanların, ormanlarımızı böylesine katletmelerine hiçbir anlam veremiyorum. Daha da kötüsü, nükleer santraller! Yapay enerji kaynağı olarak görülen bu santrallerin çevreye verdiği zarar saymakla bitmiyor. Buralardan çıkan radyoaktif atıkların çevreye rüzgâr ve yağmur yardımıyla yayılması, dolayısıyla da bitki örtüsü ve sulara karışan zararlı maddelerin insan vücuduna girmesi kaçınılmaz bir hâl alıyor. Bu zararlı maddeler insanlarda kansere, çocuklarda büyüme geriliğine ve genetik bozukluklara neden oluyor. Şimdi soruyorum size; bu, kaş yaparken göz çıkarmak değil de nedir? Ha, nükleer santrallerden bahsederken aklıma çevremizi bozan, bizim de duyarsız kaldığımız bir diğer faktör geldi: Sanayi atıkları. Bu güzelim(!) atıklarımız sayesinde toprağa sızan asitli sular, bitki kökleri ve hayvansal toprak canlılarına zarar veriyor ve böylece toprağın dengesi bozuluyor. Sonrasında da o topraklardan elde edilen bitkisel besin maddelerini yiyen biz insanlar ve hayvanlarda çeşitli hastalıklar görülüyor. Bazen, çevreye bu denli zarar verip de bunu hiç umursamayan insanoğluna “Kendi sonunuzu kendiniz hazırlıyorsunuz!” diye haykırasım geliyor. Neden mi? Hatırlayın kuş gribini… Bu hastalık ortaya çıktıktan sonra neredeyse bütün tavuklar katledildi. Ardından meydanı boş bulan keneler sayesinde Kırım-Kongo kanamalı ateşi ile tanıştık ve birçok insanımız bu hastalıktan ötürü can verdi. Tavuklara yapılan katliamın yanında sokak hayvanlarına, özellikle kedilere, yapılan eziyetleri de göz ardı etmemek lazım… Can dostumuz olarak bildiğimiz kedi ve köpekler artık duyarsız, cani ve kötü ruhlu insanların elinde. Örneğin Eskişehir’deki bir zalimin, kedisine yaptığı vahşice davranış yetmezmiş gibi bir de bunu videoya çekip sanal ortama vermesi… Tüm bunları düşündükçe tüylerim ürperiyor. Unutmayalım ki bugün kedi kesen, yarın seni keser! Böyle iç karartıcı konudan çıkıp göreceli olarak daha masum duyarsızlıklara değinmek istiyorum: İnsan ilişkileri. Günümüzde; belki mevcut teknoloji yüzünden, belki de hayat standartlarının düşmesi nedeniyle insanların yaşadığı duygulanım bozukluklarından kaynaklanan bir iletişimsizlik söz konusu. Tüm bu nedenlerle, insan ilişkilerinde belirgin bir zayıflama gözlemliyoruz. Basit bir örnek vermek gerekirse, elli yıl önceki komşuluk ilişkileri bile şu anda yok. Şöyle ki o zamanlar, her şey yardımlaşmayla yapılırken şimdi, komşular birbirlerine selam vermekten bile âciz. Bu kişi karşı komşunuz olsa bile! Herkeste bir hayat kavgası, birbirini umursamama, yaşam mücadelesi… Su akar yolunu bulur hesabı kimse kimseyi umursamıyor. Yüz yıl önce; dünyanın ve çevrenin bu şekilde olacağını, insanların kendilerine ve etraflarına bu denli duyarsızlaşacağını söyleseler dedelerimiz buna gülerdi. Maalesef, durum bu. Korkarım ki böyle giderse her şey daha da kötü olacak. Yüz yıl sonra; ortada ne yenebilecek bir besin, ne içilebilecek bir su ne de paylaşılabilecek dostluklar kalacak. Tüm bunların tamamen benim kurgum ve vesveselerim olması dileğiyle… REDDEDİLMENİN DAYANILMAZ CAZİBESİ Bazı anlar vardır. Durur, durur, durur… Sonra çat diye içinize dokunur. Hatta öyle bir dokunur ki o anı gözünüzün önünde tekrar tekrar canlandırdıkça her seferinde aynı yoğunlukta içinize yayılan bir sıcaklık hissedersiniz, dikenlenir ve uzun uzun düşünmeye başlarsınız. Bu can alıcı aşamaları Yevgeni Onyegin balesinde, Tatyana’nın çektiği rest ve müziğin yükselen sesiyle aniden kapanan perdeler sayesinde hissetme fırsatı buldum. İşte o zaman tüm hikayenin parçaları birleşerek kafamda bazı sorular bırakmış oldu. Tek bir olay nasıl olur da herkesin hayatını bir çırpıda değiştirebilir? Tatyana gibi masum, kendini roman karakterlerinin yerine koyan, onlar gibi davranan, gerçek dünya ile arasına ince bir perde çekmiş insanların ihtiyacı olan tek şeyin perdeyi kaldırabilecek, küstah bir Onyegin olduğunu fark ettim. Reddedilme duygusu üzerimizde öyle bir bıkkınlık yaratıyor ki hemen bir kaçış yolu aramaya başlıyoruz . Böylece perdenin yarattığı karanlık görünüm yerini açıkça belli eden fırsatlar silsilesine bırakıyor. Onyegin, Tatyana’nın aşk mektubunu reddedince birden hayal dünyası gerçek dünyaya dönüşüyor. Tabii ki bu olumsuz gibi görünen olumlu dönüşüm yine “kahramanımız” olan küstah Onyegin sayesinde gerçekleşiyor. BIr anda hissedilen yoğun bunalımın ayaklarımızı yere daha da kenetlediği ve bizi güçlü kıldığı düsüncesini kafamda bir kez daha pekiştirmiş oluyorum ve aklıma aniden tek bir kelime geliyor: Neden? Küçüklüğümüzden beri değer verilerek büyütülüyoruz. Canım kızım, biricik kızım gibi cümleler arasında geçiyor çocukluğumuz. Hep en çok değer verilen, en çok gözler önünde olan biziz. Kendi hayal dünyamızı yaratmış hatta yan karakterlerini bile koymuşuz içine. Reddedilme hissi bir yana o kadar çok değer verilmiş ki bizlere bir kere reddedilince yıkılıyoruz. Her şey üstümüze üstümüze gelirken rededilmenin verdiği iç burukluğuyla küçülüyoruz. Ortadan kaybolmak, gözler önünden uzaklaşmak istiyoruz. Oysaki hayal dünyamızla gerçek dünya arasındaki perdeyi bir kaldırabilsek tüm hayal dünyamız gerçeğe dönüşecek. Bize değer veren insanlarla birlikte olma fırsatı sunacağız birbirimize. Bizi yetersiz ama kendilerini çok büyük gören Onyeginleri de kendi dünyamızın sıradan bir karakteri haline getiriyor olacağız. Tatyana’nın reddedildikten sonra evlenmesi ve mutlu bir hayat sürmesi bir yandan da Yevgeni’ye olan sevgisini git gide azaltarak sürdürmesi, en sonunda da Yevgeni’yi reddetmesi, kendi perdesini nasıl da yavaş yavaş kaldırdığının bir göstergesi aslında. Yevgenin’nin aşk mektubunu suratında yırttığı sahne tüylerimi diken diken ederek kafamda şimşekler çakmasına neden oluyor. Reddedilen birinin daha sonrasında aynı kişiyi reddedişinden midir yoksa bunu yapma şeklinden midir bilmiyorum. Ana karakterin aslında Tatyana olduğunu fark ediyorum. Asıl perdeyi çekenin de kendimiz olduğunu… Hani derler ya kaçan kovalanır. Bence kaçtığından değil aksine kaçmadığı için hatta kendi dünyasını gerçek dünyayla birleştirdiği ve orda ana karakter olduğu için kovalandı. Yani daha da göz önünde olup, kişiliğini insanlara göstermeye başladığı için... Reddedilince yıkılmak ve kendini küçük görmek yerine reddedilmeyi reddettiğinden kovalandı. Hayatı boyunca ilgi görmüş olan Yevgeni de birden reddedilince afalladı. Çünkü kendine hayali bir dünya yaratmamıştı hep gerçek dünyasının ana karakteriydi. Hep burnu havada hep kendini beğenmişti. Vazgeçilmez olduğunu zannettiğindendir belki birden hayal kırıklığına uğraması. Bu kadar burnu havadayken birden düşüşe geçmesi… Fark ettim ki başından sonuna kadar iki karakter de reddedilmenin etkisiyle çok değişti. Tatyana yeni bir hayat kurarak reddedilmenin dayanılmaz cazibesıyle tanıştı, Onyegin ise olan hayatını mahvettiğini anladı. Kaynakça: Pyotr Ilyiç Çaykovskky, Yevgeni Onyegin, ADOP,2016 YAZ ERTÜRK 21602316 Algı Sağlam Kimlikler ve Şehirler “Şehirli” insanın derdi, öyle bir başkasınınkine benzemiyor. Daha yumurtanın kabuğunu birkaç gaga darbesiyle yeni çatlatarak çıkmış bir civciv yavrusu kadarken başlıyor dertler, ki sorulduğunda da cevaben tüm emek bundan bir nebze olsun uzak durabilmek umuduyla veriliyor. Uykusunun en tatlı yerinden uyandırılarak aralanan gözler, aileleri tarafından verildikleri “anaokullarında” geçirmeye mecbur kalıyor saatlerini, günlerini. Hem öyle anaokulu deyip de geçmemek gerek; bir ömür boyu seni başkasından öne taşıyacağı iddia edilen isimlerle, etiketlerle tanışmak da ilk bu yaş aralığında nasip oluyor. Ne alınmadık piyano dersi kalıyor ne öğrenilmedik yabancı dil ne de yapılmadık spor. Sonrası… Sonrası malum. Beton yığınları arasında aşı vurulurken elinden tuttuğun, çikolatanı bölüştüğün, kar topu oynamaya çıktığın, düşüp yaralandığın ve bunun benzeri onlarcasını birlikte biriktirdiğin tüm insanlara ve anılarına bir sünger çekerek yalnızca ama yalnızca “rakiplerin” oldukları gerçeğinle yüzleşmen kalıyor payına. Hem de tüm bunların yalnızca o beton yığınlarının biraz daha üst katlarından aşağılara bakabilesin diye yapıldığı gerçeği en yalın haliyle senin karşında duruyorken. Kendi yarattığı beton yığınlarının arasında benliğini zaten yeterince yitirmişken yakalayabildiği ufak kaçışları da gene kendi elinin tersiyle itmek olsa olsa “şehirli” insana nasip olurdu zaten. Şehirli insanın dertleri bir yana dursun, bu dertlerden uzaklaşmak için her fırsatta baş vurduğu yollarsa bir ömür boyu “öyle olmaktan” kaçtığı şeyler oluveriyor bu memlekette. Haftasonları geleneksel köy kahvaltıları ediliyor, kafa dinlemeye şehir dışına çıkılıyor, hobi bahçeleriyle uğraşılıyor, şehrin tüm negatifliği gitsin diye yalın ayak toprağa basılıyor. Pek tabii davulun sesi ancak uzaktan hoş geliyor, kendisini yüzeysel ve “sınıfsal” temaslarla sınırlandırıveriyor. Sınırın biraz olsun dışına çıkmaya teşebbüs edebilen türlü yaftalamalarla karşılaşıyor ancak karşılığında gördükleri, tattıkları, hissettikleri, deneyimledikleri bir ömür boyu insanın dimağından gitmeyebiliyor. Sonrasıysa yerini keşkeye bırakıyor; keşke tüm güzelliklerin bedeli bu kadar ucuz olsa, tüm güzelliklerin bedeli de kayıp değil kazanç olsa diye kısık bir sesle dillendiriveriyor insan. O zaman bahçemiz hiç solmayacak çiçeklerle dolar; güz olsun, kış olsun bir yanımız bahar bahçe olurdu daima. İşte böyle bir bedel ödemeyi göze alabildiğim, kendimden de o güne kadar tekerleği kırık bir bavul gibi sürükleye sürükleye peşimden getirdiklerimden de kaçmaya son verdiğim bir anda koyuldum Mardin yoluna. O güne kadar Murathan Mungan’ın bahsini ettiği o kasırlara, o avlulara ev sahipliği yapan o şehir; artık sayfalardan hem daha yakın, bir o kadar da uzaktı benim için. Yakındı çünkü yanı başımdaydı, uzaktı çünkü portmantoya çıkarıp astığımı düşündüğüm “şehirliliğim” peşimi bırakmıyordu. Yüzümden, ellerimden, tenimden, sesimden, konuşmamdan peşimi bırakmayan bir yabancılık geliyordu. Oysaki yakılan bir ağıt onu işitir işitmez kulaklarımdan burnumun direğine saplanıyor, gözümden damla damla yaşlarla kendini bırakıyordu. El salladığım çocuklar beni bir yerlerden tanıyor, selamımı karşılıksız bırakmayıp gülümseyen kadınlar hiç de “yabancı” olduğumu düşünmüyor, düşündürtmüyordu. Taş avlular, duvarlar şehirdekilerin askine içlerinde barınan insanların ne anılarına ne de varlıklarına ihanet etmiyor, hayat sanki orada daha yalansız yaşanıyordu. Mahallede çocukların oynadıkları topu hiçbirisi eve götürmüyor, o top hem kimsenin hem de herkesin olarak kalabiliyordu. Ardımda kalansa yalansız insanların hayatlarına karşı koca duvarlar arasında ellerimizde tuttuğumuz sentetik hayatlarımız, plastik çiçeklerimiz ve böceklerimiz oluyordu. Alberto Manguel’in Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir’i bu memlekete dair kimliklerimizin, sıfatlarımızın, apoletlerimizin, etiketlerimizin peşine düşerek unutmaya yüz tuttuğumuz ne kadar sahici his varsa tekrardan farkına varabilmemiz için iki avucumuzun arasına sığdırabileceği kadar şansı bahşediyor bizlere. Tüm bu koşuşturmamızın içinde portmantoya asmaya cesaret edeceğimiz sıfatlarımız ve tekrardan hatırlayacağımız şehirler, aslında bizlerde var olan derin izleri beklenmedik bir biçimde açığa çıkarmaya yeltenebiliyor. Belki de en güzel ifadesiyle, Tanpınar’ın Gesi Bağları için söylediği deyişle, “Vakitsiz yutulan bir avuç zehire beziyor.”. Kaynakça -Manguel, Alberto. Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir. Çev. Kutlukhan Kutlu, Sevin Okyay. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016. Mehmet Selim AHİ BEN’ İM RESMİM Resim sanatı tüm sanatların arasında icrası belki de en zor olanı. Yapım aşamasındaki bu güçlüğe ek olarak bu sanatı takip etmek isteyenler için bir ön hazırlık ve entelektüelitenin şart olduğu bir gerçek. Bir yağlı boya tablosu, karakalem çalışması - keşke listeyi uzatabilecek derecede bu konuda bir bilgim olsaydı – gibi çalışmalar ile karşılaşınca onlara nasıl bir tepki vereceğimiz bu sanatla ilgili birikimimize bağlı. Ancak bir roman, şiir, müzik, tiyatro, sinema vb gibi sanat dallarını düşündüğümüzde tüm bunları anlamlandırabilmek resimle karşılaştırınca gayet kolay gözüküyor. Üslupları ve içerikleri günlük hayatla kolay ilişkilendirilebildikleri için ne anlattıkları konusunda bir çıkarımda bulunabilmek mümkün. Yine de öyle resimler var ki resim sanatına ne kadar uzak olursak olalım - sanatın o kendine has gücünden olacak - onları göz ucuyla bile görece olursak önce gözlerimizi alamıyor adeta çarpılmışa dönüyor sonrasında ise esiri oluyoruz. Casper David Friedrich imzalı bu resim kesinlikle bu kategori içinde. Benim bu resimle karşılaşmam bir sergide veya harhangi bir sanatsal etkinlikte de değildi üstelik. Bu resim, kendisinden dolayı aldığım bir kitabın kapağındaydı. O kitabı okuyup bitirdim ama kitaptan aldığım zevk bu kitabın kapağındaki resme bakmaktan aldığım zevk karşısında oldukça sönük kaldı. Bu durumun sebebini şöyle açıklayabilirim: Bu resim beni ve benimle ilgili her şeyi yansıtıyordu. Bu resimle karşılaşana dek zihnimde hayattaki hedeflerimle olmak istediğim kişiyle ilgili belli belirsiz bir resim vardı. Daha da ötesi hayatı nasıl algılıyordum; topluma, doğaya, maddeye, akla gelebilecek her şeye nasıl bir yaklaşım içindeydim... Tüm bu sorulara ilişkin kendime bile doğru dürüst bir cevap veremezken birden bu resim tüm ayrıntılarıyla ruhumun en ince kıvrımlarına kadar beni bana anlattı. Peki, bu nasıl oldu? Şöyle: Bir insanın hayatı boyunca cevabını aradığı sorulara yanıt verecek bir bilgeyi bulup hayatını onun söyleyeceklerine göre ayarlaması gibi ben de bu resimdeki kişiden ve onun resimle büyüleyici derecede bütünleşmesinden elimde olmadan etkilenip ‘’Onun hayatı benim hayatımdır, değilse de öyle olmalıdır.’’ dedim. Ardından kandi hayat hikayemi onun sahip olduğuna inandığım hikayesiyle karşılaştırınca ne kadar benzer olduğumuzu fark ettim. Ve resimdeki kişi ben olmuştu, ben ise resimdeki kişi olmuştum artık. Ben bu yeni hâlimle tam olarak nasıl biriyim? Anlatayım: Varlıklıyım. Sahip olduklarımı ya kendi emeğimle ya miras yoluyla elde etmişim. Bundan dolayı kimsenin sahip olduklarım dolayısıyla beni yargılamaya hakkı yok. Baştan aşagı gerçeğim. Hiçbir şeyi sırf yapmış olmak için yapmam. Yalan benim hayatımın kıyısına bile yaklaşamaz. Çevremin dayatmalarıyla hareket edecek bir insan değilim. Zekiyim. Soyut düşünceler arasında sağlam bağlantılar kurabiliyorum. Herhangi bir meselede kimsenin göremediği noktaları görebildiğim için içinde bulunduğum bir toplulukta hemen sivrilebiliyorum. Yakışıklıyım. Başta yüz hatlarım olmak üzere bedenim baştan aşağı adeta orantının vücut bulmuş hali. Giydiğim her şeyle dikkatleri nasıl da üzerime çekiyorum. Ahlaklıyım. İnsanı insan yapan temel vasfın etik olduğunu biliyorum. Hiçbir şartta değerlerimden taviz vermeyeceğimin bilincindeyim. Bu özelliğimle gurur duyuyor ve kimse bana bu yönden eşit olamayacağını düşündüğüm için herkesi gizliden gizliye küçük görüyorum.Dünyeviyim. Hayatı ve içindekileri her şeyiyle seviyorum. Nefes alamamak kadar korkutucu bir şey düşünemiyorum. En azından işleyişi konusunda şöyle veya böyle bir bilgiye sahip olduğum bir dünyada yaşadığımın ve buradaki misafirliğimi elimden geldiğince uzatmam gerektiğinin farkındayım. Ama en önemlisi düşünceliyim. Daha doğrusu düşünmeden edemiyorum. Nasıl edebilirim ki zaten? Her şeyin özüne ve en doğrusuna ulaşmaya çalışıyorum umutsuzca doğrunun ve özün ne demek olduğundan da tam emin olmadan. Bu yöndeki tüm sonuçsuz çabalarım ise farkında olduğum tüm bu olumlu özelliklerimi gözardı etmeme yol açarak beni büsbütün huzursuz ediyor. Ama huzursuzluğumun sebebinin bu olduğundan da tam emin değilim. Belki de huzursuzluğum başta kendim olmak üzere hiçbir şeyin beni tatmin etmemesindendir. Her şeyde kendisini bir kalemde sildirebilecek bir yanlış görmemdendir. Belki de içinde bulunduğum anın bir türlü gereğini yapmamamdandır. Geçmişi delicesine özlüyorum. Geçmişteki her şey gözüme o kadar masum, temiz, ve yüce görünüyor ki. Gerçekten öyle olsalar bile geçmişe dönmeye çalışmanın kendimi tüketmek olduğunu kabul edemiyorum. Geleceğe bir an önce varmak istiyorum onda her şeyin istedğim gibi olacağını, şartların hiç değişmeyeceğini varsayarak. Böylelikle zamanımı yokluğa mahkum ediyorum. Belki de ölüm korkusundan. Evet evet, tüm bu huzursuzluğum ölüm korkusundan. Sevdiğim, sevmediğim her şey; algılarım, duyularım yok olacak. Yok olduklarının farkına varamayacağım bile. Bir daha var olma şansının verilip verilmeyeceğinden asla emin olamayacağım bir âleme göç edeceğim. Ölümün beni her an kıskıvrak yakalayabileceğini bildiğimden belki de ne hiçbir şeye önem veriyorum ne de bir şey beni mutlu ediyor. Peki bu yaşarken ölmek değil de nedir? Hayatım daha ne kadar böyle devam edecek? Bu yaptığım insanın yüceliğine, hayatın değerine aykırı değil mi? Hem ölüm hayatın sonu değil bir parçasıdır diyen, ölümden korkan zavallıların hayatta kalmak için kendilerini mide bulandıracak kadar ne kadar da küçük düşürdüklerinin bin bir örneğine hayatı boyunca tanık olan ben değil miydim? Haydi bakalım! Yücelerden yüce Alplerin tepesinde yücelerden yüce bir ben. Ve bıraktım kendimi aşağılara. Hayatttaki her şeyin zıttıyım artık. Her türlü düşünceden, duyudan, bilgiden, histen, vasıftan, ahlaktan, zekadan, dünyevilikten... arınmış vaziyettetim. Hiç olmadığım kadar huzurluyum. Kaynakça: Friedrich, Caspar David. Der Wanderer über dem Nebelmeer. 1818.Yağlı Boya. Kuntshalle, Hamburg. NORMALLİĞİN ANORMALLİĞİ Normal olmak nedir? Kime ve neye göre normal olunur? Toplumun normlarına en iyi sağlayan mı en normaldir, yoksa kendi insanlığını henüz kaybetmemiş olan mı? Bu soruların hepsi Meursault’ un hayatının son anlarına tanıklık ederken ki düşüncelerim. Toplumun insanı duygularına göre değil de belli kalıplara göre hareket etmeye yönlendirmesinin yine toplum tarafından garip karşılanması durumu Meursault’un ki. Duygular ve mantık arasında sıkışıp kalırız çoğu zaman. Örneğin, çok fakir bir çocuğun ailesindeki hasta biri için ilaç çaldığını düşünelim. Yasalara göre bu bir suç ve cezalandırılmalı. Duyguları olan (şu anda garip olarak nitelendirilen) insanlar içinse çocuğun hiçbir suçu yok, bilakis çocuk haklı. Ama çocuk ailesine olan sevgisinin ve yardım etmek istemesinin kurbanı. Şimdi bir de Meusault’u değerlendirelim. Nedensiz yere bir adamı öldürmesiyle hapse giren Meursault, mahkemede annesinin cenazesinde gösterdiği duygusuzluk ve işlediği suçtan hiçbir pişmanlık duymamasından dolayı idama mahkûm edilir. Yargıçlara göre o en kötü ve affedilmez bir suç işlemiştir. Ölüme bile bu kadar umursamaz tavır takınan bir adam nasıl olur da karşılarında durabilir. İki kişiyi karşılaştırdığımızda hangisi masum? İdeal bir insan olarak düşünülen duygusuz adam mı daha kötü, yoksa tamamen duygularıyla hareket eden mi? İşte bu ikileme dikkat çekmek için yazmış Albert Camus Yabancı romanını. Toplum insanı makineleştirmeye, sorgulamayan, hissetmeyen ve boyun eğen tek tip robotlara çevirmeye çalışıyor. Bu toplumun ne olduğu da ayrı bir konu. Bizimde bugün bu kitaptaki karakter olduğumuz bir gerçek. Bizi yargıçlar yargılamıyor davranışlarımızdan dolayı ama bugün bu dünyada o kadar çok acı yaşanıyor ki, bazılarımız farkındayız ama umursamıyoruz, bazılarımız bu sorunun bir parçası olmamak için olaylarla ilgilenmiyor bile. Onlarca insan açlıktan ölüyor, doğa katlediliyor. Hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz. Yani bir problemin ucu bize dokunmuyorsa yaşamaya devam ediyoruz. İşin ilginç tarafı Meursault ölüm cezasına çarptırıldıktan sonra düşünmeye ve bir şeyler hissetmeye başlıyor. Korkuyor. Oradan çıkamamaktan ya da bir anda onu hücresinden alıp götürmelerinden korkuyor. Gökyüzüne bakıyor. Dışarıda yaşayabileceği hayatı hayal ediyor. Hapishanenin papazıyla görüşmek istemiyor. Çünkü o hiçbir şeye inanmıyor. Umudu yok. Umut etmekten korkuyor. Toplumun yarattığı robotu terk etmekten yani insan olmaktan, pişman olmaktan yani belki kendi kendinin canını yakmaktan korkuyor düşüncelere ve duygularıyla. Umut etmeyen, düşünmeyen, sadece çalışan, yemek yiyen, duygusuz bireyler. Peki, neden bu görevleri yerine getiren insanlar yine de toplum tarafından kötü görülüyor. Hâlbuki onlar sadece normal olmaya çalışıyorlar. Ve kitapta “normal” olmayanın en uç noktası anlatılmış. Bir köpek ve bir adam. Adı Salamona. Köpeğiyle beraber yaşıyor ve sürekli bağırıyor, ona hakaretler ediyor; yani dışardan bakılınca çok memnuniyetsiz bir hayat yaşıyor. Köpeğin tüyleri dökülmüş yani hasta. Ben bunları okurken köpeğe çok acıdım. Bir gün adam köpeğini yürüyüşe çıkartıyor ve onu elinden kaçırıyor. Meursault’ tan köpeğini bulmasına yardımcı olmasını istiyor ve tüm bu okuması ıstırap dolu olaylar o zaman açıklığa kavuşuyor. Adam köpeğini karısı ölünce almış. Eskiden çok güzel bir köpekmiş ama hastalandıktan, bütün tüyleri döküldükten ve yaşlandıktan sonra aynı bir insan gibi aksi ve huysuz birine dönüşmüş. Köpek adamla sürekli kavga ediyormuş aynı karı koca gibi. Salamona karısının yerine aldığı küçük köpeği koymuş ona bebekler gibi bakmış, hastalandığında derisine merhemler sürmüş. İnsanların sevgiye ne kadar aç olduklarının bir göstergesi. Biri annesinin ölümünü umursamazken diğeri karısını yerini doldurmak için tüm hayatını değiştiriyor. Birbirlerine yabancı olan bu insanları sadece bir kapı ayırıyor. İşte toplumun bize yaptığı bu. İrem Beşe Berk GÜNEY 21601953 KENDİME KURALLAR İstanbul, Tokyo, New York... İnsanın kendini eğlencede, yemekte, sokaklarda kaybettiği şehirler... O büyük gökdelenlerin yarattığı modern hava, billboardlardaki reklamların burnumuza getirdiği o müthiş kapitalizm kokusu, her yerdeki kocaman beton yığınları harika değil mi? Elektriğimizi alacak bir yeşilin olmaması, Tuavi'nin deyimiyle "küçük kutularımız" içine sıkışıp kalmamız muhteşem bir şey! Vücudumuzu güneşin o tatlı sıcaklığından, rüzgârın o tatlı esintisinden koruyan kıyafetlerimiz iyi ki varlar değil mi? Ayakkabıları unutmamak lazım. Gittiğimiz yolu hissetmek ne mümkün. Boş ver kapalı kalsın ayaklarımız orada, toprağı hissetmeye ne hacet! Göğü delen adam, yani Papalagi olmak resmen özgürlük değil mi? Erich Scheurmann Göğü Delen Adam eserinde alışılmış acılarımızı Tuavi'nin ağzından aktarıyor. Tuavi bir yerli ve ne ayakkabısı var ne de kemeri. Yaşadığı yer güneşin açısına göre konumlandırılmış ama ne yazık ki yüzlerce katı dakikalar içinde çıkacak bir asansörü yok; çünkü evi yüzlerce kattan değil birkaç hasırdan ve ipten oluşuyor. Ne kadar da korkunç! Alışılmış acılarımız diyorum çünkü bu kitabı okuyunca insanoğlunun kendini nasıl kısıtlayıp aslında yaşıyorum sandığı dünyada nasıl yaşamadığını anladım. Her şeyi en basit, en sade ve en kullanışlı haliyle sürdüren bir yerli kabile üyesi sayesinde bizim nasıl modernleşme adı altında kalabalıklaşıp, karışıklaşıp, her şeyi zorlaştırmaya uğraştığımızı fark ettim. Buna nasıl alıştığımızı, elimizdeki güzelim kaynakları nasıl doğru şekilde kullanmadığımızı düşündüm. Vardığım sonuç tüm bu acılardan da beter bir acı, kendisinin kölesi olan bireylere dönüştüğümüz oldu. İnsanoğlu bin bir zorluk içinde yaşadığını her gün defalarca tekrar ediyor. İş, ev, çocuklar, ihtiyaçlar... Dillere pelesenk olmuş bir sürü sorumluluk, bir sürü dert... Bunları söylemekle kalıyor ve üzerine hiç kafa yormuyoruz. Oysa sorunun temeline baktığımızda kendi koyduğumuz kuralları görüyoruz: Gökdelenlerde yaşa, güzel ayakkabılar giy, pahalı parfümler sık vb. Bunlar yıllar önce atalarımızın bir anda karar verip kendini kısıtlamaya dair duyduğu arzuyla ortaya çıkardığı şeyler değil. Bunlar tamamen zaman içinde hiç sorgulamayan, Berk GÜNEY 21601953 globalleşme, gelişme, güzelleşme gibi kelimelerle kendini kandıran bizlerin suçu. Neden doğayı, vücudumuzu olağanca saflığıyla kullanmadığımızı hiç merak etmedik. Herkes Mersin'e giderken tersine gitme cesaretini gösteremedik. Üstelik elimizde bu sıkı giysilerin, pabuçların, hava almayan odaların sağlığımıza zararlı olduğunu gösteren belgeler de vardı, dinlemedik. Oysa belki ilkel, basit, cahil diye nitelendireceğimiz Tuavi bunları hiçbir doktorun, profesörün ya da araştırmacının belgelerine gerek duymadan anlamıştı. Bu yüzden de belki sağlığa en zararlı olan ama sırf toplumsal gerekliliklerimizden biri diye giymeden sokağa çıkmanın büyük bir sorun olarak görüldüğü sütyeni "Memeleri, onları sanki cendereye almış gibi sıkan bir kılıf yüzünden sönükleşmiş ve artık süt veremez hale gelmiştir." diyerek anlatmıştır. Yaptıklarımızın, giydiklerimizin, yediklerimizin doğala bu kadar aykırı olmasını bu ve benzeri cümlelerle özetlemiştir. Kitabın her sayfasında doğaya ait olmama çabamızı gözlerimizin önüne sermiştir. Belki haberi yoktur ama bir noktada okuyanların kurtarıcısı olmuştur. Elbette ben de bu kitabı okuyana dek İstanbul'un kalabalıklığına, göremediğim yeşilliğine hayrandım. Beş çift ayakkabım varsa altıncı çifti almak için çaba harcamayı doğal karşılardım. Giydiklerime vücudumun alıştığına kendimi inandırmaya çalışırdım. Göğü Delen Adam'ı okuduktan sonra başımı kaldırdığımda bulutları ve güneşi görmemi engelleyen tüm binalardan tiksindim. Yalın ayak çimende, toprakta hatta bata çıka çamurda koşmanın hazzına eriştim. Bedenin çıplaklığının ruhun çıplaklığına giden yolda önemli bir adım olduğunu keşfettim. Zihin, bedenin acılarıyla uğraşırken nasıl özgür olabilirdi ki? Kendimize koyduğumuz kuralları bir bir kafamda yıkmaya başladım. Diyeceksiniz ki çıplak, ayakkabısız mı geziyorsun? Kitabı okumadan meselenin tam olarak bu olmadığını anlamak çok mümkün değil bence ama tabiî ki bu hataların oluşumu gibi sonlandırılması da zaman içinde olacak. Kurallara karşı gelmek önce kafada başlayacak sonra belki, umarım bir gün, uygulamaya dökülecek. Ayakkabısız gezmek bu pis sokaklarda mümkün olmasa da ayakkabısız gezmenin insanı nasıl rahatlattığını, nasıl iyi geldiğini bilmek ve bunu başkalarını aktarmak bence ilerisi için, çocuklar için büyük bir adım. Amaçlanan doğamızdan uzak değil aksine doğamıza dönmek olduğu için bu felsefeyi benimsemek de kolay olacaktır diye düşünüyorum. İnsanı kendiyle ilgili saflığa ve doğallığa yönlendiren, kendi taktığı zincirlerini kırması için bir aksiyonda bulunmasını sağlayan bu kitabı da herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Yine Tuavi'nin deyimiyle önce "üstümüzde taşıdığımız tüm yükler"i atarsak, sonra hep beraber çimlerde koşabiliriz. Kaynaklar: Scheurmann, Erich. Göğü Delen Adam(çev. Levent Tayla). İstanbul: Ayrıntı, 2016. Alp Argun 21400413 Elimden Tut Yoksa Düşeceğim yağmur kaçağı elimden tut yoksa düşeceğim yoksa bir bir yıldızlar düşecek eğer şairsem beni tanırsan yağmurdan korktuğumu bilirsen gözlerim aklına gelirse elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni Bir şairi tanımak için, şiir kitabı okumak yeterli değildir: Şairin yaşam felsefesini de anlamaya çalışmak gereklidir. Şiirler, mecazlarla ve imgelerle dolu olduğu için, şiirlerin anlamları açık uçludur ancak şairlerin anlatmak istediklerini anlayabilmek için onların şiirleriyle birlikte hayatları da incelenmelidir. Bu nedenle, en büyük şairlerimizden Attila İlhan’ın “yağmur kaçağı” adlı şiir kitabını okurken, onun hayatını da okuyup çektiği sıkıntıları, yaşadığı dönemi, hayat felsefesini de anlamaya çalıştım. Ayrıca, şairler, şiirlerinde yaşamdan beslenirler: Onlara ilham veren, olaylar, anılardır. Bunlar, onları, içindekileri dökmeye sürükler. Bu yüzden, Attila İlhan’ın hayatını, ilham kaynaklarını da anlamaya çalışarak okudum. Attila İlhan’ın şiirlerini yorumlamaya, yaşadığı dönemdeki siyasi baskıların onun üzerindeki etkisini anlamaya çalışmakla başladım. Aydın ve İzmirli bir ailenin çocuğu olan Attila İlhan, henüz on altı yaşında İzmir Lisesi’nde okurken, kız arkadaşına yazdığı bir mektup yüzünden okuldan atılmış ve Türkiye sınırları içinde eğitim hakkı engellenmiş. Bunun üzerine araştırma yaptığımda, o dönemde öğrencilerin yazdıkları mektupların, bir disiplin kurulu tarafından siyasi bir mesaj içerip içermediklerinin kontrol edildiğini öğrendim. Attila İlhan’ın mektubunun, yine o dönem yasaklı şairlerden Nazım Hikmet’in aşk temalı bir şiirinden küçük bir kesit içerdiği için böyle bir ceza almasını şaşkınlıkla karşıladım. Oysa kim bilebilirdi, bir dörtlük için eğitim hakkı elinden alınan o liseli gencin ileride “yağmur kaçağı”, “pia”, “belki gelmem gelemem”, “üçüncü şahsın şiiri” başta olmak üzere sayısız büyük şiire imza atacağını… Attila İlhan, her şeye rağmen sadece şiir yazmakla kalmamış; televizyon için “Kartallar Yüksek Uçar” ve “Yarın Artık Bugündür” gibi dizi senaryoları yazmış, “Kurtlar Sofrası” ve milliyetçi ve Atatürkçü kişiliğini gösteren “Gazi Paşa” gibi romanlar da yazmış. Dönemin siyasi baskılarına, eğitim hakkı elinden alınmasına rağmen Attila İlhan’ın bu kadar büyük bir edebî kişilik olması ise gerçekten etkileyici… Dönemin siyasi baskısı yüzünden Attila İlhan’ın birkaç kez tutuklanması, sürgüne gönderilmesinin Attila İlhan üzerinde yarattığı yakalanma korkusu, aşk temalı şiirlerinde bile kendini gösteriyor. Kitapla aynı adı taşıyan “yağmur kaçağı” adlı şiirinde, geceleri bir çarpıntı duyarsan telâş telâş yağmurdan kaçıyorum sarayburnu’ndan geçiyorum dizeleri, hayatı boyunca yaşadığı yakalanma korkusunu, sürekli bir kaçış içerisinde olduğunu gösteriyor. Her an kapısını bir polis çalacakmış gibi hissederken; elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni dizeleriyle de bütün bu korkularının içinde sevdiği kişinin desteğine ihtiyacı olduğu, aşka inancı olduğu gözüküyor. Ayrıca, 1950’lerde yazılan bu şiirin, zamanla ve mekânla sınırlı kalmayıp evrenselliğe ulaşması gerçekten inanılmaz… Şairler, genellikle yazdıkları “cinsellik” temalı şiirleri saklarken, Attila İlhan, bu kitabında cinsellik temasına da yer vermiş. Fransa’da yaşadığı yıllar boyunca oradaki kültürü de tanıyan Attila İlhan, ülkemizde bir tabu olan, ayıplanan, üzerinde konuşulmaktan kaçılan cinsellik temasına yer vererek, ülkemizdeki bu duruma dikkat çekiyor. Fransa’da erkeklerin ve kadınların rahatça aynı ortamlarda olabildiğini, erkek ve kadınların yakın olmasının normal bir şekilde karşılandığını gözlemleyen Attila İlhan, ülkemizde insanların cinselliklerini yaşayamadıklarını, “ibrahim’in yıldızı” adlı şiirinde eleştiriyor: ibrahim’in yıldızı ibrahim mağlup ağlıyor mağlup bir allahmış gibi inkâr edilmiş gibi kapkara kadınsızlığının ve zencefil bozkırın ortalık yerinde dörtlüğünde, cinselliğin bir ihtiyaç olduğunu, ancak erkeklerin ülkemizde bu ihtiyaçlarını karşılayamadıklarına dikkat çekiyor, bunun da eğitimle düzelebileceğine inanıyor. Attila İlhan, şu şekilde açıklıyor yazdığı bu şiiri: “besbelli çevremde gördüğüm gece fahişelerinin çağrışımıyla (Paris’te), vaktiyle konya’nın ılgın kazasında amcamla dolaşırken bozkırda rastladığımız bir çobanı hatırlıyorum, adamın yalnızlığını, kadınsızlığını.” (İlhan, 2012: 33) Ülkemizde “namus” diye tutturan erkek egemen toplumumuzda, erkeklerin küçücük kızlarla evlenmesi, hayvanlara, çocuklara tecavüz etmesi, ülkemizde bu durumun ne kadar içler acısı olduğunu gösteriyor. 21. Yüzyılda hala Müslüman ülkelerde kadınlara uygulanan şiddet, taciz, hala Müslümanlığı iyi yorumlayamadığımızın göstergesidir. Müslümanlık, eşitlik, sevgi, saygı dinidir. Oysa Müslümanlıkları ile övünen Arap kralları, prensesleri araba kullanırken Arap kadınlarının kullanamaması bu duruma örnektir. Aydın ve ekonomik durumu iyi bir aileden gelen Attila İlhan, ülkemizde zengin ve yoksul arasındaki derin uçuruma dikkat çekiyor, bu eşitsizliğe karşı çıkıyor. “hamal şakir’e ketenhelvacı mânileri” adlı şiirinde kendi İzmir’de deniz kenarında otururken, yalın ayaklı ketenhelva satıcılarının haline duyduğu acıma duygusunu ortaya koyuyor. Şiirini mâniler şeklinde yazan Attila İlhan, fakir ketenhelvacıların duygularına, hayallerine tercüman oluyor bu şiirinde. Ayrıca, son dizesinde: hamal şakir'e ketenhelvacı manileri bu ahval koydukça koydu fakire kalayı bastı kibar şiire sıcacık beş mâni hamal şakir'e zehir zıkkım ketenhelvam -vay kaymak vay “zehir zıkkım ketenhelvam” diyerek, etrafında bu kadar yoksul varken kendi sahip olduklarına “zehir zıkkım” diyerek toplumdaki bu adaletsizliği eleştiriyor ve zenginlerin bu durumu düzeltmek amacıyla hiçbir girişimde bulunmamasına sitem ediyor. Ayryca, Fransa’da Batı kültüründen etkilenmesine rağmen Attila İlhan’ın ülkemize ait olan geleneksel ketenhelvadan bahsetmesi, onun kültürümüze sahip çıktığını ve toplumumuzun refahı için çalıştığını gösteriyor. Attila İlhan’ın yaşamı şiirlerinin içindedir. Attila İlhan’ı daha iyi anlayabilmek için şiirlerini okurken; yaşadığı dönem, maruz kaldığı siyasi baskılar ve hayatı birlikte incelenmeli. Bu şekilde Attila İlhan’ın hayat felsefesi, iletmek istediği düşünceler ve duygular daha net bir şekilde anlaşılabilir. Tutuklanmasına, hapse atılıp sürgüne gönderilmesine rağmen Attila İlhan’ın yoluna çıkan bütün engelleri atlatıp bu kadar büyük bir şair olması gerçekten ilham verici… Attila İlhan’ın sadece şair tarafıyla tanımadım: Tam anlamıyla bir aydın olduğunu, her dalda verdiği eserlerden anladım. Attila İlhan’ın yağmur kaçağı adlı kitabını herkese, özellikle de Attila İlhan’ı daha yakından tanımak isteyenlere tavsiye ederim. acı ninni uyusun ay büyüsün camlar buğulanmasın sen uyu uyusun bulutlar uyanmasın ışıklar uyanmasın camlar buğulanmasın sen uyu uyanmasın istanbul uyusun karagümrük uyusun fatih uyusun atatürk bulvarı’nda rüyalar büyüsün sen uyu uyusun istanbul uyanmasın gemiler uyanmasın camlar buğulanmasın Attila İlhan’dan “acı ninni” üzerine: “bu da ‘yangın gecesi’ gibi, üstü örtülü bir şiir. ‘yangın gecesi’ nasıl, 50 yıllarında üstümüze çöken ağır siyasal baskıdan yakınıyorduysa, bu da halkın (özellikle İstanbul halkının, çalışan kesimin) üzerine çökmüş olan tepkisizlikten yakınıyor. Nedense halkımız kolay tepki vermez.”. Bu nedenle Attila İlhan gibi, toplumu uyandırma uğruna savaşan, ancak siyasi baskılara, cezalara maruz kalmış şairlerimizin değerini bilip onları daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Savaşın En Masum Mağdurları Çocuklar Mahmut Rislan/ Ağustos 2016 / Halep Bu fotoğraf üstüne söylenecek,tartışılması gereken birçok şey var fakat bu fotoğraftaki çocuğun, Umran’ın yüzündeki ifade aslında kelimelerin tükendiği yer. Suriye’de yıllardır süren iç savaştan yara almış,çocukluğunu yaşayamadan kendini bir savaşın ortasında bulmuş,ailesinden sevdiklerinden ayrı düşmüş onbinlerce çocuktan yalnızca bir tanesi 5 yaşındaki Umran. Evet 5 yaşında ama yaşadığı zorluklar ,taşımak zorunda olduğu yük yaşından çok daha büyük Umran’ın. Havadan yapılan saldırı sonucunda harabeye dönen evinin enkazından kurtarılıyor ve bir ambulans koltuğuna oturtulup tedavi ediliyor.Olan biteni anlamaya çalışıyor,ailesinin nerede olduğunu merak ediyor belki de minik Umran. O sırada çekiliyor bu fotoğraf karesi.Gördüğüm andan itibaren hafızama kazınan bu masum yüz,beni gerçekten derinden etkiledi.Fakat etkilenmek yetmiyor. En katı yürekli insanın dahi,yüreğini yakan,gözlerini dolduran bu fotoğrafın, insanlığın utanç kaynağı olması lazım. Kendimizden utanmalıyız.Bütün bunlar olurken hiçbir şey olmuyormuşcasına ,her gece huzurla başımızı yastığa koymak hangi vicdana sığar ? Bu çocukların küçücük yaşlarında, böylesine acımasızca ailelerinden koparıldıklarını,hem psikolojik hem fiziksel şiddete maruz kaldıklarını bile bile görmezden gelmek hangi etiğe, hangi dine, hangi düşünce yapısına sığar ? Elbette hiçbirine sığmaz.Vicdanı olan hiç kimse,birazcık insafı olan hiçbir insan buna göz yumamaz,yummamalı da. Ümran ve bilmediğimiz daha nice Umranlar, masum yürekleri bunca kederi nasıl kaldırır ? Kimsesiz kaldıkları bu acımasız dünyada,nasıl olurda normal ve sağlıklı bireyler olarak yetişirler ? Hani derler ya,çocuk demek umut demektir. Yarınlar için,gelecek nesiller için umuttur çocuklar. Her gün televizyonda,haber sitelerinde,gazetelerde savaştan kaçmaya çalışırken hayatını kaybeden,denizde boğulan,enkaz altında kalan çocukları görüp aynı zamanda , bu çocukların çektikleri acıları unutup ,yaşadıkları tramvaları atlatıp ; üstüne birde yarınlarımıza umut olmalarını beklemek ironik değil de nedir ? Belki bu çocuklar için yapacak hiçbir şeyinizin olmadığını,elinizden tek gelen şeyin onlar için üzgün hissedip,iyi dileklerde bulunmak olduğunu düşünüyorsunuz. Hayır,yanlış. Bugün biz susup bu olanlara göz yumarsak, bizler de bu çocukları katledenlere ortak olmuş oluyoruz. Birilerinin bu çocuklar için konuşması lazım,onların sesi olması lazım. Bir çocuk minik yaşında bir park salıncağında oturması,arkadaşlarıyla oyunlar oynayıp, gülüp, eğlenmesi gerekirken ; bir ambulans koltuğunda oturuyorsa işte bu insanlığın suçudur. En fazla bisiklet sürmeyi öğrenirken düşüp dizini kanatır bir çocuk, Umran gibi bombalanan bir evin enkazında başından yaralanmaz .İşte tam da bu yüzden,köşeye çekilip, ‘ beni ilgilendirmez’ diyemezsiniz. Uzak sandığımız,hiç yaşamayacağımızı düşündüğümüz şeyler günün birinde bizim de başımıza gelebilir. Bu sebeple çok geç olmadan olanlara bir dur denilmesi gerek. Savaş mağdurları çocukların,o yıkıntının savaşın içinden alınıp , mülteci kamplarına ya da çadır kentlerine yerleşritirilmelerinin ileriye yönelik ve kalıcı bir çözüm olduğunu düşünmüyorum. Çocuklar çadır kentlerde; kendileri gibi, aynı acıları paylaşmış birçok çocukla beraber oldukları sürece o acılar hafızalarına kazınarak gelişimlerini sürdürüyorlar. ‘Savaş mağduru’ kimliklerinden asla kopamıyorlar. Bu nedenle,eğer bu çocuklar; çocuk evlat edinmek isteyen, iyi şartlara sahip ailelere verilirse,acılarından uzaklaşıp yeni hayatlara başlayabilirler. Dünyada çocuk sahibi olmak isteyen ne kadar çok çift olduğunu düşünürsek,bu çocuklar için elbet uygun aileler bulunacaktır. Tabi ki,aileler özenle araştırılıp,gerçekten çocuk için sağlıklı koşullara sahip olduklarına inanılırsa, ailelere verilmeliler. Böylelikle Umran ve onun gibi çocuklar ; farkındalıklara sahip,eğitimli, yararlı bireyler olarak topluma kazandırılabilirler. Gönül isterki,savaş mağdurları çocuklar için çözümler türetmektense,savaşı kökten bitirecek çözümler sunabilmek. Ancak elimizden gelen kadarını yapmak da insanlık görevimiz. Bugün birileri çıkarları uğruna savaşıyor ve inanın ne için olduğu umrumda bile değil,bundan en çok çocuklar yara alıyor tıpkı Umran gibi.Savaş öyle gaddar ki ,çocuk kadın yaşlı fark etmez önündeki engelleri ortadan kaldırıyor. Yüzyıllardır insanlığın en büyük sorunlarından biri savaşlar. Hiçbir zaman anlayamadım,bundan sonra da anlayacağımı sanmıyorum. İnsanlar neden savaşırlar ? Yitip giden hayatlar, telef olan canlar, ailesini kaydebeden çocuklar-hatta bebekler- ; tüm bunlardan daha önemli ne olabilir diye çok düşündüm fakat cevabı bulamadım . Koca bir hiç… Hiçbir şey bu insani değerlerden daha önemli olamaz. Hiçbir şey , Umran’ın gülümsemesinden hayata olan umudundan , yaşama hakkından daha değerli değil. Dünya için,insanlık için tek dileğim barış. Koskoca gezegende,herkese yetecek kadar çok yer var. Umarım herkes bu fotoğrafa bakarak kendine bir ders çıkarır ve savaşın ve nefretin ne kadar kötü şeylere yol açtığını anlar. Nice hayatları soldurduğunu anlar… İnsanlık için,mutlu ve güvenli yarınlar için savaşı iyi birşeymiş gibi yansıtanlara aldanmayın ve daima barış için çabalayın. Umut ve huzur dolu,barışla çevrelenmiş bir dünya umuduyla… Hoşçakalın Yağmur OĞUZ DUYAR 1 Aysun Duyar Ankara’da Şizofreni Üzerine Bir Sergi (Görsel: Alice C. Gray) Çoğu kişinin hiçbir bilgi sahibi bile olmadan sık sık yorum yaptığı bir bilim dalı psikoloji. Konu zihinsel bir hastalıktan açıldı mı herkesin bir fikri olur, herkes bir filmde izlediği, bir romanda okuduğu veya birilerinden duyduğu kadarıyla yorum yapar. Doğruluğuna bakılmaksızın ortaya atılan bu fikirler kulaktan kulağa yayılır ve büyük bir bilgi kirliliğiyle sonuçlanır. Kendi çevremde şahit olduğum kadarıyla insanlar en çok şizofreni üzerine bilinçsizce ve doğru olmayan bir şekilde fikir yürütüyor. Bir psikoloji öğrencisi olarak beni en çok rahatsız eden günlük olgulardan biri bu konudaki yaygın yanlış bilgiler. Durum böyle olunca, “Görmezden Gelmeyelim – Tarih Öncesinden Günümüze Şizofreni” başlıklı sergiye yanıma birkaç arkadaşımı da almadan gitmemek olmazdı. Sıhhiye’deki CerModern’de düzenlenen sergi, insanlığın şizofreni ile ilgili bilgilerinin tarihsel gelişimini özetlerken, şizofreni hastalarıyla empati kurmamızı da sağlıyor. Bu bağlamda üç çarpıcı öğe karşılıyor bizi sergide: 19. yüzyılda, doktorların elindeki bilimsel verilerin çok az olduğu bir dönemde tedavi amaçlı kullanılmış olan dönen yatağın bir benzeri, sergiyi gezerken karşımıza sık sık çıkan insan biçiminde kesilmiş aynalar ve şizofreni hastalarının beyinlerinin içine konuk edildiğimiz empati kabini. Ben binmeye cesaret edememiş olsam da, dönen yatağı deneyenleri izlemek ve yataktan indiklerinde yüzlerinde gördüğüm ifade, onların yaşadıklarını zihnimde canlandırabilmemde yeterli oldu. İki yüz küsur yıl önce tedavi adı altında yapılan bu uygulamaya simülasyon şeklinde de olsa şahit olmak, bilimsel gelişmelerin ne kadar hayat kurtarıcı olduğunu ve insan yaşamına ne kadar hizmet ettiğini bir kez daha hatırlattı. Sergi, şizofreniye dair ön yargıları yıkmakta başarılı olacak şekilde düzenlenmiş. Aynalardaki yansımalarımız, bu hastalıkla mücadele eden kişilerin bizden çok da farklı olmadıklarını gösteriyor. Ziyaretçiler bir bakıma kendileriyle yüzleşirken, belki de kendilerini şizofreni hastalarının yerine koymayı gerçek anlamda başarabiliyor ve bu insanların yaşadıkları damgalanmayı ve toplum tarafından maruz bırakıldıkları muameleyi bir anlığına da olsa hayal edebiliyor. Empati kabini ise serginin en etkileyici kısmıydı. Karanlıkta, insanın kafasının içinden geliyormuş gibi hissettiren DUYAR 2 paranoit fısıltılar ve ürpertici ani flaşlar, şizofreni ile ilgili en yaygın yanlışlardan biri olan hastaların saldırgan, kaçınılması gereken zararlı kimseler olduğu ile ilgili mitleri yıkıp, bu hastaların dışarıdakilere değil, kendilerine zarar verme olasılıklarının çok daha yüksek olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. (Dönen Yatak) Şizofreni sinemaya, tiyatroya, edebiyata çok fazla konu edilmiş bir hastalık; (çoğu gerçeklik gibi) bu tip eserlerde doğru ifade edilmediği takdirde insanların yanlış bilgilere tutunmasına sebep oluyor. Özensizce, araştırma yapılmadan kurgulanan, bilimsel temele dayanmadan bu yönde savlar öne süren, halkın çok kolay erişebildiği film ve dizileri, halk arasındaki yoğun bilgi kirliliğinin ana nedeni olarak gösterebiliriz. Örneğin insanlar şizofreni hastalarıyla karşılaştığında Neredesin Firuze (Ezel Akay, 2004) veya Dövüş Kulübü (David Fincher, 1999) filmlerinden yanlış öğrendikleri şekilde, çoklu kişilik bozukluğu ile şizofreniyi karıştırıp buna göre ön yargılar geliştirebiliyor. Hatta daha ileri boyutlarda, damgalama, ayrımcılık, işe almama, arkadaşlık etmeme, kaçınma gibi davranışlarla bu hastalar toplum tarafından ötekileştiriliyorlar. İsmiyle “görmezden gelmeme” çağrısı yapan sergi, tüm halka açık ve ücretsiz. Şizofreni hakkında insanların zihnindeki yanlış anlaşılmaları ve ön yargıları yıkıp, sağlam ve bilimsel bilgiye dayanan bir temel atabilecek donanımıyla bu sergi oldukça etkileyici bir çalışma olmuş. Bu sebeple, doğru bilgiye ulaşmak ve aslında bizden biri olan bu insanlarla bir saatliğine bile olsa empati kurabilmek için, olabildiğince çok kişinin bu sergiyi görebilmesini isterdim. 1980’ler ve Ankara Çocukları Bilirsiniz hikayeler, romanlar, filmler genelde İstanbul’da geçer. Birçok insan İstanbul’un tarihi kökeni ve görkemi bakımından ne kadar etkileyici olduğundan bahseder durur. Haklılık payları var elbette ama bana kalırsa Türkiye sadece İstanbul’dan ibaret değil. Benim gibi doğma büyüme Ankaralı olan biri için Ankara’nın önemi ve anlamı çok daha özel ve farklıdır. Ankara’nın başkent olmadan önce sırtlandığı yüklerden, sıkıntılardan başkent olduktan sonraki hikayesine kadar her şeyi çocukluğumdan beri hep merak uyandırmıştır bana. Özellikle annemin ve babamın gençlik yıllarını, Ankara’ya dair anılarını, komik hikayelerini dinlerken sahneler hep gözümün önünde canlanır ve hep onlarınki gibi bir çocukluğa, gençliğe sahip olmanın hayalini kurarım. Ne kadar sıkıntılı, zor zamanlara şahit olsalar da dolu dolu çocukluk ve gençlik yılları geçirmişler Ankara’da. Zor demişken gerçekten onlar Türkiye’nin görüp görebileceği şimdiye kadar ki en zor zamanlarından birine denk gelmiş. 1980’li yıllar Ankara’sı. Buğulu buhranlı... Eylül ayı ama buz gibi. 1980 yılında Ankara’da çocuk olmak bence ülkenin durumundan nasibini en kötü şekilde almakmış. Çocukların bahçesinde oynadığı, ağaçlarından erik kiraz topladığı evlerin yerle bir olması, silah seslerinden uykuların bölünmesi, korkudan ekmek almaya sokağa çıkamamakmış. Şimdi ben ve akranlarım gençliğimizi nasıl yaşıyorsak Ankara’da o zamanlar durum tam tersi haldeymiş. O yıllarda yaşasaydım belki okula gidemezdim, şu an sahip olduğum imkanlara sahip olamazdım diye düşünürüm hep. İlk başta kulağa zor geliyor ama düşündükçe aslında ne kadar dolu dolu yaşamışlar şimdiki zamana göre diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şahit oldukları olayları kafalarına kazımışlar, çocuklarına anlatıyorlar. Ne kadar tarihte zaten yerini alsa da onların hikâyeleri, bu denli doğal, acılar ve heyecanlar içine sinmişçesine, kimi zaman küfür ede ede kimi zaman içten bir tebessümle anlatabilecek çok az kişi var artık. Kitapta, Ankara en depresif yıllarını yaşarken, Ali ve Ayşe’ye Tunalı’nın hatta Ankara’nın bir nevi sembolü haline gelen dilsiz kuğular eşlik ediyor çocukluklarında. Şartlar ne olursa olsun güzelliğinden ve duruşundan asla ödün vermeyen dik başlı asil kuğular. Tıpkı 1980 Ankara çocukları gibi... Ankara’da çocuk olmak basit değilmiş elbet ama herkesin tadabileceği bir deneyim de değilmiş. Çocuklar 1980 Ankara’sında özgürlüğü ve ülkenin huzurunu kuğuların gölden kaçışına bağlamış kitapta, çocuk olmanın basitliğine ve saflığına sığınarak. Siyah önlükleriyle okula gidip daha anlamını bile bilmedikleri sağcı ve solcu ayrımına maruz kalıp ihtilalin yol açtığı yaraları zamanla benimsemiş Ankara çocukları. Daha da kötüsü kimse kimsenin acısına merhem olmamış, herkes yaralara dokunmaktan korkmuş, korkutulmuş, sindirilmiş bir şekilde. Buna rağmen o çocuklar oyun oynamayı, sokaklarda koşmayı, hayal etmeyi ve umut etmeyi hiç bırakmamışlar. Bence onların daima güçlü kalmasını ve büyümesini sağlayan temel dayanak, şartlar ne olursa olsun umudu elden bırakmamak olmuş. Biz nasıl oldu da yıllar geçti bu kadar büyüdük derken, onlar çocukluklarını hatta gençliklerini son demlerine kadar dolu dolu yaşamışlar her saniyesini akıllarına kazıyarak. Devir ne olursa olsun Ankara’da yaşanacak, yaşayıp çocuklara anlatacak çok şey var hala belki defalarca kez anlatılsa da sıkılmadan aynı heyecanla dinlenebilecek. Ama biz Ankaralı çocuklar anılarımızla ne kadar doldurabiliriz fotoğraf albümlerimizi, en önemlisi hafızalarımızı, gelecek kuşaklara ve çocuklara anlatmak için bilmiyorum. Şunu söyleyebilirim ki, yaşadıklarımız, tecrübelerimiz, bizi büyüten darbeler 1980 Ankara çocuklarınınki gibi anlata anlata bitirilemeyen türden olmayacak, bu kesin. Ama şunu biliyorum ki Ankara’da doğup büyümek, okumak, yaşamak ne nedenle olursa olsun, paha biçilemez bir değere sahip hala bana göre. Kaynakça Temelkuran, E. (2016). Devir. Can Yayınları. 21400477 Koz 1 Serra Koz TURK 101-29 Aslı Uçar ZAMAN “Zaman her şeyin ilacıdır.” der büyüklerimiz. Hasta olduğunda bir tabak şehriye çorbasının yanında “Zamanla geçer.” der annelerimiz. Sevdiğimiz bir kişi öbür dünyaya göç ettiğinde, taziyeye gelen insanlar “Başınız sağ olsun.” derken hemen iliştiriverirler : “Zamanla acın hafifleyecek.” diye. Sevdiğimizden, sevgilimizden, eşimizden ayrıldığımızda herkesin ilk dillendirdiği şey “Zamanla alışırsın.” olmuştur her daim. Peki, gerçekten öyle midir? Aşkla bağlı olduğu eşinin onu aldattığını öğrenen kadın, zamanla bu acıyı unutabilir mi? Bir asker bedenindeki kurşun yarasını yıllar sonra gördüğünde zaman onun acısını geçirmiş midir? Bir anne her sabah trafik kazasında ölen çocuğunun fotoğrafına baktığında onun acısı geçmiş midir? Peki, bir baba düşünün, oğlunu son kez gördüğünü bilerek odaya giren, aylar sonra özlemle kucaklaması gerekirken, Azraille burun buruna gelen bir baba. İçten içe “Benim canımı al ama onu bize bağışla!” diye içindeki sessiz yanıcı çığlıkları, tuzlu gözyaşlarıyla dindirmeye çalışan bir baba. Böyle bir aile düşünün, babanın önüne çocuğunun nefes almayan soluk bedeni, annesini gözü yaşlı yarım yamalak bırakan, kardeşlerine yol göstermesi gerekirken toprakla bir bütün olan bir genç: 1980’li yılların delikanlıları, o delikanlıyı: Murat’ı. Peki, zaman bu acıya merhem midir? Zaman geçtikçe o babanın acısı, o ailenin, o ülkenin acısı diner mi yoksa kabuk tutmayan yarayı daha çok deşer mi? Hayalet nesil derdi annem 80’li yılları o ya da bu şekilde gören insanlara. Ezilmiş, içine kapanık, sessizce oturan, kendi üstlerindeki otoritenin onlara emir vermesini bekleyen hayalet bir nesil. Tabii ki hepsi hayalet değildi, bazıları üstlerindeki o beyaz çarşafı çıkarttılar, kara toprak gibi simsiyah oldular. Geriye de sadece akıttıkları kızıl kan ve toprak kokusu kaldı. 1996 yılında doğan biri olarak şanslı mıyım yoksa o dönemin zorluklarının farkında olmayıp şu an yaşadığım dönemin kıymetini bilmeyen biri miyim bilemiyorum. O acıları yaşamadım, her daim kulaktan kulağa bilgilerle öğrendik, acıları duydukça da araştırmaktan çekindim. Ta ki Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun kaleme alıp biz genç nesilleri aydınlatmaya, hayalet nesli ise biraz olsun ayaklandırmaya karar verdiği eseri General Uçtu’yu okuyana kadar. Bir ailenin acısını yaşadım ben bu kitabı okurken, yaşamakla kalmadım hatta, o dönemi yaşamayan biri olarak onlarla gözyaşlarımı, kalp kırıklıklarımı, sistemin adaletsizliğinin, haksızlığının insanı ne gibi durumlara düşürüceğini görerek bir yandan nefretle okudum bu güzel eseri. Bir eseri unutulmaz kılmak bu demek sanırım, çünkü kitabı elimden bıraktığım (bırakmak zorunda kaldığım) tek bir yer vardı: İdam! Benim için sadece eski filmlerde bir sahne veya geri kalmış ülkelerde bir ceza biçimi olarak tanımlanan “idam” kelimesini bile yazmak şu an ağır bir yük gibi gelirken o acıyı yaşayan insanların ilacının zaman olduğunu hiç sanmıyorum. O insanlar bizim için, biz daha güzel ve medeni(!) bir ülkede yaşayalım diye davaları uğruna canlarını bile verirken, şu anki sistemimizi sorgulamamak elde değil. Temelinde adaletsizlik yatan bir adalet sisteminde, giden canların hadde hesabı bile yokken 21400477 Koz 2 onların acılarını nasıl anlayabiliriz ki? İşte bunun kalıplaşmış hayatta, intikam duygusunu neredeyse vazgeçilemezdir. Hele ki o baba için... Elinde imkân varsa çocuğunun intikamını almak, değil o babanın, bu kitabı okuyan, o dönemi yaşayan, her yaştan insanın aklından geçen asıl sorudur. Ben o babanın yerinde olsaydım ne yapardım, bilemiyorum. Nitekim bulundukları durum sadece bir ailenin yaşama sevincini değil, bir ülkenin var olma sebebindeki hatayı gözler önüne sermektedir. Anlattıklarıyla herkesin yüreğinden büyük bir parça götüren Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun bu kitabı değil baş ucu kitabı, hayatımın kitabı bile olabilir. Bana büyük farkındalık katan bu eser, geçmişimizdeki hataları şu ana kadar araştırmamış olmamın pişmanlığını yaşatırken hâlâ aklımda cevaplanmamış(!) sorular bırakarak son buluyor. Nitekim eser içerisinde geçen bir cümle beni bu düşüncelere itiyor. “Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa demişti Nazım.” Mert Köksal Dikkat! İzleniyoruz Dünya nüfusu yedi milyar ve her geçen gün gezegenimize yeni bireyler ekleniyor. Peki, gezegen nüfusundaki bu plansız artış liderlerin halkları üzerindeki etkiyi azaltıyor mu? Ayrıca bu nüfustaki artış dışında bir de terörizm, mülteci akınları ve küresel ısınma gibi güncel dünya sorunları da eklenince liderlerin halkları üzerindeki gözetimleri arttırmaları gerekiyor. Bu gözetimlerin sınırı nerede çizilmeli? Sınırların çizilmesi görevini kim üstlenmeli ve yapmalı? Ya da biz güvenliğimiz için özel hayatımızın ne kadarını feda etmeye hazırız? Peki, şu zamanlarda yapılan gözetimlerin ne kadarı yasal sınırlar içerisinde yapılıyor? Bu sorular aslında hepimizi ilgilendiren sorular ancak çoğumuz böyle sorular üzerinde düşünmüyoruz. Bu kararları alacak kadar önemli kişiler olmadığımıza inandırıyoruz kendimizi. Bilindiği gibi insan var olduğundan beri doğası ve içgüdüleri gereği üstünlük kurmaya ve yönetmeye meyillidir. Bu içgüdüler günümüze kadar taşındığından dolayı bu içgüdülerin sonuçları günümüzde de hissedilmektedir. Bu gözetimin birçok nedeni mevcut olmakla birlikte bazı nedenler arasında büyük dünya güçlerinin ellerindeki gücü korumak istemesi, yabancılara güvenmeyen ülkelerin ülkeye girişlerde güvenliği sağlamak istemesi ya da zamanımızın belki de en güçlü silahı olan ‘bilgi’ rezervlerinin arttırılmak istemesi gösterilebilir. Bir ülkenin vatandaşları liderlerini seçerken oylarıyla birlikte lidere sorumluluklar yüklerler. Bu sorumlulukları benimseyen lider vatandaşlarını korumak ve onların güvenliklerini sağlamak için gücünü ve yetkisini kullanır. Bu gerek vatandaş gerek lider için iki taraflı bir anlaşma sayılır ve üçüncü kişilerle paylaşılmaz. Ancak liderler zaman zaman olağanüstü durumlar söz konusu olduğunda haklarını halkla açıklayarak ya da açıklamayarak arttırma yoluna gider. Ancak maalesef zamanımızda güç hırsı nedeniyle her sokak kamerasından insanları izleyen, vatandaşlarının internet akışlarını bulan ve bunları didik didik inceleyen hatta daha da ileri gidip gizli bilgilere ulaşmak için taşınabilir bilgisayarların mikrofon ve kameralarına erişim sağlayan liderler mevcut. Bunları okurken fazla paranoya yaptığımı ya da bunların sadece bilim kurgu ve polisiye dizilerine konu olabilecek senaryolar olduğunu düşünmeyin sakın. Genç yaşta kurduğu siteyle milyonlara ulaşmayı başaran teknolojik dahi Mark Zuckerberg paranoyak olmadığımın en güçlü kanıtı belki de çünkü teknoloji sektöründe en iyilerden biri olmasına karşın gerek sosyal medyada paylaştığı fotoğraflarda gerek de diğer mecralardaki fotoğraflarında taşınabilir bilgisayarındaki mikrofonu ve kamerayı bantla kapattığını rahatça görebiliyoruz. Bunun dışında artık bazı şirketlerin ya da resmi kurumların belirli bölgelerine ve birimlerine telefon ile birlikte girmenin yasak olduğunu da belirterek yazdıklarımın doğru olduğunu size de kanıtlamış olduğuma inanmaktayım. Telefonumuzun bile dinlendiği ve telefon kameramıza eriştikleri bu zorlu ve sıkıntılı süreç içerisinde rahat bir şekilde yaşamak nasıl mümkün olur? Gözetimin yararlı olduğu ya da olmadığı konusundaki ikilem günümüzdeki en çok tartışılan konulardan biri olmaya devam etmekte. Açıkçası güvenliği sağlamak amacıyla gözetimleri arttıran hükümetleri destekleyen vatandaş sayısı da azımsanamayacak sayıda çok. Örneğin geçen aylarda seçilen Amerika Birleşik Devletleri başkanı Donald Trump’a kimse şans vermiyordu. Trump vatandaşlarına günümüzde en çok ihtiyaç duyulan şey olan güvenliğin vaadini verince Trump başkan seçildi. Hatta bu doğrultuda uygulamaya koyduğu Amerikan vatandaşı olmayan insanların havaalanlarında telefonlarına erişimin istenmesi, hatta sosyal medya hesaplarına bakabilmek için sosyal medya şifrelerinin dahi istenmesi dünyanın birçok farklı yerindeki insan hakları kuruluşlarından tepki çekti. Bu tarafın gayet makul ve desteklenebilecek delilleri olsa da ben bu ikilemin diğer tarafında olduğumu belirtmeden yazımı bitiremeyeceğim. Ne kadar gözetimin arttırılması güvenliğin artacağı olasılığını yükseltse de ben insanların paranoya korkusu olmadan yaşayabileceği bir ortamda olmalarından yanayım. Gözetim ancak yasal sınırlar dışına çıkılmadan yapılırsa başarılı olur ve amacına ulaşır çünkü gözetimi gizli ve yasal olmayan bir şekilde arttırmak bizi o kameralardan izleyip bulmaya çalıştığımız suçlulardan birine dönüştürür. Şevval Simruy Baygül TEK YÖNLÜ BİLET İntihar denince akla gelen sayısız soru ve bu soruların getirdiği ikilemler vardır; intihar etmek bencillik midir? Cesaret midir? Korkaklık mıdır? Yoksa ölümde korkaklığa yer yok mudur? Kimileri bunu korkaklık, kimileri ise cesaret işi olarak görür. İntiharı cesurluk olarak görmek intihar kelimesine "kendi canına kıyabilmek" anlamını yüklemektir. Zira insanın canı tatlıdır, ona kıyabilecek olanı cesaretli sayarlar. Bu noktada yeni bir soru kafamı karıştırmakta, peki intihar edenler gerçekten de sadece kendi canlarına mı kıyarlar? Bazısının ailesi, bazısının sevgilisi, bazısının arkadaşları... Onları seven bu insanlara ne olacak? İntihar eden şahıs sevenlerinin de canına kıyacak. Bence kendilerini seven insanların kahrolacağını bile bile bu kararı verebilmek onları cesur kılıyor. İntihar etmek cesaret işi doğrusu. Diğer taraftan intiharı korkaklık olarak görmek ise intihar etmenin eşiğine gelmiş kişilerin sorunlarıyla daha fazla boğuşamadığını ve kendilerini içlerinde bulundukları ya da bulunduklarını sandıkları cendereden kurtarmak için sorunlarıyla yüzleşmek yerine kolay yolu seçtiklerini yani kaçtıklarını düşünmektir. Evet, intiharı korkaklık olarak görmeye yakışan niteleme budur: "kaçış". Sorun şu ki biz, hepimiz hayatı ve barındırdığı her şeyi siyah ve beyaz olarak ikiye ayırıyoruz; griyi kabul etmiyoruz, kabul etmeyi geçelim gri diye bir rengin var olabileceğini bile aklımızın ucundan geçirmiyoruz. Belirsizlikleri, kararsızlıkları sevmiyoruz. Net nedenler ve sonuçlar istiyoruz. Oysaki intiharın eşiğine gelmiş insanların kafasında aslında bu kadar da net düşünceler yok, siyahlar ve beyazlar yok. Aksine gri bir dumanın içinde boğuluyormuşçasına belirsizlikler var. İçinde bulunulan durum sadece sorunlardan kaçmak olarak görülmez; keza akılda yalnızca bencillik edildiği, geride bırakılanların düşünülmesi gerektiği fikri yoktur. Her şey birbirine girmiştir, düşünceler iplik gibi birbirine dolanıp düğüm olmuştur. Bir yandan sorunlardan kaçmak istenirken ve artık kendilerini bu eyleme sürükleyen duygulardan arınmak istenirken bir yandan da değer verilen kişiler düşünülür. En sevdiğim grubun vokali Dave Mustaine, bir şahsın ölmeden önceki son anlarını bir nevi intihar mektubu olarak tanımladığı şarkısında bu ikilemi şöyle seslendiriyor: "Moving on is a simple thing What it leaves behind is hard You know the sleeping feel no more pain And the living are scarred" (Megadeth) Benim çevirimle, "Devam etmek basit bir şey Geride bıraktıklarıdır zor olan Bilirsin uyuyanlar artık acı duymaz Ve yaralıdır yaşayanlar" İntihar eşiğindeki şahıs artık sonsuza dek uyumak ve uyanmamak istiyordur çünkü acı çekmekten yorulmuştur fakat geride bıraktıklarının yani onu seven insanların yola kendisi kadar kolay devam edemeyeceğini ve onları iyileşemez biçimde yaralayacağını da biliyordur. Karar verme aşamasına gelindiğinde seçim yapmak zorunda kalınır. Eldeki tek yönlü biletle trene atlayıp acılara ve çekilen sıkıntılara, yaşanan sorunlara son vermek mi; kalıp yola devam etmek, sevilenlerle zorlukların aşılabileceğine ikna olmak mı? Kanımca ne intihar etmek ne de intihardan vazgeçmek korkaklıktır. İntihar edebilmek cesarettir çünkü geride bırakılanlara karşı yapılan telafisiz bencilliği göze alabilmek ve geri dönülemez kararı vermiş olmaktır. İntihar cesarettir çünkü değer verdiği bilinen ve bir o kadar da değer verilen insanları arkada bırakabilmeyi, onlara acı çektirmeyi kabullenmektir. Mamafih ben intihardan vazgeçmeyi de korkaklık olarak göremiyorum çünkü dibin boylandığı sanılan anda yaşama devam etmektir, kişinin boğazlandığını bildiği ve artık ona nefes aldırmayan sorunlarını bir şekilde çözebileceğine inanmasıdır. Yılmamaktır. Değer verilen insanların intihar sebeplerinden üstün tutulmasıdır. İntihardan vazgeçmek de bir nevi cesarettir; duygulara yenilmemektir, mantığı farklı çözüm yollarıyla yeni bir boyuta taşımaktır. KAYNAKÇA Megadeth. "A Tout Le Monde." Youthanasia, Capitol, 1994 Bengi Kolay | İnsanoğlu, Merak ve İllüzyon Merak, Bizim hayatımızda birinci saniyeden beri var olan ve her zaman var olacak, insanlığın varlığın gelişme büyüme sebebi varsa o da meraktır. Neredeyse her şeyde bir merak unsuru bulanabilir ya da keşif edilebilir. Aynen ünlü ressam Rene Magritte’nin eserlerinde olduğu gibi. Ressamın kendisi gerçeküstücülük ve düşündürücü resimler yapmasıyla ünlüdür. Rene Magritte merak konusunda kendisinin de açıkladığı şöyle bir görüşü vardır "Benim resimlerim hiçbir şey anlatmayan görsel imgelerdir. Akla gizemi getirirler. Doğrusunu isterseniz, benim resimlerimi gören biri kendi kendine şu basit soruyu sorar: 'Bunun manası ne?' O resmin bir manası yoktur. Çünkü zaten gizem de aslında hiçbir şeydir, bilinmeyendir."[1] Ama ressam kendi eserleri hakkında böyle bir ifade kullandığında akla ilk gelen soru şu oluyor: “neden o zaman resim yapıyorsunuz ?” sorusu da akla geliyor bu soruya da en mantıklı cevap merak olacaktır. İnsanları daha çok düşündürmek, daha çok kafa yormak, gerçekten her şey bir merak unsuru mudur diye daha sık düşündürmek ve gerçekten de merakın her şeyde ve her yerde bulunduğunu daha sık kendimize hatırlamamız gerekiyor. Bir diğer nokta da illüzyon yaptığını ifade ederek bence güzel bir konuya değinmiş. Resimde adam, elma, gökyüzü, duvar, şapka vs. var ama ressamın dediği gibi hiç birisi gerçek değil sadece biz izin verdiğimiz kadar gerçek. Gözümüzün gördüğü illüzyon olarak sadece var. Hayat da bir bakıma böyledir yani problemlerin, sorunların genel olarak hayata ki her şeyi ne kadar gerçek ne kadar bizi etkilediğini sadece biz belirleriz. Rene Magritte’nin İnsanoğlu eserinden bahsedersek resim benim görüşümle tümüyle bir merak unsuru. Yıllarca bir sürü görüş ve farklı farklı düşünceler belirtilmiştir. Hatta genel olarak Rene Magritte’nin eserleri hakkında hep farklı farklı görüşler olmuştur. Resim benim görüşümce insanda bir şey hissettiriyor ve en duygusuz insanda bile bir kıpırtı sezdireceğini düşünüyorum. Resme bir kez daha bakma isteğiyle doğuyor insan tabii duyguyu herkes farklı hisseder, algılar hatta belki de duygunun ne olduğunu ya da nasıl bir duygu olduğunu anlayamayız ama yine de resme bakarken bir duygu hareketlenmesi ya da kıpırdaması olduğunu açıkça düşünüyorum. Genel olarak mavi ve soluk renkler daha baskın. Renkler genel olarak resme sakinlik ferah bir duygu katmış. Resmimde ferah renkler kullanılarak karamsarlığı daha kısıtlı tutuğunu düşünüyorum. Çünkü resim bir bakıma negatif duygulara yatkınlığı var adam var ama yüzünde ki elmadan dolayı hiçbir bir bilgi bilmiyoruz bu da bizi bir bakıma karamsarlığa itebilir, ama renkleri akılıca kullanıp olayı karamsarlık tan uzak tutuğunu da düşünüyorum. Resmi betimlersek, bir adamın alçak köprü gibi bir yerde olduğu göze çarpıyor. Adamın yüzü, parlak bir yeşil elma ile görülmeyecek şekilde kapatılmıştır ancak dikkatli bakıldığında iki taraftarda da gözler gözüküyor. İnsanoğlu resminin bir oto portre olduğu söylenir yazar kendisini elma arkasına saklayarak resme bakanların kendisini canlandırmalarını istemiştir. Resimde hava bulutlu ya da parçalı bulutlu ve deniz de sakin bir görüntüsü var. Resimdeki diğer ilginç şey ise sağ kolunun ters olduğu yani dirsek bize dönük. Resimdeki adam paltosunu iliklemiş, kravatı düzgün bir biçimde bağlanmış ve her şeyi güzelce ütülenmiş duruyor. Resmin diğer ilginç yanıysa dinsel semboller içermesi elmanın yasak ağaçtan gelen meyveyi sembolize ettiği söylenir. Benim görüşümle evet böyle hem yasak meyve hikâyesinde de bir bakıma böyle olduğunu düşünüyorum meraktan doğan bir istekle elma (meyve) yenilmiştir. Ressam da bunu ilk bakışta akla gelmeyen ancak incelendiğinde bulunabilen ince bir detay gibi eklemiştir. Bunun komik tarafı resmin tam odak noktasına koyup hem de sadece incelendiğinde akla gelebilecek bir şekilde yerleştirmesi olmuştur. Diğer bir dinsel unsur ise resmin kendi ismi olmuştur. Resmin ismi yani Son of Man aynı anda Hz.İsa hakkında bir kitaptır bundan dolayı denilebilir ki resimdeki elma dinsel içeriklidir ve Rene M. elma ve ismi bilerek böyle seçmiştir. Sonuç olarak ressamın kendisi bir sürü öğeyi bir resimde toplamış bunlar: Din, gizem, insanı düşündürmek, illüzyon ve tabi ki merak unsuru. Rene M. dediği gibi bu resmin pek bir amacı yok sadece olayların bir illüzyon olduğunu göstermek istemiştir ama bunu yaparken de bir sürü mana ve anlam yüklemeyi başarmış sadece bununla da kalmayıp gelecekte bir sürü ünlü ressam içinde başlangıç noktası ve ilham kaynağı olmuştur. KAYNAKÇA "Flanders - New Magritte Museum Brussels"[1] Doğukan Türkekul Akgün 21302032 TURK 102-1 Seda Uyanık Tarih: 25.09.2014 Başlık: Budapeşte Gezi Notlarım Budapeşte Gezi Notlarım Lise yıllarımdan beri arkadaşımla her yaz beraber tatile gitme planı yapar ancak hiç bunu hayata geçirmezdik. Üniversiteye başlamanın da getirdiği özgüvenle 2014 yazı için kesin bir karar verdik, yurt dışına gitmeliydik. Başta İtalya, Fransa gibi Avrupa başkentleri şehirlerine gitmeyi düşündüysek de mayıs ayında rotayı Viyana, Prag ve Budapeşte şehirlerini kapsayan yedi günlük bir tura çevirdik. Dürüst olmak gerekirse bu tura gitmemizin en büyük sebebi; diğer Avrupa şehirlerine oranla bu şehirlerin daha ucuz olmasıydı, Viyana için bu ne kadar doğru olur tartışılır. Kısacası Paris’e gidip boş “baguette” (baget) yemektense, Orta Avrupa’nın bu üç şehrini her yönüyle görmeyi tercih ettik. Açıkçası tatile çıkarken Viyana dışındaki şehirlerden pek fazla bir beklentimiz yoktu ancak yanıldığımızı Prag ve Budapeşte tatil boyunca defalarca yüzümüze vurdu. Gerek ucuz olmaları gerek de şehrin dört bir tarafına yayılmış gotik binalarından dolayı masalsı bir yapıya sahip olmaları bunun en büyük sebeplerinden oldu. Ancak şehri gezerken kullandığımız yöntemin farklılığından dolayı Budapeşte’nin gözümde ayrı bir yeri var ve yazımın geri kalanında da orada edindiğim deneyim ve izlenimlerimden bahsedeceğim. Gitmeden önce şehir hakkında bildiğimiz pek fazla şey yoktu; sadece Türk mafyasının şehirde çok etkin olduğunu, Viyana ve Prag’a göre geceleri daha tehlikeli bir yer olduğunu duymuştuk. Ancak bunları; Prag’da geçirdiğimiz her gece otele sabah saatlerinde dönüp, şehir turu boyunca uyuklamamıza bozulan tur rehberi, bizi korkutmak için söylemiş olabilir. Şehre turumuzun beşinci günü Prag’dan kalkan otobüsümüzle ikindi saatlerinde giriş yaptık. Diğer şehirlere göre daha sıcak ve güneşli bir hava bizi karşılamıştı. İlk dikkatimizi çeken şey Tuna Nehri oldu. Şehri Buda ve Peşte olmak üzere iki yakaya bölen bu yeşil nehir bir efsaneye göre sadece âşıklara mavi olarak görünürmüş. Ancak kereste mizaçlı iki erkek olarak bu efsaneyi pek kale almamak bizim için kaçınılmaz oldu. Şehrin ismini aldığı Buda ve Peşte taraflarından biraz bahsetmek gerekirse; bizim favorimiz elbette şehir merkezinin getirdiği canlılığa ve hareketliliğe sahip olduğu için Peşte tarafıydı. Buda yakası ise şehirdeki tarihi yapıların çoğunu barındırıyordu fakat Peşte tarafına göre gözle görülebilir bir şekilde daha boştu. Bu terkedilmiş kasaba görüntüsünden dolayı Buda’ya pek ısınamamışken sadece iki limonataya toplam yirmi avro vermek ise ağır bir şekilde içimize oturdu ve burayı sevmediğimize karar verdik. Not olarak iki limonatayı da benim ödediğimi ve bu yüzden Buda’ya ayrı bir kin beslediğimi de eklemek isterim. Şehir turumuzun ilk gününde, ihtişamlı bir yapıya sahip olan Aziz István Katedrali’nin etrafında güzel bir lokantada yemek yedikten sonra ana meydanda bulunan büyük bir dönme dolaba binmeye karar verdik. Dönme dolaba binerek ne kadar doğru bir iş yaptığımızı tepeye çıkınca anladık. Budapeşte’nin en dikkat çekici özelliklerinden birisi aydınlatmalarıydı ve bunu yüksekten fark etmek manzarayı daha da güzelleştirmişti. İşte bahsettiğim manzara… Ardından biz de şehrin hemen hemen bütün gençlerinin yaptığı gibi içeceklerimizi alıp meydanda bulunan çimlere oturduk. Burası kalabalığıyla bir konser alanını andırıyordu. Hemen hemen herkesin alkol tükettiği bu ortamda; kimsenin olay çıkarmaması, hatta çimlerde çöp bile bırakmaması bizi gerçekten çok şaşırttı ve bu tarz bir meydanın kendi ülkemde de olmasını isterdim. Toplumumuzdaki “el âlem görür” baskısıyla ülkemizde böyle bir yer olma ihtimali neredeyse yok gibi; ancak en lüks mekânlarda bile alkolün etkisiyle olay çıkaranlar olduğu için, belki de bizim için böylesi daha iyidir. İkinci günümüzde turdan ayrılıp şehri kendimiz gezmeye karar verdik, bunun için şehir merkezine indik ve bisiklet kiraladık. Öncelikle Avrupa’da bisiklet sürmek gerçekten çok farklı; çoğu yerde bisikletliler için ayrı bir yol var, bunun olmadığı yerlerde ise otomobil yollarında sürebiliyorsunuz ve bunun hiçbir sıkıntısı olmuyor çünkü diğer sürücüler gerçekten bisikletlilere ayrı bir saygı duyuyorlar. Yine de taksicilere karşı dikkatli olmak gerektiğini de belirtmem gerekir. Adres sorduğumuz kebapçı abimizin önerisini dikkate alarak ilk olarak Buda Kalesi’ne gittik. Kale şehrin en yüksek bölgesine konuşlandırılmış ve burada manzara gerçekten görülmeye değer. Ancak kalenin önünden limonata almanızı pek tavsiye etmiyorum çünkü o fiyata lüks bir lokantada yemek yiyebilirsiniz. Kalenin ardından Avrupa’nın en büyük parlamento binası olma özelliğini bulunduran meclise gittik. Büyüklüğü gerçekten devasaydı, öyle ki binanın tam bir fotoğrafını ancak karşı adadan çekebildim. Buda Kalesi’nden şehrin görünümü… Kadraja zar zor sığan parlamento binası… Sonuç olarak biz tur boyunca tarih hakkında pek fazla bilgi edinmedik ve daha çok gezmek ve eğlenmek üzerine bir felsefeyle tatili yaşadık. Bu masalsı şehirlere gidecek olan gençlere birkaç tavsiye vermek gerekirse; akıllı telefonları sadece harita olarak kullanmalarını, genel olarak fotoğraf çekmektense anı yaşamayı, yani kısacası gençliğin kıymetini bilmeyi öneririm. Gizem Keskin DÜŞEN KUMLAR SEVGİ OLSUN, DÖKÜLMEYENLERSE TUTKU Sevmek ne yüce bir duygudur öyle. Bir yandan insanın içini ısıtırken diğer yandan da, kaç yaşında olduğuna hiç takılmaz, uğradığı kişiyi büyütür. Kesinlikle sevginin ve aşkın uğradığı insan kendisini şanslı saymalı. Tabii bir de gitmeleri var bunların ama olsun birkaç saniyeliğine bile sevgi ile dolu olmak bir insanın başına gelebilecek en güzel şeylerden biridir. Sevgiyi bulduğunda insan, bir sandığa koyup saklamalı, kimseye de göstermemeli. Çünkü sevgi çalınabilen hatta başka biri olmadan bile ortadan yok olabilen bir meret. Aşkın ve sevginin hatta bazen saygının insanın elinden ne zaman kayıp gideceği meçhul ve daha da meçhul olan bir durum var ki elinden sevgi gittiğinde dağılan o yapboz parçaları toplanabilecek mi? Tesadüfler, hayatın olmazsa olmazı tesadüfler… Düşünüyorum da eğer tesadüf diye bir şey olmasaydı, bugüne kadar yaşadıklarımın yarısı kaybolurdu herhalde. Evden birkaç dakika geç çıktığımda asansörde karşılaştığım Cevher Amca ile öğüt dolu bir konuşma yapmak bile hayatımda çok önemli yeri olan tesadüflerden şüphesiz. Âşık olmak, aşk da acaba tesadüfler sayesinde mi ortaya çıkar? İlk ve belki de son aşkım çok büyük bir tesadüf üzerine kuruluydu. Hatta bir değil birkaç tesadüf demek lazım. Çünkü ilk karşılaşma sonrası (bir tesadüfle başlaması buradan geliyor) bir daha görmeyeceğim kanısına varmama rağmen başka bir tesadüfün ışığında yeniden bir araya geldik. Ve hikâye bu şekilde başlayıp başıma birçok çorap ördü. Sevgi, saygı, aşk çok güzel ama bir de vazgeçiş var. Vazgeçiş çok acıklı… Tam seversin sonra oldu dersin, belki alışırsın, belki birçok prensibini yıkarsın ya da birçok insanı karşına alırsın ama bir gün karşındaki senden sanki hiçbir emek vermemişsin gibi çekip gider, vazgeçer. Çok yaşadım ama bıkmadım. Kum saatini hep izledim, kumların bir bir akıp gitmesi hüzünlendirdi ama gözümdeki yaşı hem en son kum düşürdü. Ondandır ki ben üzülmekten ve terk edilmekten yılmadım. Belki çok kırıldım, çok incindim ama hiç bırakmadım ipin ucunu. Çok örnek gördüm. Her şey çok güzel giderken terk edileni, ruh eşini bulduğunu fark ettiğinde onu kaybedeceğini hiç düşünmeyen ama sonunda yalnız başına rakı masasına oturanı… Bir kitap okudum ve bir kez daha şahit oldum sebepsiz bitişlere, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku. Ruhu zedelenmiş bir kadın, babasını hiç bulamadan kaybetmiş bir çocuk ve onlara her yönden sahip çıkan bir adam. Böyle söyleyince kulağa mükemmel bir hikâye gibi geliyor. Ama acıklı olan bu adamın en sonunda yalnız kalması, hem de aniden ve habersizce... Adam derin, adamın kafası birçok düşünceyle dolu. Kadınsa hayatını çok yoğun yaşamış. Acısıyla tatlısıyla ve biraz da yalnızlığıyla. Çok geçmeden birbirilerini bulmuşlar. Ama sonuç değişmez. Sonuç yalnızlık, sonuç ayrılık… ‘Olan oldu’ demek en zoru ama en rahatlatanıdır cümleler arasından. Bir yandan çaresizliği bir yandan da olgunluğu sembolize eder. Bunu diyen insan kabullenişle vazgeçiş arasındaki ince çizgidedir. Bir tarafı ipin ucunu hiç bırakmamak isterken diğer tarafı sökülen ipin yerde sürünüşünü ve ondan yavaşça uzaklaşışını izler. Alıştığı, her şeyini sevdiği insan karşısına bir yabancı olarak çıktığında kabul etmek istemez çünkü emekleri gözünün önünden bir bir geçtiğinde onları yok saymak çok ağır gelir. Kitapta gördüğüm ve her şeyi özetleyen bu fotoğraf, kendimden başlayıp bütün ilişkilerimi sorgulattı bana. Resimdeki kum saati öyle bir sembol ki, zamanı geldiğinde yalnız kalacaksın diyor resmen. Bir güvercinse beslenmeyi bekliyor, sevgiye ve şefkate aç. Ama bilmiyor, beklediği şefkat ve sevgiyi bulan daha çıkmadı. KADINLARI GÖRMEZDEN GELEMEZSİNİZ Casus’u ilk gördüğümde kapağındaki renkler ilgimi çekti, daha sonra yakından baktığımda yazarının Paulo Coelho olduğunu gördüm ve bu yüzden hemen aldım. Paulo Coelho en sevdiğim yazar olabilir zira şu ana kadar okuyup da beğenmediğim tek bir kitabı yok. Kitabı önce anneme verdim, bir günde okuyup bitirdi ve ‘’Yağmur, kesinlikle oku. Ben bayıldım.’’ dediğinde kitabı okumaya başladım. Kitap Mata Hari ismindeki kadınla avukatı arasında geçen yazışmalardan esinlenilerek yazılmış. Mata Hari’nin özgür bir kadın olduğu ise kitabın arkasına hemen yazılmış: ‘’Mata Hari’nin tek suçu özgür bir kadın olmaktı: Sınırlar ve sınırlamalarla dolu bir dünyada kaderine boyun eğmeyen bir kadın…’’ Mata Hari gençlik yıllarında yaşadığı küçük Hollanda kasabasından çıkmak için yollar arıyor, sırf bu yüzden sarhoş ve sevgisiz bir adamla kötü bir evlilik yapıyor ancak bu kötü evlilik sayesinde dünyanın birçok yerine seyahat edebiliyor ve en başta doğup büyüdüğü küçük kasabadan kurtuluyor. Atıldığı dünyada da hayatta kalmak için elinden geleni yapan Mata Hari, en sonunda casuslukla suçlanıp idam cezasına çarptırıldığında bile başı dik yürüyor. Bence bu, her insanın yapamayacağı kadar cesur bir davranış. İnsanların yüzde kaçı işlemediği bir suç yüzünden idam cezasına çarptırıldığında yalvarmaz? Kim ‘’ Yanlış devirde doğmuş bir kadınım ben, hiçbir şey düzeltemez bunu. Gelecekte hatırlanırsam mağdur bir kadın olarak değil, cesur adımlar atmış ve ödemesi gereken bedeli korkmadan ödemiş biri olarak görülmek istiyorum.’’ sözünü edebilir? Bence sadece bu sözlerinden dolayı bile Mata Hari örnek alınası, takdir edilesi ve hayran kalınası bir karakter. Kitapta az ama çok etkili bir şekilde erkek egemenliği de eleştirilmiş. Ne de olsa 21. yüzyılda bile biz kadınlar bu dertten çok çekerken 20. yüzyılda bu çok daha fazla ve yaygındı. ‘’İşlediğim suçlardan sıyrılmayı becerdim ki bu suçların en büyüğü erkek egemenliğindeki bir dünyada özgür bir kadın olmaktı.’’ demiş Mata Hari. Gerçekten bu biz kadınların günlük yaşamında sıkça karşılaştığı bir durum değil mi sadece kadın olduğumuz için aşağı görülmek? Sadece kadın olduğu için meslekteki diğer erkeklerden daha iyi olabileceği düşüncesini bırakın, o erkekler kadar iyi olabileceği bile düşünülmüyor kadının. ‘’elinin hamuruyla’’ erkek egemenliğindeki dünyaya adım atmamız çok açıkça belirtilmese de ayıp sanılıyor, çünkü çok uzun süredir kadınların görevi koca bulmak, evlenmek, çocuk doğurup bakmak, yemek pişirmek ve temizlik yapmak olarak görülüyor. Neredeyse kimsenin kadınların bundan başka bir meslek yapabileceğine inanmıyor veya inanmak istemiyor. Mühendis bir kız arkadaşıma staj için gittiği yerde bir kalfa tarafından ‘’Sen bize börek açsana ya, neden mühendis oluyorsun?’’ gibi yersiz bir soru yöneltilmiş. Kız arkadaşım sırf huzursuzluk çıkmasın diye sinirini kaşı tarafa yansıtmamış ve sessiz kalmayı tercih etmiş. Böyle örnekleri aramamıza gerek bile olmadan bulabiliriz maalesef ülkemizde. Kaç kere kadın öğretmenlerin daha duygusal olduğu bu yüzden erkek öğretmenlerin daha iyi olduğunu duyduk? Kaç kere mühendislik fakültesindeki kız öğrenci sayısının az oluşu kızların sözüm ona salaklığına bağlandı? Kaç defa ‘’kadından asker mi olur ya pembe tank ister onlar’’ lafını duyduk? Ben sayamadım. Bu konu benim hassas olduğum ve bence tüm kadınların kayıtsız kalmaması gereken bir konu. Toplum durmadan kadınların evde oturmaları gerektiğini, asli görevlerinin çocuk doğurmak, yemek yapmak ve temizlik yapmak olduğunu empoze etmeye çalışıyor. Ve belki de bu durumun en üzücü tarafı bunu savunan kesimin yalnızca erkeklerden oluşmaması. Evet, maalesef azımsanmayacak çoğunlukta kadın bu düşünceleri çevresine yayıyor ve birçok kadının kendisini güvensiz veya yetersiz hissetmesine neden olabiliyor. Ancak sadece erkeklerin değil aynı zamanda bahsettiğim kadınların da kabul etmesi gereken bir gerçek var: Kadınlar toplumun her yerinde. Bunu görmezden gelemez ve kadınlara 2. sınıf vatandaş muamelesi yapamazsınız. KAYNAKÇA: Paulo Coelho, Casus, Can Yayınları, 2016 DURMUŞ 1 Ersagun Durmuş Türkçe 102-3 Ali Turan Görgü Birinci Yazı 15.6.2015 Vatansever Köleler Romanın sayfalarını çevirirken; rüzgârla saçının dalgalandığını, göz kapaklarının normalden daha yavaş kapandığını, ağlamamak için ısırdığın dudağının kanadığını hissedersin. O an kitabın sayfalarının çeviren kişi olmaktan çok romanın kahramanlarını izleyen bir çift göz olmuşsundur. Hikâyeyi asla değiştiremediğin, kimsenin duymadığı halde bağırmaktan ses tellerini parçaladığın, yazarın tam da olmanı istediği yerdesin. Eğer dertlerinin romanın sayfalarını çevirdiğin yerde kaldığına, artık diğer insanların acılarının bir parçası olduğuna inanıyorsan; ninni fısıldayan ve başlarını soktukları yuvaları ile beraber gönüllerine sıkıca bağladıkları bebeklerini götüren fırtınalara şahit olmuşsundur. Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları adlı kitabı, tam olarak okuyucularına kahramanların acılarını görme ve hissetme olanağı sağlamaktadır. Romanda şahidi olduğum ve beni en çok etkileyen an; zabıta ve çöp halkının savaşını bitiren küçük kızın kendini parçalayışı olmuştu. Küçük kız, çöp halkına yuva diyebileceği, uğruna kan döktüğü bir küçük vatan hediye etmişti. Diğer insanların değerini kaybetmiş artıkları onların yeni yurtları ve umutları olmuştu. Çöp halkı, ölümcül hastalıklara, çetin hava koşullarına, zehirli suya ve nicelerine rağmen vatanlarını terk etmemiştir. Her şeyini eleştirdiğimiz, hep daha iyisini istediğimiz ve korumak yerine daha iyisi yalanlarına sattığımız yuvalarımızı hatırlatarak DURMUŞ 2 yüzümüzü kızartmıştır. Latife Tekin, her gülünç, inanılmaz hikâyenin ardında okuyucuları için bir ders bırakmıştır. Bir küçük kızın savaşı bitirebilmesi, bizim attığımız ufak adımların da şımarıklığımızı bitirebileceğini göstermektedir. Yazar, belki de neden kız kendini parçaladı, neden zabıtalar durdu, neden o kız gibi sorularımızı cevaplamadığı ancak bize değişimin nedenler yerine hareketlerde saklı olduğunu gösterdi. Eğer küçük kız nedenlerde boğulsaydı, sonuç ya güzel olmayacak ya da hiç olmayacaktı. Bizi şımartan, atalarımızın fedakârlıklarını unutmamız ve tehditlerin bize bakan yüzlerinin boş olmasıdır. Diğer tarafları tükettikleri zaman bize dönük boş yüzleri de aynı açlık, hırs ve nefretle dolacaktır. Berci Kristin Çöp Masalları’nda, bu şımarıklık o övgü ile bahsedilen savaşçı çöp halkını da yavaş yavaş sarmıştır. Çöp toplayarak kurdukları hayat, artık onlara ikinci sınıf bir hayat olarak gelmektedir. Dünyadan kayıp düşmeden önce tutundukları bu son dalı kendi elleri ile yok etmektedirler. Bu noktada geçmişi unutmuşlar ve basit bir örnek ile onları içten içe zehirleyen atık suyu ödülleriymiş gibi veren tehdidin kölesi olmuşlardır. Onların gücünü sömüren bu tehdit, kimi zaman gözleri açılmış, sömürülmeyi reddeden insanlarla karşı karşıya gelmiştir. Gerçek dünyada da olduğu gibi büyük çoğunluklara ulaşamayan kişiler tehditleri yaralamış ancak altında ezilmekten kurtulamamıştır. Vatansever çöp halkı, kendi vatanlarında zamanla köle olmuştur. Günlük hayatımızda hikâyesini bilmediğimiz fakat merak uyandıran, işlevi ya da konumu ile ilgili türetilen birçok yer ve cisim ismi ile karşılaşıyoruz. Latife Tekin, az da olsa bu merakımızı bastırmak için kendi kitabında ki yerlere bu tarz isimler koymuş ve onların küçük hikâyeleri ile okuma zevkimizi arttırmıştır. Örneğin; “fabrika dibi”, “kovma burnu” yaşanmışlıklara dayanarak, kitapta Tekin’in yarattığı kahramanlar tarafından verilmiştir. Bu noktada, yazarın DURMUŞ 3 kahramanlarından kopmadığı görülmektedir. Sanki çöp halkı, Tekin’in kelimelerini bizler gibi okuyor ve onlardan esinlenerek yaşadığı yerlere isim veriyor gibidir. Tekin, başka bir noktada, romanda ki karakterlerin koymadığı, gerçek hayatla ilgili iğneleyici bir yer ismi kullanmaktadır. Bu yer isminden dolayı kahramanlara yaşattığı şaşkınlık, okuyuculara da yansımaktadır. Bu iğneleyici noktayı yakalayabilmemiz için Latife Tekin’in istediği yerde duran birer çift göz olmamız gerekir. DURMUŞ 4 Kaynakça Tekin, Latife. Berci Kristin Çöp Masalları. İstanbul: İletişim Yayıncılık A. Ş. , 2012. Duygu Şekerci 21501169 DAĞINIKLIĞIN DÜZENİ Herkesin evinde, odasında kendine ait bir düzeni vardır başkalarının içerisine dâhil olamadığı. Ben de kendi odamda –dağınık gibi görünse de- kendimce bir düzene sahibim ve başkalarının bu düzene karışmasına asla dayanamıyorum. Bunu belki huysuzluk olarak görenleriniz vardır ama ben bu durumumu yalnızca özgürlüğe düşkünlük olarak tanımlamak niyetindeyim. Ailemin, tanıdıklarımın düzen konusunda söylediklerine asla aldırış etmezken bir gün çok tuhaf bir şey oldu. Bundan sonraki tüm hayatımı etkileyecek bir kitaba rastladım: Marie Kondo’nun Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla adlı deneme kitabı. Öyle ki bu kitabın içeriğinin alelade bilgilerden değil, sistematik ve bilimsel bilgilerden oluşuyor olması beni derinden etkiledi. Eşyalarımı düzenlerken tüm hayatımı düzene sokmak için böylesine bir uzmana ihtiyacım varmış meğer. Düzen meselesi çoğu insanın gözünde büyüttüğü, birçoğunun da takıntı hâline getirdiği bir konu. Aslında düzenin hayattaki yeri çok basit: Bir evin ya da odanın düzenli olması demek o odanın sahibinin hayatının da düzenli olması demek oluyor bana göre. Evlerimiz bizim en özel alanlarımız değil midir? “Aslan yattığı yerden belli olur.” atasözümüzü hatırlayın. Bu yüzdendir ki evler insanın iç dünyasını yansıtmalıdır. Bir insanın iç dünyası, fikirleri ne kadar karışık olursa evini de öylesine dağıtmak isteyecektir. Öyleyse evi düzenleyerek hayatı sadeleştirmek yolunda ilk adımı atabiliriz. Kitabın ilk kısımlarında şöyle bir cümle geçiyor: “Hayatınız ancak evinizi düzene koyduktan sonra tam anlamıyla başlar." (28) Bu cümleyi kullanabilecek kadar cesurca konuşan Japon yazar, biraz da bugüne dek hayatını değiştirdiği insanlardan yola çıkarak böylesine iddialı olabiliyor. Evlerinin düzenini hayatına yansıtan o kadar çok insan var ki… Bence bunu başaramayacak bir insan yok. Tek ihtiyacımız olan biraz cesaret ve özveri. Gerisi kendiliğinden geliyor ve düzenle birlikte sıcacık bir ferahlama sarıyor insanın içini. Hayatı sadeleştirmenin ilk yolunun fazlalıklardan kurtulmak olduğunu düşünüyorum. Fazla insan, fazla duygu ve aşırı düşünce… Bunlar zaten hayatta birçok uğraşımız varken bizlerin iç dünyasını daha da karmaşıklaştıran şeyler. Ben de bu kitapla birlikte evimi ve odamı istediğim gibi sade bir düzene soktuktan sonra hayatımın diğer alanlarını da sadeleştirmeye karar verdim. Sonunda büyük bir dehşete kapıldım. Ne çok gereksiz ilişkiye sahipmişim meğer! Günümüzün yığınla eşya biriktirme hevesine ben de katılmış, birçok yapmacık ilişkiyi de biriktirmişim aynı zamanda. Samimiyet yoksunu insanların üzerimde birer emeği varmış gibi hatırlarını saymışım yıllardır. Artık bu birikenlerin hepsi omuzlarımda fazla yük oluyor, nereye gitsem beni daha da yoruyorlardı. Bunu hissedebiliyordum ama bir çıkış yolu bulamıyordum. Kondo’nun öğütlerine uyarak “atmak” eylemini hayatımda bir alışkanlık hâline getirdim. Eşyaları, fazlalıkları, gereksiz ilişkileri atarak öyle bir rahatladım ki artık kendimi kuş gibi hafif, hayatımın da yaşanabilir olduğunu hissediyorum. Bunalım, aşırılık, yıpranan ilişkiler… Her biri modern insanın her gün yaşadığı sorunlar. Ben de o insanlardan biri olarak hayatıma devam etmeyi kabul edemedim. Eskiye dönüş belki mümkün değil ama eskinin alışkanlıklarını günümüze uyarlamak gayet mümkünmüş. Sadeliğin verdiği dinginliğin bir kez olsun tadına varan kişi bir daha asla vazgeçemiyor ondan. Sadelik eski insanların bize bırakması gereken en güzel miras ki biz onu tüketim toplumuna dönüşerek teknoloji ile yok etmişiz. Ona dönmek, onda dinlenmek ruhlarımızın ihtiyacı olan tek şey aslında. Ben de artık bunun farkında olduğum için çok mutluyum ve hayatımda sadeliği ömrüm boyunca yaşatacağım. Dağınıklığın sözde düzenine bir daha kanmayacağım. KAYNAKÇA Kondo, M. (2015). Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle Topla Rahatla. İstanbul: Epsilon Yayınları. CANSU KÖMEÇ KAYIP GİDİYOR ELLERİMİZDEN Cehalet bizi günden güne tüketen bir kanser gibi yayılıyor ülkemize. Toplum artık üretmekten vazgeçmiş halde; yaşam standartlarının, yaşadığı hayat olduğunu zannederek kılını bile kıpırdatmayan koyunlar olmaya yemin etmiş gibi işlevsiz. “Biz yaşamayı ne zaman bıraktık?” diye soruyorum bazen kendime. Atatürk’ün kazandırdığı nice hakları görmezden gelerek yaşamaya daha ne kadar devam edeceğiz? Cumhuriyet’imizin doksan üçüncü yılını kutlayacağımız şu haftada Atatürk’ü daha çok düşünüyorum. Onun devrimlerini hayatıma elimden geldiğince entegre etmeye çalışan bir Türk genci olarak “Olmasaydı olmazdık” cümlesinin anlamını bir kez daha anlıyorum. Son zamanlarda ise çoğu kişi Atatürk şöyle kötü, böyle kötü, deyip duruyor. Bence artık sorunumuz bir kişi olmaktan çıktı. Milletçe laiklik, özgürlük kavramlarının anlamlarını unuttuk. Dedim ya, sorun artık bir kişi değil; bizim hayata bakış açımız. Sorun, artık laik bir toplum olmak istemememiz. Sorun, bilimi de yanımıza alarak gelişmiş bir toplum olmak değil de başımızda bir çoban ile koyun gibi yaşamaya alışmamız. Asıl sorun bilimi din ile yok etmeye çalışan devlet büyüklerini alkışa tutmak. Aydınlanmaktan vazgeçmek. Rönesans’ta dinin otoritesinin sarsılmasındaki en büyük etken ölümler karşısında din adamlarının çaresiz olduğunun görülmesiydi. Kara Veba, günler geçtikçe milyonları katletti ve dinin yapabildiği tek şey parşömen kağıdıyla cennetten yer satmaktı. Bir de ruhunuzun kurtulması için dua etmek. Sonunda biri bilimle vebaya çare buldu ve aydınlanmaya giden yolun önü açıldı. Şimdilerde ise “Sen Allah’a dua et, gerisine karışma!” diyen yobazlara inanılıyor. Toplumumuz uyutuluyor ama çevremiz sürekli değişiyor. Böylesine büyük çaplı değişimlerin sonu hep aynıdır: Bilgi sahibi olamadığın çevre, sonunda gelip seni öldürür. Tarih tekerrürden ibaret ve ders almak isteyene güzel bir örnek. Değinilmesi gereken başka bir konu ise günümüzde bilgiyi kopyalamak, nakletmek inanılmaz bir hız içerisinde. Bir e-postanın karşı tarafa gönderilmesi sadece saniyeler alıyor. Ancak bu pozitif gelişmeler bilgi kirliliği tehlikesini de beraberinde getirdi. Mesela Türk Dil Kurumu dışında başka sözlüklerimiz de mevcut artık. Tamam, herkesin düşüncelerini paylaşma hakkı var ama senden çıkan sözlerle karşındakinin anladığı aynı değil. Demem o ki, böylesine toplu kitlelere hitap eden aracı kuruluşların denetiminin iyi yapılması gerek; yoksa bilgiye zar zor ulaşan kesimin bilinç düzeyinin neredeyse yok denecek kadar az olması kaçınılmaz bir durum olacak. “Üniversite, bir kütüphanenin etrafına toplanmış binalardan ibarettir” diyor Shelby Foote (Bir toplum nasıl intihar eder, sayfa 31,2016). Bilginin geleneksel yöntemle korunması, gelecek nesillerin bu kirlilikten korunması için de daha iyi bir yöntem. Şöyle düşünelim: Kulaktan kulağa oynarken bile, kelime bir sonraki kişiye bile doğru gitmezken on kişi sonrasına nasıl doğru aktarılabilsin? İşte biz de eğer on nesil sonramızın doğru bilgilere ulaşmasını istiyorsak, bilgi iletişimindeki aksaklıkları ortadan kaldırmamız ya da minimalize etmemiz gerekir. Bilgi çağında yaşıyoruz saçmalığı da işte bu yüzden yanlıştır. Bilginin var olmadığı hiçbir çağ yoktur. Bu cümle, kötüyü iyi gibi göstermeye çalışan senaristlerin bir uydurması. Bunun yanı sıra bilginin yansıttığı gerçeklikten hoşlanmama durumu vardır ki, bu insanı bilgiyi değiştirmeye iter. İnsan, doğası gereği irrasyonel bir varlık. Çok zeki bir insanın aynı zamanda seri katil olması gibi. Son zamanların Türkiye’siyle irrasyonellik; koyunların reisinin öl deyince ölmesi diye de tanımlanabilir. Maden ocağında çalışan işçilerin, daha fazla para ödenmemesi için alınmayan güvenlik önlemlerini “fıtratında var” diyerek kabullenişi gibi. Öğrenmek, bilimsel bir faaliyettir. Yöneticisinden çöpçüsüne toplumun bilimsel düşünmeye ihtiyacı vardır. Bundan kastım laboratuvarlarda bilim yapmak değil; her söylenilene inanmamak, yeni çıkan şeyleri öğrenmek veya bunlara eleştirel yaklaşabilmektir. Bilimle harmanlanamayan nüfus bir toplumun intiharı demektir. Atatürk Türkiye’sinin tarih olduğu şu günlerde artık cehalet temelli sistemden uzaklaşıp bilimle gelişen dünyayı kendimize rehber edinmeliyiz. Bir an önce her şeyin konuşulabildiği, açık görüşlü bir toplum yaratmak için doğru adımları atmalıyız. Yoksa yarattığımız yeni Osmanlı, sürekli değişen ve gelişen dünyaya eskisi kadar uzun dayanamayacaktır. KAYNAKÇA Bir Toplum Nasıl İntihar Eder? A.M. Celâl Şengör. İstanbul. Ka Kitap, 2016. Baskı. ÇİSEL DİLA ZEYBEK FELSEFE HAYATIMIZIN NERESİNDE ? Her yeni güne başladığımız an, aslında felsefe yapmaya ve felsefi düşünmeye yeltendiğimiz andır. Gün içerisinde yapacağımız faaliyetler, onların nedenleri ve sonuçları... Sadece bu kadar basit de değil tabi ki. Bazen sorgularız ya hani neden geldim dünyaya ya da bir başkası olarak gelseydim ne olurdu diye. İşte bütün bunlar yine felsefe. Lisede sosyoloji, psikoloji ve felsefe üçlüsü olarak gösterilen bu üç branş aslında birbirinden oldukça bağımsızdır. Demek istediğim şu ki, diğer branşlar hayatımız için önemli olsalar da felsefe kadar hayatımızın içinde yer alıyor değiller ve bu yönüyle felsefenin öneminin anlaşılması ve insanlar tarfından farkedilmesi ülkemiz ve dünyamız için ne denli faydalı bir gelişme olurdu. İlk çağlardan bu yana her türlü şartta sorgulama içerisinde olan filozoflar, hayatlarının geri kalanınında da yaşadıkları, gözlemlerdikleri ve sahip oldukları pek çok özellik hakkında düşünmüş ve sayısız fikir üretmişler. Bu fikirlerin çoğu günümüzde geçersiz sayılıp insanlar tarafından önemsenmese de, şu anda sahip olduğumuz her şeyin kilometre taşı niteliğindedir aslında. Bütün bu teorileri, günümüzde olmazsa olmazımız olarak gördüğümüz şeyleri orijini olarak gördüğümüzde felsefenin hayatımızdaki yerinin aklımızın aldığından daha büyük yere sahip olduğunu fark edebiliriz.Ne yazık ki ülkemizde ve dünyanın pek çok yerinde, felsefeci olmak önemsenmeye değmez olarak görülüyor hatta bazen insanların saçma bulunan davranışlarının simgesi olarak görülüyor. Felsefenin hayatımızın pek çok yerinde olduğunun bir diğer kanıtı ise Aristo’dur bana göre. Antik Çağ filozoflarından ve felsefe tarihinin belki de en etkilisi olan Aristo, sadece tek bir konuda değil aynı zamanda bilimsel faaliyetler ve günlük yaşamla ilgili onlarca konuda sorgulama yapmış, fikir üretmiş ve ürettiği bu fikirleri yüzlerce yılı aşkın süre boyunca önemle saklamayı başarmıştır. Bence bu başarısının sırrı yalnızca işlevsel ve mantıklı argumanlar üretiyor olması değil, birçok konuda fikir sahibi olup sonrasında bütün bu birikimle oluşmuş bilgileri işe yarar hale getirmesidir. Hiç felsefeye bu açıyla bakmış mıydınız? Üniversitede bölüm olarak felsefeyi seçmiş insanları, ya da hobi olarakl felsefeyi seçerek bu alanla ilgili bol bol kitap okuyup sorgulayan insanlara tuhaf bakmak hala normal geliyor mu? David Edmonds ve Nigel Warburton tarafından yazılmış olan Felsefe Muhabbetleri adlı deneme kitabı da benim felsefeye bakış açımı destekler nitelikte. Bu kitapta da estetik ve etik gibi günlük hayatımızda büyük rol oynayan birçok alanda yorum yapılıyor. Bence bu yönüyle, felsefenin önemini insanlara keyifli bir biçimde anlatma konusunda oldukça başarılı bir kaynak. Hayatımız hakkında en önemli kararları verdiğimiz anlarda felsefi düşünmenin etkisi olup olmadığı hakkında hiç düşündünüz mü? Bu branşı sadece matemetik,fizik veya sosyoloji gibi görmek hem felsefeye hem de hayata bakış açımızı daralttığımızı gösterir bence. Felsefe yaşadığımız her şeyin çekirdeğidir, düşüncelerimizin annesi-babasıdır.Bakış açımızın zenginliği ya da fakiriğidir. Hayata bakış açımız da – tabi ki şans faktörü de var – sahip olduğumuz hayatı oluşturduğundan, felsefe ve hayatımız arasındaki ilişkinin küçümsenemeyecek kadar önemli olduğunu fark edebiliriz. Felsefeye verilen hatta çoğu zaman verilmeyen önemin toplumları ve bireyleri nasıl etkilediği hiç gündemde olan bir konu değil maalesef. Şu anda dünya üzerinde bireyler ve devletler arasındaki anlaşmazlıkların da çok büyük bir kısmı düşünmeye ve sorgulamaya gereken özenin gösterilmemesinden kaynaklanmakmatadır. İşte şimdi tekrar düşünme zamanı. Felsefe hayatımızın neresinde? Felsefe hayatımızın neresinde olmalı ve bunu nasıl sağlayabiliriz? Ve varsayalım ki, olması gereken oldu ve insanalar düşünme ve sorgulma eyleminin öenmini kavradılar.Bu durum hayatımızı nasıl değişitirirdi? Tuğçe Demiroğlu 21202814 TURK101 - 41 Vedat YAZICI 23.10.2014 A nlatılmazın kalplere yazıldığı, Ş aşkınlığın yüzlere yansıdığı, K aybetme korkusunun hissedildiği, Y alnızlık duygusunun ruhlardan silindiği, A nlamını sorgulamadan her şeyin mutluluk verdiği, Ş en şakrak kahkahaların nedeninin barındığı, A yrı bedenlerde olup bir yaşayabilmenin eşsizliğinin tadıldığı, M azinin de geçmişin de sadece bugünden oluştuğu, D uyumsadığında karşındakini içinin titrediği, I sınmanın sadece örtünülen şeylerle değil bakışlarla da mümkün olacağının anlaşıldığı, R otanın her zaman onun gideceği yolun yönünde olduğunun farkına varıldığı, Bir ömür daima ona muhtaç olarak yaşanacağı bilinse de eşi benzeri olmayan bir duygu bir histir AŞK.. AŞK YAŞAMDIR… Her insanın şu fani dünyada yaşamanın tam anlamıyla farkına vardıracak, yaşamı insanın ruhuyla tanıştırıp onları bir bütün haline getirecek duygudur aşk. İnsanların ruhuna işleyen masumluğun ve tutkunun kimi zamansa ürkek davranışların yöneticisidir. İnsanların aralarında bedenlerinden oluşmuş bir et duvar olsa da ruhları arasında köprü kuran ve o köprünün sağlamlığını sadece o kişiler olduğu müddetçe koruyan bir bağdır aşk. Aşk YAŞAMDIR! Yaşamaktır gözünü kırpmadan bugünü, şükretmektir aşksız geçen maziden kurtulunmasına ve cesaretlenmektir gün ve gün geleceğe atacak her adım için. Aşk kendi benliğinden sıyrılıp kendi iç dünyanda başkası ile bir yaşamaktır. Görmek, dokunmak, kokusunu içine çekmek güçlendirse de aşkı, aşk karşındaki insanı yaşam ile bağdaştırmak sadece nefes alıp verdiğinde dahi o kişiyi soluduğun için mutlu olmaktır ve bu yaşam anlamına gelen aşk tiyatrosunda en büyük perde kavuşma sahnelerine aittir. Önce kalp hızlanır, yanına yalnızlığını dindirecek diğer yarısı geldiği için. Mutludur o an ve sanki bir şansı olsa “pır pır” uçacak, bu mutluluğu herkesle paylaşacaktır. Bu paylaşılan mutluluk aşkın ahengiyle birleşecek ortaya masal tadında bir an çıkacaktır. Daha sonra gözler buluşacak ve o anda zaman duracaktır. Peki.. Peki ya bu kavuşma sahnesi gerçekleşmezse bir gün aşk tiyatrosunda? O zaman ne olur, nasıl aşk yaşar diye sorulmaz mı? Ne kadar fark edilmese de hayatta her şey birbiri ile ilintilidir. Öyle ki her zaman biri gitse de diğer gelen şey onun yerine beklemek için vardır. Tıpkı hecelerin cümleleri oluşturmak için bir araya gelmesini beklemek, oluşan cümlelerin ise seslendirilmeyen aşk tiyatrosunda aşkı yaşamak için yazıya dökülmesini beklemek misali. Boşuna denmiyor AŞK YAŞAMDIR diye. Aşk yaşamda olan her şeyin içinde barınan, damakta unutulmayacak bir tat bırakan bir histir; ama bir kötü özelliği vardır ki; aşkı cümlelerin kâğıda dökülmesiyle yaşamak aşkı işkence misali yaşamaktır. Bunun en güzel örneğidir Milena ve Franz Kafka aşkı. Yılar boyu aşkı mektuplarla yaşamış, bir yandan birbirlerine olan bağlılık onları mutlu ederken bir yandan da zorluklarla karşılaşmış, kavuşamamak onları zorlamıştır. Bu zorlamayı Franz Kafka’nın kalbinin penceresinden şahit olmak için kaleme aldığı kelimelere bakmak yeterli olacaktır. “Mektup yazmak hayaletlerin önünde soyunmak demektir ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten. Yazıya dökülen öpücükler yerlerine ulaşmaz, hayaletler yolda içip bitirir onları…” O kaleme alsa da düşüncelerini, akıtsa da içindeki özlemin gözyaşlarını kâğıda, sindirse de hasretin o eşi benzeri olmayan kokusunu satırlara yine de bir şey eksik kalacaktır orda. İmkânsızlık kavramının cazibesine yenik düşmüş Kafka’nın Milena’ya olan aşkının derinliği cümlelerinin ardında kilitli kalmaya mahkûm olmuştur; ama aşk onları yine de hiçbir zaman bırakmamıştır. Geçmişimizin aşk tohumlarının günümüze gelişinin en güzel simgesi satırların, geleceğin en köklü ağacı haline geleceğinden kuşkusuzca emin olmanın aşk ve aşkın yaşamın ta kendisi olduğundan başka bir açıklaması olmamaktadır. Ölümsüzlük iksiri aşk tohumundan esinlenerek yapıldığı gibi, aşk tohumları ise kaynağını Franz Kafka’dan almıştır. Cam Gözler Bir çiftlik var, çayırlarında koyunlar otluyor. Koyunların biraz ötesinden bir adam var, çiftliğin sahibine benzemiyor. Öyle güçlü kuvvetli biri gibi görünmemesine rağmen koyunun birini kucaklamış. Yüzünde de kocaman bir gülümseme var, gökyüzüne bakıyor, büyük bir ihtimalle şükrediyor, başardım der gibi. Kucağındaki koyunun gözleri cam gibi olmuş, kanlar içinde, kafası boynundan ayrıldı ayrılacak, bembeyaz tüyleri kıpkırmızı ve yapış yapış kanla boyanmış, kulakları aşağı düşmüş. Adam yavaş yavaş uzaklaşıyor, dirseğinden kan damlıyor. Birkaç saniyeliğine bunu canlandırdım aklımda, tüylerim ürperdi, hatta tiksindim. "Zavallı koyun." dedim kendi kendime, "Kanlar içinde, adam acımasızca kesmiş onu, bir de gülüyor çok büyük bir iş becermiş gibi." Masum masum otlayan koyun şimdi adamın kucağında, iğrenç bir hâlde hem de. Kafasını çeviresi geliyor insanın, en azından benim geliyor. Aklımda canlandırmış olmama rağmen bunları kafamı gerçekten çeviresim geliyor, görmek istemiyorum. Sonra önümde açık duran fotoğrafa bakıyorum. Balığın ağzından kuyruğuna kadar her bir pulunun arasına kan dolmuş, vıcık vıcık. Adamın önlüğüne de bolca kan pıhtısı akmış, belki de tek bir balığa ait değil, dirseğinden kan akıyor, sanki kendi kanıymış gibi. Kızıla çalan sakalıyla çevrelenmiş yüzünü yukarı doğru kaldırmış başı, gözleri kapalı. Mutlu, çok mutlu, gülümsemekten de öte kahkaha atıyor gibi, büyük balığı tutmuş, başarmış. Adamın hikâyesi merakımı uyandırıyor, anlattıkça anlatmak istiyorum ama zamanı şimdi değil. Hayalimde canlanan koyun ve adamın aksine Carey Arnold'un Ben ve Kral'ı bende tiksinti uyandırmıyor, kafamı çevirmek istemiyorum. Aksine bir balığa bakıyorum bir de adama, balığı nasıl kavradığına, gözlerini nasıl kapadığına bakıyorum ve düşünüyorum. Bir adamın hayatta kalma savaşında galip gelmek için yakaladığı av olmaktan çok ötede bir temsilci bu somon. Açılmış ağzı ve sarkmış gözü bana bir şeyler anımsatıyor. İnsanları koyuna benzetiriz. Sormadan sorgulamadan bir fikrin ya da dogmanın peşinden sürüklenip giden insanları ölü bedenine bakmaya dayanamadığımız koyunlarla ilişkilendiririz. Peki, balığa da benziyor olamaz mı insanlar? Yüzyıllardır kendi ürettiğimiz kavramların etrafından kümeleştik; millet, dil, din, toprak... Gürül gürül yanan kocaman bir ateşin etrafında pervane olmuş güveler gibi, "değerlerimizin" etrafında ağzımız köpüre köpüre dönüp durduk, duruyoruz. Akıntıyla oradan oraya sürüklenen koca bir balık sürüsü gibi, aşkla, neşeyle, heyecanla, bazen birbirine karışan birkaç sigaranın dumanıyla, bazen eski kitap kokusuyla, tek başımızayken patlatmaya doyamadığımız sakızımızla, saçımıza taktığımız papatyayla, yüzümüzü kuruladığımız havluyla, yaktığımız yemekle, durup dururken dökülen gözyaşlarımızla, kırılan parmağımızla, çatlatan göbeğimizle sürükleniyoruz. Sonra yemler atıyorlar önümüze, benliğimize eşdeğer gördüğümüz, uğruna canını feda edebileceğimiz değerlerimizi" hiçe sayıyormuş gibi görünüyorlar. Bazen sokağa elinde satırla biri çıkıyor, bir otel yakılıyor, birileri dövülerek öldürülüyor, boynumuzdaki haç, cuma günü yaktığımız mum, seccademiz alay konusu oluyor, birileri kürsüye çıkıyor kahkahamıza, hamileyken büyüyen karnımıza hakaretler yağdırıyor, gencecik insanlar, takım elbiselilerin hırsları yüzünden ölüyor, küçük çocuklar bahçelerde koşacaklarına ülke sınırlarında koşuyorlar. Sürüyü kızdırdıkça kızdırıyorlar ve birer birer bütün yemleri yutuyoruz, oltaya takılıyoruz. Sonrası malum, pullarımızın arası kanla doluyor. Koyun sürüsünden ufak bir farkı var insanların; bizi güden bir çoban yok, bir balık sürüsü gibi biz kendi kendimizi güdüyoruz. Kavramları yaratan da biziz, onları zedelemeye çalışan da. Yönetilmeye ihtiyaç duyduğumuz için, aramızdan birkaç kişinin tepemize çıkmasına izin veriyoruz, sağımızdakinin solumuzdakini bastırmasına izin veriyoruz. Öylesine kaptırıyoruz ki kendimizi, neredeyse sorgulamadan inandığımız düşünceler uğruna bir balıkçı suyumuzdan ayırıyor bizi. Sazan balığı gibi değiliz, düşünebiliyoruz da o düşünce sistemimiz o kadar hatalı ki bir başkasının hayatımızda yeri yok. Eğer somonsak bu dünya sadece somonların, ötesi yok. O yemi bir sazan gibi dalgınlıktan değil, öfkemizden, körlüğümüzden ve intikam isteğimizden yutuyoruz. Sonumuz aynı değil mi, bir balıkçı tezgâhında cama dönmüş gözlerimizle gelen geçeni izlemek, buzların arasında üşümek, sokağın gürültüsünü dinlemek, ama hiçbir şey yapamamak. Farkında olmak ama kıpırdayamamak... Yemi yuttuktan sonra bir daha sesimizi çıkarmıyoruz, değerlerimiz yıkılmaya devam ediyor biz sadece susuyoruz. Bizi sudan çıkaran balıkçının kucağındayken atılan oltaları, gerilen ağları görüyoruz ama okyanusta kalanlar umurumuzda olmuyor. Belki de bu yüzden fotoğrafa bakınca tiksinmedim, çünkü o balık benim ait olduğum türün yansıması. Bacaklarından asılmış kan akıtan koyunlar beni rahatsız ederken tezgâhta boylu boyunca uzanan balıklara uzun süre bakabiliyorum, çünkü bizim gerçeğimiz bu, tezgâhtaki balıklarız, avlanmış balıklarız. Sanki önüme bir ayna konmuş gibiydi, kanlar içindeki balık bendim, değerlerimin yıkıldığını hissettiğimde geldiğim hâl buydu. Yavaş yavaş tezgâhtaki balığa dönüşüyorum, kızmaktan tepki göstermekten bıkmaya başladım, hepimizin sonu maalesef bu. Ben, balıkçı, kucağında balıkla, sadece geçimini sağladığı için mutluydu büyük ihtimalle, o balık onun hayatının bir parçasıydı ve bugünkü görevini yerine getirmişti. Ben’in kucağındaki balıkla tek farkımız var; bizim balıkçımız minnetle gülmüyor. Elif Aygün Kaynakça: Arnold, Corey. “Ben ve Kral (Ben and King)” National Geographic Türkiye Dergisi. Aralık 2014. Baskı. Fotoğraf. Sabırsızlar Günümüzde insanlara ergenlik nedir diye sorulsa, herkesin vereceği bir cevap, yapacağı bir yorum vardır. İnsanların söylediklerinden genel bir yargı çıkaracak olursak, bu dönemin ‘sorunlu’ bir dönem olduğu ve öyle ya da böyle yaşanmak zorunda kalındığı insan hayatının bir evresi olduğu kanısına varmamak elde değil. Zaten yazar da bu eserinde bu dönemin sorunsallığı üzerinde durmuş ve okuyucuya hayattaki ergen örneklerine çok tanıdık gelen birbirinden gerçekçi öyküler yazmıştır. Yazarın bu farkındalığı ve daha nice bu konu hakkındaki eserler günümüzde artık ergenlik döneminin önemine ilişkin hassasiyetin arttığını ve çoğu insanın artık aklında ergenlik döneminin sorunlarının nedenine ilişkin birkaç cevap olduğunu gösteriyor. Bu cevapların yanlış olduğuna dair bir şüphe yok ama yeterli mi konusunda maalesef hemfikir değiliz. Sizce, bu sorunların altında yatan sebeplerden olan fiziksel değişim ve zihinsel farkındalığın dışında nedir asıl sorunu oluşturan mesele? Ergenlik dönemi ve barındırdığı sorunların evrenselliği inkâr edilemez bir gerçek olduğu herkes tarafından aşikârdır. Zaten Aristo’nun günümüzden birkaç bin yıl önce bile çizdiği gençlik tablosunda ergenlik yansıtılmaktadır. O zamanlardan beri çeşitli uygarlıklardan, çeşitli kültürlerden toplanan yazılı belgeler-otobiyografiler, mektuplar, günlükler- bu dönemin evrenselliğine ve sadece günümüzde ortaya çıkmayıp geçmişten beri var olduğuna kanıttır. Bütün bu bilinenlerden yola çıkarak bu dönemin sorunlarını kısmen de olsa azaltmak ve ebeveynlerin çocuklarına en doğru şekilde davranması için anne, baba bilgilendirilmeye çalışılmış, bu dönem hassasiyetinin önemini vurgulanmaya başlanılmıştır. Ne kadar eğitim almış olursa olsunlar eğer bir anne-baba çocuğun halinden anlamıyorsa, o aldığı eğitimler, gösterdikleri çabalar hiçbir işe yaramaz. Her şeyden önce ilk olarak ergenlikteki bireyin halini anlamak, kendimizi onun yerine koymak gerekir. Zaten bu dönemdeki çocukların düşünce tarzının değişikliği, daha doğrusu anormalliği, eserde her bir öyküde açıkça belirtilmiştir. Hayata onların gözünden baktığınızda her şeyin altında yatan sebebin aslında sabırsızlık olduğunu göreceksiniz. Çünkü ergenlikteki kişiler de farkındadır kendilerinde bir değişim olduğunun ama bu değişiminin artık kendilerini yetişkin bireyler kategorisine direkt katması şeklinde yorumlar ve ondan sonraki bütün davranışlarını buna göre ayarlamaya çalışır. Çevresinden de kendisine yetişkin gibi davranılmasını, artık çocuk olmadığının farkına varmalarını ister. Denizin Çağrısı isimli öyküde, Osman’ın kendisine de annesi veya diğer yetişkinlere sunulduğu gibi birden fazla seçeneğin sunulmasını istemesi bunun bir göstergesidir. Kısıtlayıcı hareketleri sevmezler ve her daim yetişkinlerle aynı ölçüde hesaba alınmak isterler. Evet, eskisi gibi çocuk olmadıkları doğrudur ama yetişkin de değillerdir. Bunu da kabul etmemeleri, dağdan yuvarlanan kartopu misali bütün sorunların başlangıcını oluşturur ve gitgide sorunlar devasa bir hâl almaya başlar. Ergenlik öyle hemen bitecek bir dönem değildir. Asıl mesele ergenliği yaşamak değil, bunu yaşarken farkında olmaktır. Ergenlikteki bireylere sorsak hiçbiri o dönemi yaşamadığını, o dönemdeyken sorunlu bir birey olmadığını inkâr etmez. Ama artık o dönemi çoktan bitirdiğini ve çoktan iyi bir yetişkin birey olduğunu da düşünmesidir asıl sorun. Yani gerçeği kabullenmemek bütün sorunlarının temelini oluşturur. Oysaki hiçbir ergen o dönemin agresifliğinden kolay kolay kurtulamaz. Sabırsızca davranır, kendinin artık yetişkin aklı başında bir birey olduğunu göstermek ister. Çevresindekilerin ergenlikteki bir bireye davranır gibi davranması, davranışlarını yapmacıktan onaylaması, kendilerinin hâlâ küçük bir çocuk gibi görüldüklerinin düşünmelerine sebep olur. Bunun üzerine kimileri, etrafındakilere yetişkin bir birey olduklarını göstermek amacıyla başka yollar arar ve bu yolların çoğu da sigara, içki bağımlılığı gibi kötü yollara başvurulmasına sebep olur. Çünkü o dönemdeki kişilere göre büyükleri gibi sigara içmek, içki içip sarhoş olmak yetişkinliğin olmazsa olmazıdır. Özendikleri şeyi mantık süzgecinden geçirmeden yaparlar. Zannettiğn Gibi Değil öyküsünde de olduğu gibi Serhat’ın kardeşinin, abisinin takıldığı yerlerde, barlarda, takılması, içki içmesi kendisinin de artık Serhat gibi bir birey olduğunu ve onun akranlarından bir farkı kalmadığını göstermek istemesindendir. Ayrıca günümüzdeki ergenlik yaş aralığının geçmişe oranla düşük olması da daha az mantıklı hareketlerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu yaş aralığın küçülmesinin sebeplerini genişçe yer vermeden özetleyecek olursak bu durumun da özentilik ve sabırsızlıkla alakalı olduğunu görürüz. Ayrıca sabırsızlık durumu sadece o dönemi yaşıyor olanların bir parçası değildir. Ebeveynler de bu evredeki çocukları için sabırsız olabiliyorlar. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi bu dönem hakkında verilen bilgiler, dikkatli olunması gerektiği kimi ebeveyni gereksiz yere endişeye sokabiliyor. Hele bir de bu ailelerin çevresinde, bu dönemde ailesi tarafından dikkat edilmeyip kötü huy kazanan gençler varsa iyice kaygı duymaya başlıyorlar. Bunun üzerine bu dönemi birkaç sorunla yaşayacak olanlar bile ailesinin kendine karşı gösterdiği bu endişe, bu aşırı ilgiden dolayı sıkılıp evden uzaklaşabiliyorlar. Demek istediğim, elbette bu dönemin hassasiyetinin farkında olup ona göre davranmalıyız ama bu, ‘Amanın! Çocuğum ergenliğe yaklaşıyor ne yapacağız şimdi?’ demek değildir. Aşırı dikkatli olunmalı ve onlar hiç yalnız bırakılmamalı demek değildir. Ve ayrıca çocuğun her davranışını da ergenliğe yorumlamamalıyız. Öyle bir denge kurmalıyız ki; çocuk kendini ne başıboş hissetsin ne de 24 saat gözetim altında, ne çocuk hissetsin ne de tamamen ergenlik dönemini bitirmiş bir genç. Yasin Erdoğdu Ekşi, 1 Buse Ekşi 21502152 TURK 101-74 Ali Turan Görgü Final Cesaretin Var Mı Adalete ? Çocuklar günümüz haberleriyle, gündemle ne kadar iç içe? Yaşadıkları çevrenin sorunları ile ne kadar ilgili hiç düşündünüz mü? Bu sorunun cevabı için altı yaşını yeni doldurmuş olan kuzenimden bir örnek vermem doğru olur herhalde sizlere. Hiç! Cevaba pek şaşırmadığınızı hissediyorum, şahsen ben de bu konu üzerine biraz düşündüğümde bu cevabı alacağımı biliyordum. Oysa ki, film ya da romanlarda gördüğümüz çocuklar pek bir bilmiş oluyorlar gerçek hayatın aksine… Örneğin Alper Canıgüz’ün ‘’Alper Kamu Cehennem Çiçekleri” adlı romanında beş yaşındaki bir afacanın, gizemleri kendi başına çözmesi ve sorunlarla başa çıkması anlatılmakta. Benim kuzenim ve dünyamızda yaşayan pek çok çocuğun aksine bu haylaz velet adeta bir dedektif edasıyla polislerin bile işin içinden Ekşi, 2 çıkamadığı cineyetleri çözüyor. Ve yapıtta ilerledikçe görüyoruz ki hiçbirimiz bu beş yaşındaki karakter kadar cesur değiliz ve hatta tanımıyoruz bu hayatı onun kadar. Ve sorgulayamıyoruz yaşamımızdaki en önemli kavramları, adaleti, cesareti ve aşkı onun kadar… Toplumsal yaşantıyı şekillendiren, yön veren kavramların başında yer alır adalet. Hiç kuşkusuz toplumsal yaşantının olmaz ise olmazıdır ve toplumların ayakta kalması ve yıkılmasında son derece önemli bir etkiye sahiptir. İnsanlara eşit davranmak, genç-yaşlı, kadın erkek demeden herkesin hakkına saygı göstermek adalete önem veren toplumların özelliklerdendir. İnsanlar bu kavramı taa çocukluklarından başlayarak, yaşayarak öğrenirler. Benim adalet kavramı hakkındaki ilk düşüncelerim herkesin adil, hatta hayatın da herkese adil davrandığını sanmak olmuştu. Tahmin edeceğiniz gibi yanıldığımı anlamak da çok uzun sürmemişti. Ben de baş kahramanımız Alper Kamu’nun da belirttiği “Adaleti bu dünyada arayan anca belasını bulur” felsefesini kısa zamanda kavramıştım. Ünlü bir iktisatçı olan Mirabeau da adalet kavramını “Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır.” şeklinde tanımlamıştır. Sonuç olarak; adalet kavramı anlaşılması, uygulanması Ekşi, 3 zor olan ve yetişkinler tarafından dahi zor algılanan bir durumdur. Ancak beş yaşındaki roman kahramanımız görülüyor ki çok iyi tanıyor bu dünyayı. Kendi elini taşın altına koyabilen, başka insanların iyiliği için kendini feda etmeye hazır kişilere ve yapamazsın sözlerine rağmen ayakta durup savaşarak istediklerini elde eden insanlara hiç şüphesiz cesur denir. Tarih bir sürü cesur insana şahit olmuştur ve bu insanlar kahraman olarak hafızalarımıza kazınmışlardır. Bunlardan aklıma ilk gelenler arasında Jessica Cox; kolları olmayan ilk kadın pilot, Che Guevara; devrimci hareketin sembol ismi ve Mustafa Kemal Atatürk; ülkemizin özgürlük mücadelesini veren insan. Böyle cesaretli insanların diğerlerinin hayatlarında çok önemli etkileri olurken, aynı zamanda toplumlar için de rol-model olmuşlardır. Sözgelimi yakın zamanda, az önce de okuduğumdan bahsettiğim Alper Kamu Cehennem Çiçekleri adlı yapıtta da baş karakterimiz yaşına oranla oldukça fazla cesaret örneği göstermiştir. Cinayet olayında katilin Ümit adında yeni tanıştığı arkadaşı olmadığına inanan Alper, herkese karşı çıkıp cinayeti gerçekten işleyeni bulup onu adalete teslim etmiştir. Olayları araştırıp çözen, insanların ona karşı çıkacağını bile bile yolunda ilerleyen cesur roman kahramanımız katilin karşısına Ekşi, 4 çıkıp onu suçlamayı da başarmıştır. Böyle cesur insanlara hayatlarımızda hep ihtiyacımız vardır, zor zamanlarda sıkıştığımızda yardımımıza koşacak insanlar bu insanlar olacaktır. ‘ İnsanların hayatlarını baştan aşağı değiştiren bir diğer faktör de aşktır elbette… Kimileri inanır bu kutsal duygunun varlığına, kimileri ise inanmak istemez yahut inanmaz. Tatlı haylaz kahramanımızın bu konuda da biz büyüklerine verecek öğütleri bulunmaktadır. Babası ile olan bir diyaloğunda babasına “Aşk var mıdır, yok mudur, dolu mudur, boş mudur, ne kokar, ne boktur?” diye sorarken bakıcısına karşı olan anlamlandıramadığı hislerini sorgulamaktadır. Babasının oğluna cevabı ise “İnanıyorsan var olup olmaması pek önemli değildir. Ayrıca en büyük inkarcınında en inançlının da içinde bir nebze kuşku vardır. Ve elbette ki aşk da Tanrı’da ölümsüzdür.” olmuştur. Bu konuda da bizlere hayat dersi veren Alper ve babası insanları belki de en zayıf noktasından vurmuştur. Her birey bir Alper Kamu olmak istemektedir bir yerde… Onun gibi hayatı sorgulamak, kavramları incelemesine soruşturmak, cesaretiyle ön plana çıkmak ve birer kahraman olmak istemektedir. Ekşi, 5 Unutulmamalıdır ki adil olmak bireyin kendi tercihidir, aynı cesur olup başkalarının kahramanı olmak gibi, Alper Kamu olmak gibi… Neden Sapiens ? Hazırlayan:Can Demirel Kitap İsmi:Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Homo Sapiens ,bizim içinde bulunduğumuz insan türü yaklaşık 15 bin yıldır dünyaya hükmediyor.Bu kitapta bahsedildiği üzere bizim yakın bir akrabamız olan Homo Erectus isimli insan türü dünyada bizim günümüze kadar yaşadığımızdan çok daha uzun bir süre yaşadılar.Peki onlar şu an burada değilken biz nasıl buradayız ? Bu kitap bize Homo Erectus gibi bizden farklı birçok insan türünün bilinen tarihini anlatıyor.Bu türlerden bazıları kas gücü olarak daha güçlülerdi ama buna rağmen besin zincirinin ortalarında kaldılar. Kas gücü açısından daha zayıf olan bizler ise kendimizden güçlü canlılara karşı kendimizi koruyabilmek için silahlar yaptık.Geçmişte yırtıcı hayvanlardan korunmak için ateşi kullandık.Günümüzde ise kendimizi koruyabilmek için ateşli silahları kullanıyoruz.Bütün bunları yapabilmemizin sebebi ise diğer bütün akrabalarımıza kıyasla daha büyük bir beyine sahip olmamız. Günümüzde insanların çoğu evrim teorisinin ne olduğu hakkında bir fikre sahiptirler.Bazı insanlar primatlardan evrimleştiğimizi daha doğrusu primatlarla ortak bir atamız olduğu gerçeğine şüpheyle yaklaşır.Bu kitapta ortak atamız olan canlı ve bunun yanında geçiş formu olarak sınıflandırılan birçok türün fosil resimleri bulunuyor.Peki bütün bu somut kanıtlara rağmen neden evrim kavramına hala teori olarak bakıyoruz.Bunun sebebi yazarın da bahsettiği gibi bizim evrimimizde "Neden?" sorusunun cevapsız kalmasıdır.Diğer insan türlerinin aksine neden sadece bizim atalarımız olan canlıların beyin yapısı evrimleşti? Bu kitabı okuduktan sonra benim bu soruya karşı cevabım bizim türümüzün diğer türlere göre daha şanslı olmasıdır.Bahsedilen insan türlerinin büyük bir kısmı o dönemlerde gerçekleşen deprem ve volkan patlaması gibi olaylar sonucu yok olmuşlardır.Bizim türümüz ise şu ana kadar böyle büyük bir doğa felaketi yaşamadı.Bu kitabı okurken kendime şu soruları sıkça sordum. Bizden başka bir insan türü de hayatta kalsaydı neler olurdu? Biz bu türe karşı nasıl davranırdık ? Bizim türümüzün tarihinde yabancılara karşı hoşgörüyü sık göremezsiniz.Bizler kendi türümüz olan insanları bile inanışlarına veya fiziksel görünüşlerine göre katletmiş bir türüz.Günümüzde bile bazı ülkelerde insanlar birbirlerini bu özelliklerine göre yargılıyorlar.Kendimizden farklı bir tür insana karşı hoşgörülü davranabileceğimize ben inanmıyorum.Bana göre bizim türümüz savaş konusunda karşı türden üstün ise biz onları köleleştirir veya katlederdik.Aynı geçmişte siyah tenli ve Kızılderili insanlara yaptığımız gibi.Bu kitaptan öğrendiğime göre bizim türümüzün güce olan bu açlığı atalarımıza dayanmaktadır.Bizim türümüzden önce insanlar besin zincirinin ortalarında yer alıyorlardı.Bizim türümüzün evrimleşmesiyle insanlar çok kısa bir sürede besin zincirinin en tepesine çıktılar.Doğadaki diğer yırtıcıların bulundukları konumlarına gelmeleri ise milyonlarca yıl sürdü.Bizler besin zincirinde bu kadar hızlı yükseldiğimiz için doğadaki dengemizi bulamadık.İnsan ırkı günümüzden 12 milyon yıl önce ortaya çıktı.Buna rağmen kendisinden çok önce yaşamış canlıların önüne geçti.Bizler günümüzde sadece besin zincirinin tepesinde bulunmakla kalmıyoruz.Besin zincirini ve tüm dünyayı kendi isteklerimiz doğrultusunda şekillendiriyoruz.Kökleri bizden milyonlarca yıl eskiye dayanan canlıların genlerini değiştirerek yeni türler yaratıyoruz.Yaşadığımız dünyanın sınırlarını aşıp evrenin ve yaratılışımızın sırlarını arıyoruz. Eski çağlardan beri bizler Tanrı kavramına inanıyoruz.Cevaplayamadığımız sorularımızı inandığımız dinlerle açıklamaya çalıştık.Bilim bu soruları cevaplayabildiğinde dinimiz bilim mi olacak? Bizim türümüzde geçmişteki akrabalarımız gibi yok mu olacak? Bu kitabı okurken evrim ile ilgili aklıma takılan birçok soruya cevap buldum.Bunun karşılığında ise cevabını bilmediğim birçok soru ile karşılaştım.Evrim gibi ağır bir konuyu herhangi bir okuyucunun sıkılmadan okuyabileceği bir dille yazabilmek bana göre muhteşem bir başarı.Bu kitabı babam bana önerdiğinde açıkçası biraz önyargılıydım.Bilimsel konulu bir kitap ne kadar sürükleyici olabilir diye düşünüyordum.Bana göre bu kitabı kendini meraklı olarak gören herkes okumalı. EN GÜZEL BAYRAM Hepimiz biliriz Afrika’yı. Fotoğraflarla, belgesellerle takip ederiz oradaki zor hayatları. Peki hisseder miyiz gerçekten onların yaşadıklarını? Ben hissettim ilk defa. Sıralamak gerekirse de hayatımdaki en güzel bayramdı son bayramım. Bir yardım organizasyonuyla Etiyopya’daydım. Her insanın bir hayali mutlaka vardır, küçük ya da büyük , imkansız ya da elde edilmesi kolay hiçbir önemi yok. Hayallerimizle hayatımız anlam kazanıyor, bir amaç için yaşıyoruz ve bu da benim hayalimdi. O hayatı görmem, hissetmem, yaşamam gerekiyordu sadece bu kadar erken gerçekleşmesini beklemiyordum. Bir hafta boyunca tanımadığım ama sonradan çok sevdiğim çok ısındığım bir ekiple Afrika’daydım ve tabi ki hayatımı çok etkileyen bir ziyaretti ordaki hayatlara olan yolculuğum. Bu organizasyon maddi değil manevi bir programdı. Orada verilen mücadele maddiyat çabasından öte, vicdanlarımızla yaptığımız bir mücadeleydi. Bu fotoğraflar ise benim için en değerli fotoğraflardan ikisi nedenini açıklayamıyorum çünkü hissettiklerimi açıklayabilecek bir kelime yok. Kardeşini bir an olsun kucağından bırakmayan o güzel kızın adı Fatma ve arkada görülen kulübe bile olmayan yerler onların evleri. Ve ben Fatma’yı asla unutmayacağım çünkü bizim anlaşabildiğimiz ortak bir dilimiz yoktu o yüzden kalplerimizle konuştuk, sarıldık, zaman geçirdik. Kalple bağlandığın bir insanı da unutamaz insanoğlu, unutmamalı. Ve diğer fotoğraf ise hayatımda gördüğüm en güzel gözlerin fotoğrafı. Sıradan kahverengi gözler değil benim gördüğüm. Bayram sabahı onun için gelen insanlara karşı sevgi dolu, masum, ve ışıl ışıl bir bakış. Ailesi de ondan farklı bir durumda değil aslında. bir yıl sonra ilk defa ete kavuşma sevinci içindeler. Diyorum ya maddi değil manevi bir yolculuktu bu. Orada gördüğümüz, duyduğumuz hayatlar yeri geldi bizim kalbimizi öyle acıttı ki. Lanet ettim yaşadığım hayata. Algılayamadı aklım, nasıl , nasıl bu kadar uç noktada hayatlar olabiliyor? Bir tarafta lüks içinde sürülen, her türlü teknolojiye, eğitime ve birçok imkana sahip olan hayatlar; bir tarafta ev diye bahsedemeyeceğim yerlerde yaşayan, elektriği olmayan, su için yakıcı sıcaklıkta bazen çıplak ayakla, saatlerce yürümek zorunda olan, bir lokma ekmeğe muhtaç olan hayatlar. Birisi bana açıklasın istedim, anlamak istedim ama kimse tarafından yeterli bir cevap alamadım. Anlayamadım, algılayamadım ama çoğu şeyin farkına vardım. Sömürge altında yaşayan ve Müslümanların ezildiği bir ülke Etiyopya. Döndüğünüz her sokakta yerde uyuyan, yaşayan insanlar görmemek elde değil ve çoğunluğu Müslüman. Fakat, beraber yaşamayı öğrenmişler yani bir tarafta kilise bir tarafta cami ve yaşam mücadelesi içindeler. Ne yazık ki ikiye ayrılıyor ama bu insanlar: Ya yaşam mücadelesi içindeler, ya da tamamen vazgeçip çok meşhur bir uyuşturucu olan ve ‘çat’ olarak adlandırılan bir bitki türünü kullanarak geçiriyorlar tüm zamanlarını. Orada yasal olmasından ötürü, bugün Türkiye’de nasıl sokakta yürürken insanların elinde sigara görüyorsak, orada da ellerinde çatlarla yaşıyor insanlar. Bu o kadar üzücü ki.. Çünkü yaşadıkları hayatları kabullenmişler ve çabalamayı, çalışmayı bırakmışlar. Belki de yaşadıkları zorluklardan dolayı, çat bir kaçış yolu onlar için. Ne olursa olsun, Etiyopya , Afrika’daki diğer ülkeler gibi yaralı bir ülke. Başkent’te bu çok hissedilmez çünkü orada imkanlar, oteller, arabalar var. Orası bir şehir ve bunu hissediyorsunuz. Fakat, mücadele veren gerçek hayatları görmek için farklı bölgelere gitmek, yaşamak gerekiyor. Bu seyahat kolay değildi evet, fiziksel olarak imkanlardan ötürü zorlandık belki ama benim için en uçsuz, en ilkel de olsa o bölgelere gitmek asla değişmeyeceğim bir tecrübeydi. O yaralı hayatlara değmek benim hayalimdi, ve bu birçok insanın yaşamadan asla anlayamayacağı bir yolculuk.. Özetlemem gerekirse, bu yolculuğum bir gezi, bir yardım organizasyonu veya birçok yönden ele alınabilir ama benim için o insanların hayatına yaptığım bir yolculuktu. Onların hayatından ise, kendi hayatıma. Ben şuna inanıyorum, bu hayatta madem ki tek başımıza yaşamıyoruz, ve elimizde bu denli imkanlar var; onları unutarak yaşamaya hakkımız yok. Yarın ne hale düşeceğini kim bilebilir? Eğer biz bugün zor durumdaki insanları unutup, onlara sırtımızı dönüp şımarıkça ve israflarla dolu bir hayat sürdürmeye devam edersek , yarın aynı şey bizim başımıza geldiğinde bize el uzatmayan insanlara kızmaya yüzümüz olacak mı? Bu yüzden kimse unutmamalı Mevlana’nın bu güzel sözlerini : ‘Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur, düşmem dersin düşersin , şaşmam dersin şaşarsın.’ Hayatımızın bu ölçüde şekillenmesi umuduyla.. Şebnem GÜZELOĞLU 21302293 TURK 102-25 İtalya’nın Üç Büyüğü: Roma, Floransa, Venedik. Dünya üzerindeki insanların hepsine “Yapmayı en çok istediğin şey nedir?” diye sorsak, muhtemelen çoğundan alacağımız yanıt “Dünyayı gezmek istiyorum.” olur. Bu insanlardan biri olarak söyleyebilirim ki, annemden 2013 yaz tatili planımızın İtalya gezisi olduğunu öğrendiğimde dünya üzerinde benden mutlu bir insan yoktu. “Ölmeden Önce Gezmek İstediğim Şehirler” başlıklı listemin 3 maddesini İtalyan şehirleri oluşturduğu için, listemde birden fazla yerin üstünü çizebilecektim çünkü. 12 Ağustos 2013 sabahı Sabiha Gökçen Havaalanı’nda başlayan yolculuğumuzun ilk durağı başkent Roma’ydı. M.Ö 753 tarihinde kurulan bu kent, yüzlerce tarihi yapıyla bezenmiş, sokakları tarih ve sanat dolu bir kent. Turistlerle dolup taşmasından mıdır bilinmez, hem sabah hem akşam cıvıl cıvıl ama bir o kadar da ağırbaşlı bir yapıya sahip. Otobüsten iner inmez yapılacak ilk şey meşhur Collesium’a koşmaktı. Öğlene doğru bir vakit olduğu için önünde inanılmaz bir turist kuyruğu vardı. Saatlerimizin kuyrukta harcanamayacak kadar kıymetli olduğunun bilincinde olduğumuz için fotoğraflarımızı dışarıdan çekmek zorunda kaldık. Roma denince akla gelen ikinci yer tabi ki Trevi Çeşmesi. Yunan tanrısı Poseidon’a adanmış olduğu için çeşmede ilk göze çarpan heykeller Poseidon, Demeter ve Hygiela heykelleri. Bu çeşmenin özelliği içine para atıldığı takdirde insanın dileğini gerçekleştirdiğine inanılması. Bu tarz efsaneleri çoğu yerde duyduğumuz için inanmamakla birlikte hepimiz turist grubunu yararak ilerleyip havuza küçük birer bozukluk da atmış bulunduk. Vatikan'ı da unutmayalım... İkinci durağımız Floransa… Floransa için benim seçtiğim isim “Açık hava müzesi”. Daha şehre girdiğimiz dakikadan itibaren birbirinden çeşitli ve birbirinden harika heykeller karşıladı bizi. Arno nehrinin kıyısında kurulan bu şehir tarihi boyunca bir sürü sanatçıya ev sahipliği yapmış, bu yüzden en ünlü meydanından en ücra sokağına kadar şehrin her yanı buram buram sanat kokuyor. Fakat kuşkusuz şehrin en dikkat çeken öğeleri Vecchio Sarayı ve Santa Maria del Fiore Katedrali . Eskiden ünlü Vecchio ailesinin sarayı olarak kullanılan Palazzo Vecchio günümüzde Floransa’nın en büyük sanat müzesi olarak hizmet vermekte. Sadece bir katını gezmenin bile saatler aldığı bu sarayı tamamen gezmek için bütün bir günü gözden çıkarmak gerekiyor. Sarayın her tarafını süsleyen muhteşem fresklere hayran kalmakla birlikte gelmiş geçmiş en büyük şairlerden kabul edilen Dante’nin de ölüm maskesinin bu sarayda muhafaza edildiğini ve turistlere sergilendiğini de belirtelim. Geldik son durağımız Venedik’e… Hepimizin kafasında filmlerden edindiğimiz üç aşağı beş yukarı bir “Venedik algısı” olduğu için büyük beklentilerle gittik Venedik’e. E tabii insan her gün sokakları suyla dolu bir şehri gezmeye gitmiyor. Anakaradan küçük bir tekneyle ulaşılan Venedik’e adım attığımızda fark ettiğimiz ilk şey havanın ne kadar sıcak olduğu ve dünyanın her yanından gelen turistler nedeniyle mahşer yeri gibi kalabalık oluşuydu. Bunların moralimizi bozmasına izin vermeden şehrin en ünlü meydanı Piazza San Marco’ya doğru ilerledik. Turistleri hemen meydanın girişinde karşılayan devasa San Marco Katedrali’nin ön cephesinde dikkat çeken 4 tane at heykeli var. Sonradan öğrendiğimize göre bu atlar çok önceden İstanbul’dan getirilmiş. Zaten Katedralin duvarlarına dikkatle baktığımızda birkaç Osmanlı erkeği çizimlerini görebildik. Venedik’e gelip de gondola binmemek olmaz tabi. Fiyatları İtalya’nın her yerinde olduğu gibi Euro- Lira kuru dolayısıyla biraz uçuk gelse de insanın hayatta bir veya iki kere yaşayacağı bir şey olduğu için binmeye karar verdik. Kapsamlı ve uzun süren bir tur olmasına rağmen kanallardaki suyun bulanık olması ve zaman zaman kokması dolayısıyla bize beklediğimiz tadı vermedi. En güzel tarafı gondolcumuzun aynı filmlerdeki gibi kürekleri çekerken bir yandan da avazı çıktığı kadar şarkı söylemesiydi. İtalya’da toplam 5 şehir ve onlarca kasaba gördüm ama içlerinde beni en çok etkileyen bu üç şehir oldu. Bu gezi hakkında sayfalarca yazı yazabilirim, yine de en çok yer kaplayan şehirler Roma, Floransa ve Venedik olurdu. Belki ilk yurtdışı gezim olduğu için, belki de görmeyi en çok istediğim ülke olduğu için benim için tarifi imkansız bir gezi oldu. Listemdeki bütün şehirlerin üstünü çizebilsem de İtalya benim için hep dönüp dolaşıp tekrar gelmek istediğim bir yer olarak kalacak. Elif Naz Özdamar “Bana Ne” Diyebilmeyi Öğrenmeliyiz Özellikle bizim toplumumuzda çok sık rastlanılan bir davranış mı yoksa her toplumda karşılaşabileceğimiz türden bir özellik mi tam emin olamıyorum, ama bana millet olarak “Bana ne” demeyi bilmiyormuşuz gibi geliyor. Sanki her konuda bir yorumumuz olmalıymış, her şeye karışabilebilirmişiz ve her şey bizim kontrolümüz altında olmalıymış hissine kapılıyor gibiyiz. Belki de kendi komplekslerimizden dolayı başkalarının hayatlarına karışarak kıskançlığımızı bastırmaya çalışıyoruzdur. Bu davranışın nasıl bir psikolojik kaynağı var akıl yürütemiyorum, ama kendi hayatımda karşılaştığım durumlardan bir çıkarım yapacak olursam bu gibi sosyal baskılara maruz kalan kişinin psikolojisi giderek bozuluyor ve devamında sağlıklı düşünememeye başlıyor. Bunu derken ne kastettiğimi biraz daha netleştirmek için kendi yaşadıklarımdan birkaç örnek vermek istiyorum. Ben endüstri mühendisliği bölümündeyim ve not ortalamam da ortalamanın epey üstünde diyebiliriz. Bu yüzden her dönem beş ders almak yerine altı ders alıp ilgimi çeken bir bölümde yan dal yapabileceğimi düşündüm. Özellikle insan davranışlarına çok ilgili olduğum için tercihimi de psikolojiden yana kullandım ve bu sene yan dala başladım. Bu kararı vermek benim için kitapçıya gidip dakikalarca süren karar aşamasından sonra huzurla orayı terk etmek gibiydi. Gerçekten ilgimin olduğu ve merak ettiğim şeyler hakkında ders alacak olmam beni inanılmaz motive ediyordu. Ta ki bu isteğimi çevremdekilerle paylaşıncaya kadar. Annem, babam ve okulda fikrine en saygı duyduğum öğretmenimin beni bu konuda desteklemesine rağmen hedeflerimi başkalarına anlattığımda aldığım her cevap beni daha da hayal kırıklılığına uğratıyordu. Kime yan dala başladığımı hevesle anlatsam hep aynı cümleleri duyuyordum. “Neden ekonomi bölümünü tercih etmedin”, “Sizin bölümde hep onu tercih ederler hâlbuki”, “Bence hata yapmışsın hiçbir işine yaramayacak bu senin”... Benim ilgi alanlarımı ve hayallerimi bilmeyen hatta beni tanımayan kişilerin bana böyle müdahale etme hakkını kendilerinde bulması benim çok gücüme gitti. Herkes birbirinin hayatına karışmaya -bir fikir sahibi olmamasına rağmen- ne kadar meraklıymış o zaman anladım. Üstelik bu sadece akademik hayatımda karşılaştığım bir durum olmadı. Kendimi bildim bileli hep zayıf biri oldum. Bana da her gün aynı Olivya’ya dedikleri gibi “Kız, nasıl böyle incecik kalorsun” dediler (11 Karabıyıkoğlu). Bana şimdi “Bunda üzülecek ne var? Herkes zayıf olmak istemez mi zaten” diyecek olabilirsiniz fakat her gün tekrar tekrar “Çöp gibisin, kolunu şöyle tutsam kırılır mı ki? Sen kesin rüzgarda uçuyorsundur, söyle annene sana birkaç taş bağlasın da uçma” gibi tepkilerle karşı karşıya kaldıktan sonra insan bunu sanki bir hastalık veya utanılacak bir şeymiş gibi algılamaya başlıyor. Bana böyle söyleyenlerin niyeti kötü olmayabilir de. Bilemiyorum bunu fakat bir yerden sonra aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayınca kişi bunalıyor ve psikolojik açıdan çok zorlanıyor. Bir zamanlar hatırlıyorum da kilo alabilmek için aç hissetmesem bile kendimi zorluyordum yemeye, sırf biri bana yine “Çok zayıfsın” demesin diye. Kısaca demek istediğim şu ki, her şeye bir yorum getirmeden önce düşünsek ne kadar da güzel olur. “Ben şimdi bunu söyleyeceğim ama kime ne faydası olacak ki” diye sorgulamalıyız kendimizi bazen. Başkalarının hayatına illa yorum yapmamız gerekiyormuş, onlara düşüncelerimizi muhakkak belirtmemiz lazımmış gibi düşünmesek mesela. Hepimiz “Peki bundan bana ne” diyebilmeyi öğrenmeliyiz. Özellikle de kişinin bundan ne yönde etkileneceğini tahmin edemiyorsak dikkat etmeliyiz buna. Mesela yan dal için psikoloji bölümünü seçtiğimi öğrendiklerinde hakkımda hiçbir şey bilmeden eleştirmek yerine bana “Güzel bir tercih yapmışsın, başarılar sana” deseler ne kadar da doğru olur. Yıllar sonra beni gördüklerinde “Hâlâ çöp gibisin” demek yerine “Ne kadar güzel olmuşsun bugün” de diyebilirler hatta. KAYNAKÇA ​ Karabıyıkoğlu, Nazlı. ​Olivya Çıkmazı. İstanbul: Alakarga Yayıncılık, 2014. Baskı BİZ SEVMEYİ NE ZAMAN UNUTTUK? Kitabın başlığı, okuduğum andan itibaren kendi içimde sorguladığım ama nedense cevabını bulamadığım bir soru haline geldi. Özellikle son zamanlarda tüm dünyada yaşanılan savaş ve barış sorunun da etkisiyle kendimi derin derin düşünmekten alıkoyamadım açıkcası. Barışın ve sevginin bu denli ihtiyaç olduğu bir dünyada sevmek sahiden unutabilecek bir kavram mıdır? Sevginin olmadığı bir dünya ne kadar yaşanılabilirdir ki? Sadece insanlar için de değil. Sevgisiz bir dünyada hangi canlı hayatta kalma mücadelesini kazanabilir ki? Sevmeyi, sevilmeyi bizlere unutturacak kadar önemli ne olabilirdi ki? Tüm bu sorularıma bir cevap bulabileceğimi düşündüğüm için Ahmet Cemal’in “Biz Sevmeyi Ne Zaman Unuttuk?” isimli eserini okumaya karar verdim. Yaşadığımız çağın hayatımıza getirdiği onca kolaylığın arasında, bizden bir şeyler de götürdüğünü kitabı okurken farkına varıyorum ne yazık ki. İnsanları sosyalleştirmek adı altında asosyal bireylere sahip toplumların oluşması , yoğun tempolu iş ve çalışma hayatlarında ailesine bile vakit ayıramayan insan sayısının günden güne artması bazı gerçeklerin sinyallerini veriyor bizlere aslında. Bu sinyalleri çok da uzaklarda aramamak lazım diye düşünüyorum. Durup düşündüğümüzde kendi hayatımızda bile yaşanılan birçok değişikliğin farkına varabiliyoruz. Küçükken kurduğumuz çıkarsız dostlukların yerini sahte arkadaşlıklara bırakmış olduğunu, hiçbir şüphe duyulmadan paylaşılan sırların derin sessizliklere dönüştüğünü, kimlerden olduğuna, diline, ırkına, dinine bakılmadan kabul gören insanlığın yerini ırkçılığa bıraktığını farketmek çok da zor olmuyor. Dönüp arkamıza bakınca, sevgi kelimesinin uğradığı bu yıkımın enkazlarının ne kadar da ağır olduğunun farkına varabiliyoruz ve eksikliğini çok derinlerde hissedebiliyoruz ne yazık ki. Peki neydi sevmeyi bu denli yerle bir eden? En basitinden bir sabah işe giderken tanımadığımız bir insandan gelen sıcak bir gülümseme bile bizi kendimize getirmeye yeterken, nerden çıkmıştı bu nefret, kin ve öfke? İçinde bulunduğumuz dünyanın hırsları bu kadar mı gözlerimizi bürümüştü yani, bir insanın başka bir insanı düşünmeden, gözetmeden geçirdiği hayatı hayat yapan neydi peki? Toplum içinde kendi kendimizi yalnızlaştırıyoruz farkında olmadan. Hatta o kadar yalnızlaşıyoruz ki kendimizi bile sevmekten vazgeçiyoruz çoğu zaman. Yaşanılan hayal kırıklıkları, ardarda gelen başarısızlıklar ve bir türlü aşamadığımız zorluklar bizi kendimizi sevmekten alıkoyuyor çoğu zaman. Küsüyoruz kendimize ve tüm dünyaya. Oradan oraya sürükleniyoruz, savruluyoruz ne yaptığımızı bile bilmeden. Hissetmeden yaşıyoruz hayatı. Unutuyoruz sevmeyi, sevmenin o sihirli gücünü. Belki de ilk etapta kendimizle barışarak başlamalıyız sevmeyi hatırlamaya, eksikliklerimizi, hatalarımızı ve pişmanlıklarımızı ve en önemlisi de kendimizi olduğumuz gibi kabullenmeyi öğrenerek. Bu şekilde kendi hayatımızdan pay biçerek düşünüyorum ve cevapsız kalan sorularıma cevaplar bulmaya başlıyorum yavaş yavaş. Zaten yaşanılan tüm bu kötülüklerin çıkış noktası insanların önce kendilerini sonra da birbirlerini sevmemesinden kaynaklanmıyor mu? Şaşırır hale geldik gün geçtikçe... Düşmanlığa, savaşa, öfke haykırışlarına değil de sevmeye, sevilmeye, saf ve masum sevgilere, yardımlaşmaya, kucak açmaya... Bizi biz yapan asıl değerin sevmek olduğunun farkına varmalıyız. Bizi birbirimize düşman gibi gösteren o çıkarcı, egolu, olduğu gibi görünen değil de olmak istediği gibi görünen kimliklerimize bi son vermenin vakti geldi artık. Sevgisiz kalmanın kimseye faydası olmadığını aksine tüm dünyayı daha da içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklediğini idrak etmeli tüm insanlık. Kolay olan varken neden zor olanı seçelim ki zaten? Sevginin ve barışın hakim olduğu bir dünyada, ne büyük hırslara yer kalır ne de nefret ve düşmanlık duygusuna. Hatice Kübra Türkeri İMKANSIZ GECE Taksi Şoförü, Sıkı Dostlar ve Köstebek gibi filmlere imza atmış Oscar ödüllü Martin Scorsese en sevdiğim yönetmenlerden biri. Yılların getirdiği tecrübe ile yeteneğini harmanlayarak sinema tarihine birçok film kazandırmış olan bu yönetmen popülerliğini günümüzde de koruyor. Bu yüzden, bundan bir iki sene önce televizyonda Scorsese’nin “Geç Saatler” filmine denk geldiğimde çok sevinmiştim. Film; New York’ta sıradan bir metin yazarı olan, işinden ve yalnız hayatından nefret eden Paul Hackett’ın bir kafede tanıştığı Marcy adındaki kızı aynı günün akşamı ziyaret etmeye karar vermesiyle başlayan ve gece boyunca birbiri ardına gelen tuhaf olaylar zincirini konu alıyor. Filmin ilk dakikaları tanıdık ve filme odaklanmamızı kolaylaştıracak samimilikte bir kafede geçiyor. Paul, Marcy ile bu kafede tanışıyor ve Marcy ona telefon numarasını verip Soho’da gazete kağıtları ve alçıdan heykeller yapan bir sanatçıyla yaşadığını söylüyor. Paul o akşam Marcy’yi arıyor. Kısa ve amacına hizmet eden bir telefon konuşmasının ardından taksiye binip Soho’ya doğru yola çıkan Paul Hackett’ın henüz taksideyken parasını camdan düşürmesi gece boyunca yaşanacakların başlangıcı aslında. Tam da bu kritik noktada olanları 1960’larda yayımlanan “Alacakaranlık Kuşağı” dizisinin bölümlerinden birine benzetiyorum çünkü “Alacakaranlık Kuşağı”nda içinde bulunduğumuz dünyanın kurallarından farklı kurallar geçerli ve Paul Hackett’ın başına gelmek üzere olanların ardında sıkıca dokunmuş olaylar birbirini izlerken arka planda döngüsünü tamamlayan bir anlam gizli. Islak ve toz kokan beton yollar, kulağa anlamsız gelen nedensiz diyaloglar, bir perdenin arkasında durup görülmeyi bekleyen ilahi bir güzellik ve nefesini son sahneye dek ensemde hissettiğim kapana kısılmışlık duygusu filmin bende uyandırdığı çağrışımlardan bazıları. Filmde hakim olan gerilim ve kara mizah öğelerinin paralelliği her sahneyi kaçırılmaması gereken, ilgi çekici enstantanelere dönüştürüyor. Böyle anların nefes almasını, seyirciyle konuşmasını sağlayan ise oyuncuların etkileyici performansları. Griffin Dunne, Paul Hackett rolünde uzun zamandır vermeyi beklediği performansı sunuyor adeta. Rosanna Arquette ise Marcy rolüyle hikayedeki başka bir taşı yerine koymamızı sağlayacak sade bir performanstan ziyade güçlü oyunculuğuyla empati kurulabilir bir karakter yaratmayı başarıyor. Film bugün çoğu film eleştirmeni tarafından Scorsese’nin başyapıtı olarak kabul edilse de bu her zaman böyle değildi. 1985 yılında vizyona giren filme ilk zamanlarında çok ilgi gösterilmese de yıllar geçtikçe özellikle Scorsese hayranları ve film severler tarafından filme gösterilen ilgi arttı. Filmin dönemin New York’unu başarılı bir şekilde perdeye yansıtması, akıllıca kullanılan inanılmaz kamera teknikleri ve olay geçişlerinde kafa karıştırıcı olduğu kadar dikkat kesilme ihtiyacı da uyandırarak ilgiyi sürekli kılan düzenlemesi bugün hak ettiği değeri görmesinde etkili sebeplerden bazıları. Scorsese’nin New York’u birçok kez filmlerinde olayların geçtiği mekan olarak kullanmasının ve bu konuda oldukça iyi olmasının nedeni şüphesiz doğup büyüdüğü yer olan bu büyük şehrin ritmini zamanla içselleştirmiş ve 1940’lardan 2000’lere uzanan süreçte etrafındaki ve dünyadaki değişime ayrıcalıklı bir noktadan şahit olmuş olması. Filmde yansıtılan tehlikeli ve mistik New York, David Lynch’in “Mulholland Drive” filminde seyirciye yansıttığı ürpertici ve ona yaklaşanları içine çeken Los Angeles atmosferiyle karşılaştırılabilir nitelikte. Öte yandan bu iki filmin alışılagelmiş New York ve Los Angeles kıyaslaması üzerinden karşılaştırılması, kendi içlerinde son derece kompleks yapılara sahip olan bu filmleri değerlendirmek açısından yetersiz kalacaktır. Bu noktada, yapım tarihleri arasında on altı yıl fark olan bu iki filmdeki yer ve tema benzerliklerinden kaynaklanan ve seyircide benzer duygu ve düşünceler uyandıran mizansenlerin bir kenara not edilmesi yeterli. Film ilerledikçe Paul Hackett’la birlikte izleyici de kendisini New York’un güneşin battışından sonra büründüğü karanlık, tuhaf ve yer yer insan zihnini şaşırtan mükemmellikteki kaos içinde her şeyin birbirine bağlı olduğu dünyasında buluyor ve buradan çıkmak düşünüldüğü kadar kolay değil. Paul’un evine dönebileceğine dair inancımız git gide azalırken hayatından nefret eden bu adamı başına gelen her şeyden sonra şu sözleri söylerken buluyoruz: “Yaşamak istiyorum.” Yeşim Şahin 21301212 Turkish 101-23 Ahmed Arif Gibi Sevmek Yine sadece ödevi teslim edebilmek için başladığım fakat okudukça daha fazla ilgimi çeken bir kitap oldu "Leylim Leylim" benim için. Daha önce hiç mektup türünde bir eser okumamıştım ve dürüst olmak gerekirse ilgimi çekebileceğini de düşünmüyordum. Bir başkasının yazdığı mektuplar neden benim ilgimi çeksin ki, değil mi? Okuduktan sonra bu düşüncemin ne kadar yanlış olduğunu fark ettim çünkü bir başkasının duygularına açıkça şahit olmanın ne kadar güzel olabileceğini gördüm. Hele ki bu kişi şiirleri bestelere dökülmüş, aşkı destan derecesine gelmiş bir yazar, usta Ahmed Arif iken kitaba ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğimi anlayamadım. Arif'in Erbil'e olan sevdasına gün be gün şahitlik ederken, günümüzdeki aşk kavramını ciddi anlamda sorguladım. Bir insan başka bir insanı en fazla ne kadar sevebilir? diye düşünürken mektuplarda bu sorumun cevabını gayet net bir şekilde aldığımı söyleyebilirim. Romantik konuları fazla sevmediğimden mi kaynaklanıyor bilemiyorum ama ilk başlarda bu kadar yoğun bir aşka tanıklık etmekten fenalık gelecek keşke başka bir kitap seçseydim diye kendime kızarken aslında olayın karşılıksız bir aşk öyküsü olduğunu gördüğümde merakıma yenik düşüp okumaya devam ettim. Arada sırada kızdım Ahmed Arif'e neden bırakıp gitmiyorsun,neden görmüyorsun olmayacak bu iş diye, bazen güldüm yazdıklarına bazen ağlama derecesine gelecek kadar üzülüp duygulandım."Gel beraber alalım nefesimizi sevdiğim. Sensiz boğazımdan geçmiyor." diyen bir aşığa ne yaparsanız yapın onun sevdasından vazgeçmediğini vazgeçemediğini gördüm sonra. Biraz da imrendim doğrusu. Sanırım mektupların en can alıcı tarafı yazarın bu karşılıksız aşkı kabullendiğini dile getirdiği bölümler. Söylerken bir anda ağızdan çıkıyor kabullenmek kelimesi fakat bu eylemi gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu, sevdiğiniz insana dost olarak bakmak zorunda kalmanın nasıl acı verdiğini az çok hepimiz tahmin edebiliriz. Ahmed Arif'in bunu yapmasına, olgunluğuna hayran kalmamak mümkün değil gerçekten. Kendi canının yanmasına, onsuz yaşayamayacağının bir hayli farkında olmasına rağmen bu hislerini bir kenara bırakıp sadece Leyla Hanımın mutlu olması için uğraşıyor. Zaman zaman sitemini belli edercesine yazdığı mektupların sonunda bile yine kırgınlığını içine atıp,kocası vefat ettikten sonra bile destek olmaya,teselli etmeye çalışan bir adam görünce karşımda "Ben olsam bu kadar sevebilir miydim?" diye sordum kendime, cevabım hayır oldu ve bir kez daha saygı duydum ona. Alttaki satırlar söylediklerimi anlatmakta benden daha başarılı oluyorlar. "Benim için çok mühim olan, sana aşık olmak veya aşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?” Kitabın bir diğer güzel yanı ise Arif'in şiirlerinin yazım aşamasındayken karşımıza çıkıyor olması. Erbil'e gönderiyor yayınlamadan önce, ona ithaf ediyor neredeyse bütün yazılarını. Hafızalarda yer eden bu şiirlerin içinde hangi duyguların barındığını daha iyi hissediyorsunuz aralarındaki ilişkiyi bildiğinizde ve üzerinizdeki etkisi kat be kat artıyor. Bunun etkisinde yazarın Türkçeyi en iyi kullananlardan olmasının da payı büyük tabii ki. Ayrıca yaşanan aşkın dışında dönemin özelliklerini de anlama fırsatı yakaladım çünkü Arif sık sık yaşadığı olayları anlatıyor ve o zaman içinde bulunduğu psikolojiyi anlamamıza yardımcı oluyor bu kitap bir nevi. Özellikle yaşadığı siyasi olayları, sürgün döneminde hissettiği fiziksel ve duygusal işkenceleri ilk ağızdan duyduğunuzda o anları kendiniz yaşıyor gibi hissetmemek mümkün değil. Bu durum kitabın tarihsel olarak önemini de artırıyor ve geçmişi sergileyen önemli bir edebi kaynak haline geliyor Leylim Leylim. Kitap bittikten sonra ise bir süre her şeyi gözden geçiriyor, biri de bir gün sizi Arif'in Leyla'nın sevdiği gibi sever mi diye düşünüyorsunuz... Ahmet Serdar GÜRBÜZ Hayatımızdaki Duvarlar İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği aklı ve iradesidir, deriz hep. İnsan kontrol sahibidir, istediğini yapmakta özgürdür diye düşünürüz. Peki ama biz bu gücü acaba gerçekten hissedebiliyor muyuz? Şu anki hayatımızı, etrafımızda gelişen olayları tam anlamıyla yönetebiliyor muyuz? “İrade” konusu hep kafamı karıştırmıştır bu zamana kadar. Yaptığım her iş, aslında benim tarafımdan yapılmış gibi gözüküyor ama illa ki bir yerde mutlak kontrolün bende olmadığını anlıyorum ve yanıldığımı fark ediyorum. Bu yüzden gözlemlerime ve tecrübelerime dayanarak şu görüşü savunuyorum: “İrade, insan için çok büyük bir yanılgıdır.” Buna istersek kader de diyebiliriz. Kader kavramını bugüne kadar birçok inanç sistemi ele almıştır. Farklı yönleri olmasına rağmen hepsinin ortak buluştuğu nokta tam yetkinin insanda olmadığıdır. Tabi ki böylesine hassas bir konuya derinlemesine girecek kadar bilgi sahibi değilim ama en azından Güneş’in ne zaman doğacağını, yağmurun ne zaman yağacağını kontrol edemediğimiz gayet açık. Çünkü hayatın bir Truman Şov olmadığını iyi biliyoruz. Hayatımız kameralarla çevrili değil. Etrafımızdaki insanlar birer figüran değiller ve onların iradesi tek bir insanın elinde değil. Geleceğimizin, tek bir insan tarafından düzenlenmediğinin de farkındayız. Ben Truman Şov filmini izledikten sonra aslında içinde bulunduğum hayatı, kendimi sorguladım. Truman’ın, gökyüzü şeklinde boyanmış sınırları vardı. İçinde bulunduğu ortamdan bir şekilde ayrılamıyordu. Bu, her ne kadar abartılı bir anlatım olsa da bana çok güzel bir bakış açısı kattı. Kendi etrafımdaki duvarların farkına vardım. İnsan eliyle konmuş duvarlar. Ülke sınırları, bu duvarlara çok güzel bir örnek olur sanırım. Dünya, insanlar için binbir çeşit güzelliklerle beraber yaratıldı ve dünya üstündeki güzellikleri gezmek ve görmek, insanlığın en büyük haklarındandır bana göre. Gelin görün ki bu güzellikleri görmek isterken bizden vize isteniyor. İnsanlığın belki de ortak yaşam yeri olan bu dünyayı gezmek için birkaç insandan, belli sistemlerden izin istiyoruz. Sadece onların sınırlarını geçebilmek için dünyalar kadar para ödemek zorunda kalıyoruz. Belki biz şu anda daha şanslı bir çağdayız bu açıdan. Eski zamanlarda bırakın maddiyatı; sırf ten renginden ve cinsiyetinden dolayı insanların istedikleri yerlere gitmelerine, istedikleri şeyleri yapmalarına izin verilmemiş. Peki, şu anda hiç mi bizi sınırlandıran, başkaları tarafından koyulmuş duvarlar yok? Mesela, herkes şu an canı gönülden istediği okulda mı okuyor ya da hayali olan şirketlerde mi çalışıyor? İrade sahibi olan biz insanlar çok güzel bir şekilde yönetiliyoruz bence. Kategorize ediliyoruz. Madem sen matematikten bu kadar net yapabildin seni okulumuza almıyoruz, diyebiliyoruz. Ortada kuralları çoktan konulmuş bir oyun var ve biz de bu oyun içerisinde çabalayıp bir şekilde hayallerimize ulaşmaya çalışıyoruz. İstediğimiz okula gidelim diye hiç ilgimizin olmadığı şeyleri iyi yapmaya zorlanıyoruz. Onların istediği dersleri, onların istediği kadar görüyoruz. Onların yaptığı sınavlarla hayatımızı şekillendiriyoruz. Belki de kendimizi Truman gibi ilk başlarda özgür gibi hissedebiliriz ama o sınırları keşfettiğimizde durumun tam tersi olduğunu anlıyoruz. Truman Şov ‘da oyunun kurallarını oradaki yönetmen belirliyor ve Truman o alan içinde ne isterse onu yaptığını düşünüyor. Hatta oradaki yönetmen Christof bu olayı çok güzel özetliyor: “Dünyanın gerçekliğini, bize sunulan haliyle kabul ederiz.” Biz de bu kuralları belirli oyunda, çalışıp çabalayarak istediğimiz şeylere ulaşmaya çalışırken kontrolün tam olarak bizde olduğunu sanıyoruz. Kısaca özetlemek gerekirse; bu konudaki eleştirel bakış açısını Truman Şov ’u izlerken kazandım. Evet, belki bizim dünyamızda doğa olaylarını ve insanların davranışlarını tek bir insan yönetmiyor. Fakat bizim de içinde bulunduğumuz çevrede tam anlamıyla iradeye sahip olamadığımız, belli kalıplar içerisinde belli kurallara göre yaşadığımız yadsınamaz bir gerçek. Kaynakça Weir, Peter. The Truman Show. 1998. TUĞÇE IŞIK MUTLAK DOĞRU SENSİN İnsanoğlu kafasını neden bu kadar toplumları, bireyleri ayırmaya takmış? Herkesin içinde saklanan farklı ve ayrıcalıklı olma arzuları neden olmuştur belki de. Birbirimizi zengin ya da fakir, güzel ya da çirkin ve hatta inançlarımıza göre ayırmışız. Ama unuttuğumuz önemli bir ayrıntı var, hepimiz Âdem ile Havva’nın çocuklarıyız. Aslında hepimiz aynıyız. Müslüman ol, Hristiyan ol ya da Yahudi ol hepimizin sonunda ulaşacağı tek bir kapı var ve o andan sonra ben hiçbir şeyin önemi kalmayacağına inanıyorum. Benim inancım, Havva’nın Üç Kızı kitabındaki Peri karakteri gibi. İnanç konusunda yeni bir yol bulmaya, üçüncü yolu bulmaya çalışıyorum. Ne Tanrı’ya ne de somut varlıklara ve bilimsel olaylara olan inancımı görmezden geliyorum. Yani bir nevi sıkışıp kaldım mutlak olan düşüncelerin arasında. Artık insanlar birbirilerine karşı daha önyargılı. Örneğin, dış görünüşlerinden insanları yargılamanın çok kolay olduğu bir zamandayız. Artık düşüncelerimizin kiminle aynıysa onu arkadaş olarak seçiyoruz ve ardından bizim fikirlerimize zıt olanları kötülemeye başlıyoruz. Arkadaşlığın yanı sıra iş hayatınızda veya okulda karşılaşacağınız insanlarla da yaşayabilirsiniz. Çünkü herkes kendi fikrinin ayrıcalıklı, önemli ve mutlak doğru olduğunu kanıtlama niyetinde. İçten içe diğer fikirleri karalamaya, onları yok etmeye fırsat kollar olmuşuz. ‘Anlayamadıkları şey şu ki, insanın insan olmak için hem inanca hem kuşkuya ihtiyacı var. Onlar mutlaklık arıyor; bense diyorum ki mütereddit olmak nimettir. Mutlaklık donuk zihniyetlerin eseridir.’ (Şafak 212). Azur’un kurduğu bu cümle bana farklı bir bakış açısı penceresi açmama yardım etti. Neden her şeyi karalamak ve ‘mutlak’ olan doğruya ulaşmaya çalışıyoruz? Öncelikle, ben mutlak doğrunun varlığına inanmıyorum. Çünkü ‘doğru’, bireylerle ilişkilidir ve onlar da sürekli değişim içindedir. Ya insan değişir ya da değişmek zorunda kalır. Çünkü insan merak eder, sorgular. Ardından bulduğu sonuçlar doğrultusunda hayatında bazı değişiklikler yapar. Bu şekilde gelişmedi mi zaten insanoğlu? Ama bir nesneye, bir insana ya da Tanrı’ya inanmak olsun, bunlar ihtiyacımızdır. İnsan inandıkça umut eder, ileriyi görmeye cesaret eder. Umut ve merak gelişim, değişim için şarttır. Basmakalıp düşüncelere takılıp, ‘Biz böyle öğrendik, böyle gördük. Doğru olan budur.’ zihniyetinden sıyrılmadıkça donuk bir yaşam kaçınılmaz olacaktır. Eşinize, sevgilinize, ailenize ve Tanrı’ya- eğer inanıyorsanız tabii- ait olduğunuzu hissedersiniz zaman zaman. Onaylarını almak için ya da sizi ayıplayıp dışlamasınlar diye uygun görmedikleri davranışlardan kaçınırsınız. Araştırabildiğimiz kadarıyla dini metinlerden ve kitaplardan yola çıkarak Tanrı’nın bazı şeyleri yapmamızı istediği sonucuna varabiliriz. Ve sen bunu yapmıyorsan kötü biri mi olursun? Toplum kötü birisin diyebilir, ailen ve arkadaşlarında. Ama sen mutlu değilsen ve bazı kalıpların, iyi veya kötü gibi, içine sığdırılmaya çalıştırılıyorsan kurtulman gereken insanlar var demektir. Kendini dinlemenin zamanı gelmiştir. ‘O da bir bisiklet edinmişti ama birkaç kez üzerinde dengesini kaybetmişti. Öğrenmesi gereken şeylerden biriydi bu da- tıpkı mutlu olmak gibi.’ (Şafak 204). Peri unutmuştu mutluluğun formülünü, sürekli bir yere veya düşünce bulutuna sürüklenmesinin nedeniydi bu elbet. Mutluluğu unutmak bir insan için kâbus olmalı. Kendini tanıyamamak, artık bir başkası gibi yapmak her şeyi… Hayatı sadece bir kez yaşayacağız. En etkili şekilde onu kullanmakta elimizdedir. Sorgulamak, inanmak ve merak etmek insanoğlunun gelişimi için hayati önem taşır. Bakış açılarımızı değiştirir. Ardından insanları ayırmanın gereksiz olduğunu, er ya da geç aynı yere varacağımızı göstereceklerdir bize. Kendi benliğimizi kaybetmeden, klişelerle bunaltılmadan, inançlarımızı özgürce yaşayabilecek bir ortam yaratmamıza yardımcı olacaktır. Şafak, Elif. Havva’nın Üç Kızı. Çev. Omca A. Korugan, İstanbul: Doğan Kitap, 2016 SILA ŞAHİN (U)MUTLU İNSANLIK “Bir hayal gerçekleşmesi gereken zamanda gerçekleşmelidir, işte tam o günlerde alınmalıydı bana akülü araba, artık çok geç, her şey için çok geç, uçup gitti elimizden o balon.” (Serbes, 2016, sf. 29) diyor Emrah Serbes Müptezeller isimli eserinde. Serbes’in bu sözü beni derinden sarsıyor ve büyük ölçüde inandırıcı geliyor çünkü umudun bir kere yitirilmesi, geri dönüşünü imkânsız kılıyor. Gökyüzüne süzülen balon misali elimizden kayıp giden umutlar, önemsiz bir ayrıntı izlenimi uyandırsa da hayatımızda mihenk taşı görevi üstlenmeye başlıyorlar. Gerçekleşmesi o an mümkün olan hayalleri erteleme şansımız yoktur, umudu ya bitirirsiniz ya da gerçekleştirirsiniz çünkü. Umut ertelenmeye gelmez, diğer umutlar ölmesin, elimizdeki bütün balonlar kaçmasın diye umutla doldurmamız gereken bir yüreğimiz var her birimizin, zamanında harekete geçerek… Umutlar ve hayaller bizi hayata bağlayan temel unsurlardır benim gözümde çünkü içinde bulunduğumuz dünya aslında o kadar da güzel bir yer değildir. Gerçeklik perdesinin arkasındaki hayal dünyasıdır aslında bizi dünyaya bağlayan; diğer türlü hayat katlanılabilir bir vaziyetten çıkardı. Bu fikir ne zaman aklıma gelse büyükbabamın “Sen umudunu yitirme, yavrum.’’ sözü yankılanır kulağımın derinlerinde, sonra ruhuma dokunur. Umudunu yitiren insan tasvirini Emrah Serbes’ten bir alıntıyla anlatmak istiyorum. “Yolun başında müptelaydım, yolun sonunda müptezel.’’ diyerek hayallerin ve umutların başta cezbedici yönüyle insanı hayata bağımlı kılmasının ardından gelen hayal kırıklığının ve gerçekleşmeyen umutların insandaki yıkıcı etkisini anlatıyor. Hayalleri kaybetmek, hayattaki değerini kaybetmeye tekabül ediyor benim adıma, müptezellik duygusu gibi. Mutsuz insanların hep umudu olmayanlardan ibaret olduğunu düşünür ve bütün insanlığın yüreğine bir nebze de olsun umut aşılayabilme isteğiyle dolup taşarım kimi zaman. Bir yerden sonra bu isteğim perçinlenmek yerine dinginleşmeye başladı çünkü umudu öldür(ül)müş ruhlara yeniden umudu öğretmek imkânsız gelmeye başlıyor tecrübeleriniz arttıkça. ‘’Olmayacak duaya âmin denmez’’ mottosu, bir diğer deyimiyle yaşam felsefesi benimsenmiş her bir birey tarafından. Zira bu haksız bir davranış değildir. Umudun güneş gibi doğup, küçük hayallerle birlikte içimizin ısıtıldığı zamanlardan kalan acı bir anının tohumlarının yetişkinlik evresinde filizlenmenin ötesine geçip, dallanıp budaklandığı bir evredir; hayal kırıklığı tohumlarının gelişmiş halidir. Ne zaman hayallerimizin gidip hayal kırıklığını bıraktığını düşünsem, aklıma küçükken Toyzzshop vitrininde gördüğüm kadife bordo renkli tuvaletiyle gözlerimin içine bakan Barbie bebek gelir. Hani şu kına elbisesi gibi 1 SILA ŞAHİN olanlardan. Her seferinde ısrarla almak istediğim ve bu davranışım karşısında hep aynı cevabı aldığım bir döneme feragat ediyor bu anı. Hayal kırıklığı demek çok daha doğru olacak sanırım. “Yeterince oyuncağın var.” denerek geri çevrilişim çocukluğumun ukdelerinden biri olarak kalmış, dimağımda acı bir tat bırakmıştır. Her ne kadar önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de 19 yaşımda bile etkisini yüzümde acı bir gülümseme bırakarak gösteriyor. Eğer o Barbie bebek o gün alınmadıysa bir daha alınamaz ve çocuk bedenlerin içinde beslediği umut bir anda gölgesini bile bırakmaz, ardına bakmadan çekip gider. İçimizdeki bu masumiyeti, iyi niyeti öldürüşümüz beni endişelendiriyor; umuda hayatımızda yer vermemenin bizi karanlık ve maddeci bir geleceğe hazırladığı fikri, beni gelecekten korkan bir insan olmaya itiyor. Umudun varsa varsın çünkü, diğer türlü yoksun… Umutsuzluğun hepimizi siyah renklere boyadığı, karamsarlık libaslarını ruhlarımıza ve bedenlerimize döşediği şu zamanlarda belki de umudu karlı tepelerin ardından yeniden doğurmamanın vakti gelmiştir hatta geçiyordur bile. Bunu düşünmek bile bir umutsuzluk belirtisiyken artık, hayatımızı elimizden alınanların, olduramadığımız pamuk şeker kokulu hayallerimizin yerini doldurmanın zamanı. Hem de daha güzelleriyle. Hayal etmeyi ve umudu, küçükken kullandığımız, her iki satırda bir özenle açıp ucunu keskinleştirdiğimiz kurşun kalemimiz gibi, ilgi ve özenle kullanmalıyız. Sonra bu hayaller defterimizdeki yazı gibi kalıcı olma yolunda ilerler ve kim bilir defterin sonuna gelindiğinde, bir başkası tarafından açılıp okunur ve umudu unutmuş yüreklere esin kaynağı olur; bir başkasının umudu olmak gibi bir güzellik yükler varlığımıza. Barbie bebeği unutup yeni umutlara yer açmanın vakti gelmiş benim adıma; her birimiz için daha birçok hayal kırıklığını unutma vakti. Umut yeniden doğmak için hazır beni bekliyor, tepeye çıkmanın vakti geldi de geçiyor. Umudun var oluşuyla güçlüdür insan, umut seni sen yapar çünkü, senden başkasına ait olamayacak hezimetli varlıklarındır onlar. Kıymetini bil, onu kaybetmek için değil, daha güzellerine yer açacağın bir hayat yarat kendine. İhtiyaç duyduğun güç hissettiğin umudun kendisindedir, umut sana umut verecek olandır. 2 SILA ŞAHİN Kaynakça Serbes, Emrah. Müptezeller. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016. 3 DORUKLARINDA YAŞAMAK Aşk nedir bilir misin? Bazen için içine sığmayacak, kendini sokaklara fırlatıp dağa taşa haykırmak isteyeceksin. Bazen acı çekeceksin, ama o acının senden sıyrılıp gitmesine de izin vermeyeceksin. Her anı, hayatının en güzel anıymış gibi yaşayacaksın ve kim ne derse desin umursamaz hale geleceksin. Kendini taşıyamayacak kadar yorgun hissedeceksin bazen ama onu düşündükçe de bütün yorgunluğunu kaybedeceksin. Onu o kadar çok seveceksin ki, sevginin artık ona zarar verebileceğinden korkacaksın. İşte ben buna “aşk” diyorum. "Kim aşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur. Bu yüzden aşık, maşuğunu düşündükçe acı çeker. Bu tıpkı, uzun zamandır görmediğin birinin odasına girdiğinde bulduğun anılar gibidir." (Haruki Murakami) Haruki Murakami’nin de dile getirdiği gibi; aşk, kaybolan bir parçanı bulmuşsun gibi hissettirir sana. Hiç yaşanmamış duyguları tadarsın. Aşık olduğun insana baktıkça kendini bulursun onda. Kaybolan ruh ikizinmişçesine sarılıp, bağlanırsın. Bunları tereddüt etmeden nasıl söyleyebildiğimi sorabilirsiniz belki de. Aşkı bu kadar kolay tanımlayabiliyorum çünkü; ben aşkın en güzel halini de en kötü halini de doruklarında yaşamış ve bana kalırsa zirvede de bırakmış birisiyim. Nasıl ile başlayan soruları duyar gibiyim. İlk zamanlar da ne olduğunu anlayamamıştım. İçimden sürekli kahkahalar atmak geliyordu ve o yanımdayken dünyanın en mutlu insanı benmişim gibi gülücükler saçıyordum etrafıma. Küçük bir çocuğun saf ve temiz kalbine sahiptim sanki. Tek derdi dışarda koşturup, sadece oyun oynamak olan ve bunlarla mutlu olmasını çok iyi bilen bir çocuk. Ona baktıkça huzur doluyordu içim. Her yer, her saat onunla anlamlanıyordu. Onu herkesten ve her şeyden daha çok sahiplenip, kendimden daha çok seviyordum resmen. Ta ki o benden gidene kadar… Artık yaptığım her şey anlamsız gelmeye başlamıştı. Birlikte yürüdüğümüz o yollar, kahve içtiğimiz o masalar, yemek yediğimiz o restorantlar… Ama garip bir şey vardı. Bütün bunlar anlamsız gelse bile ben o birlikte yürüdüğümüz yollardan geçmek, oturduğumuz masalarda kahve içip onu bir an bile unutmak istemiyordum. Bütün kötü anılar silinmişti sanki hafızamdan. Sadece ondan kalan güzel şeyleri hatırlamak istiyordum. Yani bir nevi kendime acı çektirmek istiyordum. O zamanlar farkında değildim bunun. Kim ne derse desin umursamıyordum. “Boşver, unutursun.”, “Bu da geçer, neler geçmiyor ki?”, “Önemli olan sağlık.” gibi cümlelere çoktan kapatmıştım zaten kendimi. Tek istediğim yalnızlığa sığınıp, kahvemi yudumlayıp, onunla yaşadığım en güzel anları düşünmekti. Ne kadar da aptalmışım. Yeniden “Neden?” dediğinizi duyabiliyorum. Neden mi? Çünkü hayat kimseyi gereğinden fazla önemseyecek, tek bir kişiye bel bağlayabilecek kadar uzun değil. Hele ki bu kadar gençken. Daha yirmi yaşındayım. Önümde kocaman bir hayat, yaşanması gereken birçok anı ve paylaşılması gereken uzun bir zamanım var. Bunu belki geç fark ettim, evet. Ama şunu biliyorum ki eğer ben aşkı bu denli yaşamasaydım belki de bu söylediklerimin hiçbir zaman farkında olamayacaktım. Şikayet ettiğimden değil. Aksine, yaşanmışlıkların, yaşanmamışlıklara bir kapı araladığını ve o kapıdan geçince tecrübelerle dolu yeni bir hayata başladığını anlamış oldum. Zaman öylece geçip gidiyor ve benim tek isteğim yanımda olan insanlarla birlikte bu zamanı olabildiğince dolu, olabildiğince mutlu ve olabildiğince huzurlu geçirmek. Çünkü her an, üzülmek istemeyeceğimiz kadar değerli. Ben aşık olma demiyorum kimseye. Aşık ol ve hatta gerekirse aşkınla aptallaş. Ama kendini dışarıya kapatma hiçbir zaman. O insanı gözünde o kadar yüceltme mesela, hayatındaki tek insan oymuş gibi davranma. Ben aşkı doruklarında yaşadığıma inanıyorum. İyisiyle de, kötüsüyle de… Ve o kişi, hiç unutamadığım hatıralarımdan bir tanesi olmaya devam edecek. Ekin Öztürk KAYNAKÇA: Ünsal, Songül. Aşkın Mavi Tonu. Epsilon Yayınları, 2016. Baskı. “Haruki Murakami Sözleri.” sözlervereplikler y.y. t.y. Web. 2 Mart 2017 http://www.sozlervereplikler.com/haruki-murakami-sozleri/ Ahmet Hınçer Kelvire Okumayı öğrendiğimden beri kitap okumaktan korkan bir adam oldum. Nedenini anlayamamıştım. Geçen geceye kadar… Liseden arkadaşlarımla altı saate yakın düşünme etkinliğinde bulunduk. Siyasi ideolojilerle başlayan tartışma düşünmenin temellerine kadar indi. Bu etkinlikte benim savunduğum görüş ideolojisizlikti. Çünkü siyaset ve siyaset üzerine düşünmek bana o kadar anlamsız geliyordu ki… Bir arkadaşım beni cahil diye yaftalayarak bunun temel sebebinin bu konu üzerine okuma yapmamam olduğunu söyledi. Bu tartışmanın sonucunda bana Marksizm nedir? kitabını verdi. Okudum. İçinde Karl Marx’ın topluma ve tarihe bakış açısı anlatılıyordu. Bazı kısımları hoşuma gitti, bazıları gitmedi. Sonuçta bu konu üzerine daha önce düşünmüştüm. Fikirlerim vardı. Bu sebeple Marx’ın düşüncelerini yargılayabiliyordum. İşte o an kitap okumaktan neden korktuğumu anladım. Ya bu konuda hiçbir fikrim olmasaydı? İlk defa karşılaşmış olsaydım ve bana bu şekilde sunulsaydı? Bu konuyu sorgulama cesareti gösterebilir miydim? Mesela çok aşina olduğumuz bir konudan, müslümanlıktan, bahsetmek istiyorum. Toplumsal yapımızdan kaynaklı müslümanlıkla eğitiliyoruz ve bu eğitimi aldığımız ilk zamanlar din olgusuyla ilgili hiçbir düşünce yok aklımızda. Devamında bunun doğruluğunu sorgulamadan kabulleniyor ve bahsettiğim gibi sorgulama cesareti gösteremiyoruz. Bu durumu en net ablamda gözlemlemiştim. Birkaç adet cüretkâr sorudan sonra aldığım cevap “Tövbe tövbe, çarpılacağız! ” oldu. Onun için bu konu o kadar doğruydu ki artık tersinden bahsedilemezdi bile. Bu durumun benzer halini bilimde de görmek mümkün. Newton’u düşünelim. Yer çekimini keşfetti. Şu an bilim ışığında biliyoruz ki bizi gerçekten yere doğru çeken bir kuvvet var. Artık mutlak doğru bu. Peki o dönemde Newton, bizi yere doğru çeken bir kuvvet yerine atmosferden bizi yere doğru iten bir kuvvet olduğunu söyleseydi ne olurdu? Eminim ki binlerce yıl bu doğru kabul edilirdi tıpkı Dünya’nın düz olduğunun kabul edilmesi gibi. Yani burada Newton’un ağzından çıkacak tek bir kelime binlerce yıl milyonlarca insanın düşüncelerinde doğru kabul edilecekti. Bu açıdan Einstein’a saygım sonsuz. Binlerce yıl doğru kabul edilen klasik fiziğin aksini düşünebilmiş ve ardından ortaya rölativistik fizik adında bir kuram atmış. Hangimiz şu an doğru bildiğimiz bilimsel olgulara eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşabiliyoruz ki? Demek istediğim; bazı düşünceleri doğuşumuzdan itibaren öyle benimsiyoruz ki bırakın sorgulamayı, sorgulanabileceği fikri dahi aklımıza gelmiyor. Şu an size “kelvire” kelimesini tanımlasam, anlamı da kara deliklerin içerisindeki bir gezegen olsa; çok absürt olurdu, değil mi? Biliyorsunuz ki kara deliklerin içinde hiçbir şey olmaz. Peki bu konuda hiçbir fikriniz olmasaydı? Absürt görmek gibi bir şansınız olmazdı. Kabul ederdiniz istemeden. İşte kitap okumaktan korkmamın nedeni bu. Bağımsız düşünebilme yeteneğimi kısıtlayabilirmiş gibi geliyor. Ya o kitapta bahsedilecek bir konuyu daha önce hiç düşünmediysem? Bu durumda istemeden başka birinin fikirleri üzerinden değerlendirme yapmış olurum. Sorgulama gereği dahi duymayabilirim. Evet, zaten düşünme altyapımı başka insanlardan, onların karışımı halinde edindim. Ama daha fazla etkilenmemeliyim. Belki düşünme altyapımda öyle bir kalıba girmişimdir ki değişmesi gereken bazı yanlışları sorgulama fikri bile aklıma gelmiyordur. Daha fazla bu tip sorgulanamayan yanlış kazanmak istemiyorum. Mutlak doğrudan bahsedeyim biraz. Ben doğruların ortak ve tek olduğunu düşünüyorum. Bu ortak doğrulara mutlak doğru diyorum. Bana göre insan ve düşünme yetisi o kadar muazzam ki tüm mutlak doğrulara sahip. Sadece ortaya çıkmayı bekliyorlar. Bunun için de bağımsız düşünme şart. İddia ediyorum ki hiçbir şey bilmiyor olsam ve bin sene ömrüm olsa insanların bin yıllık keşiflerini ben de yapabilirdim. Ne yazık ki o kadar vaktim yok ve daha ulaşılması gereken birçok mutlak doğru var. Bu nedenle mutlak doğruya en yakın gördüğüm bilimsel olguları kabul ediyorum vakit kaybını azaltmak için. Ama bu olgular dışında kalan fikirleri edinmek istemiyorum. Öyle fikirler ki; beni mutlak doğrudan uzaklaştıracak, bağımsız düşünmekten alıkoyacak, başkasının kalıplarıyla düşünmeme neden olacak fikirler. İşte bu noktada Marx’a kızıyorum. Kitaplar yazarak insanları bir düşünce kalıbına sokmuş. Siyasetçi olmasa da insanların bir kısmı onun düşünme yöntemiyle siyaseti değerlendirmiş. Okuyan insanların düşünme altyapısına girmiş. Belki de insanları mutlak doğrudan uzaklaştırmış. Newton’un yer çekimi kadar somut bir konu üzerine söyleyeceği yanlış bir kelimenin oluşturacağı sonuçlardan bahsetmiştim. Siyaset kadar soyut bir konu üzerine atılmış görüşlerin insanlar üzerindeki etkilerini siz düşünün. Ki ben “siyaset” düşüncesini topyekûn yanlış buluyorum. Bana kalırsa siyasetle ilgili mutlak doğru yok zihnimizde. Bazı güçlü insanların menfaatleri için uydurulmuş, tıpkı “kelvire” gibi, bir konu üzerine bu kadar çok düşünülmesi anlamsız. İşte bu nedenle ideolojisizliği savunuyorum. O kadar çok düşünülüp bulunması gereken mutlak doğru var ki, altmış senelik kısa ömrümüzü buna harcamak boş. Tamamen halının altına itilmeli. Gelecek nesiller “siyaset” kelimesini dahi bilmemeli. Toparlamak gerekirse; bir konu üzerine duyduğumuz, okuduğumuz ilk şey istemsizce bizi o kalıba sokuyor. Sorgulama fikrinden ve doğal olarak mutlak doğrudan uzaklaştırıyor. Bu nedenle kitap okumaktan kaçınıyorum. Özellikle soyut kavramlar üzerine yazılmış kitaplardan… Çünkü bu kavramlarla ilgili bir altyapı kazanınca değiştirilmesi, sorgulanması imkansızlaşıyor. Altmış senelik ömürlerimiz var. Bizi insan yapan yegâne gücümüzü, düşünmeyi, kullanmamız lazım. Tek isteğim siyaset gibi oluşumlar üzerine düşünüp vakit kaybetmek yerine mutlak doğruya ulaşabileceğim konuları düşünmek. Mesela bilime yönelmek… Kim bilir bu kadar çok siyaset bilimci yerine daha materyalist bilim insanları olsaydı ne mutlak doğrular keşfedilebilirdi. Asla unutulmaması gereken nokta ise söylediğimiz, yazdığımız her kelimenin başka insanların düşünme kabiliyetine bir zincir vurduğu. Kendimizce bulduğumuz sonucu vermekten çok insanları sorgulama yoluna itmek esas olmalı. Mesela bu düşüncelerimin de insanlar tarafından kabul edilmesini istemiyorum. Sadece sorgulamaya devam edilmeli. Belki bu yazdıklarım da baştan sona kadar yanlıştır, sorgulamaya ne dersiniz? Kaynakça Burns, Emile. Marksizm nedir?. Çev. Mehmet Dikmen. İstanbul: Yordam Kitap, 2015. Baskı Nuri Can Süncer 21501491 Kaybolmuş Hürriyet Arte P1171 Özgürlük Kanvas Tablo Tamamen özgür hissettiğiniz bir zamanda, özgürlüğün anlamını aradığınızı veya özgür olmayan birilerinin aklınızda yer ettiğini hatırlıyor musunuz? Ben kendimden yola çıkarak bu soruya çok rahat “hayır” diyebiliyorum. Çünkü insanın, toplumun doğasını anlamlandırmaya kendi koşullarını değerlendirerek başladığına inanıyorum. Bu soruyu sorup cevaplamama sebep olan Zygmunt Bauman, Özgürlük adlı eserinde, çoğu düşünürün aksine bu konuya felsefi bir kavram veya politik bir ideolojinin bir öğretisi olarak yaklaşmaktansa, konuyu toplumsal bir ilişki niteliğinde ele alıyor. Seçimlerimizdeki özgürlük derecesini ölçmektense, bizim özgürlük kavramından çıkardığımız anlamı sorguluyor ve bu arayışın özündeki sebepleri içselleştirmemizi sağlıyor. İki insan düşünmenizi isteyeceğim sizden. Birbirinden tamamen farklı hayatlar yaşayan iki insan. Bu insanlardan biri hayatının bir kısmından sonra zindana atılıyor ve kendi kurduğu hayata veda ediyor. Biri hayatını kendi kurallarına göre, diğeri ise bir zindanın içinde her şeyden mahrum bir şekilde yaşıyor hayatının geri kalan kısmını. Şimdi soruyorum size: Zindandaki insan mı bilir özgürlüğün kıymetini, yoksa mahkûmiyeti hiç tatmamış olan insan mı? Zindandaki insan cevabını verdiğinizi hissediyorum. Çünkü hepimiz farkındayız ki insan kaybettiği zaman anlıyor somut ve soyut olan her şeyin kıymetini. Peki, mahkûmiyet sadece dört duvar arasında tıkılıp kalmışsak mı söz konusudur? Kendini fikirleriyle var etmeye çalışan fakat toplumun kallavi kesimlerini oluşturanlar tarafından sadece sermayeyi arttırmakta bir araç olarak görülen insanlar da mahkûmiyetin tadına bakıyor kanımca. Fiziksel olmasa da fikirsel bir mahkûmiyettir bu benim gözümde. Geçim sıkıntısı yaşayan insanların katlanmak zorunda olduğu bir tutsaklık. Bir de özgürlüğünü bilerek ve isteyerek satmış olan bir kesimin varlığına inanıyorum. Sınıf atlama uğruna sahte gülücüklerle plazalarda gezen, insanların yanında onları sevdikleri için değil sırf tahammül edebildikleri için bulunan kişiler. Bu insanları da kendilerini özgür zannedip aklının odalarında özgürlükten nasibini almamış insanlar sınıfına koyabilirim. Ya daha ilk başta bahsettiğim kallavi kısım, onlar da özgür olamamaktan nasiplerini almışlar mıdır? Diyalektik süreçte insanların ekonomik ve entelektüel olarak gelişip bir durağan duruma ulaşacakları belirtiliyor1 fakat fikrimce bu noktaya çok uzağız. Kapitalist toplumlarda en üstümüzde bulunan burjuva sınıfı, orta sınıfın ve işçi sınıfının özgürlüğünü elinden almakla kalmıyor, kendi özgürlüklerini de doğalarında olan rekabet uğruna kaybediyorlar. Bu bahsettiğim rekabet ekonomik değil, tamamen sosyolojik bir rekabet. Artık sınıf atlama şansları olmadığı için kendi benliklerini evrimleştirmeye çalışıyorlar. Genel-geçer algıların neferi olup, kendileri tarafından kontrol altında sandıkları hisleri gösteriş uğruna özgürlüklerini kaybediyor. İnsanların onları görmek istedikleri gibi görünmeye çalışmaları onları da sahteleştiriyor. Bahsettiğim rekabet, kim daha sahte olacak yarışına dönüşüyor resmen. Olmadıkları insanlar gibi görünüp, çağın gelişen teknolojisiyle bunu taçlandırıyorlar. Maddi olarak kendilerine kapının deliğinden görülen özgürlük, boyut aşma çabası içerisinde kaybolup, ayaklarında veya “zamanlarında” zincir yoksa bile, fikirlerinden yavaş yavaş uzaklaşıyor. 1 Zygmunt Bauman, “Özgürlük”, Ayrıntı Yayınları, 2015, 107. Bütün bunların sebebinin, yazımın başında da belirttiğim gibi, insanların ekonomi merdiveninde birer basamak olarak görülmek olduğunu düşünmeye sevk etti Özgürlük adlı başyapıt. Fiziksel özgürlüğümüzü sağlamamız, bize özgür olduğumuz hissini verse de, kafamızın içinde haykıran sesi dinlemekten aciz kaldıkça inanmıyorum özgürlüğümüzün sağlanmış olduğuna. Oligarşideki gösterişin, orta sınıftaki sahteciliğin, işçi sınıfındaki bitmek bilmeyen geçim sıkıntısının ardında yatan tutsaklığı gördükçe ve yaşadıkça, neden hâlâ insanların özgürlük adına her gün naralar attığını anlıyorum. Çünkü sahip değiliz biz bu ayrıcalığa. Kıymeti bilinen somut ve soyut şeylerin elimizde olmayanlar olduğunu naçizane söylemiştim ya, işte özgürlük kavramı bunun en büyük örneğidir. Bu yüzdendir ki adına kitaplar, şiirler, şarkılar yazılır. Bu yüzdendir ki ne kadar sahip olunduğu düşünülse de aranır durur. Kaynakça Zygmunt Bauman, “Özgürlük”, 2. Baskı 2015, Ayrıntı Yayınları, 978-605-314-025-2. Arte P1171 “Özgürlük” Kanvas Tablo - 30x30 cm (http://www.evidea.com/arte-p1171- ozgurluk-kanvas-tablo-DPH071/p/334678?refKey=S7lmpHoYC) Dünyanın Gardiyanları Süper kahramanların tarihi 1938 yılında ilk kahraman olan Superman’ın çıkışıyla başlar. O dönemden bu döneme kadar sayısız insanın hayatına girmiş ve şu an sadece ABD ile kalmamakla beraber bütün düyanın ortak kültürü haline gelmiştir. Çizgi romanlar insanların gözünde çocuk kitapları gibi gözükse de aslında birçok politik konuyu da ele alır. Bu akımı başlatan 2. Dünya savaşından soğuk savaşa, artan uyuşturucu kullanımından feminizme, cinsiyet ayrılıklarından ırkçılığa kadar çoğu dünya sorununu yazarlar karakterlere yanısıtır. Onlar aslında kendi dönemlerinin yansımalarıdır. Nasıl bir düzen içindeysek onlar da o düzene dahil olmaya çalışırlar. Yani ona göre kişilikleri değişir. Çoğu bizim gibidir, günde sayısız problemlerle karşılaşan, para sıkıntısı yaşayan, ilişkilerinde aksaklıklar yaşayan, sorumluluklarını düzenlemekte sıkıntı yaşayan bireyler ama günün sonunda problemlerine hep bir çözüm bulurlar. Kahraman oldukları gibi karanlık tarafları da vardır. Aslında o karanlık, kendilerini insanlara adamada en büyük rolü oynamıştır çünkü çoğu, geçirdikleri karanlık bir günün ardından kahraman olma kararına varmışlardır ancak bu karanlığa yenik düşmeyip karşılıksız iyilik yaparak intikam aldıklarını düşünmüşlerdir. Bu, gerçek insanlarda çok yüksek irade istese bile kahramanlar için o kadar da zor değildir çünkü onlar süperdir. Çizgi romanları okuyan çocuklar da ister istemez bu karakterlerden etkilenirler ve kendilerini onların yerlerine koyarlar. Ben de bunlardan biriydim işte. 5 yaşında okuma yazmayı çizgi romanları anlamak için öğrenmiştim. Çizmeyi çizgi romanlarımı çizebilmek için öğrenmiştim. Düşünmeyi yazdığım karakterlere can verebilmek için öğrenmiştim. Bana doğruyu ve yanlışı, ahlakı, saygıyı, önyargısız bir şekilde sorunlara tarafsız bakmayı yani doğru ve düzgün bir insanın nasıl olması gerektiğini ben daha okula başlamadan önce gösterdiler. Büyüdüm, onları algılamam değişti. Her bakışımda onlarda yeni sorunlar, yeni bakış açıları keşfediyorum, ben olgunlaştıkça onlar da benimle olgunlaşıyorlar. Bir bakıma başka bir anlam kazanıyorlar bende. Özellikle Batman ve Spiderman… Beni bu geniş dünya ile tanıştıran iki karakter bu ikisidir. Aslında Batman’in gerçek kişiliği olan Bruce Wayne’nin sahte bir maske olup yarasa maskesinin onun gerçek yüzü olması beni her zaman etkilemiştir. O maske sayesinde gerçeklerle yani kendisiyle yüzleşmekten kaçınır. Bu sayede motivasyon eksikliği yaşamaz çünkü inip çıkabilecek bir duygu hissiyatına sahip değildir. Milyarderdir ki bu yüzden varlık içinde yokluk çektiği de söylenebilir. Batman özeldir sadece bir tanedir ama Spiderman’i her gün sokakta görebilmek mümkün çünkü gerçek kişiliği olan Peter Parker 16 ila 18 yaşları arasında, çok parası olmayan, sosyal sıkıntıları olan, sevgilisini eve bıraktıktan sonra halasına akşam yemeğine yetişmeye çalışan bir lise öğrencisidir. Günü kurtardıktan sonra ev ödevi yapmaya eve gider, çamaşırlarını kendi yıkar ve kararlarının bedellerini ağır bir şekilde yalnız başına öder. Bu iki karakterinde benim kişiliğimdeki rolü büyüktür. Bazen işlerimi Bruce Wayne gibi planlı ve programlı bir şekilde detaya önem vererek yapar bazen de Peter Parker gibi doğaçlama, alışılmışın dışında yapmayı tercih ederim. Batman ve Spiderman ile tanıştığım ilk günden bugüne hayatımda bütün kahramanların bende ayrı bir yeri oldu ki günümüzde onlardan kaçabilmenin imkanı yok. Sinemalardan dergilere, bilgisayar oyunlarından kitaplara, oyuncaklardan reklamlara her yerde onlara rastlamak mümkün. Dünyanın neresinde olursanız olun günde birkaç kere yarasa amblemi taşıyan bir tişört giymiş birini görmek mümkün. Eminim bu kahramanlar bende olduğu gibi sayısız insanda sayısız çeşitlilikte etkiler bırakmıştır. Zaman ilerledikçe de bizim gibi ya daha medeni ya da daha ilkel olacaklar. Bunun belirleyicisi ise biziz. İnsanlık olarak vereceğimiz kararlar… Kerim Berk İlkkurşun 21000787 FARKINDALIK Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club) 2013 yapımı biyografi türünde bir filmdir. 1980’lerde AIDS teşhisi konan, Texaslı bir rodeo binicisinin hayatını anlatan bu film, amacının dışına çıkarak, gerçek bir sosyal sorumluluk projesi hâline gelmiştir. Filmin dikkat çekmek istediği konulardan birkaçı şöyle; AIDS hakkında farkındalık yaratmak, homoseksüel, lezbiyen ve transseksüel ayrımcılığına vurgu yapmak, “placebo” etkisi uygulayarak deney yapmanın etikliği ve devletin koyduğu kanunların insan sağlığı üzerine etkileri. Ben filmi izlediğimde ilk gözüme çarpan konular bunlardı. Bu konuları ele alıp, üzerinde düşünmemizi sağlamaları çok önemli çünkü bahsedilenler günümüzde sıkça tartışılan ve gündemden uzun süre düşmeyecek konular. 1980’li yıllarda AIDS, tıp dünyasında dahi gizemini koruyan bir hastalıktı. Aradan 25 sene geçti ve AIDS hakkında oldukça yol kat edildi. Bu hastalık nasıl bulaşır? AIDS’ ten nasıl korunmalıyız ? Nasıl yayılır? Teşhis edildiği takdirde ne gibi tedaviler uygulanabilir? gibi bir çok sorunun cevabı biliniyor. Bu kadar zamana ve bilgiye rağmen günümüzde bâzı insanlar bu soruların cevaplarını bilmiyor. Hâlâ daha AIDS’li bir insanın elini sıkınca bile hastalığın kendisine geçeceğini düşünen insanlar var. Bu insanların cahilliği yüzünden, kesinlikle hak etmedikleri halde, AIDS’li hastalar toplumdan dışlanıyor. İşte bu film de ele alınan en önemli konulardan biri bu. AIDS hakkında farkındalık yaratmaya çalışan bir film bana göre, işe yarayan, önemli bir filmdir. Günümüzde hâlâ daha aşılamayan ve bana göre, insanlığın kanayan yarası olan bir başka konu ise homoseksüel, lezbiyen ve transseksüel insanlara yapılan aşırı ayrımcılık. Filmin geçtiği dönemde AIDS henüz tanıma aşamasında olduğu için AIDS teşhisi konan herkese “gay” damgası vuruluyor. Filmde ele alınan insanlar hem homoseksüel oldukları için hem de AIDS oldukları için dışlandılar. Günümüzde, Batı’ya gittikçe biraz daha medeni bir ortamda yaşamalarına rağmen Türkiye veya Türkiye’nin doğusundaki ülkelerde gerçekten yaşanamayacak bir hayat sürüyorlar. Aradan 25 sene geçmiş olsa da insanlığın tıkandığı noktalardan birine tekrar denk geliyoruz. Hâlâ bu ayrımcılık şiddetli bir şekilde devam ediyor. Film bu ayrımcılık konusunda da farkındalık yaratmak istemiş ve bence başarılı olmuş. Bu filmde, insanlık ayıplarını eleştirmelerinin yanı sıra hukuki ve yönetimsel sorunlar da irdelemiştir. İlk konu, var olan kanunlar her zaman insanı korur mu? Bana göre bu konunun üzerinde çok ciddi şekilde tartışılması gerekir? Örneğin filmde, AIDS hastalarına Amerikan devleti tarafından verilen ilaçlar bazı koşullarda etkisiz, çoğu koşulda da tehlikeli. Meksika’ da ise işe yarayan, daha sağlıklı ilaçlar var ancak bu ilaçlar kanunen Amerika’da yasak. Bu durumda devletin, kendi insanının yanında olduğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa ilaç şirketlerinin para kazanmasına daha elverişli bir ortam mı kurulması hedeflenmiş? Aslında sorunun hangisi olduğu önemli değil çünkü bu soru işaretlerinden birinin belirmesi bile devletin başarısız olduğu anlamına gelir. Devletin görevi her koşulda kendi insanına sahip çıkmaktır. Para kazanmak veya para kazandırmak değildir. Filmde bu konu için savaşan Ron Woodroof haklı çıkıyor ve görüyoruz ki her koşulda kanunlar veya devlet, insanının yanında değil. İkinci bir konu ise, insanlar üzerinde uygulanan “Placebo” deneyi. Bu deney genelde Kerim Berk İlkkurşun 21000787 ilaçları test etmek için kullanılır. İlacı denemek için denek olan insanlar iki gruba ayrılır, bir gruba ilaç verilir, diğer gruba ise o ilaç verilmez ama onlar ilacı kullandıklarını sanır. Böylelikle ilacın işe yarayıp yaramadığı gözlemlenir. Burada eleştirilen nokta şu, test aşaması olsa da, bu insanlar bir tedavi görüyor veya gördüklerini sanıyor, hangi insanın tedavi görmesine, hangi insanın görmemesine kim, nasıl karar verebilir? Bana göre, tedavi gördüğünü zanneden ama aslında C vitamini alan bir insanın, bu şekilde kandırılması ve ölüme terk edilmesi kesinlikle kabul edilebilir bir şey değil. Sonuç olarak bu film gerçekten bir başyapıt çünkü AIDS farkındalığı, homoseksüel ayrımcılığı, devlet kavramı ve “placebo”nun etikliği gibi çok önemli konular üzerine eğiliyor. Gerçekten her insanın izlemesi ve sonucunda da ders çıkarması gereken bir filmdir. Fatma Naz DONMA 21503088 RENKSİZLİĞİ SEVMEK Sonbahar geldiğinde hüzünlendiklerini söyler insanlar. Hafif bir esinti, kaybolan renkler etkiliyor olsa gerek onları. Benim ise içimi bir huzur kaplar sonbaharda. Evimi bulmuşum gibi hissettirir bana. Kaybetmekten korktuklarımı özenle sakladığım sığınağım olmuştur artık o. Bazen birini ilk görüşünde yıllardır tanıyormuş gibi bir güven duygusu hissedersin ya, sonbahar da benim için o güvenli limandır. Her korktuğumda, kapana sıkıştığımda diğerlerine gösterdiği hüzün perdelerinin arkasına sığındığım dostumdur. Asla yüz çevirmez bana. Bilir ki ben ne yaparsam yapayım, nereye gidersem gideyim en çok onu seviyorumdur. Düşünürüm bazen, neden sonbahar diye. İlk aşkımdır çünkü sonbahar. Hem ilk aşkım hem de ilk duygularımın karşıma çıkmasını sağlayan o güzel dönem. İnsanın sevesi geliyor sonbaharda, içine sığamayanları haykırmak. Dökülen her bir yaprakla beraber yenisini çıkarmak için tekrar ayağa kalkmak istiyor. En büyük sırdaştır sonbahar. Ona anlattığın her şeyi yağmurlarıyla saklar. Hiç kimsenin asla bulamayacağı ama sen istediğin an karşına çıkaracağı yerlerde bekletir anlattıklarını. Ona ihtiyaç duyduğunda gitmiş olsa bile hissettirir varlığını. Bazen sıcak bir yaz akşamındaki meltemle bazen ise yolda yürürken karşına çıkan küçücük sararmış bir yaprakla... Aşığı da çoktur ama sonbaharın. Ne Cemaller, Edipler, Turgutlar kaleme alırlar aşklarını. ‘Eylüldü... Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.’ demiş Cemal Süreya. Yalnız kaldıkça sonbaharda bulursun kendini çünkü. Birilerine tutunma ihtiyacın artar giderek. Aşık olmak kaçınılmaz sonun olur artık. Romantizm sarar etrafını. Yüzüne vuran her esintiyi sevdiğinin elleriyle karşılamak istersin. Asıl çaresizlik o elleri bulamamanla başlar. Ağlarsın; dakikalarca, saatlerce, hatta bazen günlerce. Yağmur damlalarıyla karışır gözyaşların. Belki de bundandır sonbaharda ağlamak. Kimse anlamaz, sesini duyurmak istemediğin sürece görmez gözyaşlarını. İyi bir dinleyicidir de sonbahar. İçinde birikenleri kelimesi kelimesine dinler, özümser ve seni asla hayal kırıklığına uğratmaz. Söylediğin ya da söyleyeceğin ne varsa yadırgamaz, dinler ve bu Figure 1Globe views-Rain* kadar yağmurun ardından elbet güneşin birgün doğacağının umudunu verir. Seni her düşüşün kalkışında biraz daha güçleneceğine inandırır. Bazen bir anne gibi usul usul kanayan yaralarını sarıp seninle beraber ağlar, bazen bir arkadaş gibi yanında dimdik durur ve pes etmeni engeller, bazen ise bir sevgili gibi tenini usulca okşarken güzel sözleriyle seni sakinleştirir. Kim bilir; belki de gerçek aşkı bulamadığımızı zannetmemizin sebebi, onu yanlış yerlerde aramamızdır. Belki de en güzel aşk; sonbaharda hırkana sıkıca sarılıp, eline bir fincan kahve alıp, pencerenin karşısına geçip sessizce yağmuru izlemektir ya da yağmurun en sağanak olduğu zamanda dışarıya çıkıp sırılsıklam olana kadar ıslanmaktır. Ama biz insanoğlu her zamanki gibi en ulaşamayacağımızı seçeriz. Bizi en çok ne üzerse mutluluğun da onda olduğuna inanırız. Halbuki mutluluk kendini en huzurlu hissettiğin yer ve ana sahip olduğunda vardır. Benim için ise mutluluk; ılık bir sonbahar akşamında yanımda sevdiklerimle ya da aşık olduğum o insanla saatlerce durmadan, birbirimizden sıkılmadan geçirebileceğim o güzel zamanda saklıdır. Kimin ne diyeceğini nasıl hissedeceğini umursamadan, kendimi sadece karşımdaki insanlara ayırdığım bir ortamdan daha güzel ne olabilir ki? Beni ben yapan bütün anılarımı, duygularımı, kayıplarımı, kazançlarımı bana yaşatan sonbahar... Her zaman en güvende hissettiğim, ondayken huzuru Figure 2Fotokritik-sonbahar** bulduğum en güzel dönem. Onu bir mevsim olarak sınıflandırmak ona yapılacak çok büyük bir haksızlık olur. Çünkü küçücük iyiliği dokunan bir insanı bile bu kadar yüceltirken, benim adıma, sonbahar kadar yüreğine dokunan, seni sen yapan bir arkadaş, anne hatta sevgiliye bu kadarı az görülmemelidir. KAYNAKÇA Globe views-Dreams rain/ internet sitesi https://www.google.com.tr/url?sa=i&rct=j&q=&esrc=s&source=images&cd=&cad=rja&uact=8&ved= 0ahUKEwi7-qS9n8HPAhVHsBQKHegnAqAQjRwIBw&url=http%3A%2F%2Fglobe- views.com%2Fdreams%2Frain.html&bvm=bv.134495766,d.bGg&psig=AFQjCNH78x5xBXAVhZEdSIPA nTjUCJchoQ&ust=1475673777054311 Fotokritik-İstanbul’da sonbahar/ internet sitesi https://www.google.com.tr/url?sa=i&rct=j&q=&esrc=s&source=images&cd=&cad=rja&uact= 8&ved=0ahUKEwid5s7Uut_PAhXCPRoKHUaTDfsQjRwIBw&url=http%3A%2F%2Fwww.fotokri tik.com%2Farama%2Fistanbul- sonbahar%2F6&bvm=bv.135974163,d.d2s&psig=AFQjCNFySzNIOnHA3CdtqBFIIOeJMHNl5w &ust=1476711869850985 Meryem B. EFE ZAMANIN KUMLARINA GİZLENMİŞ KADER 21601779 TURK101-3 Derler ki bazı hayatlar zaman içinde bağlıdır birbirine… Çağlar içinde yankı bulan eski bir çağrıyla zincirlidir ötekine… Kader… Gözlerinizi kapatın bir anlığına ve düşünün. Hayatınızı düşünün, hatalarınızı, mutluluklarınızı ve gözyaşlarınızı. Ölmeden önce nasıl film şeridi gibi akarsa yaşadıklarınız öyle aksın gözünüzün önünden. Önce doğumunuz, ilk adımınız, ilk konuşmanız, okula başladığınızda hissettiğiniz ilk heyecan, sonra ilk kalp kırıklığınız, belki ilk âşık oluşunuz… Bazılarımızın tebessümle yâd ettiği; fakat çoğu insanın pişmanlıklarıyla dolu olan geçmişi… Bir de yaşayamadıklarınız var tabii. Asla bilemeyeceğiniz, sadece yaşayarak öğrenebileceğiniz geleceğiniz. İşte bu bizim fazlasıyla gerçek olan hayatımız. Yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız… Geçmişimiz ve geleceğimiz… Başka bir ifadeyle de ‘keşkele’rimiz ve ‘belki’lerimiz... Yani kısaca kaderimiz… Şimdi yeniden kapatın gözlerinizi ve sadece hayal edin bu kez. Hayatınızın gerçekten bir film olduğunu hayal edin. Senaryosu keşkeleriniz ve belkilerinizden oluşan hayatınız. Başrolünde de siz varsınız ve tanıdığınız diğer herkes bir figüran sadece. Her ne kadar senaryo gerçek olsa da film dedik öyle değil mi? Madem artık gerçeklerden biraz olsun sıyrılıp bir filmin içinde bulduk kendimizi, o zaman hakkını vermek lazım “Ancak filmlerde olur.” klişesinin. Öyleyse her şeyin mümkün olabileceğini varsayarak yeniden düşünün şimdi. Neyi değiştirmek isterdik bu filmde? Mesela pişmanlıklarımızı, keşkelerimizi? Tüm bunları değiştirebilsek güzel olmaz mıydı? Mesela bir dakikalık bir kum saatimiz olsa ve biz istediğimiz zaman bir dakika öncesine dönebilsek ve değiştirebilsek yaptıklarımızı… Ya da kabzasındaki haznede bir dakikalık kum olan özel güçlere sahip bir hançerimiz olsa… Kabzasına bastığımızda dursa zaman ve sonra zamanın kumları içinde aksak bir dakika öncesine… Çok güçlü bir hançer bu. Zamana hükmedebilen bir hançer... İçinde zamanın kumlarını barındıran bir hançer… Yaklaşık iki saattir izlediğim filmdeki cesur Pers Prensinin elindeki hançer… Pers Prensi… Bir dönemin kült bilgisayar oyunlarından… Beğenisi ve oynayanı çok fazla olunca sonraki yıllarda fantastik film türünde sinemaya uyarlanmış. Türlü entrikaların içinde kalıp, güvendiği herkesi tek tek kaybeden Pers Prensi Destan’ı ve tesadüfen bulduğu, belki de kaderini değiştirecek olan hançeri konu alıyor bu sürükleyici film ve bizi zamanın kumlarında uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Aslında ben oldum olası sevmem böyle fantastik filmleri, daha doğrusu sevmezdim. Gerçek hayatta asla olmayacak kurguların olduğu zaman kaybı yapımlar olarak görürdüm onları. Fakat bu filmi izlediğim şu iki saat boyunca aslında ders çıkarılacak her şeyin gerçek olmasına gerek olmadığını anladım. İnsan isterse süper güçler, efsanevi aksiyon sahneleri ve imkânsızlıkların imkâna dönüşebildiği kurgularla donatılmış filmlerden de fazlasıyla gerçek hayatına ders çıkarabiliyor. Peki, ben ne ders mi çıkardım? Belki sayamayacağım kadar çok şey, belki de susunca tek kelimeyle özetlenebilecek kadar basit tek bir şey: Bilemezsin! Geleceğini bilemezsin. Kimlerle karşılaşacak, tanışacaksın bilemezsin. Yolda yürürken yanından geçen insanla yollarınız bir kez daha kesişecek mi bilemezsin. Hayatına kimler girecek ve hayatından kimler çıkacak bilemezsin. Tanıdığın, güvendiğin insanlar bu güveni sahiden de hak etmişler mi bilemezsin. Hayat sana ne getirecek bilemezsin. Kaderin sandıkların gerçekten kaderin mi bilemezsin. Zor değil mi bilemediğimiz onca şey varken nefes almaya devam edebilmek? Bu kadar bilinmezlikle yaşamak, belki de denizin ortasında tek başına sahile ulaşmaya çalışmak gibi. Fakat kendi gemimizin kaptanı olduğumuz bu zorlu yolculukta atladığımız bir gerçek var. Tüm bu bilinmezlikler içinde bize bahşedilen bir pusula ve bir harita misali iki hazine: dostlarımız ve kalbimiz. Çünkü filmden çıkardığımız ikinci ders der ki ”Gerçek bir kral danışmanlarını dinler; fakat hep kalbine kulak verir.” İnsan ancak bu sayede pişman olmayacağı adımlar atabilir. Dinleyerek, anlayarak, düşünerek, inanarak adım atmak… İşte Prens Destan için içinde zamanın kumlarını barındıran hançer neyse, bu dört ilke de bizim için o. Çünkü bizim Pers’imizde, bizim dünyamızda bir dakika da olsa geri dönüş yok. O yüzden zamanı geri alıp düzeltmek yerine baştan geri dönüşü olmayan hataları yapmamayı öğrenmek zorundayız. Şimdi artık açın gözlerinizi. Gerçeklere dönerek düşünün bu kez de. Yaşadıklarınızı ve henüz yaşamadıklarınızı... Bilemezsiniz önünüzde ne olduğunu. Sadece tahmin edebilirsiniz, hayal kurabilirsiniz ve elinizden ancak hayaliyle yaşadıklarınızın gerçekleşmesi için çabalamak ve tüm kalbinizle ümit etmek gelir. Öncesi, sonrası ve şimdisiyle başrolü olduğumuz kendi filmimizde senaryoyu değiştirmek üzere çabalamak… Kaderimize yön vermek bir nevi… Çünkü biz de kendi filmimizin sonunda anlayacağız ve Destan gibi bizim de dudaklarımızdan şu sözler dökülecek: “Kaderimizi kendimiz çizeriz prenses.” KAYNAKÇA: BRUCKHEIMER Jerry (Ya.) / NEWELL Mike (Yön.), Pers Prensi: Zamanın Kumları (Prince Of Persia: Sands Of Time), Walt Disney Pictures (Yap.) / UIP Filmcilik (Dağ.), Amerika Birleşik Devletleri 2010. Yıllar boyu değişmemiş ve ilerleyememiş dünyamız… Bir edebi eseri önemli kılan bazı unsurlar vardır, insanların duygularına hitap etmesi veya okuyanda yada dinleyende uyandırdığı çağrışımlar gibi. Ancak bir eseri bana göre ölümsüz kılan tek bir etken vardır ki bu da üretildiği dönemin çok çok ötesine geçebilmesidir. Victor Hugo’nun Sefilleri de işte bu tarz bir eserdir, yazıldığı dönemin çok ötesine, günümüze kadar ulaşabilmiş ve günümüz dünyasının gerçeklerine ayna olabilmiş, ışık tutabilmiştir. Maalesef Hugo’nun Sefiller’inde acımasız dünya ve içinde yaşayanların alçaklıkları görülmektedir. Yine de tüm olumsuz olaylara rağmen iyiliklerin ve umudun korunduğunu görülmektedir. Sefiller içinde sosyal adaletsizlikleri, harcanan yaşamları, adalet, Fransa tarihi, siyaset ve merhamet gibi birçok konuyu bir suçlunun yaşamı üzerinden ele alır. Bu suçlunun yaşadıkları 19.yy da olmasına rağmen günümüzden hiç de farklı değildir. Cezasını çektikten sonra özgür yaşamına kavuşan Jean Valjean tıpkı günümüzde eski mahkumlara davranıldığı gibi kendi döneminde de önyargıyla karşılaşır. İş istediği insanlar onu sadece eski bir mahkum olduğu için geri çevirirler. İş bulamamasının yanında kalacak yer sorunu olan Jean Valjean yine sadece eski bir mahkum olduğu için kapısını çaldığı tüm hanlardan red cevabı alır. Jean Valjean’ın toplumdan dışlanışı, insanların önyargılı ve yozlaşmış görüşleri yüzünden kaynaklanır, halbuki onu dışlayan insanlar ondan daha az suçlu değillerdir. İnsan davranışlarının o günden bugüne değişmediğini görmek çok acı vericidir. Bitap düşmüş bir haldeyken Jean Valjean’ı geçmişiyle değerlendirmeyip evine alan ve ona yatacak yer ve yemek veren piskopos, okuyucuyu erdemli davranışıyla etkilemeyi başarıyor. Kaldığı yerden şamdan ve gümüş çalan Jean Valjean’ı polislere vermeyip, gösterdiği merhametin yanında bir de ona çaldıklarını verip ondan dürüst bir yaşam sürmesini isteyen piskoposun bu erdemli ve yüce davranışı eminim ki herkeste insani bazı duyguları uyandırmayı başaracak. Piskoposun gösterdiği merhamet ve incelik Jean Valjean’ın hayatı için bir dönüm noktasıdır çünkü kendisinin kalıplaşmış düşünceleri ve taşlaşmış kalbi piskoposun ona karşı davranışı ve merhametiyle tamamiyle yok olur. Bazen insanların hayatlarına Sefiller’deki piskopos gibi insanlar girer ve onlar sayesinde insanlar, dünya nüfusunda geneli temsil etmek yerine, azınlığı, yani iyiliği ve merhameti temsil etmeye başlarlar. Piskopostan öğrendiği hayat dersi ile kendisini geliştiren Jean Valjean’ın yükselişi de herkese örnek olmalıdır. Javert’in ise zengin adamı eskiden tanıdığı Jean Valjean’a benzetmesi ve araştırma yapması, araştırmaları sonucu Jean Valjean’ın tutuklandığını öğrenmesi ve sözde yanılgısını Madeleine ile paylaşması Javert’in işine olan sadakatini ve dürüst bir çalısan olduğunu gösterir. Jean Valjean olayını içten içe yıllar sonra bile dert ettiğini kendine itiraf edecek kadar cesareti yoktur. Eğer toplumlar biraz detaylı incelenirse Javert’lerin hiç de az olmadığı görülecektir çünkü bugün halen insanlar sorgulama yetisine sahip değildirler ve iç hesaplaşma denen olayı yapmaktan acizdirler. Eğer Javert sorgulama yetisine sahip olsaydı Jean Valjean’ın hüküm giymemiş bir insandan farksız olduğunu anlayabilirdi. Jean Valjean’ın, kendisi yerine masum bir insanın hüküm giymesine gönlünün razı olmaması da, bugün, yüksek kademedeki bazı yöneticilerin ders çıkarması gereken erdemli bir davranıştır. Her şey yolundayken, rahat bir yaşam sürüyorken ve geçmişinden kurtulmak üzereyken, Jean Valjean başka bir insanın hakkını yemez ve teslim olur. Ne yazık ki, eski zamanlarda olduğu gibi bugünde Jean Valjean gibi onurlu ve insani duyguları gelişmiş, empati yapmayı bilen ve bencil olmayan insanlar çok azdır. Victor Hugo’nun Sefiller’inde yaşanılan olaylarda bugün halen var olan sosyal adaletsizlikler ve harcanan veya harcanmakta olan yaşamları görüyoruz. Sadece eski bir mahkum olduğu için bugün halen ezilen ve hor görülen insanların sayısı hiçte az değildir. Bunun yanında haksızlıklara kendi çıkarları olumsuz etkilenecek olmasına rağmen karşı çıkan insanlar ise halen az da olsa vardır. Empati yapmak, olayları ve durumları sorgulamak gibi yetilerin hala insanlar tarafından kazanılamamış olmasını ise büyük bir talihsizlik olarak nitelendiriyorum. Son olarak, kitapla ilgili olarak adeletsizlikler dışında aşk ve sevgi temaları göze çarpmaktadır. Adalet kavramını sorgulamamızı sağlayan Sefiller, bende, bugün içinde bulunduğumuz durumları ister istemez bir kez daha sorgulama isteği uyandırıyor. Benim fikrime göre kitaptaki ihtilalci gençler Hugo’nun kafasındaki ideal gençliği temsil etmektedirler. Bununla beraber, siyasal düşünceler etkili bir biçimde aktarılmıştır. Ayrıca kitapta tarihsel olaylar çok iyi acıklanmıştır. Öyle ki Fransız tarihine dair yer alan bilgiler herkesin kafasında belli bir oluşum yaratmaya yeterlidir. Hugo’nun eğlenceli ve açıklayıcı anlatımı kitabı kolayca anlamamızı sağlıyor. Yine Hugo’nun tarzı sayesinde konular arası bağlatılar çok iyi kurgulanarak okuyucuların kitaptan kopmasını engelliyor. Demem o ki, kitaptaki sosyal adaletsizlikler, insanların bakış açıları günümüze ışık tutuyor ve ayrıca kitaptaki tüm olaylar insanların duygularını harekete geçirmeye yetiyor. Kimi zaman sinirlenirken, kimi zaman gülüyorsunuz, kimi zamanda üzülüyorsunuz. Buse Ekşi 21502152 Ali Turan Görgü Sahip Çık! İnsanların ilgi odakları ne kadar da hızlı değişiyor değil mi? Yıllar geçtikçe beğeniler, zevkler değişiyor. Yıllar demek yanlış olur belki de, çok daha kısa dönemlerde değişiyor çünkü insanoğlunun düşünceleri ve beğenileri. Her gün yeni gelişmelere uyanıyor insan değer ve zevklerine etki eden. Hiç şüphesiz günümüz insanlarını düşündüğümüzde herkesin ilgi noktasının maalesef teknoloji ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Teknoloji hayatımızı bu kadar sarmamışken, insanların bir araya gelmesini sağlayan en önemli değer hiç şüphesiz ki sanat olgusuydu. Maalesef günümüzde bu olgu teknolojinin artan etkisi ile birlikte eskisi kadar toplumda birleştirici rol oynayamamakta. Gençlerin sanata olan ilgisi azalmakta okullar da bu konunun üzerine yeterince değinilmemektedir. Her alanda azaldığına şahit olduğum sanat gösterilerinin içinde dikkatimi en çok çeken de Ankara’da ne kadar az dans gösterisinin sahnelendiği oldu … Gerek klasik bale gerek modern dans olsun, özellikle de geleneksel halk oyunları gösterilerinin azaldığına eminim siz de şahit olmuşsunuzdur. Birkaç yıl öncesine kadar yılbaşlarında Devlet Opera Balesi tarafından yılbaşı için sahnelenen Fındıkkıran Balesi’ nin artık sergilenmiyor olması da ne kadar üzücü bir durum. Oysa ki dans özgürlüğün bir başka tanımı benim için, yeni bir bakış açısı. Her tür dansı izlerken içimde adeta bir duygu patlaması oluyor hem hüzne hem mutluluğa yönelik. İnsanın belli oturtulmuş kalıplardan çıkıp özgürlüğüne kavuştuğu o an bi başka oluyor benim için. Bu nedenle şehrimde olan dans gösterilerini elimden geldiğince takip etmeye özen gösteriyorum çünkü seyirci sahne sanatlarının varlığı için hiç şüphesiz çok önemli. Geçen hafta MEB Şura salonunda gitmeye fırsat bulduğum Redbull’un sponsorluğunda sahnelenen Anadolu Breakdance gösterisini de bir hayli heyecanla izledim. Dans dalının içinde bile zamanla unutulmaya yüz tutmuş artık günümüzde hiç görmediğimiz yöre danslarının modern zamanda ortaya çıkmış breakdance’la harmanlanması, eski ve yeninin birlikteliği gerçekten çok etkileyici idi. On kişilik grubun yaklaşık bir buçuk saat süren gösterisi boyunca Türkiye’nin birçok bölgesinden ezgiler eşliğinde son derece sanatsal yönü kuvvetli bir gösteri izledik. Ağırlıklı olarak erkek dansçılar da oluşan gruba eşlik eden iki kadın dansçı da çok başarılı idi. Böyle başarılı Türk dansçıları izlemek gerçekten gurur vericiydi. Kendi okulumda dans kluplerine katıldığımdan ve dans etmenin ne kadar meşakatli bir iş olduğunu bildiğimden daha bir etkilendim sanırım. Çünkü dans etmenin verdiği hissi, yaşattıklarını ve kendim de dans ederken nasıl özgür hissedip, adete etrafımdaki kafesi kırıyormuş hissini bir de izlerken yaşadım. Sanatın günümüzde eskisi kadar önemsenmediği düşüncesi beni bir kez daha tedirgin etmişti. Çok popüler yarışma programlarında gençlerin çok önemli şairlerin isimlerini dahi bilememeleri, yazarların imza günlerinin talep görmemesi ve giderek azalan tiyatro, dans ve konser seyircisi aslında toplumun verdiği alarm sesleri. Başka bir örnek vermem gerekirse geçen ay gitmeye fırsat bulduğum Armada’da gerçekleşen Emre Aydın ve Model konserinde bile katılımcı sayısı o kadar azdı ki sanatçılar sitem etmeden duramadılar. Buna ben de çok üzülmüştüm açıkçası çünkü çok sevdiğim sanatçılar Ankara’ya geldiği halde bu kadar az ilgilenilmesi beni geleceğe dair bi terddütün içine soktu; acaba ilerde Ankara’ya gelecekler mi sorunsalına. Teknolojideki gelişmelerin de müzik sektörü üzerindeki etkisinin büyüklüğü tartışılmaz. İnternetten direkt olarak bilgisayarlarına şarkı ve film yükleyebilen insanlar, sanatçının emeğini bir bakımdan hiçe saymakta, cd almamakta ve konserlerine gitmemekte ve sanal ortamda kalmayı tercih etmektedirler. Özellikle yurt dışında bulunan çok katlı müzik dükkânlarının birer birer kapanmış ve artık yerlerini farklı mağazalara bırakmış olmaları da bize farklı bir döneme girildiğinin mesajlarını kuvvetle vermekte. Bunu yıkmak adına takip ettiğim sanatçıların, sevdiğim filmlerin cd ve dvdlerini almaya gayret gösteriyorum, arkadaşlarıma ve aileme de hediyeleri bu yönde alıyorum. Çünkü emeğe saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanatın başlangıcının insanlığın başlangıcına kadar uzanan bir hikâyesi olduğunu hepimiz biliyoruz. Müzik, resim, dans, heykel, el sanatları, şiir, roman gibi bir sürü ayrı dalları olan sanatın kişilerin ve toplumların kendilerini ifade etmelerinde üstlendiği görev de hiç şüphesiz çok önemlidir. Bu nedenle konserlere, imza günlerine gidilmeli sanatçılarla birlikte onlara destek olunmalı fırsat buldukça bale, modern dans, tiyatro gibi her türden gösterilere gitmeliyiz. Teknoloji çağının birey ve toplum olarak bizi ele geçirmesine izin vermemeli sanatsız bir dünyanın var olamayacağını bilmeliyiz. Nazlı Damla DEMİR 21601992 TÜKENMEDEN TÜKETMEK Hemen sağ tarafınıza bakın ve kaç tane obje gördüğünüzü sayın. İki elin parmaklarını aşıyor değil mi? Neden aldınız yatağınızın başında duran o gece lambasını? En son ne zaman kullandınız ki onu? Ya aynısının dört farklı rengine sahip olduğunuz o pahalı özel tasarım çantalar? Onları gerçekten kendinizi mutlu etmek için mi aldınız yoksa etrafınızdaki insanlar tarafından beğeniyle karşılanmak için mi? Kendinize asla itiraf edemezsiniz gereksiz şeyler aldığınızı, kullanırken toplum tarafından beğenileceğini umduğunuz bir şeyi almanın size acı verdiğini…Hayır, yanlış anlamayın. Sizi suçlamıyorum. Aksine; ben de böyleyim. Bir şeyi çok isteyerek alıyorum, tonlarca para veriyorum. Ama bir kez kullandıktan sonra bir üst modelinin çıktığını görüp hüsrana uğruyor, bir kenara atıyorum onu. İki sene önceye kadar çok düşünmezdim bu davranışımın üstünde. Şımarığım biraz derdim kendime. Fakat David Fincher’in yönetmenliğini yaptığı, Chuck Palahniuk’un aynı isimli kitabından uyarlanan bir film olan Dövüş Kulübü’ nü izledikten sonra etrafımdaki insanlara ve maalesef içinde yaşadığımız bu tüketim toplumuna olan bakış açım tamamen değişti. Aranızdan kaç kişi film izlerken not alır? Ben hiç almazdım, fakat Dövüş Kulübü’nü izlerken aldım. Hem de sayfalarca! Karakterlerin her repliği hayata karşı bir yakarış niteliğinde ve oldukça düşündürücü. “Evet, biz tüketiciyiz. Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz. Cinayet, suç, fakirlik bunlar beni ilgilendirmiyor. Benim için önemli olan magazin dergileri. Beş yüz kanallı televizyonumun olup olmadığı, iç çamaşırımda kimin adının yazdığı…” Örneğin bu alıntıdaki söz gerçekten kimsenin kendine itiraf edemediği şeyleri içeriyor. Toplumumuz öyle bir yola giriyor ki kimse kimsenin umurunda değil. Metronun önünde yanıma gelen dilencinin suratına bile bakmadan geçiyorum. Onun fakirliği beni etkilemediği sürece umurumda değil. Nasıl olsa ben eve gidip bir ailenin iki ay geçinebileceği paraya aldığım bilgisayarımda Türkçe dersim için felsefe kasacağım, dünya umurumdaymış gibi davranacağım. Bana ne o dilencinin aç olmasından, babasının onu her gece dövmesinden. Ne kadar kötü biriyim değil mi? Hepimiz böyleyiz. Hepimiz bile bile gözlerimizi kapitalizmin bize aşıladığı tüketim bağımlılığı sonucu aldığımız ürünlerle kör etmişiz. Tyler Durden adlı karakter film boyunca o kadar suçlayıcı, dobra konuşuyor ki gücenmemek elde değil. Kendisini Brad Pitt canlandırıyor olmasına rağmen… “Dinleyin Sürüngenler! Sizler özel değilsiniz, sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar taneleri de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değerli değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz! Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz! Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz!” Ne kadar utandırıcı bir söz ama! Hadi itiraf edelim. Aşırı pahalı ürünler satan bir dükkana girdiğimizde daha iyi bir servis alabilmek için hangimiz kolumuzdaki özel tasarım çantayı görevlinin gözüne sokmadık ki. Neden daha iyi bir servis almak isteriz? Özel hissetmek için tabii ki. “O çantaya o kadar para verdim, zenginim ben, özelim ben, bana iyi davran, eşsiz hissettir bana.” demek isteriz. Ama Tyler’ın da dediği gibi; elimizdeki telefonun ne kadar pahalı olduğuyla toplumdaki seçkinliğimiz arasında bir doğru orantı yok. Bir insan nasıl kabul edebilir para ile satın aldıklarının kendisinin önüne geçmesini? Hayatının odağına tüketmeyi koyan insanoğlu, farkında değil ki tükenirken tüketiyor. İnsanlar biriyle tanışırken kendi kişiliğini değil de sahip olduklarını öne çıkararak önemsenmeyi seçiyor. Farkında mı ki kendini yerin en dibine soktuğunun? Tyler Durden’ın da dediği gibi ne bu boşa çaba? Hepimiz aynı pisliğin laciverti değil miyiz? Burak Erkılıç Silahlar, Savaşlar ve Masum İnsanlar Gölgelerin yönettiği aydınlık bir dünyada bizim rolümüz nedir ki? Son yazımı Mızraklar, Mızraklar, Tüfekler, Tüfekler gibi ağır bir kitap hakkında yazarak bitirmek isteyip istemediğimi sorguluyorum bu konu hakkında yazarken. Bu tür konular yazamamdaki asıl sebep sanırım zekamın daha çok mantıksal açıdan çalışmasından dolayı olabilir. Hayatım boyunca hiçbir zaman kendimi asıl özne olarak görmedim. Her zaman etrafımda ve dünyada dönen düşünceler benim için daha önemli ve ilgi çekici olmuşlardır. Duygularımı hiçbir zaman önemsemedim, ne kadar da çok istesem de önemsemeyi beceremedim. Sanırım bu beni bir tür canavar yapıyor ama bunu kim sorgulayabilir ki? Bundan dolayı birçok kişinin yaptığı gibi aşk, mutluluk veya acı çekmek gibi duygusal konular hakkında yazamadım. Yazılarımda en azından standartlaştırılmış düşünce sisteminin biraz dışına çıkıp yeni dünya düzeninde öldürülmüş toplumsal düşünce modelinde yazmak istedim. Her şey ve herkes artık sadece kendimiz hakkında düşünmemiz gerektiğini veya önceden hazırlanmış düşünce modellerinin dışına çıkmamak şartıyla bu toplumsal tabulara bağlı kalıp sanki herkesten farklı düşünceye sahip olmuş hissene kapılıp bu tabulara inanmak gerektiğini gösteriyor yaşadığımız bu dönem. Mızraklar, Mızraklar, Tüfekler, Tüfekler kitabını seçmemin nedeni yaşadığımız dünyayı aslında öğrenmememiz gereken bilgiler hakkında ipuçları verdiği için tercih ettim. Yazdığım konular çoğunlukla dünya ve etrafımda gelişen olaylar ile ilgiliydi. Aldığımız bu dersin ölçülerinden birinin de kendi anılarımızın buraya aktarılması olduğunu biliyorum ama bence benim düşüncelerim yirmi sene içinde yaşadığım anılardan çok daha fazla değerli olduğuna inanıyorum. Tabii ki bu öznel görüşüm ama ben dünyayı daha büyük bir pencereden izlemeyi daha çok seviyorum. Evet, bu yazım ne yazık ki kendi anılarımı çok fazla kullanabileceğim bir yazı olamayacak ne yazık ki. Biraz da kitaptan bahsetmek gerekirse kitap Ispanyol iç savaşında silah sanayisinin oynadığı rol ve oynadıkları pis oyunları biz okurlara gösteriyor. Kitap ne yazık ki tamamlanmış bir eser değildir. Jose Saramago kitabını yazarken ne yazık ki vefat ediyor. Onun için eseri sadece yarım bir şekilde okuyabiliyoruz. Silah sanayisi en ilginç sanayi tiplerinden biridir benim için. Ölüm satan bir sanayi ve kazancını insanların başına gelen kaostan sağlayan bir sektörden ne beklenebilir ki başka? Savaşlar, silahlar ve masum insanlar bu başlığı seçmemin asıl sebebi bu üç kavramın arasındaki bağlantıyı gösterebilmek için. Biz büyük bir ihtimal masum insanlar kategorisine giriyoruz. Savaşın modasını kaybetmesine rağmen dünyanın nasıl işlediği hakkında bilgi sahibi olabilmek için önemli bir faktör olduğuna inanıyorum. Savaşlara halk karar verir ve fabrika sahipleri halk için silah üretir. Ne kadar inanmak istesem de bu masum düşünceye dünya tarihi beni her seferinde yanıltmıştır. Halk kendine verilen bilgi kadar bilir ve daha fazlasını öğrenmek isteyen insanları da yanıltır. Ben de bana verilen bilgi kadar biliyordum ta ki dünyayı gezmeye başlamadan önce. Diğer ülkelere gidip insanlarıyla konuştuğumuzda aynı konu hakkında sahip olduğumuz bakış açılarının ne kadar farklı olduğunu gördüm. Bizim iyi ve şahane olarak tapındığımız konular onlar için mide bulandırıcı ve şeytani olabiliyor. En basitinden örnek göstermek gerekirse bize Osmanlı tarihi şahane ve şanlı olarak anlatılır ve dünya savaşında ne kadar başarılı olduğumuzu vurgular. Ama gerçekten öyle miydi? Çoğu insan Türkiye’nin neresi hatta ne olduğunu bile bilemiyor bu çok önemsediğimiz Avrupa ülkelerinde. Sanki onlar bizi Afrika’nın kıyılarında egzotik bir ülke olarak görüyorlar. Savaşların asıl sebebinin bu cahillik olduğunu görebiliyorum. Farklı diller bizi diğer propagandalardan uzak tutup bize verilen bilgiler doğrultusunda düşünüyoruz. Bu da sebepsiz öfkelere ve icabında savaşlara yol açıyor. Peki neden bu propaganda yayınlayan insanlar savaş istiyor. Ülkelerindeki insanların daha rahat bir hayat sürebilmeleri için mi? Savaşın kazananın da kaybedenin de kaybettiği ve zarar gördüğü bir olay olarak görmek çok yanlış değil bence. Ülkeler vatandaşlarının daha rahat hayat sürmeleri için savaş açıyorsa neden vatandaşlarını ölüme yolluyor? Neden fabrikalar halkın ihtiyacı olan temel hammaddeleri üretmek yerine sonu olmayan ölüm makineleri üretiyor halk fakirlikten ve açlıktan sürünürken? Belli ki bazı insanlar bundan kâr ediyor. Belki devletlere kredi veren bankalardır belki de devletin nüfus sayısını kontrol altında tutmak için bir politikadır veya kaostan yararlanıp güç kazanmak isteyen bir grup insandır bunu bilmez ne yazık ki bu işin içinde olmadan öğrenebileceğimiz bir doğru değildir. “Dünya kurulalı beri silahlar vardı ve bu yüzden daha fazla insan ölüyor değildi, sadece ölmesi gerekenler oluyordu, asla daha fazlası değil.” Ne yazık ki görünen dünya ile aslında olayların oluş tarzı hayallerimiz bile ötesinde olmasıyla birlikte çok farklı. Tabi ki yazımı destekleyebileceğim kitaplar ve kaynaklar yoktur. Çünkü dediğim gibi bu bilgileri bilmememize gerek yok ve bilmememiz bizim için daha iyidir. Belki de benim de bu konular hakkında düşünmemen gerekiyor ve kendimi bize dayatılan bilgileri en iyi şekilde kafama kazımaya bakmalıyım. Belki bunu yaparsam derslerimde fazladan birkaç puan fazla alabilirim. Sonuç olarak benim için bir tercih söz konusu. Ya gölgelerden uzak durup aydınlık sahte dünyada bir rüyada gibi yaşayacağım ya da gölgeleri benimseyip onları kabul edeceğim. Kimse için kolay bir tercih olmadığına eminim ama en azından gölgeleri görüp böyle bir seçim hakkına sahip olduğum için mutluyum. Her yazımı bitirdiğim gibi keşke daha güzel bir dünyada yasaydık ama bunun doğru olmadığını aklı ve gözü açık herkes anlayabilir sanırım. En azından bu dünyayı daha güzel bir yapmam gerektiğine inanıyorum. Ama asıl soru kimin için daha güzel bir dünya olduğu. Benim güzelim başkası için kötü olabilir. Onun için en iyisi bir köşeye çekilip kendimle ömrümü geçirmem daha doğru olur. Olur mu acaba? KARAKTERİMİZİ OLUŞTURAN HARİKA İNSANLAR “Bazen de barışmadığımız zamanlarda annem beni senden gizlice koruyormuş gibi yapar, bana gizlice bir şeyler verir, yaptıklarıma gizlice göz yumar, sonra ben gene çekingen, görünmekten çekinen halimle suçunu bilen bir dolandırıcı gibi, bir hiç olarak karşında yerimi alırdım. Hiç oluşum, hak ettiklerimi bile dolaylı, arka yollardan almama neden olurdu. Elbette ki ben aynı yoldan hakkım olmadığına inandığım şeyleri de almaya çalışırdım. Buysa benim suçluluk bilincimi daha da artırırdı?” Öyle dikkat çekici bir başlığa ihtiyacı yok bu yazının. Baba kadar önemli bir unsuru anlatacak pek bir terim de yoktur zaten. O sadece babadır, zor anında yanında olmasını istediğin kişi, hayatının her alanında örnek aldığın kişidir. Çocukken ondan güçlü kimse olmaz etrafta, tüm çocukları babanla korkutabilirsin. “Benim babam senin babanı döver!” bu cümleyi çocukken kurmadınız mı gerçekten de? Yalan söylemeyin! Her çocuk babasına sonsuz bir güven duyar. Önemli olan o güveni hayatın diğer kısımlarında da muhafaza etmektir. Baba gibi büyük bir rolde oynayan o adam, istemediğimiz şeyler yapıyorsa peki? Bizi disipline etmek için saçma kurallar koyuyorsa, hiç yapmak istemediğimiz şeyleri dayak zoruyla yaptırıyorsa ne yapardık? Kaçmak mı çözüm, yoksa hepsini anlatmak mı? Kafka anlatmak istemişti. Her şeyi mektubuna yazıp babasına verecekti. Yazdı da, peki neden veremedi, bu mektup neden babasına hiç ulaşmadı? Saygıdan da olabilir korkudan da. Gençliğinde, o iğrenç ergenlik döneminde, herkesin iyi ya da kötü anıları olur. Bunlar hayatımıza şekil verirler ileride. Genellikle aile ve arkadaş kaynaklı olur bu olaylar. Benim düşünceme göre bu dünyada en çok önem vermemiz gereken insanlar aile üyeleri. Kafka’nın yaşadığı travmaların bu derece büyük olmasının sebebi de, kaynağının babası olmasıdır bence. Arkadaşlarını, örnek aldığın kişileri değiştirebilirsin ama aileni değiştiremezsin. Hayatındaki en büyük değişikliklere onların sebep olması da o yüzden hiç şaşılacak bir durum değil. “Benim, yani kölenin, yalnızca benim için icat edilmiş ve üstelik bilmediğim bir nedenle asla tümüyle yerine getiremediğim yasaların boyunduruğu altında yaşadığım bölüm, sonra senin, yöneterek, emirler yağdırarak ve bunlara uyulmadığında öfkelenerek yaşadığın ve benimkinden alabildiğine uzak bir ikinci dünya ve nihayet tüm diğer insanların, emirler ve itaatten bağımsız, mutlu yaşadıkları üçüncü bir dünya.” Kafka’ya göre babaya duyduğun korkuyu yenmenin yolu kaçış. Arkanı dönüp uzaklaşılan kaçış değil, baba otoritesinden kaçış. Kafka’nın durumunda bu evlenmek oluyor. Babasının onaylamadığı o kızla evlenmesinin tek sebebi olabilir, baba otoritesine sahip olmak. Şüphesiz evlilikte erkek olduğu için evde bir otoritesi olacaktır, çocuk sahibi olunca da hep istediği güce erişmiş olacaktı sonuçta. Babası, kızı onaylamayınca olayların başlamasının sebebi ise apayrıdır. Kafka o kızı gerçekten sevmedi, henüz Milena ile tanışmamıştı. Kafka’yı esas üzen şey babasının düşüncesini, kararlarını yok saymasıydı. Köle-sahip gibi terimlere de bu yüzden bu kadar yüklenmişti. Babası otoriteydi, sahipti ve diğer herkese kölesi gibi davranırdı çünkü. Benim en çok kafamın takıldığı durumsa şu: Kafka bu zorlukları yaşamasa Kafka olur muydu? Gerçekten kendine has bir tür oluşturan bu dahi var olabilir miydi? Babası böyle bir zorba olmasaydı Kafka’mız bu kadar güzel yazabilir miydi? Bu tür sonuçların var olması için sebepler gerekir. Kimisi kötü sebepler olsa da harika sonuçlar doğuramaz diye bir kural yok. Kafka, yakın geçmişin efsanesidir benim gözümde. Babasıyla sorunlar yaşamış, sadece bir kez gördüğü bir kadına delicesine âşık olmuş bir zavallı… Tüm bu üzücü şeyler yaşanmasa Kafka gerçeğine sahip olamayacaktık ama. Evet, tüm bunlar üzücü olsa da bize Kafka’yı kazandırdığı için minnettar olmalıyım diye düşünüyorum, belki de tüm bu düşünceler benim kötü tarafımdan kaynaklanıyordur… Hancan1 İlayda Hancan 21501816 BİLİNMEZLİĞE DOĞRU: ÖLÜM Ölüm bilinmezliğiyle yarattığı o gizemli havasından dolayı geçmişten bugüne insanoğlunun kafasını en çok karıştıran kavramlardan biridir ve belki de bundandır ki genellikle insanlar yaşamları boyunca ölümün olmadığı bir dünya düşlerler. Peki bu düşler gerçek olsaydı ve ölüm kavramı hayatlarımıza hiç girmemiş ya da ortadan kalkmış olsaydı dünya nasıl bir yer olurdu? Hayatlarımız kolaylaşıp güzelleşir miydi yoksa José Saramago’nun da bahsettiği gibi bir kaosun ortasında mı bulurduk kendimizi? Yoksa ölüm gerçekten korkulması gereken bir şey midir ya da tam tersine olması gereken ve dünya üzerinde yaşamın devam etmesi için şart olan mıdır? Belki tahminler yürütebiliriz ancak kafamızın karışıklığına ve soruların çok yönlülüğüne bakılırsa ölümün gizemini uzun bir süre daha çözemeyeceğiz gibi görünüyor. Kimine göre ölüm, zamanı geldiğinde bizi içine çeken gözlerimizin algılayamayacağı kadar karanlık ve korkutucu bir karadelik; kimine göre ise artık yorulmuş bedenlerimizi ve ruhumuzu aydınlığa çeken bir kurtarıcı… Ölüm nasıl kurtarıcı olabilir dediğinizi duyar gibiyim… Fakat insan, hayatında öyle üzücü durumlarla karşılaşabiliyor ki ölümün bile bazen mutlu son olduğunu düşünebiliyor. Ben mesela… Geçenlerde çok sevdiğim bir insana veda etmek zorunda kaldım. Yakalandığı hastalık, çağımızın hastalığı olarak adlandırılan kanser, günden güne eritiyordu onu gözlerimizin önünde, yaşamanın onun için artık acı çekmekten başka bir şey olmadığını söylüyordu doktorlar ve o zaman anladım ki bazen ölüm de bir kurtuluş olabiliyormuş. Elbette üzülüyor insan, keşke böyle olmasaydı diyor ama aynı zamanda o sevdiği insanın çektiği acılardan kurtulup huzurlu bir yolculuğa çıktığını düşünerek teselli ediyor kendini. Gelelim ölümün olmadığı bir dünyanın varlığına, daha doğrusu var olsaydı nasıl olacağına… İlk başta herkes sevinecekti belki, sevdiklerine veda etmek zorunda kalmayacaklardı veya ölümsüzlüğün verdiği güvenle maceradan maceraya atacaklardı kendilerini fakat ya sonra? Ölümün olmamasının dünyaya ne gibi zararlar verebileceğini düşündünüz mü hiç? En basit yönüyle düşünmeye başlasak mesela… Zaten doğal kaynaklarımızı yeterince hızlı tüketmiyormuşuz, dünya yeterince ekolojik sıkıntılarla çevrelenmemiş gibi bir de üstüne hiç eksilmeyen, hatta sürekli artan, bir tüketici kitlesi eklenecekti. Ekolojik sıkıntılar bir kenara dursun, insanların birbirlerine gösterdikleri tahammül yetmeyecek ve bireyler arası anlaşmazlıklar baş gösterecek hatta belki bu anlaşmazlıklar giderek yayılarak dünyayı yeni bir savaşa sürükleyecekti ki dünyanın böyle bir savaşı, şu anki politik, ekonomik ve ekolojik durumuna bakılınca, kaldıramayacağı da çok açık… Bütün bunları düşününce ölümün her ne kadar hayatın üzücü bir gerçeği olsa da gerekli olduğu da aşikar. Hancan2 Ölümün bir diğer gizemi de zamansız oluşudur. Kimse ne zaman, nerede ve ne şekilde can vereceğini bilemez. Eğer öleceğimizi bilseydik nasıl yaşardık hayatlarımızı? Belki bize verilen süreyi ölçüp biçer hayatlarımızı ona göre planlar ve bu plana sadık kalarak hayatın heyecanını kaçırıp ani gelişen olayların bizi etkilemesine izin vermezdik hiç, belki de tamamıyla kendimizi bu heyecana kaptırıp hayatın gerçeklerinden kendimizi soyutlayarak sadece eğlenmeye adardık yaşamlarımızı. İkisinin de iyi bir yol olduğunu düşünmemekle birlikte insanların ölümlerinin ne zaman geleceğini bilmemesinin aslında yaşamlarımızı biz nasıl şekillendirmek istersek öyle yapabileceğimize olanak sağladığını düşünüyorum. Ölüm kavramı doğumdan sonra hayatımızın ikinci en kilit kavramı ve hala çözülememiş olandır. Belki de çözülmemesi gereken… Hayatın üzücü ama yaşanması dünyadaki denge açısından gerekli olan bir gerçeği olduğunu da unutmamak gerekir. Ölümün kapınızı erkenden çalmaması dileğiyle… KAYNAKÇA: Saramago, José. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Çev., Mehmet Necati Kutlu. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2016. Murat Mert ALICIASLAN 21301020 TURK 102 – Sec.02 Eser GÜLER 25.11.2014 - Salı Özgür Kanatlar Martı Jonathan Livingston, okuyucusunun, gerçekten yapmak istediği şeylere odaklanmasını sağlayan, özgürlük ruhuyla dolu bir kitap. Yapılan işlerin, zevkle yapılırsa daha güzel sonuçlanacağını, azim ve sabırla çalışanların önlerine çıkan engelleri aşabileceğini ve başarıya ulaşabileceğini gösteren bir rehber. Kitap, sizleri, kendiniz ve istekleriniz hakkında düşünmeye itiyor, gerçekten ne istediğinize karar vermenizi sağlıyor. Bu nedenle, sadece uçuş üzerine kurulu, tek yönlü bir kitap değil. Kitabı okurken kendinizi Jonathan ile özdeşleştirecek, özgür olabileceğiniz bir mekâna -kendi cennetinize- ulaşmak için neler yapabileceğinizi düşüneceksiniz. Kitabı okuduktan sonra öğrenecek, keşfedecek, becerilerinizi ve zekânızı kullanarak özgür olmak yolunda büyük adımlar atacaksınız. Kendisi küçük ancak konusu oldukça kapsamlı bir kitap olan Martı Jonathan Livingston, 1972 yılında Richard Bach tarafından kaleme alındı. Bach, hem yazar hem de pilot olduğu için yazdığı pek çok eserinde uçuş tutkusu ile ilgili satırlara rastlamak mümkündür, Martı Jonathan Livingston, bu tutkuyu görebileceğimiz en iyi örnektir. Kitap çok uzun olmamasına rağmen etkili olmayı başarabilmiş, çok fazla okuyucuya ulaşmıştır. Kişinin kendisini geliştirmesinin mümkün olduğunu gösteren, bu konuda ne kadar başarılı olunursa olunsun, bir sınırın olmadığını söyleyen kitap, herkesin zincirini kırıp özgürlüğe kanat açması gerektiğini vurgulamaktadır. Martı Jonathan Livingston, diğer martılardan farklıdır ve uçmayı bir yaşam biçimi hâline getirmiştir. Yazar ve Jonathan’da ortak olan uçma tutkusu, yazarın bu kitabı çok akıcı ve güzel bir anlatımla süslemesine olanak sağlamıştır. Jonathan, karşılaştığı zorluklara rağmen, çalışmaktan asla vazgeçmemiş ve sıradan martıların aksine kendini özgürlüğe ulaştıracak yolu seçmeyi başarmıştır. Yaşadığı toplum onu dışlamış olsa bile, tutkusundan asla vazgeçmemiş, daha iyiye ulaşmak için sürekli yeni denemeler yapmıştır. Bu, biz insanların, gündelik hayatında da karşılaşabileceği bir durumdur. Yaşadığımız toplum, bizim özgürlüğümüzü kısıtlayacak pek çok kurala sahip olabilir ancak kendini geliştirebilen ve bunun bir sınırının olmadığını bilen herkes kendi özgürlüğünü yaratabilir. Özgürlüğü elde etmenin yolu, “En doğru yasa, bizi özgürlüğe götürecek olandır” (1999: 83) düşüncesini benimsemek ve bizi kısıtlayan, öğrenip gelişmemize engel olan tüm toplum kurallarına başkaldırmaktır. Bu başkaldırı, kurallarına karşı çıkılan toplum tarafından çok büyük bir tepki görebilir. Toplum, acımasız bir şekilde sizi dışlayabilir ancak hayatınıza anlam kazandırmak için kendinizi geliştirmeniz, kendinize yapabileceğiniz en faydalı yatırım olacaktır çünkü "En yüksekten uçan martı, en uzağı görendir" (1999: 63). Bunun farkına varan Jonathan, tüm baskılara rağmen hayalinin peşinden gitmesini bilmiş ve uçuşu, beslenmek için bir araç olarak değil, bir yaşam amacı olarak benimsemiştir. Bu konuda gelişerek kendini mutlu kılmayı bilmiş, hayatına anlam kazandırmıştır. Kendini geliştiren insan, toplumdaki gelişmemiş düşünceler ve bu düşüncelere sahip insanlar ile uyumlu bir şekilde yaşayamaz. Geliştikçe, daha fazlasını isterler ve bu gelişimin bir sonu olmadığını bilirler. Bu insanlar kendilerini sürekli geliştirirler ancak bu gelişimin bir sonu olduğunu düşünenler toplumun alt düzeylerinde, gelişmemiş düşünceler ve kurallar arasında yaşamaya mahkûmdurlar. Bu yüzden insanlar, kendilerini geliştirirken, yeni kararlar alırken bir tercih yapmak zorunda kalırlar: “Şimdi tercih senin. Ya burada kalıp öncesine göre biraz daha yüksek olan bu bilinç düzeyini öğreneceksin ya da geri dönüp sürüyle çalışmaya devam edeceksin” (1999: 86) . Yollarına devam etmeyi seçenler, toplum tarafından dışlansalar bile tıpkı Jonathan gibi, bir süre sonra, kendisi gibi gelişmeyi tercih etmiş olanlarla karşılaşacaklardır. Böylece aynı düşünce tarzına sahip olanlar, kendi toplumlarını oluşturacak ve birbirlerinin gelişimlerine destek olacaklardır. Öykü ile gerçek hayat arasında kurulan bağ oldukça kuvvetlidir. Hayat dersleri çıkarabileceğimiz bu eserin, kısa ve öz bir dille yazılmış olması, pek çok insanın, onu kendine rehber edinmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu kitap, çalışmaktan asla vazgeçmeyenlerin, başarıya odaklananların, bilgi ve deneyimlerini paylaşarak zaferi tadanların kitabıdır. Umutsuzluğa kapılmadan tekrar tekrar deneyenlerin mutlaka okuması gereken, baskın karakterler ve harika tasvirlerle donatılmış, küçük ama kocaman özgürlük ruhu ile yazılmış bir öyküdür Martı Jonathan Livingston. KAYNAKÇA Bach, Richard. Martı Jonathan Livingston. Çev. Kader Ay Demireğen. İstanbul: Epsilon Yayıncılık, 1999. İÇİMDE ÖLEN BİRİ VAR Doğduğumda 3 kilo 350 grammışım ben. Zamanla büyüdüm, yaşadım, ağırlaştım şimdi bilmem kaç katıyım. Ben ağırlaştıkça dünya ağırlaştı taşıyamaz oldu artık beni, dünya ağrıdı. Ben ona yük olaya başladım o da bana. Sanıyorum ki siz de bilirsiniz, zaman zaman içimizi kaplar böyle bir dünya ağrısı. Acıların, yıkımların, psikolojik bunalımların arkasından hiçbir umut ışığı, seçim şansının olmaması değil, yapılabilecek herhangi bir şeyi yapmaya hâl bırakmayan bir ağırlıktır içimizde taşıdığımız. Ve yağmurun geleceğini hissettiren romatizma ağrısı gibi, bir sonraki güne uyanmanın ağrısıdır dünya ağrısı. Doktorun, ilacın çözüm olabileceği bir şey değildir pek, saç uçlarımızdan tırnak uçlarımıza kadar uzanır, iç organlarımızdan daha içerdedir; parça parça yahut olduğu gibi “içim[iz]de ölen biri var”dır.¹ Ayfer Tunç Dünya Ağrısı kitabında Mürşit’in sancılarına ve içinin yosun tutmuş yanlarına beni öylesine ortak etti ki kendimi bir okuyucu gibi değil Mürşit’in dert ortağı madenci gibi hissettim. İçinde dinmeyen acılar barındıran ve söz ona gelene kadar Mürşit’i dinleyen madenci gibi… İşte onu dinlerken kendi yaralarımla da yüzleşme fırsatı buldum. Ailemle ya da çok sevdiğim, değer verdiğim arkadaşlarımla yaşadığım sorunlarda içimin sıkıntıyla ne denli kaplandığı geldi aklıma. Bilirsiniz içinizi saran bir sıkıntınız olduğunda sanki tonlarca yük bindirilmiş gibi hissedersiniz üstünüze. Nefes almak bile zorlaşır, göğüs kafesiniz sizi koruma işlevi görmez de bir kelepçe gibi davranır. Sıkar, sıkar, nefessiz kalmanız için uğraşıyormuş gibi, sanki bunun için varmış gibi. Baskı öylesine artar ki bir yerden sonra kemikleriniz içe çöküyor ve organlarınıza batıyormuşçasına bi hisse kapılırsınız. Her hareketinizde kemikleriniz de oynar ve durmadan içinizi kanatmaya devam eder. Ben böyle sanıyordum ama değilmiş işte. Aslında kemiklerimiz içe çökmüyor, ağrımız büyüyor da kemiklerimize çarpıyormuş. İçimiz daralmıyor, içimiz dar geliyormuş. Kitapta işlenen pek çok güncel unsurun içinde beni en çok çeken Mürşit’in hayata karşı kırgınlığı oldu. Umduğunu bulamamaktan ibaret koca bir hayatın öyküsü bu. Tam da bu noktada gerçekten kırıldığım ve üzüldüğüm zamanlarda hissettiğim duyguları karşılıyor bu öykü ve bu sebeple de karakteri kendimle özdeşleştiriyorum. Yorulunca kenara geçip oturan sonra oynamaya devam edecek bir çocuğun öyküsü değil, oyunun ta kendisine kırgın olduğundan oynamayı bırakmış bir çocuğun öyküsü. Ne var ki oynamasa da izlemeye devam ediyor, öylece bırakıp gidemiyor, sanırım “içinde intihar korkusu var”². Ve aslında hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde en çok koşan çocuktan bile daha çok yoruluyor, bu oyun varlığıyla onu yormaya yetiyor. Soruyorum kendime “Yaşlanmak ne?” diye, yaşlanmak işte bu yorgunluk. Yaşlanmak tüm dünyanın ağırlığını omuzlarına almak, yaşlanmak artık bu oyundan sıkılmak, yaşlanmak hissettiği ağırlığın her gramında doğrultamadığı belini toprağa yaslamayı arzulamak. “İnsanın yaşlandıkça kısalmasının nedeni bu, kemiklerin kısalmasıyla ilgisi yok, yerçekimi denen şey dünyanın yorgunluğu aslında, bizi yere çeken şey dinmeyen bu yorgunluk.” (Tunç 111)1 1: Ahmet Kaya- İçimde Ölen Biri Var ²: Ahmet Kaya- İçimde Ölen Biri VarİÇİMDE ÖLEN BİRİ VAR Sorunlarla karşılaştığımızda, acıların, sırların, yaşanmışlıkların altından kalkamadığımızda kendimizi öylesine güçsüz hissederiz ki dış dünyaya objektif biçimde bakıp acılarla fokur fokur kaynayan denizde tek olmadığımızı anlayamayız bazen. Sonunun geleceğine dair hiçbir umut bulundurmayan bu sızılardan muzdarip tek kişi olduğumuzu düşünmek acıyı özel mi kılar, iyi mi gelir yoksa yarayı daha fazla mı derinleştirir, açıkçası bilmiyorum. Ancak ağırlığa tek başıma göğüs germeye çalışmadığımı bilmek, kendimi yalnız ve tek hissetmemek bu konuda beni rahatlatıyor. İster yıkık dökük bir otelde ister göz kamaştıran bir bağda bahçede yaşansın acı tekil değildir. Nefes almak herkesi en az bir kere ağrıtır. “Benim de ağrıyor… herkesin az çok ağrıyor içi (…) Yaşamak böyle bir şey değil mi zaten… dinmeyen bir ağrı.” (242) Beste YILMAZ Kaynakça: Kaya, Ahmet. Dokunma Yanarsın. İçimde Ölen Biri Var. Aşanlar Müzik Yapım. 1992. CD. TUNÇ, Ayfer. Dünya Ağrısı. İstanbul: Can Yayınları, 2014. Baskı. Merve SAĞYATANLAR Hayatımızı Değiştiren Kararlar Siz hiç hayatınızı tamamıyla değiştireceğini bildiğiniz bir karar vermek zorunda kaldınız mı? Ayrıca verdiğiniz bu karar sizi daha önemli kararlar vermeye itti mi? Bu soruların cevabı çoğu insan için evettir muhtemelen. Çünkü yaptığımız her eylem, sonucunda yenilerini doğurur ve bu da bizi yeni seçimler yapmaya zorlar. Her seferinde de içgüdüsel olarak en ayakları yere basan kararı vermeye çalışırız, bunun nedeni de sanırım önümüze çıkacaklardan korkmamız çünkü insan bilinmeyenden her zaman korkmuştur. Ancak hayat değiştiren kararlar, bizim var olan konumumuzu korumaktan öte daha ileriye götürmemiz için bir fırsattır. Hayat değiştiren kararlar neler midir? Hemen söyleyeyim, üniversitede bölüm seçmek, bir anda işi bırakıp bavulu alıp dünyayı turlamak, dünyevi hayatı bırakıp bir anda Himalayaların tepesinde Budistlerle beraber her gün yoga yapmak ya da işi değil de okulu bırakıp sırta çantayı atıp ülke ülke dolaşmak. Yazının başından beri sizin aklınızda belki de şu soru oluştu: kararlardan bu kadar bahsettin fakat sen hayatını değiştirecek bir karar verdin mi ? Cevap veriyorum, evet. Hem de tam bir sene önce. Verdiğim çılgınca bir kararla bir anda okulu bırakmış olsam ve dünya turuna çıkmış olsam gerçekten etkileyici bir yazı ortaya koyabilirdim ancak o kadar da sıra dışı bir karar vermedim. Ben sadece iç mimarlık bölümünden, bilgisayar mühendisliğine geçiş yaptım. Bence kendim için hayati bir karar vermiş oldum. Bu “hayat değiştiren” kararı vermemin nedeni, okuduğum bölümde hapse tıkılmış gibiydim ve hayatta kalmak için en ideal yolu bulmam gerekiyordu. Bu yol da değişmek ve kurtulmak için çabalamaktan geçiyordu. Fakat dürüst olmak gerekirse biraz çaresiz hissediyordum. Sanki beni tamamen yabancı olduğum bir ülkeye hatta biraz daha abartmak gerekirse, farklı bir gezegene bırakmışlar gibiydi. Bu terkedilmiş hissiyatını, yaklaşık olarak aynı zamanda, Mark da bize tamamen yabancı bir gezegende yaşıyordu. Mark, Marslı ‘da NASA’nın ekibi ile Mars’a gider fakat grup, bir kum fırtınasına maruz kalır ancak diğer arkadaşları kurtulmanın bir yolunu bulurken Mark Mars’ta mahsur kalır. Oradan kurtulmak ve kaçmak için her şeyi yapmaya hazır haldedir. Yaşamını sürdürmesi gerektiğini fark eder oradan kaçmak için, bu yüzden de bir çözüm yolu geliştirir ve Mars’ta patates yetiştirmeye başlar. Sonucunda da Mark, onları yiyerek hayatta kalmaya çalıştı ve sonunda oradan kurtulmak için hayatını ortaya koydu. Ben bölüm değiştirme kararımı verirken hayatımı ortaya koymadım ancak “patateslerimi” ektim. Orada kastettiğim patatesler derslerim. Bölümden kurtuluşumun o bölümdeki derslere uyum sağlamak olduğunu keşfetmiştim çünkü. Derslere ağlayarak gidiyordum, tam bir hapishaneye dönmüştü benim için bu durum ancak sabrettim ve bir gün oradan kurtulacağım inancını hiç kaybetmedim. Bu arada derslerim gerçekten de çok iyi gidiyordu hatta bölüm değiştirme kararıma insanlar çok anormal tepkiler veriyorlardı, zaten başarılı olduğumu ve bölüm değiştirip yıl kaybetmemin saçma olduğunu söylüyorlardı. Fakat ben yılmadım ve bu isteğimin arkasından koşmaya devam ettim. Çabalarım sonuçsuz kalmadı, Mark’ın Mars ikliminde bile patatesleri yeşertebilmesi ve bir kaçış planı oluşturması – bir nevi imkansızı başarmıştı- gibi ben de kesin kararımı verip kaçışım için bir yol buldum. Sonunda tıkılıp kaldığım o hapishaneden kurtulacaktım. O kadar mutluydum ki sanki Mars’tan kurtulmuştum. Bununla birlikte yeni bölümümde herkes benim türümden ve şu an kendimi uzaylı gibi hissetmiyorum. Hayatta verdiğimiz kararlar, iyi veya kötü bir şekilde bizi etkiler. Bazıları bizi yeni bir yaşama sürükler, bazen çok isteyerek bir işe başlarız ve bir bakarız ki aslında hiç de olmak istemediğimiz bir yere gelmişiz. O yüzden bu tip kararlar verirken iki kere düşünmek gerekiyor. Ben bölüm konusunda iki kere karar vermek zorunda kaldım ve şu anki halimden gayet de memnunum fakat ikinci şansımda yanlış bir karar da vermiş olabilirdim ve tıkılıp kaldığım o gezegenden kaçarken bu yanlış karar sonucunda uzay boşluğunda yanarak yok olabilirdim. Fakat başardım ve hayatta kaldım. Umarım her zaman kararlarımız hayatımızı en iyi şekilde değiştirir. DOĞUŞ AKBOĞA DEĞİŞTİRİLEMEZ BİR NESNELLİK VAR MIDIR ? İnsan yaşadığı doğanın temellerini açıklamaya takıntılı bir varlıktır. Bunun için varoluşumuzdan beri kendi varlığımızın amacını keşfetme ve ifade etme konusu bizim için en büyük bilinmeyen olmuştur. Bireyler olarak kendi doğamızı ve yaşadığımız Dünya’nın fizik yasalarını açıklamak için modeller oluştururuz ve bu modelleri deneyler yoluyla test ederiz. Bir Temel Bilimler öğrencisi olarak bu modellemelerin nesnelliğini anlama isteğim beni Varoluşçuluk felsefesiyle tanıştırmıştır ve bu konuda yazılmış bir sürü eser olmasına rağmen Sartre’ın ana argümanı benim için her zaman daha aydınlatıcı olmuştur, özellikle Öznellik Nedir isimli kitabı. Sartre’ın bu kitabı Marksizm içerisindeki öznellik tartışmalarına müdahale bulunma amacını güder. Kitabın hacmi az olsa da içeriği bir hayli ağır çünkü konu öznellik olduğundan, kitaba felsefi argümanlar hakim ve tartışma her ne kadar Marksizm odaklı bir konumlanmaya sahipse de Sartre’ın genel felsefi yaklaşımı olan Varoluşçuluk, kitaptaki öznellik tartışmalarında da belirleyici konumda. Varoluşçu felsefe, esas olarak, her türlü önyargının yadsınmasına dayanır. Tüm derdi özgürlüğün imkanını ortaya koymak olan bu felsefe için, önyargıların yokluğu özgürlüğün en değerli koşuludur. Bu anlamda Sartre’ın varoluşçuluk felsefesinde, ‘varlık’ı belirleyen bir öz yoktur; oluş söz konusudur: İnsan doğar, varolur, özünü gerçekleştirir. İşte tüm bu süreçlerde, kendilik, bilinç ve öznellik kavramları önemli yer tutar. Benim düşünceme göre kendi doğamız gereği oluşturduğumuz bilimsel teoremler ve sistematik oluşumlar insanlararası ilişkilerin oluşturduğu kümülatif bilgi birikimleridir ve bilinçsizce gerçekleştirdiğimiz olaylardır. Yani, nesnel olarak belirttiğimizi sandığımız her betimleme ve olgu aslında o ana kadar yaşadığımız olayların ve tanıştığımız insanların etkileriyle ortaya konur. Bunu anlamak benim için çok önemliydi çünkü hayatımı teoriler ve bu teorilerin pratik anlamda test edilmeleriyle geçirmek üzereydim. Bu yüzden araştırmama, öznellik kavramının nispeten daha kolay bulunabileceğini düşündüğüm sanat ve tarih ile başladım. Tarih, asla yadsınamaz ve günümüzü etkileyen gerçeklerle doludur. Ancak tarihçi bunları kendi yorumlarıyla belirtir. Örneğin; bir Türk tarihçi ‘1453’te İstanbul fethedildi’ kelimelerini kullanırken bir Yunan tarihçi aynı olayı, ‘1453’te İstanbul işgal edildi.’ şeklinde ifade edebilir. Fark barizdir çünkü tarihçiler doğdukları topraklardan ve etnik geçmişlerindenetkilenir. Ancak bilimsel yasalarda bu farkı ayırt etmek tarih kadar kolay değildir. Bunun için daha sonra, çevremizi inşa ederken temel aldığımız gerçekleri ele aldım. Yaşadığımız Dünya’yı değiştiremeyeceğizi ve yanlışlayamayacağımızı düşündüğümüz yasalarla idame ettiriyoruz; yerçekimi, termodinamik ya da elektrostatik yasaları gibi. Bu gerçekliklerin nasıl işlediğini öğrenmek ve uygulamak kadar onların hangi koşullarda hangi psikolojilerle meydana getirildiğini anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, Sartre’ın kitabında en önemli belirlenimi öznellik konusunda yaptığı ayrımdır: ‘bilmezlik’ ve ‘olmak zorunda olmak’. Bilmezlik, düşünme temelli özne kavrayışına ters düşen bir kavramdır. Yani, bilincimiz hareket ederken bir bilgi oluşturmaz. Olmak zorunda olmak başlığı ise insanın yaşanan herhangi bir dışsal olay, an veya değişimi kendinin varolma sürecine katması ve onu içselleştirmesidir. Bu iki olgu birlikte bilincin özne kavramının yerine geçmesini temsil eder. Bununla birlikte takıldığım ve kafa yorduğum en önemli noktalardan biridir. Çünkü bilim adamının psikolojisini ve onun hangi olayları içselleştirdiğini anlamak Sartre’ın felsefeye kazandırdığı bu kavramlarla mümkün olabilir. Aklıma bu konuda gelen ilk örnek Newton’un ve Robert Hooke’un, uzay fiziğini kökten değiştiren iki bilim adamının, bir iddia sonucu gezegenlerin Güneş etrafında dönme hızını keşfetmeleridir. İkisi de uzun süredir bunun üzerinde çalışmaktadır ancak iddia sonucu süreç bir anda kısalmıştır. Çünkü ikisi de bu olayı içselleştirmiş ve yaptıkları çalışmalarda birbirlerine üstünlük sağlama gayesi belirmiştir. En sonunda çıkardığım sonuç şu ki, varoluşumuz deneysel kanıtlarla desteklenmiş bilimsel yasalar bile olsalar bir tarih yapıtı ya da bir edebi eser kadar öznel oldukları ortaya konabilir. Geriye tek bir soru kalıyor. Avusturyalı filozof Wittgenstein’ın da sorduğu gibi tüm bu öznellik içerisinde gerçeği bilebilir miyiz ? KAYNAKÇA Sartre, Jean P., Öznellik Nedir?. Çev. İnci Malak Uysal, İstanbul: Can Yayınları, 2015.1. Wittgenstein, Ludwig, Tractatus Logico-Philosophicus. İstanbul: Metis Yayıncılık, 2013.2. Mert ERKUL 21602106 İstediğimiz Kişi Olabilmek İnsanoğlu, karar verme mekanizması olarak öteki varlıklarla karşılaştırıldığında güçlü, fakat yine de zayıf bir mekanizmaya sahip bir varlık türü. Çoğu insan aslında olmak istediği bireyden tamamen farklı bir birey olarak yaşamını sürdürüp ölüyor. Bunun nedeni her insanın içinde belli bir oranda baskıladığı iç dünyası. Yani insanlar içten içe olmak istedikleri kişiler olamıyor. Baskılanan taraf, aile baskısı, toplum baskısı veya başka bir baskılama biçimi tarafından dışarı çıkamıyor bu nedenle insanlar aslında olmak istedikleri kişi olmadan yaşıyorlar. İşte insanoğlunun karar verme mekanizmasının zayıflığı buradan geliyor. Eğer istediğimiz gibi biri olamıyorsak mutlu yaşamak mümkün müdür? Yönetmen David Fincher’ın filmi “Fight Club”, ana temasını bu paradokstan almıştır. Filmin baş kişisinin aslında Tyler Durden olma isteği ve şizofreni hastalığı, kendisinin Tyler Durden’a dönüşmesine neden olur ve uykusuzluk ve şizofreni sayesinde aslında olmak istediği kişiye dönüşmüştür. Olmak istediğimiz kişi için uykusuzluk çekmemiz veya şizofreni hastası olmamız mı gerekiyor? Bu sorunun cevabı tabii ki hayır, olmak istediğimiz bireye dönüşmek tamamen bizim elimizde. Mutlu bir hayata sahip olmak, kaliteli bir hayata sahip olmaktan daha önemli. Olmak istediğimiz bireye dönüşüp mutlu olabiliriz, bizi daha ünlü veya daha zengin yapacak bir durumdan kaçmak mantıksız değil çünkü olmak istediğimiz kişiyle çelişiyorsa eğer bu durum, mutlu olmadan zengin veya ünlü olmanın bir anlamı yok bana kalırsa. Mesela çok yakın bir arkadaşım üniversite sınavına bir daha hazırlanıyor sırf bu nedenden dolayı. Kendisinin puanı mimarlığa yetiyordu ve inşaat mühendisliğinin ona daha az bir gelir getireceğini bile bile sırf orada mutlu olacağına inandığı için sınava bir daha hazırlanma kararı aldı. Yalnızca meslek seçimi için değil başka olaylar için de geçerli bu durum. Hayatımızı şekillendirmek iyisiyle kötüsüyle bizim elimizde. “Fight Club” filminde Tyler Durden kişiliğine dönüşen baş kişi, önceden kapitalist sistem içerisinde sistemin çarklarından biri iken, bu sırada kapitalizmden içten içe nefret ederek, kapitalizmi yıkan anarşist bir kişiye dönüşür. Bu dönüşümü tetikleyen şey hastalığı olabilir fakat en sonunda olmak istediği lider vasıflı, sisteme karşı bir kişi haline gelmiştir. Biz de istediğimiz bireye dönüşme azmini ve isteğini içimizde barındırmaktayız. İnsanoğlu kendisine farklı gelen ideolojileri, kişilikleri kabullenmekte zorluk çeken bir yapıya sahip, bu nedenle bu farklılıkları baskılama taraftarı. Bu baskı da bireylerin olmak istedikleri kişiye dönüşmelerini engellemekte. Başka kişilerin bizim hakkımızda düşündüklerini önemsemediğimiz zaman kendimizle barışık bir biçimde yaşayabiliriz. Bu özelliğimiz de bizi özgürlüğe ulaştırabilecek başlıca özelliğimiz konumunda. Özgürleşebilmek toplumun bize dayattığı tabuları yıkarak olabilir. Bu tabuları yıkmanın en kolay yolu ise kendi karakterimize kendimiz karar verip kendi yolumuzu kendimiz çizerek olabilir. İstediğimiz birey olmak özgüvenimizi artırarak daha güçlü bir karaktere sahip olmamızı sağlayacaktır, zorlukların üstesinden gelmemize kolaylık sağlayacaktır. “Fight Club” filminde baş kişi, destek gruplarına katıldığında olmak istediği kişiyi anlatır ve bir süre uyuma düzenini yakalar, çünkü kendi olmak istediği kişinin destek gruplarında yadırganmaması ona huzur verir. Bir süre sonra olmak Mert ERKUL 21602106 istediği yapmak istediği şeyleri yapmak üzere alternatif kişiliği devreye girer, çünkü bu hayat onun için daha huzur doludur. Huzura kavuşmanın, mutlu olmanın ilk yolu, kendimiz ile barışık olarak hayatımızı istediğimiz yolda şekillendirmektir. Toplumun baskıları, ideolojileri bizi kabullenmeyişi, biz dışlanışı reddedene kadar geçerlidir, çünkü bizim hayatımıza bizden başka kimse müdahil olmamalıdır, olamaz da. Kendi yaşamımızı kontrol altına alıp istediğimiz bireye dönüşmek için kendimizi kabul etmek ve kararlı olmak yeterli. Kendi hayatımda kendi tercihlerimden ben sorumluydum, istediğim hayatı sürdürdüm, kimi kararlarım çevre tarafından baskılanmaya çalışıldıysa da kararlılık gösterdim ve kendi yolumu olabildiğince kendim çizdim. Kendi kişiliğimizle barışık olduğumuzda mutlu, huzurlu ve özgür olabilme şansına sahip olduğumuzu biliyorum ve bu çizgiden şaşmamaya çalışıyorum. Bir İnci Bir Hayat / Çağıl KOKOL İnsanoğlu ne kadar açgözlü ne kadar doyumsuz… Ben insanların ne fakir ne de zengin, hiçbir ayrım yapmadan doyumsuz olduklarına inananlardanım. Eğer bir insan istediği bir şeyi elde ettiyse bir sonraki aşamada çok daha fazlasını isteyecektir. Bu durumu hepimiz için oldukça tanıdık öyle değil mi? Belki de bu, yaşadığımız dünyanın bir kanunu ya da kamçılayamadığımız duygularımızdır. Geçtiğimiz günlerde bir kitap okudum. Yazarı John Steinbeck ve kitabın adı İnci. Romanı rafa kaldırdıktan sonra bir süre daha etkisinden kurtulamadığımı fark ettim. Bu kitap sayesinde yaşadığımız dünyayı kafamda hatta kalbimde her yönüyle bir kez daha sorguladım. İnci adlı bu kitap diğer romanlara göre oldukça kısa fakat anlatmak istediği şeyler, vermek istediği mesajlar o incecik sayfaları arasında devleşmiş âdeta. Okurken sanki okumuyorum da kitabı yaşıyormuşum gibi bir ruh halindeydim. Daha da ötesi beyaz perdede duygusal bir film izliyormuş tadı… Beni bu kadar etkilemesinin sebebi belki de yaşanılan olayların gerçeklikle bağlantısıdır. Kitap hakkında söylemem gereken bir şey daha varsa o da kitapta yer alan tasvirlerden müthiş bir haz alıyor ya da alacak oluşunuzdur. Yazar betimlemeleri öyle güçlü yapmış ki kendinizi her sayfasında renkli baskılar, renkli resimler bulunan bir kitap okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Roman Kino adında yoksul bir denizci ve ailesinin bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir inci bulması ile hayatlarının ne denli değiştiğini anlatıyor. Kino’nun akrep tarafından sokulan bebeğini daha önce fakirler diye tedavi etmeyen bir doktorun, inci bulunduktan sonra ailenin ayaklarına kadar gelişi kadar gerçek ve acımasız bir dünya anlatılmış. Doktorun “Yerli çocukların akrep ısırmasını tedaviden başka işim mi kalmadı? Doktorum ben, baytar değil.” sözleri kitabı okuduğum süre boyunca aklımın bir köşesinde hep takılı kaldı. Maddi durumu iyi olmayanların ya da daha kaba söylemi ile fakir insanların veya çocuklarının insan olarak görülmemesi, tüm insanlık adına ne kadar yıkıcı ve üzücü bir durum öyle değil mi? Bu kitapta gözünü para hırsı bürümüş insanların en güçlü silahlardan daha tehlikeli olduğunu görüyoruz. Roman sürükleyici olduğu kadar okurken insanın içinde ince bir sızı bırakacak kadar da etkili. Buldukları inci ile bebeklerini tedavi ettirip gelecek için çok güzel hayaller kuran Kino ve ailesinin başına gelmeyen kalmadı maalesef. Eseri okurken birçok bölümde olaylara müdahale etmek de istiyorsunuz aslında. Kapitalizm ve sınıf ayrımını gözler önüne seren bu güzel eser okuyucuyu derinden etkilemek için yazılmış gibi. Mesela kitapta yer alan zengin doktor üst sınıfı nitelemekte. “Karıncalar çalışmaya başlamışlardı bile. Kimileri büyük, parlak ve kapkara gövdeli, ötekiler küçük, daha açık renkli, ama hepsi tez canlıydılar. İri bir karıncanın kazarak hazırladığı kum tuzağından kaçıp kurtulmaya çalışan küçük bir karıncayı izlerken Kino düşünüyordu. Tanrı karıncaları yaratırken bile ayrım gözetmişti.” satırlarından da anlaşılacağı gibi sınıf ayrımı o dönemde çok büyük bir sorun. Belki de insanları bu derece hırslı yapan unsur da bu ayrımdır. Aslında her şey doktorun hırsı ve açgözlülüğü yüzünden yaşandı. Bu yüzden kitabı okurken doktor karakterinden nefret etmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Kitabın sonlarına doğru aile her şeyden kaçmak ve yeni bir hayat kurmak için yola koyuluyor ama nafile… Para hırsı içinde yanıp tutuşan, kapitalizmin pençesine yakalanmış zalim insanlar ailenin peşini bırakmıyor ve kitap bebeğin ölmesiyle birlikte trajik bir şekilde bitiyor. Birçok okuyucu kitabın mutlu sonla bitmesini bekliyordu belki de fakat gerçek dünyanın acımazlığını tokat gibi yüzümüze vuran bu romanın mutlu son ile bitmesi gerçeklik çizgisinin dışına çıkıldığını gösterirdi böylece de eser vuruculuğundan ödün vermiş olurdu. Bu inci insanlara umutla beraber yıkım da getirmişti aslında. Kitapta verilmek istenen asıl mesajı kitabı okuyan herkes rahatlıkla anlayabilir. Bu incecik romanın sayfaları arasında yaşanan dünya gerçek ve bir o kadar da zalim. Monotonluktan sıkılıp yepyeni dünyalara yelken açmak isteyenler için masal tadında atıştırmalık bir kitap. Ünalacak Sedat Ünalacak Section 01 Başak Berna Cordan 11 Temmuz 2015 Konu: Deneme Bir Kahramanlık Destanı: “Eğil Dağlar” Zaman, insanlığın en büyük sermayesidir. İnsanlar ve toplumlar için her an önemlidir ve değerlendirilmelidir ancak her an bir değildir. Milletlerin ve insanların yapmaları gerekenler zamana ve şartlara göre değişebilir, ayrıca yapılması gerekenler yapılmadığı takdirde doğabilecek sonuçların ağırlığı da aynı olmayabilir. Eğil Dağlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın sonuçlarıyla ve zorluklarıyla bizim milletimiz için en kritik zamanlardan biri olan Millî Mücadele yıllarına tanıklık eden bir eseridir. İnsan birçok açıdan bencil bir varlıktır. Kendini düşündüğü kadar başka bir insanı düşünmeyi bırakın, birçok insana yarar sağlayacak ancak kendine küçük bir zararı dokunacak bir şeyi bile çoğu insan kabul etmekte zorlanır. Bununla birlikte insanın sosyal ve etrafındaki insanları da düşünen bir yönü de vardır. Hepimiz içimizde birlik olma ve diğer insanlarla dayanışma isteği taşırız. Bununla birlikte diğer insanların da iyiliğini düşünebilme ve dayanışma içinde olma duygularımız her zaman aynı miktarda olmaz, zorluklar ve topluca çekilen sıkıntılar bu duyguları kuvvetlendirir. Bu durum Millî Mücadele yıllarında da gerçekleşmiştir. Kendi içinde fakirlikten doğan sıkıntılarla ve siyasi kavgalarla bölünmüş olan millet ortak düşmana karşı birlik olmuş ve sıkıntılara birlikte göğüs germiştir. Dışarıdaki ortak düşman içerideki düşmanlıkları unutturmuş, milletimize birlikte yaşama ve farklılıkları hoş görme kültürünü yeniden kazandırmıştır. Geçmişte yaşanmış olan bu kardeşlik tablosu aslında bugün için de çok şey ifade etmektedir. Dedelerimizin, ninelerimizin omuz omuza savaşmış ve ortak bir hedef için bir araya gelmiş olmaları bugünkü nesiller için birleştirici bir sebeptir. Bugün sıcak bir savaşın içinde değiliz ve olmak da istemeyiz, ancak birlikte olmamız ve farklılıklarımızı hoşgörüyle karşılamamız için illaki büyük bir felaketle karşı karşıya olmamız gerekmiyor. Ayrıca fakirlik, açlık ve gençlere yönelik uyuşturucu tuzağı gibi birçok tehditle adeta savaşıyoruz. Hâl böyleyken farklılıklarımızı ayrışma sebebi yapmadan aynı atalarımızın gerçekeştirdiği gibi kavgasız gürültüsüz bir şekilde birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Bir bireyin kişilik özellikleri ve karakterinin oturması için zorluk ve sıkıntılara ihtiyacı vardır. Zorluklarla mücadele etmek bireyi olgunlaştırır ve karakteri oturtur. Benzer durum toplumlar için de söz kunusudur. Savaş gibi olaylarla milletler toplu bir olgunlaşma ve gelişme dönemi geçirir. Milletimiz buna güzel bir örnek olmuştur, kişilerin fedakârlık ve emeklerinin birlik ruhuyla bir araya gelmesiyle millet çapında bir şahlanma gerçekleşmiş ve yedi düvele meydan okunabilmiştir. Tarih sadece olayların, savaşların ve antlaşmaların sebep sonuç ilişkisi içinde incelenmesi olmamalıdır. Hiçbir olayın gelişimini insan faktörünü dikkate almadan tam 1 Ünalacak olarak anlayamayız. Objektif bir biçimde büyük olayları kabaca ele almanın yanında doğrudan insanla ilgili bazı kısa hikâyeleri bilmek doğru bir analiz yapabilmemizi sağlayacaktır. Hayat kesitlerinin subjektif ve duygularla yoğurulmuş bir biçimde aktarılması, hele ki bunun sıcağı sıcağına yapılması çok önemlidir. İnsanlar bir olayı diğerlerine aktarırken ancak kendi anlayabildiklerini aktarabilirler, onu da genelde tam aktaramazlar. Bu nedenle tarihi mümkün olduğunca o tarihe tanıklık etmiş, anlama ve anladığını aktarma kabiliyeti yerinde olan birinden öğrenmek çok önemlidir. Eğil Dağlar adlı eserinde Yahya Kemal’in yaptığı gibi, tarihi yaşayan birinin yazması ve gelecek nesillere aktarması çok önemlidir. Tarihimizi öğrenmek, milletimizin millet şuurunu kazanması ve geçmişten ibret alması adına çok önemlidir. Bizi birlikte tutacak ve gelecek hakkında sağlıklı tahminlerde bulunmamızı sağlayacak olan şey tarihimizi iyi bilmek ve yorumlamaktır. Geçmişten ibretlik kareleri aktarırken verdiği mesajlarla Yahya Kemal, bize “biz” duygusunu aşılamakta ve gelecek nesillere en faydalı bir yolla tarih dersi vermektedir. 2 Yusuf YILMAZ Savaşın Bilinmeyenleri “Gözlerindeki o korkuyu hiç unutamam. Şimdi hepimiz sağ salim olsak da kalbim çok buruk.” dedi. Kendi eşinden bahsediyordu. Çok da düzgün olmayan Türkçesiyle bana içini dökmeye çalışıyordu. Yüzündeki bütün çizgilerden hüzün ve savaşın acıları okunuyordu. Bir an o odadan uzaklaştım ve kendimi onun yerine koydum. Sadece düşündüğümde bile gözyaşlarımı tutamadım. O da beni bekliyormuş. İkimiz de ağladık bir süre ve sonra sarıldık. Bahsettiği bu anları şimdiye kadar kaç kere düşünüp ağlamıştır bilmiyorum ama sadece kendimi onun yerine koyunca düşündüklerim bile beni birçok kez hüzünlendirdi. Suriye’deki savaşı anlatıyordu. Yaşadıkları şehre bomba yağarken eşi ve çocuklarıyla kaçışından ve eşinin geride kaldığı için ne kadar korktuğundan bahsediyordu. “Hâlâ yaşadığımıza inanamıyorum. Gerçi çok da yaşıyor sayılmaz ya.” deyip hüzünlü bir tebessüm ediyordu. O güne kadar savaşın bu yanını hiç düşünmediğim fark ettim. Çocukların savaşla büyümesi ve belli bir evlerinin olmamasını düşündüm. Savaşın askeri tarafında ne kadar acı çekiliyorsa sivil tarafında da o kadar acı çekiliyormuş. Korkuyla büyüyormuş bazı çocuklar. Mavi gökyüzü görmüyorlarmış günlerce. Karınları acıktığı için değil de bomba sesleriyle uyanıyormuş bebekler. Savaş yaşayan ülkelerde bebekler annelerine nazlanamıyormuş. Anne ve babalar her gece yataklarına girdiklerinde, hala çocuklarıyla birlikte olabildikleri için şükrediyorlarmış. Ne kadar da acımasızmış insanlar, ne kadar da karanlık ve insafsız bir dünyada yaşıyormuşuz. Suriyeli bu adam bana hikâyelerini anlatmaya devam ettikçe Hayat Güzeldir (1997) geliyordu aklıma. Çok benzettim bu adamın hayatını o filme. Belki de bu yüzdendir bana bu kadar uzak olması. Böyle şeylerin sadece filmlerde olduğunu düşünürdüm, ne yazık ki gerçek hayattan esinlenirmiş filmler. Aradan aylar geçmişti ve bir gün Kızılay’da arkadaşımla buluştuk ve yeni bir restoran açacak olan arkadaşımıza yardım için Konur Sokak’ta yürüyorduk. Uzun süredir görmediğim Kızılay o gün bana ayrı bir güzel ve rengârenk gelmişti. Restorana gireceğimiz sırada bomba patladı ve o andan itibaren Suriyeli adamı eskiden hiç anlamadığımı fark ettim. İnsanlar kaçışıyordu, herkes ağlıyordu ve bana çok uzak gelen savaş 1 ayaklarımın altını titretmişti. O gün fark ettim ki yaşadığımız dünyada hiçbir zaman savaş bitmeyecek. Her an dünya üzerinde bir mazlum ağlayacak ve zaman ne olursa olsun bir babanın kalbi buruk kalacak. Ben 21 yaşına gelmiştim ve 100 metre uzağımda bomba patlayınca eve gidene kadar elim ayağım titremişti. Savaşla büyüyen kadınlar, çocuklar ve babalar nasıl unutabilirlerdi ki o günleri? Bir gün savaşın bittiğini düşünsek bile bu insanların kendi kalplerindeki enkazı kaldırması nasıl mümkün olabilir ki? Bu olayları araştırmaya başladıktan sonra anladım ki Batılı ülkelerdeki insanların rahatı için Orta Doğu’da doğan insanlar enkaz yığınına çevriliyor. Filmde de gösterildiği gibi savaşlarda en çok ölen değil de yaşayan zarar görüyor. Çocukluğunu tozpembe geçirebilmiş ve en azında savaş görmemiş bizler, savaşın bize çok uzak olduğunu düşünüyoruz. Bazılarımız benim gibi ümitsiz olup dünya üzerinde her zaman savaşın olacağını düşünüyor ve bazılarımız ise bitmesi için çaba sarf ediyor. Bu olaylara hangi açıdan bakarsak bakalım; savaş görmüş, birçok günler bombayla uyanmış ve kalbinde kocaman bir enkaz olan insanlara yardım etmekle başlamalıyız. Başka ülkelerden gelen insanların keyfimizi bozduğunu düşünüp karşı çıkmak yerine duygudaşlık yapmalıyız. Savaşı durduramasak bile, sebep olduğu enkazı kaldırmalıyız. Bu yazıyı kaç kişi okur bilinmez; fakat o Suriyelinin yüzündeki acıyı herkes okuyabilirdi eminim. Sena Gökkuş 21401356 TURK 101-17 22.12.2014 Başak Berna Cordan Özgürlük Bunun Neresinde? Bir toplum hayal edin. Hiçbir yasak yok, insanlar sınırsız bir biçimde özgür, ayıp karşıladığımız şeyler şimdi çok normal karşılanıyor. İlk duyduğunuzda hoşunuza gitti değil mi? Tabii bu kadar özgür olmanın bir bedeli var. Bizim oluşturduğumuz bu toplumda insanlar belli kısıtlamalarla doğuyor, sonrasında o doğduğu sınırlar içerisinde “sınırsız” bir özgürlüğe sahip oluyor. En kötüsü ise kimse doğduğu sınırları ve kapasitelerini sorgulamıyor, sorgulamanın ne demek olduğunu bilmiyorlar bile. Peki şimdi nasıl geliyor kulağa? İlk okuduğumda gerçekten garip karşıladım Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı eserindeki düşünceleri. Tamam, olması mümkün olaylar anlatılmıyor bu yüzden “ütopya” diyoruz yazarın yazdıklarına ama gerçekleşmesi mümkün olan ögeleri de barındırıyor kitap. Bilmiyorum insanları yapay yollardan çoğaltmak ve belli kalıplara göre eğitmek size nasıl gelir, bana pek olası gelmiyor ancak günümüzdeki toplumların gidişatına bakarak şimdi ayıp ve yasak olarak gördüğümüz şeyleri kısa bir süre sonra normal karşılayacağımıza çok eminim. Kitap insan doğasına aykırı olarak oluşturulmuş. Bir kere “herkes herkes içindir” durumu bizim doğamıza tamamen ters. İnsanın içindeki en temel duygulardan biri aidiyet duygusudur. İnsanın çevresinde pek çok arkadaşı olur ama kendisini sadece bir kişiye daha yakın hisseder. Onu daha çok sever, üzgün olduğu zaman onu görmek ister, sevincini onunla paylaşır; kısacası hayat sadece o kişiyle güzelleşir. Çokeşlilik zaten insan doğasına aykırı bir olgudur, kitapta olduğu gibi tekeşliliğin garip karşılanması hatta bir noktaya kadar yasak olması insanın sahip olduğu en önemli duygulardan birini içinden söküp atar. Hele anne ve babalığın ayıp görülmesi bir toplumu yıkıma uğratan bir olaydır. Aile oluşturmak ve çocuk yetiştirmek doğanın bir kanunudur. Özetlemek gerekirse sevmek, sevilmek, sadece bir kişiye ait olmak ve sağlam bir aile kurmak bizim zaten içimizde olan duygulardır. Bu duygular kolay kolay bastırılamaz, kontrol altına alınamaz. Herkes, herkes için değildir. İnsanları doğduğu andan itibaren, hatta doğmadan önce bir kalıba sokmak onların en temel haklarından birini ellerinden almaktır. Sınıfların ve ayrımcılığın olduğu bir toplumda insanların özgür olması çok küçük ve önemsiz bir detaydır. Bir kere siz o insanı istediğiniz kalıba sokarak onu kendinize ait bir nesne haline getirmişsinizdir, o saatten sonra o insan istediğini söylese ne fark eder? Böyle göstermelik bir özgürlük resmen insanların beynini yıkamaktır. Kitapta asıl olan olay budur. Herkes belli bir sınıfa ait doğar ve o sınıf içerisinde mutlu olmaları sağlanır. Üst sınıftan insanlar bile neden böyle bir sistem olduğunu sorgulamaz, alt sınıftaki insanlardan nefret etseler bile onlara muhtaç olduklarının ve “herkesin herkes için” var olduğunun farkındadırlar. Gökkuş, 2 Kitaptaki gibi yozlaşmış ve bozulmuş bir toplumda yaşadığımı hayal edince tüylerim diken diken oldu. Tamam, mevcut toplumumuzda da belli başlı sıkıntılar mevcut ancak en azından bilinçli olarak yaşıyoruz. Ne olmak istediğimizi, ne için var olduğumuzu kavrayabiliyoruz; bir şey aklımıza yatmadıysa sorgulayabiliyoruz. Düşündüğümüz şeyleri açıkça söyleyemiyoruz belki, çok fazla yasak koyuyoruz insanlara ama en azından düşünebiliyoruz. Bir makine gibi yaşayıp özgür olduğuma inanmaktansa çevremde olup biten olayları sorgulayıp kendime saklamayı tercih ederim. Bana göre sorgulamak ve yanlış giden şeyleri fark etmek en büyük özgürlüktür çünkü. Biliyorum, toplumumuz çok iyi bir yöne gitmiyor ama ütopyamızdaki hale de gelmemeli. İnsanlarımızı her konuda bilinçlendirmeliyiz, onlara özgürlük tanımalı ve ne düşündüklerine değer vermeliyiz. Aksi halde yaşayacaklarımız, kitapta olanlardan daha kötü bir hale gelecektir. Kaynakça HUXLEY Aldous (2013). Cesur Yeni Dünya, İstanbul: İthaki. ERTUĞ SAĞMAL KADININ GÜCÜ 2013 yılı yapımı Hükümet Kadın filmini önce sinemada daha sonra da televizyonda izledim. İlk izlediğimde çok gülmüştüm, ve daha sonraki izlenimimde günümüzle kıyaslayarak düşündürücü yanlarını gördüm. Okuma yazma bilmeyen, yaşamını eşine ve çocuklarına adayan bir kadının istediği zaman ne kadar güçlü olabileceğini anlatan bu filmden yola çıkarak çok şeyler anlatılabilir. Kadın, anne ve dolayısıyla her şey. Kadın, sevgi, şefkat, merhamet, güç ve dolayısıyla her şey. Dünyayı güzelleştiren varlıklar. İlk tanıdığım kadın annem. Onun sevgisinin yüceliği, söz konusu ben olunca, hiç düşünmeden en zor işleri bile yapması...benim için elbette çok önemli. Hastalanınca hiç uyumadan başımda beklemesi, çok az yemek yediğim için yaşadığı sıkıntıları şimdi anlayabiliyorum. Meğer benim için ne kadar çok üzülmüş. Eminim bütün anneler de benim annem gibidir. Çocuklarının üzülmesi, canlarının yanması demek annelerin iki katı üzülmesi, iki katı canının yanması demektir. Tanrı'nın kadınlara bahşettiği özellikler sayesinde, yaşadıkları sorunlar karşısında nasıl davranılması gerektiğini biliyor olmaları, onlara verilen en büyük güç. İçgüdülerine göre hareket ettiklerinde, yaşanan olayda "ben demiştim" le biten cümlelerinin sonunda haklı çıkmış olmaları da bunun kanıtı olsa gerek. Biz erkekler hayatımızdaki kadınları ne kadar tanıyoruz. Onlara hak ettikleri değerin ne kadarını veriyoruz. Oysa annemden biliyorum maalesef vermiyoruz. Yani çok benciliz. Hâlbuki çok küçük şeylerle mutlu olan annelerimiz bu değeri hak etmiyor mu? Başarımızla sevinen, ama başarısız olduğumuzda içinden çok üzülse de "canın sağ olsun" diyerek bizi güçlendiren yine annemiz değil mi? Çağdaş toplumlarda artık kadın erkek eşitliği varken, ülkemizde kadına verilen değerin gün geçtikçe daha azaldığını görmek, gerçekten çok üzüntü verici. Her başarılı erkeğin arkasındaki kadının, artık erkeğin arkasında durmaktan çıkıp, erkeğin önüne geçmeye başladığı için, bazı cahil insanlar bunu hazmedemeyip halâ kadınlara zarar vermekten geri kalmıyorlar. Onların hayatlarına son vermeye kadar her türlü zulmü onlara reva görüyorlar. Toplumların yaşam politikaları belirlenirken, kadınların temel düşünceleri çok önemli bir yer tutmaktadır. Yetenekleri, güçleri, duyguları ve fikirleri ya da kısaca varlıkları yeter. Evini başarıyla yöneten, çocuklarını yetiştiren, bunları yaparken her türlü fedakârlığa göğüs geren kadın, ülke yönetiminde de çok başarılı olabilir, yeter ki onlara bu eşitliği tanıyalım. Çünkü evdeki ve toplumdaki mutluluğun kaynağı olan kadındır. Sevgilerine diyecek tek kelime yok bence. Onlar eşleri, çocukları, yakınları için yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Nerede olursa olsun, köyde kentte her koşulda, sevgisiyle her türlü zorluğa göğüs gerer. Sevginin açamayacağı hiçbir kapı yoktur. Bazen sevgi, en güzel tatlıdan daha güzeldir. Bazen sevgi en güzel yemekten daha doyurucu gelir insana. Biz erkeklerin hayatındaki kadınlar: Anne, kız kardeş ya da abla, eş, öğretmen. Sevmeyi, birlik olmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi onlarda öğreniyoruz. Karşılığında da onlara saygılı, sevgili olarak görevimizi yerine getirmekle görevliyiz. Çünkü onlar hak ettikleri değerleri verildiğinde daha da değerlenirler. Anne ise daha mutlu, kardeş ya da abla ise daha mutlu, eş ise daha mutlu, öğretmen ise daha da mutlu olacaktır. Çünkü hayatımızdaki en değerli hazinemizdir onlar. Hazineler korundukça değerlenir, çoğaldıkça güçlenir, temiz tutuldukça daha da parlarlar, göz kamaştırırlar. Kadına biçilen görev ne olursa olsun, her türlü üstesinden gelir. Günümüzde her yerde, her adımda kadın vardır. Ve kadının başarısı vardır. Bir bütünün en önemli parçasıdır o. Evin, toplumun, ülkenin ve dünyanın. Kadını göz ardı etmeye çalışan zihniyet, önünde sonunda bunun cezasını çekmeye mahkûm olacaktır. Eğitimli olsa da olmasa da bu yüce varlıkların, sahip oldukları en büyük özellikleri olan duyguları ile tecrübelerini bir araya getirdiklerinde, toplumlara yeniden yön verecek kadar güçlü yarınların oluşmasında etkin rol oynayabilirler, yeter ki onlara fırsat verilsin. Toplumlar ne kadar eğitimli olursa, yarınları da o kadar güçlü ve aydınlık olur. Bu nedenle toplumların kadına bakış açıları, geniş olmalı ki, kadınlar sosyal ve siyasal açıdan ülkelerin gelişmesinde, düşünceleri ile katkıda bulunabilsinler. Kadınların daha "kadınca" diye düşünülen alanlarda olmaları yerine, buna karşın karar verici pozisyonlarda olmaları, ülkelerin olumlu yönde gelişmelerinde yararlı olacaktır. Türk Medeni Kanunu ile kadınlara verilen haklarla, kadın erkek eşitliği konusunda toplum içerisinde kadının yeri belirlenmiştir. Kadın aile içinde köprü görevini üstlenmiştir. Toplum içinde olduğu gibi aile içinde de sosyal işleyişin anahtarı olmaktadır. Kadın isterse dünya değişir. Dünyayı değiştirecek kadar güçlüdür çünkü. Bunun için kadınların gücünden korkanlar, onları geri plana atmaya çaba gösterirler. Onları kirletmeye, onları yok etmeye, zarar vermeye devam ederler. Ama bu tür toplumlar, geleceklerini yok ettiklerinin farkına vardıklarında çok geç olacaktır. Sonuçta, anne olan varlık çok güçlüdür, çünkü başka bir canlıya can vermiştir. Daha sonra da yüreğini, sevgisini, merhametini ve gerektiğinde canını vermeye hazırdır. Üstlendiğim her görevde, onun sevgisi ile onun verdiği güç sayesinde başarılı oluyorum. Annem için yüreğimdeki sevginin tarifi yok. Ama biliyorum ki o beni çok çok daha çok seviyor. Ekin TANIR 21400471 1 Başak Berna CORDAN TURK101-18 13.12.2014 PARİS VE MUTLULUK 2014’ün yazında babamın kongresi sebebiyle daha önce iki kere gittiğim ve her seferinde ayrılmakta zorlandığım Paris’e tekrardan gitme şansı yakaladım. Sınav senemin stresinden kurtulmak için mükemmel olmuştu bu gezi. Bu planımızı düşündükçe hafiften heyecanlanıyordum elbette fakat 28 Haziran günü yola çıktığımızda heyecanım neredeyse on katına çıktı. Uçağımız şehre indiğinde ise beklenmedik bir şekilde sanki yıllardır buradaymışım, burası benim evimmiş gibi hissettim. Paris başka, insanları başka, sokakları bambaşka... “Bir masal âleminde hissettirecek kadar güzel bir siluet çıkacak karşınıza...”(Poyraz). Paris’in sokaklarında gezerken tarihin ruhunuzun derinliklerine kadar işlememesi mümkün değil. Her köşede farklı bir ayrıntı, farklı bir hayat... Gün geçtikçe anladım ki Paris, sadece Eyfel Kulesi’nden ibaret değil. Paris’i Paris yapan insanları, sokak araları, özellikle de yer altındaki kocaman dünyası, yani metrosu. O kadar farklı insanlarla karşılaşıyorsunuz ki! En güzeli de karşılaşılan her yeni yüzün, keşfedilmeyi bekleyen yepyeni birer dünya olması. Şehir ayaklarınızın altına seriliyor, küçülüyor adeta metrodayken. İlk durağımız Louvre Müzesi idi, burada gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Her girdiğiniz oda, her baktığınız eser sizi başka bir tarihe sürüklüyor. Önce Napolyon’un taç giyme törenindesiniz, oradan sonra Mona Lisa ile birlikte çay içiyorsunuz, daha sonrasında ise kendinizi bir TANIR,2 anda Fransız Devrimi’nin ortasında buluveriyorsunuz. Müzeyi baştan sona gezmek isterseniz acele etmeyin derim, var olan bütün yüzyıllara doğru seyahatler yapın. Bu seyahatleri yaparken de sakın ha koşmayın, tarihin bir yere gittiği yok ya! Koskoca koridorlardan geçerken yabancı yüzlere baktım hep, onlar da bana baktı tabii. Her bir farklı suratta yabancılığı görüyordum ama gözlerinden okunuyordu insanların benimle aynı duyguya sahip olduğu: Mutluluk. Bilmediğim bir nedenle mutlu ediyordu burası beni. Sonraki durağımız her ne kadar Paris'in neredeyse tek simgesi olarak gösterilmesini eleştirsem de her gittiğimde daha da hayran kaldığım Eyfel Kulesi idi. Oraya ulaşmak için Bateaux Mouches adı verilen gezinti teknelerine bindik. Teknenin üst katına çıktığımda Paris'in özgürlük ve mutluluk dolu havası yüzüme çarpıyordu. Seine Nehri adeta 'Gitme!' dercesine dalgalanıyordu. Buradan ayrılma fikrini unutmuş gibiydim o dakikalarda. Nihayet durağa gelmiştik. İşte karşımdaydı bütün muazzamlığıyla Eyfel. Yükseklik korkuma rağmen ısrarlarım sonucu en üst katına çıktık. Gördüğüm manzara karşısında ne korku kaldı ne eleştiri. Sadece ben vardım sanki nefes alışım yankılanıyor gibiydi tüm şehirde. Eyfel ise benim için şehri koruyordu, benden başka kimse onu sevmesin diye. Paris'in en tepesindeyken kuş olup uçasım, haykırasım geldi bütün mutluluğumla. Evet, bu şehir beni hiç olmadığım kadar mutlu ediyordu! TANIR,3 Son durağımız ise St. Chapelle kilisesindeki Vivaldi konseri oldu. Kiliseye gitmeden önce açıkçası biraz canım sıkılmıştı, bu konseri her yerde dinleyebileceğimizi düşünüyordum, Paris'e gelmişken bir daha göremeyeceğim şeyleri görmek, tatmak istiyordum. Fakat kiliseye girdiğimde fikrim tamamıyla değişti. İçimden 'Ben galiba Paris için yaratılmışım!' diye haykırmak geliyordu. Bu kesinlikle kendi ülkemi sevmediğimden değil, Paris'e karşı duyduğum tarifi çok zor hayranlığımdandı. Yerlerimize oturduktan yaklaşık yarım saat sonra konser başladı. Klasik müziğe olan ilgim konserin değerini daha da artırmıştı. Gözlerimi kapadım, 18. yüzyıla Vivaldi'nin yanına gittim. Dolaştık birlikte Paris'in tarih kokan sokaklarında. Champs Elysees'i yürüdük boylu boyunca, Notre Dame Kathedrali'nin uçan payandalarına çıktık, en sonunda geldik birlikte Pont des Arts'a. Âşık olanlar isimlerini bir kilit üzerine yazıp anahtarlarını nehre fırlatıyorlardı. Köprüyü geçerken bir de baktım ki benim ismim de bir kilidin üzerinde. Kalbimi bu şehirde bıraktım, köprünün üstünde o küçük kilitle Paris’le birbirimize bağlanmıştık. Kaynakça Poyraz, Elif Perçin. www.cafelontano.com. Çağın Problemi Tekdüzelik Dün gece rüyamda güneşin doğuşuyla birlikte sabahın erken saatlerinde yatağımdan kalktım, üstümü giyindim ve yeni bir okul gününe hazırlandım. Sonrasında okula gitmek için servise bindim, ardından da kendimi sınıfta buldum. Her zamanki gibi sevdiğim arkadaşlarımla biraz vakit geçirdim, derslere girdim. Sonrasında yine servisle evime döndüm, biraz ödev yapıp yeni bir film izledim. Ardından yorulduğumu fark edip yatağıma yattım. Ertesi gün tekrar uyandım, yeni okul gününe hazırlandım, okula gittim, geri geldim, yattım. Sonrasında aynısını tekrar yaptım, tekrar, tekrar, tekrar… ta ki yaptıklarımı bir rutine bağladığımı fark edene kadar. Uyandığımda ise yaptıklarımın sadece bir tekrardan ibaret olduğunu fark ettim. Ama dünyada bunun farkına varmamış birçok insan var. Hele bazı insanlar var ki onlar zaten bu tekdüzeliğe alışmış ve bu tekdüzeliğin dışına çıktıklarında mutsuz olacaklarını düşünmekte. Hayatlarında bir farklılık yapmak onlara göze alınması çok tehlikeli bir risk gibi görünmekte. Ne kadar üzücü ki aslında bizi mutlu edecek olan şeyler hayatımızda yaşadığımız değişik ve özel anlar. Nitekim onlar sonucunda yaşadığımız hayatın kıymetini ve güzelliğini gözümüzün önüne getirebiliriz. Mesela bir çılgınlık yapın ve her zaman ki gibi okulunuza servisle değil yanınıza sevdiğiniz bir arkadaşınızı alıp yürüyerek gidin. Yolun ne kadar uzun olduğu bence hiç önemli değil, ne de olsa yanınıza değerli, sizi mutlu eden bir insanı almışsınız. Veya bir gün daha önce hiç tanımadığınız bir insanla tanışıp onunla birlikte dışarılarda hiç görmediğiniz farklı bir yere gidin. Bırakın, bilinmezlik içinde kaybolun, yolunuzu şaşırın hatta biraz da telaşa kapılın. En sonunda göreceksiniz ki aslında bu yaşadığınız değişik deneyim sizi mutlu edecek, geçmişi andığınızda yüzünüzde güzel bir tebessüm oluşacak çünkü her zamanki gibinin aksine hayatınıza bir farklılık katmış olacaksınız. Paulo Coelho’ nun Aldatmak adlı romanı da tam bu görüşüme katılan, tekdüzelikten sıkılmış, hayatında yeni maceralar arayan Linda’nın hayatını anlatıyor. Kitapta bu bıkkınlık ve sıkkınlık farklı bir bakış açısıyla aktarılmış olsa da genel anlamda ana figür de insanların otomatikleşmiş hayatını eleştirmekte ve kendi yaşamında bir farklılık yaratmanın peşinde. Peki, toplum tekdüzelikten uzak bir yaşamın ne kadar değerli olduğunun farkında mı? Maalesef ki hayır. Günümüzde hala birçok insan yaşadıkları tekdüze hayatın onlar için en güzel yaşam şekli olduğu kanısında. Aynı Platon’un mağara alegorisindeki gibi insanlar adeta bir mağaraya zincirlenmiş şekilde hayatlarını sürdürüyor, gerçek güzelliklerin farkında olmadan sadece onların gölgeleriyle yetiniyorlar. Ayrıca içinde bulundukları bu durumdan da, yaşadıkları korku ve alacakları riskin onlara zarar vermesi endişesinden de kurtulamıyorlar. Hatta bazen de kendileri gibi olmayan diğer insanları eleştirip deli veya kaçık gözüyle bakıyorlar. Hatırlıyorum da dört beş yıl önce, işinde çok başarılı olan ve çok para kazanan bir aile dostumuz kırk yaşına bile gelmeden işinden ayrılmaya karar vermiş, ardından da biriktirdiği parayla, içindeki deniz aşkından dolayı, büyük bir yat alarak tüm hayatını bu yatta geçirmeye başlamıştı. Böyle bir karar aldığında herkes ona “Sen deli misin?” ,“Böyle bir iş hiç bırakılır mı?” , “İnsan bu hayattan daha ne isteyebilir ki?” gibi sözlerle eleştirilmişti. Fakat o yine de tekdüze hayatından kurtulup, yatla denizlerde gezip yeni yerler görme hayalini gerçekleştirmeyi seçmişti. Sonuç olarak insanların mutlu olabilmeleri için monoton hayatlarından kurtulup farklılıklarla dolu bir hayat seçmeleri gerekli. Nitekim yaşadığımız hayat farklı ve özel anlarla güzel. Hüseyin Tuna Erdinç Kaynakça Coelho, Paulo. Aldatmak. Çev., Emrah İmre. İstanbul: Can Yayınları: 2014. Sonsuzluktaki Hatıralar Bir şehir ismi söylesem, neler gelir hatırınıza? Orada bulunduğunuz süre içerisindeki birkaç unutulmaz andan bahsedersiniz belki bana. İnsan gittiği yerde etkisini bırakır çünkü. Yani sadece siz o anda yaşadıklarınızı hatırlamazsınız, gezip gördüğünüz düşüncelere daldığınız yerler de sizi hatırlar. Hagop Baronyan’dan şehrin güzelliğiyle birlikte mizahî şekilde betimlenmiş bir İstanbul dinledim. Dediğim gibi orada geçirdiğim zamanlardan kalan birkaç hatıra canlandı hemen gözümün önünde. Burnumda tüttü hatta… Edebiyatın bendeki yeri bambaşka olduğundan, onu zihnimde betimlemek için kullandığım renkler haricinde bulabildiklerim birkaç şehirden ibaret. İstanbul ve Ankara başta geliyor tabii. Neden diye soracak olursanız hemen söyleyeyim: Ankara’da doğup büyüdüm ben. Buranın havasını soludum, manzarasında derin düşüncelere daldım, soğuğunda ürperdim yıllarca. Nasıl sevmem, nasıl bağdaştırmam ki bu gri ama bir o kadar naif olan şehir Ankara’yla Edebiyat’ı. Peki İstanbul? İstanbul’dan daha bahseder bahsetmez bir tramvay sesi çınlar kulağımda. İstiklâl Caddesi’nin en sevdiğim dükkânı olan ‘Bolçi’nin kokusu gelir burnuma. Sonra da Hagop Baronyan’ın yazdığı bir satır gelir aklıma. Yağmur yağdığında tam da İstiklâl Caddesi’nde küçük bir gölet oluşurmuş eskiden de ve kendisi mizahî yönünü konuşturarak şirketlerden birinin burada gemi çalıştırmak istediğini ancak izin alamadığını söyler. Gezip gördüğüm yerlerle ilgili eski tarihlerde yaşanmış olayları öğrenince orada o anları yaşamış insanlarla etkileşim hâlinde olduğumu düşündüm hep. Sanki onlarla konuşuyormuşum gibi hissettim. Olayların anlatıcısı başkası değil de, kahramanıymış gibi. Arnavut kaldırımlı, yokuşlu ara bir sokaktan yürürken ilk kez Galata Kulesi’ni çok daha yakından gördüğümü hatırlıyorum. Bütün ihtişamıyla bana bakıyordu. ‘Büyülü bir kule bu!’ diye geçirmiştim içimden. (https://www.google.com.tr/search?q=galata+kulesi&biw=1366&bih=662&source=lnms&tbm=isch&sa= X&ved=0ahUKEwjxybiMg5rQAhUM7RQKHc97AJ0Q_AUIBigB#imgrc=wpEMWjsR8OMEOM%3A) Saat sabah beş iken Ortaköy’de durup manzaraya âşık olduğumu hatırlıyorum. O an maviydi. Gökyüzü mavi, deniz mavi, insanlar ve kediler maviydi. Hepsi sevecen ve cana yakınlardı, en çok da kediler. Gezi Parkı’na oturup yorgunluktan uzunca süre kalkamadığımı, ardından ilk gördüğümüz yerde oturup çay içerken yediğim bademli çikolatanın tadını hiç unutmayacağım. Bir filmin son sahnesinde, bulunduğumuz mekânların da bizleri unutmadığını düşündürmek istemişler gibiydi. ‘Gün Doğmadan’(Before Sunrise) filminde son sahne olarak yalnızca filmin çekildiği sokakların, binaların, parkın kimsecikler orada bulunmuyorkenki görüntüleri vardı. Ama sanki onlar hâlâ orada gibi bir izlenim oluşturmuştu zihnimde. Bu kitap da tam olarak aynı hissi uyandırdı. İstanbul deyince ‘boğaz’dan bahsederiz ya mutlaka. O söylenmeden bitirilemez İstanbul sohbetleri. Tam da orada Yahya Kemal Beyatlı ile Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın yaşadıklar geliyor aklıma. Yıllarca öğretmenliğini yaptığı Nâzım Hikmet’in memleketine dönüşü için bir imzayı çok görmüştü Yahya Kemal Beyatlı tam da orada. Yıllar öncesinde Beyatlı’nın Celile Hanım’a karşı olan hislerini fark eden Nâzım Hikmet’e bir özrü olmalıydı bana kalırsa o imza. Belki de Celile Hanım kullanmıştır ilk önce ‘Çok seneler geçti, dönen yok seferinden.’ cümlesini. O tramvaya ilk bindiğimde kapıldığım his, orada daha önce bulunmuş olan insanların hisleriyle karıştı. Bambaşka bir hâl aldı. Başkalarının da aynı güzel hisse kapılması için ben ona veda ettikten hemen sonra yeniden yola çıktı. Söylemek istediğim aslında şu: Eğer bir mekânda bulunduysanız ya da dışarıdan vitrinine bakarken birkaç şey düşündüyseniz, orası sizi hep anımsayacaktır ve hatta hatıranızı sonsuza dek koruyacaktır. Orada çektiğiniz bir fotoğraf karesi ya da bir video şu yanda dursun, asla silinmeyecek sonsuz anlar bırakmış olursunuz. Tıpkı Hagop Baronyan’ın bizlerin de görebileceği harika bir eser bıraktığı gibi… KAYNAKÇA: LINKLATER,Richard , KRIZAN,Kim (Ya.), LINKLATER, Richard (Yön.), Gün Doğmadan, Warner Independent Pictures (Yap.), Columbia (Dağ.), Amerika Birleşik Devletleri, 1995. BARONYAN, Hagop , İstanbul Mahallerinde Bir Gezinti AŞKIN PEŞİNDEKİ RUH ‘’The Fountain’’ (2006) zamanın içerisine derin ve ustalıkla işlenmiş çaresiz aşk unsuruyla, felsefi öğretilerin ve inançlarımızın mükemmel bir şekilde harmanlanmasıyla bana tarifi çok zor duyguları yaşattıran bir film oldu. Ölüm ve yaşam ikilemini düşünmem için, filmin zihnime emir veren tuhaf bir seslenişi olduğunun farkına vardım. Ölmek üzere olan bir yıldızın içindeki yaşam mücadelesine şahit oluyoruz. Siz onun öleceğini düşünürken aslında o, yeni bir başlangıcın kapısını aralıyor ve belki de bu zamana kadar görülmemiş büyüklükteki parıltısıyla sizi büyülüyor. Bu yüzden ilk izleyişimizde gözden kaçırdığımız detayları olabilir. Tekrar tekrar izleyip, kendimize bir bakış açısı kazandırabileceğimiz bir film olduğu izlenimine kapıldığımı itiraf etmeliyim. Benliğinize dair sorular sorarken ve geçmişe dair iç hesaplaşmalar yaparken filmin müziklerinin sizi, sembolik öğeler ile dolu hayalî dünyaya daha çok çektiğini ve nerede olduğunuzu kaybettiğiniz de yaşama olan tutkuya tutulduğunuzu fark edeceksiniz. Senaryosunun içinde anlayana birçok mesaj ve fikir barındıran bir film olmasını sağlayan filmin yönetmeni Darren Aranofsky’ın yanı sıra Hugh Jackman’ın ağızları açık bırakan performansının birleşmesiyle birlikte bir başyapıt ortaya çıktığını düşünüyorum. Çok kasvetli ve hüzünlü bir havaya sahip olduğundan beni birçok sahnesinde duygulandırdığını söyleyebilirim. Zihnimizde deprem yaratan ve bunu bize izlettiren bir film olmuş. Ancak, tüm bu duyguları yaşayabilmemiz için biraz sabır göstermemiz gerektiğini net bir şekilde tekrar ifade etmek fayda var çünkü karşılığını misliyle alacağınızı düşünüyorum. Zaman kavramını filmi izlerken kaybettiğimi söylemeliyim çünkü geçmişte miyiz yoksa günümüz miyiz ve hatta gelecekte miyiz sorularını birçok defa sordum. Aynı zamanda, yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgiyi ayırt etmekte zorluk yaşadım çünkü hayatın bitişi kabul ettiğimiz ölümün aslında bir başlangıç mı olduğunu sorguladım. Ölüm eğer bir başlangıç ise, zamanın neresinde olduğunu düşündürdü. Adeta kendimi karmaşanın içerisinde ki düzende buldum. Kulağa tuhaf geldiğinin farkındayım, lakin filmi izlerseniz anlayacağınıza eminim. ‘’Bedenlerimiz ruhlarımızın hapishaneleridir. Derimiz ve kanımız, tutsaklığımızın demir parmaklıklarıdır. Yine de korkmayın. Et çürür. Ölüm her şeyi küle çevirir ve böylece, ölüm her ruhu serbest bırakır.’’ (The Fountain) Bir başka açıdan Rumi’nin deyimiyle; ‘’Can, doğan kuşuna benzer, ten ona uzaktır. O, beden tuzağına ayağı bağlı, kanadı kırık bir halde düşüp kalmıştır.’’ Biliyoruz ki, ölüm kaçınılmaz bir gerçektir çünkü insan bir et yığınından oluşan, çürüyen ve yok olan bir yapısı vardır. Ancak, hepimiz zamanı geldiğinde öleceğimizin farkında değil gibi yaşamayı tercih ediyoruz. Ölümün farkında değilmişiz gibi yaşamak, onunla yüzleşmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Şiddetli bir şekilde yaşadıkları o tutkulu aşk yüzünden, karakterlerin ölüm üzerinden yaratıcıyla olan bir kavgasına şahit olduğumda şu soruyu sordum kendime, aslında ölüme gerçekten bir çare bulma hırsıyla, yaşamın kendisini yok etmek ister miydik? Yoksa ölüm, ölümsüzlüğe açılan bir anahtar mıdır? Bu soru; kimi zaman hırslı, âşık bir doktorun hayatının anlamı olan hayat eşini kurtarma çabalarında, kimi zaman ise onu ölüme gönderirken Havva’sı olacağına dair söz vermiş kraliçeye duyulan aşkın yağmur ormanlarındaki arayışları ile karşımıza çıktığını görüyoruz. Ölümle yüzleşmenin ne kadar zor olduğunu ancak gerçekten yakınını kaybeden insanlar da görebiliyoruz ki bu soyut kavramları tahayyül etmemizi daha da kolaylaştırıyor. Aslında aşk ile gerçek ölümsüzlüğü yakalayabileceğimizin farkında değiliz. Tutkulu bir aşka çaresizce kapılmışlarda hissedilen ve çaresizliğin bir dışa vurumu olarak, aşığın kaybetmemek için aşkıyla ölmeyi veya onunla beraber sonsuzluğu tatmak için elinden geleni yapacağına bir defa daha şahit oldum. Ölümü içselleştirerek aslında onunla beraber gerçek yaşamı tadıyoruz. Gerçek dünya da ölümsüz aşkın farkına varabilmek, benim gibi gerçek aşkı yaşamamış dolayısıyla ölmek veya yaşamak kavramlarının farkında olmayan bireylerin böyle bir cesareti gösterebileceğini düşünmüyorum. Yaşama olan tutku ile aşkın tutkusunun sıkı sıkıya harmanlandığı bu filmde, yaşamından aşkı için vazgeçen fakat aynı zamanda hayat ağacını gördüğünde ise, hırsla hayat suyundan içen insanoğlunun iki tutku arasındaki sıkışmasını mayaların efsanevi dünyaları altında hissedeceksiniz. Tıpkı zamanların içinde kaybolmak gibi tutkuların arasında kaybolan benliğe şahit olacaksınız. İnsanlık tarihi kadar eski bir felsefi metafor olan ‘hayat ağacı’ ile ilgili bildiğimiz yegâne şey bizi ölümsüzlüğe ulaştırmasıdır fakat bizi ölüme ulaştıran unsur hayat ağacı mıdır yoksa hayat ağacına giden yolu oluşturan ölümsüz aşk mıdır? Bu sorularımızın belki de hiçbir cevabı yok çünkü yaşadığımız her metafiziksel sorunsal aslında cevaptan çok bir başka soru doğuruyor. ‘’Ruh kuşum ne zaman kafesinden bahçeye uçacak?’’ (Rumi) Kadın karakterin artık ölümden korkmadığını söylediğinde, Mevlana’nın bu sözleri geldi aklıma. Filmin asıl konusu da, bütün dinlerde ve düşünce akımlarında işlenen ağaç metaforu yardımıyla ölüme yüklenen değerlerdir. Ölüme karşı durmanın bir anlam ifade etmediğini, hayat ağacının kendisi bizzat hayatın kendisi olduğunu anlamamızla ortaya çıkar. Bu gerçek gözler önüne serildiğinde teslim olmaktan başka bir çaremiz kalmadığını düşünüyorum. ‘’Ölümsüzlük, yalnızca ölümle mümkün olabilir.’’ Bu yorum, tasavvufi düşünce de Allah aşkına teslim olmakken her insanda yansıması farklıdır; kimi aşkın yaratıcıya, kimi bir insanın aşkına kimi ise hayata teslim olmaktadır. Film rasyonalite ve ütopyayı birbirine ustaca bağlarken insana yaşamına dair anlamlarını sorgulatmaktadır. Film, yaşam, aşk ve ölüm üçlüsünün ilişkisini çarpıcı bir şekilde ele alırken fırtınalı bir havada denize açılmış balıkçı teknesi gibi hissetmenize sebep oluyor. Çaresiz ama mücadeleci… Yiğit Usta 21502193 Turk102 Robota Rol Model Dışarıya çıktığınız zaman; mesela Kızılay’da bir işinizi yaparken ya da gezerken mümkünse biraz kenara çekilin ve insanları izlemeye başlayın. Her birinin farklı bir gayesi var değil mi? On binlerce insandan oluşan o karınca sürüsünü hatırlatan kalabalığın içinde birisi bir iş görüşmesini ayarlamaya çalışırken; diğeri çocuğuna satın alacağı giysinin en iyisinin nerede olabileceğini düşünür ve bu esnada çevresinden tamamen kopuktur. Bu size bir şey hatırlattı mı? Elbette! İnsanların robotları tasarlarken nereden ilham aldığı oldukça ortada: biz! İnsan beyninin binlerce yıl ve milyonlarca zorluk ile geçen evriminin sonunda bu duruma düşmesi çok gülünç. Çoğu bilim adamının da geleceğini tahmin ettiği gibi geri-evrim sürecinin başlangıcı maalesef bizim doğduğumuz çağa denk geldi. En başta getir-götür, fabrikaların otomatikleşmesi gibi ‘’gerçek’’ ihtiyaçlardan sonra, insanlığın ve daha fazla para için elini mümkün olabilecek her yere uzatmaya kalkacak sermayelerin son yıllardaki icatları; işlerinizi mükemmel bir şekilde, size ihtiyaç duymadan halleden, sayesinde uykunuzdan bile uyanmanıza gerek kalmayan robotlar. Elimizdeki akıllı telefon, akıllı evler, akıllı aygıtlar, bunların hepsi gelecekte tembelliğin son raddesi; her durumda insanın yardımına koşup bizi işsiz ve gayesiz bırakan robotlar güruhuna dönüşecek. İçinde bulunduğumuz bu dünyaya bakacak olursak, Wall-E gibi eleştirel bir filme meyve vermeye çok müsait bir ortam; değil mi? İnsanlar iş yapmayı bırakıp, bütün sorumlulukları robotlara devrettikleri zaman, iç dünyalarında değişimlerle beraber, sorumluluk duygusunun ölümüyle buna bağlı olan bütün duygular kum fırtınasına maruz kalmış ağaçlar gibi solmaya başlıyor. Robotlarsa aksine, yapay zekâ ve sorumluluk duygusunun onlara yüklenmesinin ardından, insanlardan daha çok insan oluyorlar. Unutmayalım ki, insanı fiziksel görünüşü değil, muhakeme yeteneği insan yapar. Wall-E haricinde aklını yitirmiş, takıntılı davranışları olan, daha birçok insansı davranışlar sergileyen robotlar görüyoruz; tıpkı bizim gibi. Bu duruma karşılık olarak ise, havada ileri teknoloji koltuklarının üzerinde süzülen, gün boyunca bir ekrana bakıp konuşan insanları görüyoruz. Bu noktada aklımda bir soru canlanıyor: Bu filmde robotlar insan kadar duygusal davranırken, insanlar nasıl oldu da bu kadar soğuk, içi boş robotlar gibi davranıyorlar? Cevap olarak insanın doğasına sinsice sızmış o duyguyu buluyorum; rahat olma isteği. İnsan harici varlıklar da bizim gibi birçok duyguya sahip olabilir. Her canlı kendi dilinde, bir şekilde duygularını ifade eder ve biz çoğu duyguyu beş harfli bir kelimeden öte düşünemeyen insanlar, Yiğit Usta 21502193 Turk102 bunu anlamadığımız için onlara ait bir duygu olabileceği ihtimalini aklımızdan çıkarırız. İçinde bulunduğumuz toplumda, insanlar diğer insanların duygularını bile önemsemediği için maalesef kendimi ıssız bir çölde buluyorum; içinde duygudaşlık bulunmayan, duygusuz bir çöl. Biz de duygularımızı kaybedersek insanlık dışında, anlamsız boş bir kabuk oluruz. Böyle insanlara bırak hayvan sevgisini, en başta hümanizmi öğretmek gerekiyor ve bu bizler gibi farkında olan insanlar için neredeyse imkânsız bir görev. Filmde geçen senaryonun gerçekleşebilmesi çok muhtemel, zira dünyamızı kirletmeye, hektarlarca ormanı kesip yerlerini beton ormanlarla doldurmaya son hızla devam ediyoruz. Gittikçe makineleşen, elektronik dünyamız ve onun getirdiği rahatlık arttıkça insanların duygusal etkileşimleri hızla değişiyor. Bir konuşma uygulamasından kalpler göndermek anneyle sıkıca sarılmanın yerini; üzücü olaylarda olayın fotoğrafını paylaşıp insanların beğenilerini beklemek aile ile üzülmenin yerini alıyor. Gidişata bakacak olursak, dünyanın bu filmdeki hale, hatta çok daha kötü duruma gelmesi işten bile değil. Bir Moriskolunun Sürgün Mektubu Bu kitap bana farklı gözlerden olayları incelemenin önemini bir kez daha gösterdi. Aslında okudukça biraz da duygu bombardımanına tutuldum diyebilirim. Olanları bir Moriskolunun gözünden yaşarsam dahadüşündüm açıkçası. Birsürgün edilenin yaşadığı her acıyı, kafa tavassur edip o duyguları daha çok yaşamak istedim. Böylelikle kendi fikirlerime daha reel bisında dönen fırtınayı ben de yazdıkça yaşayarak belli yerlerde duracağım ki o anlarda kendi düşüncelerime de sizleri davet edeyim. “711 yılındanberi İber’deydik. Tarık bin Ziyad açmıştı bize bu toprakların kapısını. Biz muhacir geldik, yerlisi olduk. 750 yıl bu topraklarda hükmettiklerimiz oldu. Bizim neslimiz burada doğdu. Yüzyıllardır buradaydık. Dedelerimizin doğduğu, onların dadedelerinin doğduğu yer İber’imiz. İnsan hastayken sağlığının kıymetini anlarmış, biz hasta olana kadar bilemedik kıymetini. Peki neydi bizden istedikleri? Neydi dağ gibidedemi sürgün yolunda üzüntüden öldüren? Kimse bana bunun izahını yapamaz.” Burada beni düşündüren şey “vatandan kopamamak” oldu. İnsan yaşadığı yerden nasıl kopabilir ki? Bu hissiyatın içgüdü kaynaklı olduğuna inanırım hep. Bu içgüdünün maalesef günümüzdeki en acı örnekleri Orta Doğu oluyor. Bir kara su uğruna yaşadıkları yerler cehenneme çevrilen halklar, neden şehirlerinden ayrılmayıseçmiyorlar? Elbette bu içgüdüonları en çetin durumlarda bile yalnız bırakmıyor. Üzerine tezler yazılmış bu konuyu burada bırakmak okur zevki için daha mantıklı olacak. “Terler dökülüyor alnımızdan limana ilerlerken, ne umudumuz var elimizde, ne başka bir yolu bu pislikten kurtulmanın. Her adımımızbir hiddetdolu, her adımımız birdua. Gözlerden akan her damla nefret ve çaresizliği bir nebzeiçimizden söküp atmaya çalışsa da, görmeyebaşladığımız şu koca okyanustan daha fazlası var her birimizde. Bineceğimizgemiler bilmedikleri diyarlara varınca bir komşumuz köle olmuş, birkomşumuzun bindiği o gemi batmış okyanusa, yıllar boyu doğduğu toprakların sahilinde bir damla olabilmek için belki de. Ölüm bile ayırmasınvatanından dercesine, bir damla olup da vatanı İber’in sahilinde bir taşa dokunmak için, dokunup da kalmak için.” Umut ve nefret. Bu duygulardan günümüzde elbette pekuzak değiliz. Ama biraz da umudun ve nefretin aynı anda olduğu durumlarıdüşünmenizi istiyorum. Zorlandığınıza eminim çünkü bu iki durumla pek karşı karşıya çoğumuz kalmıyoruz. Kurmaca da olsaokuduğunuz yazı bu tarife uyuyor. Bunu bir Suriyeli gencin, Bağdatlı bir anneninyüzünden okuyabilirsiniz. İnsanı belki de duaya yaklaştıran en elim hislerden. Belki de en yaklaştıranı. “Dünyaya geldiğim andan beri, bir şekilde Hristiyan olmamızı istediler. Hristiyan olana dönme dediler. Onu da kabul etmediler. Etmesinler. Bize bunu revagörenler buranın “yerlisi” değildi. Biz de buranın“yerlisi” değildik Ferdinand’a göre. Onun halkıbile istemedi bize edilenleri. Halkı kendisinden daha samimi Hristiyan iken onlar istemedigitmemizi. Kardeş kardeş geçinirken nasıl her yıl bir Moriskoluyu yakmayıadet edindiler? Ferdinand bu şekilde mi Isabel’ini mutlu ediyor?” Günümüzde de fikirlerin ve inançların ayrılığı çoğu kişinin canına mal oluyor. Yüzyıllardan beri böyle bir düzen içerisindeyiz. Ya da düzensizlik mi demeli? Bilemiyorum. Kimsenin birbirini kötü yargılamadığı bir dünya çok ütopik geliyor. Yazılan en absürt ütopyaların bundan daha sürrealist olmasına imkan yok bence. Bu pisdünyada yaşamaya devam... “Düşünmekten kendimi alamıyorum dedeminmezarına bakarken. Dünya ne kadar da boşmuş. Yol üstünde beşdakika gömdük 70seneyi. Babam güçlü duramıyor artık. Nasıl dursun ki? Gözyaşlarınınbir nebze de olsa ıslattığıkuru dudağından çıkan Yasin Suresi, nefretinin ortaya çıkmasını tutuyor, Allah’a havale ettimdedirtiyordu. Nerden mi biliyorum? Bu artık hepimizin duygusu. Biryaşama ümidiyle bizi götürenlereitiraz edemedik. İtiraz edemedik de, sinirimi tutma sebebim anam babamdır. Başka kimimkaldı ki şu dünyada?” Çaresiz olduğu zaman insan yanında kendisinekol kanat gerecek birilerini arar. Tanımadığı bir kimsebile kendsi için bir yardım umududur. Peki ya kimse kalmazsa? İnsan o zaman ne yapar? Allah’tanbaşka çare yoktur. İnsan gerçekten çaresiz ve kimsesiz kaldığı zaman tutunacak dalı Yaratıcıda buluyor. En pozitif yaklaşımlarınıinsan çaresizken hayatına uyguluyor. Aciz olduğumuz gerçeğiyüzümüze tokat gibi çarpana kadar mantıklı düşünemiyoruz. “Yaklaştıkbizi gören son toprak parçasına. Gemilere binip gidecekmişiz. Böyle kapı dışarı edilmeyi kim ister ki. Bizim olduğumuz yerdi burası, bizim biz olduğumuz yerdi. Pekigideceğiz de bir yola, ordakiler bizgibi mi olacak? Onlar da aynı şarkıyı çığırırlar mı bizle? O şarkıyla aynı dansı ederler mi kadınlarıdüğünlerde? Biri ölünce aynı ağıtı mıçığırırlar? Aynı yemeği mi yerler bizle? Biz yine biz kalır mıyız? Bir gemide binlerce kardeş gideceğiz bir bilinmezliğe. Annembitap, babam perişan. Ölür müyüzbilmiyorum. Biz de boğulur muyuz komşular gibi? Eğer olur da boğulursam, tüm yazdıklarım bu camşişeye emanet. Rabbimden niyazım, anamı, babamı en son beni affetsin. Bundan sonra kalan ömrümü nasıl geçireceğim bir fikrim yoktur, belkikalan ömrüm boğulmamla geçer. Bu son yazımdırbilemem ama, asla acılaragöz yummayın. Asla.Allah’a emanet olun. Ben sizi bir yerlerde bekliyor olacağım.” Bu metni yazarken şunu fark ettim ki insan kendisini başkasının yerine koymadan onu anlayamıyor. Hani memlekette derler ya, “onu derlerdi de inanmazdım” diye, işte odüşünce empatinin temellerinioluşturuyor. İnsana ölüm, çaresizlik, çokuzak geliyor. Halbuki hiç de uzak değil. Bu düşüncelerSoma’da vardı, 1999’da Marmara’da vardı, belki binlerce yıldır yanıbaşımızdaydı. İnsanın bunları görememesinin yeganesebebi, empati kuramamasıdır. Metnimde tasavvur etmeye çalıştığım şey dünyada yüzyıllardır olan vemaalesef olmaya devam edecek milyonlarca olaydansadece birisi. Dünyanın düzenini değiştirmekzaman alacaksa eğer, kendimizi değiştirmekle başlayalım. Yaşanan tümacılara biz de empati kurarsak, atılan her kurşunu bize de atılmış sayarsak, öldürülenher çocuğu kendi oğlumuz sayarsak, dünya en azından bir nebze insanlık görecek. Dünyanın daha güzel bir yer olması dileğiyle... Pollyanna’yı Gururlandırmak “Sana bu mektubu, Artık senden mektup beklemediğimi söylemek için yazıyorum Pollyanna Son şiirini yazmaya cesaret edememiş bir şair olarak.” (Madak, 52). Hangimiz Pollyanna’ya mektuplar yazmadık, kitabının sayfalarını çevirip çevirip o saf mutluluğunun kaynağını aramadık ki? Didem Madak’a geri dönmediği gibi Pollyanna benim yakarışlarıma da karşılık vermedi. Dakikaları sayarak yatakta dönüp durduğum, ara sıra tavana ara sıra odadaki eşyalara uzun uzadıya baktığım o sonu gelmez gecelerde, Güneş doğunca her şeyin düzeleceğine inanamadım. Kendime “Yeni gün, yeni şans.” diyemedim. Belki de bu yüzden kaybettim. Pollyanna da benim kaybeden taraftan olduğumu sezmiş olacak ki hiç gelmedi bile benim o taraflara. Mutluluğunu getirmedi. Boşa harcağımdan korktu heralde. Muhtemelen de haklıydı. Bir insanın mutluluğu boşa harcayıp harcamayacağı konusunda aynı fikirde olmayabiliriz. Sorun değil. Zaten bütün insanlar aynı fikirde olsaydı ortada bir sorun olurdu. Bence mutluluk boşa harcanır, evet, çünkü değeri bilinmeyebilir, farkına varılmayabilir bizi az ilerde beklediğinin. Birbirimize söylemeyi çok sevdiğimiz o kalıplaşmış cümlelerden birisi de “Küçük anlardan zevk almasını bileceksin.”dir. Peki tam olarak ne demek bu küçük anlardan zevk almak? Birbirimize bunu tembih ederken gerçekten neyi kast ettiğimizi bilerek mi söylüyoruz? Bana böyle bir cümle söylendiğinde karşımdakinden daha fazla açıklama talep ederim. Onlar da genellikle bu veya buna benzer örnekler verirler: Güzel bir çiçek gördüğünde durup incele, kokla, dokun. Tanıdığın, tanımadığın herkese günaydın de ki hepinizin günü güzel geçsin. Yemeğini yavaş yavaş tadına vararak ye vs. Bunları yapmayı düşündüğünüzde bile içinizde bir umut yeşermiyor mu? Gidip kişisel gelişim, yemek tarifi ve yoga kitapları alarak yeni ve mutlu bir hayata yelken açmak istemiyor musunuz? Bunu size söylediğim için üzgünüm ama çoğumuz bu konuda başarısız oluyoruz. Hepimiz yeni yıl kararları alıyor, bir süre o ideal yaşam biçimini sürdürüyor ve sonunda başladığımız nokta olan o eski rahat koltuğumuza geri dönüp yeni yıl kararlarımızı başka bir yıl uygulamaya söz vererek rafa kaldırıyoruz. Ruhumun yaşlı olduğunu söyleyebilirsiniz ama ben bu durumdan yirmi birinci yüzyılı sorumlu tutuyorum. Diyelim ki çok güzel bir manzara gördünüz. Ne yaparsınız? Belki birkaç dakika bakar, ardından akıllı telefonunuzu çıkarır, birkaç fotoğraf çeker, filtreler ve sosyal medya hesaplarınızda paylaşırsınız. Yani eğer fotoğrafını çekmeyip de manzaraya yarım saat fazla baksaydık mutlu bir insan olacağımızı mı söylüyorsun? diyebilirsiniz. Hayır, kesinlikle öyle bir iddiam yok. Size mutluluğun kaynağını göstermeye çalışmıyorum. İstesem de yapamam çünkü Pollyanna ısrarla bana cevap vermiyor. Ama birkaç tahminde bulunabilirim. Bence sorun kalıplaşmış cümlelerimizin değişmemesinden kaynaklanıyor. Artık teknoloji çağında olduğumuzu kabullenmeli ve tavsiyelerimizi ona göre şekillendirmeliyiz. Birbirimize cep telefonuyla fazla zaman geçirme demenin ütopik ve bir o kadar saçma olduğunu görebilmeliyiz. Bu demek değil ki, beş yaşındaki çocuklar bütün günlerini bilgisayarın karşısında geçirsin, yemek yerken ağızları beş karış açık bir biçimde televizyona bakarken ne yediklerinin farkında bile olmadan ağızlarına yemekleri tıkılsın. Benim sözüm bize, yetişkinlere. Günlük hayatımızda mail atmak, fatuları ödemek, alışveriş yapmak ve haberlere takip etmek zorunda olanlarımıza yani. Ben diyorum ki mutlu olma ihtimalimizi boşa harcamayalım. Dünya olarak değişim içinde olduğumuzu kabul edelim. Tavsiyelerimizi ve kendimizi değiştirelim, geliştirelim. Neredeyse her gün, dünyaca, yeni kötü haberlere uyansak da umut edelim, birlik olalım. Kendi mutluluğumuzu bulmaya, Pollyanna’yı gururlandırmaya çalışalım. Bazen daha fazla devam etmek istemesek de çabalamaya devam edelim ki şairler son şiirlerini yazmaya cesaret edebilsinler ve Nâzım Hikmet’in dediği gibi “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler.” Kaynakça: Madak, Didem. “Pollyanna’ya Son Mektup”. (2002). Ran, Nâzım Hikmet. “Kız Çocuğu” (1956). Faruk Eryılmaz Köleliğin Önündeki Engel: Kitap Yıllardır her yerde gördüğümüz Sokrates’in bir sözü vardır: “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.” Bu ünlü sözün kendi içerisinde oluşturduğu paradoksa takılmadan ne anlatmak istediğine odaklanırsak, sanırım herkes kendisi için farklı bir veya birden çok anlam çıkarabilir. Sokrates’in bu cümlesinden açıkça anlıyorum ki bilginin, öğrenmenin sınırı yok ve insanlar kendini sınırsızca geliştirebilir. Bir de bu cümlede bir farkındalık vardır, yani insanın ne bildiği ve kendisi ile ilgili farkındalığı. Bu farkındalık önemlidir çünkü insanların bir şeyi/bir şeyleri bilmediğini kabul etmesi, o bilgi eksikliğini kapatmadaki ilk adımı atmasını yani ilk kapıyı aralamasını sağlar. Ancak günümüzde ne yazık ki insanlar hiç bilmediği ya da çok az bilgi sahibi olduğu, etrafından duyduğu şeyleri araştırmadan öğrenmeden sanki kesin doğruymuş gibi bildiklerini iddia etmeye başladılar. Günümüz çağında bilmediğini kabul etmek bir zayıflık olarak görülmekte, özellikle de yetişkinler sanki her şeyi her sorulanı kesinlikle bilmeleri gerekiyormuş gibi düşünmektedir. Sanki “bilmiyorum” demek bir suç ve küçük düşürücü durum olarak görülmekte, fakat bu davranışın/yaklaşımın öğrenme isteğini ve potansiyelini yok ettiğini kimse farkına varamamaktadır. Bu tarz bir birey sadece hedefleri doğrultusunda ihtiyacı olan gerekli bilgileri elde eder ve ihtiyacı dışında kalan bilgilerin ne işe yarayacağını, nasıl bir fayda sağlayacağını bilemeyecek kadar sığ düşüncelere sahip oldukları için bu bilgileri anlamsız ve bir o kadar da gereksiz görür. Bu durum en çok da iktidarların ve din tüccarlarının işine gelmektedir çünkü bilgisiz, araştırmayan ve duydukları kadarı ile bildiğini iddia eden bir toplumu istedikleri gibi rahat bir şekilde yönetebilmektedirler. Diğerleri üzerinde egemenlik kurmak isteyen iktidarlar büyük bir barbarlık ve cahillikle kütüphaneleri, müzeleri ve toplumsal hafızanın silinmesine sebep olacak belgeleri yakmışlar, hatta yeniden kurulsalar bile defalarca yok etmişlerdir. Lucien X. Polastron bununla ilgili çok güzel bir kitap yazmıştır. “Kitap Yakmanın Tarihi” adlı kitabında 4000 yıldan daha fazla bir zaman dilimi ve tüm dünyayı kapsayacak şekilde tarihi gerçeklerden bahsediyor. Kitabın içinden birebir olarak Polastron (2015), “En feci kitap imhalarından biri, 1871’de Paris’te bütün ulus temelinden sarsıldığı sırada vuku bulmuştu. Tek bir gecede üç büyük kütüphane ıslak küle dönüştü” örneğiyle çarpıcı bir olayı gözler önüne seriyor (s. 188). Kitabı okuduğumda kitapların yazılmaya başlanmasıyla yok edilmeye çalışılması arasında çok da uzun bir zaman olmadığını gördüm. Bu dünyaya hâkim olmak isteyenler tarafından kitapların yani bilgilerin acımasızca yakılıp yok edilmesini ve kültürleri silmeye çalışmalarını açıkça Lucien’in kitabında görebiliyoruz. Sadece kitaplar da değil, yazıdan önce kitaplar yerine sözlü eğitim vardı ve bilgi sözlü bir şekilde de aktarılıyordu. Bu tarz bilgi aktarımını kontrol etmek veya susturmak daha zor olduğu için Çin İmparatoru kendi çıkarları Faruk Eryılmaz ile ters düşen her düşünürü yakmıştır ve ne yazık ki tarih bunlarla ilgili talihsiz ve üzücü olaylarla doludur. Bilginin, gerçeğin güç elde etmek isteyenler tarafından bu denli engellenmeye çalışılması, bizlere okumanın, araştırmanın ve öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. “Bu bilgi nerede işime yarayacak” demeden okumalı ve öğrenmeliyiz çünkü gerçekleri bilmek insanı kölelikten kurtarır, dünyaya hükmetmek isteyen kişilere, ideolojilere ve din tüccarlarına karşı farkındalık ve bilinçlenmeyi sağlar. Bir diğer deyişle bilinçli ve bilgili bir insan bir başkası tarafından yönlendirilemez, başkalarının doğruları yerine kendisi araştırıp doğruyu bulabilir. Günümüzde ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinin çoğunun gelişmesine engel olan sorun bunlardan kaynaklanmıyor mu? Din tüccarlarına ve iktidarlara esir olan bu halkların kendi benliklerini, toplum hafızalarını kaybetmemeleri ve özellikle daha ileriye gitmeleri için daha fazla okumalı, bilgisiz olduğu konuları utanmadan kendisine itiraf edebilmeli ve kendilerini geliştirmek için yorulmadan çalışmalıdırlar. Kaynak Morgan, H. (2012, April 16). Miler Lagos’ Awesome Book Igloo is Stacked High with Recycled Reading Materials [Digital image]. Retrieved from http://inhabitat.com/miler-lagos- awesome-igloo-is-stacked-high-with-hundreds-of-recycled-books/ Polastron, L. X. (2015). Kitap Yakmanın Tarihi. İstanbul: Everest Yayınları. Merve Ersavaş Kahrolsun ‘’Bağzı’’ Şeyler Konuya nereden başlayacağımı bilemediğim çok az zaman olur benim hayatımda ama o anlardan birindeyim şimdi. Söyleyecek çok fazla sözümüz olduğunda susarız hep, kelimeler düğümlenir sanki boğazımızda aynen öyle bir konu bu benim için. Hani asla unutamayacağımız bazı yaşanmışlıklar vardır hayatlarımızda. Bazen bir kişi olur bu, bazen olay, bazense sadece bir sokaktır bizim için anı değerli kılan, geçmişi hatırlatan. Belki tamda böyle, hayat detaylardan ibaret olduğu için kaçırıyoruz çoğumuz hayatı. Benim de bunu ilk fark edişim, gençlik yıllarımın en başına denk geliyordu. Çocukluktan gençliğe geçiş, ergenliğin başlaması ve lise yılları… Şimdi bakınca, iç içe geçmiş farklı birçok halkadan oluşmuş gibi görünen bu zincir, bana ne kadar zor zamanlardan geçtiğimi hatırlatıyor. Hiçbir yere ait hissedememek, kalıbına sığamamak hatta belki, elini hiçbir taşın altına koyamadığından sorumluluk sahibi olamamak bu sürecin değişik evreleri sayılır benim için. Peki, bu süreçten geçerken tüm bunları nasıl gördüm ve fark ettim? İşte bu da çok farklı bir hikâye, aslında sadece benim için değil tüm ülke için öyleydi galiba. 27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı’nın arka tarafında kalan duvarın, yaklaşık üç metrelik kısmı gece yarısına iki saat kala yıkılıyor ve bu olay hiç kimse öyle tahmin etmese de ülkenin koca bir yazını dolduracak önemli bir direnişi tetikliyor. Bu olayları benim için asla unutulamayacak bir yaşanmışlık haline getiren ise kendimi ilk defa bir yerlere, bir şeylere karşı sorumlu hissetmem olmuştu. 2013’ün yazından önce, tüm medya organlarınca kabul edilmiş bir terim vardı bizim için. Y kuşağıydık. Teknoloji çağının ortasına doğmuş, apolitik olmuş ve bireyselliği benimsemiştik onlara göre. Birlik olmak, siyasetten anlamak ve hatta kitap okumak bile uzaktı bize. Bence, hiçbirimizi kişisel olarak tanımaya çalışmayan, belki de bunu önemsemeyen bu medyatik söylemlerin kaçırdığı çok önemli bir nokta vardı. Bizler, Y kuşağı olarak sokakta hep birlikte oyun oynayarak büyüyen son nesildik. Mahalle, orman, bahçe gibi kavramları çok küçük yaşta kendi sokaklarımızda ve parklarımızda yerden yüksek oynarken öğrenmiş, bu bilinci kazanmış bir nesildik. Tüm bunlara sahip çıkmaktı Gezi’ye katılmak, çocukluğumuza sahip çıkmaktı âdeta bizim için bu süreç. ’’ Şehrimizin tam orta yerindeki, son parkın da üzerinden geçemeyeceksiniz buldozerlerinizle!’’ demekti. Bize birbirimizden bağımsız olarak sokağa çıkma, meydanlara dolma fikrini veren de özgürlük hisseymiş gibi geliyor bana tüm bunlardan dolayı. Özgürlük, bizim yaşımızdaki gençler için her ne kadar fazla ağır ve detaylı bir kavram olsa da hepimiz ona sahip çıkmak için belki de hayatlarımızı riske atarak bir araya gelmiştik o dönemde. ‘’Diyeceksiniz ki niçin! Ne bileyim niçin! 'Önce bir özgür olalım da, ondan sonra o özgürlükle ne yapacağımızı düşünürüz' demiştik. Belki de hiçbir şey yapmazdık. O hissin kendisi yeterdi bize. Özgürlüğü hep insanın canının istediğini yapması zannediyoruz, oysa özgürlük her şeyden evvel bir histir. Eylemden önce o his gelir. İnsana bir şey yaptıran yahut yaptırmayan o histir. ‘’ (Serbes 117) Bir Emrah Serbes klasiğidir hislere tercüman olabilmek, ben de bu yüzden şaşırmıyorum tam böyle düşünürken karşılaştığım satırlara. Deliduman’da geçtiği gibiydi işte, söylenecek çok fazla söz vardı elbet ama kimse anlatamıyordu bir yandan da. Özgürlükle ne yapacağımızı bilemeyecek kadar bu işlere uzak, özgürlüğün içini dolduramayacak kadar da gençtik. Sahip olduğumuz tek şey bu gençlikti kıpır kıpırdık, delidumandık biraz. Gezi olaylarından yaklaşık üç sene sonra, bu kitapla karşılaştığımda kimin yazdığını tahmin etmek hiç zor olmadı benim için ancak kendini mevcut sistemin içinde çürümeye terk etmeyen biri hislerimize tercüman olabilirdi bu noktada. Kitabı okurken hem tüm süreç gözlerimin önünden geçti tekrar sinirlendim tekrar haksızlığa uğramış hissettim hem de böyle bir kitap yazıldığı için teşekkür ettim o yüce gönüllü yazara. Nedeni basit, unutulmasın istedim yapılanlar, unutturamasınlar. Aynı tarihe kazındığı gibi, edebiyatında bir köşesinde bulunsun ki bizden sonraki kuşaklar okusun, bilsinler neyin mücadelesini verdiğimizi. Gezi Parkı olaylarına tamda en deli çağlarında tanık olmuş biri olarak, hem bu olaylardan hem de kitaptan geriye kalan hislerim bana ‘’Kahrolsun bağzı şeyler.’’ diyor bağıra çağıra. Galata Kulesi’ne çıkarken bir kaldırım taşında gördüğüm bu yazı, sanki tüm hislerimin dışa vurumu gibiydi. Kasıtlı yapılan yazım yanlışına gülümsemeden edemedim, bu kadar bıkmıştık işte hepimiz direnmekten. Artık sistemin ve siyasetin tüm açıklarını, haksızlıklarını saymaya üşenenlerin kullandığı bir deyimdi bu benim için âdeta. Kahrolsun çocukluğumuzun üzerinden geçen imar planları, parklarımızı yok eden inşaat arabaları ve özgürlüklerimizi hiçe sayan tüm iradeler. Neyse ki Y kuşağı olarak, bize atfedilen tüm olumsuzluklara karşı çok iyi bildiğimiz bir şey vardı. Bize neyin iyi hissettireceğini çok iyi biliyorduk. Özgür hissetmek elimizdeydi bunu da biliyorduk. Hâlâ bu süreçle ilgili bir şeyler okuduğumda ‘’İyi ki’’ diyorsam, hislerim beni yanıltmamış demektir. Gençtim, öfkeliydim, haklıydım ve en önemlisi de özgürdüm. Eminim ki bu, her şeye değerdi! Kaynakça: Serbes, Emrah. Deliduman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. 1.Baskı. Hayatımızdaki Gizli Karamanlar Hayatımız boyunca birçok başarı ve başarısızlıklar yaşarız. Başarısızlıklarımızdan ders alır bir dahaki sefere aynı durumla karşılaştığımızda bu başarısızlığımızı başarıya çeviririz. Bazı durumlarda ise başarılı olabilmemiz için başka şeylere de ihtiyacımız olabilir. Aile ve arkadaş desteği gibi mesela… Bunlar başarı hikâyemizde ana kahramanlarımızdır. Bazen ise gizli kahramanlarımız vardır. Hayatımızda çok büyük bir yere sahip olamayabilir. Hatta hiç tanımadığımız kişiler dahi olabilir fakat hayatımızdaki bazı olaylarda kilit nokta onlardır. İşte bahsettiğim gizli kahramanlarımız bazen ana kahramanlarımızın gölgesinde kalır. Nazan Bekiroğlu Mimoza Sürgünü adlı kitabında Silik Kahramanlardan bahsediyor. Nazan Bekiroğlu’nun bahsettiği silik kahramanlar ise bana başarılarımızda ve hayatımızda bulunan gizli kahramanları anımsattı. Silik kahramanları romandan çıkardığımız zaman yapının bozulmayacağını söylüyor yazar. Bizim hayatımızdaki gizli kahramanlarımız da öyle mi acaba? Kimisi için gizli kahramanlarımız silinip gider kimimiz için ise bir ömür boyu aklımızdadır. Gizli kahramanımız bize güç verir ve onun düşüncesiyle hayata, yaptığımız işe daha sıkı sıkıya sarılırız. Dolayısıyla bazı başarılarımızı veya bulunduğumuz seviyeyi onlara borçluyuzdur. Ben silip gitmelerindense hatırlarımızda kalmaları gerektiğini kanısındayım, fakat hayatta her zaman olması gerektiği gibi davranamıyoruz maalesef. Bunu bizzat yaşayanlardan biri de benim. Benim başarı hikâyem bir spor alanında. Ben tenis âşığı olan bir insanım fakat ne yazık ki tenisle geç yaşta tanışabildim. Tenis hocam sayesinde iyi yerlere gelerek, kendi çapımda, okulumun tenis takımına girdim. Tenise başladığım zamanlarda hocam üniversiteler arasında yapılan bir turnuvadan bahsederek üniversite hayatımda mutlaka deneyimlemem gereken bir turnuva olduğunu söylemişti. Ben kendimi o seviyede görmediğim için çok ümitli değildim. Gelin görün ki hocanın dediği oldu ve ben takımla o turnuvaya gitme şansını yakaladım. O zamanlar hiç hocamı arayıp bu mutlu haberi paylaşmak aklıma dahi gelmemişti. Turnuvanın yapılacağı otele gittiğimizde tahmin edin kiminle karşılaştım. Doğru tahmin… Kendimi çok kötü hissetmiştim çünkü hocam “bak ne güzel gelmişsin. Neden hiç bahsetmedin?” dedi. İşte benim silik kahramanım teniste iyi yerlere gelmemde büyük emeği olan fakat benim turnuvaya gideceğimden hiç bahsetmediğim tenis hocamdı. Sizce o günden sonra ne oldu? Kendime bir ders çıkardım ve dedim ki bundan sonra benim üzerimde emeği geçen hiçbir kahramanın silinip gitmesine izin vermeyeceğim. Peki ya gizli kahramanları sadece başarılarımızda mı yer alır? Tabii ki hayır... Bazen gizli kahramanım dediğiniz kişi sizin hayatınızı kurtarmış olabilir. Karşıdan karşıya geçerken size arabanın çarpacağı anda sizi kurtaran kişidir belki de. İşte asıl gizli kahramanlığa layık kişi odur bence. Daha önce hayatında hiç görmediğin hatta belki de o günden sonra da görmeyeceğin bir kişi senin hayatta kalmana yardımcı olmuştur. Dünyanın her yerinde, genellikle, böyledir. Unutulur gider bazı kilit insanlar. Peki ya neden? O anki umursamazlığımızdan mı? Veya o insanı umursamadığımız için mi? Hayır tabii ki. Bu durumdan duruma değişir. Eğer gizli kahramanınız sizin hayatınızı kurtardıysa o kişiyi unutmanızın sebebi içinde bulunduğunuz olağanüstü hâldir. O an o korkuyla ve tramvayla başka bir şey düşünecek hâliniz mi var da sizi kimin kurtardığını düşüneceksiniz. O an hiçbir şey düşünemezsiniz ki. Belki sonradan iletişime geçilebilir ama daha önce hiç tanımadığınız birine tekrar ulaşmanız ne kadar kolay olabilir ki? Peki, eğer gizli kahramanız ilk paragrafta bahsettiğim gibi sizin başarılı olmanızda önemli bir role sahipse o zaman nasıl unutuluyor? İnsanoğlu bu. Hayatta her şeyi unutuyoruz. En basitinden insanların annesi, babası, evladı vefat ediyor ve eninde sonunda herkes içinde bulunduğu duruma alışıyor. Hayat devam ediyor çünkü. Önlerine daha neler çıkacak kim bilir. Maalesef ki insanoğlu bu konuda acımasız, fakat bu bireyin suçu değil çünkü bu insanlığın doğasında var unutmak ve duruma alışmak. Bundan sonra yapabileceğiniz tek şey hayatınızda önemli bir yere sahip olan gizli kahramanlarınızın silinip gitmesine veya ana kahramanlarınızın gölgesinde kalmasına izin vermemek. KAYNAKÇA Bekiroğlu, Nazan. Mimoza Sürgünü. 3. Baskı: Timaş Yayınları, 2013. Deneme Kitabı KARA KEDİ GÖRÜNCE SAÇINI ÇEKENLERDEN MİSİNİZ? AdıAyrılmış Su Çeşmeleri (cid:1005)95(cid:1004) yılı(cid:374)da Elliott Er(cid:449)itt tarafı(cid:374)da(cid:374) çekile(cid:374) dü(cid:374)ya(cid:272)a olan, ü(cid:374)lü (cid:271)u fotoğraf görsel olarak sade (cid:448)e (cid:271)asit a(cid:373)a arkası(cid:374)daki hikâye oldukça deri(cid:374). Görü(cid:374)düğü üzere (cid:271)eyazlar (cid:448)e siyahiler içi(cid:374) iki ayrı çeş(cid:373)e yapıl(cid:373)ış. Beyazlari(cid:374)ki (cid:271)üyük (cid:448)e lüks, siyahileri(cid:374)ki ise küçük (cid:448)e ola(cid:271)ildiği(cid:374)(cid:272)e (cid:271)oş(cid:448)eril(cid:373)iş. Hayır, hayır soru(cid:374) çeş(cid:373)eleri(cid:374) şekli (cid:448)eya o çeş(cid:373)eyi kulla(cid:374)a(cid:374) ada(cid:373)ı(cid:374) o a(cid:374)ki hisleri(cid:374)i(cid:374) her şeyde(cid:374) daha a(cid:272)ı (cid:448)e gerçek ol(cid:373)ası değil; ası l sorun, bunu bir insana yapabilecek kadar iyi niyeti kay(cid:271)et(cid:373)ek (cid:448)e e(cid:373)pati kura(cid:373)a(cid:373)aktır. Bu fotoğraf siyahileri(cid:374) (cid:862) (cid:863)(cid:374)eler yaşadıkları(cid:374)ı, her i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) doğuşta(cid:374) gerçek hayatta sahip olduğu yaşa(cid:373) hakları(cid:374)da(cid:374) (cid:374)asıl (cid:373)ahku(cid:373) (cid:271)ırakıldıkları(cid:374)ı (cid:448)e (cid:374)elere (cid:373)aruz kaldıkları(cid:374)ı a(cid:374)latıyor. Te(cid:374) re(cid:374)kleri(cid:374)de(cid:374) dolayı eğiti(cid:373) ala(cid:373)a(cid:373)aları, teda(cid:448)i edil(cid:373)e(cid:373)eleri, kölelik içi(cid:374) kulla(cid:374)ıl(cid:373)aları (cid:448)e (cid:271)eyazlarla ay(cid:374)ı orta(cid:373)da dahi (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:373)a(cid:373)aları (cid:271)u fotoğrafa alter(cid:374)atif ör(cid:374)ekler. Fotoğraf A(cid:373)erika’da çekil(cid:373)iş olsa ülere sıkça sah(cid:374)e ol(cid:373)uştur. Ör(cid:374)eği(cid:374), (cid:1006)(cid:1004). yüzyılı(cid:374) da tarih bu ve bunun gibi görünt (cid:271)aşları(cid:374)da Nazileri(cid:374) yaptığı soy ıslahı hareketi, ırkçılığı(cid:374) (cid:374)e (cid:271)oyutlara gele(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)i(cid:374) (cid:271)üyük (cid:271)ir göstergesidir (cid:448)e i(cid:374)sa(cid:374)lık (cid:271)u(cid:374)u çok a(cid:272)ı (cid:271)ir şekilde öğre(cid:374)(cid:373)iştir. Irkçılığı doğura(cid:374) se(cid:271)eplerde(cid:374) (cid:271)iri, ek(cid:373)eği(cid:374)i yediği(cid:374) (cid:448)ata(cid:374)ı, doğup (cid:271)üyüdüğü(cid:374) ülkeyi aşırı se(cid:448)(cid:373)ek. El(cid:271)ette ki (cid:271)u doğal (cid:271)ir şeydir fakat ara(cid:271)a(cid:374)ı(cid:374) arkası(cid:374)a yazdırdığı(cid:374) (cid:862) Türk (cid:863)yazısı (cid:374)iye? So(cid:374)uçta doğa(cid:272)ağı(cid:374) ülkeyi, ırkı(cid:374)ı se(cid:374) olmaktan gurur duyuyorum. seç(cid:373)edi(cid:374) (cid:448)e (cid:271)a(cid:374)a göre gurur duya(cid:272)ağı(cid:374) şeyler daha çok (cid:271)ir şeye ulaşıp (cid:271)aşararak kaza(cid:374)ıla(cid:374) şeylerdir. Tarihsel olaylara uyarlaya(cid:272)ak olursak, (cid:271)ir ırka (cid:373)e(cid:374)sup ol(cid:373)akta(cid:374) gurur duy(cid:373)a(cid:374) gerçekte(cid:374) (cid:271)irçok i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) ezil(cid:373)esi(cid:374)e, hor görül(cid:373)esi(cid:374)e hatta yaşa(cid:373)ı(cid:374)ı yitir(cid:373)esi(cid:374)e değdi (cid:373)i gerçekte(cid:374)? Sa(cid:374)(cid:373)ıyoru(cid:373). (cid:374) tek tür olduğu, her (cid:271)iri(cid:373)izi(cid:374) farklılıklarda(cid:374) çok (cid:271)e(cid:374)zerlik taşıdığı (cid:271)u Hâlbuki hepimizi e(cid:448)re(cid:374)i(cid:374) uçsuz (cid:271)u(cid:272)aksızlığı(cid:374)da, soluk (cid:373)a(cid:448)i (cid:271)ir (cid:374)okta ola(cid:374) dü(cid:374)ya(cid:373)ızda ırk diye (cid:271)ir şey yoktur! Ta(cid:373)a(cid:373), ge(cid:374)etik olarak (cid:271)ir(cid:271)iri(cid:373)izde(cid:374) ayrılıyoruz (cid:448)e (cid:271)iyolojik isi(cid:373)leri(cid:373)iz (cid:448)ar ı(cid:373)ız, de(cid:374)eyi(cid:373)leri(cid:373)iz (cid:448)e so(cid:374)ları(cid:373)ız ortakke(cid:374) yoktur işte, (cid:448)ardır a(cid:373)a ama duygular yoktur da. Hepi(cid:373)iz ay(cid:374)ı yolu(cid:374) yol(cid:272)usuyuz (cid:448)e dü(cid:374)ya (cid:271)izi(cid:373) ortak durağı(cid:373)ız. Di(cid:374), dil, ırk ya da ideolojiler (cid:271)izi (cid:271)ir(cid:271)iri(cid:373)izde(cid:374) ayrı gör(cid:373)e(cid:373)iz içi(cid:374) yeterli se(cid:271)epler değildir, (cid:271)ilakis hayatı çekil(cid:373)ez kıla(cid:374) (cid:448)e (cid:271)izi (cid:271)ir(cid:271)iri(cid:373)ize düş(cid:373)a(cid:374) ede(cid:374) hastalıklı (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)edir ırkçılık. (cid:862) (cid:863)olarak ayrılır, diğer tü(cid:373) farklılıkları(cid:373)ız sade(cid:272)e Bana göre insanlar sadece iyi ve kötü ki(cid:373)liği(cid:373)izi oluştura(cid:374) i(cid:374)(cid:272)e ayrı(cid:374)tılardır (cid:448)e (cid:271)u yüzde(cid:374)dir ki ırkçılık se(cid:271)epsiz (cid:448)e adır. saçm (cid:862)Be(cid:374)i(cid:373) uğru(cid:374)a sa(cid:448)aşa(cid:272)ak (cid:271)ir ülke(cid:373) yok; (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) ülke(cid:373) dü(cid:374)ya (cid:448)e dü(cid:374)ya (cid:448)ata(cid:374)daşıyı(cid:373).(cid:863)(cid:894)Euge(cid:374)e V. De(cid:271)s(cid:895) Dediği(cid:373) gi(cid:271)i aslı(cid:374)da hepi(cid:373)iz tek (cid:271)ir ırkta(cid:374) geliyoruz (cid:448)e ortak yaşa(cid:373) ala(cid:374)ı(cid:373)ız ola(cid:374) dü(cid:374)yayı paylaşıyoruz. Bu yüzde(cid:374) içi(cid:373)izdeki saklı (cid:862)farklı ola(cid:374)ı se(cid:448)(cid:373)e(cid:373) (cid:863)duygusu(cid:374)u (cid:271)astır(cid:373)alıyız. Irkçılığı kötü yapa(cid:374) da (cid:271)u se(cid:448)(cid:373)e(cid:373)edir. Bu e se(cid:448)(cid:373)e(cid:373)e söyle(cid:373) (cid:448)e eyle(cid:373)e dö(cid:374)üşür, ardı(cid:374)da(cid:374) (cid:374)efreti doğurarak kişiyi ırkçı yapar. Birileri i(cid:374)sa(cid:374)lığı daha fazla (cid:271)ölerek i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u (cid:271)i(cid:374)ler(cid:272)e ırka, şekle, di(cid:374)e ayırıyor. ız. Gerek (cid:448)ar (cid:373)ı di(cid:374)lere, ırklara, ki(cid:373)liklere, ülkelere ya da sı(cid:374)ırlara? Oysa hepimiz insan Bu ayrı(cid:373)(cid:272)ılık, (cid:271)i(cid:374)ler(cid:272)e yıl ö(cid:374)(cid:272)e ke(cid:374)di(cid:373)izi diğer türlerde(cid:374) koru(cid:373)ak içi(cid:374) geliştirdiği(cid:373)iz (cid:271)ir iç güdüydü (cid:448)e şu a(cid:374) (cid:271)u(cid:374)a ihtiya(cid:272)ı(cid:373)ız yok a(cid:373)a (cid:373)aalesef i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) içleri(cid:374)de (cid:271)ir yerlerde hâlâ pusuya yatan tehlikeli bir kavram olmaktan öteye geçemiyor. Hay(cid:448)a(cid:374)lar arası(cid:374)da da gözle(cid:373)le(cid:374)e(cid:271)ile(cid:272)ek kadar doğal, (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) (cid:271)izi(cid:373) dü(cid:374)yadaki (cid:448)e dü(cid:374)ya(cid:374)ı(cid:374) da e(cid:448)re(cid:374)deki yeri(cid:374)i göz ö(cid:374)ü(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duru(cid:374)(cid:272)a (cid:374)e kadar ko(cid:373)ik (cid:271)ir ka(cid:448)ra(cid:373). Ta(cid:271)i (cid:271)ir o kadar da a(cid:272)ı(cid:373)asız (cid:448)e sı(cid:374)ırsız. Dü(cid:374)yaya a(cid:272)ı, sefalet, sa(cid:448)aş (cid:448)e çık(cid:373)azda(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir şey getirdiği görül(cid:373)ediği içi(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu artık ge(cid:374)iş pe(cid:374)(cid:272)erelerde(cid:374) (cid:271)ak(cid:373)ayı (cid:448)e e(cid:373)pati dediği(cid:373)iz ka(cid:448)ra(cid:373)ı (cid:271)ir a(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e öğre(cid:374)(cid:373)eli. Bir siyahi(cid:374)i(cid:374) de göstere(cid:373)ediği duyguları olduğu(cid:374)u, tü(cid:373) Yahudileri(cid:374) kötü ol(cid:373)adığı(cid:374)ı ya da hiç suç işle(cid:373)e(cid:373)iş (cid:271)ir Meksikalıya rastla(cid:374)ıla(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)i gör(cid:373)eliyiz artık. Gör(cid:373)eliyiz, çü(cid:374)kü ke(cid:374)di(cid:373)izde(cid:374) farklı ola(cid:374)ı aşağıla(cid:373)ak, hor gör(cid:373)ek aslı(cid:374)da (cid:374)e (cid:271)izi yü(cid:272)eltir (cid:374)e de o kişiyi yeri(cid:374) di(cid:271)i(cid:374)e sokar. Bu yüzde(cid:374) (cid:271)e(cid:374) deri(cid:373) ki ırkçı ol(cid:373)ayalı(cid:373), Mario gi(cid:271)i olalı(cid:373): O (cid:271)ir İtalya(cid:374) tesisatçısı, (cid:271)ir Japo(cid:374) tarafı(cid:374)da(cid:374) yapıldı, İ(cid:374)giliz(cid:272)e ko(cid:374)uşuyor (cid:448)e Meksikalı (cid:271)ir ada(cid:373)a (cid:271)e(cid:374)ziyor. Küçükke(cid:374) kara kedi görü(cid:374)(cid:272)e uğursuzluk getirir diye saçı(cid:374)ı çeke(cid:374), oyu(cid:374)(cid:272)akları(cid:374) (cid:271)ile kendine benzeyenini seçen bir nesle sesleniyor olsam da, kendini sadece insan ve dü(cid:374)yalı hissede(cid:271)ile(cid:374)lere sela(cid:373) olsu(cid:374). Bengisu Solmaz Kaan Akar KALPTEN GELEN Kalıcı olan ağızdan çıkan söz değildir, kalpten gelen sözdür. Hayale yansıyan, insana iz bırakan içten gelen sözdür. Nice insanlar nice durumlar için nice söz söylemişse de, tarihte iz bırakmış olan, gelecek nesillere yön göstermiş olan kalpten gelen olmuştur hep. İnsanın ol- duğu kişiyi, hayallerini yansıtan, sadece o kişiden gelebilecek olan, her kelimesi birbirine bağ- lanan o söz, kalpten gelen sözdür. Belki de bu yüzden insan dediğin duygulanır, bir kitap veya bir filmin dramatik bir sahnesinde bir anda söylenen bir söz ile. İnsanın içi titrer, tüyleri diken diken olur bir anda. O söz insanı tamamen etkiler, ruhuna dokunur adeta. Ama neden? Neden bir söz bir insanı derinden etkiler? Nasıl bir sözcük öbeği bir in- sanın tüylerini diken diken edebilir? Cevabı bulmak belki de o kadar zor değil. Her kelimenin belirlenmiş bir anlamı olsa bile bir kelime her insana farklı hitap edebilir. Hitap etme şeklini anlamsal değil de anımsama olarak düşünürsek, aslında herhangi bir kişi için bir kelime o ki- şinin belirli anılarına, hayat tecrübelerine bağlı olabilir. Bir insana “top” kelimesi o kişiye ço- cukluğunu anımsatmaz mı? “Anne” deyince herkesin az da olsa içi ısınmaz mı? Bu öyle rast- gele yaşanan, anlamsız bir olay değildir. Bu kelimenin gücüdür. Dilin yapıtaşıdır kelime; her kelimenin bir anlamı vardır. Kelimeler birleşir cümle olur, cümleler birleşir metin olur. Metin- ler ise bambaşka bir anlam kazanırlar bu sayede. Dilin güzelliği budur işte, kelimenin gücü budur. Doğru kelimeleri yan yana getirdiğinde ise resmen bir sanat eseri çıkar ortaya. Adeta insanın gözünde canlanır. Yazarlık, şairlik dediğin bu yüzden zordur işte. Doğru kelimeleri bulmak her zaman zordur. Ama o doğru kelimeler bulunduğu anda ise ortaya çıkan bir sanat eseridir. Kelimeler kendi anlamlarından sıyrılıp birleşmiş, bambaşka bir anlam kazanmıştır; art arda dizilmiş bu kelimeler birlik olup yeni bir kelime olmuş adeta. Tek bir kelime değişse büyüsü bozulur, resme bir nokta ekleyince resmin tamamen değişmesi gibi. Peki, bir insan böylesine büyülü sözleri nasıl oluşturur? Bir anda bir insan doğru kelimeleri bulup, birleştirip nasıl bir söz öbeği oluşturur ki insanın tüylerini diken diken etsin? İnsan bu sözleri kaynağın- dan çıkarır çünkü. İnsan kalbidir o güzel sözlerin ana vatanı; insanın içinden gelir, başka in- sanların gözlerinde ışıldar adeta. İnsanın içinden gelir, tarihe iz bırakır. İnsanın içinden gelir, dinleyenlerin ruhuna dokunur. İnsanın içinden gelir, dinleyenin hayal dünyasına imge olur. Eroğlu’nun da dediği gibi “mesele, sözün ağızdan çıkması değil/ onun kalpte hasıl ettiği titreşimdir/ muhayyilede bıraktığı kalıcı izdir/ başka türlü inmez bir imge, hayalin bah- çesine/ nakışlar da nakış olarak durmaz/ kalıcı hale gelemez aksi halde”( Eroğlu, 11. sayfa). Kalpten gelen söz hayal gücünde iz bırakır, insana dokunur adeta. İçten gelmeli bütün sözler bu yüzden. Mutluluk için, ruhu beslemek için. Kalpten gelen ruhu besler, ısıtır; müzik gibi, resim gibi. Sanattır işte bu, sanat. Ve sanat ihtiyacıdır insanın, insan ruhunu beslemek adına. Dinlenen her müzik, incelenen her resim, okunan her kitap günlük hayatın stresiyle basılıp ezilmiş, aç bırakılmış ruhu besler, iyileştirir. Sanat hissettirir. Duyguların dilidir sanat. İnsanın kalbine konuşur, ona fısıldar usulca. Kırılan kalpleri toplar bazen de. İnsanın ruhuna hitap eden, insanın hayal gücünün bir parçası olur, iz bırakır insanda. Söz de sanatın hayal gücüne en çok hitap edenidir. Herkes kelimelere kendince anımsamalar yerleştirir çünkü. Ve bu anım- samalar her insanın hayal dünyasına farklı yansır, her insanın zihninde farklı canlanır. Her in- sanın hayal dünyası kendine özgüdür. Kalpten, içten gelen, insanın ruhuna konuşan o sözler ise bu dünyaları genişletir, renklendirir, ona adeta bir canlılık katar. Bu yüzden her insan her sözü içinden gelerek söylemeli. Her insan her sözü içinden gelerek söylese, bir şiirde yaşarız adeta. Duyguların yoğun olduğu, ruhumuzun hep canlı kaldığı bir dünya adeta... Kalpten ge- len söz insanı değiştirir, insana bir şeyler katar, onu zenginleştirir. 1 Kaynakça: Eroğlu, Ebubekir, İçkale, Yapı kredi Yayınları, 2015 2 YILLAR  SENDEN  ÇOK  ŞEY  GÖTÜRMÜŞ  İSTANBUL     8-­‐9  yaşlarındaydım  sanırım.  Hem  İstanbul’a  hem  Fenerbahçe  Stadı’na  ilk   gelişimdi.  O  zamanlar  stat  inşaattaydı,  karşıdaki  maraton  tribünü  yıkılmış  kocaman   bayraklarla  boşluklar  kapatılmaya  çalışılmıştı,  tam  o  tribünün  arkası  denize  bakıyordu   ve  maçta  takımlar  birbirlerine  hücum  ederken,  sanki  rüzgar  da  bize  hücum   edercesine  insanın  suratını  jilet  gibi  kesiyordu.  O  yaşta  maçta  yaşadığım  bir  sürü  olay   beni  etkilemiş  ve  şaşırtmıştı  ama  hiçbirini  İstanbul’da  geçirdiğim  anlardaki  hissettiğim   duygular  kadar  net  hatırlayamıyorum.  Son  düdük  çaldığında  tabelada  skor  2-­‐1   yazıyordu,  dönüş  yolunda  ilk  maçımdan  galibiyetle  dönmenin  verdiği  mutlulukla   İstanbul’da  geçirdiğim  iki  günü  düşünürken,  ilk  defa  o  zaman  İstanbul’a  ve   Fenerbahçe’ye  olan  aşırı  sevgimi  fark  etmiştim.  O  günden  bu  güne  yaklaşık  12-­‐13  yıl   geçmiştir  herhâlde  ,  stadın  inşaatı  tamamlandı,  o  anki  halinden  bambaşka  bir  hal  aldı.   Aynı  stat  gibi  zamanla  birlikte  ben,  babam,  Fenerbahçe  gibi  İstanbul  da  değişti.  Keşke   aynı  kalsaydı  diyorum...  Yaşlıların  her  zaman  geçmişe  karşı  bir  özlemi  vardır  ya  bunun   değişikliğin  kötülüğünden  değil  de  hep  yaşlanma  korkusundan  olduğunu   düşünmüşümdür  fakat  bu  düşüncemin  her  zaman  da  doğru  olmadığını  büyüdükçe   anladım.    Değişim  bazen  kötüdür,  çirkindir,  bunu  İstanbul’da  karşıya  geçerken   kafamızı  çevirip  İstanbul’a  bakarak  görmek  kolay.  Tarihi  İstanbul  silueti  tanınmaz   halde...  Yakalım  eski  İstanbul  kartpostallarını,  yenilerini  basıp  plaza,  gökdelen,  iş   merkezleri  ekleyelim.  Bir  de  Ahmet  Rasim’in  Şehir  Mektupları’nda  zamana  yolculuk   yapıp  1800’ün  sonlarındaki  İstanbul’a  gidince  görüyorsunuz  değişimin  çirkinliğini.   Kitabı  okurken  o  anlara  gidiyorum  sanki  bundan  120  yıl  öncesinde  yaşıyorum  gibi,   kafamda  hep  bir  karşılaştırma  tabii  ki.  Şu  an  ki  dükkanların  yerine  o  zamanın   dükkanlarını  koyuyorum,  insanların  üzerindeki  kıyafetleri  hayal  etmeye  çalışıyorum,   Ahmet  Rasim’in  betimlemelerinden.  Bazen  kayboluyorum  şehrin  içinde,  bilmediğim,   yıkılmış  semtlerde  geziyoruz.  Ahmet  Rasim’le  beraber  adalara  uğruyorum,  bir  de   adalardan  bakıyorum  İstanbul’a.  Evler  alçacık  sokaklar  dar,  olabildiğine  yeşil  her  yer.   Bazen  sinirleniyorum  okurken  Fransızcanın  hakimiyetine  İstanbul’da,  hâlbuki  kime   kızmaya  hakkım  var  ki  şimdi  Türkçe  bir  dükkan  kalmamışken.  Satırları  okurken  bazen   8-­‐9  yaşında  ilk  defa  İstanbul’u  gördüğümde  hissettiğim  duyguları  hissediyorum.   Bazen  Ahmet  Rasim’den  kopup  kendim  geziniyorum  şehirde,  kafamda  yeniden  inşa   ediyorum  şehri,  fark  etmeden  yazarın  betimlemediği  yerleri  kendi  bilgilerimle,  şu   anki  İstanbul  olarak  dolduruyorum,  boşlukları  tamamladıkça  çirkinleştiriyorum  şehri.   Bu  yüzden  kitabı  olduğu  gibi  okumaya  başladım,  kendimden  hiçbir  şey  katmadan,   İstanbul’u  o  yıllarda  yaşamaya  çalıştım  ve  şehrin  değişimini  görmeye  çalıştım.  Benim   ilk  kez  şahit  olduğum  İstanbul  bile  11-­‐12  yıl  içinde  bu  kadar  değişmişken,  100  yıl   içinde  bir  şehrin  değişmemesini  beklemek  saçma  olurdu  tabii  ki  ama  beni  rahatsız   eden  tam  olarak  bu  değildi  aslında.  Beni  asıl  rahatsız  eden  şehrin  benliğinin  silinmiş   olmasaydı,  karakterini  kaybetmiş  olmasıydı.  Üzerine  destanlar,  şiirler  yazılmış,  kaç   söz  söylenmiş  bir  şehrin  kendi  benliğini,  tarihini  kaybetmesiydi  değişiminin  çirkin,   beni  üzen  ve  rahatsız  eden  tarafı.  Benim  geçmişe  özlemim  de  büyümemden  mi  yoksa   değişimin  kötülüğünden  mi  bilmem  ama  konu  İstanbul  olunca  değişikliğin  tek  sebep   olduğundan  gayet  emin  olabiliyorum.  Yıllar  İstanbul’dan  o  kadar  çok  şey  götürmüş  ki,   bunu  kitaplardan  ve  eski  fotoğraflardan  çok  daha  iyi  anlıyorum.  Belki  de  İstanbul’a   boşuna  ‘yaşayan  şehir’  demiyorlar,  o  da  biz  insanlar  gibi  git  gide  yaşlanıyor.  Tabii   yıllar  bir  insanı  veya  şehri  çirkinleştirip  kendi  benliğinden  söküp  alır  mı  bilmem  ama     biz  insanlar  yıllar  içinde  bir  şehre  bunları  yapabilirmişiz  yoksa  zaman  ve  geçen  yıllar   bir  şehri  çirkinleştirebilir  mi?  Sanmam... 1 Berfu Lâçin KARAMAN 21300468 02.03.15 Sare ÖZ TUR 102-27 DOĞRU İDEOLOJİ İdealler masumdur, tarih ise acımasız (Fury,2014). George Orwell’in Hayvan Çiftliği kitabını okuduğumda aklıma gelen ilk düşünce bu oldu. İnsanların ideolojiler tarafından nasıl körleştirildiğini hissettim. Doğuyoruz, büyüyoruz ve ölüyoruz. Bu basit döngüyü sadece bir kere yaşayacağımızı biliyoruz ama yine de başkalarının bizim nasıl yaşayacağımıza karar vermesine izin veriyoruz. Bir nevi insanoğlunun çaresizliğini bu kitapta bir kez daha görüyorsunuz. İnandığımız en doğru ideolojiyi hayat biçimi olarak belirlemeye çalışıyoruz ki bir kere yaşadığımız dünyanın daha anlamlı olması için. Peki, seçtiğimiz ve savunduğumuz ideolojiler hayatımızı ve hayat amacımızı ne kadar temsil ediyor? İnsanlar sosyalistim, kapitalistim gibi terimleri neleri düşünerek seçiyorlar ve bu fikirleri gerekirse ölümüne savunabiliyorlar? Kitap bir çiftlikteki hayvanların çiftlik sahibine başkaldırarak çiftliğin yönetimini ele geçirmesini anlatıyor. Yönetimi ele geçiren hayvanlar eşitlik prensibine dayalı bir yönetime karar verirler. Fakat seçtikleri yöneticiler eninde sonunda yozlaşmaya başlar. Çiftlik kurallarını kendilerine göre değiştirmeye, sorunları gizlemeye çalışırlar. George Orwell, kitabı yazdığı yıllarda bu kitap komünist yönetimin ağır bir hicvi olarak görülse de, kitap sadece komünizmi değil bütün ideolojilerin şahıs faktörleriyle nasıl kirletildiğini gözler önüne sermiştir. Hayvanların masumca bir eşitlik arayışıyla çıktıkları bu yolda kendi içinden çıkardıkları yöneticiler tarafından ihanete uğramalarını gösteren yazar, o yıllarda Sovyet rejiminin nasıl amacından saptığını ve artık toplumlara zarar vermeye başladığını göstermeye çalışmıştır. Bu kitapta hayvan çiftliği öyle iyi sembolize edilmiştir ki çoğu zaman hayvanların, toplumun belirli kesimlerini temsil ettiğini rahatça anlayabilirsiniz. Binlerce sistem, milyonlarca lider ama bir kazananı olmayan savaş. İdeolojilerin savaşı geçmişten günümüze devam eden hatta gelecekte de devam edecek olan bir savaş. Bu savaşın sadece kaybedeni var ve ne yazık ki galibi yok. İnsanlar hangi ideolojiyi benimserse benimsesin her zaman sistemlerin ihtiyaçlarına daha çok cevap veren bir ideoloji doğacaktır. Başınızda ister kral olsun, ister bir diktatör ya da bir meclis eninde sonunda o yönetim son bulacak ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir fikir birliği sizi yönetecektir. Bu değişim kimi zaman bir gecede olur, kimi zaman yıllarca süre içerisinde. Bazı değişimleri fark 2 KARAMAN etmezsiniz bile. Bugünlerde dünyanın kapitalist ekseninin batıdan doğuya doğru kaydığını, Avrupalı beyaz adamın artık gücünü kaybettiğini çoğu kişi göremiyor bile. Liberal yönetimlerin tekrar etkisini kaybettiğini, otoriter ve muhafazakâr liderlerin yönettiği ülkelerin toplam kapitali kendi üzerlerinde topladığı günlerdeyiz. Bu bir ideolojik değişimdir. Ne yazık ki 60lı yılların özgürlükçü akımları artık son bulmaya başlamaktadır. Dünya gün geçtikçe ülkelerin üzerinde bulunan liberal şirketler ile buna karşı olan otoriter rejimlerin arasındaki savaşta kazananı belirlemeye çalışıyor. Sonuç ne olursa olsun değişmeyen tek şey var ideolojiler hiçbir zaman yok olmuyorlar. Toplumlar seçimlerini yapıyor ama asla onu yok etmeyi tercih etmiyorlar. Dünyanın herhangi bir yerinde ideolojik sistemi olmayan bir toplum göremezsiniz bu yüzden. Gelişmemiş dediğimiz Afrika ülkeleri bile en kötü bir diktatör tarafından ya da kabile sistemiyle yönetiliyorlar. İnsanlar ideolojilerden asla vazgeçmiyor aksine onları sürekli değiştirerek toplumların varlığını sürdürmeyi deniyorlar. İnsan faktörü sistemleri her zaman olumsuz etkiler. Bu yüzden günümüzde çoğunlukla demokrasiler ayakta kalabilmişlerdir. Demokrasiler kişiden çok kurumlara dayalı çalışırlar. Bu yüzden o kurumlara geçen kişilerin niyetleri ne olursa olsun, yetkileri yasalarla sınırlandırıldığı için belli kalıplar içinde karar almak zorundadırlar. Kişisel hatalar, hırslar veya kıskançlıklar kısacası hiçbir insani faktörün yönetimi etkilemesine izin verilmemeye çalışılır. Bütün liderler küçük ya da büyük fark etmeden tarihin tozlu sayfalarına karışır bu yüzden. Hayatları değil kurdukları ideolojiler hatırlanır. Hepimiz belirli görüşlere ve değişik ideolojilere sahibiz. Aklımızdaki en doğruyu savunuruz her zaman. Doğru ya da yanlış olması önemli değildir. Bizim için doğru olması o ideolojiyi sahiplenmemiz için yeterlidir. Bugün şeytan olarak gördüğümüz Hitler bile milyonlarca kişiyi kendi ideolojisine inandırmıştır. İnsanlar doğruyu yaptığını düşünerek belki de en vahşice cinayetleri işlemişlerdir. Din uğruna cinayet işleyen biri görevini tamamladığını düşünür. İşte bu yüzden “İdealler masumdur, tarih acımasız.” Bütün Hayvanlar Eşittir, Bazıları Daha Eşittir.(Orwell,1954) Kaynakça Fury. Perf. Brad Pitt. 2014. DVD Orwell, George. Hayvan Çiftliği;. New York: Harcourt, Brace, 1954. Burak Erdem Varol Geleceğe Bakış Daha çok küçükken, gelecekte insanlar nasıl bir hayat sürecekler diye düşünürdüm. Bu sorunun cevabını bulmaya çalışırdım. Farklı farklı teoriler yazardım. Yazdığım teorilerin bir gün gelip de gerçek olacağını hiç düşünmezdim. Beni bu düşüncelere iten şey aslında bir filmdi. Belki de hayatım boyunca en fazla etkilendiğim ve etkileneceğim ‘’Geleceğe Dönüş’’(1) filmiydi. Konusu benim ilgimi çekmişti. Çünkü gelecek ve teknoloji bir aradaydı. Zaten gelecek teknolojisiz düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez. Zamanla aklımda başka sorular oluşmaya başladı. Neden gelecek bu kadar karmaşık ve ulaşılamazdı. Ya da zamanda yolculuk yapılsa neler olurdu. Eğer zamanda yolculuk yapabilseydim, ilk ziyaret edeceğim zaman Sanayi Devrimi’nin yaşandığı yıllar olurdu. Nasıl da ortada hiçbir şey yokken sıfırdan buralara gelebilmiştik, mucitler nasıl bir hayal dünyasına sahiptiler. Onlarla konuşmak ve buluşlarını nasıl bir anda bulduklarını ayrıntılarıyla öğrenmek isterdim. Ne de güzel olurdu Henry Ford ile oturup muhabbet etmek ya da daha eskilerden Edison ile araştırmalarını tartışmak. Acaba o da geleceği hayal ediyor muydu? Rüyalarında teknolojik aletler kullanıyor muydu? O aletlerin nasıl çalıştığını umursamadan aldığı hazzı bir azime dönüştürüp buluşlarına yön verirken kullanıyor muydu? Bunlar elbette muallakta kalmış sorular ve cevabını bir zaman makinesi yapılana kadar da almam mümkün değil gibi görünüyor. Gelecek dediğimiz şey aslında her zaman hayal ettiklerimiz de olmayabilir. Mesela hayallerimizi uçan arabalar süslerken aradan 20 yıl geçtikten sonra sadece hayatta kalmaya çalışan varlıklar olabiliriz. Ne bir önder ne de bir bilim ışığında hareket etmeyen ya da edemeyen ilkel canlılar olarak hayatımızı devam ettirmek zorunda kalmak ne kadar da acı verici olacaktır. Bu acıyı yazıyı yazarken hissetmedim değil. Bu acıyı gerçekten kaldırabilecek miyim? Sanıyorum kaldıramam. Bu kadar teknoloji ile iç içe yaşarken bir anda ya da zamanla elimdekileri kaybetmek büyük bir boşluk hissi yaratacaktır. Oluşan boşluk hissi elbette psikolojik bir bunalımı da peşinde getirecektir. Bu bunalım insanın aklını kaybetmesine sebep olabilir. Ben bile bu durumda aklımı kaybedeceğimi düşünürken milenyum çocukları ne yapsın dememek elde değil. Onlar daha doğmadan teknoloji ile tanıştılar. Anne karnında müzik dinlediler. Doğum sırasında özel ekipmanlarla anne karnından alındılar. Bir sıkıntı olduğunda gelişmiş tıp sayesinde hayata tutundular. Bir nevi doğal seçilime direndiler ve dimdik doğal seçilimin karşısında durdular. Bu kadar çok şey yaşamışken teknoloji dolu bir hayattan kopmalarıda mümkün değildir. Aslına bakılırsa bizden 20 - 30 yaş büyük insanlara da bakacak olursak. Onların da bu hayattan ya da diğer bir deyiş ile teknolojiden kopmaları mümkün değil. Düşünelim çok uzağa gitmeye gerek yok. Benim annemin elinden telefonunu alsam kafayı yer, peki neden? Sebebi onun teknolojiye olan bağlılığı ya da sevgisi değil. Sebep teknolojinin getirdiği kolaylıklara fazlasıyla alıştırılmış olmasıdır. Alıştırma derken neyi kastettiğimi sanırım anlamışsınızdır. Bizim dışımızda bu ürünleri üretenleri de unutmamak gerekir. Onların görevi hayatlarımızı bir yandan kolaylaştırırken bir yandan da ellerindeki ürünleri alıcılara pazarlamaktır. Alıcılar olarak bizlerin yapması gereken aslında bağlanmak olmamalı. Bu insanlar o kadar güzel teknolojiyi bizlere karşı kullanırlar ki anlatsam siz de eminim anlamazsınız. Ama en azından bir örnek durumu zihninizde canlandırmanıza yeterli olacaktır. Sübliminal mesaj desem aklınızda eminim bir şeyler canlanmıştır. İşte teknolojinin bizler açısından kötü fakat satıcılar açısından faydalı bir kullanılış alanı. Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok. Ne geleceğe çok bağlı ne de geçmişe küsmüş insanlar olmadan yolumuza devam etmeliyiz. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak günümüzü yaşayıp geleceğimize bir adım daha yaklaşmalıyız. (1) Geleceğe Dönüş, Robert Zemeckis, DVD, Universal Pictures, 1985. ! Berfu Saraydar Kitabın Adı: Uçuşan Etekler ! Yazar: Yves Berger-John Berger ! Göğe Uçan Ağıt, Kederi Avucumuzda Ölmüşlerin Göğün siyah şarkısının altında, bir deve dikeni sessizliğe yatıyor mor çiçekleriyle. Kervan eşekleri de uyur az sonra. Ayrılıklı bir üşümedir üzerimize örttüğümüz, kalpte parçalanan ise ağıttır. Dağlar bilir ağıtlarımızı, yandıklarımızı dağlar bilir. Tozlar içinde yitiktir hep seslerimiz, kalbimizi dağlar duyar. Taşınılası yük müdür keder? Önümüze yığılan bu tozdan kederleri nasıl aşacağız? Sesimizi duymuyor kimse, dağlar yürüyemez ki. Yeminli şahit olabilir dağlar, bir bizim anladığımız dilinden, duydukları bir bizim sesimiz. Biz de bu kuytularda yitip gideriz. Aynı susmak, aynı yanmak, aynı bekleyişle küçülür ömür. Kendi çaresizliğimizde çaresizlikle büyür geceler. Bir başlangıç, bir keder. Hatırlatayım, göğe uçan bir ağıttır bu, kederi avucumuzda ölmüşlerin. Bıraktıkları ortak gidenlerin; bir ağıt. Bunun için yazar şöyle demiş: Uçuşan E!tekler-Bir Ağıt. Anne diye başlıyor kitap. Daha ilk sayfada, hem de o sayfanın ilk kelimesinde sağlam bir darbe alıyorum, abartısız. Sanki orada, benim o sayfayı açıp okumamı bekleyen ödüllü bir boksör varmış. Ben kitabı okumaya başlayınca çılgın bir aparkatı indiriveriyor çeneme. Kitabın öyküsünü bilirseniz anne kelimesi ile neden bu kadar sarsıldığımı anlarsınız. Elbette bir kadın için ele alınmış bir eser elimizdeki. John Berger’ in kaybettiği eşi Beverly Berger’ e oğlu Yves Berger ile yazdığı bir ağıt. İşte bunu bilince kitabı başlatan ilk kelimenin anne olması içine dokunuyor insanın. Sarsıldığınızı hissediyorsunuz. Yves’ in anne diye seslendiği kadın artık yok çünkü. O, artık yeryüzünde nefes almayan bir insana, yitirdiği annesine sesleniyor. Şunun gibi bir şey duyumsatıyor bu durum bana: Bir yolculuğa çıkıyorum. Yolların üzerindeyim ve ben adım attıkça, ilerledikçe siliniyor yolların yürüyüp geldiğim kısmı. Geri dönmek istediğimde bunun mümkünatı olmuyor çünkü yollar silinmiş oluyor ve aşağısı uçurum. Yılanların hışırtısı bile deli edebilir insanı, uçurumlar böylesi korkunç. İşte böyle bir şey duyumsatıyor bana Yves’ in anne diye başlaması. Onun ağzından anne kelimesini ne zaman duysam sanırım aynı şeyleri hatırlayacağım. Elinde bir yokluk var onun. Şu yokluğu bir çözemedim gitti zaten. Ne garip ne tuhaf bir şey değil mi? Fırtına zamanlarında oluşan hortumlar gibi âdeta. Gri, huzursuz giyimli, içine elektrikli süpürge kaçmış gibi ya da içinde bir sürü fil hortumu var gibi. Eni sonu insanı üzen bir şey yani. Murat Evgin beyaz takım elbisesiyle siyah-beyaz bir klipte diyor ya: 
 “İşte öyle bir şey...” ! 37 sayfacık bir kitap Uçuşan Etekler ama ben onu elime aldığımda dünyayı avuçlarımda taşıdığımı sandım. Bulmam da pek kolay olmamıştı zaten. Kitapçı kitapçı dolaşmam lâzım gelmişti. Bulup da ellerime aldığımda onu, kalbimde hissetmiştim hüznün yükünü. Mavi bir kapakla başlanmış ve mavi bir kapakla bitirilmişti kitap. Baba Berger eşinin, oğul Berger de annesinin ölmediğini söylüyordu sanki bu mavi başlangıç ve sonla. Bu kitabı ellerinize alıp hissettiklerimi yaşamalısınız. Kapakta “bir ağıt” yazısı gözünüze çarpıyor mesela, kalbiniz sıkışıyor. Orada , o kitapta bir bağ var. Üçünün birlikte yaşadığı, Beverly’ nin hâlâ Yves’ in anılarındaki gibi olduğu bir yaşam biçimleniyor sanki. Okuduğunuz her satır kalbinizi çiziyor. Onların acısı, üzüntüsü sizin de oluyor. Gözleriniz bulutlanıyor, kararmış bir atmosfer iniyor etrafınıza. Sanki Beverly benim teyzemmiş gibi hissediyorum. Birisi eşini, birisi annesini kaybetmiş. Ben de sanki teyzemi kaybetmişim gibi. Çok içten bir kitap. Samimiyeti, sadeliği belki de onu bu denli yakınımızda hissetmemizi sağlayan ! şey. Kalbimi çizen satırlardan bir pasajı yazmak istiyorum: “Geçmişe bakıyoruz, bakarken senin de bizimle birlikte olduğunu hissediyoruz. Elbette saçma bu, çünkü sen geçmişle geleceğin var olamayacağı bir yerde, z!amanın ötesindesin. Buna rağmen bizimlesin.”1 Beverly ne şanslı bir kadın ki vefadan yana nasibini almış ne güzel insanlar biriktirmiş. Ölümümden sonra bana da böyle diyecek insanlar olacak mı: “Buna r!ağmen bizimlesin.” 2 1- Yves, John Berger.Uçuşan Etekler,Bir Ağıt.İstanbul:Metis Yay.2.Baskı, 2014 2- Yves, John Berger.Uçuşan Etekler,Bir Ağıt.İstanbul:Metis Yay.2.Baskı, 2014 Selin Saraçoğlu - 21703298 Benimseyiş Hayatın, başkaları tarafından benimsenen sınırlar içinde yaşanılandan daha farklı olarak kendi düşüncelerimizle şekillenen bir yol olmasının taraftarıyım. Aslında, yaşadığımız toplumun sınırları içinde, toplum tarafından benimsenen düşünceler doğrultusunda yaşamaya yönlendiriliyoruz. Bana göre bu yönlendirmeler insanların duygu ve düşüncelerini hiçe sayarak yapılan dayatmalar olarak ele alınabilir. Her insanın ait olduğu toplumda hem katıldığı ve hem de uygun bulmadığı düşünceler vardır. Hiçbirimize doğduğu toplumu tercih etme hakkı verilmediği için insanlar büyüyüp gelişen düşünce yapısına göre kendi kararlarını verebilecek duruma geldiğinde, toplum kuralları tarafından baskı altına alınmamalıdır. Toplum, içinde çok çeşitli düşünce yapılarına ev sahipliği yapmaktadır. Genel anlamda benimsenen toplumsal kararlar ve bu bağlamda oluşan yapının da toplumdaki her bireye uyum sağlamasını beklemek neredeyse imkansızdır. Albert Camus tarafından yazılan “Yabancı” adlı romanı okurken de bende merak uyandıran konu bu oldu; insanlar içinde bulundukları toplumsal düzeni benimsemek zorunda mıdır? Duygulardan, özellikle aidiyet hissinden, uzakta bir yaşam algısını benimseyen “Yabancı”nın odak figürü Meursault, toplumun beklentilerini karşılamadığı için topluma yabancılaşmıştır. Eğer toplumsal kurallar bireyler tarafından benimsenmezse, bireyler bulundukları ortama nasıl ait hissedebilir? Yaşadığımız hayat, kalemin bizim elimizde olduğu boş bir kitap gibi görülebilir aslında. Kitaptaki sayfalar bizden bir parçayı; anılar, acılar, yanlışlar ve kararlar gibi bizi biz yapan değerleri barındırır. O sayfalar bizlerin hisleriyle anlam kazanarak kişisel düşünce yapımızın ortaya konmasını sağlar. Kişisel dediysem, gerçekten bizlerin özel bir parçası olarak o sayfalar yaşananlarla ve duyguyla doldurulmalıdır. Bir düşünün, en basitinden öğlen yediğiniz yemekten yaptığınız spora; arkadaşınızla paylaştığınız önemli bir gelişmeden ödevinizde seçtiğiniz konuya kadar her şey sizden bir parça barındırıyor. Bunlar, yaşamın günlük koşuşturması içindeki küçük şeylerin bile sizin karakterinizi oluşturduğunu göstermektedir. Olay, sadece basit şeylere karar verebilme cesaretini edinmekte değil; senin, kendi kitabında izleyeceğin olay örgüsünün iplerinin elinde olmasıyla alakalıdır. Dış etkenler tarafından şekillenen kararlarla yaşanan hayat, doldurulan kitap, artık kendimizin değil başkalarının eseridir. Bu düşünce farklı bir bakış açısından ele alındığında ise bir bütünün parçası olmak, insanın doğuştan gelen ihtiyaçlarından birisidir. Bulunduğu yere ait hissetmek, misafirmiş gibi değil de ev sahibi olarak bir yeri benimsemek, insanların hem güvende hissetmesini hem de aidiyet duygusunun güçlenmesini sağlamaktadır. Bu şartlar altında da toplum, her bireyin ister istemez bağlı olduğu büyük bir yuva olarak ele alınabilir. Ve her toplu alanda karşılaşıldığı gibi farklı düşünce yapılarının olduğu toplum çatısının altında da herkesin birbiriyle iyi anlaşması pek mümkün değildir. Toplumsal kuralların ortaya çıkışı da aslında bu gerçeğe bağlı olarak şekillenmektedir. Sevgi olmasa bile saygı çerçevesinde güvenli bir şekilde yaşayabilmek adına toplumdaki bireyler bu düşünce yapısına uyum sağlamalıdır. Toplumda beklentileri karşılamadığın, herkesten farklı bir düşünce yapısına sahip olduğun sürece toplumdaki birlik ve beraberlik duygusundan uzakta kalırsın ve bu durum bireyi yabancılaşmaya iter. Her ne kadar yalnızlık bazı insanlara huzur ve sakinlik getirse de uzun süre tek başına kalındığında, herkes iyi anlaşabildiği birisinin yanında olmasını ister, bu durum ise yabancılaşmanın insanın Selin Saraçoğlu - 21703298 doğasına ters düştüğünün göstergesidir. İnsan sosyal bir varlıktır ve toplum içinde yaşamak da ihtiyaçlarından sadece birisi olarak düşünülebilir. Bu bağlamda incelendiğinde bireylerin toplum içinde yaşama ihtiyacını karşılamak uğruna kendi benliklerinden vazgeçmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da bazı sınırlar vardır. İnsanlar ne yalnız kalmayıp aidiyet duygusunu hissetmek uğruna toplum yapısındaki kemikleşmiş bazı düşüncelere boyun eğmeli ne de toplumdan tamamen bağımsız bir şekilde kendine ve etrafa yabancılaşarak içine kapanmalıdır. Kaynakça Camus, Albert. Yabancı. Can Yayınları, 2015. Alper Raşit Sarıoba 21400363 TURK 101 – 003 Serbest (5) SANDIĞIN DİLİYLE Bazen düşünürüm acaba hayatımızı beraber geçirdiğimiz eşyaların dili olsa bizi nasıl anlatırlar diye. Seçim günü de böyle bir şey geldi aklıma. "Acaba sandığın dili olsa ne anlatırdı?" dedim ve sandığın dili olarak bir yazı yazmak istedim. Müşahitlik yaptığım son seçimde gördüklerimi sandık olarak yazmak istiyorum. Yazımda parti isimlerini kullanmak istemediğim için de partilere meyve isimleri verdim. Biraz tuhaf ama eğlenceli. Hep birlikte sandığın sesine kulak verelim o halde. 9 ay sonra ilk kez güneş ışığı görüyorum. Esir tuttukları yerden çıkardılar sonunda beni ve arkadaşlarımı. Belli ki yine bizle bir işleri var yoksa çıkarmazlar kolay kolay. Bizi gruplar halinde farklı okullara gönderdiler. Anladım ki seçim var. Hepimizi bir sınıfa yerleştirdiler. Bazen yanıma başka bir arkadaşımı da koyuyorlardı da muhabbet ediyorduk, canım sıkılmıyordu. Şimdi tek başıma ne yaparım ben burada? Geceden koydular beni sınıfa ve gittiler. Saat sabahın yedisi, horozlar bile uyanmadan içeri peş peşe birkaç kişi girdi. Arkadaş rahat verin de uyuyalım değil mi? Seçim görevlisi oldukları belli. Hemen tanıştılar birbirleriyle. Sandık başkanı tatlı şirin bir amcaydı, fizik öğretmeni olduğunu sonradan öğrendim. Elma partisinden sarışın güzel bir kadın, Armut partisinden orta yaşlı, biraz aksi bir amca, kiraz partisinden de esmer, genç bir adam vardı. Ufak bir tanışma merasimi sonrası hemen işe koyuldular. Bir ton kağıda mühür vurdular, bir dolu yere imza attılar falan. Ne gerek var bu kadar prosedüre anlamış değilim. İnsanlar birbirlerine karşı çok güvensiz. Bu yüzden çok üzülüyorum onlara. Siyaset hepsini farklı kutuplara çekmiş, birbirlerinden uzaklaştırmış, düşmanlaştırmış. Aynı toplumun farklı kültür tabakalarında doğmak onların tercihi değil ancak birbirlerini oldukları gibi kabul etmek yerine yapay husumetlerle ayrılıyorlar. Hepsi kutuplaşmaktan şikayetçi ama ayrılıkçı, dışlayıcı davranışlarından bir türlü vazgeçmiyorlar. Bu insanlar çok tuhaf, değişik canlılar. Bir türlü çözemedim onları. Saat dokuz gibi başladı insanlar gelmeye. Zarfı, pusulayı, mührü alıp girdiler kabine sırayla. Kabinden her çıkan dolu zarfı içime atıyor hatta bazıları zarfı attıktan sonra küçük bir çocuğun başını okşayan sevimli dede edasıyla şöyle bir dokunuyorlardı tepeme ve çok mutlu ettiler beni. Beni cansız görseler de aslında ben de enerji alıyorum onlardan ama onlara sorsan sandık der geçerler. Neyse, bizim kaderimiz bu. Vakit ilerledikçe içerdekiler ilk tanışmanın verdiği çekingenlikten kurtulmuş olacaklar ki artık muhabbet etmeye başladılar. Muhabbet ettikçe de konu döndü dolaştı güncel siyasete geldi. Siyaset konuşulunca insanlar bir anda ciddileşiyor, ketumlaşıyorlar. Gülümsemeleri bile sertleşiyor. Ama birbirlerine ters bir şey söylemek istemedikleri için muhabbet bir anda kesiliyor, kısa bir sessizlik sonrası yeni bir konu açılıyor, sohbet devam ediyor. Öğlen vakti geldi, tabii insan tabiatının bir gereği olarak herkes acıktı, partiler üyelerine kumanyalarını verdiler. Bazı partilerden de tatlı ikramı geldi diğer partililere. Çok hoşuma gitti açıkcası. Böyle gergin ortamlarda böyle küçük ama önemli jestler havayı yumuşatabiliyor ama bu memleket öyle bir hal almış ki Armut partisinden gelen dondurmalar için Elma partisinin üyesi "Yemeden önce son kullanma tarihine bakın, sabotaj olabilir," dedi ve ufak bir tebessüm attı etrafına. Aslında bu esprinin arkasında tarafların birbirine olan güvensizliği var. Aynı toprakların insanları arasında nasıl bu derece bir ayrışma var diye düşünmek lazım. Oy kullanma süresinin bitmesine çok az bir süre kala artık herkeste yorgunluk emareleri baş göstermeye başladı. Sandık üyeleri, müşahitler, hepsi “şu oyları saysak da gitsek artık evimize” der gibi dakika sayıyorlardı. Arada bir gelip beni sallıyorlardı. İlk başta anlam veremedim bu harekete ama çok hoşuma gitmişti açıkcası. Aylarca karanlık depolarda bekleyen biz sandıklar için böyle ufak şeyler bile çok tatlı. Sonradan anladım ki içimde biriken zarflar tepeleme olmasın diye yapıyorlarmış. Sonunda sayım zamanı geldi. Açtılar beni ve saydılar oyları. Daha doğrusu saymaya çalıştılar. Bir eksik çıkıyor, sonra tekrar sayıyorlar bir fazla çıkıyor. Saatlerce saydılar. En sonunda sayımı bitirdiler, tutanakları tuttular ve ayrılık vakti geldi. Onlar bu işin bitmesiyle rahatlarken benim üstüme bir hüzün çöktü nedense. Kimisini çok sevmesem de alışmıştım onlara. Tabii hayatını senede bir gün yaşayan ben için onlarla birlikte olmak çok farklıydı ama onlar bundan habersiz bir şekilde üzerime ışığı kapattılar ve beni alıştığım yalnızlığımla baş başa bıraktılar. Şahin 1 Berk Şahin 21301919 Türkçe 101-16 Başak Berna Cordan 09.12.2014 Çarpık Batılılaşma Yıllardır Batılılaşma tartışılır Türkiye’de. Bu Batılılaşmanın ne boyutta olacağı da hem Batılılaşma destekçileri hem de karşıtları tarafından farklı şekillerde yorumlanır, Doğu ile Batı arasında sıkıştırılıp durur güzel ülkemiz. Aslında bu yüzyıllardır aşamadığımız bir tartışmadır. Batılılaşmanın ne demek olduğunu dâhi bilmeden kendi kendimize bir tarafa geçeriz ve aksini iddia edenleri düşman kabul ederiz. Maalesef, bu toplumumuzda olan en büyük yanlışlardan biridir. Batılılaşma karşıtlığı ile pozitif bilimden uzaklaşanlar bir yana, Batılılaşma destekçisi olup Batılılaşmayı yanlış anlayan, Batılılaşmayı hayatın bir anlamının olmaması olarak gören insanları da hepimiz çevremizde görürüz. Bu insanların dünyaya kattığı bir şey olmaz, hatta kendilerine dâhi faydaları olmaz. Batılılaşma tartışmasının yüzyıllardır devam ettiğini söylemiştim. Bunu Ahmet Mithat Efendi’nin Felâtun Bey ile Râkım Efendi isimli romanında da anlayabiliyor, 1875 yılında yazılan ve Türk Edebiyatı’nın ilk romanlarından biri olan bu kitapta çevremizde hâlen gördüğümüz bu çatışmayı rahatlıkla görebiliyoruz. Batılılaşmayı bir eğlence hayatı olarak gören Felâtun Bey’in ailesinden kalan bir mirasa konmasına rağmen geldiği durum ve anne ve babasını kaybeden, çalışkan, mütevazı Râkım Efendi’nin kendini geliştirip hayatta başarılı bir insan olması bize Batı algısının ne denli farklı yorumlanacağını gösteriyor. Batılılaşmamanın yanlış olduğu gibi, yanlış Batılılaşmanın da insanı ne sonuçlarla başa çıkmak durumda bırakacağını da çok güzel gösteriyor bu roman. Bu romanı okumadan önce, özellikle edebiyat derslerinde bu romanın Doğu-Batı çatışmasını anlattığından bahsedilirdi hep. Ben de Ahmet Mithat Efendi’nin Batılılaşma karşıtı olduğunu, bu yüzden de Râkım Efendi’de kendisini gösterdiğini düşünürdüm. Lâkin okuyunca açıkça anlıyorum ki durum kesinlikle böyle değil. Râkım Efendi Batılılaşamayan biri değil, aksine gerçek anlamda modern ve çağdaş bir insan. Gerek Fransızca öğrenmesi gerek de kitaplar okuması bunun en güzel kanıtı. Batıya düşman olanların da, Batıyı bir örnek olarak alanların da bir kısmının yaptığı hataya ben de düşmüşüm istemeden de olsa. İsminin Râkım Efendi olması bile bana onun Batı düşmanı biri olduğunu düşündürmeye yetmiş. Oysa Batılı olmak bütün hayatımızın eğlence ve gösterişten oluşması demek değil. Batılı olmak onlar gibi çalışmak, kendimize ve dünyaya bir katkı sağlama gayretinde olmak demek. Gerçek Batılılık Felâtun Bey’in Batılılığı değil, Râkım Efendi’nin Batılılığıymış oysa. Zaten dünyadaki neredeyse bütün buluşları bizlere kazandıran, bütün bilimsel ilerlemelerde başı çeken Batı medeniyetinin de bu kadar tembellik ve gösteriş düşkünü olmadığını anlamak çok zor değildir. Yıllarca bizlere “Batının ahlâkını değil ilmini almalıyız.” denildiğinde hep Batının ahlâksız olduğunu düşüneceğimize, bu ahlâksızlığın Batıdan değil de Batıcılığı yanlış anlayan insanlardan kaynaklandığını görebilseydik eğer, Batılılığın ne demek olduğunu anlayıp çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma arzumuzu daha kolay ve hızlı gerçekleştirebilirdik. İşin aslının belirli bir gruba özenmek değil, o grubun en güzel yanlarını Şahin 2 almak olduğunu anlamak belki de Doğu medeniyetleri için tek çıkış yolu. Çünkü özenerek Avrupa’nın iyi yanlarını değil kötü yanlarını alıp, hatta bunu abartıp kendi kafamızdaki Batıyı uygulamaya kalkarsak bu bize ancak ve ancak başarısızlık getirecektir. Ülkemize ve kendimize faydalı olabilmek için biz de medeniyetin ne demek olduğunu iyi kavramalıyız. Avrupalıların hayatlarının sadece eğlenceden oluşmadığını, onların gerektiği zaman çalışan gerektiği zaman da eğlenen insanlar olduklarını anlamalıyız. Böylelikle tıpkı şu an dünyanın en güçlü ülkelerinde yaşandığı gibi hem mutlu hem de başarılı insanlardan oluşan bir millet olabiliriz. Râkım Efendi gibi kötü şartlarda yetişmiş de olsak, kendimize uygun gördüğümüz değerleri hangi medeniyete ait olduğuna bakmaksızın sahiplenerek hem bilimsel alanda kendimizi geliştirebilir hem de mutlu bir hayat sürmeyi başarabiliriz. Kaynakça Ahmet Mithat Efendi. Felâtun Bey Ile Râkım Efendi. İstanbul: Yurttaş Kitabevi, 1966. KALIPLAŞMIŞ  DEĞERLER     Pleasantville  birkaç  ay  önce  çok  beğenerek  izlediğim  bir   film.  Film,  karakter  olarak  birbirine  hiç  benzemeyen  iki  kardeş   Jennifer  ve  David’in  kendilerini  Pleasantville  adlı  siyah-­‐beyaz   televizyon  dizisinde  bulmalarıyla  başlıyor.  “Hoş  kasaba”  olarak   çevrilebilecek  dizideki  hayatta;  hava  her  zaman  güneşli  ve  ılık,   kitaplar  boş,  her  şey  düzenlidir.  Aynı  zamanda  aşk  ve  cinsellik   yoktur  fakat;  David  ve  Jennifer’ın  diziye  girmesiyle  insanlar,   onaylanmayan  davranışlar  sergiledikçe  renklenmeye  başlar.   Filmi  beğenme  nedenim,  vermek  istediği  mesaj  ve   senaryonun  özgünlüğü.  Verilen  örnekler  ile  birçok  kalıplaşmış   düşünceye  ve  olaya  gönderme  yapılıyor.  Benim  çıkardığım   mesajlara  göre  işlenen  temalar  toplum  baskısı,  değişmeyen   değer  yargıları,  insanların  kendileri  gibi  yaşamaktan  korkmaları   ve  düzenin  insanları  ve  hayatlarını  tekdüzeleştirirken  riskten   uzaklaştırması.     Filmde  de  açıkça  işlendiği  gibi  insanların  sahip  olduğu  belli   değer  yargıları  vardır.  Bu  değer  yargılarına  sahip  olmak  bazı   durumlarda  iyi  olsa  da  bunları  kalıplaştırmak,  insanların  yeniliğe   kapalı  ve  başka  fikirlere  saygısız  olmalarına  neden  oluyor.  Türk   Dil  Kurumu’nun  yaptığı  tanımlamaya  göre  değer  kelimesi  “Bir   şeyin  önemini  belirlemeye  yarayan  soyut  ölçü,  bir  şeyin  değdiği   karşılık,  kıymet”  olarak  yazılmış.  Bu  tanımdan  da  anlaşılabileceği   gibi  değer  kelimesi  soyut  bir  kavram.  Yani  değer  kelimesi   herkeste  farklı  anlamlar  çağrıştırabilir  çünkü  bir  şeyin  karşılığı  ya   da  kıymeti  insandan  insana  değişir.  Herkes  kendi  değer   yargılarını  oluşturmakta  ya  da  oluşturmamakta  özgür  olabilmeli   fakat  özellikle  kendi  ülkemizde  ve  daha  birçok  ülkede,  bireylerin   kendi  yargılarını  oluşturması  gerekirken,  toplum  bireyler  adına   ortak  bir  yargı  oluşturuyor.  Bu  yargılar  zamanla  toplumsal   kurallara  dönüşüyor  ve  istediğimiz  gibi  hareket  etmekten,   istediğimiz  seçimi  yapmaktan  korkar  hale  geliyoruz.  Kurallar   içimize  öyle  işlemiş  ki  topluma  göre  daha  modern  olarak   tanımlayabileceğimiz    ailelerde  bile  bu  kısıtlamalara  denk  gelebiliyoruz.  Toplumun  oluşturduğu  bu  yargılara  uymamız   bekleniyor.  Açıkçası  bu  yargılar  benim  en  nefret  ettiğim   şeylerden  biri.  İnsanların  verdiği  kararlar  başkalarını  neden  bu   kadar  ilgilendiriyor?  Neden  seçimlerimizi  başkalarının  onayına   göre  yapmalıyız?  İnsanlar  hata  da  olsa  seçim  yapmakta   özgürdür  ve  bu  durum  başkalarını  rahatsız  etmemeli.  Rahatsız   etmesinin  nedenini  düşünüyorum  ama  bir  yanıt  bulamıyorum.   Topluluk  içinde  sarılmak,  el  ele  tutuşmak  bile  ayıplanacak  birer   davranış  haline  geldi.  Ayıplamaya  harcadığımız  vakti  sevmeye   ve  hoşgörüye  ayırabilsek  keşke.  Filmde  siyah-­‐beyazdan  renkli   hale  geçmek  ayıp  bir  şey  olarak  gösteriliyor.  Karakterler   zamanla,  kendi  içlerinde  siyah-­‐beyaz  ve  renkli  olanlar  olarak   bölünüyor.  Siyah-­‐beyaz  kalan  insanlar  yüzünden  renkli  olanlar,   saklanmak  zorunda  kalıyor  sanki  yaptıkları  ayıp  bir  şeymiş  gibi.     Bana  göre  siyah-­‐beyaz  ve  renkli  insan  ayrımı  kendi   toplumumuzda  da  var  olan  bir  ayrım.  Kendi  yargılarından  başka   yargıyı  kabul  etmeyen  insanlar  siyah-­‐beyaz  iken  yeniliğe  açık  ve   özgür  yaşamayı  isteyen  insanlar  renkli  olarak  yorumlanabilir.  Bu   ayrım  yüzünden  renkli  insanlar  duygularını  istedikleri  gibi   yaşamaktan  çekiniyor  çünkü  toplum  bu  insanları,  kendimi  de  bu   gruba  dahil  etmek  istiyorum,  çekinmeye,  utanmaya  sanki  ayıp   bir  şey  yapmış  duygusunu  aşılamaya  yönlendiriyor.  Anneler   babalar  da  bu  siyah-­‐beyaz  grubuna  dahil  edilebilir.  Hatta  bana   göre  kendini  bu  gruba  dahil  etmediğini  iddia  eden  çoğu  insanın   ait  olduğu  yer  burası  çünkü  başkalarının  düşüncelerine  ister   istemez  karışıyor  ve  yorum  yapıyorlar.  Her  ne  kadar  renkli  insan   grubuna  dahil  etsem  de  kendimi  bu  şartlar  altında  yaşadıkça   tam  anlamıyla  bir  özgürlükten  söz  edemiyorum.  Hatta  hiçbir   zaman  bu  özgürlüğe  sahip  olduğumu  savunamam  çünkü  başta   ailem  fazla  özgürlüğün  yoldan  çıkmışlığa  sebep  vereceğini   düşünür  fakat  bu  “yoldan  çıkmışlık”  kelimesinin  aynı  “değer”   kelimesinde  olduğu  gibi  soyut  bir  anlam  olduğunu   düşünüyorum.  Bazı  insanlara  göre  bu  sokakta  sarılmaktır   bazılarına  göre  ise  daha  farklıdır.    Kısacası,  başkalarının  hayatlarına  karışmazsak  ve   kendimize  zarar  gelmediği  sürece  özgür  seçimlerin  yapılmasına   izin  verirsek  her  şeyin  daha  güzel  olacağına  inanıyorum.                             Aslınur  İnalcı Fatih İlhan 21401801 TURK 102-6 Başak Berna Cordan İğne Emrah Serbes’in Deliduman adlı kitabında tarif ettiği Çağlar, pek güzel temsil ediyor modern insanı. Yani modern insanlardan herhangi birini değil, para uğruna çalışan veya tanınmışlık peşinde koşan robotlaşmış modern insanı da değil, modern insanların ortalamasını temsil ediyor. Uzamış yollar yine batıdan batarken karanlık / İnsan nice uzakmış sevdiğine bunca yakınken aydınlık Sanki en doğru olana ulaşacakmışız gibi birer birer düşmüşüz bir yolun ardına. Hepimiz farklı bir yoldaymışız başlangıçta. İyilikler, kötülükler; onurlu davranışlar, şerefsiz davranışlar; mutlu etmeler, üzüntüye boğmalar… Kendi bildiğimizin peşinde yolumuzdan hiç şaşmamışız. Hepimizin ama hepimizin düşüncesi farklıymış. Bu yüzdendir ki bir savaştır başlamış. Kıran kırmış, üzen üzmüş, öldüren öldürmüş birbirini. Sonuçlar birbirinden farklıymış ancak hiçbir zaman değişmeyen bir gerçek varmış. Öldürenin gözünden öldüren her zaman haklıymış çünkü doğru olan yalnızca benim, sonra da bizimmiş. Doğru olanı biliyormuş insan, ne yapması gerektiğini de biliyormuş çünkü bir doğru varmış ki her zaman yanlış olan benim için, o doğru ki hep senin, sonra da sizin. Yükselmiş ruhlar huşu ile arşa değin / Lakin ipucu bulamamış bencileyin Bir düşünce veya bir duygu ateşiyle kavrulan, hatasız, eksiksiz, muntazam bir şekilde dönen evren; nice bilginler, nice liderler de çıkarmış. Onlar ki milyonları arkasına takmış, ilahlaşmış ve kusursuzlaşmış. Kendi doğrularından hiç sapmamış bu liderler. Sapmışlarsa da saklamışlar. Saklayamadıkları da doğrularının arasına karışmış. Onurlu bir lider hiçbir zaman söyleyememiş mesela ağladığını, çünkü ağlamak zayıflıkmış ya da barışçı bir bilge hiçbir zaman söylememiş adam öldürdüğünü çünkü öldürmek kötüymüş. Bunca fikre, bunca doğruya ve bunca insana rağmen doğruya bir türlü ulaşamamış insanlık. Çünkü sanki dönülen her köşede varmış bir yanlışlık. Gelmiş Pandora elinde süslü bir sandık /Açmış insanlar onu, hata ile bir anlık Savaşlar büyümüş topluluklar büyüdükçe. Doğrular daha doğru, yanlışlar daha yanlış olmuş gün geçtikçe. En sakin insan bile büyük bir nefretle, sövmüş içinden karşısındakilere. Bin bir cefa ile doğruyu yayan o insan, sormamış bir kere niye öldürüyor, niye küfrediyor, niye çalıyor bu adam ya da niye çalıyorum. Bir karışıklık ki sarmış evreni. Öldüren öldürene, çalan çalana, küfreden küfredene… Ya aile bağları kopmuş fikir uğruna ya da bir aile yok etmiş diğer aileleri. Ya milletler dağılmış düşünce ayrılığından ya da milletler yok etmiş milletleri. Ya insanlar nefret etmiş kendilerinden doğru hareket edemiyor diye ya da insanlar öldürmüş insanları. Tamam herkes öldürmemiş olabilir birbirini ama karışıklık arttıkça nefret de sarmış her birini. Öyle bir karışıklıkmış ki, tamamen aynı düşünceler bile aynı sözleri söyleyen, çok farklı olabiliyormuş birbirinden, düşüncelerden birini savunan bir insan için. Paslı bir çivi saplanmış ki akla, derin / Sakin bir usu kalmamış gibi evrenin İnsanlar doğrularına sarıldıkça ve doğrularını yaymayı kafalarına koydukça, mutlak doğrudan ve mutlak teklikten uzaklaşmış. Zira ne kadar insan varsa aynı doğruyu savunan, yedi milyar katı insan varmış tersine inanan. Ne kadar paylaşılırsa paylaşılsın birleşmemiş düşünceler tamamen çünkü her insan kendine özelmiş, kendi özellikleriyle varmış dünyada ruhen ve bedenen. Bütün insanlar iddia ederken tek temsilcisi olduklarını mutlak ışığın, bütün dünyayı sarmış karanlık. Böyle düşünen başka insan var mıdır bilmem ancak bence bendedir gerçek olan tek ışık “Belki farklılıklardadır birlik, belki bütün doğruların tek kaynağıdır yanlışlık.” Güneşte ararken iğneyi tüm insanlık / Aydaymış meğer ruhu var eden samanlık* Kaynakça: Serbes, Emrah. Deliduman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. * Şiirler bana aittir. YOL KENARINDAKİ ÇİÇEKLER Evvel zamandı, kaybolmuştum. İnsan hevesle yürüdüğü yolda kaybolduğunu hemen fark edemiyor. Ben fark ettiğimde geri dönemeyecek kadar yürümüştüm. Hikâyenin bittiğini sandım. Sonrasının hep sıkıntılı güz günleri olduğunu, rüzgârın hep sert eseceğini, göğün üzerime devrileceğini hatta… Kimseye söz etmedim bundan. Denemeli miydim? Hayır. Herkesin tebessümle baktığı kalbiminse bulduğu her köşe başında ağladığı bir yolun artık geri dönülemeyecek faslındaydım. Anlamayacaklardı. Ben kaybolmuştum ve kimse bunun korkunç bir kayboluş olduğunu anlamayacaktı. Gece yürüyüşlerimi sıklaştırdım ben de. Karanlık oldu bir tarafım. Şehri izledim. Gördüğüm ışıkları saydım birer birer. Kaç hikâye barındırdığını düşündüm bu koca şehrin, hep aynı yerde bunu düşündüm. Gün döndü, gece devrildi, ben hep bunu düşündüm. Kendi hikâyeme yanaşamadım bir türlü. Sait Faik’in deyimiyle o kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hâli azametliler içinde kalmıştım ki bir türlü kendi hikâyeme yanaşamıyordum. İnsan ne kadar eksilebilirdi? Ne kadar uzaklaşabilirdi kendi kalbinden? Heveslerimizi yitirebilir miydik? Ya hislerimizi? Hislerimizi yitirmek, bu fazla ürkütücüydü. Gün yine devrilirken bir akşam vakti birinin ayak izlerine rastladım. Benden önce bu yollardan geçmiş birinin varlığını ilk defa o vakit düştü aklıma. -Sanki bu yolu yalnız ben bulmuş ve kaybolanı olmuştum.- Yol kenarındaki çiçeklere götürdü beni o izler. Uzun zamandan beri ilk defa hayret ettim. Ne kadar çok şaşırdığımı ve ne kadar az hayret ettiğimi de o zaman fark ettim. Sonra karşıma çıkan her yol ayrımında sağa saptım. Sahiden “kaybolmanın baharı” diye bir şey vardı ve ben tam da öyle bir zamanın içindeydim. Ne söyleyeceğimi dahi bilemediğim, sözcüklerin içimden geçenleri anlatmaya yetmediği ve yetmeyeceği bir zamanın içinde... Kırk ikindi saymaya hevesimi hatırladım fakat en son yirmi altıda mı yoksa yirmi yedide mi bıraktığımı anımsayamadım. Yine de “kırk ikindi saymalıyım” (Bayazıt, 73) diye sayıkladım durdum çok zaman. Bir akşamüstü yağmurunu ezberimde tuttum. Bir ıhlamur ağacının altından bakıyorum artık dünyaya. Umudun her zaman var olduğunu, her hikâyenin bir yerlerinde muhakkak bir bahar barındırdığını ben böyle öğrendim. Dünyanın bütün sözcüklerini önüme yığıp mümkün olan en güzel şiirle baharı anlatmak gibi pek de makul olmayan arzular sarıyor zaman zaman içimi. En çok yol kenarındaki çiçeklerden bahsetmek istiyorum bu şiirde, rastladığım ayak izlerinden sonra. Mavinin ve siyahın her tonunu sığdırmak istiyorum tek bir dizeye. Gecenin de bahara dâhil olduğundan ve hatta baharın en güzel faslının gecede olduğundan bahsetmek… Hanımeli kokusu sinsin istiyorum sonra bu şiire. Biraz da nergis… İnsan bazen kokuları da alıp bir şiire, bir bahar şiirinin tam da üçüncü dizesine eklemek istiyor. Bir avuç badem şekeri ile toparlanabileceğimizden, gönlün konuşmaya ihtiyacı olmadığından, bahar akşamları denizin üzerine toplanan ve kül rengi olmakla mor olmak arasında gidip gelen o renkten, kayalıklara oturmanın iç huzurundan, şehrin siluetine bakıp iç geçirmekten bahsetmek istiyorum uzun uzadıya. Dediğim gibi pek de makul olmayan arzular bunlar. Hiçbir zaman tam olarak anlatamayacağım. Eksik kalır korkusuyla bu hevesimi bir kenara bırakıp herkesin kendi baharını bulabilmesi için dua etmeye başladığım bir vakitte rastlıyorum Selçuk Sümer Özel’e ait bu fotoğrafa. Bildiğim bütün şiirler dilimin ucuna geliyor, hiçbirini mırıldanmıyorum. Bakıyorum sadece. Yol kenarında bulduğum çiçekleri hatırlıyorum. Hiçbir cümleye sığdıramayacağım o an olanca büyüsüyle karşıma dikiliyor sanki. Tüm o yolu baştan yürüyorum. Kısacık bir ânın içinde heves ediyor, heveslerimi yitiriyor, düşüyor, kalkıyor, biraz daha yürüyor, yoruluyor, tekrar düşüyor ve nihayet bahara rastlıyorum. Taşa, toprağa ve diri kalmış gelinciklere tekrar tekrar bakıyorum. Bilhassa gelinciklere… Rüzgârın sert esmediği bir yerin varlığına şahit olmak ışık düşürüyor içime. Eda Nur Küçükkahveci KAYNAKÇA Özel, Selçuk Sümer. Güzel Yalnızlık. 2016 (Fotoğraf) Bayazıt, Erdem. Şiirler. İstanbul: İz Yayıncılık, 2014. Baskı. Seray Ceren Çelikkol, 21501643. ZIHIN OYUNU Mürekkebin akışını seyrettim… Kâğıt üzerine kururken yaydığı o parlaklığı, benim ellerimde şekil alışını, dudaklarımda hapsettiklerimin onunla özgür kalışını… Yine kendimi teslim ettim kelimelere. Onların gücünü hissettim içimde. Tehlikeliydi ve kontrol edilemezdi. Henüz küçük bir çocukken, babamın bana sürekli söylediği bir söz vardı: Doğada yalnızca güçlü olanlar sağ kalabilir. O zamanlar yalnızca vahşi doğada yaşamını sürdürmeye çalışan canlılardan bahsettiğini düşünmüştüm. Oysaki yaşım ilerledikçe, bu cümlenin bizleri, insanları da kapsadığını fark ettim. Yıllar boyunca toplumlar, varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini güçlü kılmaya çalıştılar. İnsanlar da kendilerini diğerlerinden ayırt edici kılabilmek için yeni özellikler geliştirdiler. Çoğu görünüşlerine yöneldi; bazısı fiziksel olarak daha dayanıklı oldu, bazısı kitaplardaki perileri kıskandıracak kadar güzel olmaya soyundu. Geri kalanlar, bunun yeterli olmayacağını savundu. Onlar zekâlarını geliştirmeye yöneldiler. Aralarında özellikle imrendiğim bir grup vardı ki onlar, kelimelerin gücüne diz çöktüler. Kelimeler, bizi olduğumuz kişi yapan, karşımızdakileri tanımamızı sağlayan en önemli araçlardı. Bunu fark edenler, kelimeleri sahip oldukları diğer özellikleriyle de birleştirip, en büyük silahları ve kalkanları hâline getirdiler. Elbette, her insanda olduğu gibi, bunu da olduğundan daha tehlikeli bir noktaya taşıyanlar oldu. İnsanın egosu ve kendini yüce görme isteği, yalnızca doğadaki diğer canlılara karşı değil, kendi türüne yönelik de var oldu. Kelimeleri, karşısındakine işkence etmek amacıyla kullananlar, onları olduklarından aciz göstermeye ve kendilerine muhtaç bırakmaya başladılar. Bu kişiler o kadar fazlaydı ki Gaslighting Yöntemi olarak bilinmeye başlandı. Kurban olan kişi, bunu fark etmedi çünkü o, güçlü olmayı başaramamıştı. Hayatta kalmak için onu koruyacak kişiye ihtiyacı vardı. Sevdiği insana karşı hissettiği güven ihtiyacı, kelimelerin oyununa gelen zihniyle birleşti. Özsaygısı giderek azaldı, içine kapandı ve kendisini hem onu kontrol edene hem de diğer etkenlere bağımlı hâle getirdi. Bu da bana gösteriyordu ki kullanımlarına göre kelimeler, insanı karşısındakinden çok daha güçlü bir konuma getirme yeteneğine sahipti. Paula Hawkins’in yazdığı Trendeki Kız kitabında, Rachel’ın yaşadıklarını okurken aklımdan sürekli bu düşünceler geçti durdu. Tom’un nasıl kendisini suçlu olduğuna inandırdığını anlattığı sırada, aslında bunu yapan kişinin de kendi anlattıklarına inandığını görmek bir noktada irkilmeme sebep oldu çünkü Tom yalnızca, gerçek hayatta sahip olduğumuz insan görüntüsünün yazıya dökülerek bize yansıtılmış şekliydi. Kendisini ona yardım ettiğine o kadar inandırmıştı ki kelimeleri gerçeklik kazanmış, Rachel’ı kendisine bağımlı hâle getirmiş, onun yokluğunda savunmasız hisseden kız yaşadığı tüm sorunlarla tek başına başa çıkamadığı için kendisini hâlihazırda bağımlısı olduğu alkole vermişti. Yine de Tom da yeterince güçlü bir insan değildi çünkü söylediklerinin kontrolüne girmiş ve kendisini yönlendirmesine izin vermişti. Bir çeşit olduğu kişiden kaçma yöntemi olarak görmüştü bunu. Kitap içerisinde konu olarak edinebileceğim çok fazla tema yakaladım: Aldatılmak, yalnızlık, bağımlılık, hatta hiç bilmediğimiz hayatlara değinmeyi ve onlar hakkında kurduğumuz hayallere değinmeyi düşündüm. Sonra, bunların nasıl aynı noktada birleşebileceğini fark ettim: Kelimelerle. Ben kelimelerimle, insanları bir görüşe inandırabilirim, onları aldatabilirim, yalnızlığa sürükleyebilir ya da kendime bağımlı hâle getirebilirim. Belki de yukarıda bahsettiğim hileli yönlendirme şekli hiçbir zaman var olmadı, belki de yalnızca yazıya uyum sağlaması için uydurdum. Yine de sizler bu yazıyı okudunuz ve bu paragrafa gelene kadar da doğruyu söylediğimi düşündünüz. Elbette, hâlâ öyle düşünüyor olabilirsiniz, belki de şu anda interneti açıp adını verdiğim yöntemi araştırıyorsunuz... Unutmayın. Güçlüydü kelimeler, her ikisini de kendilerine inandıracak kadar; zayıftı insanlar, kendilerine söylenenlere boyun eğecek kadar. Kaynaklar: http://onedio.com/haber/en-karanlik-zihinlerin-bile-rahatsiz-edici-bulacagi-psikolojik-iskence-yontemigaslighting-697866 Defne Çağlar DEĞİŞİMİN ZORLUĞU Hepimiz bizi birbirimizden ayıran, gerek iyi gerekse kötü, bizi biz yapan özelliklere sahibiz. Karakterimizi şekillendiren bu özellikler yaşantımıza yön verip herkesin farklı hikâyelerin başkahramanı olmasını sağlıyor. Ancak bazı insanlar birtakım duyguların esiri olur ve hayatını bu duygular üzerine odaklar ise, kendisini kendi yarattığı saplantıların içerisinde bulur. Bu saplantı sadece kişinin kendisini değil, çevresindeki insanları, en çok da sevenlerini etkiler. Bir insanı hayatınıza aldığınızda artık onu da döngünüze dâhil etmiş olursunuz ve ne kadar yakınınızda ise sizin her türlü hal ve hareketleriniz onu da o kadar etkiler. Çevrenizde tanık olduğunuz ya da bir yerlerden duyduğunuz sağlıklı bir şekilde ilerlemeyen, ancak iki tarafın da zorlamasıyla sürdürülmeye çalışan ilişkiler vardır. Bu bahsettiğim ilişkilerin çoğundaki sorun, bir ya da bazen iki tarafın saplantılarıdır. Her seferinde bu sorunun son kez yaşandığını ve bir daha asla tekrarlanmayacağını söyleyip üzerini kapatırlar. Peki, gerçekten öyle midir? Bilirsiniz ki bir atasözü vardır: İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Kulağa abartı gibi gelebilir. Nasıl yedi yaşındaki çocuk ile yetmiş yaşındaki birisi aynı olabilir, değil mi? Ancak anlatılmak istenen, değişimin ne kadar zor olduğu, belki de hiçbir zaman değişimin sağlanamayacağıdır. Yaşayış tarzımızdan gelen alışkanlıklar ve yıllarca devam ettirdiğimiz davranışlar, bizi biz yapan huylar kişiliğimize oturmuş ve benliğimizde yer edinmiştir. Bazı insanların paraya, bazılarının sevgiye ve ilgiye, bazılarının çalmaya, bazılarının yemeye, bazılarınınsa fizikselliğe takıntısı olur. Bu takıntılar tekrarlandıkça saplantı haline gelir ve işte o zaman geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinir. Saplantılı olmak zordur, hayatınızın temellerini buna oturtarak yaşarsınız. Bir insanı saplantılı bir şekilde sevenler, kıskananlar bana tehlikeli geliyor, eminim sizlere de öyle geliyordur. Stefan Zweig’in Ay Işığı Sokağı hikâyesinde yazarın rahatsız olduğu acınası adamı düşünüyorum, saplantı derecesinde para âşıkları ve akabinde abartı derecesinde cimri olan insanların tavırlarını açıkça gözler önüne seren bir örnek. Paraya olan saplantısı uğruna sevdiği kadını yitiren ve yitirmesi sonucu en son onu öldürmeyi bile düşünen, yani sevdiği kadını da bir saplantı haline getiren bir adam. Bu insanlar saplantılarıyla sadece kendi hayatlarını zindan etmekle kalmayıp yakınlarındaki insanları da bu zindanın içine hapsederler. Çevresindeki insanlardan aldıkları tepkiler onları saplantılarından bir nebze uzaklaştırsa da, kendi içlerinde vazgeçmeyi istemedikleri sürece yine aynı düşünce ve davranışlara takılı kalıp “Bir daha böyle yapmayacağım, söz veriyorum değişeceğim.” vaatleriyle sevenlerini oyalarlar. Ne yazık ki gerçek şu ki, insanlar değişmez. Elbette istisnalar yaşanabilir, ne mutlu yaşanırsa. Ancak genele bakarsak değişim insan doğası için çok zor bir olgudur ve kişinin iç dünyasındaki yapı taşları tek tek onarılmadan bu söz ettiğim iyiye doğru değişim sağlanamaz, ki bu da çok zordur, onlarca yıllık bir binayı yerinden oynatmadan temellerini değiştirmek gibidir. Bu insanlar kendilerini esir ettikleri bu takıntı sebebiyle tehlikelidirler. Değişime kapalı oldukları gibi, duracakları noktayı da bilmezler. Yapmayı düşündükleri kötü şeyler için iç dünyalarında kendilerine kendilerince mantıklı gelen sebepler sunar ve bunları kabullenirler, zihinleri normal bir insan gibi çalışmaz. Bu yüzden çoğunun istediği kurtarılmayı beklemek değil de saplantının içine daha da çekilmektir, bu onlara kötüymüş gibi gelmez. Diyeceğim o ki bazı insanların kendilerini hapsettikleri takıntıları hatta saplantıları vardır. Çoğu zaman bu arzularına yenik düşüp çevrelerindekileri görmeden onları yıkıp geçerler. İnsanların kişilikleri değişmez ve onları değiştirmek için çabaladıkça zihinsel ve duygusal açıdan bitkin düşen yine siz olursunuz. Size iyi gelmeyen, kendini yorduğu yetmediği gibi sizi de yoran birini iyileştirmek mümkün değilse onu hayatınızda bulundurmamayı seçmek en mantıklı davranış olacaktır. Her an büyüyen ve kişinin kendisiyle birlikte çevresindekileri de içine çeken bu girdapta bu kişiye yol arkadaşlığı etmek zorunda değilsiniz. Siz kendinizden ve kendi hayatınızdan sorumlusunuz. Özgürlük ve mutluluk gibi kavramların değeri yitirildiğinde anlaşılır. Siz siz olun, kendinizden ödün vermenizi gerektiren durumlar için bunları kaybetmeyin. Feyza Nazlıcan Doğan Özgürlükler Şehri Amsterdam Mutlu bir şekilde uyuyup, rüyaya daldığında hangi şehirde hayal edersiniz kendini? Ayrıntıları düşünür müsünüz benim gibi; nerede yaşayacağınızı, manzaranın nasıl olacağını, sabah kahveni hangi kafede, o günün sana neler katacağını… Benim cevabım evet. Hem de bir kere gittiğim hâlde etkisinden kurtulamadığım Amsterdam’da şekilleniyor benim hayallerimin detayları. Bu hayaller Amsterdam’da bir günümü içeriyor genelde. Biraz anlatmam gerekirse, sabah kalkıp iyi ki buradayım dedirten manzaraya karşı yapılan yogadan sonra sabah kahvesi için bisikletime atlayıp –tâbi ki böyle bir şehirde arabam yok- Dam meydanına iniyorum. Köşedeki minik ve huzurlu kafede kahvemin yanına kızarmış ekmek ve reçel eşlik ediyor. Zamanım varsa kanalların etrafında geziyorum ve geçmişte içinde kimlerin yaşadığı ve neler yaptığını düşünerek muazzam mimariyi izliyorum. İçlerinden bazılarının inşasının 17. yüzyıla dayanması merakımı artırıyor. Dönüş yolunda evin ihtiyaçlarını alırken Gouda’yı –bir çeşit Hollanda peyniri- eklemeyi unutmuyorum. Marketten çıkarken beni gerçek hayata döndüren sabah alarmım çalıyor genelde. Gerçek izlenimlerime gelirsek, 5 yaşındayken gitmiştim Amsterdam’a. Hafızamdaki anıların eksik parçalarını tamamlamama fotoğraflar yardımcı oluyor. Yel değirmenin önünde fotoğraf çekindikten sonra peynir fabrikalarına ve satım yerlerine gitmiştik. Tekerlek kadar büyük sarının ve turuncunun tonlarını içeren yüzlerce çeşit peynir beni çok etkilemişti ve tatma imkânım olduğunda küçük yaşıma rağmen lezzet farkını anlamıştım. Hâlâ yurt dışından biri geleceği zaman özel olarak o peynirlerden rica ederim. Yoğun aroma ve doğallığın birleştiği bir lezzet farklı açılardan bakmayı bilene Amsterdam’ı çağrıştırıyor. Meydanlarda ya da Coffeshop’lardaki yoğunluğun yanında, yeşilin hüküm sürdüğü doğa parklarında Resim 1 2003 Amsterdam'da ben sadece kendi iç sesinizi dinleyebilirsiniz. Feyza Nazlıcan Doğan Kanalda yapılan tekne turları gezinizi fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştirmek için güzel bir fırsat. Biz de bu fırsatı kaçırmayıp kanalların etrafını turladıktan sonra oraya özgü tatlar eşliğinde Dam meydanını gezdik. Genel olarak patatesi çok seven Hollanda halkı onu birçok forma sokuyorlar: Kızartma, kroket, püre, sulu yemek... En yaygını ise patates kızartması, sokak satıcıları koni şeklinde kese kağıtlarına koyarak özel soslarla birlikte servis ediyorlar. Daha tadılacak nice tatlar olduğunu düşünerek ayrılıyoruz,nitekim kısa süreli gezilerde bir şehri tam olarak keşfetmek neredeyse imkânsız oluyor. Tamamen yabancı bir kültür hâliyle birbirinden farklı gelenekler, yemekler, âdetler, yapılar, insanlar barındırıyor. Belirli bir mekândaki en küçük ayrıntıyı bile gözlemlemek, tanımak istediğimden, Amsterdam açısından bunun eksikliğini yaşadığımı hissediyorum ve bu bende tekrar gidip eksik olan her şeyi tamamlama arzusu doğuruyor. Yapılabilecek tüm etkinlikler, denenebilecek tüm tatlar ve alınabilecek en büyük haz. Net olarak hatırlamasam ve olayların idrakinde olmasam da Amsterdam beni çok etkilemişti. Bizim çektiğimiz fotoğraflarla yetinmeyip, İnternetten birçok kez araştırmasını yapmam, şimdiden bir yol haritası çizmem bu etkiyi biraz anlatır sanırım. Yaşım ilerledikçe önemini kavramaya başladığım özgürlük kavramının sembolü Amsterdam, gelecek planlarımın bir kısmını şekillendiriyor. Amsterdam’daki özgürlükten bahsetmek gerekirse buradaki özgürlüğün birçok ülkeden farklı olduğu aşikâr. Hafif uyuşturucu kullanma serbestliği ve bu olanağı sağlayan meşhur ‘’Coffeeshops’’ alışılmışın dışında bir düzen. Eşcinseller de buradaki özgürlükten geniş ölçüde yararlanan bir kitle, birçok ülkenin aksine toplumda kabul görüyorlar ve yargılanmıyorlar. Evlilik serbestliğiyle ilişkilerini devlet kurumunda da resmileştirebiliyorlar. Kısacası Amsterdam farklılıkları kabul edip, bu farklılıklara hoşgörülü bir biçimde yaklaşmayı destekliyor. Hepimizin yapması gerektiği gibi… Huzur bulmak hayal etmek benim için, gözlerimi kapatmak ve başka bir yerde hayal etmek kendimi… Öyle bir yer ki hem eğlenmek hem dinlenmek mümkün. Modern hayat yaşayıp, doğadan da kopmadığın, Feyza Nazlıcan Doğan özgürlüğü doruklarda yaşadığın bir yer. Yani Amsterdam gibi bir yer. Ben şimdi huzuru bulmaya gidiyor ve veda ediyorum size. Furkan Genç Distopik Yaşamlarımız Distopik eserler gerçek dünya ile bir bağı olmayan bilim-kurgu eserleri midir, yoksa gerçeğe dayanan bir fikrin kurgu dünyasındaki tezahürü müdür? Distopik bir eserle karşılaşınca dünya acaba böyle olsaydı ne kadar kötü olurdu diye içimiz sızlar. Kendimizi o eserin kahramanlarının yerine koyup empati yapmaya çalışırız. “Bu adamın yerinde olsaydım, o düzene başkaldırırdım.”, “İnsanları örgütler o sisteme karşı savaşırdım.”, “Böyle bir dünyada yaşanmaz ki, asardım kendimi!” gibi derin düşüncelere gark oluruz. Aslında çoğumuz kendimizi kandırırız çünkü zaten distopik bir dünya düzeninde yaşıyoruz ve çoğumuz bu düzenin esiri olmuşuz! Distopya kelimesi Yunanca’da “kötü yer” anlamına gelir. Distopik eserlerde de insanlara tasvir edilen o “kötü yer”in yergisi yapılır. Distopya, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir toplum modelinin gelecekteki eleştirisi olarak tanımlanır. Hâlbuki distopik eserler, yazıldığı dönemde yahut geçmişte bir şekilde yaşanmış olaylardan esintiler taşır. Geleceği değil, şimdiyi ilgilendirir. Hiçbir distopik eser yoktur ki gerçekle bağı olmasın, gerçekte var olan bir düzenin eleştirisini gelecekte yaşanıyormuşçasına eleştirmesin. “O eserin yaratıcısı niye direkt olarak bugün üzerinden yapmıyor ki bu eleştiriyi?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevabı şu: Biz üstümüze alınmayalım diye! Nasıl ki, bir komedyen, toplumda var olan değişik tipteki insanları güldürü yöntemiyle eleştirip izleyicinin o eleştiriyi üzerine almasına mani oluyorsa, bir distopik eserin yaratıcısı da zamanı ileriye sarma yöntemiyle o eseri okuyan ya da izleyen toplumun o eleştiriyi üzerine almasına mani oluyor. Hani o distopik eseri okurken veya izlerken karakterin yerine kendimizi koymaya çalışıp o düzene karşı çıkacağımız fikrine kapılıyorduk ya, işte komedi gösterisinde de komedyen bizi değil de başkasını eleştiriyormuşçasına kahkahalarla gülüyoruz ağlanacak halimize! Herkes biliyor aslında o eleştirilenin kendisi olduğunu ama görmezden geliyor, reddediyor o karanlık dünyanın üzerinde yaşadığını. Fahrenheit 451’i okurken, kitapları yakıp ateşin karanlığına attıklarında hüzünleniyoruz ama gerçek yaşamımızda görüşleri sapkınca geldiği için devletlerimiz tarafından yasaklanan kitapları anımsamaktan aciz kalıyoruz. Yine Cesur Yeni Dünya’yı okurken; insanlar Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon olarak doğuştan sınıflara ayrıldığından daha düşük sınıflara mensup olan Deltalara ve Epsilonlara acıyoruz ama gerçek yaşamımızda Hindistan’daki kast sistemi nedeniyle Sudra ve Parya olarak dünyaya gelen bebeklere acımakta muvaffak olamıyoruz. Tutsak Güneş adlı romanı okurken distopyanın, gelecekteki o “kötü yerin” değil de şimdiki kötü yerin eleştirisi olduğu hakkındaki fikrim daha da depreşti. Edebiyatımızda nadir bulunan distopik eserlerden biri olan, adeta ıssız çöldeki bir vaha olan bu kitapta yazar; geleceğin distopyasını değil, günümüzün distopyasını-Türkiye’yi- tasvir ediyor kendi gözünden. Okuyucu da günümüzdeki toplumun eleştirisini uzaklaştırıyor kendinden ve geleceğe sığınıyor yine o kitabı okurken. Okuyucu, halktan isyan etmesini istiyor bu düzene karşı. Bu güneş görmeyen tutsak ülkede, halkın yanmasıyla karanlıkların aydınlığa çıkmasını arzuluyor aynı Nazım Hikmet’in şu şiirinde aktardığı gibi: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.” Okuyucu kitabı bir kenara bırakarak gerçek hayata dönüp bir bakış attığında ise bu dünyanın o romandaki dünyadan çok uzak olduğuna şükrederek her şeyin yolunda gittiğini varsayıyor, yazarın o romanını bu dünyadan esinlenerek yazdığına aldırmadan. Kısacası, distopyalar bizi bize anlatır ama eleştiriyi üzerine alınmaktan kaçındığımızdan sorumluluğu geleceğin dünyasına atarız her zaman. Distopyayı tanımlarken dahi kaçınırız eleştiriyi üzerimize alınmaktan. Bu yüzden de distopyayı “gerçekleşmesi mümkün olmayan, gelecekteki kötü bir modelin eleştirisi” olarak tanımlamışız ya! Ne kadar kaçsak da üç maymun oynayıp distopyaların gerçek dünyanın kurgu dünyasındaki birer tezahürü olduğunu görmezden gelsek de bu distopik eserin – dünyanın- içindeki birer kahraman olmaya devam edeceğiz. Gelecekte bizi okuyacak olan torunlarımız ise “onların yerinde olsam o düzene karşı başkaldırırdım.” diyecekler. Kaynakça: Bradbury, Ray. Fahrenheit 451. İthaki Yayınları, 2012 Hikmet, Nazım. Kerem Gibi. 1930 Huxley, Aldous. Cesur Yeni Dünya. İthaki Yayınları, 2003 Kulin, Ayşe. Tutsak Güneş. Everest Yayınları, 2015 İÇİMDEKİ DELİ TAYLAR Şair Orhan Veli’nin Gangaster başlıklı bir şiiri vardır. Şair o şiirde “Şiir yazdım bunca senedir / Ne buldum? / Eşkıyalık edeceğim bundan sonra” der. Durup dururken şairlikten eşkıyalığa geçme isteği değildir bu. Biri damarına basmış demek ki şairin. Yoksa baştan eşkıya olmak isterdi, şiirle filan hiç uğraşmazdı. Aklı başında olan, damarına basılmamış bir insanın eşkıyalıkla ne işi olur? Şiir okur, müzik dinler, ay ışığı altında sandalla gezinir. Haydi daha ileri gidelim, gece yarısı sevdiğinin kapısına dayanır, seranatlar okur. O kadar. İnsanı akıldan, fikirden uzaklaştıran insanlar vardır. Delirtirler insanı. Kimi zaman bir dost, kimi zaman bir komşu, kimi zaman bir sokak köpeği olabilir bu. Dayanma gücümüz tükendiğinde delirme iklimine gireriz. Ben öyleyim mesela. Damarıma basıldığında kendimi tanımaz olurum o anda. Yakarım tüm gemileri. İçimde kabaran dalgalar beni bir o yana savurur bir bu yana. O an, karşıma çıkana karşı acımasız bir dev dalga olurum. Siler atarım önüme geleni. Zincirlerimi kırar, çitlerin üstünden aşar, dört nala dolu dizgin koşmaya başlarım. Duvarlara tırmanırım, enginlere sığmam taşarım. Deliyim o anlarda, ne yapayım. Kendimde değilim, bir deli adamın içindeyim. Peki nedir delilik? TDK sözlükte “Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan” şeklinde verilmiş ilk anlamı. Ben “akli dengesi bozulmuş olanı” sevdim. Delirdiğim zamanlar benim akli dengemi birileri bozuyor çünkü. Dengeyi yitirince kendimi yitiriyorum. Deli için verilen bir başka anlam: “Davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgın” işte asıl anlam bu. İçimizdeki deliyi bu tanım daha iyi açıklıyor. Büyük insanların deliliğidir bu. Çılgınlık da bir tür delilik oluyor buna göre. Bu tür deliliğe övgüler düzenler de vardır. Orhan Veli’yi eşkıyalığa yönlendiren de böyle bir deliliktir. Bu tanımlardan sonra şu kanıya ulaşabilirim: Deli yoktur, delirtenler, delirtilenler vardır. Kışkırtılanlar vardır. Çatlayıncaya koşan deli taylar… Her insan özünde iyidir, masumdur, sevgi doludur; iyi olmak, sevgi dolu yaşamak için çalışır. Gel gör ki iyiliğin köküne dinamit atan kötüler vardır bir de. Delirtenler yani. Onlar görünmez pek ortada ama delirenlerden geçilmez meydanlar… Ünlü Rus yazar Gogol Bir Delinin Hatıra Defteri veya Bir Delinin Güncesi adlı bir kitap yazmıştı. İnsanın içindeki deliliğin günlüğüdür bunlar. İlgiyle okundu, okunmaya da devam ediyor. Böyle bir günlük, bir yazar tarafından değil de gerçek bir deli tarafından yazılsaydı okur muyduk? Bence daha çok okurduk. Akıllıların günlüğünden bize ne? Biz de akıllıyız ve gizli gizli günlükler yazıyoruz. Merak edince sadece kendimizi okuyoruz. Asıl merak edilen, gerçek bir delinin güncesidir. Ne yazık ki deliren insanlar yazma yeteneğini de yitiriyordur ve bir günlük yazması söz konusu değildir. Gerçek bir deli güncesi insanın nasıl delirdiğini adım adım gösterirdi bize. Sefiller ile insanın adım adım nasıl aç kaldığını öğrenen Batı dünyası açlığı ortadan kaldırmak için düzenlemeler yaptı. Sefiller ayarında gerçek bir deli güncesi olsaydı bu da insanların delirtilmesini önleyebilirdi. Lu Hsun adlı Çinli yazarın Bir Delinin Güncesi adlı eseri dilimizde. Eser her ne kadar ilk başta Gogol’un eserini çağrıştırsa da coğrafya ve kültür farklılığından dolayı bizi yeni bir dünyaya götürüyor. En azından benim için öyle oldu. Çin toplumu fazla bildiğim bir toplum değil. Romanlarıyla Rusları, Fransızları, İngilizleri tanımıştım az çok. Bir Delinin Güncesi Çin kapılarını açtı bana. Kitabı okudukça bu düşünceler aldı götürdü beni. Yenilmişliğin, tükenmişliğin, toplumsal acıların insanı nasıl delirttiğini gördüm. Gördüm de aklıma daha sıkı mı sarıldım? Aksine yanlışları gördükçe içimdeki deli tayların çitlerini aşıp koşmaya başladığını fark ettim. Delilik suyunun içime doğru aktığını, kanımın delirdiğini gördüm. Kitabın açık etkisiydi bu. Okuduğum kitaplar beni etkiliyor. Doğru. Sevgi dolu bir kitap sevgi kanatları takıyor bana. Delilik dolu bir kitap ise delilik kanatları… İnsanları delirten acıları yaşıyorum onlarla birlikte… Onların ruh depremlerini ben de yaşıyorum. Onlarla üzülüyorum, onlarla acılar çekiyorum. Kızıyorum, bağırıyorum, duvarları yumrukluyorum. Deli taylar beni sırtından atıyor, oradan oraya savruluyorum. Bir kitabın asıl ve gizli gücü de bu değil midir? Bunu yapmayan bir kitabı okumanın anlamı nedir? Kaynakça Hsun, Lu. “Bir Delinin Güncesi”. İstanbul: Aylak Adam Yayınları: 2015 Volga Deniz Demirbağ İLETİŞİM MÜMKÜN MÜ? Konuşuruz çoğu zaman. Gerek insanlarla gerekse kendimizle. Hiç düşündük mü aslında ne kadar anlaşılırız? Ne kadar anlatabiliyoruz insanlara kendimizi? En önemlisi, kelimeler dudaklarımızdan dökülürken, ne kadar anlatabiliyoruz kendimizi? Ya da anlayabiliyoruz karşımızdakini? Her kelimenin farklı kültürlerde farklı anlamları vardır. Nasıl ki kırmızı rengi bir kadına ilk anda aşkı çağrıştırıyor ise erkeğe vahşeti çağrıştırabilir. Bu iki kişi konuşurken kırmızı rengini farklı algılarlar. Aslında aynı noktaya çıkmayı amaçlarlar fakat duygular vardır işin içinde. Algılar vardır. Bu yüzden de konuşurlar fakat tam olarak aktaramazlar ne söylemek istediklerini. Yani konuşuruz hepimiz, fakat tam olarak konuşmak hiçbir zaman mümkün değildir. Osman Çakmakçı’ nın kitabı da bize konuşmanın imkânsızlığını örneklendirerek aktarıyor. İnsanlık duygu ve maddelere isim verdiği andan itibaren, iletişim kolaylaştı. Bir şeyi anlatırken isimler duyguları anlatmaya yardımcı oldu. Fakat ne kadar anlatırsak anlatalım, karşımızdaki kişinin algısı kendisine kadardır. Biz ne kadar açık konuştuğumuzu düşünsek de duygularımızı hissedemediği için tam bir iletişim söz konusu olamaz. Aslında doğal bir şeydir iletişim kurmak. Hayatımızın her anında birileriyle iletişim kurarız. Bazen sevgilimizle saatlerce sohbet edebiliriz, bazen ise hayatımızın kısa bir noktasına değip geçen birisiyle iletişim kurarız. Ama her konuştuğumuzda anlatabiliyor muyuz kendimizi? Ya da onları gerçekten anlıyor muyuz? Konuşmak öyle bir şey ki, duyguları kelimelerden ayırt edemeyiz. Veyahut duyguları kelimelere dökemeyiz. Hisler ve sözler arasında ince bir çizgi vardır. Bazen bu çizgiyi aşıp kendimizi çok net ifade ettiğimizi sanırız fakat o çizgi her zaman oradadır. Farklı iletişim yolları vardır. İletişim her zaman sözle olmayabilir. Bazen gözlerle bazen ise dokunarak da iletişim kurmayı deneriz. Sessiz bir ortamda karşı karşıya geldiğimiz kişiyle bakışarak bazen çok şeyi ifade edebiliriz. Ya da dokunarak duygularımızı ifade edebiliriz. Peki yine de bu iletişimi tam anlamıyla mümkün kılar mı? Sizin karşınızdakine baktığınız şekilde karşınızdaki de size bakabilir. Ama binlerce düşünce arasından hangisini seçerek baktığınızı tam olarak anlayabilir mi? Dokunmak da öyledir. Hissederiz dokunarak, fakat tende bırakılan hissi yorumlamak kişiye özeldir. Okşayarak karşımızdakine sevgimizi hissettirmeye çalışırız. Kelimeleri doğru seçemez, bu yüzden de dokunarak iletişim yolunu seçeriz. Fakat bilemeyiz karşımızdaki bizi o sessizlikte anlar mı. İşte bu duygu karmaşası zorlaştırır iletişim kurmayı. Ancak yine de evrensel olan duygu aktarımlarını seçeriz bazen. Bakmak, dokunmak, gülümsemek… İletişimin sadece konuşmakla değil, sanat türleriyle de mümkün olabileceğini bilmeliyiz. Bir müzisyen mesela. Bir röportajına bakarak karakterini, kişiliğini anlayamayız bazen. Müziklerine bakarız, sözlerini ve melodilerini ele alarak anlamaya çalışırız. Onlar kendilerini insanlara melodileri kullanarak anlatmayı seçerler. Notalarda gizlenmiş hisler, insanların iletişim kurarken sözlerde bulamadıklarını aktarmasına yardımcı olur. Belki bu yüzdendir insanların müziğe sığınması. Modu düşük birisi belki bu yüzden yavaş melodili şarkılar seçer. Konuşurken başarılamayan duygu aktarımını ezgiler yoluyla iletmeyi seçeriz. Onun için tüm insanlık için benzer hisler uyandıran duygular evrenseldir. Müziğin evrenselliği de ondan geliyor. Her sanat, iletişimi güçlü kılar mı? Bir müziğin hissettirdiği ile bir resmin hissettirdikleri aynı mıdır? Resimde duygu ve düşünceler aktarılırken, müzik yoluyla duygular karşılıklı olarak iletişime de yol açar. Onun için müziğin iletişimdeki gücü yadsınamayacak kadar büyüktür. Konuşmak yalnız başına iletişimi ifade etmez. Belki birbirimize bir şeyler aktarabiliriz ancak doğru ve güçlü iletişim için duygu ve sözcüklerin de doğru aktarılması gerekir. Aksi takdirde sadece konuşur ve birbirimizi anlarız. İletişime açık olmalıyız. Bu her koşulda insanlığın ilerlemesi ve gelişebilmesi için şart. Aksi takdirde gelişmek yerine birbirimizin gelişimini engelleyen, anlaşamayan bireyler oluruz ki bu da mutsuzluğun en büyük sebebidir. Merve Ersavaş Bir Damla Dünya Kendimi bildim bileli beni en iyi tanımladığına inandığım kelime doğa oldu. Ucu bucağı olmayan sınırları belirsiz doğayı, sınırlı benliğim ile keşfetmeyi diledim hayattan. Öyle derin bir tutku ki bu, şimdiye kadar kimse benim kadar alengirli şeyler düşünmemiş ve hissetmemiştir doğaya dair. Yalnızca kendimi değil, tüm insanlığı tepeden tırnağa doğanın bir parçası gibi görüyorum. Belki de hepimiz aynı şeklide algılasak dünyayı, doğayı, yeşili ve insanı çok daha huzurlu bir birlikteliğimiz olacak tüm bunlarla. Herkesi kontrol edemesem de kendi iç huzurumu koruyabilmek için doğaya sığınıyorum ben. Artık öyle bir durumdayım ki yüzümü güneş ısıtsa şair, kirpiklerimi yağmur sulasa roman oluyorum âdeta. Zaten yağmurdan sonrası iyilik, güzellik ve toprak kokusu demek benim için. Yalnızca tenime değen damlalardan bahsetmiyorum yağmur dediğimde, kurumaya yüz tutmuş ruhlara açılan kanallardan da bahsediyorum aynı zamanda. Sonbahardan yeni çıkmış kuru dallara can verir gibi ilaç oluyor bana ardı ardına düşen damlalar. ‘’bir yağmur ol deseydin muson yağmuru olurdum bilirim yurduma çok uzak ama olsun su altında her şey eşit orada her şey ya kardeş ya sevgili’’ (Lidar 89) O kadar güzel anlatmış ki Ali Lidar yağmuru, öylesine tercüman olmuş ki en derin duygularıma… İster istemez merak ediyorum, evrende bu kadar az yer kaplayıp bu kadar fazla anlam içeren başka kelimeler de var mı diye. İşte tam olarak bu yüzden eğer hayatımızdaki her şey doğaya aitse, kendimden emin bir şekilde şairlerin ve yazarların bu döngünün en değerli parçaları olduğunu söyleyebilirim. Ali Lidar’a katılmaktan başka bir çarem kalmıyor ve kendimi dışarıda yağan sağanak yağmurun altında buluyorum bir anda. Bana bir yağmur ol deseler hangisini seçerdim bilemiyorum ama yağmur damlaları, telaşsız bir biçimde tenimden süzülürken kendimi tüm dünyaya aynı anda bakabiliyormuş gibi hissediyorum. Gözlerimi kapattığımda; uzak yağmur ormanlarından süzülmüş, dünyanın diğer ucundaki çöllerden buharlaşmış belki de en derin okyanuslara karışmış bir damlanın artık yalnızca bana ait olduğunu düşünüp tüm buraların yaşanmışlığını üzerimde taşıdığıma inanıyorum. Aslında bu kadar basit kendini dünyaya ait hissetmek ve doğanın bir parçası olmak. Tüm dünyayı gezip dolaşmış, anılara karışmış, hayatlara dokunmuş yağmur damlalarına şemsiye açmaktansa onlarla bir bütün haline gelmeyi diliyorum ben tüm kalbimle. Aynı şairin söylediği gibi suyun altında, toprağın üzerinde kısacası doğanın içinde her şey eşit. Yağmur damlası güneşe, kar tanesi soğuğa muhtaç. Merve Ersavaş Böyle zamanlarda acizliğimizi de daha iyi anlar oluyorum. Nasıl tüm bunlara hiç kafa yormadan doğup, büyüyüp toprağa karışıyoruz ve sonrasında nasılda tekrardan ona ait oluyoruz anlaşılır gibi değil. Bazen insanlığımız, önceliklerimiz, ait olduğumuz yerler ve daha pek çok şey karışıyor birbirine giriyor. Bu karmaşanın içinde zorlanıyoruz kim olduğumuzu anlamaya çalışırken. Sonra bir kitap okuyoruz, bir film izliyoruz, bir şiir düşüyor belki aklımıza tam bu anlarda. Bize ne olduğumuzu hatırlatırcasına ruhumuzu besliyor ve hatırlatıyor bize toprağı, güneşi, yağmuru. Böyle zamanlarda atıyorum kendimi doğanın önüne aslında. Kendimi sokaklara vuruyorum ki her bir yağmur damlası bana ilham kaynağı olsun. Kaybettiklerimi geri kazanmak, hiç ulaşamadıklarımı her zamankinden çok istemek… Tüm bunlar tek bir damlaya sığabilir mi gerçekten? Yağmur altında yürürken buluyorum cevabı, gerçekten inandığım sürece sınırlı bedenime sınırsız bir dünya sığdırabilirim bence. Aynı tek bir damlada tüm dünyayı gezebildiğim gibi eğer inanırsam, yaparım. Kaynakça: Lidar, Ali. Yolun Başı. İstanbul: İthaki Yayınları, 2016. 1.Baskı. Emre Sülün BİLEREK GEZMEK Gezmek küçüklüğümden beri benim için önemli bir tutku oldu. Kimi zaman vakit geçirmek için, kimi zamansa sadece gezmek için gezdim. Gidemediğim yerler hakkında ise kitaplar okudum, filmler izledim hatta müzik sayesinde bile bir şehri tanıyabildiğim oldu. Bu yüzden “Çok gezen mi daha iyi bilir, yoksa çok okuyan mı?” sorusunu cevaplamaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Bence çok gezen daha iyi bilir çünkü yazar ne kadar usta olsa da okuyucuya tam bilgi aktarması mümkün değildir. Gezmek beş duyuya birden hitap eder, kelimelerin gücünün bunların hepsini anlatmak için yeterli olacağını sanmıyorum. Bu yüzden sadece gezen kişinin sadece okuyana göre daha bilgili olacağını düşünüyorum. Öte yandan bu alışıldık sorunun bir de alışılmadık öznesi var: okuyarak gezen insanlar. Ayak bastığı, sokaklarını dolaştığı, havasını teneffüs ettiği kentin bir de tarihini öğrenen kişi gezmekten çok daha fazlasını yapmış olur. Hele bir de oranın yerlisinden öğreniyorsa bu tarihi, ondan daha bilgilisi olamaz. İlber Ortaylı Seyahatnamesi tam da bunu gerçekleştiriyor. Avusturya’dan Singapur’a uzanan bir coğrafyayı gezen İlber Ortaylı hem kendi bilgilerini aktarıyor hem de konuştuğu yerlilerin anılarını kitaba ekliyor. Tüm bunlar, keşke bu kitabı oraları gezerken okuyabilsem dedirtmekte. Bir sarayı gezerken, orada yaşanmış ilginç bir olayı okumak; bazı milletler için kitapta anlatılan yüz ifadelerini caddede yürürken gözlemleyebilmek eminim ki etrafa bakınarak dolaşmaktan çok daha keyifli olurdu. İlber Ortaylı kitabında gittiği şehirleri, gezdiği müzeleri anlatmakla kalmıyor. Çeşitli halkların kültürlerini aktarırken önemli tarih dersleri de veriyor. Yazar, etnik kökene dayalı çatışmalardan bahsederken “Kendi kültür ve tarihine sahip olmayan etnik unsur, ana unsurun kültür ve tarihine karşı yıkıcı ve saldırgan bir tavır takınır, gerilim burada başlar.” (Ortaylı 2013) diyerek günümüzdeki Commented [ES1]: Kitabı kütüphaneden ödünç alıp bitirdikten sonra geri verdiğim için şu an sayfa numaralarını kavgalara ışık tutuyor. Kitabın Suriye kısmında Palmira antik kenti hakkında bilemiyorum. yazılanları okurken IŞID’in bu antik kentte yaptığı yıkımlar aklıma geldi. Mezhepsel bahaneler altında kendi tarihini yok eden bu insanlara bir kez daha acıdım. Bu yıkım haberinden birkaç ay sonra ise Batılı aktivist bir grubun Palmira’yı sanal ortamda üç boyutlu modeller kullanarak tekrar inşa edeceği haberini okudum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bu kenti, tüm insanlığın ortak varlığı olarak gören bu grup tarih bilincinin ne kadar önemli bir kavram olduğunu gözler önüne seriyor. Kitapta tarih bilinciyle ilgili bazı eleştiriler bulmak mümkün. Örneğin: “Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir.” (Ortaylı 2013) Türkiye’nin fen ve mühendislik alanlarında patlama denebilecek kadar büyük bir başarı gösterdiğini düşünmesem de tarih gibi sosyal bilimlerde çok daha geride olduğu tespitine katılıyorum. Üniversite giriş sınavında TS bölümlerinin istatistiklerine bakarak bile bunu görmek mümkün. Küçük yaşta başarı gösteren öğrenciler sayısal ya da eşit ağırlığa yönlendiriliyor, hatta sözel öğrencilerine aptal denildiğini bile gördüm. Bunlar neden yapılıyor bilmiyorum ama tarihle olan bağımızın en baştan sarsıldığını söyleyebilirim. Üstelik bu bilinçsizlik yazarın bahsettiği gibi sadece diplomalılar arasında değil. Gezdiğim bir antik kentte rehber, köylülerin antik kentteki taşları kendi evlerinin inşasında kullandıklarını anlatmıştı. Bu olay, belki bir diplomalının bilinçsizliğinden biraz daha fazla kabul edilebilir ama yetkililer buna müsaade ettiğine göre kesinlikle bir şeyler ters gidiyor. Bir yanda gezmek gibi oldukça eğlenceli bir konu, diğer yanda kültür ve tarih bilinci gibi oldukça ciddi ve üzerine uzun incelemeler yazılabilecek başlıklar İlber Ortaylı’nın kaleminde hiç sıkmayacak şekilde bir araya getirilmiş. Kitabı bitirdiğim an o şehirleri tek tek gezme isteği uyandı içimde. Keşke şu an bu seyahate başlayabilsem ancak yazı beklemekten başka çarem yok. Kaynakça Ortaylı, İlber. 2013. İlber Ortaylı Seyahatnamesi: Bir Tarihçinin Gezi Notları. Timaş Yayınları. Bilinçaltımızda Kadınlık Kadın olduğumuz için görüşlerimizi susarak mı yaşamalıyız ve gömmeli miyiz kendimizi karanlığa, sırf kendini adam sananlar için? Gözyaşı mı dökmeliyiz elde edemediklerimiz için yoksa savaşmalı mı? Sanırım düşüncelerimizi yutsak ve sadece gülümsesek daha kolay olurdu. Fakat Türkiye'de kadın olmak bize verilmiş en büyük ceza, sesimizi çıkarmadan yaşamamızı bekleyenlerin ülkesi burası. Sesimizi çıkardığımız anda bizi hatalı diye damgalayanların ülkesi... Semrin Şahin'in ''Kadın olsaydınız,anlar mıydınız?'' isimli kitabı biraz da olsa ışık tutuyor günümüz Türkiye kadın şartlarına. Acılarımızı görüşlerimizi dile getiren yazar bu konuda usta bir tutam sergiliyor ve edebi bir dille bizi anlatmaya çaba harcıyor. Biraz düşünürsek eğer kadınların yaşadığı değer düşüşünü İslamiyet'in yayılmaya başladığı ana dayandığını görürüz. İslamiyet'ten önce kadın bir hükümdarımız olmuşken (Tomris Han), İslamiyet'ten sonra kadınların evden çıkması bile bir lüks haline gelmiş, Osmanlı harem kültürü ile kadınlık çarçur edilmiş, kadınlara obje gözü ile bakılmıştır. Kadınlar savaşta ganimet diye verilmiş, ailelerinden koparılmış ve cariye gibi köle gibi iğrenç sıfatlarla satılmıştır. Haremde oğlan doğurmadıkça değer görmeyen kadınların çoğu solup gitmiştir. İşin komik kısmı harem kültürünü bize aşılamaya çalışan televizyon dizileridir. Kadınları Hürrem yahut Kösem gibi olmaya özendirmek kesinlikle çok yanlış bir eylem olup bu insanları güçlü kadınlar diye empoze etmek katiyen doğru olamaz. Bu kadınlar güçlü olmak zorunda bırakılmış kadınlardır. Erkek egemenliğinde biraz ses sahibi olsunlar diye kendilerini güçlü olmak için zorlamışlardır. Buna rağmen asla yeteri kadar değer görmemiş ve defalarca gururları çiğnenmiştir. Bu Hürrem yahut Kösem için geçerli değildir bu durum tüm Osmanlı Valide Sultanları için gerçektir. Bana göre harem toplumumuzun kara lekesidir. Fakat günümüze dönersek ve kitabın ilk hikayesine bakarsak Soma'da eşini kaybetmiş bir kadının serzenişi buluruz.Avaz avaz bağırmak isteyip susturulmuş bir kadın.Eşini madende kaybetmiş bir kadın.Eşini ihmalkarlığın soğuk ellerine vermiş bir kadın.Oğlu annesine bakmak için madene girmek zorunda kalmış bir yetim. Okumak isteyen fakat yaşam şartları buna el vermemiş bir yetim.Korkan ve devletine güvenmeyen fakat sesini çıkaramayan bir anne.Bu tanımlar aslında ne kadar tanıdık.Ne kadar içimizde ve ne kadar bizden.Çünkü bizleriz, bunlar bizim acılarımız.Soma bizim başka kara lekemiz. Toplum baskısına boyun eğen kadınlar ve kadınlarımız. Şartlanmış hayatı yaşayan kadınlarımız. Babanın sözünden çıkma, evine erken dön aman bir bakan olur, evlen,çocuk yap, ev işinden anla, patron için çalış fakat asla patron olmayı düşünme, erkekten düşük ücret al ve şükret maaşın var, erkek egemenliğine sığın. Bunlar bize şartlanan şeylerin bazıları fakat mecbur değiliz. Bunları hiç birini yapmak zorunda değiliz. Bizde bireyiz ve erkeklerle eşit haklara sahibiz. İstediğimiz giyme özgürlüğüne, sokak ortasında kahkaha atmaya ve istediğimiz kişilerle gezme özgürlüğüne sahibiz. Bizi aşağılayan şeylere boyun eğmek zorunda değiliz. Gerici ve cinsiyetçi geleneklere uymak zorunda değiliz. Kadınlar mal değildir, erkekler kadına bir kırmızı kurdele bağlayıp başka bir erkeğe veriyorlar . Bu kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır kimse kadını hediye gibi sunamaz yahut ''açılmamış'' olduğunu garanti edemez. Bayramları kadınlar kocasının elini öpmesi yanlıştır. Kocalarınız sizin denginizdir üstün değildir. Kız isteme töreninde kız ''Siz nasıl uygun görürseniz'' dememeli kendi görüşünü söylemelidir. Kadın olsalardı erkekler bizi çok iyi anlarlardı fakat değiller. Onlar eve güvenle döndü diye kızını sarılan bir annenin sarılma sebebini bilemeyecekler. Acısını içinde yaşayan şehit annelerini ve karılarını anlayamazlar. Doğuda söz hakkı olmayan kadınları anlamayaz ve en önemlisi asla dünyaya bir canlı getirip onun hakkında endişelenmeyi ve güvende kalmaları için ellerinden geleni yapan anneleri anlayamazlar. Ana yüreğini tatmayan canlı asla bir anneyi anlayamacağını gibi bir erkekte bizi anlayamaz .Empati kurabilirler fakat asla bizim yerimizde olmayacakları için hep bu empati eksiktir.Şimdi soruyorum size kadın olsaydınız,anlar mıydınız? Makbule Berfin Baydar 21502463 DAĞIN ARDINDAKİ MEMLEKETİM Dağların ardında alacakaranlıkta bir ülkede, benim hiç bilmediğim bir orman vardır. Bu ormandaki ağaçları, kuşları, çayırları, çimenleri öylesine severim ki ormanda yaşayan insanlar da o ülkeyle birlikte bir hazine olur benim için. Memleketim derim oraya. Memleketim. Bir gün vurulup düşeceksem de, uçsuz bucaksız ovalarında özgürce koşacaksam da orada olsun isterim. Kötülüklerin, kurnazlıkların, yalanların ve riyakârlıkların, hatta ölümlerin ülkesi olsa da memleketimdir o dağların ardı, hiç kuşkusuz severim. Bir kuşun kanadına takılıp kaçmak isteyen bu yörelerden kim bilir kaç kişiyizdir şimdi? Belki küçük kara balık gibi nehirlerden okyanuslara karışmalı, geride bırakabilirsek bu yerleri. Bir kuşun kanadına takılıp uçsuz bucaksız göklerde süzülsek ya da aşıp nehrin sınırlarını ulaşsak okyanuslara yine de peşimizi bırakmayacak bir yük taşıyoruzdur yüreğimizde. Bazı yaralar vardır hiç kapanmaz, bazı sevgiler vardır ne kadar nefret ettiğinizi düşünseniz de asla bitmez. Bazen sevmeyi bırakmak istediğiniz şeyler sizi en çok ayakta tutanlar olur. Doğduğunuz ülke, konuştuğunuz dil, o memleketi sizinle paylaşan insanlar… O insanların hepsini sevmeseniz dahi onlar için üzülmekten, onlarla aynı acıları paylaşmaktan, onların sevinçleriyle şen olmaktan kaçamazsınız. İnsan eliyle çizilmiş sınırlara inanmam ve hatta tüm dünyayı memleketim olarak görebilmeyi çok isterim ama bazen o sınırların arasında bizi biz yapan bir şeyler vardır vazgeçemediğimiz, bunu bilirim. Ben dağın öte yüzünde hiç görmesem de o ülkeyi, orada biri yere düştü mü içimin yangınını durduramam. Bir ülkeyi sevmek her şeyiyle, yanlışı, doğrusu, ölümü ve doğumuyla sevmektir. Fakat bu demek değildir ki zalimleri dahi sevmektir. Bu demek değildir ki halkın düşmanlarına düşman olmak, o memleketten vazgeçmektir. Bir toprağı memleket yapan üstündeki taş binalar, elle çizilen sınırlar ya da ne kadar çok kanla yıkandığı değildir. O boş tarlayı memleket yapan üstündeki insanlardır, halktır. Bir sokakta yürürken yanından gelip geçenlerin konuşmalarıyla, parkta el ele tutuşan bir çiftin sevdasıyla, mahallelerinde top oynayan, bisiklet süren çocukların kahkahalarıyla severim ben bir memleketi. Bir ağacın dalı için severim. O ağaca biri el uzattığında, halkının tek vücutta birleşip devleşen öfkesiyle severim. Ağaçlarını, parklarını ve kentlerini korumak adına ölebilecek gençlerin umuduyla severim. Bombaların, silahların ve savaşların yıkamayacağı bir umut vardır benim memleketimde. Orası çok uzak, uzaktan daha uzak bir yerdedir. İçimdedir. Esmer, sakallı, güzel gözlü bir adamın kavgasıyla tutunurum ona, on beş yaşında ve başında bir fişekle uçurtmasını göğün en güzel yerlerine uçuran kardeşimdir bana o umudu veren. Çok severlerdi onlar da bu ülkeyi, ben öyle bildim. Bir büyük şehrin, bir büyük parkında, kocaman bir ceviz ağacının altında oturup kitap okurken o ağaçlar için savaşan onlarca gencin karşıma dikilen siluetleridir benim için o topraklar. Ölüm alır onları, analarının koynundan, sevdalılarının yanından ve dostlarının kavgasından. Ah, diyor ya şair: “Ölüm gelir sonra silah sesleri/Önce silah sesleri duyulur çok yakınında/Ve yankılanır az sonra uzak bir ülkede./Ölüm gelir./Bir kapıyı örter gibi./Doğum tarihlerine, düşlere aldırmaz.” (Erhan, 2015). (Ahmet Erhan Kimdir? Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği, 2007) Size o dağların ardındaki ülkenin tüm çiçeklerini anlatmak isterim. Öyle güzeldir ki havası, göğünün deniziyle birleştiği yerde seversiniz orayı. Ağaçlarının rüzgârdaki hışırtısını, yer yer beyaz, bazı yerlerde kırmızı düzlüklerini ve dumanlı dağlarını seversiniz elbet siz de. Öyle güzeldir de o memleket, gün gelir içinde kovalamaca oynayan, uçurtma uçuran tek bir çocuk kalmaz olur. Parkları bomboş kalır. Sevdalıları yalnız hem de yapayalnız kalır sokaklarında. Bazı günler olur ben bile penceremi açıp havasını solumaya korkar olurum memleketimin. Çünkü analarının yüzünde bir tebessüm göremez olmuşumdur artık, gözlerimizin yaşı, içimizin yangını hiç dinmez olmuştur. O zaman bir tek ağıtlar kalır ülkeme. Bir toprak parçasında yalnızca ağıtlar kaldığında nasıl olur da ora size bir vatan olur? Memleketim. Bilinmeyen diyarlarda bir dağın ardında, dumanlı tepelerin içinde yatar. Uzaktadır, kimse görmez. İnsanları bağırır her gün, acılarını dindiren olmaz. O yemyeşil düzlükleri yanmış, kül olmuştur. Kül kül olup da analarının boğazına durmuştur. O heybetli ağaçlarında yaprak kalmamıştır, çiçeklerinde tohum tükenmiştir. Gündüzü olmaz, gecesi hiç bitmez. Bir karanlık bulut sarmıştır dört bir yanını. Tozun, dumanın griliği içinde bedenler yürüyüp gider caddelerinde. Soranı olmaz, ardından ağlayanı olmaz memleketimin. Bir gün diner mi bu alacakaranlık? Yine doğar mı evlatları küllerinden? Söndüğünde bu alevler, çıktığında memleketim aydınlığa ve güldüğünde bir çocuğun yüzü yeniden ilk defa. Kaynakça Ahmet Erhan Kimdir? Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği. (2007). 2016 tarihinde Türk Dili ve Edebiyatı Web Sitesi: http://www.turkedebiyati.org/sairler/ahmet-erhan.html adresinden alındı Erhan, A. (2015). Burada Gömülüdür. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi. KEREM AYÖZ Google Nasıl Yönetilir Ki ? İlkokuldaki hâllerimizi hatırlayalım; evimizden ayrıyız, her türlü işimizde bize yardım eden ailemiz yanımızda yok, böyle bir durumda sanki tek başımıza vahşi ormanda kalmış gibi hissederdik. Annemizin sıcak kucağı olmayınca hepimiz öğretmenlerimizden medet umardık elbette. Her şeyimizi onlara anlatır, hayatı onlarla öğrenirdik. Tıpkı annemiz olurdu öğretmenimiz. Şimdilerde ise yeni bir öğretmenimiz var vahşi orman misali dünyamızda, hem de elimizin altında. Kendisine “Google amca” denilen yeni öğretmenimiz bizlere hiçbir insanın aklında tutamayacağı kadar bilgiyi sunuyor, hem de amcalarımız gibi yavaş da değil saliseler içerisinde. Aynı ilkokuldaki gibi öğretmenimize mantıklı mantıksız her türlü soruyu soruyoruz; evimizin yolunu, giyeceğimiz kıyafetleri, dünyada olup biteni. Kısacası “Google amca” hayatımıza resmen şekil veriyor. Durum böyle olunca herkes böyle büyük bir şirketin nasıl öğretmenimiz kadar, hatta çoğu zaman daha fazla, önemli hale geldiğini merak etmeye, yani Google amcasını daha yakından tanımaya çalışıyor. Bugün sizlere Google hakkında yepyeni bilgiler sunan kitabımız Google Nasıl Yönetiliyor hakkındaki fikirlerimden bahsedeceğim. Kitabımızı iki üst düzey Google yöneticisi Eric Schmidt ve Jonathan Rosenberg tam bir sohbet kıvamında yazmışlar ve kitapta Google hakkında ilginç ve bir o kadar hayranlık duyulacak fikirler var. Gelin Google Nasıl Yönetiliyor’a beraber bakalım. Dünya ekonomisinin belkemiği haline gelen Google, internetin akıl almaz hızlı geliştiği 21. yüzyılda yaptığı doğru hamlelerle şu an internet trafiğinin %82’sini yönetir hale geldi. Misyonları dünyadaki bilgiyi organize etmek ve bunu kullanılabilir hale getirmek olan Google, yönetim şekli ve çalışma olanaklarıyla da insanları şaşırtıyor. Herkes bu kadar büyük bir şirketten ihtişamlı gökdelenler, takım elbiseli çalışanlar, o yapmacık kahkahaların koptuğu resmi yemekler, çok ciddi ve yarış içerisinde olan klasik bir şirket havası beklese de Google bütün tabuları yıkarak çalışanlarına ev ortamı oluşturmaya çalışıyor. Kitabımızda Eric ve Jonathan da bunu sık sık belirtmişler. Çalışma ortamının ev ortamı gibi ve hatta daha da rahat olmasının faydalarını birçok kanıtla ve örnekle anlatmışlar. Hepimiz dolgun maaşlı işlerin, devasa evlerin, lüks arabaların peşindeyiz haklı olarak çünkü iş dışındaki hayatımızın rahat olmasını istiyoruz. Çoğumuz işine her sabah uykusunu alamadan uyanarak, oflaya puflaya ve belki de eşiyle ve çocuklarıyla kahvaltı yapma zevkini tadamadan gidiyor. İnsanlar her ne kadar katlanmaya çalışsa da ülkemizde ve dünyada işinden memnun olmayan o kadar çok insan var ki… Sayılar bizlere aslında bu düzenin yanlışlığını açık ve net gösteriyor. Google ise burada yine farkını gösteriyor ve insanlara ev ortamını, hatta istediği zaman uyku makinelerinde uyumasını, esnek çalışma saatlerini, eğlenceli aktiviteleri ve o neşeli ofis ortamını çalışanlarına sunuyor. Benim gibi birçok mühendis adayının hayallerini süsleyen Google, diğer şirketler gibi kurtlar sofrası da değil. Yazarlarımız Eric ve Jonathan, çalışanlardan en çok sinsi olanları sevmediklerini birçok yerde dile getiriyorlar. Böyle büyük şirketler hele ki Google her zaman verim üzerine çalışır ancak bunun çalışanlar arası rekabetle değil dayanışmayla geleceğini düşünüyor. Takım çalışması ve senkronize çalışan gruplarla gerçekten de Google nasıl bu kadar geliştiğini bizlere kanıtlıyor. Maaş konusunda ismi kadar görkemli miktarlar söz konusu değil belki ama bana sorarsanız ben böyle harika, rahat ve gerçekten de her gün gitmekten zevk alacağım ve üretkenliğimi sürdüreceğim bir şirketi her türlü maaşa ve pozisyona tercih ederim. Çünkü insanlarının tam potansiyelini göstermesinin yolunun baskı ve korkudan oluşan ortamlardan değil, zevk alacağı ve kendini rahat hissedeceği, dünyanın o vahşiliğinden kaçabileceği ortamlardan geçtiğine inanıyorum. Gerçekten keyifle okuduğum bir kitap olan Google Nasıl Yönetiliyor bizlere ve diğer şirketlere örnek olan Google’ın ilginç ve bir o kadar etkili politikalarını somut örneklerle gösteriyor. İş hayatındaki rekabet ve performans odaklı çalışma tabuları ortadan kaldırıldığında başarının da nasıl bununla birlikte geldiğini belirtiyor. Kısacası Google’ın başarısının asla ama asla tesadüf olmadığını kanıtlayan, okuduktan sonra Google’a olan hayranlığımı daha da artıran bu kitabı diğer insanlarla beraber ayakta alkışlıyorum ve yeni öğretmenini daha yakından tanımak isteyen herkese tavsiye ediyorum. Belki öğretmenimizden öğreneceğimiz daha birçok şeyimiz vardır, kim bilir… Eray ŞAHİN Biraz Müslüman Olmak Genelde küçük yaşlarda kurulur din ile aramızdaki ilk bağlantımız, sorgulamaya başladığımız zamanlarda yani. Çocukluğun getirdiği tükenmeyen merak, cevaplanması bir hayli zor sorular sordurur. Bunlardan bir tanesi de yıldızların ötesinde ne olduğudur, W.B.Yeats’in Kızıl Hanrahan isimli kitabındaki çocuğa göre. İşte bu soruyu –ya da kitapta olduğu gibi din kavramını- küçük bir çocuğa mantıklı bir biçimde anlatmak gerçekten çok ince bir iştir. Nihayetinde, din –doğru kullanıldığında- insanların hayatını birçok yönde olumlu etkileyen özel kavramlardan biridir. Dolayısıyla, en başından itibaren din eğitimini güzel ve mantıklı bir şekilde kazanmış/vermiş olmak şarttır. Din, faydacı bir yaklaşım doğrultusunda algılandığı sürece insanların hayatlarını iyileştirebilir. Bunun nedenlerinden biri, onun yol gösterici bir “kılavuz” niteliğinde olmasıdır. Başka bir deyişle, din –hangi hâli olursa olsun- iyi insanlar yetiştirmeyi hedefler genellikle. Öyleyse, yıllarca birikmiş bilginin ve nasihatin bir araya gelmiş hâli olan bu kılavuzdan yararlanmamak, bizim için bir kayıp olabilir. Ancak bundan faydalanmak için her şeye körü körüne inanmaya gerek yoktur, tıpkı benim inanmadığım gibi. Ben kendimi “biraz” Müslüman olarak tanımlıyorum. Mensup olduğum dine ait güzel değerleri –saygılı ve hoşgörülü olmak gibi- benimsiyorum, mantıksız bulduklarımı pek de umursamıyorum. Bunun yanı sıra, çaresiz ve güçsüz hissettiğimde beni kurtarabilecek bir güç olduğuna inanmam beni rahatlatıyor, dinin başka bir faydası. İkinci durumdaki mantık benim durumum için oldukça ilginç. Çaresiz ve yalnız olduğumu düşünmek beni daha da strese sokacağı için bunun tam tersini yapıyorum, tam anlamıyla inandığım için değil. Bütün bunları yazdıktan sonra kendime gerçekten Müslüman olup olmadığımı sorasım geliyor, ancak daha da kurcalamadan devam etmeyi tercih ediyorum. Dolayısıyla, önemli olan her şeye birebir inanarak faydalanmak değil, mantıklı bir şekilde faydalanmak benim için. Zaten din de bu şekilde kullanılmalı. Günümüzde insanlar yaptıklarının mantığını sorgulamadan her şeyi benimsemeye başladı. Yani, olması gerektiği gibi dini sorgulayarak ve didikleyerek kavramak yerine –kitaptaki meraklı çocuk gibi- doğrudan inanıp sorumluluk almaya alıştılar. Ancak, böylesine bir durum faydadan ziyade çeşitli problemlere sebep olabilir. İnsanlar bilinçsiz bir “yönetilme durumu” içine girebilir. Dolayısıyla, işin mantığını anlamak ve bu doğrultuda arayışlarda bulunmak dinin potansiyel faydalarını açığa çıkaracaktır. Din, kapağı açılmayı bekleyen bir hazine gibi düşünülebilir öyleyse. Dolayısıyla, bu hazineyi kullanabilmek için kaliteli bir din eğitimi almak/vermek de büyük bir öneme sahip. Başka bir deyişle, insanların dini nasıl tanıdığı ve diğerlerine nasıl tanıttığı da gerçekten dikkat edilmesi gereken bir durum. En basit haliyle, başlangıçtaki çocuk örneği bile çoğu insanın yakından şahit olduğu ve sıkıntı yaşadığı bir durum. Böyle bir durumda aileler doğrudan dinin içindeki karmaşık kavramlardan –Allah, kitaplar, melekler gibi- bahsetmeye başlıyor. Oysaki böyle bir yaklaşım sona saklanmalı. O yaştaki bir çocuğun bunları yorumlayıp kendince çıkarım yapması çok zor çünkü. Özellikle de yetişkinlerin bile bu konularda tereddüt ettiğini düşündükten sonra böyle bir yaklaşım kesinlikle ertelenmeli. Öyleyse, öncelikle ahlâk kuralları doğru bir biçimde öğretilmeli insanlara. Böylelikle, bireyler -ilerleyen zamanlarda- din kavramı ile etkileşime geçtiğinde kendini daha rahat ve doğal hissedecektir. Zamanla kendi hayatını ve dinleri kıyaslayacak, kendine uygun olan konusunda daha doğru bir seçimde bulunacaktır. Ayrıca, böyle bir yaklaşım zorlama ve anlamsız bir inançtan ziyade, işlevsel ve faydalı olanı getirecektir insanlara. Din, öyleyse, hayatımızı güzelleştirebilecek yönergelere sahip. Ancak, insanlar kendini tamamen bu kaynağa bırakmamalı. Her zaman için yaptığı işin mantığını sorgulayıp buna göre hareket etmeli, sorgulayıp araştırmalı. Aksi takdirde din kavramı çok karışık ve anlamsız bir bulmacaya dönüşebilir. Aynı zamanda, din eğitimine gelince, bireyler zoraki bir inanç durumuna sokulmamalı. Önce ahlâk kurallarıyla yakından etkileşime geçmeli. Sonrasında da kendi değerleriyle eşleşen ve kendini rahat hissedebileceği bir inanç tarzını seçmeli. Ancak bu şekilde din, içindeki faydaları bizim için sunacaktır. Kaynakça Yeats, W.B. Kızıl Hanrahan. Çeviren Nilay Öztürk, Aylak Adam Yayınları, 2014. Korkmaz,1 Name Surname:Begüm Korkmaz ID:21400368 Section: 15 Instructor: Başak Berna Cordan 5.Ödev 16.12.14 ADALET Sabahattin Ali’nin 1937 yılında kaleme aldığı Kuyucaklı Yusuf adlı yapıtta toplumsal yapıdaki bozukluklar, ahlaki yozlaşma ve aidiyetsizlik gibi birçok tema işlenmiştir. Eserin ana kahramanı olan Yusuf; dürüst ve saf bir delikanlıdır. Fakir bir ailenin çocuğu olan Yusuf küçük yaşlarda anne ve babasını köyde yaşanan bir olayda kaybetmiş ardından Edremit’ten ayrılıp kentte yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. Fakat şehir hayatına alışma konusunda çok sorun yaşamıştır. Yusuf’un kent yaşamında bu denli sıkıntı çekmesinin nedeni köy hayatında karşılaşmadığı adaletsizlik, imtiyaz ilişkileri ve sınıfsal ayrım gibi kavramlara alışamamasıdır. Adaletsizlik kitapta en fazla göze çarpan olgulardandır. Demokratik düzenin yerleşmemesi ve toplumdaki çarpık güç dengelerinden kaynaklanan adaletsizlik, eserde Hilmi Bey ve oğlu vasıtasıyla ele alınmaktadır. Hilmi Bey, oğlu Şakir’i hapisten kurtarmak için karakol çavuşuna rüşvet verip yalancı şahitler tutmuş veoğlunun işlediği suçarağmen hüküm giymemesini sağlamıştır. Ne kadar acıdır ki 21. yüzyılda hâlâ pek çok toplumda hukuk ve adalet sistemi kusursuz işleyen bir mekanizma değildir. Adaletin sekteye uğramasının başlıca nedenleri ise siyasi otoritelerin yargının bağımsızlığına müdahale etmesi, vatandaşların duyarsızlığı ve anayasal eksikliklerdir. Siyasi otoriteler maalesef bazı ülkelerde hukuk ve adalet konularında oldukça etkilidir. Bu durum adaletin tam anlamıyla gerçekleşmesine engel olmaktadır. Bazı ülkelerde hâkim ve savcılar nihai kararlarını verirken siyasi otoriteleri de hesaba katmaktadırlar çünkü her an işlerini kaybetme ya da iş yeri değişikliği gibi olaylarla karşılaşabilmektedirler. Adaletin sağlanabilmesi için siyasi kurum ve kuruluşların yargı kararlarına uzak durması gerekmektedir. Çağdaş uygarlık seviyesine erişebilme, hukukun üstünlüğünü kabullenmekten geçer. Hukuki süreç hiçbir kişi ya da kurum tarafından etkilenmemelidir. Öte yandan tutuklama ve yargılama süresinin uzun tutulmaması ve kararlarınivediliklealınması,gecikmiş adalet kavramını vebukavramıngetireceği sakıncalarıKorkmaz,2 ortadan kaldıracaktır. Anayasa, adaletin en önemli unsurlarından birisidir.Bu nedenle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin anayasasını örnek alarak, tüm kişi ve kurumların hak ve özgürlüklerini ve tüm cezai uygulamaları en ince ayrıntısına kadar kapsayan bir anayasa hazırlamalıdırlar. Bunun yanı sıra hâkim ve savcıların hiçbir maddi kaygılarının olmaması ve verecekleri kararlarda çevre faktörlerinden etkilenmemeleri için gerekli her türlü ortamın sağlanmasına özen gösterilmelidir. Gelişmiş ülkelerde hâkim ve savcı ücretlerinin yüksek tutulmasınınana sebebi, hâkim ve savcıların rüşvet ve başka faktörlerden korunmalarını sağlamaktır. Adaleti zedeleyen unsurlardan bir diğeri ise kişilerin duyarsızlığıdır. Bireyler çevrelerinde gerçekleşen adaletsizliklerle ilgili tepkisiz kalmamalı ve protesto haklarını demokratik çerçeveler içerisinde kullanmalıdır. İnsanların hak ve özgürlükleri konusunda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Bu noktada sivil toplum örgütlerine, ailelere ve eğitim kurumlarına önemli sorumluluklar düşmektedir. Aileler çocuklarına küçük yaştan itibaren adaletin önemini aşılamalı ve onlarıhak veözgürlüklerkonusunda bilinçlendirmelidir. Adaletsizliğin ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü her yerde toplumsal değerlerde yozlaşma ve ahlak çöküntüsü başlar. Daha da kötüsü, vatandaşların geç gelen ya da hiç gelmeyen adaleti kendilerinin sağlamaya çalışmasıdır. Bu durum hukuksuzluğu daha da artıracak ve toplumsal bütünlüğü zedeleyecektir. Adalet toplumsal yapının temel taşı ve gelişmişliğin olmazsa olmazıdır. Bu nedenle bütün vatandaşlar adaletin öneminin farkında olmalı ve çevrelerindeki olaylara duyarsız kalmamalıdır.Siyasi otoritelerisehukukave adalete müdahaleetmemelidirler. Unutulmamalıdırki yargısı çökmüş birülkenin kendisi de çökmeye mahkûmdur! Kaynakça: 1.Ali, Sabahattin. KuyucaklıYusuf.YapıKrediYayınları,2001 Hayranlık Uyandıran Bir Aşk | On Üç Günün Mektupları – Cemal Süreya Deniz Uslu | 22 Ekim 2014 Kimileri çok uğraşır iki kelimeyi yan yana getirip sanat yapmak için, kimileri ise normal bir gün içerisinde konuşur gibi yazar düşüncelerini kâğıda. Zamanında ben de çok çalıştım düşüncelerimi yazıya aktarabilmek için, güzel şiirler yazabilmek için ama ya yeteneğim yoktu ya da yaşadıklarım bir sanat çıkarabilmek için yeterli değildi. Aslında duygusal biriyimdir, bu zamana kadar sevdim de, sevildim de ama bunu yazmak için her oturduğumda aktaramadım kafamdakileri yazıya o yüzden çok özenmişimdir takır takır düşüncelerini yazanlara, süslü cümlelerle hissettiklerini, düşüncelerini bir çırpıda anlatabilenlere. Genelde bizim okuduğumuz şiirler, yazılar ya aşk üzerine ya terkedilme ya da ulaşılmaz aşk üzerine yazılan yazılardı. Ben çok fazla kitap okumama rağmen şiir ya da mektup türünü çok fazla okumadım şimdiye kadar o yüzden belli başlı sevdiğim şairler ve yazarlar vardır. Bunlardan biri de Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın anlatım dili, yazdıkları gerçekten beni büyülüyor. Bu yüzden onun kitabı olan ‘On üç günün mektupları’ nı inceledim. Cemal Süreya, bu kitabında 1972 yılında geçirdiği hastalık sonucunda hastanede yatan eşi Zuhal Tekkanat’a moral vermek için 13 gün boyunca ya evinde ya da bir kahvede oturup sigara içerken yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Bu kitabın belki de en çekici özelliği Cemal Süreya’nın yazarlığının yanında özel dünyasını da giriş yapıyoruz. İlk defa bu kitapta yer alan ‘Sevgilim, ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim Elimde uçuk mavi bir kalem, cebimde iki paket sigara Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden’ diye başlayan ve devamında Cemal Süreya’nın karısına duyduğu derin aşkı gördüğümüz ve Zuhal Tekkanat’ın yerinde olmak istediğimiz şiiri ‘Sevgilim, ben şimdi’ kitabın en dokunaklı, en duygu dolu şiiridir. Bu sadece verebileceğim örneklerden sadece biri. Kitabın geneline baktığımızda da sanki günlük yazıyormuş gibi yazmış Cemal Süraya. ‘Dün senden ayrıldıktan sonra eve gittim. Akşam geç saatlere dek bekledim. Memo gelmedi. Sonra madam söyledi; Nihal telefon etmiş; bu gece Nihal’ler de kalacaklarmış; hoşuma gitmedi bu; çünkü oğlumla beraber olmak isterdim.’ gibi yazılar bulunmaktadır içinde. Karısı 13 gün boyunca hastanede yatarken o, nerdeyse dakikası dakikasına neler yaptığını, hayatında neler olduğunu, neler düşündüğünü anlatmıştır karısına. Bunların yanında da tabii ki eşine duyduğu o büyük aşkı yazmıştır sıkılmadan, bunalmadan, üşenmeden. Beni en çok etkileyen yanı Cemal Süreya’nın bunları belki yayınlanır düşüncesiyle yazmamış olmamasıdır. Güzel ya da edebi olması için özel bir çaba sarf etmemiştir. Bu yüzden bu kadar dokunaklı, bu kadar özel bu mektuplar ve mektupların içinde bulunan şiirler. Benim çevremde de bu kitabı okuyan birkaç insan vardı ve onlarla konuştuğumuzda ben okuduğum için pişmanım tepkisini aldım. Benim için o kadar şaşırtıcı bir yorum oldu ki tepkimi belli ettiğim de aldığım cevap daha şok edici bir şeydi aslında, o da şuydu ki; evet pişman oldum bu kitabı okuduğum da çünkü Cemal Süreya’nın yaşadığı aşk o kadar yoğun ve içten ki, ben karısını kıskandım ve bu denli aşklar var fakat biz neden bulamıyoruz düşüncesiydi. Mantıklı düşününce evet haklıydı o da, çünkü günümüz de olan aşklar genelde lafta kalan duygulardan oluşuyor. Artık çıkar ilişkisi daha ön planda duygulardan. Birbirlerini koşulsuz, çıkarsız seven çok az insan kaldı günümüzde. Çevremizde kim var ki karısı hastanede yatarken gününü dakikası dakikasına anlatan, duyduğu aşkı çekinmeden yazan. Ama bu kitabı okuduğumuz da aşka inancımız artıyor. Evlenince aşkın ölmediğini görüyoruz çünkü Cemal Süreya ‘sen ve ben’ kavramının nasıl ‘biz’ kavramına dönüştüğünü sergiliyor bize. Tam bir oku-bitir dön ve tekrar tekrar oku kitabı. Okudukça aşka tekrar tekrar aşık olunası bir kitap. Kitabı okudum, yer yer gözlerim buğulu okudum ve Cemal Süreya’ya bir kez daha hayran kaldım. Berrak Müftüoğlu Arkada Kalanlar Her şeyi geride bırakıp çekip gitmek ister bazen insan. Belli bir rotası olmadan, aklı nereye eserse gidip yeni bir hayata başlamak ister. İstemek, düşünmek kolay da bunu gerçekten yapabilecek kaç kişi vardır bilmiyorum. Hani öyle uzun bir süreliğine gitmemize de gerek yok ama yine de zor gelir çoğumuza alıştığımız hayatı arkada bırakmak. Damon Galgut’un romanında ise zor gelmiyordu bunlar, hiçbir şey düşünmeden bir anda yola koyulabiliyordu karakter, bir başına yollara düşüp uzaklaşıyordu normal hayatından. Kitapla ilgili dikkatimi çeken o kadar nokta var ki ne anlatsam bilemiyorum biraz. Öncelikle benim için biraz karamsar bir kitaptı Yabancı Bir Odada. Sanırım dikkatimi çeken bütün noktalarda bu yüzden oluştu. “Yalnız başına geziye çıkan birinin hikâyesinde bu kadar kötü bulduğun ne olabilir ki?” diyebilirsiniz. En azından ben ilk öyle demiştim kendime “Şirin bir kitap olmalı, yazar gezdiği üç yerde yaşadıklarını anlatıyor sonuçta.” Bilemiyorum belki de ben kış mevsimi, hava kapalı gibi nedenlerden zaten iyi hissetmiyordum ve kitabı bu yüzden gereğinden fazla sıkıcı buldum ama nedeni ne olursa olsun durum bu şekilde. Bütün bu kitapla ilgili kötü hislerimin başı karakterin yalnız başına olması sanırım. Ben sevmem yalnız başıma durmayı, yaptıklarım diğer insanlarla paylaşılınca değer kazanıyor benim için. Sinemaya gidiyorsam yanımda biri olsun isterim, filmdeki saçma yerlere birlikte gülelim birlikte eleştirelim filmi diye. Odamda müzik dinlediğim zaman dışında en ufak şeyi bile arkadaşlarımla yapmayı isterim. Çimlerde boş boş yatacaksam birileriyle birlikte olayım, kütüphanede ders çalışacaksam yanımda biri oturuyor olsun ki en sıkıcı şeye çalışırken bile mutlu olabileyim. Bu kadar küçük şeylerde bile yanımda arkadaşım olsun isterken dünyanın diğer ucuna yalnız başına gitme düşüncesi beni üzüyor sanırım. Bir diğer sorunsa yolculukta tanışılan yani arkadaşlar. Kitapta dört beş tane yol arkadaşı edindi yazar, her birini kendi bölümleri bitene kadar gördük. Kitap boyunca bu kısa yol arkadaşlıkları dışında kimse yoktu yazarın yanında, bu arkadaşlıklara da çok istekli değil gibiydi yazar, hatta ilk başta o diğerlerinin yanında gitmeye başlamış olsa bile bölümün sonuna doğru ayrılacakları vakti bekler gibiydi. Yeni arkadaşlıklar da eskileriyle gezmek de çok heyecan verici şeyler benim için, o yüzden yazarın bu kadar yalnız dolaşması, yeni arkadaşlıklarını gezinin sonunda hemen unutması üzdü beni biraz. Kitaptaki yol arkadaşlarının durumlarıysa başka bir sorundu benim için. Zaten her bölümde bir tane yol arkadaşı ediniyordu yazar, bunların her birinin sonunun kötü bitmesi ve yazarın bu kötü sonlardan çok geç haberdar olması durumu daha da karamsar kılıyordu benim için. Anna vardı mesela, kitaptaki son yol arkadaşıydı, intihar eğilimli olduğundan gezmesi gerektiğine karar vermişti ailesi. Karakter kitaba ilk geldiğinden beri sonunda öleceğini biliyordum ama yine de bir umut farklı bir son vardır diye bekledim sanırım. Yazarın Anna öldükten çok sonra haberi oldu bu durumdan; aynı şekilde diğer yol arkadaşlarının da başlarına kötü şeyler geldi ama bunları öğrendiğinde yazar onları unutmaya başlamıştı bile. Sanırım benim için yol arkadaşlarının sorun olmasının nedeni de bu. Hepsinden önce sadece bir süreliğine arkadaşlık edeceğiniz anlamına geliyor bu tamlama, yolculuk bittiği zaman ne kadar görüşmeye çalışsanız da zamanla kayboluyor o arkadaşlıklar. Birileri tarafından unutulmak korkutuyor beni, sanki onlarla iletişimim kesildiğinde hiç tanışmamış olacağız, yaşadıklarımız aklımızdan silinecek gibi geliyor. Belki de o yüzdendir hayatıma giren herkesi aklımda tutmaya çalışırım, birisiyle yaptığım en ufak bir konuşma tekrar tekrar zihnimde oynar, ne kadar çok oynatırsam o kadar aklımda kalır gibi. Hoş bu da onlarla olan iletişimin kopmasına engel olmaz, bu kişilerle konuşmalar yavaş yavaş azalmaya başlar. En sonunda sanki hiç tanışmamışız gibi yolumuza devam etmemiz gerekir, yine de anılar aklıma her geldiğinde yüreğimi bir burukluk kaplar. Birilerinin yanında olmak beni en mutlu eden şeyken arkada kalanları düşünmeden yapılan yolculukların romanı benim için karamsar bir kitaptı tabii ki. Başta dediğim gibi her insan her şeyi geride bırakıp gitmek ister ama yapmak zor gelir. Burada her şey diye bahsettiğim daha yola çıkmadan önce olan şeyler olmak zorunda da değil; yolda tanıştıklarını, kazandıklarını bırakmak çok daha zor bir durumdur benim için. Kitapta olduğu gibi son trenden inince ayrılamam ben orada tanıştıklarımdan. Anna’nın iyileşip iyileşemediğini merak ederim, Reiner’in nereleri gezdiğini duymayı Jerome ile sürekli haberleşmeyi isterim ben. Kitapta bütün bunlar çok kolay bir şekilde unutulurmuş gibi anlatılmış olsa da işin gerçeğinde bunların böyle çabuk unutulabileceğini düşünmüyorum. Belki de o yüzden yalnız yola çıkmaktan korkuyorumdur, geri döndüğüm zaman hem ben yoldayken evde kalanlar hem de yolda tanıştıklarım arkada bıraktığım kişilere dönüşecekler diye. Kaynakça Galgut, Damon. Yabancı Bir Odada. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015. Geçmişin Gelecekteki Gölgesi Geçmiş,sadece ardımızda baktığımız yaşananlar ve geçip giden yıllar mıdır ? Yoksa bir insanı insan yapan temel unsurlardan biri midir ? Geçmiş, sürekli özlenen ve her zaman değiştirilmek istenen bir zaman döngüsüdür. Geçmiş,bir treni izlemek ve her vagonda bir dönemi hissetmek gibidir. Geçmiş, son nefesini verirken gözünün önünden geçen ve yakalamaya çalıştığımız kavramdır. Geçmiş, insanı özel yapan olaylar dizisidir. İlk aşk , ilk hata , ilk kayıp ve daha niceleri. Hepsi aslında insanı meydana getirmez, geçmişteki gölgelerin kuklası yapar. Bu yüzdendir ki insan, gelecekte hangi yere gelirse gelsin, ne yaşarsa yaşasın yine de geçmişe dönmek ve bir şeyleri telafi etmek ister. Fakat geçmiş bizi freni tutmayan ve tekerlekleri patlak bir arabanın içine koyar. Aziz Nesin'in dolmuş yolcusu gibi. Her ne kadar hoşnut olmasa da yolcunun geçmişten gelen kuklalığı, onu içine kapanık ve pısırık bir hale getiriyor. Kim bilir belki de her gün içinden geçiriyor keşke öyle yapmasaydım diye fakat bu durum bileti alınmış ve boş yer olmayan bir yolculukta yer değiştirmeye çalışmak gibi ya da Azin Nesin'in deyimiyle: '' Uslanma hiç hep deli kal büyüme sakın çocuk kal es deli deli böyle kal.'' Oysa ki geçmiş ile gelecek arasındaki bu etkileşim aslında bir duvara toslayış. İster istemez bir şeylerin kölesi ve oyuncağı oluyoruz çünkü hangimiz geçmişte yaşadıklarımızı kontrol edebildi ki geleceğine ışık tutabilsin ? Bu yüzden insan geçmişini temel alarak kendini yönlendir oysa ki geçmiş Schrödinger'in Kedisi gibidir. Aslında geçmişimiz hem vardır hem de yoktur. Onun etkisi olmasına rağmen onun varlığını değiştirmek isteriz. Bu yüzden geçmişini bir daha yaşamamaktır en iyi kararlılık. Bunu anlamamıza yardımcı olacak örneklerden biridir İstanbul'un Halleri. İnsanların geçmişi ve karakterlerinin uyumuyla meydana gelen birbirinden farklı öyküler. Kimi zaman saf, kimi zaman cin gibi olan insanları Aziz Nesin'in en samimi diliyle dinliyoruz. Aziz Nesin, yaptığı gözlemlerin ve sıfatların üzerine uzun uzun düşündüğümüz, ve çoğu zaman kitaplarını yüzümüzdeki acı bir gülümsemeyle noktaladığımız yazar. Fakat bu öykülerde Aziz Nesin'in farklı bir özelliği, evrenselliği aniden parlıyor. İnsanlar aslında her zaman aynı olduğunu, 50 yıl önce geçen sorunlar şimdi de yaşanıyor , 50 yıl sonra da yaşanacak olduğu hissettiriyor. Buna bağlı olarak geçmişte olan sorunlar ile şimdiki olan sorunların benzemesinde nedenlerinden biri; birinin geleceğinin, bir başkasının geçmişi olmasıdır. Yani halktır. Halkın etkileşimiyle birbirlerini geleneksel olarak devam ettirmesidir. Diğeri ise yazarlardır. Bence halkımız kadar yazarlarımızda bir o kadar suçludur. Çünkü insanlar varoluşları sebebiyle bir şeylere inanma ve peşinden gitme arzusuyla var olmuşlardır ve bu varoluş liderlere olan gereksinimi ortaya çıkarmıştır. Bu liderlerin bazıları toplumu analiz eden ve asıl hedefi onları yönlendirmek olan yazarlardır. Lider olabilecek yeteneği olan yazarlardan Aziz Nesin'i ele alırsak; Aziz Nesin'in üslubunda daha çok teşvik edicilik olsa ve bu teşvik edicilik, limoni tat bırakmasına oranla daha ağır bassaydı, şu anda geçmişimiz ile çok farkın olacağını düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü değişim temeli çabalamaktır. Kaybettiğimiz zaman değil, çabalamayı bıraktığımız zaman gerçekten yeniliriz. Oysa ki kullanılan limonimsi dil, bir çok kesim için kırıcı ve çabalama isteğini yok edecek düzeydedir. Belki kendini ispatlamış olan Aziz Nesin, farklı bir üslubu benimsese Aziz Nesin mi olmazdı, yoksa biz bu durumda mı olmazdık? Asla bilemicez. Caner Sezginer ÖZDEMİR 1 Betül Buket ÖZDEMİR 21301971 TÜRKÇE 101/Şube-106 Başak Berna CORDAN 23/10/2014 Kuş Misali Kütüphaneye şiir kitabı almaya gittim. Ben raflara aradığım kitabı bulmak için heyecanla bakarken birden Cemal Süreya’nın bu kitabını gördüm. Göçebe. Bu incecik kitap nasıl da çarptı gözüme hiç bilmiyorum ama görür görmez ben bu kitabı okumalıyım dedim. Kitabı alıp yurda döndüm ve ertesi gün kitabı bir çırpıda okuyup bitirmiştim. Kitabımı bitirmemle beraber kendimi bu cümleleri yazarken buldum. Göçebe bir şiir kitabından öteydi benim için. Şairin sevgilisini şehirlerle anlatmasıydı sanki. Şair ne amaçla ne düşünerek yazdı bilemem ama ben şairin sevgilisinden diyar diyar gezerek kaçmaya çalıştığını düşünüyorum. Ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın sevdiğinin şehrinden kaçamazdı çünkü kalbinde taşıyordu. Aşkını gittiği her yerde anlatıyordu. Ağaçlara, güvercinlere, gördüğü her varlığa anlatıyordu kalbinde taşıdığı şeyi. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur, derler ya;o zaman Cemal’e ne demeli? Gidebileceği kadar gitmiş, uzaklaşmış sevdasından adım adım. Ama atabilmiş mi kalbinden? Hayır. Belki de atmak istemedi şair aşkını, belki de tek sahip olduğu şey aşkıydı şairin. Şiir kitabında dikkatimi çeken bir diğer şey ise şairin mavi kelimesini çok sık kullanmasıydı. Şairin bu kelimeyi çok kullanması beni acaba mavi kelimesinin başka bir anlamı var mı diye düşünmeye itti. Öğrendim ki mavi kelimesi Arapçada su gibi anlamına gelen Ma’i den Türkçeye geçmiş. Bunu öğrendiğimde çok şaşırdım ama sonra üstüne ÖZDEMİR 2 düşündükçe çok mantıklı gelmeye başladı. Mavi… Mavi kelimesi bu kitabı okuduktan sonra daha bir anlamlı gelmeye başladı bana. Önceden maviyi sadece renk olarak severdim. Şimdi ise kesinlikle bundan daha fazlasını hissediyordum. Arkadaşlarım hep şiir kitaplarının hayatlarını değiştirdiklerini söylerlerdi fakat ben çok inanmazdım. Şimdi anlayabiliyorum, şimdi her şey daha yerli yerine oturdu. Çünkü Süreya benim hayatımda da yeni bir sayfa açtı. Pişmanlıklarıma bir pişmanlık daha kattı; neden daha önce almadım bu kitabı elime? Evet, pişmanım, ama bir o kadar da mutlu çünkü zararın neresinden dönersen kâr değil mi? Maviye dönecek olursak, mavi kelimesi bana denizi ve gökyüzünü çağrıştırıyordu ve sonsuzluğu. Çünkü gökyüzü ve deniz sonsuz gibi geliyor bana, hiç bitmeyecek gibi… Oysaki kocaman denizleri aşınca bambaşka memleketlere bambaşka hayatlara ulaşıyorsun. Bu bana çok muhteşem bir şeymiş gibi geliyor. Düşünsene belki de kaderi olduğun kişiyle aranda da kocaman bir deniz var ama buna rağmen onun bir gün gelip seni bulmasını bekliyorsun. Böyle böyle düşünerek hayatı yeniden yazabilirmişim gibi hissediyorum. Düşünerek dünyayı yeniden keşfedebilirmiş gibi… “Biliyorsun ben hangi şehirdeysem/ Yalnızlığın başkenti orası.”(Süreyya 30) diyor şair kitaba da adını veren Göçebe şiirinde. Cemal yalnızdı yollarda, Cemal aşkıyla yalnızdı. İnsan aşkıyla yalnız olur mu? Aşkı yetmez mi? Bana göre şair her ne kadar yalnızlığından çok bahsetse de yalnız değil, aşkını taşıyor kalbinde. Aksi takdirde nasıl böyle göçebe yaşasın Anadolu’da. Bir insan yalnız yaşayamaz. İnsan insana muhtaçtır her zaman, her anlamda. Kendimi düşünüyorum, bir gün bile yalnız yaşayamam. Ne yaparım ben tek başıma, ne yapılır ki tek başına? Çıkayım sokakta gezeyim desen, çık gez en fazla yarım saate sıkılır geri dönersin yalnızsan; sinemaya gideyim desen, tek başına sinemaya giden kaç insan gördün sen? Yanımda kimse olmayınca yemek yiyesim bile gelmiyor. Bunlar fiziksel yalnızlık bir anlamda. Bir de daha kötüsü var; duygusal yalnızlık. Sevmek, sevilmek hayattaki en önemli şeylerdir. Hatta “Hayat Sevince Güzel” diye şarkılar, filmler bile var. Sevgi tüm insanların ÖZDEMİR 3 ortak duygusudur. Sevgi her zorluğun üstünden gelir derler. Ben inanıyorum bu söze. Sevdiğim bir insan söz konusu olduğunda onun için her zorluğu göze alırım, her şeyin üstünden gelebilecek gücü bulurum kendimde. Bana güç veren bu hisle gülümserken şiir kitabını sonuna gelmiştim. KAYNAKÇA Süreyya Cemal Göçebe:De Yayınevi 1965 Batuhan ALAÇAMLI DAHA FAZLA KAÇIRMADAN Hayatımız boyunca arzu ettiğimiz tatmin edici sonuçları yakalamaya çalışıyoruz. Bu çabamıza rağmen çoğu zaman tam anlamıyla bu sonuçlara ulaşamıyoruz ve şiddetli bir hüzün bulutu sarıyor etrafımızı. Çünkü eninde sonunda yakaladıklarımız ve ulaştığımız sonuçlar bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü o tatmin olmanın getirdiği doygunluk hissini yaşayamıyoruz. Bunun sonucunda büyük bir hüsran yaşıyoruz. Bazen hüznümüzü görmezlikten gelmeyi başaramayız ve insanların gözünde tuhaf bir duruma düşeriz. Hatta bazı insanlar şükretmemiz gerektiğini öğütlerler. Bazen de bizimle hüznümüzle alakalı kulaktan kulağa dolaşan dedikodulara önem verir ve bir mahrumiyet kisvesine bürünürüz. Bu durumdan bile tatmin olamaya çalışırız. Ama bu sefer de üzüntümüzü halının altına süpürmüş oluruz ve hüznümüzü telafi edemeyiz. Hâlbuki asıl ‘’tatmin’’ dediğimiz olay, yaşadığımız olumsuzlukların anahtarı, tatminsizlikten oluşan eksikliğin doğasını kavrayabilmemizde bize yol gösterici olmalıdır. Yani, demek istediğim şey aslında açıkça şu: anlayamadığımız, ulaşamadığımız şeyin asıl önemi; o ulaşılamayan ‘’şey’’ hakkında bilgi sahibi olmaktır. Yahu, zaten ulaşılamadığından, bireyin zihni tarafından kavranamadığından dolayı o ‘’şey’’ bir arzu nesnesine dönüşmüyor mu? Bu şeyi gerçekten elde etmek istediğimizden ötürü de onu kavramayı arzu ederiz. Psikoloji ve psikolojinin yöntemleri, bu konuda önemli bir rol oynuyor bence. Çünkü psikoloji, görünenlerin yanında görünmeyenlere de odaklanıyor. Söylenenlerle birlikte söylenmeyenlerle de ilgilenip, hem kavranan hem de kavranamayan şeylerle de uğraşıyorlar. Ayrıca psikologlar bir şeyden kaçmanın aslında bambaşka bir şeye koşmak olduğunu biliyor ve belli bir durumda, bir şeye karşı aşırı bir arzu söz konusuysa o şiddetle istenen şeyin tam tersini ele alıp, bireye iki nokta arasında bir orta yol bulmaya çalışıyor. Bu yüzden, böyle bir durumda en güvenli limanlar psikoloji eğitimi almış kişilerdir. Eğer bu tür bir probleminiz varsa gecikmeden bu kişilere başvurmalısınız. Zira zaman su gibi akıp, gidiyor. Geçen yıl, geçen kış, geçen gün derken elimizden bir şeyler kaçıp gidiyor ve biz bunun farkına varamıyoruz. Arkamıza dönüp baktığımızda kendi içimizde bir mahkeme kuruluyor. Hem de yargıcı beynimiz, sanığı ise duygularımız, arzularımız olan bir mahkeme. Karar olarak ise değerlendiremediğimiz, inadımız uğruna hiç peşinden gidemediğimiz olasılıklar karşımıza çıkıyor. Ancak bu duruma kendimizi yine kendimiz sokuyoruz. ‘’Günlük koşuşturmalardan ötürü hiçbir şeyin farkında değiliz efendim’’ falan diyerek hatamıza kılıf bulmayalım. Öncelikle kendimizi tanıyalım. Yaptıklarımızı sorgulayalım. Tamam, kabul ediyorum; bunlar çok zor şeyler. Sonuçta insanın kendini tanıması, ömrü boyunca bilinçaltında kilitli tuttuğu karmaşık travmalarla yüzleşmektir bence. Sizin de benimle aynı fikirde olduğunuza inanıyorum. Şimdi bu kadar şey söyledikten sonra maalesef hayal kırıklığına yakalanmamanın veya bahsettiğim şeylerden dolayı hüsrana kapılmamanın reçetesini veremeyeceğim elbette. Ancak bunların insani birer vaka olduklarını ve tabiri caizse ‘’yas tutmak’’ için kendimize zaman açmamız gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Bu istenmeyen olumsuzluklardan koşarak kaçmak yerine, biraz sakinleşip bu hislerle yalnız kalmalıyız. Bu sayede kendimizi tanıyabilme şansı yakalarız. Çünkü ‘’kendini tanıma’’ dediğimiz olay sosyal medyadaki kişilik testlerini çözerek değil, bu beklenti ve hüsranlarla karşı karşıya gelerek olur. Tabii bunları yaparken de hayattan kopup, melankolik bir şekilde zaman harcamamalıyız. Eğer bu durum sizin için bir çukura dönüşüyorsa, daha fazla zaman kaybetmeden profesyonellere danışmak daha faydalı olacaktır. Dediğim gibi; zaman geçiyor, ömür kısalıyor. Bu yüzden, tatmin olmak veya bir şeyi kavramak gibi belli başlı sonuçlar belirleyerek yola çıkmak bize büyük faydalar sağlamaz. Her şeyin sonucunda mutluluk yok maalesef. Bazılarının sonucunda mutsuzluk, bazılarının sonucunda ise ağır bir hüsran ve gözyaşı var. Bunlara karşı her daim hazırlıklı olmak gerekir. Bu acı sonuçları tecrübe ettiğimizde sonuç olarak elimizde sadece hayal kırıklığı ve pişmanlık olmaması için her zaman diğer alternatifleri düşünmeliyiz. İşte tam bu noktada Adam Philips, Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü ile karşımıza çıkıyor. Ünlü psikolog, biz bir şeylerin peşinde at gözlüğümüzle koşarken aslında çevremizde çok daha iyi fırsatların olduğunu ve bizim bunları istemsiz olarak kaçırdığımızı vurguluyor. Sonuç olarak, yapamadıklarımıza ya da farkına varamadan kaçırdığımız fırsatlara yakınmak yerine elimizdekilerle tatmin olmayı, mutlu hissetmeyi öğrenmeliyiz. Bunun insanoğlu için zor olduğunu biliyorum ama daha fazla ‘’kaçırmamak’’ için galiba yapmak zorundayız. Kaynakça: Philips, Adam. Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü. İstanbul: Metis Yayınları, 2015. Alper Kağan Kayalı Terk edemeyenler Bir insan neden hayatını, neden memleketini terk eder? Neden gurbete,kimsesizler diyarına yol alır? Korkular mıdır insanı pes ettiren, yoksa üzüntüler mi? Yoksa sadece “gitmek” mi zorundadır? Bu sorular her insanın hayatında en az bir defa kendi kendine sorduğu sorulardır. Halbuki kimse bu soruları sormanın artık bir anlam ifade etmeyeceğini bilmez. Olan olmuştur artık ve en kötüden dönmeye çalışır insan, çırpınır. Tıpkı bir böceğin örümcek ağından kurtulmaya çalışması gibi. Olabildiğince çabalar ama bu soruları ne kadar çok sorarsa kendini o kadar çok üzeceğini de bilir, kurtulamaz. Kitabı okumaya başladığımda kitabın açıkçası beni bu kadar etkileyeceğini düşünmemiştim. Kitapta Almanya’ya göçmüş ana karakterimiz İsmail’in kardeşi Yusuf’un dağa çıktığını öğrenip onu aramaya başlıyor ve başından birbirinden farklı olaylar geçiyor. Bu olayları okurken de düşünmeye başladım. Acaba böyle bir şey insanın başına geldiğinde insan nasıl bir tepki verir? Pek çok insan dağa çıkanları vatan haini olarak görürken o kişinin ailesi ne yapar? Diğer insanlara oğlunun aslında yanlış bir şey yapmadığını, sadece doğru bildiği şeyi yaptığını nasıl söyleyebilir? Sonra düşünmeye devam ettim. Toplumun normları yüzünden o ailenin ne kadar çok dışlanacağını düşündüm. Markete gittiklerinde sebze satmayacak manavı, berbere gittiğinde selam vermeyecek berberi, oğullarının beyninin yıkandığını bilmelerine rağmen onları artık oldukları gibi kabul etmeyecek mahalleliyi düşündüm. İnsanlar gerçekten tanıdıkları veya tanımadıkları herkesi sorgusuz infaz ediyorlardı. Fransız Devriminin sonucunda Fransız halkının kralını infaz etmesini hatırladım. Onlar da yargısız infaz etmişlerdi krallarını, halbuki bilmiyorlardı ki kralları onlar için her şeyi yapmış, onların iyiliğini istemişti. Hatta kralın infazından sonra bir sürü kişi arkasından yas tutmuştu. Bunlar aklıma geldi ve bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladım. Gerçekten de bazen insanlar gitmek zorunda kalıyorlardır. Kitabın devamında ana karakterimiz kendi hayatını sorguluyor. O da sol ve sağ çatışmasından dolayı ülkesini terk etmişti. Çünkü korkmuştu ve ailesi bunu hiç kabullenememişti. Belki de İsmail Yusuf’un da ailesi tarafından nefret edilmesini önlemek amacıyla çıktı bu yola. Belki de sadece kardeşinin güvenliğini istiyordu. Fakat aslında İsmail’in Batman’da başlayıp Kandil’de sona eren yolculuğu bana çok şey anlatmaya başlamıştı. Ülkemizde bir sürü insan sağ ve sol görüşten dolayı birbirini öldürmüş, ölmekten korkan insanlar ise ülkeden kaçmaya karar vermişti. Aslında hepsi ülkemizin iyiliğini istemişti fakat birbirlerini sırf görüş farklılığından dolayı yargısız infaz etmişlerdi. Bir insanın canını almak bu kadar kolay mıydı peki? Sırf seninle aynı görüşte değil diye bir canlıyı öldürmek doğru muydu ? Belki de korkudan kaçmak da doğruydu. Belki de insanlar o kadar fazla arkadaşını, kardeşini kaybetmişti ki; artık daha fazla üzülmemek için terk etmişlerdi ülkemizi. Belki de üzgünlük de kaçmak için geçerli bir sebepti. Bunlar gerçekten geçerli sebepler miydi bilmiyorum ama bildiğim şey artık bu nedenleri sorgulamayacağımdı. Kitabı bitirdiğimde kafamdaki sorular da aslında açığa kavuşmuştu. İnsanlar gerçekten de ülkelerini korktukları için, ülkede kaldıkça üzülmeye devam edecekleri için terk etmiş olabilirlerdi. Belki daha güzel, daha özgür bir yaşam sürmek isteyebilirlerdi ve benim bunu sorgulamadan “sizin yaptığınız yanlış” demem aynı diğer insanların yaptığı gibi yargısız bir infazdı. Bu kitaptan aldığım en önemli ders ise, hiç kimseyi korktuklarından veya kaçmalarından dolayı yargılamamam gerektiğiydi. Çünkü insanların öyle nedenleri oluyordu ki, kaçmak onlar için en iyi çözüm olarak görünüyordu. Hem kim bilebilir, belki de bir gün ben de kendi iyiliğim için veya korktuğum için kaçacağım. Ama kaçarken bileceğim ki bazen, kaçmak bir erdemdir. Alara MESCİ Değerlim Kaybedene kadar değerini anlamayacağımız, anlayamayacağımız belki de sahip olduğumuz en değerli varlığımızdır özgürlük. Benliğimizin bir parçası olarak gördüğümüz içindir belki de, o kadar içselleştirmişizdir ki sahip olunabilecek bir şey olduğunu bile unutmuşuzdur. Sadece vardır özgürlük; doğduğumuzda, tüm yaşantımız boyunca, hatta ölürken bile. Kimse kaybedeceğini düşünmez bu yüzden özgürlüğünü, onu kaybetmek adını kaybetmek kadar saçma gelebilir bir insana. Solomon Northup tarafından otobiyografik roman şeklinde kaleme alınan “12 Yıllık Esaret” adlı eserin başkahramanı Solomon Northup da özgürlüğünü kaybetmeyi hiç beklemiyordu. Marangoz ve kemancı olan özgür, siyahi bir adamdı, ta ki bir gün kendisine bir sirkte müzisyenlik teklif eden iki adam tarafından kaçırılıp köle olarak satılana kadar. Solomon’un durumunun trajikliğini anlamak için bunun üzerinde biraz durmak herkese yeterli gelmelidir. Kendi halinde yaşadığı dünyasından acımasızca koparılıp on iki yıl boyunca köle hayatı sürmeye mecbur bırakıldı. Şimdi kendinizi bir an için onun yerine koyun. Bir gün gözlerinizi açtığınız zaman bir eşya gibi satılmak üzere bir yere götürülüyorsunuz. Size sahip olmak için para ödeyecek “efendi” size istediğini yapmakta özgür, sizin için ödediği paraya dayanarak. İstediği her şeyi yapmanızı bekliyor, kim bilir hangi şartlarda, nasıl zorlamalarla… Üstelik kafasına göre sizi başka birisine satabilir, tıpkı Solomon’un on iki yıllık esareti boyunca üç farklı insana satılması gibi. Böyle şartlar altında yaşamak zorunda olduğunuzu düşünün. Elinizden hiçbir şey gelmiyor, kimse size yardım etmek istemiyor çünkü aslında kimse yardıma ihtiyacınız olduğunu düşünmüyor. Onlar size baktıklarında sadece işleyen bir düzen, amacına uygun kullanılan bir eşya görüyorlar. Sizin için bir “özgürlük” kavramı olabileceği akıllarına bile gelmiyor. Onu sizden nasıl çalmış olabilecekleri gibi bir konu ise söz konusu bile değil. Sadece onu çalmakla kalmıyorlar; evinizi, ailenizi hatta isminizi bile alıyorlar elinizden. Geçmişinizle olan tüm bağları kopartıp amaçlarına uygun bir “varlık” yaratmaya çalışıyorlar. Tabii Solomon özgürlüğünü almalarına bu kadar kolay izin vermiyor, mücadele etmeye çalışıyor. Özgür bir insan olarak haklarından bahsetmeye çalışıyor, karşılığında dövülüyor ve bir daha özgür hayatından bahsetmesi halinde öldürülmekle tehdit ediliyor. Koşullar böyleyken özgürlüğünü kazanma umudunu da git gide kaybediyor Solomon. Birkaç yıl öncesine kadar ailem yapmayı istediğim bir şey için onay vermediği zaman bile özgürlüğümü nasıl kısıtladıklarını ve beni nasıl istediğim şeylerden alıkoyduklarını düşünüp onlara gönül koyar, biraz da üzülürdüm. Sonuçta istediğim şeylere özgür irademle karar verebilme yeteneğim vardı, neden özgür irademle yapabilmem gibi bir durum söz konusu olmasındı? Bunun gibi küçük şeylerde bile aklıma hemen özgürlüğümün kısıtlandığı gelirdi, acaba Solomon’un yerinde olsam nasıl şeyler hissederdim, inanın hiç bilmiyorum. Üzerinde hiçbir etkimin veya fikrimin olmadığı bir hayata gerçekten “hayatım” demek mümkün müdür? Alara MESCİ Her gün uyandığımızda özgür insanlar olarak kalktığımız için yeterince minnet duygusu hissetmiyormuşuz gibi geliyor bana, kendim için de bu durum böyle. Aslında bir insan özgürlüğünü kaybettiğinde benliğini de kaybeder çünkü. Bu bir tiyatro oyununa benzer, sana nasıl bir insan olman gerektiğini, neler yapmak zorunda olduğunu söylerler ve sen de yaparsın. Fakat bir oyunda bile canlandırdığın karaktere kendinden bir şeyler katmana izin vardır. Özgürlüğünü aldıklarında ise böyle bir şey söz konusu değildir. Bir insanı tanımlayan geçmişi değil, yaptıklarıdır derler. Bir şeyler yapma, bir şeylere karar verme yeteneğini elinden aldıklarında veya engellediklerinde seni tanımlayacak şeyleri de ellerinden almış olurlar. Ah, insanlar özgürlüklerini kaybettiklerinde başka neleri de kaybedeceklerini bir bilseler… RÜYA GÖRÜNÜMLÜ KABUS İnsan bazen ister istemez “izlenme” duygusuna kapılır. Sanki yaptığı her hareket, düşündüğü her fikir, hissettiği her duygu başkası tarafından anlaşılıyormuş, takip ediliyormuş gibi gelir. Adeta bir kameranın varlığını hisseder her bir yanında. “The Truman Show” un temelinde de insanın belki içinde yaşadığı bu garip ama içgüdüsel hisse yer veriliyor. Film bir bakıma aslında zaman zaman insanın hissettiği bu duyguyu somut bir şekilde sunuyor bizlere. İzleyicinin çoğu kez, hatta film boyunca, karakterin yerinde birebir kendini gördüğü; kendini, hayatını, en önemlisi de çevresindeki insanları sorgulamasına yol açan bir konuyla karşımıza çıkıyor. Bu kadar ses getiren ve konuşulan bir film olmasının en önemli sebebi ise filmde geçenlerin insan hayatına bu kadar kolay aktarılabilmesinden kaynaklanıyor. Günlük hayatta herkesin farklı yer ve zamanlara göre farklı maskelerle oynadığı bu dünyanın, bir üst seviyeye çıkarılıp filmde gösterilmesi insanlar tarafından garipsenmiyor. Çünkü insan tiyatro sahnesinde kendinin de oynadığı rollerin olduğunu çok iyi biliyor. Her gün farklı maskeyi takıp, evinden çıkan ve eve gelene kadar hatta şanssızsa evinde bile o maskeyle dolaşan insanlar, yani bizler , hem rol yapmaya hem de bize karşı rol yapılmasına o kadar alıştırmışız ki bünyemizi, Truman Show’u kendi hayatımızla bağdaştırmak hiç de zor gelmiyor bizlere. Hemen etrafımıza çevriliyor gözlerimiz filmden sonra, yanımda oturan annem, arkadaşım, sevgilim, eşim, arkamda oturan adam, önümdeki çift... Acaba bunlar gerçekten göründükleri insanlar olmayabilirler mi? Acaba tüm o üzüntüler, sevinçler, kızgınlıklar bir senaryodan mı ibaret? Acaba benim dışımdaki herkes ve her şey, tüm bu dünya bir kurgudan, bir oyundan oluşmuş olabilir mi? İşte tüm bu korkunç ama bir o kadar da olası sorulara cevap ararken buluyor insan kendisini. Yaşadığına, gerçeğe, çevresindeki insanlara inanmak istiyor. Truman, bu inanma isteğini gerçek dünyaya kaçarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Hayatının profesyonel bir kurgu ve yalandan ibaret olduğunu fark ettiği andan itibaren sıkıştırıldığı bu sahneden bir an önce ayrılmak için yola çıkıyor. Tıpkı Truman gibi, izleyiciler de böylesine bir yapaylığı hissettikleri zaman bir tür kaçış istiyorlar içlerinde. Yaşadığı şeylerin gerçekliğinden, gerçekten insanca yaşadığından ve hayatının doğallığından emin olma ihtiyacını hissediyor. Her ne kadar Truman’ın dünyası güzel bir kadın, güzel bir ev, prestijli bir iş ve diğer bir sürü olumlu özellikleriyle adeta bir “Amerikan Rüyası” olsa da insanlar tüm olumsuzlukları, çirkinlikleri ve zorluklarına rağmen gerçeği ve hayatı yaşamayı yeğliyor. Truman’ın hayatı, bir rüya gibi görünmesine rağmen, izleyiciler kendini onun yerine koyduğunda huzursuzlukla doluyorlar. Bu his ise insanların aslında fark etmedikleri bir tutkularını ortaya koyuyor: Gerçek hayata olan tutkularını. Her şeye rağmen şu anda yaşadıkları hayatlarını, gerçek olmayan bir kurguyla değiştirmek istemiyorlar. İstememekle kalmayıp bu düşünceden korkuyorlar da aynı zamanda. Kendi hayatlarında karşılaştıkları maskeler bile onları rahatsız ederken bir de bu maskelerle dolu hayatta yaşayacaklarını düşünmek, maskesiz kimsenin olmayacağını, sürekli bir sahne içinde bulunacağını düşünmek adeta tüylerini ürpertiyor. Çünkü insanlar yalnızca sevinçlerinin, mutluluklarının ve heyecanlarının gerçekliğini değil; aslında tüm üzüntülerinin, korkularının ve kızgınlıklarının da gerçek olmasını istiyorlar. Biliyorlar ki her türlü duygu ve olay bizi biraz daha olduğumuz insan yapan ve tam anlamıyla insanca yaşamamızı sağlayan unsurlar olarak yer ediyorlar hayatımızda. Tüm bu izlenme ve takip edilme duygusu, çevremizdeki bazı insanların taktığı maskeler kısacası her şeyin bir yalan üzerine kurulmuş olma olasılığı bile fazlaca rahatsızlık veriyor. İnsanlar ne olursa olsun en sonunda gerçeğe ve hayatlarına sonuna kadar sahip olmak istiyorlar. S. İrem AKIN İNSAN VE ZEKASI İnsan fiziksel olarak doğada yaşayan diğer canlılarla karşılaştırıldığında, oldukça güçsüz ve savunmasız bir türdür. Doğada ellerinde silahları olmayan bir grup insanın karşılarına çıkabilecek bir grup etçil hayvan karşısında kendilerini savunmaları neredeyse olanaksızdır. Ne yırtıcı bir hayvan kadar hızlı koşabilirler ne de durup kendilerini savunmaya karar verseler, bir hayvanın gücüyle boy ölçüşebilirler. Fiziksel güç konusunda yetersizliğine ek olarak insan, boğaz yapısı ve dik durması yüzünden boğazına takılan bir şey sonucu ölme ya da bel fıtığı olma riski olan tek canlıdır. Bütün bunlara rağmen insan, yaşayan diğer canlılardan o kadar üstündür ki diğer hayvanları yok edip kendi bölgesini genişletmek yerine diğer hayvanları korumayı kendisine görev bilmiştir. İnsanın bu üstünlüğü diğer hayvanların yanına bile yaklaşamadığı zekasından gelir. İnsan savunmasız doğar. Hatta o kadar savunmasızdır ki normalde yeni doğmuş bir hayvan hemen kalkıp koşmaya başlayabilirken insanın sadece yalpalayarak bile yürüyebilmesi için aylara ihtiyacı vardır. Insanın hayata bu kadar savunmasız başlamasının temel nedeni atalarından aldığı inanılmaz büyük beynidir. Yeni doğmuş bir bebeğin beyni, daha yıllarca gelişmeye devam edecek olsa bile, doğduğu zamanki ağırlığının büyük kısmı kafasında toplanmıştır, dolayısıyla sadece kafasını kaldırabilmesi için bile oldukça uzun bir zamana ihtiyacı vardır. Insanların beyni diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında da inanılmaz derecede büyüktür ve beyin kütlesinin vücut kütlesine oranı dikate alındığında insanın yanına yaklaşabilen başka bir hayvan yoktur. Bir şeyin ne kadar fazlasına sahip olursanız olun, elinizdekinin değeri aslında kullanabildiğiniz kadarının değerinden fazla değildir. Oldukça zengin birinin hala yüzlerine boya sürüp mızraklarıyla hayvan avlayan ilkel bir kabileye katıldığını düşünün. Kullanamadığı parasının ona bir katkısı olamaz. O şartlar altında parasıyla gidip istediği yemeği yiyebileceği lüks bir restoran bulamaz. Paranın bir kıymetinin olmadığı kabile hayatında kendi işlerini yapması için başkalarını tutamaz. Hayatta kalmak için tek yapabileceği şey yüzüne diğer kabile üyeleri gibi boya sürüp, mızrağını da yanına alıp avlanmaya gitmektir. Zeka da, adamın kullanılmadığı için bir şey ifade etmeyen zenginliği gibi, kullanılamadığı zaman bir anlam ifade etmez. Bir köpek herhangi bir insanla karşılaştıralamayacak kadar zeki olsa bile felsefe yapamaz, bir alet icat edemez. Zekası kendisine bir noktaya kadar katkı sağlasa bile gelecek köpek nesilleri için pek de bir anlam ifade edemez. Bu noktada insanın diğer canlılarda olmayan kusurları devreye girer. Hiçbir hayvan boğazına takılan yemeği sonucunda boğulmaz ya da bel fıtığı olmaz ama sadece yemek yemek için programlanmış boğazı yüzünden konuşamaz ya da hızlı hareket etmesini sağlayan ve insanınkinden çok daha az sorun çıkartan omurgası yüzünden dik durup ellerini kullanma fırsatı bulamaz. Insan zekasının binlerce yıl içinde bu kadar gelişebilmesinin belki de en büyük sebeplerinden biri, insanın sahip olduğu zekayı kullanabilmesidir. Insan konuşabildiği için aynı zamanda dili kullanabilen tek canlıdır. Dil sayesinde insan gelecek, geçmiş, ölüm, felsefe, bilim, hayatın anlamı gibi soyut konularda düşünebilir ve yine dili sayesinde bunu sadece kendisine ait olan ve sadece kendisini etkileyen bir durum olmaktan çıkarıp bütün insanlığa mal edebilir. Tıpkı dil konusunda olduğu gibi, insan dik yürüyüp ellerini kullanabilmesini de hem kendisi hem de gelecek nesillerdeki insanlar için kullanabilir böylece fiziksel yetersizliğinin üstünü kapatıp doğada yetersiz olarak tanımlanabilecek bir canlıyken ,doğanın kendisine hakim olabilir. Zeka o kadar değerli bir silahtır ki, insanı, başta doğumundan sonraki zaman olmak üzere bütün hayatını doğadaki en savunmasız canlı olarak geçiren bir tür halinden alıp, bütün doğayı etkisi altına alacak kadar güçlü bir konuma getirmiştir. Ancak bu büyük silah beraberinde insana en az kendisi kadar büyük sorumluluklar da getirmiştir. Insan zekası sayesinde doğaya ve çevresine hakim olmuş olsa da hala bunların bir parçasıdır ve onlar olmadan varolamaz. Bu noktada insana düşen sorumluluk zekasını hem diğer insanlar hem de parçası olduğu doğa için kullanmak ve binlerce yıldır yaptığı gibi zekasını daha ileri götürüp bütün canlılara daha iyi bir hayat sunmaktır. Yılmaz 1 Sema Yılmaz Turk102-1 Ali Turan GÖRGÜ 03.06.2016 Bazen Olmayan Olur “Bir artı birin bir ettiği film” diye geçiyor bu film çoğu yerde. Ki öyle bazen imkânsız dediğimiz ve önceden kanıtlandığı için imkânsız gözüyle baktığımız şeyler gerçek oluveriyor. Şaşırtıcı ama gerçek bir durumdur bu. Ben film için oluşan bu genel yargıyı okuduğumda neden olmasın dedim, genelde her şey için bunu söylerim. Sanırım o yüzden filmi izlemem için önemli etkenlerden biri bu değildi, tam tersine bir tavsiyeydi. Kısaca anlatmam gerekirse İçimdeki Yangın bir arkadaşımın tavsiyesiyle geçen gün izlediğim ve iyi ki izlemişim dediğim film. Film 2010 Kanada yapımı ve öğrendiğime göre Türkiye’de 2011 yılında birkaç sinemada gösterime girmiş. Filmin türü dram olarak geçiyor ama bence savaş filmi de denebilir çünkü 20 yıl önce Lübnan’da yaşayan Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki insanlık dışı durumu(savaşı) anlatıyor. Ve film bize bu durumu o zamanlarda yaşayan Naval Marvan (Hristiyan bir Arap) adındaki birinin hikâyesinden yola çıkarak anlatıyor. Hikâyenin başlangıcı merak katsayımı arttıran sebeplerdendi. Marvan biri kız ve diğeri erkek olan ikiz çocuklarına iki zarf bırakıyor ve bununla birlikte birini babalarına birini ise abilerine verilmesi gerektiğini anlatan bir vasiyet bırakıyor. Hikâye tam da burada çocuklarının Marvan’ın vasiyetini yerine getirmek için çıktıkları yolda başlıyor. Fragmanın sonunda geçen cümle de bu durumu yeterince açıklıyor. ‘Ölüm asla hikâyenin sonu değildir.’ Sanırım film bittiğinde arkadaşımla benim birbirimize bakıp ilk sorduğumuz soru ‘Gerçekten böyle bir şey olabilir mi?’ oldu. Ama bu sorunun cevabını bulmak çok zor olmadı çünkü savaşlar insanların içindeki acımasızlığı, kendini bilmezliği ortaya çıkarıyor. Kendi çıkarların için içindeki insanı öldürüyorsun. Asıl şaşırtan da filmin başlarında Naval Marvan bunun tersine kendi çocuğunu kurtarmak ve bulmak için insanlığını bir kenara bırakıp oğlunun, Ebu Tarık’ın peşinden gidiyor olmasaydı. Filmde anlayamadığım birkaç kısım vardı, bunlardan bahsetmek isterim. Bunlardan biri de Marvan’ın yaptığı seçimlerden dolayı oldu. Bir insan fazlaca yanlışın yapıldığı bir durumun içindeyse neden düşünmeden hareket eder ki. Bunu bir arkadaşıma söylediğimde doğru nedir bilmediği için demişti, öfkesine yenik düştü ve oğlu Ebu Tarık’a olan sevgisi onu yöneten şey haline geldi ( Ebu Tarik Marvan’ın yıllar önce kaybettiği oğlu). Ben tam tersine sevginin bizi gerçekten doğruya yönelttiğine inanıyorum. İçimizde sebebini bilmediğim ve aslında pek sorgulamayıp inandığım o şey bize doğru olan bu diyor. Marvan’a neden diye sormayı isterdim. Yılmaz 2 Eminim bana vereceği cevap şöyle olurdu ‘Sema, yüzüne sadece doğduğunda bakabildiğim ve öldüğünü sandığım birinin peşinden gittim. İntikamımı almalıydım. Sen olsan yapmaz mıydın?’. Yapardım elbet ama seçimlerim böyle olmazdı. Cesaret etti evet oğlu uğruna birini bile öldürdü. Eğer bu bir cesaret örneği sayılıyorsa ben hiç cesaretli biri değilim demektir. Ama ne kadar konuşursak konuşalım yaptığının doğru olduğu düşüncesinin hiç değişmeyeceğine eminim. Bu derece körü körüne davranan biriydi bence. Filmin sonu benim düşüncelerimi kanıtlar gibiydi, o sadece kendi yaşadıklarını birileri daha bilsin istedi. Diğer isteği de acısını paylaşarak yük olarak gördüğü bu şeyden(his diyebiliriz) kurtulmaktı. Yüz yüze gelip bir kere konuşmak, ben senin annenim demek tek amacı olabilirdi. Benim gördüğüm tek şey başta da söylediğim gibi bir insanın(anne de olsa), insanlığını unutması oldu. Belki yaptıklarımızı biraz sorgulayarak yaşamak bizi doğruya yönlendiren şeylerden biri olur zamanla. Naval Marvan’ın bana tekrar hatırlattığı şeylerden biri bu oldu. PEŞİN HÜKÜMLÜ DEĞİL YERİNDE HÜKÜMLÜ İnsan ne ile yaşar ya da ne olmadan yaşayamaz diye sorsam çok mu klasik olur sizce? Ya da durun durun, yakın zamana kadar dillere pelesenk olan bir reklam repliği vardı, eminim hatırlayacaksınız şöyleydi: Hayattan rengi alın, geri neyi kalır ki? Böyle devam ediyordu reklam. Peki, ben size bir soru sorsam ve desem ki: İnsandan ön yargıyı çıkarın geriye ne kalır ki? Ön yargıların olmadığı, herkesin bir birini kucakladığı, hepimiz kardeşiz bu öfke ne diye çılgınca türkülerin çalındığı bir dünya hayal ettiniz mi daha önce yani daha doğrusu bir ütopya. Acaba böyle bir şey gerçekten de ütopya mıdır yoksa kapkaranlık bir distopya mı? Şimdi Polyannacılık oynamanın hiç lüzumu yok şurada biz bizeyiz, açık sözlü olmakta fayda var. Ön yargıların gerçekten de dünyayı daha kötü bir yer haline getirdiğini mi düşünüyoruz yoksa suçlayacak başka bir şey bulamadığımızdan mı bu savı ortaya sürüyoruz. İşe tek taraflı baktığımızı daha doğrusu insanların bu açıdan baktığını düşünüyorum. Ön yargılar, insanın hayatta kalmasını sağlayan belki de en önemli faktörlerden birisidir. İnsanda tedbirli olma hâli daha doğrusu temkin duygusunu tetikler. Olaylara yahut kişilere karşı daha temkinli ve tedbirli davranmasını sağladığını söylesek çok da yanlış olmaz herhalde. İnsan doğası gereği ön yargılara ihtiyaç duyar çünkü karşısında mücadele ettiği yahut iletişim kurduğu kişinin de kendinden biri yani insan olduğunu bilir. Kişi kendinden bilir işi adlı çok önceden söylenmiş olup lakin hiç eskimeyen atasözü ne kadar da doğru söylemiş. Karşısındakinin safi iyi niyetten oluşmuş bir yaratık olmadığını bildiği için bu ön yargılara ihtiyaç duyar. Buraya kadar ön yargıların çok da gereksiz olmadığı hatta insanlar için zaruri olduğunu konuştuk ancak bu demek değildir ki ön yargıların bizi ele geçirmesine izin vereceğiz. Ön yargıların ele geçirdiği insanlar için çok güzel bir laf var Türkçede: Peşin hükümlü. Olaylara karşı peşin hükümlü olmak ne kadar kötüyse, balıklama dalmak yani adeta gardını düşürmek de bir o kadar kötüdür. Bu ikisinin dengesini kurmak bir insan için hayati önem taşır. Mecazi anlamda değil gerçek manada hayati anlam taşır. Örneğin, eski çağları ele alalım. Kabileler yeni keşfettikleri bir otu yemeden önce onu hayvanlarına yedirerek bunun zehirli olup olmadığını test etmişlerdir. Ön yargıları sayesinde hayatta kalmışlardır öte yandan peşin hükümlü olsalardı yani yeniliğe tamamen kapalı olup yeni buldukları her hangi bir şeyi tüketmeselerdi de kısa sürede ellerindeki kaynakları tüketip, ölümü bekleyeceklerdi. Yani uzun lafın kısası bu dengenin korunması insan için çok önemlidir. Ön yargıların kötü olduğunu söyleyenlere bir çift laf etmeden yazıyı bitirmek olmaz. Öncelikle yaşadığımız gezegenin bir farkına varmamız gerekiyor. Yani dünyayı, onun içinde yaşayan bizleri ve çevreyi analiz etmeden, realiteden bu kadar uzak olup, pembe panjurlu hayallerde yaşayıp, herkesi bu hayallerdeki farklı bir karakter gibi görüp kötü insanların yahut kötü olayların olmadığına, herşeyin toz pembe olduğuna kendini inandırarak yaşamak belki de insanın kendi kendine yaptığı ve yapabileceği en büyük kötülüktür. İnsanın kendine halüsinasyon göstermesinden yahut çölde kaybolmuş bedevinin serap görmesinden hiçbir farkı yoktur. Bu yüzdendir ki insanların gerçeklerin farkına vardığı, farkında olarak bilinçli bir şekilde yaşadığı ve ön yargılarını gerekli ve yeterli seviyede kullandığı bir dünyada görüşmek üzere diyerek yazıya noktayı koyalım. OĞUZHAN ÖZTÜRK Kaçış Noktası Huzurdan bahsetmeli insan bu tabloya baktığında, huzurun aslında ne kadar kolay elde edilebileceğinden… İnsan çoğunlukla kaçış noktası ister. Özellikle şehir insanı yakınır bu durumdan, kaçmalıdır; uzaklaşmalıdır günlük yaşamın gürültüsünden. Çoğunlukla evdir insanın uğrak yeri huzur istediğinde, peki ya sonrası? Evinde huzur bulamıyorsa bir noktadan sonra? Artık güvenliğin getirdiği aydınlık yerini kasvetli bir karanlığa bırakıyorsa? İşte bu noktada “bir gece kahvesi” devreye girer. Baktığımda salt huzur görüyorum, kaçmak için ideal bir yer belki daha fazlası… Kafa dinlemek için yaratılmış, sanki çizgileri kahvenin sakinliğinin habercisi ve insanlar yalnızca kendileri için oradalar… Yıldızlar var, karanlıktaki küçük fenerler misali ve karanlık, her şeye karşı koysa da huzura karşı koyamıyor; “huzur” diyor, “ona benim de ihtiyacım var”. Kaçış noktası olarak belirlediğimiz yerler de bu gece kahvesine benzemez mi çoğu zaman? Sıkılmak istemeyiz mekân tarafından, dışarıda alabildiğine esen rüzgâr ve bazen de fırtınanın küçük kardeşi, sıcak bir esinti, aynı çok hoş bir kokusu olan parfüm gibi… Işıklı bir alan, göz gözü görebilsin, gördüğü şeye zaman zaman şükredebilmeli diyerek konulan aydınlatmalar… Sandalyeler ve küçük masalar, insanlar yakın olsun diye birbirine, günlük karmaşadan uzaklaşanlar için özellikle! İşte, bu gece kahvesi tüm ağırlığıyla sokakta, “ben buradayım” dercesine! Böyle bir hazine işte huzur; bazen insanı evine çağırır, bazense dışarı atar sıkıntıdan ve günlerin boğuşmasından… Bazen de, en mutsuz anınızda gördüğünüz bir mekândır. Öyle bir mekândır ki, gördüğünüz zaman karnınızdaki kelebekler huysuzlanır, hareket etmeye başlarlar. Ferahladığınızı hissedersiniz, boğazınızda sımsıkı duran zorunlulukların eli yavaşça sizi boğmaktan vazgeçer. Yalnızca Arnavut kaldırımı bile yeter, taşların arasına bakar mutlu olursunuz. Peki, bir mekân bir insanı bu kadar rahatlatıyorsa, niye o mekânların peşinden koşamayacak kadar huzurumuzu sevemiyoruz? Açıkçası her gün kendime bu soruyu sorarım uyandığımda, “bugün mutlu hissediyor muyum?”. Cevabım evet ise, her şey yolundadır; derslerimi halleder, anın tadını çıkarabilirim. Eğer cevabım hayır ise, kesin bir sorun vardır, kaçmam gerekiyordur. Öyle kötü anlamda bir kaçış da değil tabi ki, tamamen içinde bulunduğum stresten kurtulabilmeliyim. Bir baskı varsa omuzlarımda ve o baskı sırtımda gereksiz yere taşıdığım bir kayaya dönüşüyorsa, her insan gibi, kaçmak tüm bu velveleden benim de hakkım! Niye bir şeyler yapmak “zorunda” olayım? Her şeyden önce, ben de insanım. Elimden geleni yapsam da bazen kendimi yetersiz hissedebilirim ve yine sorunumu çözebilecek tek kişi de benim. Bu nedenle, kendimi en huzurlu hissettiğim yere; karanlıkların bir gülümseme ile aydınlığa çıktığı, çayı tavşankanı, sandalyesi yeterince rahat olan yere, kimsenin birbirine dokunmadığı, dokunsa bile kalbine dokunduğu yerleri mesken edinirim. Niye olmasın? Elimdeki tek şey ruhumken, ruhumu rahat tutmak için niye bir adım atmayayım? Huzur… Modern çağın insanlarının para kazanma derdine düşüp unuttuğu, ikinci plan gibi iyimser bir sıralamaya değil de daha geri plana attığı, benimse her gün düzenli olarak uğradığım güzel his. Ne olabilir daha fazla bir insanın elinde? Para? Güç? Mevki? Üzgünüm fakat hepsi palavra! Varlığımız gereği kusurluyuz ve biyolojik yapımız gereği insanız; maddiyatın direkt para olarak algılandığı bir dünyada bu yüzden bu kategorilerimizin bir değeri yok. Önünde sonunda her şeyden bunaldığımızda elimizde kalan ne beden, ne para, ne de materyal… İnsanlığın ihtiyacı ve benim alışkanlığım önemli olan, işte o da yalnızca dostla içilen çay, otururken izlenen sokak ve sınırları olmayan bir gökyüzü… Hepsinin toplamıysa bir parça huzur, işte aynı Gece Kahvesi’ndeki gibi. BUKET NUR RONA Kaynakça Gogh, Vincent van. Teras Kafe. Kröller-Müller Müzesi, Otterlo. Yağlıboya. Ters Psikoloji İnsanı başarısızlığa sürükleyen çevresinden destek görmesi mi, yoksa yeterli eleştiriyi alamaması mı diye düşündüren bir film. Damien Chazelle tarafından yazılıp yönetilen Whiplash bana yeni bir bakış açısı kazandırdı diyebilirim. Şunu belirtmem lazım ki filmi izlememin üstünden uzun bir süre geçmesine rağmen hala net bir fikre sahip değilim. Normalde insanlara zorbaca davranan birini eleştirmem çok kolay olurdu ama bu sefer öyle olmadı. J.K Simmons (Oscar’da aday gösterildiği “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü kazanması beni hiç şaşırtmadı) öyle bir performans sergilemiş ki; kafamdaki karmaşanın en büyük sebebi olarak kendisini gösterebilirim. J.K. Simmons çok iyi bir iş çıkartmakla kalmamış, aynı zamanda filmin atmosferini gerçekten çok iyi yaratmış. Filmin beni kendi içine çekmesinin en önemli sebeplerinden birinin Fletcher karakteri olduğunu söyleyebilirim. Filmde olağan üstü bir akıcılık var. Özellikle son sahnenin ne kadar sürdüğüne dair hiçbir fikrim yok çünkü nefesimi tutmuş bir şekilde izledim. Filmin başından itibaren Fletcher korkutan bir karakter olarak sunulmuş. İnsanlara bir hiçmiş gibi davranan, diğer insanların ne düşündüğünü umursamayan, zorba ve zalim bir kişilik. Ancak bu filmin insana doğruyu ve yanlışı sorgulatan bir sona sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak, insanlara bu şekilde tamamen zalimce davranmak geri dönüşü olmayan kötü sonuçlara sebebiyet verebilir. Bunu filmde intihar eden öğrenciyle de göstermişler. Peki davranış nasıl olmalı? Filmin bir sahnesinde Fletcher bir örnek veriyor. Efsane olmuş bir şarkıcıdan örnek veriyor(ismini maalesef hatırlamıyorum). Yarışmaya katılan efsane müzisyen diğer yarışmacı tarafından aşağılanıyor. Eğer onu eleştirmek yerine performansının iyi olduğunu söyleseydi(olmadığı halde) bunun bir sene sonraki yarışmada gelmiş geçmiş en iyi soloyu yapmasının mümkün olmayabileceğini belirtiyor. Bu görüşe tamamen katıldığımı söylemek zorundayım. Eğer sadece avutsaydı o günden sonra kendini adayıp tamamen bunun üstünde çalışmasaydı o soloyu asla yapmayabilirdi. Her eleştirinin mutlaka bir nedeni vardır. Ancak kötü eleştirilerin insanı kamçıladığına inanıyorum. Tabi bazı insanlar üstünde tam tersi etkide yapabilir. Bu yüzden bu kişiyi tam olarak neyin kamçıladığını iyi bir şekilde analiz etmek gerekir. Eğer kişi bunun kaldıramayacak yapıdaysa sonuç tam tersi olabilir ama gerçekten güçlü bir kişiliğe sahip bireylerde olağan üstü sonuçlar doğurabilir. Kimi kişiler yarışmacı veya rekabetçi ortamda kendini geliştirebilir kimisi çevresinden gelen destekle kimisi de insanların kötü eleştirileriyle. Günümüzde birçok kişi tarafından tek doğru olarak görülen olumlu veya pozitif yaklaşım birçok potansiyel yıldızın parlayamadan kaymasına sebep oluyor olabilir. Aslında burada önemli bir nokta var oda aslında filmde yapılan eleştirilerin Andrew üstünde ters psikoloji yaratması. Peki biz bunu günlük hayatımızda yaşamıyor muyuz? Eminim hemen hemen herkes bunu yaşamıştır. Bu bir arkadaştan kaynaklı veya bir öğretmenden kaynaklı olabilir. Yapabileceğinize inandığınız bir şeyin, diğerleri tarafından yapamayacağınıza dair yapılan eleştiriler insanlar üstünde hırs duygusu uyandırabilir ama yine bu tam tersi sonuçlara pes etmelere de sebep olabilir. Aslında bu konu hakkında net bir fikre sahip olmanın çok zor olduğunu söyleyebilirim. İki yol var ve bu iki yolda da kötü ve iyi sonuca çıkabilir. Buna karar verebilecek insan sayısının da fazla olduğunu düşünmüyorum. Şunu belirtmem lazım ki filmi izlemeden önce kötü eleştiriler hakkında fikrim çok farklıydı ve çıktıktan sonra bana tamamen farklı bir bakış açısı kazandırdı. Ne doğru ne yanlış tam olarak emin olamayız. Ancak şu bir gerçek ki ters psikoloji ve kötü eleştirilerde başarıya giden yolda çok önemli bir yere sahip olabilir. Beni bu kadar karmaşık düşünceler içinde bırakan Whiplash efsaneler içinde yer almayı kesinlikle hak eden bir yapıt olmuş ve herkesin izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Yağmur Uzunoğlu KİŞİLİK(SİZ): DOĞU BATI PARADOKSU Batı özentisi olmak ve Batı düşüncesini benimsemek arasındaki arafta sıkışıp kaldığımız günümüzün en acı gerçeği fikrimce. Bunu algılayabilmek, içinde bulunduğumuz duruma gelene dek döndüğümüz kavşakların haritasını çıkarabilmek adına tarihin tozlu penceresini aralamak gerekir. İlkçağlardan bu yana insanlar varlıklarını açıklayabilmek için hep üstün bir güç aramış ve kavrayamadığı tüm olaylardan anlamak içinse mitos ve ritüel kavramlarını geliştirmiştir. Bu nedenle insanların hayatı kavrayış biçimi, eylemleri ve bu etkiler sonucu ortaya çıkan tepkiler mitoslarının şekillenmesinde önemli rol oynar diyebiliriz. Sosyolojinin öngördüğü yapısalcı yaklaşımla Orhan Pamuk Doğu ve Batı düşüncesinin çatışmasını bu iki farklı kültürün mitlerini ele alarak Kırmızı Saçlı Kadın’da derinlemesine kaleme almış. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyor Protagoras. Bu özünde etkiler karşısında değişmediğimizin Protagorasça yorumu. Ancak dinlerle, uygarlıkların hayatı kavrayış biçimleriyle, daha üstün görülen şahıslarca şüphesiz tepkilerimiz sınırlandırılır. Daha derin bir anlama ulaşmak için toplumu elekten geçirip kişiye indirgemek istiyorum. Hayatımızı idame ettirebilmek için asal niteliklere ihtiyaç duyarız. Bilgiye asallarla doyar ve varlığımızı bildiklerimizle korumak istersek burada durağanlık söz konusudur. Öte yandan varlığı sorgulamak eylemi yani beşerî olandan sıyrılmak ileri bir düşüncedir. Bunun mümkün olması için bilgiye doymamak ve bilgileri hep karşıt düşünceyle nitelikli bilgi haline getirmek gerekir. İşte bana göre bu birey bazında kişiliksiz ve kişilikli olma halidir, her ne kadar karakter ile karıştırılıp olumsuz bir sıfat olarak kullanılsa da aslında karakter doğuştan gelen öz yapı, kişilik ise edinimler bütünüdür. Yani ‘kişiliksiz’ evrimci, devrimci ve gelişimini sürdüren birey demektir. Şimdi kişiden yola çıkarak açıkladığım bu kavramdan topluma varınca Doğu ve Batı düşüncesinin gelişimini de durağan ve devingen hal olarak açıklayabiliriz. Menşei Antik Yunan olan Batı düşüncesi insan rolünü eylemde öngörür ve ilahi ombudsmanı azaltır. Böylece kesin kurallar çevresinde durağan olmaktan uzak yani değişime ayak uydurabilen bir yapı gelişir ve Rönesans’la beraber insani düşüncenin felsefedeki alanını daha da genişler. Pamuk’un da konu edindiği Oidipus mitosu Batı düşüncesinin insani olanı temel aldığına dair bir kanıt olarak ele almak istiyorum. Sophokles’in Kral Oidipus’unda protagonist yani karşıt güçlerle mücadele eden karakter Oidipus’tur –ki ben bu denklemde Oidipus’u değişime açık olan olarak tanımlıyorum— ancak diğer oyunlarda olduğu gibi antagonist yani karşıt karakter bir oyun kişisi olarak bulunmaz burada, antigonist üstün, ilahi güçtür. Dolaysız biçimde söylemek gerekirse, ilahi güç ya da otorite yenilikler önünde bir duvardır Oidipus ise devinime uçan kanatlar. Sphinx’in bilmecesini çözerek insan aklının üstünlüğünü kanıtlar ve babasını öldürmesiyle ilahi denetimi yadsır. Fakat Doğu düşüncesinde asıl olan ilahi yahut üstün güçtür ve gerçeklik çizgisinde varoluşun sabitliği başattır. Düşünür ve filozofların az yetiştiği toplumlarda farkına vardığım iki gerçek var: Ya otoriteye koşulsuz bağlılık ya da toplumun sınırları geniş ve zengin olması. Her iki koşulda da toplum maalesef düşünmeyi bırakır. Marx’ın da söylediği gibi din üstün güç elde etmek isteyenlerin silahı haline gelir. Bana göre Doğu düşüncesini tanımlama yoluna ışık tutacak olan mit ise Firdevsi’nin kaleminden çıkmış Şehname’dir. Rüstem ve Sührab mitosu tam olarak Oidipus’un paradoksu bence, Doğunun yansıması olan bu efsanede Rüstem üstün güç motifi, Sührab ise genç kan, yeniliğe açık olan ve ruhuna Rüstem’in gücünün üflendiği beşerî varlık olarak kaleme alınmış. Efsanenin sonunda otoritenin keskin kılıcı Sührab’ın kanına bulanıyor, ancak Sührab babasının elinden ölmüş olmaktan onur duyuyor. Doğu’nun bu mitosuna bakarak Doğu düşüncesinin genel hatlarını da böylece anlayabiliriz. Ezcümle mitoslar toplumların hayat algısının yankısıdır. Batı için gelişim seyri önünde durabilecek hiçbir şey yoktur çünkü esas olan akıl ve insandır ama Doğu’da otoritenin statiğine karşı çıkma zihniyeti dahi cezayı hak eden bir aksiyondur. Şimdi çoğunuz Batı’yı yüceltmiş, Doğu’yu yerle bir etmiş olduğumu düşünüyorsunuz içten içe. Kindi, Farabi, İbn Sina, Hayyam ve daha nicelerini sayabilirim Doğu’dan yükselmiş. Ancak saatte yüz yirmi kilometre hızla giden bir Anadol düşünün, frene bastığınızda devinimi anında kesilmez. İşte durmuş bir toplum içinde aynı durum söz konusudur, kısıtlı ve kısır bir idea üzerinde üretilebilecek fikirler sınırlıdır. Düşüncesi dışında ne varsa aldık Batı’dan! Aldığımız çöpleri boşaltıp cebimizden, biraz kişiliksiz olsak? YAŞAMIN BAŞLANGICINDAKİ ÜZÜNTÜ Doğum… Ne zaman doğumla ilgili bir şeyler düşünsem karnım ağrır, ne zaman internette doğumla ilgili herhangi bir görsele rastlasam karnım ağrır. İlk olarak göbeğimizle hayata bağlandığımızdan olsa gerek, bilmiyorum. Doğum olayı beni ürpertiyor ve ürkütüyor. John Fante’nin Hayat Dolu kitabı bana bir kez daha doğumu düşündürdü ve evet, yine karnım ağrıyor. Joyce, Fante’nin eşi, hamilelikte bir kadının ne kadar da değiştiğini, ruhsal olarak ne denli yıprandığını anlamak için güzel bir örnek. Ortada hüzünlü bir durum var, sancı sadece doğuma birkaç saat kala yaşanmıyor, sürecin kendisi başlı başına bir sancı, bunu oldukça iyi anlıyorsunuz kitabı okuduğunuzda. Sürekli değişen, saçmalığa varan tutumlarla dengesizleşen bir eş, çocuğunuzu taşıyor ve erkek olarak çenenizi kapatıp her şeyi sanki olağanmış gibi kabul etmek zorundasınız. Çünkü o sizin eşiniz, çünkü sizin çocuğunuzu taşıyor, çünkü sizin çocuğunuzun annesi olacak. İşte, bütün bir sürecin sancılı olmasından kastım buydu. Konu bir bebeğin dünyaya gelmesi olduğunda akan sular duruyor, dünyanın her yerinde, her insan için bu böyle; doğum, yaşamın başlangıcı, kültürel fark dinlemiyor, hepimiz duruyoruz ve hüzünleniyoruz öylece. Kendimi düşündüm, John Fante’nin yerine koydum kendimi. Tek tesellim Nick Fante gibi erkek torun delisi bir babamın olmaması, buruk bir teselli bu gerçi, sonuçta her baba hemen hemen aynıdır. Geçiyorum. Filmlerde, her yerde çocuk doğunca yaşanan büyük bir mutluluk olduğunu görüyorum, bu beni şaşırtıyor. Bence oturup üzülmeli insan, hayır karamsar ya da depresif değilim, doğum, hüzünlü bir şey. Beraberinde çok büyük bir sorumluluk getiriyor, işte bir canlı, en azından on sekiz yıl boyunca size ait, sizin kanınızı taşıyor, ondan siz sorumlusunuz, ya başaramazsanız onu korumayı? Hayatta her şeye gücünüzü yetirebiliyor musunuz? Hayır, patronunuz var, hükümet var, trafik var, zamlar ve vergiler var, sürprizler ve metropollerin göbeğinde patlayan bombalar var; bir insanın dünya diye geldiği yer burası aslında. Hayat diye atıldığı şey bu; konu bir bebeğin dünyaya gelmesi olduğunda pembe hayallere dalamam ben, ilk önce en kötüsünü düşünmeli bence insan, çünkü kolay bir şey değil bu. Kuşlar uçuyor, güneş parlıyor, mevsim bahar, öyleyse çocuk istiyorum denmemeli. Bir diğer şey de şu, ne zaman küçük bir çocuğa baksam duygulanırım. Güzel herhangi bir şey gördüğümde de yaşarım bunu, onun her şey olağanmış gibi hareket etmesi tuhaf bir üzüntü yaratır bende. Yolda yürürken gördüğümüz minik tuhaf canlılardır çocuklar, insan diyemiyorum çünkü insanda hoş ve masum olmayan şeyler var, oysa çocuklarda bu yok. Her şey olağanmış gibi oyun oynamaları, yürümeleri, hareket etmeleri de beni bu yüzden duygulandırıyor sanırım. Doğumdaki hüzün de burada bana kalırsa, oturup üzülürüm diye düşünüyorum, bir gün hastanede müstakbel eşimin çocuğumu doğurmasını beklerken orada sarılabileceğim birileri olsun isterim. Daha ortada fol yok, yumurta yok ama şu an bu konu üzerine düşünmek, empati yapmaya çalışmak, o günle ilgili hayal kurmak bile garip bir üzüntü yarattı bünyemde, karnımın ağrısı da cabası. Bugün Ekşi Sözlük’te gezinirken savaştan kaçan Suriyelilerin fazlasıyla üretken olduklarına dair bir şeyler okudum. Çocuk yapıyorlar, durmadan. İnsanlar bu nasıl mağduriyet falan diye sormuşlar. Kin kusanlar var. Nefretle analiz yapanlar var. Duyarlı olma çağrısı yapanlar var ama onlar da yanlış yerdeler. Bırakın anneleri ve babaları, olay çocuklarda, sonuçta doğdular, o çocuklar ne olacak? Bir çocuğu, başka bir çocuktan ayırabilir miyiz? Sarışın, esmer, beyaz, kız ya da erkek, çocuğun rengi, cinsiyeti olabilir mi? Yine ve yeniden karınları ağrıtan, insanı üzen bir durum. Bizler, evlilik, ilk çocuk heyecanı ile ilgili ‘acaba nasıl olacak?’ şeklinde tatlı hayallere ve hüzünlere dalarken, yüzlerce bebek şu an gözlerini çaresizliğe açarak başlıyor hayata. HER-ŞEY-AKIL-İÇİN! Irmak Özdemir Doktor, bana yardım et. Bir şeyler iyi gitmiyor. Okay Uludok’un 40 Şizofrenden Bir Öyküsü’ndeki “Doktorların söylediği gibi şizofren Vahit bundan sonra kendi kendinin doktoru değil, kendi kendisinin hastası olacaktı.” Şizofren Vahit’i “hasta” olarak tanımlamamızın nedeni nedir ki? İnsanların büyük çoğunluğundan farklı bir düşünme şekli olduğu için tabii ki. Vahit’in insanların çoğundan farklı bir düşünme tarzı olması onu hasta mı yapar, değişik düşünceleri olan bir çılgın mı yapar? Ya da başkalarından farklı bir düşünme tarzına sahip olmak, “hasta” olmak kötü müdür? Farklı düşünen herkese ilaç yazamayız bizim gibi olması için, üstelik ilaç kullanan herkesin de raporu yok maalesef, yaptıklarını bu şekilde “Onu da mazur görün bu seferlik” dermiş gibi tanımlayamayız. Vahit’i hasta kabul etmemizin nedeni, onun ne zaman nasıl düşündüğünü anlayamamamız. Bu yüzden “raporu” var Vahit’in. Sağı solu belli olmaz çünkü her an her şeyi yapabilir ve o an kafasından neler geçtiğini bilemeyiz biz. İnsanların hatrı sayılır büyüklükte çoğunluğunu kastediyorum tabii. Vahit’in kendi gibi “hasta” arkadaşları anlar mı acaba onun kafasında neler döndüğünü? Ben bunu hep merak ettim. Bir şizofren diğerinin o an ne düşündüğünü anlar mı ki diye, insanların diğer çoğunluğu gibi. Eğer anlıyorlarsa bu aslında bizi mi hasta yapar? Önsözde diyor ki Uludok, kırk şizofrenden bir öykü çıkması ile bir şizofrenden kırk hikâye çıkması aynıymış. Herhalde anlar kırk şizofren birbirinin halinden. Bu satırları yazdıkça soruların içinde eden binlerce sorudan sadece birkaçını bile olsa bilmek isterdim. Başkalarından farklı düşünmek bana göre kötü bir şey değil, eğer birilerimiz farklı düşünmeseydi ve biz de onları “deli” olarak adletmeseydik delilik olarak tanımlanan birçok sanat eseri, bunca deneme, kitap ortaya çıkmamış olacaktı. Biz de “normal” insanlar olarak onları okuyup “Allah Allah bu nerden aklına gelmiş, bu da böyle düşünülür mü canım!” diyemeyecektik. Belki de kendi farklı belleklerinde toplumun genelinin normal kabul ettiği bizleri hayretlere düşürecek bir sürü fikir daha vardır. Dışarı vurdukları ve vurmadıkları neler neler vardır kim bilir. Keşke birazını bile olsa bilebilseydik. Kitapta diyor ki yazar “her-şey-akıl-için!”. Vatani görevini yapan biri gibi akla hizmet ediyor bu “hasta”lar. Akıl içinmiş bütün bu hal ve hareketler. Fazla düşünmeleri bu akla hizmet etmek için olabilir. Düşünmek bu akla hizmet etmenin bir parçası. Peki düşünmek mi onları “hasta” etti yoksa “hasta” oldukları için mi bu kadar düşünüyorlar? Yıllardır aklımı kurcalayan akıl hastanesinin merkezindeki Rodin’in ünlü “Düşünen Adam” heykeli de bu soruyu akıllara getirir. Yıllarca merak ettim bunu ben, onu oraya koyan dalga mı geçiyor yoksa o heykelin önünden geçen herkese inceden inceye tehdit içerikli bir mesaj mı veriyor diye. “Çok düşünmeyin bakayım, yoksa bir reçete de size yazar içeri tıkarız sizi!” diyerek azarlıyor mu onu oraya koyan acaba diye düşünürüm. Çok düşünmenin insanları farklılaştırabileceğini farkındayım, belki de onlar sadece çok ve değişik açılardan bakarak düşünen insanlar aslında. Durun bir dinleyin adamı belki de hasta değildir, sadece senin bakmadığın açıdan bakmıştır o! Toplum düzeni için sıkıntı mı yaratır bilemem, ama ben sırf çocuklar korkmasın diye “Uludokumacı” olan soyadından umacı sözcüğünü atan Okay Uludok’un varolmasında herhangi bir sorun görmüyorum. Yazdığı iki sayfa yazıyı rahatsız ve meraklı bir şekilde okudum, kafasındaki rahatsız bir kalabalığa dahil olmuş oldum sadece. Kim bilir neler neler düşünüyordur daha. Orijinal bir içerik olduğu kesin, biz “normal”lerin aklı ermez bu işlere. “Tabii hepsi Can’ın hasta kafasının içinde. Böyle bir şey yok. Sen de inandın. Şizofren misin?” Kaynakça Uludok, Okay. 40 Şizofrenden 1 Öykü. İstanbul: Doğan Kitap, 2015. Yamak 1 İçimdeki Uçurum Masumluğunun arkasına gizlenen, bilmiş bir çocuk olamadım hiçbir zaman… İç sesini dinlemekten yorgun düşmüş, dinlemese de pişmanlığını gizleyemeyecek bir saflıktı benimkisi. Doğru olanı yapmak istediğimde tereddüte düşmemi engelleyen, arkasına sığındığım büyük eller vardı; zamanla elimden tutamayacak kadar kırışacak olan… Çok sürmedi farkına varmam. Elbet bir gün ailemden ayrılacaktım; bir kuşun kendi yuvasını yapmak için ilk kez uçtuğu gibi…      Başka bir dünyaya açılmıştım güvendiğim elleri bırakarak. Orada karşılıksız sevgi yoktu. Kim demişse çok yanlış söylemiş; insan 7 sinde ne ise, aynı kalamıyor zamana meydan okuyup. Her şey değişiyor biz ne kadar dur desek de…Çocukken göğüslemek zorunda kalmadığımız sorumluluklarımız, sırıtımıza birer birer yükleniyor zamanla. Sorumluluklarımız altında ezilirken eski özgüvenimizden eser kalmadığını farkediyoruz. Yıpranan özgüvenimiz yüzünden de toplum içinde çekinik kalıyoruz. Haliyle bir çocuğun dünyanın dertleriyle karşılaşmamış ve umarsızca gülücükler saçan çehresi; bize çok uzak gelmeye başlıyor. Mutluluk öyle bir kavram ki, kolay elde edilemediği gibi dışavurumu ve ona ulaşma yolu kişiden kişiye de değişebiliyor… Benim de içimdeki uçurumdan habersiz herkes; güler yüzümün arkasında kırgınlıklar ve yalnızlıklarla baş başayım. Mutlu olamayacak kadar bencil bir kalbim var; kimsenin yaklaşmasına izin vermeyen ve sürekli kendini savunan, kanadı kırık bir serçe imişçesine… Yamak 2 Bazılarının aksine, kalbime açılan bütün kapılar içeriden sürgülenmiş ve sadece dışarı açılabiliyorum. İnsanları mutlu ederek, mutlu olduğumu hissediyorum. Mutluluğun kazanması en karmaşık ama bir o kadarda tatmin edici olanını tadıyorum. Gülünç ve belki de anlamsız hareketlerlerimle sevdiklerime yaklaşıyorum; onlar mutlu olsun diye. Ara sıra sizde hissetmiyor musunuz  böylesine duygular? Etrafınızdaki insanların yüzü gülünce, sizde mutlu hissetmiyor musunuz?    Belki de, bu duyguları hiç tatmadığınızı düşünüyorusunuz benim gibi. Ama yanılıyorsunuz… İnsanoğlunun doğasında var. Daha önce hiç faydalı biri olmayı ya da bütün dünya tarafından tanınıp sevilmeyi istemediniz mi? Sizin sayenizde gülündüğünü görmeyi ve aynı heyecanı paylaşabilmeyi hiç istemediniz mi? Eminim çokta uzak olmayan rüyalarınızda bunları düşlemişsinizdir. Örneğin; bir süper kahraman olabilmeyi hiç arzulamadınız mı? Çocukça geliyor olsa bile duygularını korkmadan ifade edebilenler de yalnızca çoçuklar değil midir?     Kim bilir belki en bilindik süper kahramanlar, tıpkı benim gibi iç dünyasına hapsolduğunun farkında olmadan; kendini süper kahramanın yerine koyuyor olan yazarlar tarafından ortaya çıkmıştır. Onların kaleminden çıkan süper kahramanlar, topluma umut aşılayıp toplum tarafından her benimsendiğinde; yazarlar kendi hikayelerinin kahramanı gibi hissetmiyorlar mıdır? İnsanları mutlu edebilmek bir süper güce benzetilirse, bu hikayelerin kahramanları kimler olur?    ‘Mutlu olmak için, insanları mutlu etmek.’ ne güzel geliyor kulağımıza. Peki ya üzüntülerimiz? Mutluluğa ulaşma yolumuz bizi yanıltıyor olamaz mı?Başkalarını mutlu edince mutlu oluyor olmamız, kendi problemlerimizin de yok olacağı anlamına gelir mi? Yoksa tam aksine sadece onların bir köşede birikmesine mi yol açar?Josh Malerman’ın da Kafes adlı eserinde kaleme aldığı gibi "Başkasına üzüldüğün kadar kendine üzülmedin.” diyorum kendime. Çünkü; bazen dönüp kendime baktığımda, korkak olduğumu farkediyorum. Kendi sorunlarından durmadan kaçan ve kimseden yardım istemeyen biri olarak görüyorum kendimi. Neden mi? Çünkü yanımdaki insanları kaybetmekten korkuyorum. Kendime sormadan duramıyorum; ya dostlarım sadece onları mutlu ettiğim için benim yanımdalarsa ve sorunlarım onları benden uzaklaştırırsa? Asıl sorun yalnız kalmak mı? Yoksa yalnız kalmaktan bu kadar çok korkarken  kendime haksızlık yapıyor olmam mı? beni gerçekten sevmeyen insanların mutluluğu için çabalamak; kendime yaptığım bir haksızlık değildir de nedir?    Hayata Malerman’ın da söylediği gibi “Eğer hiç nefret edenin yoksa, bir seyleri yanlış yapıyorsun demektir.” düşüncesiyle yaklaşınca farkettim ki bunca zaman sadece kendimi kandırmışım. Herkesi mutlu edemeyiz ve bizi sevmelerini bekleyemeyiz. Sonuçta süper Yamak 3 kahramanların gerçek olamadığı bir dünyada yaşıyoruz ve kendi korkularımızla yüzleşmeyi öğrenmeliyiz. Bizi iyisi ve kötüsüyle kabul eden kişilerin ellerini tutmalıyız ve onların mutluluğu için çırpınmalıyız… KAYNAKÇA Malerman, Josh, Aslı Dağlı, and Tuğçe Aysu. Kafes. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015. Print. Muharrem Civan Bolvadinlinin Gözüyle Bolvadin Çoğu insan memleketini sever, över daha iyiye getirmek için çaba gösterir. Ne kadar kötü olabilir ki insanın gözünde ailesiyle, arkadaşlarıyla birlikte nice güzel anılarının geçtiği, kendisinin de maddi manevi bağlarıyla bağlandığı yer. Ben de seviyorum memleketimi, Bolvadin’i. Bunun içindir ki sizlere memleketimi tanıtmak, onun güzel yönlerini, yöre insanlarını anlatmak istiyorum. Bolvadin şehre girmek için dört farklı giriş kapısına sahip olan bir ilçedir. Bolvadin’in güneydoğusunda Türkiye’nin 12. büyük gölü olan Eber gölü bulunmaktadır. Konum itibariyle Ege bölgesinde bulunmasına rağmen İç Anadolu bölgesinin iklimine sahiptir. Kısa bir coğrafya bilgisinden sonra, Bolvadin’i tarihi açıdan ele Eber Gölü alalım. Bolvadin Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biridir. Mevcut verilere göre en az on bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu düşünülmektedir. Romalılar döneminde Polybotum ismiyle adlandırılmış bir şehir merkezidir. Dikkatinizi çekeceği üzerede Polybotum ismi günümüzdeki ismine çok benzemektedir ve tahmin edeceğiniz üzere ilçe ismini Roma döneminden almaktadır. (Bayar 1996, 32) Osmanlı Devleti döneminde ise Bolvadin, Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Kanuni doğuya yaptığı seferleri sırasında Bolvadin’de konaklamaktadır. Ayrıca Sultan Süleyman bu seferleri sırasında Bolvadin’e Kırkgöz Köprüsü’nü yaptırmıştır ve bu köprünün bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır.Ayrıca Bolvadin, Osmanlı ve Anadolu Selçuklu Devletleri döneminde önemli ticaret merkezlerinden biridir. ( http://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler- 805&Bilgi=bolvadin-tarihi-bilgiler-bolvadin-tarihi-bolvadinin-tarihi ) Kırkgöz Köprüsü Bolvadin denilince yemeklerinden ve tabiki de son otuz iki yıldır yaz aylarında yapıla gelen Kaymak Festivali’nden söz etmek gerekir. İlk olarak Türkiye genelinde Afyonkarahisar denilince akla gelen haşhaş, sucuk ve kaymak Bolvadin’de de meşhur diyebileceğimiz yiyecekler arasındadır ve genel olarak Bolvadin’de haşhaş ve kaymak Afyonkarahisar’ın diğer bölgelerine göre daha çok ön plana çıkmaktadır. Bolvadin’de kaymak, genellikle tatlı üzerinde ve genelde hediyelik olarak tercih edilen nefis ve ağızda eriyen kaymaklı lokum olarak tüketilmektedir. Kaymaktan bahsedince geleneksel olarak yapılan festivalinden bahsetmemek olmaz. Kaymak Festivali her yıl ağustos veya temmuz aylarında yapılan ve dört ila beş gün süren bir festivaldir. Çocuklar için yapılan eğlenceli aktivitelerin yanınında Bolvadin’de bulunan açık hava tiyatrosunda ünlü sanatçılar Bolvadin halkını ve çevre yörelerden gelen vatandaşlarımıza doyumsuz müzik persormansı sunmaktadır. Festival süresince ilçe esnafları bazı kampanyalar ve tanıtımlar yaparak festivale ticari açıdan da bir boyut kazandırmaktadır. Haşhaşa gelince genelde Türkiye genelinde börek ve çörek tariflerinde kullanılmasıyla bilinen yiyecektir. Ancak haşhaş, Bolvadin’de ilaç üreteiminde bulunan ve bu üretimi haşhaş bitkisini kullanarak yapan Dünya’daki üç fabrikadan biri olan Alkalloid Fabrikası’nda da kullanılmaktadır. Türkiye’nin her yerinde devlet kontrolünde yetiştirilen haşhaş bitkileri bu fabrikada ağrı kesici üretiminde kullanılmaktadır. Biraz da Bolvadin’in meşhur davet yemeklerinden bahsedelim. Düğün davetlerinde ilçede birliktelik ön plana çıkmaktadır. Herkes, tanıdığı kişi düğün yapacak olduğunda iş bölümü yaparak asıl düğün sahibinin yükünü azaltmaya çalışır. Düğün davetlerinde hazırlanılacak yemekler genellikle bellidir. Ancak düğünün yapıldığı mevsime göre ufak tefek değişiklikler olabilir. Yemekleri sofraya geliş sırasıyla sayalım (sofraya geliş sırası adet gereği çok önemlidir ve bu sıraya uymak zorunludur.) İlk olarak sofraya şehriye çorbası gelir ardından ise üzeri, altındaki pirinç pilavı görünmeyecek şekilde kuşbaşı etle kaplı olan etli pilavımız gelir. Ardından ise tahin pekmez (halk arasında dahan) ve bamya çorbası gelir. Daha sonra ise yaprak sarması ve sütlaç (halk arasında datlı aş) gelir. Düğün yemekleri on beşer kişilik yer sofrası etrafında yenilir ve bu durum ilçe halkının birbirleriyle samimi bir ortam kurmasını sağlar. İlçe fazla büyük olmadğından ötürü herkes birbirini uzaktan veya yakından tanır ve birbirine karşı sıcak kanlıdır. Bolvadin’e yolunuz düşerse görüşmek ümitiyle hoşçakalın. Kaynakça: BAYAR, Muharrem. Anadolunun En Eski Şehirlerinden Bolvadin'in Tarihi Cilt 1. Ankara: Doğuş Matbacılık Tic. Lim. Şti. 1996. 31 Ocak 2016 tarihinde erişildi. http://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler- 805&Bilgi=bolvadin-tarihi-bilgiler-bolvadin-tarihi-bolvadinin-tarihi Bolvadin Çarşı Merkezi SİHİR İÇİMİZDE SAKLI Kendi deneyimlerini, yaratma ve ortaya çıkarma süreçlerini samimi bir dille ele aldığı ‘Büyük Sihir’ adlı kitabında; aslında yaratıcılığın ve yaratma arzusunun her insanın içinde bulunduğuna ayrıntılı bir biçimde değiniyor Elizabeth Gilbert. İlk bakışta iyi bir yazar olmanın sırlarından bahsediyormuş gibi görünse de aslında hayatta herhangi bir alanda başarılı, mutlu ve yaratıcı olmanın sırlarından bahsediyor Elizabeth Gilbert. ‘Büyük Sihir’ benim için, hayatım boyunca başucu kitabı olarak adlandırabileceğim bir rehber. Arzularım, isteklerim, hayallerim arasında sıkışıp kaldığım bir dönemde tanıştım bu kitapla ve sonra potansiyelimi, yaratıcılığımı keşfettim; ilham perileriyle tanıştım; sabırlı ve kararlı olmayı öğrendim. Aslında herkes yaratıcı bir kişiliğe sahip ve aslında günümüzün iç karartıcı bu dünyasında herkesin biraz yaratmaya, üretmeye ihtiyacı var. Elizabeth Gilbert bu konuyla ilgili bir örnekten bahsederken şöyle bir aktarımda bulunuyor ‘Bu acımasız dünya cehennemine karşı mücadele etmek için hayatlarını en yaratıcı biçimde yaşamak zorundalardı.’ Ne kadar da doğru bir noktaya parmak basıyor yazar. Biz insanlar çoğu zaman çevremizde olup biten olumsuz, zorlu olaylardan uzaklaşmak, kaçmak isteriz; kaçış yolları arar, çıkışı bulmaya çalışırız ve çoğu zaman çıkış yolunun aslında kendimiz olduğunun farkına varamayız. Benim için hayatın kargaşasından kaçmanın en iyi yolu yaratıcılığıma sarılmak mesela. Üzüldüğümde, kızdığımda, yorulduğumda veya özlediğimde hemen defterime koşuyorum, bir kalem, sözcükler ve yaratıcılığım, ilham perilerimle birlikte başlıyorum yazmaya. Yazdıkça daha çok daha çok yazıyorum, yaratıcılığıma teslim oluyor ve içimdeki sihri dışarı çıkarmama yardımcı olmasına izin veriyorum. Yaratıcılığınızı keşfetmenin veya ilham perilerinize teslim olmanın tek yolu yazmak değil elbette. Aslında bu tamamen size bağlı, ilgi alanlarınıza, tutkularınıza… Mesela kimileri dans eder, her bir adımda biraz daha teslim olur ilham perilerine veya bir başkası enstrümanlarına koşar, müzikle, notalarla açığa çıkarır içindeki sihri. Mühim olan yaratmayı istemek ve ardından bunu nasıl yapacağınıza karar vermek. Beni harekete geçiren, potansiyelimin farkına varmamı sağlayan ve tüm korkularıma rağmen ilk adımı bana attıran Elizabeth Gilbert’in kitabında değindiği bir soruydu ‘İçindeki gizli hazineleri gün ışığına çıkaracak cesaretin var mı?’ Bu soruya ‘Evet!’ cevabını vermiş ve ilk adımı atmış bir insan olarak şimdi ben de size soruyorum ‘Tüm korkularınıza, endişelerinize, belki geçmişteki olumsuz girişimlerinize rağmen hayallerinize, içinizdeki ilham perisine ulaşmak; ilk adımı atmak ve yaratmaya aşlamak için cesaretiniz var mı?’ Cesaret edip ilk adımı attıktan sonra artık kendinizi yaratma sürecinde buluyorsunuz ve evet kabul ediyorum pekte kolay bir süreç değil bu. Zaman zaman karşınıza zorluklar çıkıyor, bazen başaramıyor ve düş kırıklığı yaşıyorsunuz. Fakat unutmamalısınız ki asıl önemli olan bu süreçle başa çıkabilmek, karşılaştığınız her engeli sakince, paniklemeden atlatmaya çalışmak; engele takılıp yere düşseniz bile yaratıcılık yolundan vazgeçmeden tekrar ayağa kalkabilmek; çok çalışmak, yılmadan, sıkılmadan çok çalışmak. Elizabeth Gilbert’in de dediği gibi ‘Yenilgilerinizi, düş kırıklıklarınızı sahiplenin, onları olduğu gibi kabul edin ve yolunuza devam edin.’ Büyük Sihir’i okuduktan sonra yazmaya karar verdim, daha çok yazmaya, hata yapsam da, yorulsam da devam etmeye karar verdim. Uzun denilebilecek bir süredir yazmaya devam ediyorum, ilk adımımı Elizabeth Gilbert sayesinde attım ve bu yolda kararlı bir şekilde ilerleyebilmek için ilk adımımı attığım o an, henüz yolun çok başındayken kendime bir söz verdim. ‘Hayallerime giden bu uzun yolda karşıma çıkacak olan her zorluğu kabul ediyorum, zorlukları yenme gücüne sahibim. Evet, çok zorlanabilirim, belki durup soluklanmam gerekebilir ama ne olursa olsun, karşıma çıkan zorluk ne olursa olsun asla geri adım atmayacağım.’ Aleyna TEPE Kaynakça: Gilbert, Elizabeth. Büyük Sihir (2016) AMERİKAN RÜYASI Oscar’a aday gösterilen (1999) American History X 1998 yapımı bir Tony Kaye filmidir.Dilimize “Geçmişin Gölgesinde” olarak çevirilen eser ironik bir şekilde İngiliz bir yönetmenin elinden çıkan bir Amerikan başyapıtı.Edward Norton ve Edward Furlong’un güçlü oyunculukları, yönetmen Tony Kaye’nin olaylar arasındaki dahiyane geçişleri,başarılı sahne seçimleri ve görüntü yönetmeninin eseri unutulmaz kılan çekim teknikleri bu eseri kusursuz olarak nitelendirebileceğimiz birçok nedenden sadece birkaçı. Film, ırkçı büyük kardeş Derek (Edward Norton) ve onu izlediği yolda hayranlıkla takip eden küçük kardeş Danny (Edward Furlong) arasındaki ilişki hakkında.Derek ırkçı bir örgütlenmenin popüler bir bireyi konumunda ve aynı zamanda örgüt liderinin sağ kolu .Bir itfayeci olan ve iki zenci itfaye görevlisi ile çalışırken bir acil durum esnasında hayatını kaybeden Derek’in babası, oğlunun Neonazizm’e yönelmesinin ve örgütün bir parçası olmasının başlıca sebebi.Babasının ölümünü kabulleneyemen Derek bu acı olayı farklı yönleriyle düşünüp çok farklı bir şekilde analiz ediyor.Amerikanın göçmen yasalarını suçlayan Derek bu kazayı niteliksiz eleman olarak gördüğü zencilerin üzerine yıkıyor.Hikaye, bir bakıma kısır bir döngünün etkili bir şekilde beyaz perdeye aktarılmış hali.Babadan oğula ve oğuldan küçük kardeşe istemsizce aktarılan, istenmeyecek bir yük, öfke... Bir gece Danny, hoşnutsuz bir şekilde tarih ödevini yapmaya çalışırken garajdan gelen sesleri işitip Derek’e koşuyor.Neler yaşanabileceğini düşünmeden yapılan bu hareket Derek’in 3 zenciye ateş açması ve canlı olarak ele geçirdiği sonuncusunu vahşet dolu bir şekilde kardeşinin gözleri önünde öldürmesi ile son buluyor.Bu sahne öfkenin görüşlerimizi nasıl körelttiğinin , bakış açımızı nasıl daralttığının şifrelenerek bize sunulmuş hali.Burada İkinci Dünya Savaşı’nda Adolf Hitler liderliğindeki bütün dünyaya meydan okuyan Alman halkı akla geliyor.Bu eylem Hitler’in Avrupa’nın büyük çoğunluğunu ele geçirmekle yetinmeyip Holokost’u gerçekleştirmesiyle paralel gibi görünüyor. İşlediği suçun ardından üç yıl hapise mahkum edilen Derek özgür hayatı boyunca sürdürdüğü tavrı mahkum olarak da devam ettirecektir.Vazgeçemediği ilkeleri ve saplantı haline getirdiği zenci düşmanlığı, yaşayacağı bir dizi olayın ve aynı zamanda içinde bulunan nefretin yok olma sebebi olacaktır.Bu denli anlamlı bir film için eşsiz bir neden-sonuç ilişkisi olmuş.Beyaz yandaşlarının zenciler ile iletişime geçtiğini gören Derek taraf tutmamaya karar vermiş ve bu kararının yansımasını eski yandaşları tarafından tecavüze uğrayarak almıştır.Bu esnada görev aldığı çamaşırhanede birlikte çalıştığı bir siyahi olan Lamont’dan (Guy Torry) her geçen gün daha az nefret etmekte, kendisini zencilerin eğitimsiz ve alt sınıf insanlar olmadığına ikna etmesine izin vermektedir.Lamont’ın yaptığı şey inanılmaz gibi görünüyor.Yanlış olup olmadığına bakmaksızın tek bir düşünceye körü körüne bağlanmış bir bireyi tıpkı onun gibi düşündüğünü göstererek, mizahı kullanarak,düşündüğü bireymiş gibi davranıp fakat aslında öyle olmadığını hissettirerek imkansızı başarıyor.Mizahın gücü,gerçekten göz ardı edilemeyecek kadar fazla.Böyle anların hayatımızda ne kadar büyük yer aldığını düşünmemek çok zor.Aralarındaki dostluk Derek’in hapishaneden canlı,aynı zamanda farklı bir birey olarak çıkmasını sağlamıştır. Hikaye Derek özgürlüğüne kavuştuğunda daha da ilginç bir hal almaya başlıyor.Eve döndüğünde küçük kardeşinin, eski benliğinden sapıp kendi izlediği sapkın yoldan sürüklendiğini, hatta ve hatta kendinden daha sapkın düşüncelere sahip olduğunu görüyor.Burada küçük kardeşini izlemenin kendi geçmişini izlemekten farksız olduğu tartışma götürmez.İnsanın hatalarını anlaması ve erdemli davranmaya başlaması için ne kadar mükemmel bir yol.Hatalarımızın farkına varıp, onların aynı zamanda geçmişimiz olduğunu hissettiğimiz andaki o karmaşık duygu,kendimize hayret edişimiz, aydınlanmışlık hissi ve o tuhaf tebessüm... Belki de karakterin o anda hissettiği yegane duygulardı o an için. Hatalarını daha da bariz bir şekilde gören Derek derhal Danny’nin örgütle alakasını kesip ailesini artık saçmalık olarak gördüğü bu düşünce ve eylemlerden uzaklaştırmaya koyulur.Danny Derek’in yaşadıkları ve görüşleri doğrultusunda doğru yolu bulacak kadar akıllı bir çocuk.İnsanın bu anlamda örnek aldığı iyi bir birey olması çok önemli.Genç yaşta hepimizin olmayı hayal ettiği bir birey olur. Kimi zaman yakınımızda kimi zaman ise uzaklarda, erişemeyeceğimiz yerlerdedir bu modeller.Danny kadar şanslı olanlar, bir kardeş uzaklığında oluyor hayatlarını etkileyen bu “heykeltıraş” lara.Sanşlı çocuk, doğruya yönelebilmiş, yüklerinden, öfke ve nefretinden kurtulmuştur. Teşekkürler Derek... Filmin sonunda Danny isteksizce başladığı ırkçılık hakkındaki ödevini bir solukta bitirip nihayet siyahi olan öğretmenine teslim edecektir.Fikirleri değişmiştir, artık öfkeli değildir, nefret duygusu onu rahatsız etmiyordur.Her şey iyiye gidiyor gibi görünmektedir fakat son dakikalarda Derek’in örgüt liderini dövüp örgütü terk etmesinden kaynaklanan gerginlik hissedilmektedir.Bu izlenim Derek’in her an bir saldırıya uğrayabileceği hissiyatını verir fakat tam bu sırada ironiktir ki Danny okul tuvaletinde siyahi bir öğrenci tarafından ırkçı sebeplerden silahlı saldırıda katledilir. Son sahnede Danny’nin sesinden duyduğumuz gibi ” Öfke bir yüktür. Hayat sürekli kızgın yaşanmayacak kadar kısadır, buna kesinlikle değmez.” Derek’in hayatın adaletsiz dengesini bu denli sert yaşaması acı,sarsıcı. Belki de nefesimizi kesmesinin neden bu denli çarpıcı olmasıdır. EN ESKİ DOSTLARIMIZ : HAYAL KAHRAMANLARI… Ah Hayal Kahramanları… Bugün size okuduğum bu kitaptan bahsedeceğim biraz. Okurken kendimi bir an önce Oyuncak Müzesi’ne atasım mı gelmedi yoksa küçükken izlediğim çizgi filmlerini mi yad etmedim? Sunay Akın beni her zamanki gibi bu sefer de cezbetmeyi başardı. Düşünsenize, çocukken adeta taptığınız, biz fark etmeden hayatımıza yön veren o kahramanları, oyun oynarken “ Ben Superman olacağım, sen değil!” diye kavga edişlerinizi! Hem hayatımızın en güzel dakikalarını geçirmemizi sağladı hem de bizi her daim kötüleri yenerek mutlu edip ileride cesurca hareketlerde bulunmamıza ön ayak oldular. Sunay Akın beni kitaplarıyla, şiirleriyle etkilemeyi her zaman başarmıştır, içindeki o çocuksu ruhu benim de çocuk ruhumu yansıtmıştır. Gerçekten büyük adam! Geçen sene ( lise sondayken ) , edebiyat öğretmenimle ders çalışıyorduk. Sıra Sunay Akın’ın eserlerine gelmişti. Bana sırayla kitap isimlerini sayıp okuyup okumadığımı soruyordu. Hepsine “ Evet, hocam onu da okudum.” demekten sıkılmaya başlamıştım ki sıra Hayal Kahramanları’na geldi. Ne adını duymuştum ne de kitapçıda gezerken görmüştüm. Bana : “ İlk iş şimdi gidip onu alıyorsun.” dedi. Ertesi gün kendimi kitapçıda, yüzümde kocaman bir tebessümle bu kitabı incelerken buldum. Dürüst olmak gerekirse beni ilk seferde sadece kapağıyla bile baştan çıkarabilen ilk kitaptı diyebilirim. Tenten’inden Casper’ına, Superman’inden Batman’ine kısacası en sevdiğim hayal kahramanlarını barındırıyordu. Ben de o halde yerimde duramazdım değil mi? Hemen satın aldım kitabı. Bu kitap bana sadece bilmediğim hayal kahramanları hakkında bilgi vermeyip aynı zamanda onların nasıl ortaya çıktığı ve inanılmaz tarihsel bilgiler öğrenmemi sağlayıp beni mükemmel bir şekilde şaşkınlık duygusuna boğdu. Bunların hepsini size tek tek büyük bir zevkle anlatmak isterdim ama kitabın heyecanını kaçırmak istemiyorum. Hani başta dedim ya kendimi bir an önce Oyuncak Müzesi’ne atasım geldi diye, işte kitabı bitirdiğimin ertesi günü ailemi de yanıma alıp Oyuncak Müzesi’ne gittim. Burası da bence çocukluğunuza seyehat ederken durmak isteyeceğiniz daha doğrusu durmanız gereken durakların en güzel örneklerinden. Tüm katları gezdikten sonra ve mutluluğun verdiği yorgunluktan bitap düşünce bir kahve molası vermeye karar verip yine oyuncaklardan ve hayal kahramanlarında oluşan o masalsı kafesine oturduk ve hayallere daldık. Koşan, oynayan çocukları görünce aklımdan kim bilir şimdi hangi hayal kahramanına büründüler diye geçirmeden edemedim. Tam o sırada müzenin sahibi ve beni derinden etkileyen Sunay Akın girdi içeri. O an o kadar heyecanlandım ki! Herkesin bu kadar sevdiği, taptığı hayal kahramanlarını bizimle buluşturmuştu. Kitabın o lezzeti aklıma geldi ve dayanamayıp azıcık lafladık. Konuşurken bile kendimi sanki bir şiirinin, bir kitabının içindeymişim gibi hissettirdi ve o samimi üslubuyla kalbime dokunmayı başardı. Sunay Akın’ın Türkiye’nin başına gelmiş en güzel şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Büyük, küçük fark etmeksizin her kesime, her yaş aralığına hitap etmeyi çok iyi biliyor. Çocukla konuşurken çocuk, sanatçıyla konuşurken sanatçı, halktan biriyle konuşurken adeta bir ağabey, bir arkadaş… Belki küçükken sadece amacımız vakit geçirmekti, hayal kahramanlarının çizgi filmlerini izliyorduk ya da çizgi romanlarını okuyorduk ama bilmemiz gereken bir şey var ki onlar bize çok şey kattı: Bakış açımızı değiştirdiler, eğlendirdiler, cesaretlendirdiler... En önemlisi ise bizim en eski dostumuz, ilk dostumuz oldular. İşte bunu hatırlattı bize Sunay Akın! Yazan : EZGİ TANRIYAKUL ( no: 21602878 ) Fotoğraf : D&R internet sitesi İLLÜZYON “1998 senesiydi. 18 yaşındaydım o yıl ve kulağımda Led Zeppelin şarkılarıyla Lübnan‟da, Beyrut sokaklarında dolaşıyordum. Bir an kendimi müziğe kaptırmıştım, gözlerimi kapadım. Açtığımda karşımda gördüğüm manzara işte bu şarkıyı yazmama neden oldu. Size ne gördüğümü anlatmayacağım ama hayatımdaki her şey bu parçayı yapmamla değişti.” Bu hikâyeyi 24 Ekim akşamı yeni albümü “Illusion” için düzenlenen konser için Türkiye‟ye gelen ünlü yazar Amin Maalouf‟un yeğeni Lübnan asıllı Fransız trompetçi İbrahim Maalouf dinleyicileriyle, bizimle paylaştı. Savaş sonrası yıkılan şehri görmenin üzüntüsüyle yazılmış “ Beirut” isimli parçasının hikâyesiydi bu. Savaşın izlerini her bir parçasında saklayan bu şehrin insanından yazılmış, yapılmış, çalınmış en gerçekçi parçalardan biri bu. Her bir saniyesinde iliklerine kadar hüznü yaşayan, yaşattıran bir şarkı . Maalouf‟un usta ellerinde dile geliyor babasının icadı dört sübaplı trompet. Gözlerinizi kapattığınızda acı içinde bağıran, haykıran kadın sesleri duymanız o yıkımı, acıyı, çaresizliği hissetmeniz işten bile değil o an. Maalouf‟un trompeti dile geldi sanki haykırarak anlattı bize Beyrut‟u, yıkımı, acıyı, savaşı. Gözlerimle görüp kulaklarımla duydum o vahşeti. Ordaydım sanki ve kadınlar acı içinde bağırıyorlardı. Hiçbir şey yapamadım. İçimde tarif edilemez bir duygu oluştu, nefes alamadım. O enstrümandan çıkan sesleri canlı canlı izlerken bile bütün tüyleriniz diken diken oluyorken bir de bütün salonla beraber şarkıyı mırıldanmak gerçekten tarif edilemez bir duyguydu. Dinleyenleri kalplerini eline aldı o akşam Maalouf. Anlatmak istediklerini trompetine bıraktı. Hayatın neşesini, coşkusunu, hüznünü tane tane gösterdi bizlere. Bazı anlar bitmesin ister ya insan, zaman dursun dakikalar ilerlemesin, bazı şeylerin sonu hiç gelmesin. O an o salonda bulunan yüzlerce insanla aynı duyguyu paylaştığıma çok eminim. Üstüne üstlük “bu an bitmesin” diyeceğim sayamayacağım kadar çok an geçirdim o akşam. Sadece ıslık çalarak dakikalarca bir parçayı seslendirmesine mi yoksa sadece enstrüman çalarak dinleyicilerini yaptığı sanata bu kadar çabuk katmasına mı şaşıracağıma karar veremedim. Her bir parçasında kendimden bir şeyler buldum. Bazen benimle konuşuyor sandım, bazen Türk olmadığına inanamadım. “If You Wanna Be A Human” adlı parçasında mesela, Maalouf‟un Karadeniz ezgilerinden jazz bir parça yarattığını söylemek hiç de yanlış olmaz sanırım. Hayranlıkla izledim onu ve ezgileri harmanlayışını. Geç tanıdım onu ve müziğini ama konsere gittiğim günden beri bir tek günüm onun şahane parçalarını dinlemeden geçmedi. Başarı bu olsa gerek. Çoğu insan enstrümantal müzikten hoşlanmaz ya da özel olarak dinlemez mesela. Sadece gitar, keman ya da trompet sıkıcı gelir genelde. İbrahim Maalouf öyle yetenekli insanlardan bir grup kurmuş ki kendine, kelimeler kıfayetsiz. Hepsi birbirinden başarılı 3 trompetçi, iki gitarist ve bir davulcunun performanslarını izlerken ağzınız açık kalıyor. O kadar renkli ve eğlenceli kişiler ki konserin sonunda sürpriz gayda şovu bile izledik. Yeni albümünün ismi gibi bir illüzyona sürükledi bizleri. Trompetin ve gaydanın o büyülü seslerinin dakikalar içinde size tarif edilemez bir hüzün ve yine dakikalar içinde yerinizde duramayacağınız bir neşe verebileceğini o akşam çok net bir biçimde anladım. Sanki her şey bir illüzyon, yanılsama gibiydi o saatler nasıl geçti anlamadım. İçimde büyük bir coşku bıraktı o gece, müzik gerçekten ruhun gıdasıymış. Çoğu parçasını ilk kez konserde dinledim ancak bir an olsun sıkılmadım, sanki büyülendim. Ailesi, anne ve babası müzisyen İbrahim Maalouf „un. Çocukluğundan beri müzik aleti çalan Maalouf, son albümü ile Fransa Müzik Ödüllerinde en iyi dünya müzik ödülünü kazanmış bir de. Birçok özel müzisyen ile çalışmasının yanı sıra film müzikleri de başarılı olduğu bir diğer alan. Albümünün ismini illüzyon koymuş Maalouf. Gerçeği görüp de yine görmek istememek belki de illüzyon. Gerçekte yaşayıp da rüya gibi gelmesi belki de. Bir göz, kulak, duygu yanılsamasıydı belki o akşam çünkü ancak o zaman inanırım o harikulade konsere. İllüzyonlarda tarif edilmez bir şaşkınlık, heyecan yaratır ya insanlarda aynı onun gibi bir gösteriydi o konser. Maalouf bir illüzyonistti ve bizde seyircileri. Notaları, ezgileri öyle hallere soktu ki konser sonrası bizlerin yüzünde sanki bir illüzyon gösterisinde çıkmışçasına bir tebessüm bıraktı. Albümündeki en sevdiğim parça olan “True Story”yi de rüyasında gördüğünü anlattı Maalouf. Rüyasında yaşlı bir adamın rüya gördüğünü görmüş. Durum biraz karışık gibi gelebilir ama aslında değil, işte bunun için de rüyasında gördüğü bu parçanın adını “gerçek hikâye” koymuş. Parça ile ilgili Maalouf yorumu ise şu şekilde, "Kimseyi incitmeyeceği iddiası ile kimse hayatını kuramaz. Bilerek ya da bilmeyerek, hayatımız her zaman birilerinin sırtına kuruluyor. Arkadaşım Lhasa de Sela'nın bir şarkısında söylediği gibi “Yakında bu dünya çok küçük olacak”.Bir keresinde son nefesini vermeye yakın yaşlı bir adamın, çevresindeki tüm insanlara gidip, yaptığı hatalar için teker teker özür dilediğini rüyamda görmüştüm. Bu hayal illüzyonların en güzeli... Umarım bir gün gerçek olur." Benim hayalim ise İbrahim Maalouf‟u birkaç kez daha canlı dinleyebilmek. O harika geceyi umarım bir gün tekrar yaşabilirim. Dünyanın böyle sanatçılara ihtiyacı var. Melike Ersin TURK 101- 21301127 SAVAŞ VE SANAT Yüzyıllardan beri insanoğlunun vazgeçemediği iki şey vardır: Savaş ve sanat. Peki, bunların kesiştikleri bir yer var mıdır? Birçok insanın savaşmayı da bir sanat olarak yorumlamasına karşın, bence insanoğlunun savaşmak veya sanat yapmak için farklı motivasyonları vardır. Savaş daha çok yıkıp dökmeyi, tahrip etmeyi ve öldürmeyi meşru görürken; sanat üretmeyi, inşa etmeyi, yaşatmayı ve sonsuza dek yaşamayı amaçlar. İkisinin kesiştiği tek nokta yalnızca birbirlerini tüketmeleri olabilir. Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun Saint Matthew and the Angel adlı tabloyu 1602 yılında yaptığında o dönemin insanları üzerinde daha çok dinsel açıdan olumlu veya olumsuz bir etki bırakmış olabilir ya da o dönemin toplumsal sınıfları arasında farklı biçimlerde yorumlanmış da olabilir. Fakat bu resme günümüzden açılan bir pencereden baktığım zaman savaşın gerçek yüzünü görüyorum. Çünkü bu resim 1945 yılında, II. Dünya Savaşı’nın son yılında, Berlin bombardımanı sırasında tahrip edildi. Bu örnek üzerinden de anlaşılabileceği üzere savaş maddi ve manevi birçok yıkımın yanı sıra sanatsal olarak da büyük kayıplara yol açar. Savaşları doğrudan sanatın düşmanı olarak bile görebiliriz. Savaşları toplumun ve dolayısıyla o toplumun ürettiği sanat eserlerinin düşmanı olarak düşünürsek, savaşları da ancak sanata ve sanatçıya önem vererek hatta sanatı teşvik ederek ortadan kaldırabiliriz ya da en azından asgari seviyeye indirebiliriz. Bir asker olmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk’ün de söylediği gibi sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuşsa, bunun tamiri ancak ve ancak yine sanatla olabilir. Çünkü sanat, bence, hava gibi su gibi insanlar farkında olmasa bile insani ihtiyaçlardan biridir. Bu ihtiyaç karşılanmadıkça insanlar insanlıklarından uzaklaşacak ve bir kavgaya tutuşacaklardır. Bunun sonucunda kaybeden yine sanat ve sanat eserleri olacaktır. Bu döngüyü kırabilmek için toplumdaki sanat eğilimini arttırmak ve halkın küçük yaşlardan itibaren sanat bilincini oluşturmak gerekir. Tarihte de görülebileceği gibi sanata önem veren toplumlar daima egemen olmuşlardır. Yani, egemenlik yalnızca silah, savaşla elde edilmez. Sanat ve sanatçıyla da dünya çapında egemenlik sağlanılabilir. Örneğin; Roma İmparatorluğu’nun askeri gücünün yanı sıra sağlam bir kültür ve sanat alt yapısı olması uzun yıllar boyunca geniş bir coğrafyaya hükmetmesini sağlamıştır. Günümüzden bir başka örnek vermek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri gücünü yalnızca sanayisinden almıyor, Hollywood filmleri dünyanın bütün ülkelerinde izleniyor hatta rekorlar kırıyor. Hatta birçok ABD’li ses sanatçısı ABD’den daha çok diğer ülkelerde konserler veriyor. Bu örneklerden de anlayabileceğimiz üzere sanat toplumları bir araya getirir ve ek olarak savaşla elde edilmek istenen bazı kazanımları da beraberinde getirir. Sanatın varlığı insanlığın varlığına işarettir. Bir yerde bir sanat eseri var ise orada en azından bir insan yaşamış demektir. Sanat insan dışında bir canlının yapabileceği bir şey değildir. Sanatçı olmak, her şeyde biraz sanat arayıp bulmak insanı özüne yaklaştırır çünkü insan bedeni de bir sanat ürünüdür. İnsan kendini keşfettikçe sanatını geliştirir. Yani insan kendi olursa zaten sanatçı olmaya yetkindir. Ayrıca gelişmiş ülkelere baktığımız zaman hepsinin sanatla gelişmiş olduğunu görürüz. Yani, hiçbir ülke yoktur ki sanattan önce savaş sanayisine önem vererek gelişsin. Gelişse bile bu görünürde ve geçici bir gelişme olmuştur tıpkı Nazi Almanyası’nda olduğu gibi. Sanatı geri planda tutarak ve hatta sanatçıyı baskılayarak ülkeyi güçlü hale getirebilirsiniz ama gelişmiş bir hale getiremezsiniz. Nazi Almanyası’ndaki sanat sadece yoz bir sanattı ve modern sanatlar tamamen bastırılmaya çalışıyordu ve bu toplumun gelişimini oldukça kısıtlıyordu. Bu gibi uygulamalar sanatı ve sanatçıyı görünürde öyle olmamasına rağmen bitirmeye yöneliktir ve hatta sanatın toplumun gözündeki değerini düşürür. Şunu kesinlikle söylemek gerekir ki toplumlar sanatla var olur, savaşla yok olur. Toplumu yani bireyleri var edebilmek için sanata yönelmek ve savaştan kaçınmak gerekir. Sanata yöneldikten sonra bile savaşa meyledilirse var olan sanat eserleri Saint Matthew and the Angel gibi kaybedilebilir ve her sanat eseri kendine münhasır olduğu için asla yeri doldurulamaz… Alper Furkan HAMAVİOĞLU Fotoğraf: Caravaggio, Michelangelo Merisi. (1602). Saint Matthew and the Angel. Demre ERTEM Çocukluğumuzun Dünyası Ütopya Çocuklar hep bir an önce büyümek ister çünkü büyüyünce her şeye sahip olabileceklerini, istedikleri her şeyi yapabileceklerini düşünürler. Öyle görmüşlerdir hep. Büyükler onlardan daha çok şeye sahiptir; telefona, bilgisayara. Mesela onlar arkadaşlarıyla tek başına dışarı çıkar ama biz çocukların bazı şeyleri yapmamıza hiç izin verilmez. Ben de bunları istedim ama her çocuğun aksine kendimle çeliştim ve hiç büyümek, okula gitmek istemedim. Sanki bu dünyaya gelmeden önce bana hayatın ne kadar zor olduğunu göstermişler gibi. Tabii ki nedenini bilmiyorum, belki de küçükken hatırlamadığım bir sarsıntı yaşadım. Sanırım ebeveynlerimin yaşlarının büyük olması, bende onları kaybetme korkusu yaratmış olabilir. Belli ki anlamıştım, ben büyüdükçe onlar da yaşlanacaklardı. Bunu düşündükçe ağladığım zamanlarım oldu. Bu yüzden Emrah Serbes’in Deliduman romanında beni etkileyen daha dokuz yaşındaki Çiğdem’in kendisiydi. Bir dünya düşünün, pardon bir ütopya demeliydim. İçinde herkesin yeni doğan bir bebek kadar günahsız olduğu bir dünya olsun. Hayalinizde canlanan tablo nasıldı? Benim aklıma ilk rengarenk bir çiçek bahçesi geliyor, tertemiz havayı solumak istiyorum ve istemsiz bir şekilde gülümserken buluyorum kendimi. Ne bir günah var ortada ne de bir şüphe; oksijeni bol temiz bir bahçe gibi. Bana kalırsa işte bu huzur demek. Orada hiç düşünmeden sırtını yaslayabileceğin binlerce insan olacak mesela. Ama maalesef imkansız böyle bir dünya. İşte asıl problem de bu; para, pul, iş, aş, aşk değil dertlerimiz, güvensizlik tek problemimiz. Çocukluk da bu yüzden güzel işte; güvenmemek için bir sebebin yok. Fakat ne zaman bir oyuncağını çaldırırsan işte o zaman başlar problemler. Anlarsın ki asla sırtını dönme insanlara yoksa her an bıçaklanabilirsin. Rekabet için sen de masumiyetini kaybedersin. Büyüdükçe çoğalır bıçaklanma riskin, çünkü hırslar artar ve böylece masumiyet yok olur. İşte bu yüzden zordur yetişkin olmak, artık öğrenirsin ki her koyun kendi bacağından asılır. Yalnız geldik, yalnız gideceğiz… Demre ERTEM Hepimiz bu dünyaya çeşitli ruhlarla geldik ancak birçoğumuz hayatın akışında kendimize yer ararken benliğimizden uzaklaşıp ruhlarımızı kaybettik. Yine çocukluk da ruhların hala var olduğu küçük bir dönem, aslında kendi içinde apayrı bir dünya. Bazen çocuklara bakıp dünyanın aslında ne kadar renkli olduğunu hatırlarım. Oynadıkları oyunlardan, konuşmalarından hatta ses tonlarından bile ne kadar farklı olduklarını görürüm. Romanda Çağlar kardeşi için şu sözü söylemişti: "Bu ruhsuz dünyaya ruhunu bağışlamak için dans ediyordu." (Serbes 98). Bu bana dünyanın ruhunu uyandırmanın çocukların elinde olduğunu göstermiş oldu. Düşündüm ki eğer ben onlara bakınca benliğimi hatırlıyorsam, bunu herkes yapabilir. Ancak Çağlar'ın dediği gibi bir bağış değil bu, bence sadece bir yol gösteriş olacaktır. Hep denir ya ailelerde çocuklar evin neşesi diye, gerçekten de durum aynen öyle. Keşke bizler de ruhlarımızı kaybetmeyip onlar kadar neşeli olabilsek. Umarım bir gün bütün dünya olarak bunun bilincine varır ve içimizdeki ruhu sonsuza kadar ortaya çıkarabiliriz. Sadece bir gün olsun çocuk gibi davranın, kimseyi kırmayın ve herkese güvenin. İçinizdeki ruhu ortaya çıkardığınızda aslında dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu görebilirsiniz. Aynı çizgi filmdeki bir söz gibi: "Eğer uslu bir çocuk olursanız bir gün belki siz de şirinleri görebilirsiniz." Şimdiye kadar bu sözün sadece çocukların yaramazlık yapmaması için söylendiğini düşünürdüm. Ancak şimdi farkına varıyorum ki aslında uslu derken masumluğu, şirinlerden bahsederken de dünyanın güzelliğini kastetmiş olabilirler. Hayatın kıymetini bilin. Hep çocuk kalmanız dileğiyle... Kaynakça: Serbes, Emrah. Deli Duman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. Melisa rabia çelik Önemli Olan Vitrin Değil, İçerik! Tüm dünyada sosyal medyayı kullanmayan bilmeyen kalmadı artık. 7’den 77’ye herkes Facebook’tan Twitter’dan haberdar. Kullananlar çok yoğunlukta ama şu an kullanmayanların çok büyük bir kısmının hesabı önceden olmuştur, gereksiz gördükleri için ya da ihtiyaç duymadıkları için kapatmışlardır. Sosyal medyada dolaşırken gözünüze takılan fenomen hesaplar mutlaka vardır. Bunların çoğu hayattan detaylarla ünlü oldular, herkesin bildiği ama çok da farkına varılmayan detaylar bunlar. Bir elbise çıktı rengi tartışıldı, hem de günlerce… Fotoğrafların altına kırmızı bir şerit çekildi, fotoğraflarla ilgili yorumlar yapıldı, o günlerde ne popülerse. Sıradan bir belediye işçisinin askerlik anısı popüler oldu, insanlar ona güldü. Filistinli bir baba dans etmeye utanan kızını cesaretlendirdi, gündem değişti. Bunun gibi binlercesi… Asıl konuysa, hayat kadrajındaki karelerimizin birleşirken baktığımız yönler. Aynı karede olup anlık geçip giden binlerce insan. Albenisi olmayan, dış görünüşünden bir şeye benzetemediğimiz için yok saydıklarımız. Üzerindeki 20 senelik kazağını giyen işçi emeklisi yaşlı amcamız. Ama üzerinde binlerce liralık montuyla yürüyen ya da milyon liralık arabasının içinde güneş gözlüğüyle geçen genç bir adama sadece bizim gözlerimiz değil aynı kareye sığdığımız bütün gözler çevrilir. Kim bakar elinde siyah poşetiyle altın gününe giden teyzeye ya da pazar arabası taşıyan genç bir hanıma… Upuzun sarı saçları olan, renkli gözlü, uzun boylu, çokça dekolteli genç kıza, genci yaşlısı, kadını erkeği demeden herkes şöyle bir göz ucuyla da olsa bakar. Önemli olan kadraja girebilmek değildir, kadrajda ne kadar yer kapladığın da ya da o sırada ne yaptığın da çok önemli değildir, eğer normal insanlardan çok farklı hareketler yapmıyorsan. Önemli olan dikkat çekebilmektir, öyle ya da böyle insanların hayatında o anlık yer etmeyebilirsin ama gazete almaya giden Ahmet Amca kadar silik de kalmazsınız. İşte bahsettiğimiz o bütün internet fenomenleri, başarılı sanatçılar halkın arasından, yani bu karakterler üzerinden prim yaparlar. Çünkü bambaşka hikâyeleri vardır hepsinin. Genelde düşük standartlarda yaşarlar. Bu nedenle orta halli ve yüksek gelirli kesimin anlayamadığı duygu değişimleri olur. Çünkü imkânsızlık nedir bilmeyen insan imkânsızlıklarla başa çıkmanın ne olduğunu hiç bilmez. Bu nedenle ilgi çekici gelir. Pek çok silik karakterin derdiyle sevincini kıyaslarsak rahatça görebiliriz, bir futbol sahasının içindeki pinpon topu gibidir. Dertleri kocaman olur sevinçleri ise küçücük ama buna rağmen dikkat çeken bir ayrıntı vardır; küçük sevinçlerini büyük duygularla, sonu gelmez acılarını ise artçı sarsıntılar şeklinde yaşarlar. İşte asıl ilgi çekici olan, diğerlerine garip gelen budur. Anlam veremezler bisiklet alınan çocuğun neden o kadar sevindiğine, çünkü kendi çocukları bisikleti beğenmez hâldedir. Grip olunca 3 gün yataktan çıkmayan hanımefendi anlayamaz kanserle boğuşurken ev bütçesine katkı yapmak için temizliğe giden kadının hâlinden.İşte bu insanlar günlük hayatta karşınıza çıkınca şöyle bir bakar geçersiniz, ama televizyon dizilerinde ya da sosyal medyada görürseniz farklı bir gözle bakarsınız. Göknur Gündoğan da Aradaki 7 Fark kitabında bu günlük hayattaki dikkat çekmeyen karakterleri öyküleştirmiş. Aslında herkesin eşit olduğunu, hepsinin insan olduğu için değeri olduğunu anlattı bana. Bu düşünceye sonuna kadar destek vermişimdir ama artık sokakta yürürken sadece ilgi çekici insanların üzerine bakmayacağım, sıradan görünen insanların gözlerinin içine bakmak kesinlikle daha çok hayat tecrübesi, daha çok yaşanmışlık anlatacak bana. Kaynakça: Gündoğan, Göknur. Aradaki 7 Fark. İstanbul. Alakarga Yayınları, 2016. Ezgi Nur Güngör Sergilenen Hayatlar Kendimizi birilerine beğendirme ve kabul ettirme çabamız ne kadar ileri gidebilir sizce? Bu sorunun cevabı, beni soruyu ilk düşünmeye başladığımdan beri oldukça korkutmuştur aslında. Çünkü bence bu durumun bir sınırı yok maalesef. Ve gelişen dünyada elimize geçen sosyal medya ve teknolojinin yarattığı yapma hayatlar, kendimizi insanlara bir ürünmüş gibi daha da fazla sunmamız için sonsuz bir kaynak işlevi görüyor. Tabii bu sırada da bizlere benliğimizden pek çok parça kaybettiriyor. Peki siz bu sonsuzluğun içinde ne kadar kötüsünü hayal edebilirsiniz ve bu sonsuzluk sizden neleri koparabilir sizce? Bu sorulara cevap vermeden önce neden kendimizi beğendirme çabasında olduğumuzu düşünmeliyiz bence. Bana kalırsa aslında bu çok masum bir istekle başlıyor. İnsanların içinde bizim de varlığımızın kabul edilmesi, bizim görüşlerimizin değerli olarak görülmesi, bence şu dünyadaki varlığımızı kanıtlayan tek şey. Ve bizler de bunu kanıtlamak istiyoruz. Düşünün, bir ortamda siz konuşmak isteseniz de size söz hakkı düşmediği ya da sizin kendinizi önemsiz, olmasa da olur gibi hissettiğiniz ortamlar olmuştur mutlaka. İşte böyle zamanlara biz çözüm ararken teknolojinin bize sunduğu nimetlerden biri olan sosyal medya devreye giriyor. Evet, bu noktada sosyal medya düşüncelerimizi kimsenin izin vermesine ya da bizi önemli görmesine gerek kalmadan düşüncelerimizi çok uzaklara ulaştırma imkanı veriyor. Fakat bunu abartarak yanlış anlayan bizler, bu durumu bir kabusa dönüştürüyoruz bence. En baştaki o isteğimizi koruyamadan yeni bir dünyada yeni bir varlık oluşturuyoruz, kendini milyonlara beğendirmek ve vitrinlerde parlamak isteyen, dışarıdan hayranlıkla bakılan ruhsuz ürünler. Kitap okumadığı halde kitap resmi paylaşarak okuyan bilgili insan imajı vermeye çalışanından, sevmediği ve konuşmadığı insanlarla bir arada olduğu halde fotoğraflar çekinip mutluluk resimleri paylaşanına kadar daha birçok örnek var bu kabus dolu dünyada. Black Mirror'ın bir bölümünde ise bu durumun bir tık daha ilerisi olan insanları yalnızca sosyal medya ortamında değil gerçek hayatta da yalandan davranışlara sürükleyen, herkesin birbirini puanlandırma teknolojisi endişelendiğim bu durumu gözümde daha da korkunçlaştırdı. Bu korkunç dünyanın bizden neler koparabileceği sorusunun cevabını söylemek ise bu örneklerden sonra çok basit bence: Bir kere geldiğimiz şu dünyada yaşayabileceğimiz gerçek hayatı ve korumaya çalıştığımız varlığımızı yani kısaca her şeyimizi diyebiliriz. Mutlu olmadığımız bir dünyada mutluymuş gibi davranmak, sevmediğimiz bir insana sırf diğer insanların gözünde kötü olmamak için çok iyi davranmak, bizim olmayan hayallerin peşinden koşmak, biz beğendiğimiz halde başka insanlar beğenmiyor diye yapmadığımız etkinlikler... Sosyal medyanın yarattığı etki daha ileri seviyede bu tür şeylere sebep oluyor aslında Black Mirror'da da bunun birçok örneği olduğu gibi. Sonunda da içinde bulunduğumuz bedenin içine hapis kalmış, amaçsız, gerçekte hiçbir özelliği olmayan kopya robotlara dönüşüyoruz. Kendi özelliklerimizi, mesela hiç kimsenin bilmediği bir alanda olan bir yeteneğimizi keşfedebilecekken hayatımızı sınırlıyoruz, içsel arayışa bile giremeden. Bu kişilik çeşitliliğinin olmadığı dünyaya dahil olmamalıyız. Bu sonu olmayan dünyanın bir parçası olmazsak eğer aslında yaşadığımız hayattan zevk alabiliriz bence. Çok yalnız bile olsak sadece bize ait olan düşüncelerin varlığı bizi rahatlatabilir ancak, bizi doğru yola sokabilir çünkü. Black Mirror'ın bu konuyu anlatan bölümünün sonunda da baş karakterin bir hapiste kendiyle baş başa kaldığı zaman aslında sesini şiddetlice çıkarabildiği tek zaman olmuştu, çünkü kendini artık kimseye beğendirmek gibi bir kaygısı yoktu ve kendi varlığını tamamıyla kabullenmişti. Her ne kadar varlığımızı başkalarının kabullenmesi güzel bir şey olsa da sağlıklı bir hayat yaşayabilmek için sosyal medya gibi ortamlara başvurmadan önce kendi varlığımızı kendimiz kabullenmeliyiz. Kaynakça: Brooker, Charlie. Black Mirror. 2011. Web. Ebru Kamış 21401158 Türkçe 101 – 17 Başak Berna Cordan 24.11.2014 HAYATIN ANLAMI PEŞİNDE… Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan isimli romanı ne çok büyük zevkle başladığım ne de okurken olayların sonunu merakla beklediğim bir roman oldu. İçimizdeki Şeytan okunurken haz veren, daha çok okuma sürecinde düşündürdükleriyle okuyucuyu içine çeken kitaplardan. Sabahattin Ali’nin anlattığı şey değil bu romanı bu kadar değerli kılan, nasıl anlattığı. Roman, Ömer adında tembel bir gencin Macide isimli genç ve güzel bir kızla tanıştıktan kısa süre sonra evlenmesini, ancak daha sonra parasal sıkıntılar ve düşünce uyuşmazlığı nedeniyle ayrılmalarını anlatır. Romandaki karakterler kaderin küçük oyunlarıyla ve tesadüflerle bir araya gelmişlerdir ama aslında hepsi kendine özgün farklı bir hayat görüşüne sahiptir. Farklı arka planlardan gelen farklı insanların hayatı algılayışındaki çeşitlilik, onların hayatın anlamını da farklı yorumlamalarına yol açar. Bu durum, romandaki karakterler arasındaki çatışmanın ve aslında gerçek hayattaki çatışmaların temel nedenini oluşturur. Hayatın anlamı herkes için farklıdır. Kimi herkesçe tanınmak için, kimi insan ruhunu anlayabilmek için, kimi daha fazla para kazanabilmek için, kimi ise sevgiyi yakalayabilmek için yaşar. Hayata yüklediğimiz bu anlamları sorgulamadan bütün benliğimizle kabulleniriz, attığımız her adımda ve her hareketimizde onu yansıtırız. Peki, hayatın anlamı gerçekten parayla mı ölçülür? İnsan temel ihtiyaçlarını karşılamadan huzurlu hissetmez, düşünemez, felsefe yapamaz. Günümüzde temel ihtiyaçların sadece parayla karşılandığı düşünülürse, paranın insan varlığının en temel ihtiyaçlarından biri hâline geldiği savunulabilir. “İşte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. (…) Cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur…” (s. 11) Ancak bana göre, para Kamış, 2 insan tarafından uydurulan bir kâğıt parçasından ibarettir ve hayatın manasını karşılayacak derinliğe sahip değildir. Hayatlarının merkezine parayı koymuş insanlar hayatın derinlerdeki özünü kavrayacak manevi olgunluğa erişmemiş kişilerdir. Kimi zaman yaşamanın elle tutulur bir manasını göremeyiz. Böyle zamanlarda yuvasız kuşlar gibi rüzgârda oradan oraya savruluruz. Öyle ya da böyle ölümle sonlanacak bu hayatı yaşamak o kadar saçma gelir ki bazen, ölüm en mantıklı çıkış kapısı olarak görünür. Neden ölmek yerine tam da şu anda bulunduğumuz yerde nefes aldığımızı sorgularız. Bu soruya bir cevap bulduğumuzda hayatın bizim için manasını keşfetmiş oluruz. Hayatta bir amaç edinmek yolunda atılan ikinci adım ise hayatın varlığını ve özündeki manasını sorgulama olgunluğuna erişmektir. Romanda Macide’nin hayat ve insan üzerine düşünceleri şu şekilde verilir: Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi? (s. 35) Hayatın anlamı peşinde koşan Macide dünyaya gelme nedenimizi sorgular. İnsan hissettiği duyguları ve zihninden geçen düşünceleri etrafındakilerle paylaşmalıdır ki yaşamak mana kazansın. Hayat tarafından şekillenmek değil de, hayatı arzularımıza göre şekillendirmek gerek. İradesiz, olgunlaşmamış insan her açıdan hayat ve muhit tarafından değiştirilmeye açıktır. İnsan gerçekten kendi istediği hayatı yaşayabilir mi ki zaten? Kimse kaderin oyunlarından kaçacak ve kendi yaşamını yönetecek güce sahip değildir maalesef. Bu sebeple de, salt kendi arzularımızı barındıran ve istediğimiz yönde kontrollüce ilerleyen bir Kamış, 3 hayat sürmek düşünülemez. Birtakım rastlantılar ve kaderin oyunları bizi hayatın oyuncağı hâline getirir, beklenmedik olaylar karşısında çaresiz bir durumda bırakır. Hayatın bütün beklenmedik ve umulmadık tesadüflerine karşın, insanı yüzüstü ve onun beklentilerini karşılıksız bırakmayacak yegâne kavram doğadır. Bana göre doğa, hayatın manasını karşılayacak karmaşıklığa ve yüceliğe sahip tek olgudur. Benim hayatımın anlamı doğayı insanî sınırlar içerisinde mümkün olduğu kadarıyla keşfetmek ve anlayabilmektir. Romanda da doğa inancı şu şekilde aktarılır: Söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha güzel, daha muhteşemdir? Buna rağmen burnumuzu kaldırmadan bozuk kaldırımlarda yürüyüp gitmekte devam ediyoruz. Dünyadaki insanların acaba kaç binde biri şu anda başını aya çevirmiştir? (s. 98) Doğa insanı asla yüzüstü bırakmaz; su, güneş ışığı ve biraz da sevgi karşılığında bütün mucizelerini insana sunar. Bütün güzelliğiyle insana ilham veren doğa aynı zamanda hem mistik, hem de huzurlu olmayı başarır. Hayatın bütün karmaşası içinde bazen sakinliğini korur, bazense köpük köpük taşar öfkesi. Her şeye rağmen, doğa insana karşı şefkatiyle ve insanı sarıp korumasıyla adeta merhametli bir Tanrı’yı andırır, ki bir yaratıcıya olan inanç hayattaki en güçlü inançlardandır. Kamış, 4 Kaynakça Ali, Sabahattin. İçimizdeki Şeytan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003. Göksu Dayan BİLİNMEYEN’E DUYULAN ENDİŞE Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş’u topu topu yetmiş iki sayfalık kısa bir öyküdür, verdiği mesajsa oldukça sadedir. Çeşitli karakterlerden bahseder; Melek Hanım’dır, eşi Remzi Bey’dir, Alamanya’lı işçi Zeliha’dır. Bu kadar kısa bir kitaptan beklenmeyecek kadar çok karakter barındırsa da olay öyküsü neredeyse yok denilebilecek kadar basittir. Ortada bir bilinmeyen vardır ve farklı geçmişler ve karakterlere sahip bu insancıklar paylaştıkları şimdiyle geleceklerine ulaşmaya çalışırlar. Ancak bu eserin vermeye çalıştığı mesaj nedir diye sorulacak olursa, en azından bence, verilebilecek en sağlıklı cevap şudur: Bilinmeyene karşı duyulan endişe o kadar içgüdüsel, hayvani, kontrol edilmezdir ki farklı insanlar onun karşısında aynı psikolojiyi paylaşırlar. Endişenin çeşitlisi, türlüsü vardır tabii; hâliyle çok şiddetlisi, az şiddetlisi de. Doktora tezinin savunmasını yapacak bir öğrencinin yaşayacağı endişeyle lisansının henüz ikinci yılında, alelade bir sınava girecek öğrencininki aynı aileye mensup olsa da aynı şiddette değildir. En ufak bir hatasında kellesinden olabilecek kölenin haklı endişesi, bu bahsedilenlerle kıyaslanamaz bile. Ancak bilinmeyene karşı duyulan endişe farklıdır. Antik Yunan’dan Epikür demiştir ya zamanında, “Ölümden korkmak bilge kişi için anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz” (Gökberk, 99) diye, bilinmeyen için bu farklıdır. Bilinmeyen denilenden en ufak bilgisine bile sahip olunmayan anlaşılmasın ha; bağlamsal ipuçları, insanların psikolojilerini dışarı yansıtma şekilleri, söylentiler, dedikodular, hatta yer yer yöresel hikâyeler bile yeterli olur o tedirginlik için. Bilinmeyen gücünü buradan alır. Olay tek bir “Oraya gidilmez”den başlar da endişenin büyümesiyle birlikte psikolojik atakla bile son bulur. Endişe, söz konusu objeye dair bilgi yoksunluğundan ziyade durumun içinde bulunduğu bağlamdan kaynaklanır daha çok. Sonuçta insanız ya, elbet öleceğiz. Yine de doktorun parmakla gün biçtiği bir hastanın ölüme duyduğu endişe, hayatının daha başında gencecik bir adamın duyduğu endişeyle bir olabilir mi? Ölümün kendisinden ziyade, kişinin içinde bulunduğu bağlamdır o endişeyi güçlendiren. Velev ki ölüm, bizler için korkulacak bir şey olmasın. Bu, korkmamamızı gerektirir mi? Gerektirse bile sağlar mı? İnsanız ya, huyumuzda var, yeri gelir kendimiz için iyi olanı yaparız bazen. Bazen ama, bozuk saat misali. Hem üst-bilincimizde, hem de alt-bilincimizde gerek farkında olduğumuz gerek farkında olmadığımız dürtülerimiz, isteklerimiz, arzularımız var. Keşke sadece bu kadar olsa. Korkularımız, endişelerimiz, kâbuslarımız da var. Diyelim ki nasılsa alt-bilincimizdekiler zaten kontrolümüz dışında diyerek onları bıraktık, ya üst-bilincimizdekiler ne olacak? Farkındalık, yanında mutlak kontrolü getirmiyor ne yazık ki. Bağımlılıklarımız, alışkanlıklarımız var. Durum böyleyken gelip ha “Ölümden korkma” denmiş, ha denmemiş, ne fark eder? Endişenin kaynağı objenin kendisinden ziyade bağlamsa, insan ne yapsın? Ne yapabilir? Yüzeyde hissedilen bu endişe, son derece içgüdüsel, hayvani bir duyguya tekabül ediyorsa, her ne kadar farklı geçmişlere ve şimdilere sahip olsak da aynı geleceği, en azından içimizde, paylaşacağız demektir. Belki de insanın doğası itibarıyla iyi veya kötü olduğu yönünde tartışmaları bu açıdan düşünmeliyiz. Zira en azından yakın tarihi göz önünde bulundurduğumuz zaman fark edeceğimiz şey, bir toplumun bir araya gelmesini sağlayanın olumlu düşüncelerden ziyade şimdiye veya geleceğe duyulan endişedir. KAYNAKÇA: Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi, 1980. Baskı. Kemal, Yaşar. Tek Kanatlı Bir Kuş. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013. Baskı. Batuhan ALAÇAMLI ZAMANE HASTALIĞI Kaçınız yaşamaktan usandı? Kaçınıza hayat anlamsız ve gereksiz geliyor? Hiçbir şey yapmadan öylece oturmak, düşünmemek, konuşmamak isteyen var mı aranızda? Okula gitmenin, sokağa çıkmanın, çalışmanın hatta evlenip çoluk çocuğa karışmanın gereksiz olduğunu hiç düşündünüz mü? Sizi bilmem ama ben bazen böyle düşüncelere kapılıyorum. Yaptığım bazı şeylerin ne kadar gereksiz olduğunu düşünüp zamanı durdurmak ve her şeyin olduğu gibi kalmasını sağlamak istiyorum. Hiçbir şey yapmadan donup kalmak, etrafımda olup bitenleri sadece seyirci olarak izlemek, o döngünün içine girmemek istiyorum. Sabah kalkmamak, okula gitmemek hatta bazen yemek yememek.. Konuşmadan, sorgulamadan yaşamanın daha keyifli olduğunu düşündüğüm zamanlar oluyor. Özellikle acı çektiğim zamanlar bedbin oluyorum. Yaşadığım acılar içimde katılaşıyor. Onlar katılaştıkça ben olduğum yere daha da bağlanıyorum. Hareket edemiyorum. Hayat değersizleşiyor. O zaman bir psikiyatriste gidip, “Ölecek miyim, doktor?” diye soruyorum. İşte insandaki bu psikolojik atalet durumu halk arasında tembellik olarak adlandırılsa da aslında temelinde yatan şey çok daha farklı. Yapılması gereken şeyi biliyorsun ama yapmıyorsun. Bir çeşit depresyon durumu. Hayattan ve yaşamaktan vazgeçiyorsun. Ruhu ve bedeni çok yorgun olan, acı çekmiş insanlarda daha çok görülmesine rağmen, günümüzde hemen hemen her insanın dönemsel olarak böyle bir psikolojik durumun içine girdiğine şahit oluyoruz. Dünya ağrısı ya da edebiyat terimi olarak “zamane hastalığı” çevremizde bir kanser gibi ilerliyor. İsviçreli bilim adamları bu konuyla ne zaman ilgilenecekler acaba? Bu dünyanın sıkıntıları, geçmişte yaşananlar, bireysel ve toplumsal travmalar, hayatın ta kendisi… Hepsi bu hastalığın başlamasına ve müdahale edilmezse giderek insanın yok olmasına neden olabiliyor. Bu hastalık bedeni, ruhu, beyni tamamen etkisi altına alıp bir süre sonra kişiyi intihara kadar sürüklüyor. Dünya Ağrısı romanı işte tam olarak bu ruhsal durumlara sahip insanları anlatıyor. Yabancılaşan, usanç ve utanç duyan, yaşamanın anlamsız olduğunu düşünen Mürşit ile geçmişinden koşarak kaçan madencinin hikâyesi. Ayfer Tunç, iki insanın hayatın içinde nasıl savrulduğunu ve nasıl bir araya gelip birbirlerine anlattıkları hikâyelerin zehrinde boğulduğunu anlatırken, kelimeleri yüzümüzde şamar gibi patlıyor. Ayfer Tunç, anlattıkça dönüp kendime bakıyorum. Dünyam daha da ağrıyor sanki. Her yerde yanlışlarımın, hüzünlerimin dolu olduğunu fark ediyorum sanki. Mümtaz olmak istiyorum, rakı masasında. Sadece fıstıkla karnımı doyurup, salaş bir deniz kenarı meyhanesinde yavaşça demlenme hayali kuruyorum. Demlenmek dediysem hani, öyle sarhoş olana kadar içmekten bahsetmiyorum. Çok içmeyi beceremiyorum çünkü. Sadece çok konuştuğum için kuruyan boğazımı temizlemek ve anlattıkça, hatırladıkça kanayan yaralarımı dezenfekte etmek için alkol almak istiyorum. Anlayacağınız pansuman niyetine. O zaman karşımda oturanın kim olduğunun önemi yok. Sadece beni dinlemesi, sırası geldiğinde onun da anlatması, belki ağlaması, belki gülmesi çokça yaralarına pansuman yapması şartıyla benim en kıymetli dostum, dert ortağım olacak. Kitabı okurken o kadar çelişkili düşüncelere daldım ki, bir kere daha okumak istedim belki atladığım ya da umursamadığım yerler vardır, diye. İçimin susuzluğuna dur diyebildi mi roman? Hayır. Maalesef diyemedi ama bana, benim gibi birilerinin olduğunu ve herkesin derdini anlatmak istediği birilerini aradığını, hayatın herkesi yorduğunu gösterdi. Yalnız değildim. Zamane Hastalığı’na kapılmıştım o kadar. Neyse ki Mürşit gibi de değildim. Benim hastalığım geçiciydi. Geçti çok şükür. İmtihanlar bitince, sevgilim bana geri dönünce, arabam tamirden çıkınca, babamla barışınca geçecekti. İlacı vardı benim hastalığımın. Kaynakça : Tunç, Ayfer. Dünya Ağrısı. Can Yayınları, 2016. Mehmet Gürbüz 2150 1789 İnsanlar Arası Rekabet İnsanlık her zaman yaşama ve yaşatma konusunda bencil miydi? Masum bir bebek nasıl eli kanlı bir katile dönüşebiliyor? İnsanlar empati yapma gücünü nasıl kaybediyor? Tarih boyunca yaşanan birçok hadise bu soruları insanın aklına getiriyor çünkü yazılı tarihin başından beri kaydedilen birçok hadise ya savaşlarla ya da politik çekişmeler ve milletlerin rekabeti altında ezilip gidenlerle alakalı. Bu durum insanların bir acziyeti değil de nedir? Kurban olan hayatını kaybediyor, katil olan ise insanlığını bir kenara itip hayvani güdüler ile hareket ediyor. Kurbanın acziyeti karşı gelememesinden ve kaderini değiştirememesinden katilin acziyeti ise sahip olduğu gücü arttırmak ve o güç ile kurbanı ezmek istemesindendir. Bu ikisinden hangisinin daha aciz olduğunu sorusunu cevaplamak siz okuyucunun takdirinedir. Bahsettiğim hadiselere verilebilecek en ilginç örneklerden biri ise iki dünya savaşı arasında gerçekleşmiş olduğu için göz ardı edilen ancak Avrupa tarihinde çok önemli bir yer tutan İspanyol İç Savaşıdır. Pek fark edilmese de pek çok tarihi kişilik bu savaşın içinde bulunmuştur. Bu kişilere o zamanlar gazeteci olan ve Madrid’de General Franco’nun falanjist birliklerinin kuşatması sırasında Hotel Florida’ya sığınan Ernest Hemingway, partizanlara katılan George Orwell ve savaşın mağduru olan, ünlü ressam, Pablo Picasso örnek olarak verilebilir. Savaşın korkunçluğunu birinci elden görmüş olan Pablo Picasso’nun bu korkunçluğu ve acziyeti hem katilin hem de mağdurun tarafından gözler önüne seren Guernica isimli bir eseri vardır. Gözleri gören ancak gördüğünü anlayamayan insanlar için çok bir şey ifade etmez ancak Picasso tablosunda falanjistlere yardıma gelmiş olan Alman Hava Kuvvetlerinin bombaladığı Guernica şehrinin yaşadığı dramı çizmiştir. Bu iki taraflı bir dramdır çünkü Guernica’yı bombalayan falanjistlerin elindeki şehirler sonraki günlerde cumhuriyetçiler tarafından bombalanmış ve aynı acılar tekrar tekrar yaşanmıştır. Roller değişmiş katil mağdur, mağdur katil olmuştur ancak iki tarafın içinde bulundukları acizlik ve acı değişmemiştir. İspanyol İç Savaşı’nın diğer savaşlardan daha farklı bir özelliği vardır. Adından anlaşıldığı üzere bir iç savaştır bu da demek oluyor ki aynı milletin mensupların, aynı dili konuşan, aynı kültürün hamurunda yoğrulmuş kişilerin savaşıdır. Bir akşam beraber yemek yedikleri komşularını o akşamın sabahında siyasi fanatikliğin gözlerini kör etmesiyle geçmişlerini bir kenara koyup katlettikleri, tıpkı diğer iç savaşlar gibi, korkunç ve saçma bir savaştır. Bu durumda İspanyol İç Savaşı aynı kültürden gelen insanların bir olguya yapışıp gözlerini kör etmelerinin en güzel örneğidir. Bu olgu ise güce sahip olma ya da güçlü tarafta olma olgusudur. Bu güçlü olma arzusu işe insanlık bu vakte kadar küçük balığın büyük balık tarafından yenilmesi ile gelmiştir. Bu yüzdendir ki insanlık tarihi denilen şey koca bir, tarih sahnesinden gidip giden milletler çöplüğüne dönmüştür. İnsanlık yüzlerce seneden beri kendi yarattıkları güç seçiliminde birbirlerine üstün gelebilmek için kaynaklarını daha güçlü silahlar yapabilmek için kullandı. İlkel taş ve sopalarla başladığımız yolculukta şimdi insanlığı tarih sahnesinden silebilecek kadar kuvvetli silahlara sahibiz. Belki bir gün gelecek insanlar rakiplerini saf dışı bırakmak için bunları da kullanacak işte o zaman bu “güçlü olma” rekabetinde de hiçbir sonuç alınamayacak. Bu alınamayacak olan sonucun küçük bir kesiti şu an yanı başımızda yaşanmaktadır. Seneler geçmesine ve insan gücünün umarsızca tüketimine rağmen İspanyol İç Savaşı’nın modern örneği olan Suriye İç Savaşı bitmemektedir. Taraflar zaman geçtikçe savaş alanına uyum sağlayıp daha güçlü ve ölümcül silahlar kullanmakta lakin hiçbir sonuç alamamaktadır. Eğer dünya çapındaki bu küçük savaşlar yeni bir dünya savaşına sebebiyet olursa bundan önceki ikisi kadar şanslı olamayız. Yeni bir dünya savaşında en iyi ihtimal ile Taş Devrine geri döneceğiz ve atalarımızın güç bela kurduğu bu medeniyeti hırslarımız yüzünden yıkılmasını seyredeceğiz. Bu durum insanlığın güce karşı duyduğu acizlik değil de nedir? Üstünlük kurma hırsımızdan dolayı medeniyetin gelişimine köstek olmuyor muyuz? Gelişmek için kullanacağımız gücü milletler arası rekabette kaba kuvvet kullanımına için harcıyoruz. NURULLAH ÖZDEMİR GÖĞE BAKALIM ALBAYIM Günümüzde neredeyse herkesin bir edebiyat hayatı vardır, uzak ya da yakın herkes ilgilenir onunla. Herkes sever aslında şiiri, kitabı. Kimisi yazar, kimisi okur, kimisi ise dinler. Birinci sınıf çocuklarının kitaplarında, ana sınıfına giden miniklerin dudaklarında rastlayabilirsiniz şiire. Eskiden böyle değildi hâlbuki. Sanat, edebiyat belli bir kesimin uğraşıydı. Peki, ne oldu da millet olarak edebiyatın kucağına düştük? Televizyon hayatımıza gireli yaklaşık elli yıl kadar oldu. Bu süreç içerisinde birçok dizi, film ve belgeseller çekildi. İşe yarar şeyler bunlar, bakmayın öyle. Çünkü insanları edebiyatla, sanatla içli dışlı bir hale getirdi. Her ne kadar okuma oranının düşmesine sebep olsa da, edebiyatın yaygınlaşmasına da sebep olmuştur. Birçok genci, yaşlıyı, çocuğu, ev hanımını, çöpçüyü tanıştırdı edebiyatla, tıpkı benim şiirle tanışmama sebep olduğu gibi. Ben ilkokulda TV’ de duyduğum bir Necip Fazıl şiiri ile tanışmıştım galiba şiirle. O zaman koptu benim için kızıl kıyamet. O zaman anladım sözcükler nasıl vurur insanı, nasıl şiir gazisi olunur, nedir edebiyat şehidi. Eminim yalnız değilim bu konuda. Eminim ki herkes elbet edebiyat hakkında bir şeyler almıştır TV’ den, internetten. Aslında bu izlediğimiz programlara da kalmıştır ama genel olarak konuşmak gerekirse, yani neredeyse tamamı bir şeyler katar bize. Özellikle de dizi ve filmler. Çünkü güzel bir şiir, şarkı ya da ünlü birisinin sözünü koymadan bir sahneyi nasıl etkileyici yapabilirler ki? İşte son zamanlarda bunu en iyi yapan dizilerden birisidir Leyla ile Mecnun. Kullandığı edebiyat eserleri, özellikle şiirleri ve kitap okuma sahneleri gerçekten eşsizdir. Zaten toplumumuz tarafından bu kadar çok sevilmesinin en büyük nedenlerinden birisi budur. Çünkü küfür ve cinselliği ön plana almayan, edebiyatın -özellikle şiirin- ön planda olduğu; insanı mutlu eden ve aynı zamanda düşündüren bir başyapıtı ki böyle bir başyapıt bulmak evinizin altında petrol bulmak gibi bir şey olsa gerek, kaybettik. Maalesef ki siyasi bir çekişmeye kurban gitti. Gerçekten yazık oldu. (Kimse kusura bakmasın, bu konuda iki tarafı da suçlayacağım ama bunun yeri burası değil) . İşte bir söz daha beni derinden etkileyen: “Ve her insan, zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir.“ (Aksak) Asıl konumuz sevmek aslında. Zaten kaynağın Leyle ile Mecnun ise konun da aşk olmalıdır bence. Ya da tam tersidir doğrusu. Zaten konu “Aşk“ olunca doğru ile eğri hep karışır birbirine. “Bir gün çıkar biri karşına bütün dünyan alt üst olur. Doğru bile düşünemezsin. Bütün dünyan o olur. Ne zaman onu düşünsen sol kaburgan ağrır “(Aksak) Aşk tam olarak böyledir işte. Sarar seni büsbütün. Gerçek dünya ile senin arana bir duvar örer. O duvarın üstüne de sevdiğini resmeder. Nereye baksan onu görürsün bu yüzden. İşte bu noktada diziler önemli bir yere sahiptir. Çünkü her insan, iyi bir dizide kendisine eş birisini bulur. Onun yaptıklarını yapmaya başlar. Mesela; liseden arkadaşlarım Ömer Abdurrahman ve Hamza ile ne zaman bir araya gelsek Leyla ile Mecnun ‘dan bazı sahneleri yaşarız. Genelde aşk acısı çektiğimiz için Leyla ile Mecnun tam bize göre bir dizi olmuştur hep. Üzüme düşeriz, incire düşeriz, şarkı söyleriz ki genelde dizide çalan şarkılardır onlar ve birçok dizide geçen olayı yâd ederiz. İşte bu örnek açıkça gösteriyor ki diziler özellikle gençlik çağlarındaki insanlar üzerinde inanılmaz etkileri vardır. Dahası, sevdiğimiz kıza yaklaşma taktiklerimiz bile hep Mecnun’un taktikleri olmuştur aslında. Çok ilginç öyle değil mi? Artık aşk hayatımızı diziler ve filmler yönlendiriyor. Diziler, edebiyat ve aşk üçgeni alanı sonsuz olan farazi bir üçgen haline gelmiştir son zamanlarda. Bu alana birçok şeyi yerleştirebiliriz. Hatta direk hayatı yerleştirebiliriz ki zaten birçok insanın hayatının birçok bölümü bu üçgen içerisinde geçmektedir. Özellikle Leyla ile Mecnun’dan sonra insanlar normal hayatı daha çok benimseyip aşkı daha da özümsemişlerdir. Yani aşkı bir tabakaya mal etmeyi bırakmışlardır. Herkes sevebilir algısını insanlara çok iyi aşılamıştır bu dizi. İşte bu yüzden de benim en sevdiğim diziler arasındandır. Satırlarımı Leyla ile Mecnun’dan bir sahne ve dizide geçen Sait Faik’e ait olan bir söz ile bitirmek istiyorum: “Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir ‘Hişt’ sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…“(Abasıyanık 68) Sahne: https://www.youtube.com/watch?v=bihDI8igkyY Kaynakça: 1. Aksak, Burak. Leyla ile Mecnun. 2011. Eflatun Film. Dizi. 2. Abasıyanık, Sait Faik. Alemdağ’da Var Bir Yılan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 2002. 1. Baskı. Özel Hayatımız Ne Kadar Özel? Güvende olmak mı daha önemlidir yoksa güvende hissetmek mi? Çoğumuz sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanıyoruz. Kişisel bilgilerimiz, hesap ayarlarımızdan aksini seçmediğimiz sürece, tanıdığımız ya da tanımadığımız insanların erişimine açık durumda. Aslında bu çok da büyük bir problem değil çünkü herkes izin verdiğimiz kadarını görebiliyor. Örneğin, oraya okuduğumuz bölümün adını yazmazsak kimse bilemez. Geçenlerde izlediğim bir sosyal deney videosunda insanları bir falcıya götürüyorlardı ve falcı onlar hakkında her şeyi doğru tahmin ediyordu ve falcıya götürülen insanlar şaşırıyordu. Deneyin sonunda ise sözde falcının bildiklerinin, o insanların sosyal medya hesaplarındaki bilgilerin derlemesinden başka bir şey olmadığı ortaya çıktığında oldukça şaşırmışlardı. Öncesinde de dediğim gibi, sadece o insanların paylaştıkları kadar bilgiye sahip oluyorlar ve o kadarını tahmin etmiş gibi yapabiliyorlar ama sonuç olarak özel hayatımızı sosyal medyaya açtığımız zaman özel olmaktan çıkıyor. Başta sorduğum sorunun önemi de burada ortaya çıkıyor. Hesaplarımızı gizlediğimizde güvende olmuyoruz, güvende hissediyoruz. Eggers’in, Çember isimli kitabında, kişisel bilginin, yani sırların ve mahremiyetin hırsızlık olduğu, bunların saklanmaktan çok diğer insanlarla paylaşılması gereken şeyler olduğu düşüncesi baskın durumda, hatta her şeyin herkes tarafından bilinmesi ve gizli olan her şeyin yalan olduğu savunuluyor. Aslında bir bakıma doğru diyebiliriz, gizli olan şeyler sırlarımızdır ve sakladığımıza göre iyi şeyler değillerdir, tıpkı yalanlar gibi. Bir diğer taraftan, mahremiyetimizi hırsızlık olarak nitelendirebilmemiz için, öncelikle birinden çalmış olmamız gerekir, saklamış olmamız değil. Aslında bu sorunlar, kendimizi mevcut sistemin bir yerine koyma zorunluluğu hissettiğimiz noktada başlıyor. Neden herkes sosyal medya hesabı kullanmak zorunda olsun ki ya da neden kişisel bilgilerini vermek zorunda olsun? Ben, bilginin güç, fazla bilginin ise zayıflık olduğuna inanıyorum. Dünyadaki her şeyi bilmek bence tam bir işkence olurdu. Bilgi akışını kontrol eden, gücü de elinde bulundurur. Kontrolsüz gücün zarara yol açabileceği gibi, fazla bilgi de olumsuzluklara yol açabilir. Kitapta “değişimi gör kameraları”nın yayılmasıyla insanların “adeta tanrısal bir güç ile” birbirlerini gözetleyebileceği ve yargılayabileceğinden bahsediliyor. Dünyanın öbür ucunda tanımadığım bir insanla ilgili neden bir şeyler bilmek isteyeyim ki? Elbette bunların hiçbirini yapmak ya da bu sisteme uymak zorunda değiliz. Yine kitaptan bir alıntı yapacak olursam, "Tırmanmak istediğin bir merdivenin en alt basamağında olmak, tırmanmak istemediğin bir merdivenin ortalarında olmaktan yeğdir, öyle değil mi?" (24). Bir şeye ne kadar ayak uydurduğumuz değil, o şeye ne kadar inandığımız ya da yapmak istediğimiz önemlidir. Bu konuda her ne kadar ikilemde kalsam da şunu da düşünmeden edemiyorum, eğer gözetlendiğimizi bilseydik kötü bir şey yapar mıydık? Varsayalım ki Çember’de olduğu gibi, dünyada herkes birbiri hakkında anlık bilgiye sahip olabiliyor, günlük hayatta alışkın olduğumuz güvenlik kameraları her sokakta, hatta her ücra köşede yer almaya başlıyor. Hatta insanlar kendilerini küresel paylaşımın kapısını arayan sosyal medyaya kaptırarak birbiriyle her şeyi paylaşıyor, öyle ki artık gizlemek ayıp bir şey hâline geliyor ve paylaşmak sorumluluk, gizlemek bencillik ya da hırsızlık olarak nitelendirilmeye başlanıyor. Bunun sonucunda ise istediğimiz insan hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz ve geçmişi de dahil olmak üzere yaptığı her şeyi görebiliyoruz, şu an nerede olduğunu görebiliyoruz. Tum bunları göz önüne alacak olursak, kim bunları bile bile suç işlemeye cesaret edebilir ki? Dünyada suç oranları ciddi oranda düşebilirdi. Peki, suç oranları düşsün diye özgürlüğümüzü feda edebilir miydik? Pek sanmıyorum. Eggers’in kurduğu distopyadan çok uzakta ancak kendimizi sosyal medyaya bu derece kaptırabileceğimizi de düşünmüyorum. Kaynakça Eggers, Dave. Çember. Farmington Hills, MI: Thorndike Press, a part of Gale, Cengage Learning, 2016. Baskı. Mustafa Ekrem YILMAZ Ahmet Hamdi Kürkçüoğlu 21601623 3. Blog Yazısı Modern Kölelik “Zevkin yaşattığı şey cennetse, götürdüğü yer cehennem olabilir mi?” sorusu beni Chuck Palahniuk’un “Bir Haz Markası” adlı romanı okuduğumdan beri meşgul etti. Chuck Palahniuk’la ilk kez, beni kendine aşık eden, her satırının altını özenle çizdiğim ve kitabın sonunda beni boş bakışlarla ve karmakarışık bir kafa ile bırakan “Dövüş Kulubü” ile tanışmıştım. Yirmibirinci yüzyılın bağımsızlığını ve benliğini yitirmiş, kapitalist düzenle beraber metalaşmış insan portresini resmeden bir romandı. Filmini izlerken kapitalist dünyayla beraber paranın güç kaynağı haline geldiğini gördüğüm, ve benim her sahnede kaç tane “Starbucks” kahve bardağı olduğunu saydığım bir muhteşem bir eser. Şu dünyada elimizde tuttuğumuz bir Starbucks kahvesi, veya giydiğimiz Ray-Ban gözlükler, evimizdeki deri İKEA koltukları yoksa sevgilimizin ne kadar güzel olduğu mu bizi ebedi hazza taşıyacak şeyler. Oysa sahip olduğumuz veya olacağımız her şey birgün kaybedeceğimiz şeylerden biri değil mi? Romanın kapağını açmam ve okumamla beraber şok oldum. Roman sarsıcı ve belki biraz abartılı bir tecavüz sahnesiyle başlıyor. Bir mahkeme salonunda Penny’nin çığlıklarını not alan bir stenograf, tokmağını dahi kaldırmayan bir hakim, Penny’i tecavüze uğrarken telefonlarıyla ve video cihazlarıyla kaydeden jüri ve bu içler acısı olayı izlemekten hiç mi hiç rahatsız olmayan birçok erkek daha. Yüz otuz altı gün boyunca zengin bir züppe tarafından bir kobay misali çeşitli deneylere ve çeşitli acılara katlanan bir kızın tecavüze uğradıktan sonra ambulans görevlileri tarafından ironik bir şekilde “emin ellerdesin.” demesi. Bu olanları okumak beni kendi üç kız kardeşim hakkında düşünmeye zorladı. Onları sarı gözlere, sokakta onlara laf atanlara karşı koruyan ben bile Penny tecavüze uğraken o odadaki hakim kadar sessizdim. Duygusuz, aç gözlü ve bencil robotlara mı dönüşüyoruz? Nefsimize bir mahkeme salonunda dahi hakim olamayacak kadar mı yozlaştık? Bizi çürüten ve artık vazgeçilmezimiz haline gelmiş para, zevk, ün, ve bedenler bizi kibirli, egosu tavan yapmış ve manevi bütün değerlerini kaybetmiş insanlar haline mi getirmiş. Adalet sistemi dahi zengin görgüsüzlerin oyuncağı olmuş durumda. Her gün haberlerde gördüğümüz şehit haberleri, cinayet ve tecavüz olaylarının birkaç sayıdan ya da hava durumundan gözümüzde farkı yok. Bir insanın hayatını kaybetmesi o kadar alışılmış bir durum haline gelmiş ki neredeyse hiçbir şey hissetmiyoruz. Anlamsız hazlar peşinde koşuyor, şefkatsiz ilişkilerde bulunuyoruz. Doğru fiyat verilince her şeyimizi satacak hale geliyoruz. Gün geçtikçe her ne kadar farkında olmasak da mutlu olduğumuzu sandığımız bu materyalist ütopya, cehennemden farksız bir distopya haline geliyor, kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz. Şu an da yaşadığımız ütopya birbirinden farklı aptalların dayatmalarıyla dolup taşmış. Giyim kuşamımızdan, ne yediğimiz ve içtiğimize, hatta tavırlarımıza ve fikirlerimize kadar bu dayatmalar içimize işlemiş. Tüketme hastalığıyla beraber sürüklenip gidiyoruz. Kültürlü bir insan olup olmadığımızı üstümüzdeki giysi ve eşyaların etiketleri belirliyor. Aslında çoğunun üstüne çizgili pahalı bir takım elbise giymiş bulaşıkçıdan farkı yok. “Parçaları kaybolmuş puzzle haline gelmiş insanlar, kiminin kalbi, kiminin ruhu, kiminin beyni yok.” Para mutluluk satın alamaz demiyorum ama insanlar paranın bir araç olduğunu unutmuş ve kendilerine bir amaç haline getirşmiş durumda. Para ile hediyeler alabilir sevdiklerinizi şımartabilirsiniz ancak çoğumuz hediyeyi aldığı için insanı değil alınan hediyeyi el üstünde tutuyor, hediyeyi seviyoruz. Tıpkı Chuck Palahniuk’un dediği gibi: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalarsa kullanılmak için. Dünyadaki kaosun tek nedeni, eşyaların sevilmesi ve insanların kullanılmasıdır.” Ahmet Hamdi Kürkçüoğlu 21601623 3. Blog Yazısı Dövüş kulubün’de Tyler, isimsiz ana karakterimiz elini bir kimayasalla yakarken sözlediği “ ..ancak her şeyi kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgür oluruz.” sözünü bile insanlar materyalist bir çerçeveden görüyorlar. Bütün mal varlığımı kaybedince özgür olacağını sanan şapşallar. Tyler’ın insanları çeteye almadan önce onları kapıda üç gün aşağılayarak, döverek bekletmesinin elbette ki bir sebebi var. Her şeyi kaybetmekten kastedilen aslında kontrol edemediğimiz nefsi köreltmek, egoyu bastırmak, kişinin kibrini silmek. Materyalist kültürümüz hepimizi farksız kıldı. Şimdi kimse gerçek anlamda zengin ya da yoksul, hasta ya da sağlıklı değil. Her birimiz kibirliyiz ve aynı şeyi istiyoruz. Tıpkı Penny Harrigan’ın da, bir çok kadının Maxwell’in haz ürünlerini istediği gibi. Peki ya Maxwell’in yarattığı erotik haz hakimiyetinden, marka ve etiket kimliklerinden, cüzdanımızda ne kadar para olduğundan ve tüketimle süregelen bu modern kölelikten ne zaman kurtulacağız? Kaynakça Palahniuk, C. (2015). Bir Haz Markası- Beatiful U. İstanbul: Ayrıntı. Savaş, Ben ve Kardeşim Ateşb ığı ı ışlı, 2. Dünya Savaşı öceklerinin Mezarl , 16 Nisan 1988 tarihi ç k ı ışan Seita ve Setsuko isimli iki kardeşin hikayesini zaman nda hayatta kalmaya çal ı konu alan Japon çizgi filmidir. Çizgi film hakk nda küçük bir bilgi verdikten sonra ıma gerçekten başlamak istiyorum. yaz ğ ı ı ı ı ı Bu çizgi filmi ilk izledi im zaman tam olarak hat rlam yorum aç kças , liseye başladığı m zamanlar olabilir diye tahmin ediyorum. O dönemler annem, babam ve kardeşimle beraber geceleri oturup bu tarz animasyonlar izlerdik. Şimdi geriye ığımda geçmişime dair en çok özlediğ dönüp bakt im zamanlardan biridir o dönem. ı ğ ı ı Ailemle gerçekten kaliteli ve s kça vakit geçirdi im son zamanlar say labilir. Sonras ı malumunuz ergenlik dönemi, s navlar, üniversite derken ailemle daha nadir vakit geçirir olmuştum. Neyse, çizgi filme geri dönelim biz. İ ı zlerken gerçekten fazlas yla ğ ı ıyorum. Belki de normalden fazla etkilemişti beni çünkü hikayeye etkilendi imi hat rl ız kardeşimi rahatlıkla yerleştirebiliyordum. Kardeşlerin arasındaki yaş kendimi ve k ı da ben ve kardeşim arasındaki yaş farkı ı ı ı ğ fark na yak nd , küçük bir k z çocu u ve onu ışan abisi... Çizgi filmi izlerken kardeşimden başka bir şey korumaya çal düşünemiyordum ve açı ı sürekli böyle bir savaşı ı ı kças n ortas nda kalsayd k ne gibi ı ı ı ı fedakarl klar yapar m, onu korumak için neleri göze al r m diye soruyordum kendime. ı ı ı ım sevdiklerimi ve özellikle de kardeşimi Baz cevaplar m beni bile korkutsa da, san r ğım bir şey yok. Özellikle de böyle bir savaş ı korumak için yapmayaca ortam nda, ı ı ı ı ı ı insanlar n hastal klardan, açl ktan veya öldürücü silahlar n hedefi olmalar ndan dolay ı ı ğ hayatlar n kaybettikleri bu kaotik durumda insan kendi benli ini kaybedebilir, kendi ğ ı ı ı ı ızlaşabilir ı do rular n n çizgisinden ayr labilir ve ac mas . Fakat bana kal rsa önemli ğinden şaşmaması ı olan bu ortamda dahi kendi benli insanlar n ve kendilerine, sevdiklerine veya çevresine tehdit oluşturan bir unsur olmadığı sürece kavgadan, savaştan uzak durmaları çünkü savaşı ı ğ durduramay z, insanlar varoldu u sürece elbet ir savaş dönecek ortada. Bu savaş belki günümüzde tanklarla, tüfeklerle yapı ı b lm yor bu savaştan ı ancak hala devam ediyor ve kaçam yoruz da. Peki böyle bir ortamda, ı ğimiz kaybetmeden bu vahşetin nas l koruyabiliriz sevdiklerimizi, kendi benliı ı ğ ı ı ı ğ ortas ndan nas l sa ç kabiliriz? Bilmiyorum aç kças , bilmedi im gibi kendimle de ıkça çelişiyorum çünkü kafamı ı ıyor bu karmaşa sürekli. İ ı ı s buland r çinden ç k lamaz ı ı ğ bir hal al yor bazen, fark nda olamsam da içten içte beni kuruttu unu hissediyorum ı ı ığın, savaşları ğu gibi kardeşim günümüz dünyas n n, insal n. Çizgi filmi izlerken oldu ı ğına dönüşüyor bazen, onun geliyor sürekli akl ma, benim için bir motivasyon kayna için, onun gibi çocuklar için diye başlayan zincir bütün insanlığı kapsayana kadar u dünya için güzel şeyler yapma isteğ büyüyor içimde ve ben kendimi b i içinde ı buluyorum kendimi ama k sa sürüyor bu da tabi, bir mermi sesiyle, bir tank sesiyle kesiliyor çünkü fikirlerim genelde. Çizgi filmi izlerken kardeşlerin yaşadığı ğ ıştı işte o hissiyat hala ara sı ı çaresizli e benzer bir hissiyat kaplam içimi, ra tokad ıştı ı ğ ı ğ ı ı ı yap r yor bana, elimin kolumun öyle ya da böyle ba l oldu unu hat rlat yor. Asl nda ıdaki gib düşüncelere bu kadar umutsuz ve karamsar biri olmasam da bu yaz ı ıya vurana kadar başı ı düren bu düşünceler savrulmama sebep oluyor ve k y m dön ı ğ denizinde dalgalar n beni götürdü ü yere kadar gidiyorum. ı ı ı ı Bir çizgi filmin beni bu kadar etkileyip, bana y llar sonra bu yaz y yazd racak ı ğı ı ı ı ğ ıştı kadar derin bir iz b rakaca n tahmin etmezdim aç kças . Son sahnesinde a lam m gözyaşlarım bile kurumuşken yıllar sonra, tekrardan karşı ı ı ı belki ama ma ç k p ayn ın çok benzerleri yaşatması duygular pek beklenmeyecek bir sonuçtu benim için. Yine ı ı, bu vesileyle geçmişime dair tatlı ı ı tekrardan yaşama de memnunum aç kças bir an y ı ına eriştim ç f rsat ünkü. Ulaş Sel Şeyhoğ lu 21600840 DÜŞÜNCEYE DAİR KORKUTUCU ÇIKARIMLAR İnsana kendisi ve hayata yaklaşımıyla ilgili sorular sorduran bazı eserler vardır. Hani bir film izlersiniz ya da bir kitap okursunuz ve zihninizde daha önce orada olduğundan bile emin olmadığınız düşünceler oluşur ya. Öyle bir şeyden bahsediyorum. Bana da olur bu bazen. İçimde bilinmedik hisler kıpırdanmaya başlar. Öylece kendiliğinden oluverir bu. Bir bakmışım ki insan olarak evrendeki yerimi ve dünyaya olan sığ bakış açımı sorguluyor ve eleştiriyorum. Geçtiğimiz günlerde böyle bir şey tecrübe ettim. Her şey bir kitapla başladı. Alison Moore'un Işıklı Ev adlı kitabını bitirdiğimde dedim ki kendime, ben düşüncelerin şekillenişini hiç böyle düşünmezdim. Sanırdım ki düşüncelerimiz bizim kontrolümüzde. Biz ne istersek onu düşünürüz. Biz ne istersek o şekillenir zihnimizde. Böyle zannederdim. Ama kitap bitince anladım ki o mesele hiç de öyle değilmiş. Düşüncelerimizi, bizim diye övündüğümüz fikirlerimizi üreten, değiştiren ve dönüştüren onlarca farklı element var dışarda. Ailemiz, arkadaşlarımız, beklentilerimiz ve genetik özelliklerimiz, kafamızın içinde dönüp duran arı kovanına etki eden en temel faktörler. Bunların dışında ise psikolojik ve fizyolojik faktörleri de yok saymak mümkün değil. Yani aslında düşüncelerimiz, asla tamamen bize ait olmuyor. Olamıyor. Onlarca farklı faktörden etkilenerek kafamızın içindeki şeklini alıyor. Asla tamamen orijinal olamıyoruz. Nedendir bilinmez, bu çıkarımlar beni çok rahatsız etti. Kafamızın içindekilerin bile bize ait olmadığını bilmek, sinir bozucu olduğu için sanırım. İstemeden de olsa gerildim. Dikkatimi dağıtmak ve bu konudan uzaklaşmak istedim. Ben dikkatim dağılsın istersem iki şey yaparım. Ya okurum ya da film izlerim. Zihnimi kemiren sinir bozucu düşünceler okuma kaynaklı olduğundan herhalde, canım başka bir şey okumak istemedi. Ben de bir film seçip onu izlemeye karar verdim. Vizyona yeni girmiş filmleri tararken Amy Adams’ın Arrival filmini gördüm. Amy Adams çok sevdiğim bir oyuncudur. O yüzden iyi bir seçim olur kanaatiyle oturup Arrival’ı izlemeye koyuldum fakat filmin ilk yarısı bitince fark ettim ki bu film de benim kaçınmaya çalıştığım o konuyu işliyor. Düşünce yapımızı şekillendiren faktörlerden birini anlatıyor. Dil... Belki çok da farkında değiliz ama konuştuğumuz dil de ne düşündüğümüzü ve nasıl düşündüğümüzü çok ciddi bir biçimde etkiliyor. Sanırım bir dil, bir insan lafı da biraz bunu vurguluyor. Farklı bir dil öğrendiğimizde o dille birlikte fikirlerimiz de yeni bir şekil ve boyut kazanıyor. Mesela insanoğlu üç boyutlu bir evrende yaşadığı için iki boyutlu bir dil kullanıyor. Yazılarımız tek bir çizgi halinde. Bir başlangıcı ve bir sonu var. Bu aynı zamanda bizim dünyayı ve kendimizi algılayışımızı da belirleyen bir şey. Biz dünyayı ve hayatı da iki boyutlu olarak algılıyoruz. Her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda zaman kavramı da iki boyutlu bizim için. Tek bir çizgi halinde akıyor. Geçmiş hatıralarımızda, gelecek ise ileride bir yerde bizi bekliyor. Zamanda yolculuk denen şey, bizim algılarımızla mümkün değil çünkü zamanı lineer olarak algılıyoruz. Halbuki dile yönelik algımız lineer yani iki boyutlu değil de üç boyutlu olsaydı. Cümlelerimiz bir çizgi değil de daire oluşturuyor olsaydı, zamanı da dairesel olarak algılardık. Bilindiği üzere dairenin bir başı ya da sonu yoktur. Üzerinde özgürce hareket edebilirsiniz. Bir başka deyişle dairesel bir zaman algısı, zamanda yolculuğu da mümkün kılardı. Bu açıdan yaklaştığımızda ise aslında başladığımız yere geri dönüyoruz. Düşüncelerimiz bize ait değil. Dış faktörler onları şekillendiriyor ve bizim bir şeyleri düşünme ve algılama şeklimiz, hayata ve evrene bakış açımızı da değiştiriyor. Ne enteresan değil mi? Korkutucu ama enteresan! Kaynakça Moore, Alison. Işıklı Ev. Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul: 2015. BABA-OĞUL ĐLĐŞKĐSĐNDE BĐR DRAM Dürüst olmak gerekirse, benim için mektup türü, kitap seçiminde son sıralarda yer alır, bir süre sonra tekrara düşüldüğünü hissederim ve sıkıcı gelmeye başlar. Franz Kafka’ nın Babaya Mektup kitabı için bu durum çok farklı, demek isterdim ama diyemiyorum, dile kolay babaya yazılmış suçlama dolu 53 sayfalık bir mektup. Öncelikle Kafka, dönemine damga vurmuş ironik ve özgün bir yazar. Babaya Mektup ise ölümünden sonra yayınlanmış eserlerinden biri. Kitapta, yazar ve babası arasındaki iletişimsizliği, korkusu, geçilemez duvarları çok belirgin bir şekilde biz okuyuculara yansıtılıyor öyle ki bir süre sonra baba karakterinden siz de nefret etmeye başlıyorsunuz. Çocuk yetiştirmeyi, çocukla olan iletişimin önemini sorguluyorsunuz. Günümüzde bu konular üzerine binlerce seminer, program, kitap veya köşe yazısı var. Bizler en azından bu konularda fikir sahibiyiz fakat bu kitap kulaktan kalma bilgilerin çok ötesinde, yaşanılmış tam bir örnek kendisi. Öncelikle Kafka, karakterini suskun, ezik, küçük ve utangaç buluyor ve tüm bu özgüvensiz tavrını babasının sert, alaycı tavırlarına, çiğnenemez katı kurallarına bağlıyor. Büyük ve heybetli babasının yanında kendini çelimsiz gören Kafka’ nın bu duyguları hissetmesi elbette ki kaçınılmaz. Kitaptan bir örnek de vermek gerekirse şu satırlar eminim yeterince açık olacaktır: “ Ben sıska, güçsüz, ince; sen güçlü, iri, geniş. Kendimi acınılası bir halde görürdüm, üstelik yalnızca senin önünde değil, tüm dünyanın önünde, çünkü sen benim için her şeyin ölçütüydün”(21). Fakat kitabı bitirdiğimde nedense bir yanım Kafka’ yı da suçlu buluyordu. Böyle bir karaktere sahip olmak biraz da Kafka’ nın seçimiydi. 53 sayfa boyunca babasını suçlaması ve “Ben ne yaptım?” ya da “Ne yapmadım?” sorusuyla çok karşılaşmamamız bunun bir kanıtı bana kalırsa. Hayat elbette ki herkes için adil değil, insanın karşısına çeşitli zorluklar çıkarıyor. Kafka için de bu zorluk kendi öz babası. Ancak aynı hayat bize farklı seçenekler, fırsatlar da sunuyor. Kafka babasından bu denli korkuyorsa ve üzerinde oluşan baskıdan bu denli rahatsızsa babasına tüm düşüncelerini bir çırpıda gidip söyleyebilirdi. Elbette o anda büyük problemler de yaratacaktır ama zaten Kafka’nın susup sineye çektiği zamanlarda da bu problemlerden kaçış olmadığı aşikâr. En azından böylece babasını düşünmeye, kendini sorgulamaya itebilirdi. “Babası karşısında ki insanları dinlemiyor, yargıları var ve tutucu biri” şeklinde düşünebilirsiniz. Evet, ihtimal dâhilinde belki de dinlemezdi ama sizce de denemeye değmez miydi? Nasrettin Hoca’nın “Göl hiç maya tutar mı hoca!” diyen ahbabına da dediği gibi “Ya tutarsa”. Farklı bir çözüm olarak bunu yapma cesareti yoksa evden daha erken ayrılabilirdi. Đnsan kafasına koyduğu şeyi hemen o anda yapamasa da zamanla temelini oluşturur ve gerçekleştirir. Kafka da babasından ya da içinde bulunduğu baskıcı ev ortamından uzaklaşmayı isteseydi önünde sonunda kendi fırsatını yaratır ve uzaklaşırdı. Peki, ben okurken niye bu derece sıkıldım? Kabul ediyorum mektup türüne karşı bir önyargım, isteksizliğim var en başta da dile getirmiştim bunu ama tüm bu isteksizliğimi sadece benim önyargıma bağlamak yanlış olmaz mı? Đlk olarak kitap Kafka’nın babasına duyduğu öfke ve suçlamalardan ibaret. Yer yer ailesinden kesitler verse de kitabın monotonluğunu bozmaya maalesef yetmiyor. Her sayfada hissedilen tekrara düşmeler okurken isteğimi düşürmedi değil. Günümüz kitaplarına, değişimine ayak uyduramıyor diyemem elbette, bu büyük haksızlık olur hem Kafka’ya hem dünya edebiyatına hem de tüm okurlara. Başarılı bir yazarın en bilinen kitaplarından biri kendisi ve verdiği önemli mesajlar var. Dürüstçe duygularını yansıtmış ve onun hissettiklerini okurken bizler de hissedebiliyoruz, yazarın duygusu ve dili açık. Eminim ki mektup okumayı seven insanların büyük beğenisini topluyordur. KAYNAKÇA: Kafka, Franz. Babaya Mektup. 10. Baskı. Đstanbul: Can Sanat Yayınları,2013. Deniz Önder YILLARMIŞ ÖMÜRLER “Yaşıyorum, yaşadığımı biliyorum; bunu bu gece veya yarın ya da öbür gün unutmamalıyım.”(Bradbury 2015, s.27) Bir insan en fazla ne kadar yaşayabilir? Ortalama seksen doksanları bulan bu kısacık ömrü nasıl harcıyorsunuz peki? Her gününüzü dolu dolu geçirerek mi, yoksa geçmişe dönmek için yanıp tutuşarak mı? İnsanoğlunun ne kadar doyumsuz ve tatminsiz olduğunu herkes bilir. Her zaman elimizde olmayanlara daha çok kıymet veririz. Elimize geçen fırsatlardan çok kaçan fırsatları düşünürüz. Yazın kestane yemeyi, kışın karpuzu özleriz. Yağmur yağarken sıcacık güneşe hasret duyar ve güneşli günlerde sonbaharın o yağmurlu ve turuncu günlerini ararız. Genç yaşlarda büyümeye heveslenir, yaşlandıkça gençliğimize dönmeyi arzularız. Anlayacağınız hiçbirimiz ne olduğumuz yerden memnun olmayı beceriyoruz, ne doğduğumuz insanı bütünüyle sevebiliyoruz, ne de geçmişimizin peşini bırakabiliyoruz. Bütün bunlara rağmen, zaman acımasızlığından hiçbir şey kaybetmiyor. Aman vermeyen bir nehir gibi hızla akıp gidiyor. Ona karşı yüzmeye çalışanlar bitap düşüp, derinliklere gömülürken; akışına bırakma cesaretini gösteren çok az kişi çıkıyor. Doğduğumuz kişiyle savaşıyoruz mesela. Neden daha güzel değilim? Neden daha zengin değilim? Neden onun gibi değilim? Oysa bu konularda zaten bir seçme şansı bize sunulmadı. İsyan etmek sizce de çok anlamsız değil mi? Evet, anlamsız ama her birimiz ister istemez bu yanılgılara düşüyoruz işte. İster istemez hayatlarımızın çok anlamlı zamanlarını bunlar için üzülerek geçiriyoruz. Oysa hayatta çok daha güzel şeyler var. Güneş doğarken, ayın gidişine üzülmemeli insan. Anın keyfini çıkarmalı. Akıp giden zamanla baş başa vermeli. Aksine koşmak size sadece vakit kaybettirir. Üstelik bu dünyada zamandan daha kıymetli hiçbir şey yokken. Sorun büyüklerinize isterseniz. Size; sizin yaşınıza dönmek için her şeyi vereceklerini söyleyeceklerdir. Oysa bu mümkün değil. Herkesin kum saati yalnız bir kere akıp gidecek. Zamanla ilgili bütün bu bildiklerimizle yapmamız gereken; onu doya doya yaşamak. Hepimizin pişmanlıkları ve değiştirmek istedikleri var. Ben mesela geçmişe dönüp, kırdığım insanları kırmamak isterdim. Yaptığım yanlışları geri almak isterdim. Ama bu mümkün değil maalesef. O yüzden size de kendime de tavsiyem, geçmişi affetmek. Geçmişinizi affedin ve bütün hayal kırıklıklarınızı ve pişmanlıklarınızı; ders alınmış birer anı olarak hatırlayın. Ardından da yolunuza yıllanmış şaraplar gibi, daha bilgili ve daha sağlam adımlarla devam edin. Yeni bir gün daha görmüş olduğunuza şükredin mesela. Asla ölmeyecekmiş gibi ama ölümü unutmadan yaşayın. Ray Bradbury’nın Karahindiba Şarabı romanında daha on iki yaşında olan Douglas Spaulding, yaşına rağmen bize ders verir nitelikte bir hayat sürüyor. Her gün doğan güneşi sıkılmadan ve gülümseyerek karşılıyor bu çocuk. Bir zaman makinesi inşa edip, geçmişe dönmek için durmadan çabalayan komşularının uçuk hayallerine kapılmadan; gününü yaşamanın değerini biliyor. Öyle ki, benim gibi geçmişin bitmek bilmeyen anılarına kapılıp duran biri için bile, o yaşında önemli bir örnek oldu Douglas. Doyasıya tadını çıkaramadığım ilk aşkıma, bir şekilde aramızın açıldığı eski arkadaşlarıma, hiç yoktan üzüldüğüm geçmişime bir özür borçlu olduğumu ondan öğreniyorum. Oysa, bütün bunları sindirip, affedip bugününe bakmalı insan. İşte ben de bunu yeni öğreniyorum. Aranızda benim gibi bunu yeni idrak edenler varsa, Douglas’ın bu tavsiyesini siz de göz ardı etmeyin. Bugünler size daha çok şey vaat eder. Yepyeni fırsatlar, yepyeni insanlar sunar. Eğer gözünüzü geçmişten ayırmayı başarır, bugünün güzelliklerine ve hatta kalp kırıklıklarına bile gözlerinizi açarsanız; çok daha fazlasına sahip olursunuz. Geçmişin puslu anıları yerine yepyeni ve taptaze şeyler görürsünüz. Üstelik bu defa geçmişinizden aldığınız derslerle, üzerinde seçme şansınızla olan konularda daha doğru adımlar atabilirsiniz. Bugünler de bir gün geçmişin bir parçası olacak. Bugünleri kaçırdığınıza da üzüleceksiniz. Bunun yerine, geçen günleri ardınızda bırakın ve bugünlerin de geçmemesi için ilk gün aydınlandığında harekete geçin. Doya doya yaşayın. Çünkü kimsenin bu hayat oyununda ikinci bir şansı olmayacak. Carpe diem!1 Kaynakça (2015). R. Bradbury içinde, Karahindiba Şarabı. 1 Carpe diem: Anı yaşa Gözlerimin Önündeki Perde Hiç sorguladınız mı gördüklerinizi? Sordunuz mu kendinize, acaba gördüğüm şey, gerçekte olan şey mi diye? Düşündünüz mü ya gördüğünüz her şey birer yalansa? Aşağıda gördüğünüz fotoğraf, iki yıl önce sosyal medyada uzun bir süre tartışıldı. Tartışmanın konusu fotoğraftaki elbisenin rengiydi. Sizce hangi renk? Siyah? Beyaz? Mavi? Yeşil? Kahverengi? Sarı? Çim yeşili? Toprak rengi? Deniz mavisi? Gök mavisi? Altın sarısı? Emin olabilirsiniz, saydığım bu renklerin hepsi sosyal medya kullanıcıları tarafından iddia edilen renkler. Tahmin edebileceğiniz üzere, elbisenin sosyal medyada paylaşılmasının hemen ardından sayısız açıklama yapıldı. Zihnimizde ve nöronlarımızda neler olduğu, gözlerimizin nasıl bir yanılsama yaşadığı bir çok otorite tarafından bilimsel olarak açıklanmaya çalışıldı. Elbisenin rengi bizim için bu yazıda önemli olmasa da, birçok insanın kendi gördüğü rengi elbisenin asıl rengi kabul etmesi hatta bunu diğer insanlara diretmesi konumuzun temelini oluşturuyor. “Ön yargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur”[1] demiş ünlü fizikçi Albert Einstein. kendi üslubuyla ne de güzel özetlemiş insanın ön yargılarını kırmanın zorluğunu. Aslında elbise örneğini vermemin sebebi de buydu. Bahsettiğimiz kendi gördüğü rengi elbisenin asıl rengi kabul eden insanların ön yargılarını nasıl kırarsınız? Çok zor değil mi? O adam asla sizin söylediğiniz rengi kabul etmez. Tabii ki, kendinden emin olmak, kararlı olmak çok güzel bir şeydir. Ancak, kararlılığın bir seviyesi vardır. Eğer bu kararlılık, sizi bildiğinizin dışında bir şeyin doğru olabileceği ihtimalini göz ardı edecek seviyede kör ediyorsa, bunun adı kararlılık değil ön yargıdır. Hani ilk okulda bize matematik öğrettiler, sonra dediler bunun adı sayı doğrusu. Hiç sorgulamadan 2. bir eksenin varlığını, eksiyi, artıyı ve sayıları öğrendik bu sayı doğrusunda. Sonra bir gün öğretmenimiz sınıftan içeri girdi, yeni konuya geçti. Derste işlediğimiz konu bu sefer bu sayı doğrusundan iki tanesiyle oluşturulmuş bir şeydi. Öğretmenimiz bize artık iki boyutlu düzlemde bir şeyler anlatmaya başlamıştı ve tüm işlemlerimiz bu iki boyutlu düzlem üzerine kurulmaya başladı. Sonra bir gün, başka bir öğretmen sınıftan içeri girdi yine. Bu sefer konu üç boyutlu uzaydı. Kısacası, bize ne öğrettilerse biz onu öğrendik ve beynimizde bir yargı oluştu. Bunun adı ön yargıydı. Birçoğumuz öğretmen bize neyi öğretirse inandı. Diğerleri ise sorguladı. Sorgulayanlar belki de üç boyutlu uzayı daha öğretmeni ona öğretmeden kafasında canlandırdı, gerçek hayata uyarladı. Ön yargılı olanlar ise kafa yorma gereği dâhi duymadı. Sonunda üç boyutlu uzay kendilerine öğretildiği zaman ön yargılı olanlar anlamakta zorlanırken, diğerleri yani yeni düşüncelere açık olanlar aydınlandılar. Aydınlanma demişken, bir örnek de geçmişten verelim. 17. ve 18. yüzyıllarda Aydınlama Çağı olarak adlandırılan dönemi Immanuel Kant, “aklı kullanma cesareti” olarak tanımlamıştır.[2] Ön yargılar da aklımızı kullanmadığımız zamanlarda ortaya çıkmaz mı? Yine aynı dönemde yaşayan İtalyan astronom,fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi Galileo Galilei, “Dünya yuvalaktır” söyleminden dolayı Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılanmıştır.[3] Çünkü, Katolik kilisesinin o zamanki önde gelenleri, kendilerine söylenen “Dünya düzdür” sözüne inanmışlardı.[4] İşte yine bir ön yargı örneği. Keşke o insanlar körü körüne inandıkları düşüncelerden bir an olsun şüphe etselerdi. Ancak etmediler ve diğer bütün örneklerimizde olduğu gibi ön yargılar bir zafer daha kazandı. Geçmişi bir kenara bırakacak olursak, geleceğe dair bir umut görebiliriz. Bir insanın ön yargılarını kırmanın o insanın kendi elinde olması bana bu konuyla alakalı umut veren şeydir. Yazımın sonunda, tüm okurlarıma diyorum ki: Hepimizin gözlerinin önünde birer perde vardır. Dışardan gelen ışığı, bu perdenin renginde görürüz. Bu perde bizim tam olarak aydınlanmamızı engeller. Aydınlanmak ve ışığı kendi renginde görmek için yapmamız gereken tek şey o perdeyi gözümüzün önünden kaldırmaktır. Denizhan Soydaş KAYNAKÇA: Fotoğraf (Elbise) : http://www.hurriyet.com.tr/bu-elbiseyi-herkes-farkli-renkte-goruyor-cunku- 28312258 [1]: Albert Einstein'in ünlü sözü [2]: Immanuel Kant'ın Aydınlanma çağı tanımlaması https://tr.wikipedia.org/wiki/Aydınlanma_Çağı [3]: Galileo Galilei'nin iddiası ve başına gelenler https://tr.wikipedia.org/wiki/Galileo_Galilei [4]: Millî Eğitim Bakanlığı Tarih Dersi 10. Sınıf Müfredatı. Kokuşmuş  bir  İnsan  ve  İdealize  Edilmiş  Toplum       Bence  modern  edebiyatı  şekillendiren  yazarlardan  biri  Dostoyevksi’dir.  Yazdığı   her  kitap  neredeyse  bir  şaheser  özelliği  taşır.  Kişinin  iç  dünyasına  onun  duygularına,   dünyayı  ve  çevreyi  algılayışına  odaklanarak  yazan  Dostoyevski,  bu  sayede  hem  psikolojiyi   ön  plana  çıkarmış  hem  de  edebiyata  yeni  bir  soluk  katmıştır.  Depresyon  ve  hiçlik  hissi  o   ünlü   ’yı  yazdırır  ona.     “  –  Belki  de    bütün  bunların  hepsini  siz  kendiniz  uyduruyorsunuz!”  (Dostoyevski,  s.   15)   Suç  ve  Ceza     Raskolnikof,  kitabın  ana  karakteri,  içinde  bulunduğu  ekonomik  koşullardan  dolayı   bir  cinayet  işler.  Öldürdüğü  kişinin  bir  tefeci  kadın  olmasına  karşın  bu  durumun  dehşet   verici  yanından  kendini  alamayan  Raskolnikof,  kitabın  büyük  bir  bölümünden  kendi  ile   yüzleşmeler  yaşar.  Karakterin  şizofrenik  monologları  yalnızlığını  ve  insanın   anlaşılamayan  iç  dünyasını  daha  da  belirgin  hâle  getirir.  Dostoyevski  okurken  kalpte  bir   sıkışma  olması  çok  doğal  bu  yönünden  ötürü.     "Sonsuz  bir  karanlığın  sonsuz  bir  denizin  ortasında    ayakta  durabilecek  bir  kaya   parçasının  üstünde  sonsuza  kadar  durmaya  razıydı,  bile  bile  ölmektense.  Yaşamak,   sadece  yaşamak!  Hayat  ne  olursa  olsun  yaşamak..."   (Dostoyevski,  s.  227)     Karakterlerinin  yaşamı  ve  anlamını  durmadan  sorgulamasının  temelinde  bence   bir  inançsızlıktan  ziyade  boşluktan,  hiçlikten  kurtulmaya  çalışması  ve  anlam  araması   yatıyor.  Dönemin  Rusya’sını  da  oldukça  iyi  anlatan  bu  kitap  bana  soracak  olursanız   toplumu  huzursuz  etmek  ve  silkinip  kendilerine  bakmalarını  sağlamak  için  yazılmış.   Herkesin   ’unun  olduğunu    herkesin   ’sını  çekeceğini  belirtmek  istemiş  olmalı.   Toplumun  duyarsızlaşmış,  ritmini  kaybetmiş  vicdanına  ve  ahlağına  bir  kalp  masajı   yapmaya  çalışmış.  Bununla  yetinmeyip  rüşvet  müptelası  olmuş  memurlar  ve  toplumun   birçok  kesiminden  insanlar  kullanarak  bencilik  ile  bireyselliğin  arasındaki  farkı   Suç ve Ceza okuyucuya  soyut  anlam  düzleminde  vermeye  çalışmış.  Kitap  kısaca  toplumun  sıradan  bir   bireyine  dönüşen  Raskolnikof’un  geçirdiği  bir  nevi  ‘dönüşüm’ü  odak  noktası  alarak   yazılmış.  Kafka’nın  o  ünlü   ünden  farkı,  anlatımının  oldukça  içcel,  kişisel  konular   üzerinden  ve  subjektif  algılamalar  üzerinden  yapılıyor  olması.       "Acı  ve  üzüntü,  vicdan  ve  derin  bir  yürek  için  her  zaman  zorunludur.  "     Dönüşüm’ (Dostoyevski,  s.  171)     "Başkalarının  zavallılığına  bakıp  kendi  hâline  şükredenlerden  tiksiniyorum."   (Dostoyevski,  s.  65)       1  ,  kendi   bireysel  ahlağının  daha  fazla  kaldıramayacağını  fark  edince  suçunu  ifade  etme  düşüncesi   içinde  doğmaya  başlar.  Bence  kitabın  isminin  altındaki  anlam  da  bu  yaklaşımla   çözülebilir.  Suç  ve  Ceza.  Önce  bir  suç  var  tıpkı  kitapta  olduğu  gibi  sonra  ise  Ceza’sız  kalan   Bu  dönüşüme  oldukça  direnen  ve  sindirmeye  çalışan  Raskolnikof bir  Suç  ile  daha  fazla  sağlıklı  bir  yaşam  sürdüremeyen  Raskolnikof’un  kendine  Ceza   arayışını  konu  alır.  Önce  içsel  bir  Ceza,  sonra  tereddütlü  bir  itiraf  aşaması,  en  son  ise   arınma  ve  belki  de  kitabın  en  önemli  karakterinin  gerçek  rolünü  görmemizi  sağlayan   hoşgörü  yani  Sonya!     "  Sonya,  umutsuz  bir  yalvarışla  ellerini  ona  uzatarak  tekrarlıyordu:   -­‐ Acı  çekiyorsun!..  Acı  çekiyorsun!..       Raskolnikof  dalgın  dalgın  asık  bir  yüzle  atıldı:   -­‐  Ben,  belki  de  kendi  kendime  hálâ  itiraf  ediyorum!  dedi.   !  Kendimi  çabuk  yargıladım  belki  de!..  Ben  daha   dayanamayacağım  buna!"  (Dostoyevski,  s.  195)         Belki  de  ben   "En  ücra  karakterlerine  bile  ruhsal  derinlik  katan  Dostoyevski,  Lizaveta’yı  niye   henüz  insanım!  Bir  bit  değilim derinleştirmiyor?  Bu  iyi  kalpli  kıza  niye  replikli  figüran  gibi  davranıyor?   Raskolnikov,  Sonya’ya  suçunu  itiraf  ettiğinde  anlıyoruz  niye  öyle  yaptığını.  Çünkü   Sonya  cinayet  itirafını  duyunca,  “Sen  o  insanlara  ne  yaptın  böyle?”  demiyor.    diyor.  Raskolnikov  ne  yaptıysa  kendine  yapmıştır.   Kurduğu  dünyanın  azabını  çekmektedir.  Bu  vurguyu  arttırmak  için  Lizaveta’nın   acısı  görünmez  romanda Lizaveta’nın  ölümü  hukukun  konusudur “Sen   kendine  ne  yaptın  böyle?”  "     (Emrah  Serbes,    Madde  22)   .   ,  Dostoyevski     ise  bize  daha  yüksek  bir  hukuktan  bahseder.  Suçun  cezasından  kaçabilirsin   Emrah  Serbes’in  bu  konuda  yazdığı  paragraf  oldukça  açıklar  nitelikte.  Suç  ve  Ceza   ama  vicdanın  azabından  kaçamazsın  diyen  bir  hukuktan. bir  ahlak  öğretisi  değil  bence.  Ahlak  öğretisinden  çok  ahlak  çürütmesi  veya   Filintanın  Not  Defteri çürümüşlüğünün  afişe  edilmesi  gibi.  İnsana  dayatılan  yapay  toplumsal  ahlak  kuralları  ve   insanın  özünün  bu  kuralları  reddetmesi,  kusması  kısaca.     “Geceleri  gökkuşağına  boyamak  mıdır  suçum?  Herkes  bağırırken  şiirler  okumak   mı,  susmak  mı  sözün  bittiği  yerde,   ”   (Dostoyevski,  s.  248)     kusmak  mı  sindirebildiklerinizi? Serbes  Emrah,   Afili  Parçalar,  Madde  22     http://www.afilifilintalar.com/filintanin-­‐not-­‐defteri-­‐madde-­‐20-­‐24     Kaynakça     Filintanın  Not  Defteri;     Sencer  Umut  Balkan   21401911     2 Sepetteki Meyveler Bugün sizden sadece benimle beraber hayal etmenizi istiyorum sevgili okur. Gözünüzde çok büyük bir meyve sepeti canlandırın ve bu sepetin içinde yüzlerce, belki de binlerce çeşit meyve olsun. Elmanın ve eriğin her çeşidi, portakal, mandalina, armut... Kısacası aklınıza ne kadar meyve getirebiliyorsanız hepsini bu sepetin içinde hayal edin. Merak etmeyin, sizinle beraber ben de hayal ediyorum. Bu hayali beraber sonuçlandıracağız sevgili okur. Şimdi bana bu meyve sepetini neden hayal ettiğinizi soracaksınız tabi ki. Hemen cevap vereyim ki bir an önce sonuca ulaşalım: Kafamızda canlandırdığımız o koca sepet; üzerinde yaşadığımız, karnımızı doyurduğumuz o güzel memleket ve bu kocaman sepetin içindeki meyveler de biziz. Peki kimiz miyiz? Biz Yenikapı'da pansiyon işleten Eleni'yiz, Rum şarkıcı Hristo'yuz, Türk subay Halit Mustafa'yız. Hepimiz farklıyız birbirimizden. Birimiz yeşil elmayız, birimiz kırmızı elma, birimiz ise portakal. Hepimizin yetiştiği ortam birbirinden farklı. Fakat en önemlisi ne biliyor musun sevgili okur: Sonuçta hepimiz aynı hücrelerden oluşuyoruz, büyümek ve gelişmek için aynı besinlere ihtiyaç duyuyoruz. Sonuçta hepimiz sadece birer meyveyiz. Devam edelim hayal etmeye o zaman. Düşlediğimiz sepete sadece bir tane çürümüş meyve koyalım. Sonuç ne olur sizce sevgili okur? Ben söyleyeyim: O gözümüzde canlandırdığımız sepet ne kadar büyük olursa olsun bir tane çürük meyve bile o sepetteki bütün meyveleri çürütmeye, yapısını bozmaya yeter. Bakıyorum şimdi ülkemdeki insanlara, hepsi birer çürük meyve gibi bozulmaya, kendi benliğinden çıkmaya başladı. Bir örnekle neden böyle bir konuma geldiğimizi size açıklayayım sevgili okur. Büyüklerimiz hatırlar, eskiden telefonlarımıza gelen toplu mesajlar genellikle bayram mesajları ya da özel günlerde atılan mesajlar olurdu. Şimdi şu son bir seneyi düşünelim. Bana bu sene atılan toplu mesajların çoğu şu şekilde: "Ankara Kızılay'da bugün bomba tehlikesi var. Lütfen iş çıkış saatlerinde kalabalık yerlerde bulunmayın. Bu mesajı herkese iletelim arkadaşlar! " Ülkemizde bombalar patlıyor, çatışmalar çıkıyor, insanlar ölüyor ve böyle anormal durumlarda bir çoğumuzun aklında tek bir düşünce oluyor. Ölenler kimler? Eğer ölenlerin ideolojileri, fikirleri bizimle örtüşüyorsa üzülüyor, kahroluyoruz fakat farklıysa umurumuzda bile olmuyor, unutup gidiyoruz. İşte bu yüzden sepetteki meyveler çürümeye, kendi benliğini kaybetmeye başladı. Tam bu anda akla tek bir soru geliyor sevgili okur. Biz değil miydik bundan yıllar önce Çanakkale'de omuz omuza savaşan, biz değil miydik bu ülkenin özgürlüğüne kavuşması için canlarını veren? Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni... 250.000 insan can verdi Çanakkale'de. Ne içindi bunların hepsi? Bugünler içindi tabi ki, bizim için, Türkiye için. Peki biz ne yapıyoruz? Bu yaşananları göz ardı edip, birbirimizi öldürmeye devam ediyoruz... İsmail Bilgin de anlatmış Çanakkale'ye Gidenler'de Gelibolu'yu, oradaki dostluğu, kardeşliği. Bu ülkenin birleştiğinde, omuz omuza verdiğinde ne kadar güçlü olduğunu vurgulamış kitabının her bir noktasında. Çanakkale'ye Gidenler'de vurgulanan, dikkatimi çeken ilk kelime de feragat kelimesi olsa gerek. Ülkesi için yaralı yaralı Çanakkale'ye giden Halit Mustafa, milleti uğruna annesini bırakıp savaşa giden doktor Mehmet Nazif ve özgürlük uğruna kendi istikbalini bir kenara bırakan Mülkiyeli Ragıp... Bunun gibi 250.000 insan yıllar önce ülkesi için bir şeylerden feragat etti. Onlar da bizim gibiydi, sepetteki meyvelerdi onlar da. Bizim de kendi aramızdaki kavgaları, anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp Çanakkale'ye gidenlerden bir ders çıkarmamız gerekiyor sevgili okur. O koca sepette ister yüzlerce ister binlerce çeşit meyve olsun, hepsi sonuçta birer meyve. Ülke olarak farklılıklarımızı kabul eder, insanları sadece insan oldukları için sever ve benimsersek, Çanakkale bizim geçmişimiz olmaktan çıkar. Çanakkale bizim bugünümüz, Çanakkale bizim geleceğimiz olur... KAYNAKÇA Bilgin,İsmail.Çanakkale'ye Gidenler. İstanbul: Timaş Yayınları, 2014. Baskı Ege Kaan CAN BİR AĞACIN GÖZÜNDEN AÇLIK OYUNLARI Yeni bir gün doğuyor. Sonunda, güzel bir gün... Güneşin yükselmesiyle birlikte ısınan hava - son birkaç günün aksine – huzurlu, sakin, normal bir günün geldiğini anlatıyor sanki. Söylemeyi unuttum sanırım. Ben bir ağacım. Her gün sokakta yürürken görebileceğiniz tarzdan bir ağaç... Panem ülkesinin başkenti olan Capitol şehrinin yakınlarında bir yere salmışım köklerimi. Normal bir ağaç hayatı yaşıyordum. O güne kadar... İlk başta her şey çok güzeldi. Gece gündüz demez, yakınımdaki tüm ağaçlarla sohbet ederdim. Birer ağaç olarak konuşacak çok şeyimiz olmasa da elbet bir şeyler bulurduk. Bazen kuşlar dallarımıza yuvalar yapardı. Onları izler ve muhteşem seslerini hayranlıkla dinlerdik. Bazen de örümcekler bizi ağlarıyla sarar, diğer böcekleri avlamaya çalışırdı. Merakla izlerdik ağlara karışan sineklerin son anlarını. Her tarafından görürdük olayları. İyisiyle kötüsüyle yorumlardık her şeyi. Sonuçta doğaya hizmet etmekten başka bir amacımız yoktu. Tek işimiz birbirimizle muhabbet etmekti. Yıllarımız böyle geçti, ta ki Açlık Oyunları başlayana kadar. Panem ülkesinde Capitol’e bağlı on iki tane mıntıka var. Her birinin farklı görevleri olan bu mıntıkalardan, yılda bir kere, bir kız ve bir erkek olmak üzere, on ile yirmi yaşları arasında ikişer tane haraç seçilir ve Capitol’e yollanır. Bu yirmi dört haraç her yıl düzenlenen bazı saçma sapan etkinliklere katıldıktan sonra savaşmaya hazır hale getirilir ve bir arenada toplanır. Bir geri sayım sonrasında Açlık Oyunları başlar. Bu haraçlar birbirlerine karşı avantajlar elde etmeye çalışır ve birbirlerini öldürerek arenada sağ kalan tek haraç olmaya çalışırlar. Açlık Oyunları sırasında arenaya oturdukları yerden istedikleri gibi müdahale edebilen oyun kurucular vardır. Biz ağaçları, toprağı, havayı, arenada ne varsa her şeyi istedikleri gibi değiştirebilirler. İlk başta farklı kıyafetler giymiş insanlar geldi ormanımıza. Bizi incelediler, içimizden kablolar geçirdiler canımızın ne kadar yandığını umursamadan. Bazı arkadaşlarımın üzerinde deneyler yaptılar, bazılarını da söküp götürdüler. Çoğu arkadaşlarım daha oyunlar başlamadan ormandan yok olmuştu. Oyunların başlamasına birkaç gün kaldı. Ben ve geriye kalan diğer ağaçlar merakla bekliyorduk neler olacağını. İnsanlar gelmeyi bırakmıştı ama üstümüzden dev metal insan taşıma araçları uçuyordu sık sık. Ortam da değişmişti. Hergün dallarımda gezinen sincaplar artık yoktu. Kuşlar bile neredeyse yok denecek kadar azalmıştı. Hiç görmediğim arılar belirmeye başlamıştı ve hava da çok farklıydı. İnsanların toprakta yaptığı değişiklikler de beni kötü etkilemişti. Kendimi iyi hissetmemeye başlamıştım. Sonunda Açlık Oyunları başladı. Tüm olaylar haritanın merkezinde başlar, yavaşça tüm haritaya yayılırdı. Merkezde hiç ağaç yoktu. Ben ve arkadaşlarım uzaktan izliyorduk ilk ölümleri. Hiç görmediğimiz şeyler oluyordu. İnsanlar çok ilginç. Kendilerini tatmin etmek için başkalarına zarar veriyorlar, hatta birbirlerinin canına kıyıyorlardı. Sanırım benim ağaç aklımla kavrayabileceğim bir şey değil bu. Neyse, olaya dönelim. Oyunların ilk birkaç dakikası içinde yirmi dört haraçtan yedi tanesi falan öldü. Sağ kalanlar da yaşadıkları panikle haritanın farklı taraflarına doğru koşmaya başladılar. Bazılarının gözlerinden korku rahatlıkla okunabiliyordu. Bazıları da diğerlerini öldürdükleri için kahkaha atabilecek kadar mutluydu. Bir anda yanımda küçük bir kız belirdi. Adı Rue idi sanırım. Kısa boylu, esmer, kıvırcık saçlı bir kız. Küçük bir çantası ve bir bıçak vardı elinde. Çantasını yere en yakın olan dalıma astı ve yanıma oturdu. Bir süre düşündü. Kim bilir aklından neler geçiyordu o anda. Ailesi, ölümün nasıl bir şey olduğu, oyunu kazananların hayatlarının geri kalanı... Her şey olabilirdi. Bir süre sonra gözünde yaşlar olduğunu farketti. O yaşları sildi, Dallarımdan birkaç yaprak aldı, yaprakları çantasına koydu ve yola koyuldu. Uzun bir süre ilgim Rue üzerinde kaldı ve başka bir şey düşünemedim. Aklımdaki tek şey o kıza ne olacağıydı. Düşünüyordum. Sadece düşünüyordum ki bir anda dev bir alev topu belirdi üzerimde. Beni sıyırıp geçti. Tam rahatlayacaktım ki dallarımdan birinde bir elevin tutuştuğunu farkettim. Bir insan olsam o anda o alevi söndürmeye çalışırdım, ama maalesef bir insan değildim. Bir kozalaktan daha küçük olan ateş gittikçe büyüdü ve etrafta neler olup bittiğini anlayamaz duruma geldim. Dallarım teker teker düşüyordu ve yapraklarım küllere dönüyordu. Yok oluyordum. Tam hayattan umudumu kesmek üzereydim ki aniden üzerimdeki alev sönmeye başladı. Yağmur yağıyordu. Kendime bir baktım halimi görmek için. Geriye gövdemden başka birkaç dal ve birkaç şanslı yaprak kalmıştı. Sonra da çevreme baktım. Yalnızdım. Diğer tüm arkadaşlarım... Ölmüşlerdi. Çoğu köklerinden ayrılmış, yere yığılmıştı. Bazıları yerlerinde bile değildi. Kim bilir onlara neler olmuştu. Kendi içime kapandım. Hiçbir şey umrumda değildi. Sadece Açlık Oyunlarının bitmesini bekledim... Sonunda her şeyin bittiğini farkettim. Güneş doğuyordu. Yeni bir gün doğuyordu. Bir an için mutlu olmaya çalıştım. Nasıl olsa bundan sonra beni mutlu edebilecek şey buydu. Ekin Uyumaz 21401247 Bayan! Bakar Mısınız? Sosyal medyana dolaşırken illaki rastlamışsınızdır bu fotoğrafa ya da kadın-bayan tartışmasına mutlaka bir yerlerde denk gelmişsinizdir. Ben de uzun süredir bu ikilemin içerisinde gidip geldim ama en çok merak ettiğim konu bu durumun neden bu kadar sorun olduğuydu. Aslında bana göre bu kelimenin kullanılmasındaki rahatsızlık insanların iki yüzlü olmasından kaynaklanıyor. Türkiye şartlarını bilen, bu ülkede senelerini geçiren her birey kadının toplumumuzda nasıl hor görüldüğünü çok iyi bilir. Resmen ikinci sınıf muamelesine maruz kalmaktadır kadınlar, bu coğrafyada. Bu yazıda neden böyle bir muameleye maruz kalıyorlar meselesini tartışmayacağım. Bunun sebebini merak edenler diğer Orta Doğu ülkelerindeki kadınlara bakabilirler. Benim derdim özellikle erkeklerin ''kadın'' profiline karşı takındığı tutumun tutarsızlığı. İşine gelince hanımefendi, işine gelince kadın, işine gelince kız, işine gelince de bayan oluyor ''kadın''. Erkeklerin kadınlar üzerinde baskı kurmak için kullandığı bir araç hâline geldi bu kelime. Hor görmek isteyen, aşağılamak isteyen bayan diyor; yüceltmek isteyen, kadını kullanıyor. İşte, bu iki yüzlülüğün en âlâsı oluyor bana göre. Her iki şekilde de kadını kendi gücünün altında tutmak istiyor insanoğlu. Bayan kelimesinin iticiliği de buradan geliyor. Bayan kelimesi bay'dan türeyen bir kelime. Bu da demek oluyor ki kadın erkekten türedi ya da yaratıldı. Bu yüzden erkek kadından üstündür algısı benimseniyor. Tüm bunları düşününce nasıl sevilsin bayan kelimesi? Ayrıca yine bir tutarsızlık var, gözüme çarpan. Çoğu mekanda, iş yerinde ya da ortamda insanlar erkek kelimesinin karşısına bayanı koyuyor. Mesele erkekler olunca hiç utanmadan sıkılmadan bu kelimeyi kullanıyoruz ama konu kadınlara gelince bir anda ahlâk bekçisi oluyoruz. Kadın demek iffetsizlik, namussuzluk olarak algılanıyor toplumumuzda. Nasıl da cahilce bir yaklaşım... Oysa erkeğin sahip olduğu tüm ayrıcalıklar kadın için de geçerli olmalı. Ama biz bir türlü bu dengeyi tutturamıyor, terazinin ayarını sürekli kaçırıyoruz. Bir kelimeyle mi tüm sorunlar çözülecek, dediğinizi duyar gibiyim. İnanın bana, bir kelime çok şeyi değiştiriyor. Bir kere bu kelime ile kadına verilen değerin seviyesi görünüyor ülkemizde. Küçükken annemler Türkçe'yi doğru kullanmama çok dikkat ederdi. Her kelimemin üzerinde durur, yanlışlarımı uyarırdı. Bu sayede dil bilgisi anlamında kendimi çok geliştirdim. Özellikle annem asla bayan kelimesini kullanmamı istemezdi. Bir erkek çocuğu olarak kadınları asla kendimden aşağıda görmedim. Bunu ailemden aldığım eğitime de borçluyum. Ama zaten bana göre insan olmanın en önemli koşulu diğer insanları da kendinden görmektir. Ne var ki bayan kelimesi bu koşulu tamamen bozuyor. Küçüklüğünden beri kadını erkeğin altında gören bir zihniyet bugün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine manşet oluyor. İnanın bana abartıyorum, bayan kelimesi kullananlarla kadına tacizi, tecavüzü, ölümü reva görenler arasında organik bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hepimize büyük bir sorumluluk düşüyor bu noktada. Bu algının tamamen değiştirilmesi lazım. En baştan inşa etmemiz lazım eşitlik vurgusunu. Kadının bu kadar hiçe sayılması biz erkeklerin de hatası. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, diyerek bu soruna kayıtsız kalmak çok büyük bir yanılgı. Kadından ya da erkekten önce ben bir bireyim ve başka bir bireyim benden eksik ya da fazla olmasına müsaade etmeyeceğim. Hiçbirimiz de etmemeliyiz. Bu belki bir kelimeyle başlayacak ama inanıyorum ki devamı çok daha farklı olacak. Bu yüzden ''bayan'' kelimesini sözlüğümüzden çıkararak başlayabiliriz işe. Bu bile bugünün Türkiye'si için oldukça büyük bir adım sayılacaktır. Atakan Karasan 21401193 Alper Topuz 21402267 Turk-101 Section :20 Başak Berna Cordan 25.11.2014 Millet Uzaya Çıkarken Biz Nelerele Uğraşıyoruz? “Interstellar”, Tükçesi ile “Yıldızlar Arası”, filmi vizyona girdiği günden beridir üzerine yapılan tartışmaların haddi hesabı yok. İnsanların bir kısmı filmde bahsi geçen; zamanda yolculuk gibi teorik fiziği alakadar eden kavramların üzerinde fazla duruyor. Tartışmalar bununla kalsa iyi pek çoğu filmin konusundan tamamen uzaklamış halde sadece bu mevzularla ilgileniyor ve bunları anlamanın bir ileri zekâlılık yahut bir zekâ belirtisi olduğunu düşünüyor. Filimde Murph ( Mackenzie Foy)1 rolüyle efsaneler yaratan Mackanzie Foy’un oyunculuğu üzerine konuşanları “ne yazık ki” henüz görmedim. Filim üzerindeki bu aşırı tartışmalar bir yana aslında bu filim belki de önümüzdeki yıllarda filim sektörünü etkileyecek bazı sorulara da yol açıyor. Seyirci filmi anlamazsa kurgu ile ilgili doğru yorum yapabilir mi? Zira her ne kadar filmin sadece bu karadelik ya da zamanda yolculuk meseleleri ile ilgili olmadığını belirtmiş olsam da bu bahislerin filmin büyükçe bir bölümünü işgal etmesi açıkçası bazı seyirciyi film sırasında filmden koparıyor. Interstaller’ın konusu aslında oldukça basit. Ne karadelikler ne de zamanda yolculuk. Tüm insanları terazinin bir kefesine koysanız öbür kefeye de ailenizi ve sevdikleriniz koysanız hangisi ağır basar? Kısaca özetlemek gerekirse filmde; iklim değişiklikleri ve son zamanlarda ortaya çıkan bir bitki mantarının tarım ürünlerine zarar vermesi sebebiyle Dünya bir krizin içine yürümektedir. Her zamanki gibi NASA işe el atar ve başrol oyuncusunun da aralarında bulunduğu bir takımı bir solucandeliği (wormhole) vasıtasıyla başka bir galaksiye, yaşanılabilinecek bir gezegen bulmaya yollarlar. İşler her zamanki gibi ters gider ve başrol oyuncusu Cooper (Matthew McConaughey)2 ‘ın tüm bu belalardan kurtulup eve dönmesini anlatır. Eve döndüğünde pekçok şeyi değişmiş bulacaktır. Aktörler baştan sona işinin hakkını vermişler. Oyunculukların şahaneliği sebebiyle filim bir bilim-kurgu filmi olmaktan çıkıyor adeta bir dram ya da romantizm filmine dönüşüyor. En başta da belirttiğim gibi oyuncuların çuğu hakkını vermiş vaziyette. Filmin ana temasını bilim- kurgudan, dram ya da gerilime çevirmek ancak usta oyuncuların işi olsa gerek. Bilimkurgu filimlerinin vazgeçilmezlerinden biri de uzay ve uzay seyehâtleridir. Bu seyehâtlere çıkabilmek için gerekli olan en temel şey son teknoloji bir uzay aracıdır. İzlediğim bilimkurgu filimlerinin çoğunda şu çok basit hata yapılır. O son model uzay aracı uzayda yol alacağı sıra motorlarını büyük bir gürültü ile çalıştırır hatta bazen bir şeyler ters gider ve müthiş patlamalar olur. Yönetmenler uzayın sessiz bir yer olacağı düşüncesi ile olsa gerek bu patlamaların ve gürültülerin etkisini artırmak için ses efektleri kullanmaktan geri durmazlar. İşin garip tarafı uzayda hava yoktur ve asla ses duyulmaz. Yıldızlar Arası filminde dikkatimi çeken şeylerden biri de işte bu nüansa dikkat edilmiş olmasıdır. Bir bilimkurgu filminin müthiş ses efektleri ya da görsel efektleri olabilir ama nüanslara dikkat edilmezse ortaya saçma sapan bir şey çıkar. Topuz,2 Filmin bütçesi oldukça fazla ($165.000.000)3. Filme harcanılan paranın hakının verildiğini düşünüyorum zira görsel ve işitsel efektler bir şaheser. Filmin müzikleri hakkında fazla söz söylemeye zaten gerek yok çünkü film ve oyun müziklerinin ustası Hans Zimmer tarafından bestelenmişler. Bir bilim-kurgu filmi için görsel efektlerin çok mühim olduğunu düşünüyorum. Zira özellikle bu tarz filimlerde seyiriciyi filmin içne sokan şey görsel efektler. Ayrıca bir filim güzelse mutlaka üç boyutlu olmalıdır (3D) tezini çürüten yine bu filmin görsel efektleri. Görsel efektlerle iyi kurgulanmış sahneler ayrıca ses efektleri, iyi bir sinemada sizi astronotlarla uzaya taşıyor. Şu sıralar filmin kalitesinden ve bütçesinden olacak insanlar aynı ücret karşılığında gidilen başka filmleri özellikle yerli olanları eleştiriyor ve “O da film miymiş?” havasında bazı sorular yöneltiyorlar. Bu tartışma gereksiz olduğu kadar Türk film sektörü adına tehlikeli. Zira bir filmi güzel yapan çoğu zaman ayrılan bütçesi ya da görsel efektleri olmaz aksine çoğu zaman filmi güzel yapan oyuncuların kalitesi ve senaryonun kuvvetli olmasıdır. Bir bilimkurgu filmi ile bir komedi filmini karşılaştırmak elma ile armudu karşılaştırmak gibi olacaktır Kaynakça : 1) Interstaller." Imdb. 7 Nov. 2014. Web. 7 Nov. 2014. . 2) Interstaller." Imdb. 7 Nov. 2014. Web. 7 Nov. 2014. . 3) Interstaller." Imdb. 7 Nov. 2014. Web. 7 Nov. 2014. . Efe Koçer İNSAN NE İLE YAŞAR ? Doğum ve ölüm aradaki yaşam kadar endamlı değildir çoğu zaman. Eğer bir kralın veya bir imparatorun varisi değilseniz doğumunuz çok da ilgilendirmez insanları ya da ünlü bir şair, yazar, oyuncu değilseniz ölümünüz bir önem ifade etmez dünyada. Yaşam ise öyle değil. Sırf o kişiye ait olması bile onu özel kılıyor. Ne doğuştan şanslı ve tanınan bir sima olmanız gerekiyor yaşamınızın anlamlı ve özgün olması için ne de bu yaşamda atomu parçalamanız. Sadece öznenin siz olması bile yaşama bir heyecan katıyor. Bu yaşamın nasıl bir cennet veya cehennem olarak yaşanabileceği ise kişiye kalmış. Kabul edelim bu dünyada yaşamış en “radikal” kişi bile duygularına kulak verdi. Bir insan duygusuz yaşayabilir mi? Yaşasa bile bu hem zihinsel hem de sosyal anlamda cidden sağlıklı mı olurdu? Kurt Wimmer’in Equilibrium’u tam da buna cevap arayan “ütopik” bir dünya sunmuş izleyiciye. Bir ilaç alabilseniz ve bu sizin tüm duygularınızı bastırsa, hiçbir şey hissedemeseniz bu korkunç olurdu herhalde dediğinizi duyar gibiyim. “Duygularınız” sizi hemen uyardı ve belki de gözünüzün önüne can cekişen bir çocuk gördüğünüzde yanından yürüyüp geçen bir “insanımsı” getirdi. Haliyle siz de yüzünüzü ekşitip bunun çok korkunç bir şey olduğu kanısına vardınız. Sonuna kadar da haklısınız ama ya size madalyonun diğer tarafı olduğunu da söylesem? Bu duyguları kapatma işi insan doğasındaki aşk, merhamet, hoşgörü gibi duyguları alıyor belki ama yanında nefret, hırs ve hüzün gibi duyguları da beraberinde götürmüyor mu? Hep törpülemek istediğimiz vahşi yanımızı da öldürmüş olmuyor muyuz böylece? Savaşları çıkaran adi hisleri, egoları da gömmüyor muyuz? Bireysel menfaati aşıp sonunda toplumsal faydaya yönelmiş olmuyor muyuz? Sanırım asıl sorun ekonominin de başlıca problemlerinden olan seçim yapmak. Savaşlardan, krizlerden, kavgalardan, nefretten uzak durmak adına aşkı,mutluluğu, heyecanı feda etmeli mi insan? Barışı korumak adına bile olsa tüm hislerden vazgeçmek adil mi olur gerçekten? Tüm bu kötü şeylerin olmadığı bu dünya bir ütopya mıdır yoksa distopya mı gerçekte? İnsanlığımızdan vazgeçmek cidden de bu kadar kolay kabul edilebilir bir şey mi? Hepimize bazen duygular fazla gelir. Sevdicekle artık birlikte olmak mümkün değildir, acı dağlar içimizi veya çok yakın birini kaybederiz ve tarifi mümkün olmayan bir acı hissederiz. Sızlar kendi kendine sanki dünyanın en yalnızı siz olursunuz bir anda. Bir ilaç alıp bu acıları yokedebilmek elinizde olsa gerçekten de almaz mıydınız o ilacı? Ben burada şunu unuttuğumuzu düşünüyorum. Tamam acı çok büyük, yalnızlık ezici ya da o an bizi her ne kemiriyorsa çok ağır olabilir ama bu gerçekten de yeni doğmuş yeğeninizi elinize aldığınızdaki mutluluktan vazgeçmeye değer mi? Ya yeni bir insanla tanışıp onu her gördüğünüzde sanki midenizde bir şeylerin kıpır kıpır olmaya başladığını hissetmekten vazgeçmeye? Bir çocuğunu okutup hayata kazandırmanın verdiği hazzı elinizin tersiyle itmeye gerçekten de razı gelir miydiniz? Türümüz gerçekten de çok vahşi ve yaşadığımız dünya bizim yüzümüzden kara leke ve acılarla dolu bu su götürmez. Çok ileri canlılar değiliz belki de evet. Ama asla yabana atamayacağım bir gerçek de var. Dünya savaşları çıkaran, çalıp çırpan, iftira atıp, ihanet eden bizler aynı zamanda âşık oluyoruz. Belki hiç tanımadığımız insanlar için gözyaşı döküyoruz. Çocukları gördüğümüzde içimizden başlarını okşamak da geçiyor. Adını duymadığımız yerlerde zor durumda olan insanlar için gerektiğinde cebimize uzanırken düşünmüyoruz. Ağaçtaki minnak bir kediyi indirmek için ufak çaplı seferberlikler de bizden çıkmıyor mu dostlar? Biz duygularımızla yaşıyoruz. Bundan da gurur duymalıyız bence. Devasa bir sürü bir psikolojisiyle yaşıyoruz bazen ırk olarak ama bu ırk çizdi Mona Lisa’yı. Bu ırk yazdı İlyada’yı, Odesa’yı. Bu ırk karşı geldi doğaya kesti yerden ayaklarını. Ne olursa olsun evrenin gördüğü en çılgın ve duygusal varlıklardanız bana kalırsa. Aşk, heyecan, merhamet, mutluluk olmadan nefes almak bir saat gibidir, tik tak atar sadece. Enise Akay 21501300 SAVAŞIN GÖLGESİNDE YİTİK BİR HAYAT Steve McCurry (1985) Ünlü fotoğrafçı Steve McCurry’nin çektiği National Geographic’e kapak olan Afgan kızı Şarbat Gula’nın fotoğrafını görmeyenimiz yoktur.İri yeşil gözleri susarak dahi savaşın tüm izlerini gözlerimizin önüne seriyor.Sovyet- Afgan savaşından kaçıp Pakistan mülteci kampına sığınmış 1985’te.İlk fotoğrafı çekildiği sırada 13 yaşında minik bir kız çocuğu henüz.Arkadaşlarıyla oynayıp mutlu olması gereken yaşlarda mülteci kampında yetim bir halde yaşama tutunmaya çalışıyor. İlk halini görünce aklıma onlarca farklı yorum geldi küçük kızın görünüşü hakkında.Neden Şarbat’ın bu kadar sinirli göründüğünü merak ettim mesela. Halbuki Şarbat’ın hayata sinirli bakması için birçok haklı sebebi var.Savaştan kaçarken kardeşi hariç neredeyse tüm yakınlarını kaybetmiş ama en çok ailesinin yokluğu, yetimlik zor gelmiş sanki ona. Büyüdüğü; ilk adımlarını atıp, arkadaşlarıyla ilk kez oyunlar oynadığı topraklar savaşın etkisiyle yerle bir olmuş.O da soluğu daha önce hiç gelmediği belki de adını dahi duymadığı bir ülkenin topraklarında almak zorunda kalmış.Tüm bunları düşününce bu kadar sert görünmesi doğal diyor insan kendi kendine.Ama fotoğrafa biraz daha dikkatli bakınca o derin bakışların anlamını daha iyi anladım.Aslında Şarbat bu sert görünüşünün arkasına saklanan çaresiz bir kız. Ayakta kalmak zorunda olduğunu fark edecek kadar olgun ama elinden güçlü görünmeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor.Ne yapabilir zaten canını zor kurtarmış. O delici bakışlarıyla sadece bir fotoğrafta savaşı özetlemiş ve ününün farkında olmayan bir kız çocuğu sadece. Savaş kelimesini yazmak bile ne çok üzüyor insanı. Savaşın değiştirdiği belki de bitirdiği hayatları düşünmek nasıl üzmesin… Peki neden savaşıyoruz? Bu insanlık neden asırlarca savaşa tanıklık etti? Eskiden bu sorunun cevabı verimli topraklarda hüküm sürüp; refah içinde yaşamak içindi. İlk başta kulağa mantıklı geliyor aslında. Ama neden sonra devletlerin amacı egemenlik alanlarını genişletip, daha büyük bir kitleye hükmetmek oldu? Bana göre bunun cevabı çok açık. Savaş, barış ya da bu tarz toplumu etkileyecek olayların gidişatına karar veren insanlar başımızdakiler. Onları savaşmaya iten şeyler ise bağımsızlığımız, toprak bütünlüğümüz değil; çıkarları. Aslında bizim gencecik evlatlarımız vatanını koruduğunu, düşmana geçit vermediğini düşünürken devlet adamlarının piyonu olmaktan ileri gidemiyorlar ne yazık ki… Birileri küçük hesaplarla amaçlarına ulaşırken savaşın sonucunu, bundan etkilenecek insanları hiç düşünmüyorlar. Çünkü savaş onlar için sadece arkalarına yaslanıp izlemeleri gereken heyecanlı bir film. Filmin sonu kötü biterse en fazla ne kadar acıklı bir filmdi diye ağlayacaklar. Ama bizim gibi normal insanlar ne yapacak? Ölmeye devam edeceğiz. Teker teker… Sessizce belki de çığlıklar atarak… Ama ister sessizce ölelim, ister avazımız çıktığı kadar bağıralım hiçbir şey değişmeyecek. Eğer bir şeyleri gerçekten değiştirmek istiyorsak savaşı konuşmamaktan, ölen insanları göz ardı etmekten vazgeçmeliyiz.Bu fotoğraf bazı şeyleri fark etmemi sağladı.Fotoğrafa artan ilgi insanların aslında savaşı umursamadığını değil, korktuklarını gösterdi bana.Çünkü onların Şarbat’ın son halini bu kadar çok merak etmelerinin nedeni savaşın bir insana nasıl davrandığını merak ediyor olmaları bence. Kimse itiraf etmek istemiyor savaştan korkup konuşamadığını. O yüzden bu tarz fotoğraflardan çıkarımlar yapmakla yetiniyorlar. İnsanlar savaşın etkilerini konuşmaktan bulaşıcı bir hastalıkmışçasına kaçınıyor, görmek istemiyor.Bu veba salgını değil ki konuştukça bize bulaşsın.Savaşın sonuçlarını görmedikçe, sorgulamadıkça bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu anlayamayız.Halbuki asıl konuşmazsak, insanları bilinçlendirmezsek başımıza gelir bu savaş denen illet. Sadece şu 2 bakış ve çalınan bir hayatın çığlıkları, beyhude geçen bir ömür…Yetim, öksüz kalan, hayalleri çalınan milyonlarca insan…Savaş sadece ceset rakamlarından ibaret değil.Savaş aynı zamanda Şarbat gibi binlerce yaşayan ölü insan yaratıyor. Kaynakça: “Vikipedi” https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Earbat_Gula Hızlı Yaşam Beni de Hızla Ezer mi? Biyografi filmleri genelde önemli olayların nasıl olduklarını anlatırlar ve açıkçası biraz sıkıcıdırlar. Oysa Sosyal Ağ, gerçeklere dayalı olduğunu hissettirmiyor bile. Kurgusallığı öylesine güzel ve anlatımı o kadar akıcı ki filmin ne anlatmak istediğini o an anlayabiliyoruz. Bu şekilde olmasında yönetmenin, oyuncuların ve elbette senaristin payı var. Senarist Aaron Sorkin, bu film ile ilgimi çekmişti. Ardından kendisinin yazdığı bir dizinin başlayacağını duydum. The Newsroom adlı dizi, bir haber kanalında haberlerin hazırlanışı, sunuluşu ve bunların yanı sıra karakterlerin kişisel ilişkilerini de konu alacaktı. Duyduğumda ilk düşüncem haberlerin hazırlanmasının çok sıkıcı olacağı ve karakterler ilgi çekici değillerse dizinin hemen iptal edileceği idi. Ama öyle olmadı. İlk bölümü izlemeye başladığımda daha ilk dakikalarda hayran kalmıştım. Çok hızlı bir şekilde ilerliyor bölümler. Aynı anda birçok olay oluyor ve seyircinin anlaması için yavaşlamıyorlar, tekrar etmiyorlar. Üniversiteye başlayana kadar sadece etkileyici bulduğum için izliyordum. Şimdi izlediğimde ise gerçekliğini fark ettim. Benim hayatım gibi dizi de. Arka arkaya ve hatta aynı anda olup biten bir sürü olay var ve hiçbirine “Pardon, biraz yavaşlayabilir miyiz?” diyemiyorum. Takip etmekte zorlanıyorum. Ama tıpkı dizide olduğu gibi, bu da çok etkileyici bir durum benim için. Bazı şeyleri yapabilmek için kendimi zorlamam gerekiyor ve öyle zamanlarda bunu düşünüyorum. Hepsi birden olmasa zaten kolay olurdu. Kolay olsa sıkılırdım. Sıkılsaydım hiçbir anlamı olmazdı şeklinde. Bu halde yaşamaya devam edebildiğimle gurur duyuyorum. Bana bir başarı duygusu veriyor. Bu kadar baskıya, zorluğa rağmen kendim olmaya devam edebilmemle gurur duyuyorum. Öyle olmayan örnekler gördüm çünkü. Ya bütün sorumluluklarından kaçıp anlamsız yaşayanları, ya da sorumlulukları arasında kendilerini kaybedenleri. Üniversiteden önce anlamadığım bir şey daha vardı. Kahveyi anlamazdım hiç. Tadını beğenmiyorum genel olarak ve o zamanlar gereksiz görüyordum. Ama anladım. Hayat o kadar fazla enerji istiyor ki kendimize yetemiyoruz, dışardan takviye almamız gerekiyor. Mark Zuckerberg ve Bill Gates’in hikâyelerini duyup “Üniversite bitirmeye gerek yok, bak adamlar dünyayı değiştirdiler ve zengin oldular” diye düşünmek çok yaygın bir durum. Ama bu hikâyelerde atladıkları bir nokta var. Bu insanlar okullarını okumuyor değillerdi, okullarında başarılılardı. Alabilecekleri her şeyi aldıktan sonra bıraktılar. Bu hikâyeler okumamaya değil, aksine okuldan daha çok yararlanmaya teşvik edecek hikâyeler. Beni teşvik ettiler en azından. Bir gün Aaron Sorkin’in hakkında senaryo yazacağı bir insan olmak istiyorum. Filmin başka bir beğendiğim yanı ise kesinlikle oyunculardı. İzlediğimde Mark Zuckerberg’ün neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ve filmden sonra kendisine bakınca “Filmdeki hali çok daha gerçekçi, çok daha olması gerektiği gibiydi.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yine elbette Aaron Sorkin’inin senaristliğinin de payı var, ama asıl önemli nokta Jesse Eisenberg kesinlikle. Kendisi karaktere öyle bir gerçekçilik katmış ki beni oynuyor olsaydı “Aslında böyle olmam lazımmış. Örnek alayım.” diye düşünebilirdim. Andrew Garfield da iyi bir oyuncu tabi ama karakterler gerçek oldukları için benzeyen birini seçmeleri daha iyi olurdu diye düşünmeden edemedim. Filmdeki olaylardan da bahsetmek istiyorum. Sean Parker’ın gelip Facebook’a resmen el koymasına öyle sinirlendim ki anlatabileceğimi sanmıyorum. Yine filmin kalitesinden kaynaklanan bir sahiplenme duygum oluşmuştu. Facebook sanki benimdi. Ben yazmıştım her kodunu. Ve Sean Parker gelip çalmıştı elimden. Bu şekilde çalınan bir emeğim olmadı hiç, o yüzden tam olarak nasıl bir his olduğunu bilemem ama Eduardo Saverin’in hissettiklerinin onda biri benim filmde hissettiklerimse kendisi dünyadaki en haklı insan olmalı. Hiçbir şeye henüz o kadar emek harcamam gerekmedi ama filmden hemen sonra emek hırsızlığına karşı duyarlılık geliştirmeye başladım. Bu filmde de aslında kendimden bir şeyler buldum. Ana karakterlerin dış dünya ile ilişkileri benimkilere çok benziyordu. Açılış sahnesinde sohbete benzer sohbetler yaşamıştım ben de. Bu kadar benzerlik bile bana “Ya sonum öyle olursa?” dedirtmeye yetti. Bir süre böyle bir korkuyla yaşadım ve kafamda bu ihtimale göre planlar yapmaya başladım. Şimdi bu ihtimalin aklımın uzak bir köşesinde, beni rahatsız etmeden durması çok rahatlatıcı. Aşırı düşünme denen bu durum başıma saçma dertler açıyor bazen. En sık yaşadığım esprilerde oluyor. Ben gülmeyi sevdiğim kadar güldürmeyi de severim. O yüzden espri ararım her şeyde. Ama bazen çok ileri düşündüğüm oluyor. Bir durum hakkında aklıma gelen ilk espriye “Bunu zaten herkes düşünmüştür.” diyorum ve o espriden bir şey türetiyorum. Ve aslında o aradaki basamak herkesin aklına gelmediğinden benim yaptığım espriye yeterince tepki alamıyorum. Onur Gezmiş Kaynakça Fincher, David. Sosyal Ağ. Columbia Pictures, 2010. Halil İbrahim Kavak Aşk Varmış Aşk Yokmuş Kağıdın başına oturmuş düşünüyorum. Öyle zor bir konu seçtin ki diyorum kendi kendime, beş yüz değil beş bin kelime yazsan da eninde sonunda bir çıkmazda bulacaksın kendini. Hem de daha biraz önce insan ömrü misali bir şiir kitabından; çocukluğun, aşkın, yoksulluğun, yoksunluğun labirentinden çıkmış hâlde... Aşk hakkındaki sorularıma, ikilemlerime bir çare olur belki diyerek okuduğum Bağışla Ziyanımı işimi daha da zorlaştırıyor. Aşkın gerçekliğini sorgulamadan önce birkaç kaynaktan çeşitli tanımlara bakıyorum. En basit hâliyle "derin sevgi" deniyor aşka. Peki derin sevginin kaynağı nedir? Sevginin kaynağı başlı başına geçmiştir, geçmişte yaşananlardır. Belki birbirine çarpan korkak bakışmalar, belki birbirini doğuran hayaller silsilesi... Peki nedir bize bu duyguyu tattıran? Nedir her şeyi başlatan geçmişteki "o an"? Refik Durbaş'ın deyimiyle, nedir hasrete ömrü bağışlatan? Bu sorulara henüz yirmi yaşında, ergenliğinden yeni çıkmış biri mi cevap verecek diye düşüneceksiniz. Belki de haklısınız. Ancak gelin daha dün gece yaşadığım ve bu konuya bakışımı netleştiren olayı paylaşayım sizinle. Gecenin bilmediğim bir saati yurttan çıkmış, kampüste bir lambanın altındaki banka oturmuştum. Gecenin sessizliğini dinliyor, karanlığını gözlüyordum. Şiir yazıyordum. Başıboş bir kedi yaklaştı, sevdim. Aldığı güvenle banka çıktı, sonra yaklaştı ve bacağımın üzerine oturdu. Orada yarım saat boyunca öylece durdu. Koşulsuzca tutuyordum onu, hiçbir neden olmadan. Dakikalar sonra kalktı, arkasına bile dönmeden usulca uzaklaştı. Arkasından çok düşündüm. Aslına bakarsanız, o kedi aşkın ta kendisiydi. Beklenmedik bir anda, beklenmedik bir yerde çıkmıştı karşıma. Neden ve nasıl oraya geldiğinden bihaberdim. Sebepsizce tutmuştum onu yanımda, içimde. O yarım saat için benimleydi, benimdi. Ve sonra ister istemez gitti. Eğer gerçek aşk varsa dedim kendi kendime, tanımı şudur: Nereden, nasıl, ne zaman, neden geldiği ve ne zaman gideceği bilinemeyen bir bağlılık hissi. Madem tanımını yapmıştım aşkın, o zaman sırada yeni bir soru vardı: Aşk karşılıklı olabilir mi? Efsanelerdeki aşklar somutlaşabilir mi? Refik Durbaş diyor ki: "Yalnızlığın yağmurunda Boğuluyorum bu pazar Hasrete yandı yıllarım Kalbime keder damlıyor"1 Peki birinin kalbine damlarken keder, karşısındakinin kalbine de sağanak gibi düşer mi? Burada bana mantıkla romantizmi harmanlamak düşüyor. Bunun sonucunda da şu yorum gün yüzüne çıkıyor: Aşk öylesine rastlantısal, saf ve el değmemiş bir histir ki; aynı zaman diliminde iki varlığın birbirine aşk duyma olasılığı sıfıra yakındır. Ancak bu durum aşkın değerini düşürmekten ziyade onu daha da erişilmez yapıyor. İnsan doğumundan itibaren çıkar ilişkileriyle yaşıyor ve aşka yaklaşmakta zorlanıyor. Bir annenin çocuğuna duyduğu sebepsiz aşkın karşısında, çocuğun çıkar ilişkisi temelli bağlılığı duruyor. İnsanın inandığı yaratıcıya duyduğu sevginin altında vaat edilmiş mükafatlar yatıyor. Yıllarca devam etmiş ilişkilerin arkasında insanın stabil kalmaya, devam ettirmeye, değişmemeye yönelik içgüdüleri saklanıyor. Bu genellemelerin birkaç istisnayla bozulabileceğini düşünsem de bunların, insanlığın karşılıklı aşktan yoksunluğuna çözüm oluşturabileceğini sanmıyorum. Bu yoksunluk, aşkın daha önce bahsettiğim değerini oldukça arttırıyor. Sonuç olarak diyebilirim ki gerçek aşk zihinlerde yaşayan bir hayaldir. Kağıtlara durmadan yazılıp silinen, bazen bestelenen, bazen çizilen bir hayal... Aşka el değmemiş ve onu göz görmemiştir. O sadece erişilmek istenen, etrafındaki eksende dönülüp durulan, yaklaşınca yakan, uzaklaşınca donduran sıcak bir yıldızdır. Yazımın başında bahsettiğim çıkmazda hissediyorum şimdi kendimi. Aşk öyle bir çıkmazdır ki diyorum; ne onunla yaşanabilir, ne de onsuz ölünebilir. Kaynakça: Durbaş, R. 2014. Bağışla Ziyanımı. İstanbul: Islık Yayınları. 1 DURBAŞ, Refik. Bağışla Ziyanımı. 2014. BİR ERGENİN BAŞKALDIRISI Doğumumuzla beraber seçemediğimiz ve kontrolünü sonradan elimize alacağımız bir hayatı edinmiş oluyoruz. “ Ben bu sabah tam da arzu ettiğim bir ailenin çocuğu olduğumu fark ettim!” diyerek açmıyor hiçbir bebek dünyaya gözünü. Hepsi ilk önce merakla bakıyorlar dünyaya ve edindikleri yaşamı iyisiyle kötüsüyle öğrenmeye çalışıyorlar. Sonrasında hepimiz kendimize göre etrafımızdakileri anlıyoruz, anlamlandırıyoruz. Yaşamımızda birçok şeye inanıyoruz, kendi inandırdıklarımıza umut besliyoruz. Umudumuzu içimizde yeşertiyoruz, büyütüyoruz ve çoğu zaman hayatın gerçeklerinden kaçmak için umut ediyoruz. Gerçekler bazen çok sert olabiliyor. Bir yanda savaşlar, yıkımlar, terör olayları diğer bir yanda daha kişisel konular; ailesel sorunlar, yalnız kalmak, yabancılaşmak… Elbette ki daha pek çok gerçeği saymak mümkün. Bu gerçeklerin ortak noktası ise kabul etmek veya direnmek seçimini yapması gereken varlığın bizler olması. Gerçeklerin hükmünü çoğumuzun kabul ettiği de bir gerçek. Bu yüzden ne zaman bir aykırılık görülse genelde “ ne saçmalıyor bu canım, olur mu öyle şey” şeklinde bir tepkiyle karşılanır bu aykırılık. İşte tam da bu yüzden olacak ki ne zaman kendimizde bir aykırılık bulsak o zaman inancımıza dört elle sarılıyoruz. İnanç sadece kendi düşüncemize yönelik olmuyor elbette, inanç kavramına da inanmayı istiyoruz. İnancın başarıya ulaşmasını arzuluyoruz. Çağlar’ın kardeşi gibi dayanağımız olan bir kişi varsa ona inanıyoruz, “ bakın bakın, benim dayanağım olan kişinin bir aykırılığı olabilir ama aykırılığına rağmen ne koyduysa kafasına onu yapıyor işte, görmüyor musunuz” diye geçiriyoruz içimizden. Böylece inancımızda yalın oluşumuz fikrini ortadan kaldırıyor, “ bir tek ben değilim böyle olan, başkaları başardıysa ben de başarabilirim” algısını oluşturuyoruz. Başkalarında kendimizi avutacak dayanaklar bulmayı istiyoruz, bu çoğunlukla bizi rahatlatıyor. Bu sayede maruz kaldığımız “ acı” gerçeklerden bir süreliğine korunuyoruz, en azından korunmaya çabalıyoruz. Gelin bütün bu avunma çabamıza ve dayanaklarımıza rağmen aslında gerçeklerin etkisinden bir türlü çıkamadığımızı, ne yaparsak yapalım bunun hafiflemediğini, gerçekleri artık görmezden gelemediğimizi düşünelim. Ben şahsen böyle bir durumda kendi düşüncemi beklenilen doğrultusunda değiştirmeyi seçerdim diye tahmin ediyorum. Süregelen gerçeklere istikrarlı biçimde ayak direyebilecek kadar “ devrimci” görmüyorum kendimi. Bazılarıysa bu durumda öfkelenebiliyor. Sisteme, düzene, gerçeklerin varoluşuna tonla sitem dolu sözcük sıralıyor. İçinde bulundukları şartları, kendilerini, çevrelerini sorguluyorlar ve öfkelerine sağlam dayanaklar buluyorlar. Zaman geçtikçe temellendirdikleri bu öfkeleri de büyüyor ve büyükçe bir yangın halini alıyor. Önüne geçilemez bir yangın oluyor bu. Yangının küllerinden bir kavram doğuyor o da “ devrim”. “ Devrim, devirmekten gelir çocuklar” , lisedeyken hocalarımızdan duyduğum devrim tanımı bu şekildeydi. Devirmek; bir düzeni, sistemi ve hatta gerçekleri de devirmek yerine göre. Öfkenin hangi kavramda yoğunlaştığına bağlı ad değiştiriyor. Neyden kurtulmak istiyoruz? Bunu cevaplamak gerekiyor ilk önce. Bir de şunu göz önünde bulundurmalıyız, süregelen sistemi mi yoksa, gerçeklerden kaçışımızı mı devirmek istiyoruz? Çağlar İyice kendince devrimi Gezi Parkı’nda arıyor. İnsanların yardımlaşmasında, biber gazı dolu öksürüklerinde, bir martının varlığında. Biz devrimi neyde arıyoruz? Devrim kaynağımızı bulduğumuz zaman “ anarşik bu herif, uzak durun şundan! “ gibi bir yaptırımla karşı karşıya kalacak mıyız, eğer kalırsak bunlarla mücadele edebilecek miyiz? Mücadelemizde kararlı olabilecek miyiz? Bunlar ve daha birçok soru bizim cevaplamamızı bekliyor ve özünde “ devrim” kendimize olan inancımızla, inançlarımızda ne kadar kararlı olabileceğimizle daha kesin bir tanım kazanıyor. Bazı durumlarda ise hayal kırıklıklarımızın bir merhemi gibi oluyor. O halde inançlarımızın doğrultusunda bir hareket ediş biçimi mi yoksa hayal kırıklıklarımızın doğurduğu bir avuntu biçimi mi devrim? Biraz da bu yönüyle düşünmemiz gerekiyor. Kaynakça: - Serbes, Emrah. Deliduman. İstanbul, İletişim Yayınları:2014. Mert ARAR Geceye Döktüm İçimi Bir gece tek başıma şehrin ışıklarından uzak bir tepede, arabanın içinde tek başıma oturdum. O gece, zifiri karanlık olan gökyüzünü inceleme fırsatı buldum. Aynı resimlerde göründüğü gibiydi. Kapkara bir sonsuzluğun içine serpiştirilmiş yıldızlar, şansıma güzel bir yarım ay ve kendi yaşanmışlıklarım ve pişmanlıklarım vardı orada. Sonsuz karanlığın dibini görmeye çalıştım o gece ve iyice odaklandığım zaman, gecenin karanlığında kendimi gördüm. Tüm o gökyüzünde ki karanlık, yaşamış olduğum zorluklar, umutsuzluklar ve pişmanlıklarımı yansıtıyordu bana fakat yıldızlar ise benim kurtuluşlarım ve umutlarımı yansıtıyordu. Kimse yoktu o akşam yanımda, gece ve yıldızlar vardı ve ben de hazır geceyi ve yıldızları bulmuşken sabaha kadar dertleştim onlarla. Pişmanlıklar ve umutsuzluklar insanın hayatında büyük bir yer kaplar. İnsanlar bu çaresizliklerini kendilerine açıklamaya korkarlar, bu yüzden kendilerine açıklayamadıkları hatalarını ve çaresizliklerine başka birine anlatmaya ihtiyaç duyarlar ve genelde o gece olur. Her nerede olursan ol, ışıklar kapatıldığında yanına ilk gelen kişi gece olur. Gece çok iyi bir dinleyicidir çünkü seni yargılamaz ve sorgulamaz. Gece sadece seni dinler ve yıldızları önüne sererek umutsuzlukların ve çaresizliklerinin çözümünün çokta uzaklarda olmadığını sana anlatır. Ben geceyle dertleşmeyi çok severim çünkü gece her zaman benim dertlerimi ve sıkıntılarımı çok iyi anlayıp beni çözüme ulaştırmıştır. Her gece yastığa başımı koyduğumda hemen uykuya dalamam çünkü yanımda gece vardır ve günümü onunla paylaşıp yorumlarım. O an da hatalarımı kendime açıklama fırsatı bulurum ve hazmederim bütün yanışlarımı. Ertesi sabah zinde ve psikolojik olarak çok güçlü başlarım güne çünkü üstümdeki ağırlıklardan kurtulmuş, hatalarımı kabullenmiş ve hafiflemiş olarak uyanmış olurum. Yıldızlar da gece kadar iyi bir arkadaştır bize çünkü gökyüzüne baktığımızda sonsuz karanlık kadar yıldızları da görürüz. Ne zaman yıldızlara baksam farklı bir yaşanmışlık görürüm onlarda. Her bir yıldız farklı bir insanın umudunu ya da mutlu sona ulaşmış hayatlarını yansıtır. Yıldızlar umut verir bana içerdiği yaşanmışlıklardan dolayı. Bu yüzden yıldızlı gökyüzünü sonuna hiç ulaşamayacağımızı sandığımız karanlık bir tünele benzetirim. Her adımımızda pes etmeyi düşünürüz, her adımda vaz geçmeye kalkarız ama tünelin sonundaki ışığı gördüğümüz zaman tekrar bağlanırız umutlarımıza. Yıldızlar da bana bu umudumu veriyor. Her baktığımda bu kadar yoğun bir karanlığın içinde o küçücük yıldızları görebiliyorsam. Yaşadığım bunca zorluğun da küçükte olsa bir çözümü olabilir diyorum. Gökyüzü ve yıldızlar bana kibrimi yenmemde de yardımcı oldu. Bu dünyada ne kadar küçük olduğumu ve ne kadar değersiz olduğumu gösterdi bana. Bir teleskopla baktığımızda dudak uçuklatabilecek büyüklükte olan yıldızlar, yeryüzünden baktığımızda bir nokta tanesi kadar gözüküyor ve kendime şu soruyu soruyorum acaba gökyüzünden bakıldığı zaman ben gözüküyor muyum? Cevabı kesinlikle hayır bu sorunun, işte evrende bu kadar küçük ve değersizken sahip olduğum bu kibir anlamsız ve gereksiz. Suzan Bilgen Özgün’ün Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız adlı öykü kitabı, bana dünyadaki yerimi sorgulamama, çaresizliklerimin anlamsız olduğuna ve bu çaresizliklerin eninde sonunda mutlu bir sona ulaşacağına anlamama yardımcı oldu. Hayata daha umut dolu bakıp, her şeyi önce kendi içimde çözmem gerektiğini anlattı. Yeryüzünde kapladığım yerin aslında ne kadar küçük olup kibrimin ne kadar da anlamsız olduğunu görmeme yardımcı oldu. Hiçbir zaman yalnız olmadığımı yanımda gecenin ve yıldızların olduğunu biliyorum artık. Gece en iyi dert ortağım ve yıldızlar bana ilham ve umut verem dostum oldu. Bana böyle dostlar kazandırdığı için Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız adlı öykü kitabı bende önemli bir yere sahip. Ege Semih Kozoğlu Aşka İnanmak Duygusal olarak kimseye ihtiyacı olmadığımı, duygusal olarak kendimi tatmin edebildiğimi ve günübirlik; en ufak bir bağlanma olmadan yaşadığım ilişkilerin benim için yeterli olacağını düşünüyordum. Uzun diyebileceğim ilişkilerim gün olarak bir elin parmaklarını geçmiyor; birine bağlanıyor gibi olduğumda kendimi geri çekiyor ve işler ciddi olmadan ilişkimi bitiriyordum. Sonra o karşıma çıktı. Beni aşka inandırdı, gerçekten kalbimin tek bir kişi için çarpabileceğini gösterdi. Ömer Faruk Sorak’ın yönettiği Dünya’nın En Güzel Kokusu adlı filmde de aşka inanmayan bir adamın, yakın bir arkadaşına nasıl âşık olduğunu ve nasıl onsuz yapamayacak hale geldiğini anlatıyor. Aşk benim için kocaman bir yalandan ibaretti. Etrafımda çiftler görüyor, onların nasıl bu kadar mutlu olduklarına bir türlü anlam veremiyordum. Hatta bu kadar kolay bağlanabildikleri için onlara sinirleniyordum. Bir insanı, her kim olursa olsun, dünyanın merkezine koyma fikri bana hep saçma geliyordu. Ne olursa olsun kimse benden önemli olamazdı. Ben mutluysam, ailem sağlıklıysa gerisi önemli değildi benim için. Elbette hoş bulduğum, konuştuğum insanlar olurdu ama o kadardı işte. İşler ciddiye binmeye başladığı an sıkılıyor, karşımdakinden kaçıyordum. Çevrem de böyle tanıyordu beni; hovarda, ciddiyetsiz, hızlı… Belki de karşımdakini tanımaktan, tanıdıktan sonra ondan soğumaktan veya o beni tanıdıktan sonra benden soğumasından korkuyordum; bilmiyorum. Sonuçta benim birine bağlanmamı engelleyen, kendi içimde çözemediğim şeyler vardı. Üniversitenin ilk senesi de böyle geçecek diye düşünürken, onunla tanıştım. Ortak bir arkadaşımız sayesinde tanışmıştık ama sadece selamlaşıyorduk, bir konuşmamız olmamıştı. Tanışmamızdan bir süre geçtikten sonra tamamen tesadüfen bir şehirlerarası otobüste karşılaştım onla. Yalnızdı ve yanı da boştu. Muhabbet eder, zaman öldürürüz diye yanına gittim ve hayatımda beni en çok etkileyen kadını tanımaya başladım. Otobüste geçen altı saat, hayatımın en huzur dolu saatleriydi. Sohbeti, hedefleri, hayata bakışı ve gülüşüyle beni çok etkilemişti. O günden sonra hayatım değişti. Sadece onu düşünüyor, kafamı yastığıma koyduğumda gülüşü aklıma geliyordu. Düpedüz âşık oluyordum işte. Belki de hayatım boyunca beklediğim kadın gelmişti karşıma. Farklı davranıyordum ona, herkesten farklı. Çünkü: En güzeldi o. Benim için en güzel. Gerisi umurumda değildi. En güzel duyguyu, sevmeyi, ben de iliklerime kadar yaşıyordum. Onun mutluluğu, benim mutluluğumdu artık; onu mutlu edebilmek, yüzünü biraz olsun güldürebilmek yegâne yaşam amacımdı. Çok kavga da ettik, kıskandık birbirimizi, haftalarca konuşmadığımız da oldu. Ona ne kadar sinirlensem de ne kadar haksız olsa da o benim kıymetlim olmuştu artık. Her kavgamızda bir çözüm yolu buluyorduk beraber. Bu aşk oyununda beraberdik ve bu oyunu kuralına göre oynayarak; birbirimize karşı şeffaf ve net olarak kazanacaktık. Hayatımda ilk kez birine karşı bu kadar net oluyordum. Kendimi olduğum gibi anlattım ona, o da anlattı bana. Bir bütün olduk beraber, problemlerimizi beraber çözmeye başladık. Kalplerimiz bir olunca çok daha güçlüydük artık. O elimden tuttuğunda üstesinden gelemeyeceğim sıkıntı yoktu. Biz birdik, mutluyduk ve iyi ki böyle olmuştuk. Aşka inanmaktan vazgeçmemeli, zaten ne kadar vazgeçseniz bile o gelip buluyor seni, unutmamalı bunu. Çok sevmeli, çok sevilmeli. Tanımalı bir insanı her yönüyle, gözyaşı dökmeli onun için. Mücadele etmeli aşkın için. Pes etmemeli ve mutlu sona inanmalı ne olursa olsun. Affetmeyi bilmeli, gerekirse unutmalı yaşananları. Her gün tekrar âşık olmalı ona. Onun bir gülümsemesi için çaba göstermeli. Aşk böyle bir şey işte, fedakarlıkla oluşan ve hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan. BİR KADININ ARDINDA GEÇEN BİR ÖMÜR: KADER Bir kadın bir adamı nasıl bambaşka bir insana dönüştürebilir ya da onu nasıl karısını, çocuğunu, işini terk edip kendisiyle beraber izbe pavyon köşelerinde yok olmaya ikna edebilir? Bu sorulara Zeki Demirkubuz’un Kader filminde cevap buluyoruz. Bir adamın - Bekir’in- her şeyini geride bırakarak âşık olduğu kadının peşinden senelerce nasıl koşabileceğini, onun için mermilere, duvarları dökülen otel odalarına nasıl katlanabileceğini yahut kendisini nasıl saf bir gençten serseri bir alem adamına dönüştürebileceğini görüyoruz. Peki biz kavuşamadığımız sevdamızı, gecenin bir yarısında ışıkları yanıp sönen tekel büfesinin önünde ya da fakir bir mahallenin sıkışık apartmanlarını, içinde gelip geçen hayatları, parkeleri eskimiş balkonumuzdan seyrederken elimizde tuttuğumuz sigaranın külü gibi düşünmedik mi? Bir kadının bizi nasıl bu noktaya getirdiğini, tertemiz bir sayfada ömrümüzü geçirirken nasıl bir çamura bulandığımızı hiç fark etmedik mi? Saplantılarımız, ulaşamadıklarımız hayatımız boyunca bizi olduğumuzdan farklı insanlara dönüştürdü. Kimimiz nasıl geldiğini hatırlamadığı sokak kenarlarında kimimiz garsonun “Ağabey kapatıyoruz.” Diyerek omzumuzu sarstığı meyhanelerde uyandık. Hakikaten de kaderimiz bizi bu hale sokmadı mı? Dönüp baktığımızda aşkımızın bizi saf bir çocuktan karalanmış bir vaziyete nasıl soktuğunu hissettik hepimiz. Basitçe “Sensiz olmuyor” diye özetlediğimiz cümleler aslında bizi olduğumuz kişi yaptı. Sadece biz, bunun farkında değiliz. Hatırlayalım. İlk sigaramızı kimin için yaktık, ilk rakımızı kimin için içtik? Yeri geldi bir kadını görmek için saatlerce ayazda bekledik. Yeri geldi yol parası çıkarmak için sanayi köşelerinde geceye kadar çalışıp ekmek arası soğan yemeye razı olduk. Hepsi bize yeni şeyler kattı. Her çaresizliğimiz bize yeni dersler verdi, bizi olduğumuz kişi haline getirdi. “Olmaz! Hayatta yapamam böyle bir şey” dediğimiz pek çok şeyi belki bir kadının gözüne girmek, belki onun yanında az da olsa kalabilmek için tekrar tekrar yaptık. Bize karıncayı bile incitmemek öğretilmişken mahallenin iflah olmaz serserisi olduk. Kader bizi bir kadının ardına terk etti ve bitmeyecek çaresizlik silsilemiz ile baş başa bıraktı. Bahsi geçen kadınlara gelecek olursak, bizleri hiç umursamadı. Varlığımızı elbette hissetti. Fakat yaptıklarımız onların sadece hoşuna gitmekle kaldı. Truva savaşını hatırlayalım. Tarihin akışını değiştiren, Homeros’un İlyada’sına konu olmuş bu koskoca savaş bir kadın yüzünden çıkmamış mıydı? Savaşın sonunda ise Helen tüm bu ölümlere sebep olmuş ama kurtulmayı başarmıştı. Görüyoruz ki bizlerin hayatları değişirken yaptığımız fedakarlıklar tamamen bir yalandan ibaret. Uğrunda ömrümüzü tükettiğimiz kadınlar için aslında sadece birer anıdan ibaretiz. Bizler kaybolmuş hayatların arasında kaybetmeyi öğrenmiş varlıklarız. Bir gece vakti bomboş bir limandan boşluğu andıran denize bakıyoruz. Arkamızda direğe vuran bir zincirin ninni gibi gelen sesi… Rüzgâr sanki bize bir hikâye anlatmak istiyormuşçasına uğulduyor. Ceketimize sıkıca sarılıyor, titrememizin geçmesini bekliyoruz. Düşünüyoruz. Nasıl buraya geldik? Ne yaptık? Ne yapıyoruz? Aklımızda sadece bir anlığına belirip ardından yok olan soru deryasına dalıveriyoruz. Etrafta sokak köpekleri havlıyor. Saatimize bakıyoruz. İşte tam orada fark ediyoruz; zaman bizi ne hale getirdi? Kader bizden ömrümüzün bir yarısını almış, seneler uzun ince bir yol gibi akmış gitmiş ve bizler yine saplantılarımızla, başaramadıklarımızla ve umutsuzluğumuzla baş başa kalmışız. Saf bir çocuğun neşesi geride kalmış; aynaya baktığımızda tanıyamayacağımız, kim olduğunu çıkaramayacağımız bir adam oluvermişizdir. Bir kadın bizi filmdeki gibi döküntü pansiyonlara, üçüncü sınıf pavyonlara ve sokak aralarında ayılmak için uğrayacağımız çorbacılara düşürmüştür. Bizse hala ilk çıktığımız yolda gitmekte ve sadece etrafımızı seyretmekteyiz. “Çare yok eğ başı” sözünü kendimize tekrar tekrar hatırlatırken ve sonumuzu düşünürken kaderimize kadeh kaldırmaktayız. İşte o son güne dek masaları sigara yanıklarıyla dolu Paris Gazinosu’na, sokak arasında her geceyi noktalayan çorbacı Sarı’ya, her sabah tüplü televizyonun karşısına geçen otelci İsmail ağabeye ve kaderiyle arası limoni olan tüm Bekirlere selam olsun! Mustafa Emre YİĞİT Berkay Aydın 21401465 Arkadaşlığın Zaruri Gerçekleri Kimilerine göre kafa dağıtmak için ideal bir ilişki, kimilerine göre önemli konularda yardım almak için uygun ve yakın, kimilerine göre ise dert ortağı olabilecek düzeyde. Evet mırıldandığınızı duyar gibiyim, arkadaşlıktan bahsediyorum. Sofistike durumlarda dahil bize yol gösteren ve çıkış yolu bulamayan arık bedenimize adeta gökten inmiş bir melek gibi kanatlarını açan ve bizi destekleyen insanların var olduğunu bilmek bile insanı rahatlatıyor. Peki yakın çevresi bulunmayan insanların asıl hissettikleri nelerdir? Kanımca, bu tarz insanlar, öyle bir yerde ki, hayatın akışına sırt çevirmeye çalışıp farkında olmadan beyhude bir boşlun derin ve soğuk sessizliğine gömülmeye yüz tutmuş durumdalar. ​ http://www.psikolojik.gen.tr/bunalim.html​ (21.03.2017) Dostluğun, iyi ve güzel yanlarından bahsederken, soyut taraflarını ele alabildiğimiz gibi fiziksel açıdan da değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Kaliteli bir arkadaş grubuna sahip olan kişilerin danışacağı konular ve bulabileceği çözümler de aynı düzeyde nitelikli olur. Sırf işlerinizi halletmek için arkadaş temin edin demek istemiyorum. Vurgulamak istediğim ve üzerinde titizlikle durulması gerekildiğini düşündüğüm yardımlaşma konusu hayatın değişmez bir gerçeği olduğudur. Hayvanlar aleminin buna iyi bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Düşünün ki, yalnız gezen bir aslan ve karşısına çıkan ve hayati önem taşıyan bir av. O yalnız gezen aslan ne kadar doğanın kralı olursa olsun avının muvaffakiyetinin sarhoşluğu içindeyken yardımlaşan ve toplu gezen bir sırtlan sürüsüne denk gelmesi ne acı olur. Elinden oyuncağı alınmaya ramak kalmış bir bebekten ne farkı kalır o an. İşte o an hayatın ta kendisidir. Çünkü hayat, ne kadar başarı sahibi olursanız olun iş birliği olmadan bir mıknatıs gibi sizi karanlık yanına çeker durur. Bu nedenle sıkı dostluklar kurarak hayatın habis gerçeklerinden kurtulabiliriz. Tıpkı, ​Asla Yalnız Yeme​ kitabındaki Keith Ferrazzi’nin yaptığı gibi gerekirse golf sopalarını taşıyıp insanlarla iyi ilişkiler kurmalıyız. Ne demiş atalarımız: ‘’Bir elin nesi var, iki elin sesi var’’. ​ http://yardimsevertr.blogspot.com.tr/2016/05/sosyal-dayansma-nedir.html​ (21.03.2017) Bazen olur ya çok sevdiğin, değer verdiğin insanları istemeyerek üzer kalplerini kırarsın. Keşkelerle dolu bir hayata sahip olmak istemiyorsak yapmamız gereken temel şeyleri kaçırmamız gerektiğini düşünüyorum. Bence, her insanın karakter farklılıklarından ötürü düşünceleri, yaşam tarzları, siyasi görüşleri ve olaylara bakış açıları değişiklik gösterebilir. İyi bir arkadaşlığın temelinde karşılıklı saygının ve hoşgörünün zaruri olması gerektiğini düşünüyorum. Tahayyül ettiklerimizle arkadaş çevremizden aldığımız geri dönüşlerin benzerlik göstermemesi bizleri farklı bir yola sokmamalıdır. Sonuçta unutmamamız gerekiyor ki, sobanın üstünde kaynayan mis gibi bir çayın, bir kafede içilen sıcak bir kahvenin ve bir pazar kahvaltısının ortamını güzelleştiren müşfik insanlara her daim ihtiyaç duyarız. Bu nedenle, fevri hareketlerden uzak durmalı, hayatın konjonktüründen kopmamalı ve emziği ağzından alınmış bir aslan gibi olmamız gerektiğini düşünüyorum. Dostluğu ve arkadaşlığı özetlemek zor fakat kendimce buna bir tanım getirmek istedim. Bence, arkadaşlık bir hazinedir. Çok fazla arkadaşı olanın bir o kadar da fazla sandığı vardır. Uzaktan hazinenin bolluk ve bereket içinde olduğu varsayılır. Fakat, sözde arkadaşlıklar kötü zamanlarda kendini gösterir ve aslında o bol gözüken hazinenin ve sayıca fazla o olan o sandıkların içindekilerin sadece sahte altından ibaret olduğunu farkı varırsın. Görüntünün değil, içindekilerin önemi fark ettiğin an, ne kadar çok arkadaşın olduğuna değil, ne kadar çok yârenin etrafında olduğuna önem vermeye başlarsın. İşte o zamandan itibaren de, sevdiklerini kırmamaya ve arkadaşlığın gereksinimlerini dikkate almaya başlarsın. Başka bir değişle, içinde altın olduğuna emin olduğun sandıkları korur ve ona giden yolu her daim temiz tutarsın. Kaynakça Ferrazzi, Keith. ​Asla Yalnız Yeme. ​Mediacat Yayınları, 2008. Baskı. 1 Rabia GÜRKAN OĞULA MEKTUP Çok sevgili oğul, Bu mektubu hiçbir zaman sana vermeyeceğim, hatta seninkini okuduğumdan bile emin olamayacaksın. Bana mektubu ilk uzattığın anda hiçbir tepki vermemem, hatta orada bulunduğundan habersizmişim gibi işime devam etmem de bu mektubu sana iletmemem de aynı içsesin eseri. Çünkü biliyordum, benimle bu şekilde iletişime geçiyorsan, yüzüme söyleyemeyeceğin şeyler anlatıyorsundur. Ve eğer yüzüme söyleyemiyorsan, benim duyup duymamam da bir şey ifade etmemeli sana. Zaten o olay gerçekleşmeseydi aramızda bu mesafeler hiç var olmayacaktı belki de ve böyle alıcısı olmayan mektuplara başvurmayacaktık. Gerçek şu ki oğul, sen hep tereddüt etsen de, bana karşı hep kuşkucu yaklaşsan da ben seni hep sevdim. Kısa bir süre önce de belirttim, tekrar etmekte fayda görüyorum, seni seviyor olmam diğer babalar gibi yapmacık tavırlar takınmamı gerektirmez. Benim tavırlarımı olumsuz yorumluyor olabilirsin, diğer babalar sana fazlasıyla cazip görünüyor olabilir oğul ama inan ki samimi bir soğukluk, yapmacık bir yakınlıktan yeğdir. Seninle ilgili en çok üzüldüğüm şeylerden biri, bütün çabalarıma rağmen zayıf, ürkek, kararsız ve huzursuz bir insan olmakta inat etmendi. Oğlum değil bir başkası olsan, inan hiçbir çaba göstermez, ne kadar hazzetmesem de seni öylece kabul ederdim. Olumsuz davranışlarını gördükçe içten içe sinirlenir, ama bir şey söylemeye değer bulmadığım için görmezden gelirdim. Ama sen bir Kafka’sın, hem de seni değiştirmek, daha üstün bir insan yapmak için bu kadar emek veren bir babası olan Kafka… Hâl böyleyken bu kadar zayıf olmana hiç anlam veremedim. Üstelik erkek kardeşlerin sen çok küçükken öldüğü için üzerinde hep daha çok sorumluluk oldu. Sorumluluklar insanı yoğurur, sırtındaki yük arttıkça belindeki kuvvet de artar, onlara karşı direndikçe, başı dik bir şekilde daha çok sorumluluğa doğru atılır. Sense bu sorumluluklar altında küçüldün, kayboldun. Yanlış anlama, alınman için söylemiyorum, seni küçümsemek ya da rencide etmek için de değil… Ama kendinde bazı hatalar olduğunu kabul etseydin ve sana uzattığım yardım elinin kıymetini bilseydin, ufak da olsa düzeltmek için çaba gösterseydin, şimdi daha farklı olabilirdik. Bütün uğraşlarıma rağmen senden bir dönüt alamayınca aramıza giren mesafelere engel olamadım. Çünkü oğul, seni her ne kadar sevsem de, kendi zayıflığını bir kusur olarak görmemen sana katlanmamı günden güne güçleştirdi. Mektubunda altını çizdiğim satırlardan birisi senin ne kadar anlaşılmaz birisi olduğunu vurguluyor: ‘Üzerimde yarattığın etkiden kaçınman elinde değildi, yalnız bu etkiye yenik düşmüş olmamı, benim kötü niyetime bağlamaktan vazgeçmelisin.’ Ah oğul, ben sana kötü niyetlisin demiyorum, böylesini hiç de düşünmedim. Sadece karakterini değiştirmeme konusunda fazlaca inatçısın. Gerçekten de, eğer sorunu kabullenip değişseydin, çok daha başarılı bir ilişkimiz olabilirdi. Ama sana her baktığımda inadından kendine yazık eden birisiyle yüzleşmektense aramıza mesafe koyup uzaktan sevgimi sürdürmeyi tercih ettim. Sense bunu benim kötü niyetime yordun, farkındaydım, ancak düşünceni değiştirmek için hiçbir şey yapmadım. Çünkü ben pes edip sana yaklaşsaydım; ya böyle güçsüz biri olarak devam edecektin, ya da benim sana karşı hislerim değişecekti. Ayrıca hayranlığının artması ve beni örnek alma riskini de göze alamazdım, uzak kalmayı tercih ettim. Eğitim yöntemimden de pek hoşlanmadığının farkındayım. Sana olman gereken üstün kişiyi anlatmam, vazgeçemeyip sürdürdüğüm alışkanlıklarımı sana kesin bir dille yapmamanı 2 söylemem hep senin benden daha iyi birisi olman içindi. Eğer sana istediğin gibi, daha fazla ilgi gösterseydim beni örnek alırdın ve benim gibi olurdun. Ama nedenini anlamadığım bir şekilde daha kötüsü oldu, suskunlaştın. Sana olmaman gereken karakterin örneğini oluştururken sen bambaşka bir kötü karaktere sürüklendin. Onu seçtin demiyorum, belki de hata bendeydi ancak, sen gittikçe benim takdir edeceğim karakterden uzaklaşırken benim sana yakınlaşmamı bekleyemezdin. Beni anlayamadın, aramızdaki bilinçli mesafe de zamanla arttı. Taviz veremeyeceğim prensiplerim var, özellikle insanlara olan tutumlarım konusunda. Seninle aramdaki soğukluk da hep olağan bir şeydi benim için, değişmesi mümkün olmayan. Maalesef, hâlâ da mümkün değil, bu yaştan sonra yakınlaşmamıza dair herhangi bir girişim, ikimizin de karakterine aykırı, bunun sen de farkındasın. Mantık çerçevesinden bakınca başka türlü olmaz, artık olmaz. Ancak oğul, bu soğukluğun beni derinden üzdüğünü hissettiğim sayılı anlardandı, gözlerimin satırlarında dolaştığı zamanlar. Seninleyken hiç fark edemediğim bir yanını gösterdi bana cümlelerin. Olanlar için bende de suç gördüğünü biliyorum, ama her şeye rağmen bana hissettirdiğin güvenin, benim gücüme hayranlığın, gülümsememi bile kutsal bir şey gibi görüşün: ‘Gören nasiplenirdi, ben göremedim’ demişsin, ah oğul… Benim tamamen sevgisiz biri olmadığımı bildiğini de söylemişsin, arada şahit olduğun gözyaşlarım seni bu sonuca ulaştırıyorsa, ‘Böyle zamanlarda uzanıp mutluluktan ağlıyorduysan ve o an bunları yazarken yine ağladıysan’, bilmeni isterim evlat, böyle zamanlarda –tam da şu an olduğu gibi- benim de gözlerimden birkaç damla, âdeta benden nefret ediyormuşçasına akıp gidiyor. Sahipsiz bir mektup için fazlaca uzattım. Diğer meseleye girmeyeceğim, çünkü konusu açıldıkça, tekrar tekrar düşündükçe sadece senden uzaklaşıyorum. Zaten en fazla birkaç saat ömrü olan, sonra şöminenin alevleri arasında kaybolacak olan bu ufak mektubu gereksiz, can sıkıcı konularla doldurmak istemem. Şu an bile vazgeçip bu mektubu sana gönderecekmişim gibi bir dürtü ile yazıyorken, senin hatalarını tekrar tekrar vurguladığım, belki beni anlamana sebep olacak satırlar ile bu dürtüyü güçlendiremem. Çünkü oğul, bu saatten sonra davranışlarımızda oluşacak bir değişiklik, yapmacıklıktan çok ince bir çizgi ile ayrılacaktır, ve oğul, affet ama, sen bu çizgiyi de, tutturamadığın diğer tüm çizgiler gibi aşacaksın. Belki bir umut, gerçekten samimi olabilirsek diye, senin daha da kötü, kararsız, samimiyetten uzak birisine dönüşmene göz yumamam. Sana kızsam da, hoşlanmadığım yönlerin olsa da, senin için ‘dünya haritasının üzerinde boylu boyunca yatan’ biri olsam da; ben seni hep sevdim. Öylesi sevdim ki, asla o kadar samimi olup hayalindeki baba-oğula dönüşmeyeceğiz. Evet, ben seni anlayamadım belki oğul ama, sen de beni anlayamadın, kabul et. Ve şunu hiç unutma oğul, bazen vazgeçebileceğin kadar çok seversin, ve artık yapacak hiçbir şeyin kalmaz. Sana olan bütün tavrım sevgimdendi, oğul. Hermann CEVAPLAR Her gün yüzlerce soru sorarız, gerek kendimize, gerek çevremize, gerekse evrene. Bazen bir şeyin nedenini öğrenmek, bazen yeni kararlar almak, bazense sorgulamak için. Çoğu zaman bir cevap bulamasak dahi bulduğumuz cevabın doğruluğundan da asla emin olamayız. Her sorduğumuz sorunun nesnel olması elbette mümkün değil, hatta büyük bir kısmının herkes için başka anlamlar içerdiği şüphesiz. Yani çoğu sorumuzun “gerçek ve tek” bir cevabı bulunmuyor. Öyleyse, neye göre bir cevabın doğruluğuna inanıp, buna göre hareket ediyoruz? Dürüst olmak gerekirse biraz önce belirttiğim nedenlerden dolayı, bu soru için de bilimsel veya genel geçer bir cevap bulmak imkansız ancak cevapların şekillenmesinde deneyim, kültür, çevre, yaşam standartları gibi birçok faktörün var olduğundan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Deneyim... Hayattayken tecrübe ettiğimiz her şeyi beynimizde kategorilere (bilimsel, matematiksel, geleneksel, sözel, ailesel, manevi, maddi...) ayırırız. Bir soruyla karşılaştığımızda ilk yaptığımız şey beynimizdeki kategorilere gitmek ve bu soruya benzer başka bir soruyla karşılaşıp karşılaşmadığımızı kontrol etmek olur. Benzerini bulduysak ne ala, aksi takdirde sorumuzun bulunduğu kategorideki tüm cevapların ortak noktalarından yola çıkarak yeni bir cevap oluştururuz. Yani deneyimlerimiz arttıkça, sorularımıza cevap bulma olasılığımız da artacaktır. Kültür... İki farklı ülkede, farklı zamanlarda yaşamış olan aynı yaştaki insanların, hayata bakış açılarının aynı olmasını bekleyemeyiz. Bebeklikten erişkinliğe kadar her birey sosyal ve kültürel sorulara vermesi gereken cevapları öğrenir. Farklı din ve gelenekler insanların çoğu cevabı farklı cevap öğrenmesine neden olmaktadır. En basit olarak, 18 yaşındaki Türk bir genç kız olarak aileme bağlı yetiştirildim, bir arkadaşımla birkaç saatliğine dışarı çıkmam gerekse bile izin almayı ihmal etmemem gerektiğini öğrenerek büyüdüm. Benden 3 yaş küçük bir kuzenim ise Almanya’da yetişti ve farklı bir şehre veya ülkeye giderken dahi ailesine haber verme gereği duymuyor. Biz kendimize “Kimlere karşı sorumluluklarım var?” diye bir soru yönelttiğimizde, ben ailemi listeye katarken kuzenim katmıyor. Başka bir değişle içine doğulan toplum ve toplumun kültürel yapısı bireylerin hayatlarını etkilediği kadar bazı sorulara da farklı cevaplar verilmesine neden oluyor. Kitaplar... Evet, kitapların vereceğimiz cevapları etkilemesinden hiç bahsetmedim ancak çoğumuz çok iyi bilir ki güzel yazılmış bir kitap hayata karşı duruşumuzu dahi değiştirebilir. Aşık olduğunuz kişiye açılmaya sizi ikna edebilir. Yıllardır küs olduğunuz arkadaşınızdan özür dilemenizi sağlayabilir. En önemlisi de hayatınızın şu anki durumundan şükretmeniz gerektiğini size öğretebilir. Kitaplar, yıllar boyunca yaşadığımız deneyimleri ve hatta içinde büyüdüğümüz gelenekleri birkaç gün içinde sorgulamamıza neden olup, onların aksine fikirler üretmemize neden olabilir. Kitaplar, hayatımızda başka yerlere ışık tutmamızı sağlayacak kadar güçlüler ise cevaplarını bilmediğimiz sorulara neden yardımcı olmasınlar ki? İşte tam bu fikir ışığında Carol Bolt, Cevaplar Kitabı adında bir kitaba imza atmış. 700 sayfa boyunca, her sayfada yalnız bir sözcük öbeği, tüm sorularınızın cevabı olan. “ 1. Kitabı kapalı bir şekilde kucağınızda ya da bir masanın üstünde tutun. 2. Soracağınız soruya on – on beş saniye boyunca yoğunlaşın. 3. Sorunuzu zihninizde canlandırır ya da yüksek sesle söylerken, avucunuzu kitabın ön kapağına yerleştirip diğer elinizin parmaklarıyla sayfaların kenarını arkadan öne doğru okşayın. 4. Zamanın doğru olduğunu hissettiğinizde, parmağınızın durduğu yerden kitabı açın. Cevabınız karşınızda olacak. ” (Bolt, sayfa 3) Yukarıdaki kullanım kılavuzunu okuyup cevaplarınızı aramaya başlayınca hep sorunuza uygun bir cevap bulamıyorsunuz maalesef ancak beş sorudan ikisinin cevabı bile umduğunuz gibi denk gelse mutlu olup çocuklar gibi seviniyorsunuz, kendimden biliyorum. “İstediğim üniversiteye yerleşebilecek miyim?” sorusuna “Hiç tereddüt etme”, “LYS’den iyi bir sonuç elde edebilecek miyim?” sorusuna da “Her şey senin elinde” cevaplarını aldıktan sonra dünyalar benim olmuştu. Aynı sözcükleri tüm öğretmenlerim, ailem ve arkadaşlarım da söylemişti, oysa ben yalnız bir kitaba güvenmiştim. Her gün, var olanların üstüne yeni görevler de eklenmeye devam ettikçe, insanın bir yerden sonra yorulması çok normal. Sonuçta, bir yerden sonra başkalarına ve kendimize karşı bir sorumluluk duygusu hissetmekten sıkılıyoruz. Deneyimlerimize, geleneklerimize, beynimize ve çevremize bir cevap için başvurduğumuzda iki taraf da cevabın doğruluğu konusunda bir sorumluluk hissedecektir. Oysa bu üstümüzdeki yükleri olabildiğince azaltmaya çalışırken yeni ağırlıklar koymaktan başka bir şey olmayacaktır. İşte bu nedenle öncelikle kitaplara başvurmalıyız. Başvuracağımız kitap gerek yalnızca karışık cevaplardan oluşsun, gerek gerçek bir insanın hayat hikayesini anlatsın, gerekse hiç var olamayacak bir karakterin prensesi kurtarışını ele alsın, severek bir çırpıda okuyalım veya birkaç ay çantamızda süründürelim, ne olursa olsun bir sorunuzun cevabını mutlaka bulacaksınız. Hem de sizi asla yargılamayacak ve gerekirse tüm suçu üstlenip gıkını bile çıkartmayacaklar, temin ederim. Pınar Ekin Alparslan Kaynakça Bolt, Carol (2005). Cevaplar Kitabı ( Erol Erduran, Ömer Erduran, Çev) İstanbul: Remzi Kitapevi Batuhan F. Karabacak Uyanık Olmak En İyisi Baskın bir kadın ve onu elde ettiğine şaşkın, bunun bir gerçek olduğuna inanamayan, seven ama kaybetme korkusunun sarıp sarmaladığı bir adam... Ne olur, en sonunda kim kazanır, saf sevgi mi yoksa ve kuvvetli, omuzları dimdik bir karakter mi galip çıkar bu kavgadan gibi bir soruyla bir çırpıda okudum bütün romanı. Serhan Ergin’in sakin sakin konuşan dilinden... Okudukça düşündüm, tarttım hayatı, ilişkileri, baskın ama kırgın kadınları, onların sakladıklarını, güçlü duruşlarının sahiciliğini ve gerçekten seviyor olmanın kutsallığını. Ankara’nın o dost selamına benzer ev sahipliğinde; Filiz, Zafer ve Mahir’in aynı masada farklı içkilerle nasıl buluştuğunu ve o masanın nasıl dağıldığını düşündükçe, daha hızlı okudum. “Aşk eşitler içinde yaşanır.” (Bıçakçı) diye bir söz var, sahiden öyle mi? Birine göre özgüveni daha düşük, daha içine kapanık, hayatında daha az şey başarmış veya kendine daha az inanan biri; omuzları dimdik, her ne olursa olsun kendini güçlü tutan biriyle aşk yaşayamaz mı? Evet, bence yaşayamaz; çünkü bu dengesiz terazide bir kişi hep diğerinin esiri olmak zorundadır. Aşk eşitlenme işidir, kabul görme, onaylama işidir. İçinde bulunduğun durumun bir tesadüf olduğunu düşünerek, her an biteceğinden korkarak, partnerinin karşısında kendini hasbelkader hayat tarafından ödüllendirilmiş hissederek bir kişi ilişkiyi sürdüremez, çünkü ilişkinin dinamiklerini sürdürecek gücü kendisinde bulamaz. En önemlisi, karşısına ona aşık olmasını sağlayacak bahaneyi bir türlü sunamaz, hep güçsüz, hep yetersiz gözükür. Aşkın temelinde vardır bu, kendine ait bir anlam oluşturman gerekir, bunun için de inanç gerekir. Zafer’in Filiz karşısında sıkıştığı durum gibi, bazen erkekler kendisini partnerine yakıştıramaz, ona dar geldiğini düşünür, onu hep kutsar, sadece sever, sonsuz şekilde sever, her şeyini verir. Fakat bu saf sevgi kendisine hazin bir son getirebilir, Zafer’in yaşadığı gibi Zafer’in aldatıldığı gibi. Mahir, Filiz ile yakınlaşmasında kendi hislerini ve ne yapmak istediğini tartarken herkesin hayatında en az bir kez yaşadığı o ince ve kıpkırmızı çizgiye geldi. Bir tarafta hayalini kurduğu, kalbini yıllar sonra ilk kez hızlandıran kadınla beraber olma arzusu, diğer tarafta en yakın arkadaşına ihanet etmeme gereği. Kocaman bir tedirginlikle, o hayatında belki bir daha asla yaşamayacağı doruk anı yaşamayı seçti, doğal güdülerini seçti. Erdemi, haysiyeti, gururu, dürüstlüğü bir kenara attı. O yaşadığı bir gece, o kalbini tir tir titreten, bütün iliklerine kadar yaşadığını hissettiği gece, geri kalan hayatına kocaman bir ihanet bıraktı. Bu durumda insan erdemi seçmeli, çünkü bizler bu doruk anları hayatımızda birkaç kez yaşarız, fakat erdem, dürüstlük ve dostluk duygusu her saniyemizde bizimledir. Bizler iyiyi yaptıkça, doğru olanı seçtikçe güçlenir kendimizi sevmeye bahane buluruz. Bu sebeple insan o kıpkırmızı çizgiye geldiğinde, büyük yükleri altına gireceği o doruk anı değil, her saniye cebinde, ruhunda, en içinde olan duyguları, iyi olanı yapmayı seçmeli. Kötüyü yapmış olmak, ihanet etmek en vicdansız insanı bile bırakmaz, sokaklarda yürürken, bir işle uğraşırken, duştayken, her an yakana yapışabilir bu ihanetin ağır sancısı. Dostluk, aşk, durdurulamayan arzular, ihanet ve Ankara sokakları... Hepsini tarttım aklımın terazilerinde roman boyunca. Hepsi sarsıcı, hepsi fark ettiriciydi. Zafer’in aldatılması, Mahir’in duygularına engel olamayıp yaptığı hata ve üçünün bir daha asla eskisi gibi olamayacak hayatı... Okumak nasıl da öğretici bir şey değil mi? Aslında bildiğimiz ama kelime karşılıklarını bulamadığımız anlamlara teker teker cevap veren ve düşünmeyi en sahici yerden kelimelerden başlatan bir eylem. Hayatın içinde, ilişkilerimiz içinde yaşayan bütün bu hisler, bütün bu kavramlar hem yaşadığımızı hissettirecek kadar hayatımızda olmalı, hem de onların bedellerini azaltabilecek tecrübeye ve bilgiye sahip olmalıyız. Hisler bizleri dağıtabilir, yıkabilir, ezip geçebilir bu yüzden onlar bize geldiğinde, büyük bir istekle karşılamak ama aynı zamanda uyanık olmak en güzeli, en iyisi. Kaynakça Bıçakçı, Barış. Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Ankara: İletişim, 2004. Eskici Pazarı Geleceği görmeyi değil de geçmişe yolculuk yapmayı hep istemişimdir. 1960’larda ve sonrasında 1970’lerde nasıl bir hayatım olurdu diye düşünmüşümdür. Bu merakım annem ve babamın gençlik dönemlerini dinlediğim zaman oluştu. O dönemin müzikleriyle, eşyalarıyla kısacası kültürüyle büyüsem ne kadar farklı olurdum? Biraz düşününce bile bu beni ürkütüyor çünkü iyisiyle ya da kötüsüyle kesinlikle bambaşka bir insan olurdum. Sonuçta apayrı bir kültür, bir anlayışla yetişmiş olacaktım. Böyle korkak yaklaşımıma aldanmayın. Bana geçmişe giden bir yol gösterilse hiç vakit kaybetmeden yola koyulurdum. Bir kere aklımda sürekli yankılanan şarkılar bu dönemlere ait. Üstelik en sevdiğim müzik grubu olan Chicago’nun şu an antika sayılan albümleri plak olarak daha yeni satışa çıkıyordu. Eski dönemlere ait imrendiğim bir başka şey ise kullanılan eşyalar diyebilirim. Keşke o dönemin içinde bulunabilsem dediğim zaman annem beni bir antika pazarına götürmeyi teklif etti. Ben de elimde olanla yetinmeye alışmak için kabul ettim. Eskici pazarında dolaşırken neredeyse elime geçen her eşyayı inceledim. İncelerken de kendimi geçmişte hayal ettim. Mesela plakların bulunduğu sepeti karıştırırken Chicago’nun şimdi bulunması imkânsız olan plaklarına ulaşma şansım olabileceğini düşündüm. Resmen Chicago’nun Türkiye’ye yeni gelen plağını almak için dükkâna koşarken hissettiğim heyecanı yaşadım. Nostaljik gramofonlara bakarken belki de buna hiç sahip olmazdım diye düşündüm. Fakat evimizde ailemize ait bir radyo olacağını biliyordum. Kim bilir kaç saat bekleyecektim radyoyu ele geçirebilmek için? Kesin yayınlanacağı gün saat başı radyonun her frekansını deneyecektim Chicago’nun yeni parçasını dinlemek için. Aklımda kurduğum birçok alternatif hayattan sadece bir tanesiydi bu. Gözümün takılan en güzel eşya daktilo oldu. Yalnızca bir daktiloya sahip olmak bu sıralar en çok istediklerimden. Tek tek tuşlarına basarken aklıma bu daktiloyu önceden kullanan kişiyi canlandırdım. Baktığım bu daktilonun çok özel olduğunu ve nadir bulunacağını söylediklerinde daha da meraklandım. Acaba daktilonun sahibi sevdiğine mektup yazmış mıydı? Ya da o daktilosunu yazılarını yayınlamak için mi kullanmıştı? Evet, biliyorum sürekli yazı yazmaktan bahsediyorum. İtiraf etmeliyim ki neredeyse her gün bir şeyler yazarım. Yazı yazmak benim için rutin yapılan bir eylem gibi olmuştur artık. Neden mi? Hep derim ki: Hislerimi veya içimden geçenleri kişilere söyleyemiyorsam biraz süsleyerek öykülerin ya da şiirlerin içine gizleyebilirim. Boş zamanlarımda en fazla vaktimi verdiğim şey yazı yazmak olduğu için o daktiloyu edinmek istedim. Hem yazarken önceki yazarı da düşünecektim belki de onunla ilgili hikâyeler yazacaktım. Peki, neden bilgisayara veya defterime yazmıyorum? Önceden belirttiğim gibi eski zamanları yaşatmak isteyen bir insanım o yüzden. Masanın üstüne serilmiş fotoğraf makinaları, saatler, defterler ve birinci basım kitaplar bana dedemin evini hatırlattı. O da birinci basım kitapları, önemli günlerin gazetelerini saklardı. Artık dedemin eşyalarını depodan çıkartma vakti gelmişti. Elimizde olanın kıymetini o an anladım. Genel olarak eskici pazarında geçirdiğim o bir saat içerisinde eskiyi ve yeniyi karşılaştırdım. Bu karşılaştırma sonucunda bir kanıya vardım. Şimdi herhangi bir şeyi edinmek çok kolay bir hâle gelmiş. Örneğin, o an dinlemek istediğiniz bir şarkıyı saniyesinde internetten indirebiliyorsunuz. Bunun fotoğraf çekmek istediğiniz an tek bir tuşa basmak yeterli oluyor. Bu bir rahatlık olarak gözükebilir ama bu bizi yanıltmasın. Kolay elde edilenlerin değeri zamanla azalır çünkü bir uğraş yoktur sonunda başardım diyebildiğiniz. Unutulur gider. Eskiden verilen o tatlı uğraşlar her zaman hoşuma gitmiştir. Sonuçta istediğine ulaşmak için çaba göstermek ve beklemek arzu edilenin her daim kıymetli kalmasını sağlar. Nesrin Ece Şölendil Kaynakça: “Eskici Pazarı”/Ece Şölendil/2016 Muhammed Salih ALTUN Beklenti ve Arayışlarımız Kendi annem ve babam tarafından büyütülmüş olmasam, nasıl birisi olurdum? On sekiz yaşındayım ve bunu daha önce oturup düşündüğümü söyleyemem. Her zaman normal gelmiştir bana, beni doğuran insan tarafından büyütülmek, sevilmek. Herkesin elde ettiği bir yaşam standardı gibi. Bunu ‘Daha önce insanların evlatlık edinebileceği hiç aklıma gelmezdi.’ gibi bir anlama gelecek şekilde söylemiyorum. Sadece daha önce ‘hakkında mutlu olmam gereken bir durum’ olarak düşünmemiştim bunu. Yasaklarla, sınırlamalarla büyümedim. Aldığım en büyük ceza odama gönderilmek gibi basit şeyler olmuştur. Sevgi ile, ilgi ile büyütüldüğümü söyleyebilirim. Büyürken en büyük hobilerimden birisi kitap okumaktı. Kitap okumanın en güzel yanı bence insanı düşündürmesidir. İnsanın farkındalığını artırmasıdır. Başka hayatların, başka yaşam standartlarının farkına varmasını sağlamasıdır. Farklı bakış açılarının özümsenmesine yardımcı olmasıdır. Her ne düşünürsek düşünelim, sonuçta herkesin hayat hikayesi, tecrübeleri onlarda çeşitli bakış açıları oluşturur. Herkes gibi benim de hayata karşı bir bakış açım oluşmuş büyürken. En çok üzerine kafa yorduğum konular bende hep soru işaretleri oluşturmuş. Şunu söyleyebilirim: Hayatla ilgili kafamdaki en büyük soru işaretlerinden birisi ‘hayata başlanılan nokta’yı kimsenin seçememesi olmuştur hep. Nasıl bir aile içinde dünyaya geldiğiniz, nasıl bir çocukluk geçireceğiniz seçebileceğiniz şeyler değildir hiçbir zaman. Çocukken gördüklerinizi, yaşadıklarınızı başkalarıyla karşılaştırma bilinciniz henüz oluşmamıştır. Belki de ilk defa sizden başka, sizin gibi insanlarla karşılaşma zamanınız ilkokula başladığınızdadır. Birkaç yıllık ömrünüzde ilk kez insanların birbirinden oldukça farklı olduğunu görürsünüz. İnsanların beslenme saatinde yedikleri şeylerden, kalemliklerindeki kalem çeşitliliğine kadar pek çok şey gözünüze çarpar. O zaman fark edersiniz ki herkesin ‘içine doğduğu dünya’ birbirinden çok farklıdır. Jeanette’in içine doğduğu dünya, çoğu insandan çok daha farklı. Karşılaştığı engeller, zorluklar ve bunların içinden çıkma uğraşı bende çok değişik duygu ve düşünceler uyandırdı. Çocukken bile kendisini bulma arayışları, eve gizli gizli kitaplar getirip saklaması, bayan Winterson kitapları bulup yaktığında ‘Ben de kendiminkileri yazarım’ demesi, oldukça etkileyici şeyler. On altı yaşında evini terk etmesi, hayatını arabasının içinde geçirdiği zaman dilimleri bazılarımızın hayat süresince karşılaşmayacağı şeylerden. Böyle zorluklar bana oldukça yabancı şeyler. Anlatılanlar ne kadar uzak ve yabancı olursa, insanı o derece derin düşünceler sarıyor. Jeanette bu yaşamı seçmiş miydi? Böyle bir çocukluk yaşamak ister miydi? Hayatını sevgiyi aramaya adayacak derecede sevgisizlikle büyümeyi seçer miydi? Seçmediğiniz koşullarda hayata başlamak her çocuğun ihtiyaçları olduğunu düşünürsek oldukça korkutucu bir hal alabiliyor. Mesela bence her çocuk sevgiye muhtaçtır. Sevmeyi öğrenmek her çocukluğun bir parçası olmalıdır. Sevmek gibi, sevilmek de öğrenilecek bir duygudur. Ben sevmeyi beni büyüten insanları severek, sevilmeyi de onların nasıl beni koşulsuz sevdiğine şahit olarak öğrendim. Jeanette ise, çocukluğunda bulamadığı sevme ve sevilme duygularını hayatı boyunca arıyor. Farklı insanları seviyor, farklı insanlara güveniyor. Hayatı adeta bir ‘sevgiyi bulma macerası’. Çocukluğunda yaşadığı bunca olaydan sonra kendisini bulmuş olması bende Jeanette’e karşı bir hayranlık uyandırıyor. Oldukça muhafazakar bir ailenin parçası olarak büyümesine rağmen, dış dünyayla bağlantısını kitaplarla sağlaması, insanlarla ailesinin onayı olmamasına rağmen ilişkiler kurması kişiliğinin gücünü yansıtıyor. Ailesinin evde incil dışında kitap bulundurmamaya kadar giden kitap karşıtı görüşlerine rağmen bir edebiyatçı olarak yetişmesi, Jeanette Winterson’ın hayat hikayesini anlatmak için yeterli sanırım. Hayatım boyunca çok az şeyi doğaçlama yapmak zorunda kaldım. Bu konuda başarılı olduğumu söyleyemem. Benim için planlanmış şeylerde genelde başarılı oldum. Hayatımda kendi kararlarımı almaya yeni yeni başlıyorum. Hayatımın bu döneminde başka bir insanın hikayesini okumak cidden ufkumu açtı. Kitapları neden bu kadar sevdiğimi yeniden hatırlattı bana. Kendimden çok farklı bir insanla bağlantı kurmamı sağladı. Herkesin hayattan beklentisi, hayattaki arayışları birbirinden farklıdır. Bu kitap bende kendi arayışlarım için bir rehber olarak kalacak. ‘Sevgiyi bulma macerası’nın kendime ait versiyonunda her zaman Jeanette aklımın bir köşesinde olacak. Belki ileride bir gün bu macerayı tamamladığımda çok çok farklı bir yerde olacağım. Yolumun sonunda şu an kendim olduğum gibi hayatta bir anlam arayan insanlara rehber olacak birkaç satır yazabilecek bir hikayem olması ‘hayattan beklediklerim’ listesinde bu kitap sayesinde kendine bir yer edinmiş oldu. Sümeyra Üstün Avrupa Ne Kadar İzin Verdiyse O Kadar Günümüzde Türklerin Avrupa'ya ait olup olmadığı birçok yabancı medya unsurları tarafından her gün itina ile tartışılmaktadır. Bunun üzerine Sayın Onur Bilge Kula'nın detaylı ve açıklayıcı incelemesini okuduktan sonra, benim de kafamda bazı şeyler belirdi. Medyada ele alınan konular çoğu zaman tutarsız bir şekilde yansıtılmaktadır. Bunlara örnek olarak şu gösterilebilir; Türkiye, Avrupa'ya uygun kültürel bir yapıya sahip değildir. Açıklar mısınız, sevgili Avrupa, sizin kültürel yapınız nasıldır? Genelgeçer bir kültüre sahip olmadığınız apaçık ortadadır, neden hâlâ kültür konusu üzerinde ısrarla tepiniyorsunuz? Finlandiyalı bir vatandaşın Portekiz bir insanla aynı kültürü paylaştığı iddia edilemediği gibi, Avrupa'nın belirli bir kültürel yapıya sahip olmadığı gözle görülür şekilde bellidir. Avrupa'yı oluşturan da nice farklı kültür, insan ve dildir. İtiraf edilmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi durumları geçtiğimiz yılda iyice karmaşık bir hale gelmiştir. Zor bir dönemden geçen Türkiye, âdeta bir hedef tahtası haline dönmüştür. Avrupa devletlerinin medya unsurlarının, Türkiye'nin içişlerini felaket bir şekilde göstermeye yönelik çalışmaları maalesef hep başarılı olmuştur. Almanya'da doğup büyümüş bir Türk olarak şunu söyleyebilirim ki, son birkaç yıl içerisinde Alman televizyonu ve haberleri Türkiye'yi kapsayan çeşitli konularla dolup taşmıştır. Dolup taşmakla kalmaz, mübalağalı bir biçimde olayların aktarılması söz konusudur. Bu sadece Alman medyasına has bir durum değildir, Avrupa'nın farklı devletleri de Türkiye'nin içişlerini kendilerine dert edinmişlerdir. Haberleri büyük bir şaşkınlıkla, aynı zamanda da olağanüstü bir sinirle izliyordum. Fakat artık içeriğinin büyük bir kısmını ezberlediğim için, haberleri ve gazeteleri es geçiyorum. Ve eminim ki, Almanya'da yaşayan Türkler de benimle aynı fikirleri paylaşıyordur. Var olan ile yansıtılan arasında dağlar kadar fark var, bu farkı Avrupa insanının görmesi mümkün değildir, çünkü Türkiye'yi yansıtıldığı kadar bilir ve kendi medyasına güvenir. Hal böyle olunca, Almanların ve tabii ki Avrupalıların bizi kabul etmek istememesi ve barbar bir millet olarak algılaması ne yazık ki gayet normal bir durum haline gelmiştir. Türk milletinin yaşadığı bu olumsuzlukları kullanarak, 'kültürel yapı olarak Avrupa'ya uymuyor' demek büyük bir tutarsızlıktır ve Avrupa Birliği'nin Türkiye Cumhuriyeti'ni kabul etmemesine yardımcı olan bir bahanedir. Buna ek olarak Avrupa'nın büyük sorunlarından bir tanesinden daha bahsetmek istiyorum; İslamofobia. Türkiye'nin algılanmasını büyük bir ölçüde etkileyen unsurlardandır. Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin özgür bir ülke olduğuna inanmak istiyorum, farklı dinlerden birçok insan bir arada yaşıyoruz ve sanılıyor ki, herkese din konusunda baskı yapılıyor. Böyle bir durum söz konusu olamaz ve olmamalıdır. Ve tabii ki, ülke içerisinde meydana gelen zorbalıklara göz yumulmamalıdır. Avrupa'da yapılan propagandalar ve nefret söylemleri ne yazık ki giderek artıyor, Avrupalılar da tedirgin bir hale getirilmiş durumda. Bu tedirginliğin ana kaynağı, medyanın ve Avrupa'nın kabul etmediği insanlara yönelik sessiz saldırılarıdır. Bu nedenle, Türkler, Avrupa'nın izin verdiği kadar Avrupalıdır. Fakat Türkler yüzyıllar boyunca Avrupa'nın etkin bir elemanıydı, savaşlardan sonra kalkınma yıllarında işçi göçleri Avrupa devletlerine büyük bir katkı sağlamaktaydı. Çoğu Avrupalılardan önce gelmişlerdi. Çeşitli bölgelere göç eden Türkler, ayak uydurmada ne kadar zorlansalar da başardılar ve hâlâ yaşamlarını başarılı bir biçimde sürdürmekteler. 1970 yılından önce bir peynir fabrikasında çalışmak için göç eden dedem, aradan birkaç yıl geçtikten sonra ailesini de yanına alarak yeni bir hayata adım atmıştı. Benim hikayem de tam da orada başlıyor aslında. Ve hâlâ Türklerin topluma kabul edilmemesi ısrarla sürüyor ve düşünün, aradan o kadar yıl geçmesine rağmen! Türkiye'de Avrupa'lı, Avrupa'da ise göçmen... bu insanların kimlikleri artık kafalarını karıştırıyordu. Özünün hiç bir yerde kabul edilmemesi kadar kötü bir his daha yoktur fikrimce. Gittiğin her yere ayak uydurmak zorunda kalmak, bu duyguyu en iyi anlayanlardan biri de benim. Kaynakça: Kula, Onur Bilge. Avrupalılık Nedir? Türkler Ne Kadar Avrupalıdır?. İş Bankası Kültür Yayınları, Murat Anıl Özarslan Sadece Basit Bir Buçukluk Mu? Sanmıyorum... Serinin üçüncü filminin gösterime girmesine bir ay kala Hobbit kitabının popülerliği git gide artmaktadır. Bu yüzden ben de bu yazıda öncelikle yazardan sonra da Bilbo Baggins'in gözünden Orta Dünya'daki onur ve dayanışma kavramlarını ve buçuklukların kadere etkisine bakacağım. Dil üzerine çok büyük bir yeteneği olan John Ronald Reuel Tolkien bir yandan Gal ve Fin dilleri üzerinde araştırma yaparken bir yandan da kendi Elf dillerini yarattı. Birinci Dünya Savaşı'na katılmak gibi hayatında önemli görevler de üstlenen yazar savaştan sonra Oxford'da Anglo-Sakson Profesörlüğü yaptı. Yüzüklerin Efendisi üçlemesine henüz üniversite öğrencisiyken yazmaya başlayan yazar bu üçlemeye giriş olarak da Hobbit'i yazmıştır. Kendi oyuğunda yaşayan mütevazi bir hobbit olan Bilbo Baggins'in hayatı bir gün Gandalf'ın oyuğa gelmesiyle tamamıyla değişir. Artık macera vaktidir. Zulme uğramış cüceler Smaug'dan haklarını geri almak için, onurları için Bilbo ile beraber yolculuğa başlarlar. Bilbo bu yolculuk esnasında adlarını sadece anlatılan hikayelerden, destanlardan duyduğu ve varlığına bile inanmadığı Elfler, Kartallar, Goblinler, Orklar gibi bir çok farklı ırkla karşılaşır. Ona göre eskiden sadece beş çayından ibaret olan hayat artık uğruna bir çok tehlikelere girilebilecek olan onur kavramı olmadan hiç niteliğindedir. Çünkü o, ister sıradan bir asker olsun isterse kralların soyundan gelen şehzadeler olsun bir çok farklı ırktan varlıkların kendi onurları için nasıl toprağa düştüğünü görmüştür. Bilbo kendi kendine ben artık basit bir hobbit değilim, o eski Bilbo hiç değilim der. Lakin Bilbo'nun macerası daha bitmemiştir ve öğrendiği şeyler, öğreneceği şeylerin yanında hiçtir. Bir gün Elflerin, İnsanların ve Cücelerin birbirine karşı siper aldıkları o talihsiz günde Bilbo, "Bütün bu askerler bugün burada kendi onurları ölecekler ve hepsi kendini haklı görüyor. Demek ki burada bir yanlışlık var." diye düşünür. Tam o sırada Goblin boruları çok da uzak denilemeyecek bir mesafeden bu üç ırk arasındaki gerginliği yırtarcasına acı acı ötmeye başlar. Çok kalabalık bir Goblin ordusu kurtlarla beraber saldırıya geçer. Bu sırada Elfler, İnsanlar ve Cüceler birleşerek karşı saldırıya geçerler. Artık Bilbo'nun kafasında taşlar yerine oturmaya başlamıştır. Kendi kendine düşünür ki aradaki sıkıntıları unutarak ortak bir düşmana karşı birleşmek bütün değerlerden, hatta onurdan bile daha üstün bir şeydir. Bilbo savaş meydanında farklı ırkların birbirine siper olduğunu gördükçe bu düşüncesi daha da kuvvetlenir ve artık kendi hayatına verdiği değer tamamıyla yok olmuştur. Lakin düşman çok güçlüdür. Zaman düşünme vakti değil bir şeyler yapma vaktidir. Tam Bilbo kendi kendine ben sadece bir metrelik bir hobbitim savaşta ne yapabilirim diye düşünürken kartallar gelir ve kötülük defedilir. Orta dünyadaki bütün iyi güçler kötülüğe karşı tek vücut olup dayanışma içerisinde kendi onurları için savaşmışlardır. Savaştan sonra Bilbo sevdiklerini kaybetmesinin verdiği üzüntüyle karamsar bir şekilde, sanırım benim bu dünyadaki görevim, oyuğumda oturup beş çayımı içmek ve bahçemdeki çimleri biçmek, diye düşünmektedir. Lakin bir hobbit kendi kaderini nereden bilebilir ki... Cebinde taşıdığı Tek Yüzük'ün Orta Dünya'nın kaderini belirleyeceğini, bu yüzük uğruna birçok savaşlar yapılacağını ve neredeyse tüm insanların öleceğini ancak bu olaylar olduktan sonra, ömrünün son demlerinde Elf Lordu Elrond'un sarayında, bir şöminenin başında, kötülükle mücadele uğruna can veren binlerce insan, elf ve cücenin ardından onlara ağıt yakarken anlayacaktır. Sonuç olarak, kitapta Bilbo'nun bu düşünceleri hiçbir şekilde yer almamaktadır lakin işlenen temadan ve olaylardan Bilbo'nun kendi içinde bu düşüncelere kapıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira maceraya çıkmadan önceki Bilbo Baggins ile bunları yaşamış Bilbo Baggins çok farklı karakterdedirler. Artık buçukluğumuzda, hayatta kendini basit hissetmek yerine onur ve dayanışma kavramları vardır. Onat Uzaldı 21603405 ÇAĞIMIZIN VEBASI http://www.ahaber.com.tr/galeri/teknoloji/en-carpici-sosyal-medya-karikaturleri Artık prizlere bağlı yaşadığımızı fark ettiniz mi? Sabahları evden çıkmadan telefonumuzun şarjının yüzde yüz olmasına dikkat ettiğimiz kadar üstümüze başımıza ya da ne kadar iyi bir kahvaltı ettiğimize dikkat etsek belki de daha sağlıklı bireyler oluruz. Her şey o küçük renkli cep bilgisayarındaki uygulamalara bağlıymış gibi davranıyoruz, onlarsız yapamıyoruz. Evden dışarı çıkınca da karşılaştığımız manzara pek farklı değil. Sokaklarda önüne bakarak yürümesi gerekirken kafalarını telefonlarından ayırmayan insanlar, araba kullanırken telefonlarından gelen tek bir ses ile irkilip kendini telefona bakmaktan alıkoyamayanlar her yerde. Tabi bu insanların her an telefonlarının şarjının bitmesi riskine karşı yanlarından şarj aletlerini eksik etmediklerini unutmamak lazım. İnsanlar, iletişime geçecek başka insanlar arayacaklarına telefonları ile etkileşimleri kesilmesin diye priz arıyorlar. Teknoloji ve sosyal medya çağımızda yeni bir hastalık yarattı: İletişimsizlik. Çağımızın gerçeklerinden biri olan sosyal medya bağımlılığı, gördüğüm bu karikatür ile yüzüme bir kez daha bir tokat gibi çarptı ve kendimi de sorgulamama da sebep oldu. Düşündüm ki ben de dışarıda gördüğüm, telefonları ellerinden düşmeyen insanlardan çok da farklı değilim. Ben de şarj aletimi yanımdan eksik etmiyorum ve zamanımın çoğunu telefonumdaki uygulamaların bana sundukları sana dünyada geçiriyorum. Ki bu dünya gerçek yaşamda yüzünü görmediğim insanlar ile arkadaş olduğum, dünyanın başka bir ucundaki bir kişinin fotoğraflarını gördüğüm, “yalan” bir dünya çünkü o insanlar benim hayatım üzerinde doğrudan bir etkiye sahip değiller. Sorun, sosyal medyanın hayatımız üzerinde doğrudan etki etmesi ile başlıyor zaten. Kendimi tam bir sosyal medya bağımlısı olarak tanımlamama engel olan şey ise bazı kişilerin aksine sosyal medya ve teknoloji kullanımının sınırını bilmem sanırım. Ben hiçbir zaman arkadaşlarımla veya sevdiğim herhangi bir kişi ile iletişime geçmek yerine sosyal medyada dolaşmayı tercih etmem ama örneklerini görüyoruz ki günümüzde bunun aksini yapan kişilerin sayısı hiç de az değil. Hiç arkadaşlarınızla birlikte vakit geçirirken, ellerinden düşmeyen o akıllı telefonlarını kafalarında kırmak istediğiniz oldu mu? Artık en yakın arkadaşlar bile bir araya geldiklerinde konuşmayı, anı yaşamayı değil o anı telefonlarındaki uygulamadan fotoğraf şeklinde paylaşıp başkalarının fotoğrafa yaptıkları yorumları incelemeyi tercih ediyorlar. Instagram ve Snapchat’e fotoğraf koyup, Whatsapp, Facebook ve Twitter’dan başka insanlar ile konuşuyorlar. Bu karşınızdaki insana saygısızlık değil midir? Biri ile sözleşip, buluşunca onunla sohbet etmek, iletişim kurmak yerine sosyal medyadaki diğer insanlar ile konuşmak çağımızın vebası olan iletişimsizliğin temelini oluşturuyor. Herkesin aklı, gerçek yaşamdan çok sosyal medyadaki gelişmelerde, ta ki şarjları bitene kadar. E tabi telefonu ile ilk işi biten diğerlerine bu konu hakkında diğerlerine sitem etme hakkını elde ediyor, kendisi sanki sosyal medya bağımlısı değilmişçesine. İletişimsizliği ebeveyn-çocuk ilişkilerinde de görmek mümkün. Sokaklar bir elinde ağlayan bebekleri, diğer elinde akıllı telefonları ile dolaşan ve daima bebekleri yerine telefonları ile ilgilenmeyi seçen anneler ile dolu. Bebeklerini yetiştirmek yerine, büyürken onları videoya çekmeyi tercih ediyorlar. E tabi o videonun Instagram’da kaç görüntülenme alacağı da onlar için ayrı bir merak konusu. Ben bile kendi aile hayatımda bu iletişimsizliği gözlemleyebiliyorum. Bizimki gibi sohbeti, muhabbeti bol bir ailede bile öyle bir an geliyor ki herkes telefonlarına gömülüyor ve en az yarım saat iletişim kurulmuyor. Tabi ben artık yirmi yaşıma geldim, annemin veya babamın benden çok telefonları ile ilgilenmeleri beni çok etkileyecek bir durum değil ancak, aynı durum yaşı küçük olan çocuklar açısından geri dönülemez sonuçlar doğurabilir. Sosyal medya ve teknoloji bağımlılığı çağımızın her neslini ele geçirmeye devam ediyor ve arkasında çağımızın vebası olan iletişimsizliği bırakıyor. İnsanlar artık gerçek hayattansa bana göre yalan, çoğu kişiye göre ise kısmen gerçek bir ortamı tercih ediyorlar. Çünkü o dünyada normalde olmak isteyip de olamadıkları kişiler olabiliyorlar ve bu onları mutlu ediyor. Tabi bu durum gerçek hayattaki insanlar ile iletişimsizliği getiriyor. Bizler sosyal medya bağımlılığına kendimizi kaptırdık belki ama gelecek nesillerimizi hala kurtarabiliriz. Onlar bizim iletişimsizliğimizin cezasını çekmemeli ve çevrelerindekilerle iletişim kurmayı öğrenmeliler. Kaynakça http://www.ahaber.com.tr/galeri/teknoloji/en-carpici-sosyal-medya-karikaturleri Arda Karaşahin 21502360 TURK 102 – 062 Gastronomik Arayış “Aşk Tarifi” Türkçeye çevrilmiş ismiyle kulağa sıkıcı ve klişelerden ibaret bir film gibi gelse de; soğuk bir kış gecesinde ailemle beraber izlediğim film, beklentilerimin çok ötesinde, keyifle izlenebilecek nitelikteydi. Alışık olduğumuz Hollywood filmlerinin aksine bu film, başlarda yavaş bir tempoyla ilerlerken, insanı bir anda sararak öykünün içine çekiyor. “Aşk Tarifi”, Hindistan'da bazı politik olaylardan kaynaklanan talihsizlikler sonucu, restoranlarını ve bu arada annelerini kaybeden ve Avrupa'da yeni bir hayat kurmaya çalışan Hintli bir ailenin öyküsünü trajikomik bir şekilde anlatıyor. Orijinal adı “One Hundred Foot Journey” olan filmde, yerleşmek için Avrupa'yı arabayla gezerek uygun bir yer arayan Kadam ailesi, araçlarının bozulması ile küçük bir Fransız kasabası olan Saint-Antonin-Noble-Val'ın kenarında mahsur kalırlar. Kasabadan yardım gören aile ortamın tarzına ayak uydurmaya çalışırken; ailenin babası ve tecrübeli bir aşçı olan Papa Kadam, terk edilmiş bir binayı, Hint restoranı açmak için çok uygun bulur. Ancak, bu binanın tam 100 adım karşısında, ünlü Michelin Yıldızı ile ödüllendirilmiş lüks bir restoranın sahibi olan Fransız şef Bayan Mallory, yolun karşısında açılacak olan bu gürültülü ve etnik restorandan dolayı rahatsız olarak açılmasını engellemeye çalışır. Yetenekli Hint aktör Om Puri tarafından canlandırılan Papa Kadam, aile içindeki muhalefete karşı, ölmüş eşini rüyasında gördüğü için buranın uygun olduğuna inanmaktadır. Her türlü engeli aşarak restoranını açan Papa Kadam'ın büyük oğlu Hassan, Hint mutfağına farklı sentezleri uygulamaktan hoşlanan yetenekli bir aşçıdır. Filmin geri kalan kısmında geleneksel Hint yemekleri yapan restoranın karşısındaki lüks Fransız restoranıyla gireceği rekabet anlatılacak diye düşünülürken, büyük oğul Hassan'ın Bayan Mallory'nin restoranında bir şef kadrosuna başvurmasıyla filmin gidişatı hareket kazanır. Restoran sahibi Bayan Mallory başta işe almaya karşı çıksa da, büyük bir yetenek olduğunu keşfettiği Hassan'ın yemekleriyle yeni bir Michelin Yıldızı kazanır. Bana göre filmin bu kısmı çok ilginç çünkü Bayan Mallory, kendisiyle çalışması için zorlamak yerine, Hassan'ı şeflik hayatında kendi seçimlerini yapması konusunda serbest bırakıyor. Film, bu temayı kullanması nedeniyle beni çok etkiledi. Zira, çoğu zaman bir kurumu daha üst pozisyona getiren insanlar desteklenmek yerine daha fazla faydalanılmak amacıylaengelleniyor ve aynı kurumda çalışmaya mahkum edilebiliyorlar. Yaratıcılığının zirvesinde olan Hassan, serbest bırakıldığında Paris'te girdiği bir restoranda dünyaca ünlü bir şef olma yolunda hızla ilerliyor. Bu konu üzerinde biraz kafa yorunca fark ettim, birçok insanın bu şekilde engellenmesinden dolayı hayatımızda nelerin eksik kalmış olabileceğini kim bilebilir ki? Fakat film burada yine keskin bir dönüş yaparak izleyiciyi hayretler içerisinde bırakıyor. Kariyeri konusunda özgür bırakılan Hassan, Paris'te büyük bir başarı kazanmasına rağmen kendisini yetiştiren Bayan Mallory'nin yanına dönme kararı alıyor. Alışılageldik tepkilerin dışında olan bu davranışın altında yatan sebepler, aslında öykünün bütününde bir ipek böceği kozası inceliğinde işleniyor. Organize bir Paris mutfağı içerisinde aidiyet duygusu konusunda sıkıntılar yaşayan Hassan, başarı ve paranın bile, yalnızlık hissetmesini engelleyemediğini fark ediyor. Film burada materyalist yaşantının ruhsal yönden mutluluk sağlayamayacağını inceden inceye belirtmiş. Ben de tanıdığım zengin veya fakir hiç kimsenin bir şekilde sadece maddiyatla mutlu olduğuna tanık olmadım. Hatta, ne yapacağını bilemeyecek kadar çok parası olan kişilerin mutsuzluk içinde boğulduğunu ve ne istediklerini bilemedikleri için kendi kendilerini yiyip bitirdiklerini gördüm. İnsanların çok paraya ve eşyaya sahip olarak mutlu olunmadığını, belki bir şekilde para kullanarak sınırlı bir mutluluğa erişilebileceğini fark etmeleri gerekiyor. Gerçek ve kalıcı mutluluğun aile ve tanıdıklarla yaşandığını, Hassan'ın Saint-Antonin-Noble-Val kasabasına dönmesiyle anlatıyor bu güzel film. Filmin ana hikayesinin yanında Hollywood filmlerinde sıkça alışık olduğumuz üzere bir aşk ilişkisinin de işlendiğini görüyoruz. Ailenin kasabaya yerleşmesinde onlara yardımcı olan genç Marguerite ile Hassan'ın bir yakınlaşmasına şahit oluyoruz. Senaryonun gidişatı esnasında bu ikilinin Bayan Mallory'nin restoranındaki şeflik pozisyonu için çekişmeleri, yakınlaşmalarına engel oluyor. Hassan, kendisine şan ve şöhret getiren muhteşem şeflik kariyerinin beklediği mutluluğu getirmediğini fark ettiğinde, Paris'in sunduğu eşsiz imkanları geri teperek, Marguerite ve ailesinin yanına geri dönme kararı alıyor. Seyirciyi tepetaklak eden bu seçim; hayatta aldığımız bazı kararların, gerektiğinde geri döndürülebileceğini; farklı yolların ve hatta bazen geriye doğru atılan adımların beklenmedik sonuçlara yol açıp, insanı aradığı sonuca ulaştıracağını hatırlatıyor. İşlediği eksantrik konu itibariyle benzer filmlerden sıyrılan “One Hundred Foot Journey”, yine de son sahnesinde klişelerden kurtulamıyor. Bu durum açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı, çünkü böyle beklenmedik dönüşlerle dolu bir filmin final sahnesinde Papa Kadam'ın Bayan Mallory ile profesyonelce vals yapması ve ikilinin bir gönül ilişkisine doğru yelken açmaları filmin final sahnesi için oldukça sıradan birseçimdi. Günlük hayatın stresinden uzak bir sevgi filmi seyretmek isteyenlere tavsiye edebileceğim bu filmi tüm yaş grupları ile birlikte rahatça ve keyifle seyredebilirsiniz. Kaynakça: Hassan Kadam'ın yemek yaptığı resimin kaynağı: http://www.imdb.com/media/rm1617546496/tt2980648 Biz mi Tutkularımızı Yönlendiririz Tutkularımız Bizi mi  “En düşmüş insan, bütün dileklerini yerine getirmiş insandır”(s24) diyor Elias Canetti. İlk  okuyuşunuzda tam olarak anlamlandıramıyorsunuz bu cümleyi. Ancak cümlenin çekiciliği ve  içinde barındırdığı anlam yoğunluğu sizi kendine çekiyor, tekrar tekrar okuyorsunuz.  Okudukça düşünüyorsunuz, düşündükçe bütünleşiyor düşünceler zihninizde. Bütün  dileklerini yerine getirmiş bir insan nasıl en düşmüş olabilir ? Eğer bir insan istediği her şeyi  elde ederse en mutlu insan olmaz mı? En çok istediğimiz bunları gerçekleştirmek değil mi ?  Ancak o an fark ediyorsunuz, amaçlarımız ve isteklerimizle varız aslında. Bir amacınız yoksa  yaşamınızın bir anlamı kalmış mıdır ki ? Bir sonraki güne uyanmamıza sebep hep  amaçlarımız olmamış mıdır ? Neden aşık olduğumuz zaman bir sonraki güne mutluluk dolu  uyanırız ? Aslında cevabı yine Elias Canetti’nin cümlesinde mevcut. Artık yeni, belki daha  önce gerçekleştirme mertebesine hiç erişemediğimiz bir amacımız, dileğimiz var. Bu  amaçlardır bizi hayata bağlayan, hayattan zevk almamızı sağlayan. Hani çok istediğiniz bir  şeyi elde ettikten sonra onun sizin için değeri eskisi gibi olmaz ya, elde edilmiştir o artık, ilgi  çekiciliğini yitirmiştir. İşte bu yüzden artık hayattan bir beklentisi kalmayan insan en düşmüş  insandır. Çünkü hayat amaçlar bütünüdür.     Hepimizin birçok hedefi birçok isteği var yaşadığımız ömür boyunca.. Bazılarımız  hayatlarının anlamını inandığı din doğrultusunda şekillendiriyor, Tanrı’ya ulaşmayı en büyük  amaçlarından biri haline getiriyor. Bu sırada inandığı tanrısına, tanrılarına dua ederek  isteklerini dile getiriyor. Elias’da en çok buna sitem ediyor sanırım. Şöyle diyor Elias:  “İnancım olsaydı bile, yine de dua edemezdim. Dua etmeyi hep Tanrıya yöneltilmiş en  utanmazca el uzatma, en iğrenç günah sayardım ve her dua için uzun bir kefaret süresi  öngörürdüm”(s21). Bu satırlarda adete kendi hissettiklerimi, düşündüklerimi buldum.  Bir  yandan Tanrı kavramını bu kadar yüceltirken öbür yandan da bu kadar el ayağa düşüren bir  zihniyeti anlamak benim için çok zor. İnsanlar tanrılarını her durum ve koşulda çağırıp,  açıklayabiliyorlar, adını çiğniyor, bedenini yutuyorlar. Daha sonra da tanrının bu dünyadaki  kavramlarla açıklanamayacak yücelikte bir varlık olduğunu söylüyorlar. Ayrıca her  sıkıştığında kendini tanrının kollarına atmak ne kadar etik ve mantıklı bunu da sorgulamak  gerek. Dua etmek, yinelemenin en etkin ve en tehlikeli biçimidir. Korunmanın tek çaresi,  rahiplerde ve Budistlerin dua değirmenlerinde olduğu gibi, duanın mekanikleşmesidir. Zaten  dünyamızın bütün imkanları kendini bu zavallı dua etme alışkanlığa yitirmiş olan tek bir  insana sunulsaydı bile, bu kişinin dualarını gerçekleştirmek ne yazık ki mümkün olmazdı.  Çünkü hayat bir amaçlar bütünüdür dediğim üzere, dileklerimiz ve tutkularımız asla bitip  tükenmeyecekti, bir dilek üzerine bir başkası onun üzerine bir diğeri....    Normal yaşantılarımızda da böyledir bu. Kendimizi bildiğimizden beri hep bir şeyin peşinden  koşmadık mı bu zamana kadar ? İstediklerimiz hiç bitip tükendi mi ? En çok istediğimiz şey  bile yerini başka bir isteğe bırakmadı mı elde edildikten sonra ? Çocukken yeni bir oyuncaktı  hayallerimizi süsleyen, daha sonra iyi bir üniversite, iyi bir iş ve mutlu bir evlilik belki... Ne  kadar inkar edilse de bunca çok şeyi istemek bir bakıma açgözlülük olarak nitelendirilebilir  mi? Benim fikrimce açgözlü demek de doğru değil burada, çünkü bu durum her ne kadar  bizim elimizdeymiş gibi görünse de aslında değildir. Şu soru sorulmalıdır asıl olarak : İntihar  eden bir insanın tutkuları, hayata yönelik beklentileri kalmış mıdır? Tutkularımızdan ve  isteklerimizden vazgeçmenin tek yolu var olmamaktan geçer. Özetlemek gerekirse biz var  oldukça isteklerimiz, isteklerimiz var oldukça da hayat meşgalemiz devam edecek. Önemli olan her sıkıştığımızda yüce olarak nitelendirdiğimiz bir varlığa sığınmak yerine bu isteklerin  kendi hayatımızı oluşturduğunu bilerek hareket edebilmek, doğru ve kendimiz için en güzel  olanı seçebilmek. Ancak çok da kafaya takmamak gerek, ne de olsa biz var olduğumuz  sürece bir hedeften bir diğerine atlayacağız. Doğukan Türkekul Akgün Bir Dan Brown Klasiği Daha: Cehennem Dan Brown’ı, Melekler ve Şeytanlar ve Da Vinci’nin Şifresi romanlarıyla tanıdım. Romanlarının tarzı gerçekten çok hoşuma gitmişti çünkü bulmaca çözmek üzerine kuruluydu, üstelik bu bulmacaları tarihin gizemli yönlerine bağlamıştı. Brown’un yazdığı son kitap olan Cehennem’i de okudum ve yine çok güzel bir kitap yazmış. Daha önce Dan Brown’un kitaplarını okuduğum için hemen hemen nasıl bir eserle karşılaşacağımı tahmin edebiliyordum. Romandan biraz bahsetmek gerekirse; bilim, tarih ve macera üçgeni içinde gerçekleşen olayların anlatıldığı klasik bir Dan Brown kitabı. Kitabın hazine avını andıran bir olay örgüsüne sahip olması bence bu kadar popüler olmasının en büyük sebebidir. Zaten bilimin ve maceranın bir arada geçme fikri, mühendislik okuyan bendenizi bir hayli etkiledi. Cehennem romanını Dan Brown’un romanlarından ayıran en önemli özelliğinin, hikâyenin okuyucuya bir karamsarlık yüklemesi olduğunu söyleyebilirim. Ancak yanlış anlaşılmasın, bu karamsarlık olay örgüsünden dolayı değil, kitapta verilen bilimsel verilerden dolayı ortaya çıkıyor. Kitaplarını, tarihi ve bilimsel verilerden yararlanarak yazan Brown yine öyle yapmış ancak bu sefer yararlandığı bilgiler diğer eserlerindekilerden biraz daha farklı. Çoğu kişinin bildiği gibi, dünya nüfusu artık gezegenimiz için çok fazla ve hâlâ popülasyon artışını kontrol edebilmek mümkün değil. İşte Brown bu problemi kitapta deyim yerindeyse adeta okuyucunun yüzüne çarpıyor. Aslında hepimizi etkileyecek fakat henüz çoğu kimsenin farkında olmadığı bu sorun, kitapta Dünya Sağlık Örgütünün verileri gibi bilimsel kanıtlarla desteklenerek işlenmiş. En fazla otuz yıl sonra yaşanacak büyük felaketin farkına varmamı tamamen Dan Brown sağladı diyebilirim. Kara Ölüm Dönemi ile ilgili verdiği bilgiler de karamsarlığınızın tuzu biberi oluyor. Üstelik bütün bu konuları olay örgüsü çerçevesinde işliyor. Roman analizi hakkında pek bir bilgim yok ancak Brown’un bilimsel verileri işleme şeklini gerçekten ustaca bulduğumu söylemek isterim. Kitabı okuduğunuz süre boyunca kendinize “O zaman biz neden yaşıyoruz ki?” diye sorabilirsiniz ancak bu yan etkiler gayet normal ve zamanla geçecektir. Ben kitabı deniz kenarında tatilin tadını çıkarırken okudum bu yüzden bu ağır konunun etkisi çok uzun sürmedi. Size de kitabı rahat bir zamanınızda okumanızı öneririm. Kitabın başkahramanından da ayrıca bahsetmek isterim. Simgebilimci bir profesör olan Robert Langdon, bir roman karakteri için bile fazla havalı kalıyor. Normal bir üniversite profesörüne göre bir hayli aksiyonlu hayat yaşayan Langdon’ı sevmemeniz için hiçbir sebep yok. Onlar kadar aksiyon yönünden kabiliyetli olmasa da Langdon bana; aynı zamanda bir tarih profesörü olan Indiana Jones’u veya gerçek mesleği doktorluk olan Cüneyt Arkın’ı anımsatıyor diyebilirim. Bu arada Dan Brown bu sefer olayları bizim ülkemize, İstanbul’a da getiriyor. Hatta Türk bir karakter de başkahramana yardımcı oluyor. Bu bölümlerde yazar, sahip olduğumuz kültür çeşitliliğinden bahsettikçe kültürümüzle ve tarihimizle bir kez daha gurur duydum. Aynı coğrafyada binlerce yıldır; dil, din, ırk ayrımı yapmadan birlikte yaşamış ve yaşıyor olmamız gerçekten dünyada ender görülebilecek durumlardan. Genellikle yurtdışında Türk olduğumu söylediğim zaman “vauv” tarzı cevaplar verirlerdi, bunu hakkımızda bir şey bilmedikleri ve öylesine söylediklerini düşünürdüm. Bu satırları yazarken fark ettim ki sebebi sahip olduğumuz zengin ve mistik kültürümüz. Dünyaca ünlü bir yazarın da bu durumun farkında olması ve kitabında bundan bahsetmesi güzeldi. Örnek olarak bir klasik müzik konserine girmek için sıra bekleyen insanları; türbanlı kadınlar, el ele tutuşan turistler ve smokinli adamlar olarak tasvir ediyor (499). Buna ek olarak kitabın başkahramanı Robert Langdon’ın, Ayasofya’yı övgüleriyle donattığı bölümler gerçekten çok hoşuma gitti. Romanda Ayasofya’dan, insanların din uğruna ne kadar büyük yapılar yapabileceğinin ve insanoğlunun bu büyük yapıtın içine girdiğinde egolarından arınıp Tanrı karşısında ufacık kaldığının kanıtı olarak bahsediliyor. Sahip olduğumuz bu muazzam yapıtın önemini bana tam anlamıyla öğrettiği için Dan Brown’a bir teşekkür borçluyum. Sonuç olarak Cehennem, Dan Brown’un önceki kitaplarını da okumuş biri için tatmin edici. Parantez içinde eklemek isterim ki bir Da Vinci’nin Şifresi değil ancak ondan sonra serinin en iyi ikinci kitabı denilebilir. Eğlenceli olmasının yanında, romanın verdiği bilgilerle ufkumu ve genel kültürümü geliştirdiğini düşünüyorum. Lafın kısası, kitap güzel ve herkesin okumasını öneririm. Kaynakça: Brown, Dan. Cehennem. Çev. Petek Demir ve İpek Demir. Basım. 4. İstanbul: Altın Kitaplar, 2013. Baskı. UMUDUN SINIRINDA Umut. Bu sözcüğü duyduğunuzda aklınıza ne geliyor? Sevgi? Beklenti? Pembe bir bulut? Karşılıksız inanç? Hiç aklında negatif bir şey canlanan oldu mu? Pek sanmıyorum. Hep güzel, insana mutluluk veren şeyler geliyor insanın aklına değil mi? E boşuna umudun bizi ayakta tuttuğunu söylemiyorlar… Peki her şey bundan ibaret mi? Umut sadece pozitif kavramları mı içerir? Bence tam tersine umut dünyanın en büyük zıtlıklarından, en büyük çelişkilerinden birini içerir. Umut etmek güzel şey haklısınız ama umut öyle ince bir çizgi barındırır ki içinde, bir tarafı sapsarı çiçekler bahçesi diğer bir tarafı alev alev yanıyor… Öyle dikkat edilmesi gereken bir çizgi ki bu, siz kendinizi sarı bahçelerin en güvenli yerinde zannederken sizi savurup alevlerin göbeğinde bir başına bırakıyor. Öyle tehlikeli ki, sağ yanağınıza çiçeklerin tatlı kokusu siniyorken sol yanağınızı ateş sarmış yanıyor. Kıpırdayamıyorsunuz sıkışmışsınız bu taban tabana zıt iki dünya arasında. Aynı Newton'un eylemsiz referans sisteminde zıt kuvvetlerin sağladığı stabilite ve uyum gibi umudun çizgisinin iki yanındaki zıtlık dengeyi sağlıyor ve siz arada sıkışıp kalıyorsunuz. Nasıl mı? Umut sizi dünyanın en güzel diyarlarında yaşatabilir, en ulaşılmazı ulaşılır, en imkansızı imkanlı, en yaşanılmazı yaşanır kılabilir ve böylece sizi hayata sıkı sıkıya bağlarken dünyanızı eşsiz hale dönüştürebilir. Buraya kadar her şey inanılmaz derecede toz pembe, çoook mutluyuz ama asıl bu mutluluk bizim başımıza yıkacak olan her şeyi. İşte çelişkinin asıl başladığı nokta tam da burası. Siz sıradan bir beklenti içindeyken sizi dünyanın zirvesine taşıyor ve bununla da kalmayıp sıradanlık seviyenizle oynuyor, sizi kandırıyor. Artık olmasını beklediğiniz iyi şeyden tatmin olmanızın zorlaşması bir yana kötü yönde olmasını beklediğiniz şey gerçekleşirse eskisinden çok daha katlanılmaz hale geliyor. Bunu biyolojide madde bağımlılıklarının nöronlar üzerindeki reseptörlere etkisine çok benzetiyorum ben. Madde bağımlılarının reseptörleri en başta herkes gibi dopamini (mutluluk hormonu) algılarken daha sonra maddeye bağımlılıkları artınca reseptörler dopamini tek başına algılayamaz hale geliyor ve o madde olmaksızın mutlu hissetmek bir yana dursun normal bile hissedemiyorlar. Yalnızca normal hissetmek için bile o maddeye ihtiyaç duyuyor kendilerini ona bağımlı kılıyorlar. Umut da aynen böyledir işte siz kendinizi umuda bağladıkça o sizi daha da yukarılara çıkarır ve bir zamanlar sizi sevindiren şeyler artık sizi tatmin etmemeye başlar üzen şeyler ise iyice dayanılmaz hale gelir. İmparatorlar Kulübü filmi de umudun insanı nasıl ayakta tuttuğu yönünden yaklaşıyor bu konuya. Bir öğretmenin haylaz bir öğrenciye olan bitmek tükenmez umudunu ve bu umudun onu nasıl ayakta tuttuğu anlatıyor. Hatta o öğrenciye olan umudundan başka bir öğrencinin hakkını yemesinin kendi vicdanına olan tek açıklamasını da umuda sığınarak buluyor. Bense umudun bu derece günlük hayata sonuç bağlayıcı keskin bir inanç oluşturan yapısının çok beklenmedik ve tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir etkisinin olduğu kanısındayım. Bunu karanlık bir atmosfer yaratıp asla umut etmeyin, umut sizi mutsuz eder demek için söylemiyorum. Yalnızca hayal kırıklığı yaşamamak için umutla gerçeklik arasında dengenin anlaşılması ve kurulması gerektiğini ancak bu şekilde sağlıklı bir oluşum sağlanabileceğini düşünüyorum. Umut, sınırları bilindikçe ve bilinçsizce kişi kendini kaptırmadığı sürece insanı teşvik edici bir konumda yer alır yalnızca tadında bırakılmazsa sonucu beklenmedik derecede üzücü ve yıpratıcı olabilir. Bu nedenle hayatın her anını umuda bağlamak bir süre sonra olumsuz sonuçlar doğurmaya başlar bunlarla karşılaşmamak için temkinli davranılmalıdır. Olağanüstü bir aydın İnsan öğrenen hayvandır, bilgi güçtür. Çok bilinen, gerek tecrübeyle gerek akılla tasdik edilmiş sözlerdir bunlar. Akıl insanlığı ileri taşımış, hayvanlardan kaçmak için mağaralara saklanan bizlere onları kafese koyup izleyecek gücü vermiştir. Peki bu akıl karşılığında neyi feda etmişizdir, pençeler ve kürkleri mi, yoksa daha fazlasını mı? Bilgelik acıtır, bize kafamızın içinde dönen her şeyin elektrik impulslarından oluştuğunu, en büyük zevkleri kafamıza verilen elektrikle alabileceğimizi söylediklerinde deliye dönmüştük, bazılarımız öfkeden, bazılarımızsa gerçekten... Akıl haddini bilmeliydi, duyguların alanına attığı el kesilmeliydi. Fakat kesilmedi, zira akıl var olduğu günden beri eli duyguların bağrında dolaşırdı. Bize öfkemizin yersiz olduğunu, bir anlık zevk için aylarımızı yakmamamızı emrederdi, bize bir şey çoksa onun değerli olmadığını anlatırdı. Elmayı yiyeli asırlar olmuştu zaten, yeni farkına varsak da. The Starry Night, Van Gogh, “https://en.wikipedia.org/wiki/The_Starry_Night” Akıl kalbin iplerini tamamen eline alsa ne olurdu? Hem de tam kalbin tüm zevklere doyduğuanda saldırırsa, kalp de aydın imgesine inanıp kendini aklının koynuna bıraksa ne olur? Akıl sevgili olamamıştır hiçbir zaman, o daima uzağa bakan ve anlamaya çalışan bir tek tabanca olagelmiştir. Anlamak da parçalamayı gerektirir, zerre zerre incelemeyi, verilen tüm değerleri kaldırıp “alıcı” gözüyle bakmayı gerektirir ve alıcı gözü sadece kandırılıp kandırılmadığıyla ilgilenir. “Ama” der içimdeki zayıf bir ses, “Bir insan sevgili olabilir, kandırılmak isteyebilir ve hatta aklın tüm ilkelerini çöpe atıp kendini sefalete ve ölüme sürükleyebilir.” Doğrudur, çünkü insan sadece akıl değildir, o iki karşıt imgesel varlığı tek yöne sürüklemek zorunda kalan komik bir halattır. O halde tekrar sormak gerekir, akıl kalbin iplerini tamamen eline alırsa ne olur? Acı çekilir, bunda şüphe yok. Pek soğuk, çoğu aşktan daha yakıcı, ipe sapa gelmez bir acı. Ama o kadar da canı yanmazdı halatın. Çünkü acı yarım olurdu, kavranırdı ama hissedelimezdi, çünkü akıl acıyı kavramaktan ötesine gidemez. İplerini o kadar güzel oynatamaz kalbin, kalp kendi dans etmelidir acıyı çekmek için. Zaten akıl hiçbir şeyi kendi olarak kabul edemez, özelliklerine ayırmaya çalışır. Kalpse yemeğin tadına bakar, güzel ya da çirkin der o kadar, tuzu isteyen her daim akıldır. Sorumuza geri dönelim, kalp nasıl kurtulacak aklın çengelle bağladığı iplerden, hele bu kadar uyuşmuşken. Doyurulamayan bir arzu, uğruna kıvranılacak bir istem; bu her şeyi eskiye çevirebilir. Peki ya kişi yakışıklı/güzel ve zengin biriyse, insanların uğruna kıvrandığı her şey onun için hazır bekliyorsa? Belki de bir yarışma kalbi alevlendirebilir, kalbe dans etmeyi yeniden öğretebilir. Lakin kalbin arzusu yoktur o anda, uğruna yarışacak bir şeyi yoktur. O anda insanın yapabileceği tek dans, aklın her kurala uygun, hesapta olmayan hareketlerden pek uzak ve karşıdakini ezmeye uğraşan dansıdır. Peki bir tesadüf meydana gelemez mi? Aklın dansı tesadüfi bir şekilde kalbin dansına sebep olacak bir olayı başlatamaz mı? Başlatır diyor Stephen Zweig, “Olağanüstü gece” isimli romanında. Başlayınca ne olur peki, yıllarca maskelerin ardında gizlenmiş kalp nasıl bir hale düşer? Aklın gücü kalmamıştır artık ona söz geçirmeye, kalpse yüzyıllardır dinlenmekten kaynaklanan bir enerjiyle doludur. Aklın hüküm sürdüğü ortamlardan kaçacaktır elbette, aristokrasi ve burjuva çevresinden kaçacak, cahillik ve sefaletten kaynaklanan neredeyse bakire kalplerin olduğu halka koşacaktır. Onlara sürtmeyi, onların arasında kaybolmayı, onlarla bir olmayı deneyecektir. Peki başarabilecek midir? Yıllardır aklın verdiği azıcık tayınla yaşamıştır, bu kadar saflığı kaldırıp tekrardan insan olabilecek midir? “Başarır.” diyor Stephen Zweig, Olağanüstü Gece isimli romanında. Zeynep Nur Öztürk 21501472 “Yay Namımı” “Şşt! Pisi pisi, ne yapıyorsun? Aynı bende, koşuşturup duruyorum. Masaj yapayım mı sana? Hadi gel de azıcık kulunçlarını ovayım. Hoşuna gitti değil mi? Seni gidi seni... Bak ben hep okuldayım, yay namımı arkadaşlarına da onlarda gelsinler masaj yaptırsın. Hadi benim derse gitmem lazım. Yine gelirim ben, görüşürüz.” gibi benzer diyalogları sık sık kuruyorum kedilerle. Daha doğrusu başkaları bunu kendi kendime konuşma olarak da yorumlayabilir ama ben mutlu oluyorum. Ya da “Sen orda ne yapıyorsun? Tipe bak, güzel sesi varmış da tatlı tatlı ötermiş. Dikkat et kedilere tamam mı? Hiç acımaz, yerde gördü mü geçiriverir pençesini benden uyarması.” gibi konuşmalar da yapabiliyorum. Sözler anlaşılmasa dahi seslerin frekansının canlıları etkilediğine inanıyorum. Bazen çiçek açmış bir ağaca güzel olduğunu söylüyorum, bazen saklıyorum birer parçalarını en sevdiğim kitaplar arasında. Ama en önemlisi güzel sözler söylemeye çalışıyorum her canlıya. Kedi, İstanbul. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 23 Ocak 2017. Aşkın Gözyaşları kitabındaki Yunus Emre gibi çiçeklere soramasak da dertlerini, anlayamasak da konuşmalarımızı tatlı sözün hem konuşana hem dinleyene etkisi aynıdır. Ben ne sinirliyken etrafına ateş saçanların bundan fayda gördüğünü gördüm ne de hak etse dahi kötü söze mahkum olanların mutlu olduğunu. Hayvanlardan, bitkilerden çok insanlar hak ediyor bir çift güzel sözü aslında. Bir kaktüs dahi kötü sözden etkilenip çürüyebiliyorsa, bir kedi ses tonundan hissedebiliyorsa sevgiyi, insan çok daha fazla etkilenir. Çünkü insan ne geçmişte yaşadığını unutur, ne de geleceğini düşünmeden yaşar. Her söz tesir eder bünyesine. Unuttuğunu, görmezlikten geldiğini düşünse bile bir yerlerde yeniden karşısına çıkmak üzere bekler söylenilen sözler. O yüzden hak eder hep güzel sözleri, sevildiğini bilmeyi. Hem sevgi çoğalır da. Paylaştıkça artar, arttıkça başkalarıyla da paylaşmak ister insan.Bilkent’te Bahar, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 31 Mart 2017. Hem insanlarda güzelliği hissetmek için frekanstan öte şeyler de var: anlamak, anlaşılmak. Mesela çok ilginçtir, “Seni seviyorum” bütün dillerde aynı frekanstaymış. Aslında düşününce mantıklı. Seviyorum kelimesi ağızdan değil kalpten çıkar çünkü. Kalpten olmayanlarda da anlaşılır zaten. Konuşmaktan daha çok sevgiyi hissettirmek önemli olan. Ailemize, arkadaşlarımıza, dostlarımıza, çalışan insanlara... Yolda kıvıra kıvıra, kibirli kibirli yürüyen kediye, sabahları gagasıyla cama tıklayıp yemek isteyen kuşa... Havanın güzelliğini fark edip bizlerle olmak isteyen çiçeklere, üzerine oturduğumuz çimlere, güzel sözler söyleyebiliriz. Onların varlığının bizler için önemli olduğunu bilip onlara hissettirebiliriz. Bunları yaparız ama hayvanlar ve bitkiler sadece bunu hissederler. Ama insan öyle değil. İnsanlar dilleri sayesinde birbirlerini anlar da. Mesela yolda giderken “Kolay gelsin” sözü bir çok insanı mutlu edebilir. Ya da “İyi ki varsın” sözü seni seviyorumun yerini tutabilir. Peki ya küfürler, hakaretler, imalar? Bunlar etkilemez mi insanı? Nasıl ki sevginin frekansı varsa hakaret seslerinin de frekansları var. Ancak bu frekanslar ne yazık ki kalbi çok kötü etkiliyor. Ülkenin bir çoğunun komedi diye sevdiği içinde hakaretten başka hiç bir şey bulunmadığı halde izletilen bazı filmler, toplumu etkilemezmiş gibi görünse de çok kötü şekilde etkiliyor. Benim duymaya tahammül edemediğim sözler çok rahat bir şekilde ağızlardan çıkıp birilerini hedefliyor. Ve hedeflenen canlı ister bitki olsun, ister hayvan olsun, isterse insan olsun; tamamıyla güzel söz hak edenlerin kalbine saplanıyor. Sevgiyi hissetmek isteyen kalpler hakarete maruz kalıyor. Bazen bir kedi yemeğini yanlış yerde aradığı için, bazen bir taş yanlış yerde olması münasebetiyle, bazen bir bitki dikenli yaratıldığı için hakarete maruz kalabiliyor. En kötüsü de bazen bir insan kilolu olduğu için, bazen aynı tip insanların koyduğu güzellik standartlarını sağlamadığı için, bazen ise işini yanlış insanlarla beraber yaptığı için kalbi kötü frekanslarla muhatap oluyor. Sevmenin nefretten daha kolay olduğu bu dünyada, nefretin yerinin büyük olması ne kadar acı bir gerçek. Sevginin hakaretten daha çok hak edildiğinin farkına varıldığı bir dünyaya uyanmak dileğiyle... Kaynakça Yağmur, Sinan. Aşkın Gözyaşları 5 Yunus Emre. İstanbul: Kapı Yayınları, 2015. Baskı. Şule Ebru AYAZ BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ Yirmi birinci yüzyılın yalnızlığına kıyaslanmasa da Bir Çöküşün Öyküsünde büyük bir yalnızlık anlatılmakta. Biraz kıskançlık, biraz kin en çok da toplum yaşantısının bireye empoze ettiği korkular; beğenilmeme ve takdir görmeme korkusu, dışlanma ve yalnız kalma korkusu. Yalnızlık uzun sürelerdir istenilmeyen bir durum olarak görülüyor. Bunun sebebi felsefi konulara mı değinir yoksa basitçe ‘hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa’ atasözümüzden mi yola çıkılmıştır bilmem. Ben burada bir parça Stefan Zweig’in öyküsünden, bir parça da kendimden yola çıkarak bir yazı yazmaya çalışacağım. Madame de Prie kendini Fransa sarayının yeri doldurulamaz bir parçası olduğuna inanır fakat hiç de öyle değildir. Kısa sürmesini umduğu ve bu kısa sürede sarayın onun değerini anlayacağını düşündüğü sürgünü intiharına ve ölümüne sebep olur. Sürgün günlerinde yalnızlığın sessizliğini inanılmaz sinir bozucu olduğunun ve her zaman hatırlanmak istediğinin farkına varır. Bu yüzden kusursuz bir intihar planı yapar. Planı sona yaklaştıkça içindeki tereddütleri ve yaşama isteği artar ama o kararını vermiştir herkes onun ölümünü konuşacaktır. Bu yüzden ölmeye kesin kararlıdır. Madame de Prie tamamen korkularının, kıskançlıklarının esiridir bana göre. Geri almaya çalıştığı hayatı sadece başka insanların odağı olmak hatta başka insanlar için yaşamaktır. Kim olduğunu bilmeden kendi yalnızlığıyla barışamadan ölüp gitmiştir zavallı. Yalnızlıkla barışmak olduğun kişiyle gurur duymakla ilgili. Bence bu da demek oluyor ki Madame de Prie kendinden hiç de hoşnut olmayan bir kimseymiş. Kendi yalnızlığımı tanımanın başka her şeyden farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü yalnızlığımı tanıdığım anda hiçbir şeyin kendimle gurur duymama engel olmayacağını biliyorum. Şöyle anlatayım: insan bir birey olarak topluma gerekli olduğu kadar bir yalnızlık olarak da kendine gerekli. Arkadaşlarla konuşurken, işte bilgisayar başındayken, trafikte araba sürerken yalnızlığımızdan uzağız. Uyumadan önce veya sabah ilk uyandığında telefona bakmadan veya radyoyu açmadan kendine ayırdığın bir saatte kafandakileri masaya döküp düzenleyebilirsin. Senin sevdiğin şeyleri bulabilirsin gül mü seversin orkide mi? Yoksa ekşi elma mı tatlı elma mı? Bu basit sorular hayatın küçük detayları. Küçük detayları elimden kaçırdığım anda robot gibi hissediyorum. Uyan, yemek ye, okula git, eve gel, ödev yap, uyu, uyan, yemek ye… Uyanmaktan zevk almak, yemek yemekten, okula gitmekten yani günlük akıştan zevk almak bu küçük detayları bilmekten dolayısıyla kendi yalnızlığını bilmekten geçiyor. Başka bir konu ise yalnızlığını bilen insanın toplum hayatında kendine güveninin de arttığını düşünüyorum. Çünkü yalnızlığını bilen insan yalnız kalma korkusu içinde değildir, kendini beğendirme veya takdir görme endişesi yoktur. Kim olduğunu, ne olduğunu, hangi konularda başarılı, hangi konularda eksik olduğunu bilir ona göre davranır. Ben mesela asla matematik olimpiyatlarında sorulan sorulardan birini çözeceğimi iddia etmem. Çözmeye çalışsam da matematiğin benim kanayan yaram olduğunu bilirim, bu yüzden böyle bir iddiaya tereddütle yaklaşırım. İnsanın kendi yalnızlığıyla toplumda yalnız kalmak arasında dağlar kadar fark var. Yirmi birinci yüzyıl yalnızlığından bahsedersek eğer bireyler kendilerini toplumdan, toplumu da kendilerinden dışlamış gibi bir durum oraya çıkıyor. İletişime açık olmayan, içine kapanık bireyler hem toplumdan hem kendilerinden uzaklaşıyorlar. Bunu yalnızlık olarak adlandırmanın içimizdeki yalnızlığa haksızlık olacağını düşünüyorum çünkü bence bu yalnızlık değil yabanileşmedir. Bu yabanileşmenin önüne de yine kendi yalnızlığımızı tanımakla geçilebileceğini düşünüyorum. Demek istediğim odur ki yalnızlık firar edilmesi gereken bir durum değildir bence. Tabii ki yalnız taş duvar olmaz ama bir bütün olmak için yalnızlığa ihtiyacımız var. Yeşim ŞAHİN 21301212 Yaşı Küçük Ruhu Büyük Adam "Büyük bir hastalık geçirmeyenler her şeyi anladıklarını iddia edemezler..." Romanın en can alıcı cümlesi buydu benim için. Nedendir diye sorarsanız bilmem,belki zamanında benzer şeyleri yaşadığımdan belki de yazar çok iyi tasvir ettiğinden ama doğruluğu konusunda en ufak bir şüphem yok. Ciddi hastalıklar insanı değiştirir hele bir de çocuksanız yaşadıklarınızı unutmanız pek de mümkün olmaz. Çok çabuk büyürsünüz etrafınızda olup bitenlere daha farklı bir şekilde bakmaya başlarsınız yani bir nevi küçük yaşlarda zamanınızın çoğunu o yerde geçirdiyseniz isterseniz beş yaşında olun elli yaşında gibi hisseder öyle davranırsınız. Hep bir yanınız buruk kalır,en ufak bir şeyde,en olmadık zamanlarda aklınıza o anılar gelir;hastanedeki anılar.. Bazen sadece o yerin ismi bile moralinizi bozmak için yeterli olur,tekrar oraya dönmenin düşüncesi sizi anlamadığınız bir şekilde korkutur. Duvarlar,oraya özgü koku,çığlıklar,acıyan bakışlar,çaresizlik hissi,neler olacağını bilmemenin verdiği kaygı... En zoruysa anne veya babanızın gücün,yıkılmazlığın timsali olarak gördüğünüz insanların sizden gizlice ağladığını görmektir,çok küçüksüzünüzdür fakat sırf onlar daha fazla üzülmesin diye korkularınızı,düşüncelerinizi kendinize saklamayı öğrenirsiniz. Romanın baş kahramanından (ismi hiç bir şekilde geçmiyor) biraz da bunu öğreniyoruz aslında. On beş yaşında,küçüklüğünden beri çok ciddi bir hastalıkla mücadele eden,bunun sonucunda da biraz içine kapanmış birazsa hayalperest bir genç. Kitabı okurken bazı yerlerde onda kendimi görmüş gibi oldum desem yalan söylemiş olmam. Hasta ve hastalık psikolojisi pek öyle kolay anlaşılabilir bir şey değildir ama Peyami Safa dili çok iyi kullanarak (her ne kadar yaşadığı döneme ait anlaşılması zor kelimeler yer alıyor olsa da) ve psikolojik tahlillerde bir hayli ger- çeklik yaratarak size bunu çok güzel hissettiriyor. Özellikle gencin ruh halini öyle etkileyici tasvir etmiş ki o an neler hissettiğini,nasıl bir acı içerisinde olduğunu sanki kendi acınızmış gibi hissediyorsunuz. Sevdiği kızla yaşadığı küçük heyecanlarla mutlu oluyor,sezdiği en ufak bir durumda onun gibi meraklanıyor,duyduğu minicik bir sözle sanki o söz size söylenmiş gibi alınıyorsunuz. Bazen tek bir gülüşle ne kadar mutlu olabildiğini görüyor bazense yaşından büyük laflar ediyor,akla gelmeyecek şekilde olgun davranıyor ki hayretler içerisinde kalıyorsunuz. Bir uzvunu kaybetmekle karşı karşıya kaldığında yaşadığı derin hüznü,dehşet ve-rici paniği,kaldığı dokuzuncu hariciye koğuşundaki atmosfer,kapalı duvarlar,beyaz giymiş insanlar ve sevdiği kızın yanında olmaması sebebiyle yaşadığı büyük buhranı hatta akli dengesini kaybetmek üzere olduğu anları deyim yerindeyse iliklerinize kadar hissediyor bazen gözyaşlarınıza hakim olamıyorsunuz. Aşkı,acıyı,ızdırabı ve mutluluğu bedenen genç fakat ruhen yaşlı bir gencin gözünden görmek insanın kendi kendini sorgulamasına aslında önemli olarak gör-düğü şeylerin sağlık gibi ciddiyeti yüksek bir konunun yanında ne denli basit kaldığını görmesine sebep oluyor."Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat,itiyadın verdiği hissizlikle,sağlamların şuurundan kaçıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu ben görüyorum çünkü benden uzak." diyor yazar etrafındaki normal insanları gördükçe ya da "Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.".Okudukça farkına varıyoruz paramız olmasa da aslında ne kadar zengin olduğumuzun. İnsanın sağlığı yerindeyse geri kalan her şeyin bir şekilde yoluna girebileceğini canımızı öyle her şeye pek de sıkmamamız gerektiğini öğreniyoruz. Öğreniyoruz diyorum ama sanırım hiç kimse başından böyle bir hadise geçmedikçe tam olarak anlayamaz elindekilerin kıymetini,zaten örneği nerde,ne zaman görülmüş ki? Sonuç olarak bu romanın klasikler arasında yer almayı sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum.Okurken çok fazla eski kelime ile karşılaşıyorsunuz fakat metnin gidişatından anlam çıkarmak o kadar zor değil.Sayfa sayısı da fazla olmadığı için rahat bir şekilde sıkılmadan okunabilir.Bitirdikten sonra kitaplığımın baş köşelerinden birine yerleştirdim ve ne zaman küçük dertlerim olsa birazcık ders almak için açıp okuyacağım.Teşekkürler Peyami Safa, teşekkürler isimsiz genç... BABA ÖZLEMİ Geçenlerde bir arkadaşımın elinde görmüştüm Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanını. Merakla göz gezdirdiğimde bir anda kendimi kitabı okurken buldum. Deyim yerindeyse bir solukta kitabı bitirdim. Kitabı okurken babamla yaşadığım hatıralar hafızamda canlanmaya başladı. Babamla yaşadığım anıları unutmak ne mümkün. Onunla birlikte geçirmiş olduğum zamanlar benim için çok değerliydi. Benim için baba her şey demekti. Oysa bir çok insan bu duyguyu yaşayamıyor. Bazı insanlarsa bu duyguyu yaşamaya fırsat bulamıyor. Baba bir özlemdir. Bu duyguyu yaşamak sonsuzluğa kanat çırpmak gibi bir şey. Nasıl ki bir şey varken onun kıymetinin anlaşılamaması gibi babanın varlığı da varlığında anlaşılamayan bir olgu. 16. asır düşünürü, Giordano Bruno’nun ifade ettiği gibi “İki şey değeri kaybedilince anlaşılır. Birisi anne diğeriyse babadır.”1 Her gün yolunun gözlendiği, akşam eve gelirken acaba çikolatamı aldı mı düşüncesiyle heyacanla beklenilen kutsal bir varlık baba. Onun bana daima şefkat ve sevgi ile yaklaşmasını hiç unutamam. Canının sıkkın olduğu zamanlarda bile. Zaten onu kutsal yapan da bu özellikler değil mi? Yazın şehirden köye giderdik. Az da olsa köyde arazilerimiz vardı. Babam şehirde yaşasa da köyden hiç kopmamıştı. Yazları yıllık iznini köyde geçirir ve ailemize ayrıca ek gelir sağlardı. Tabi o köy hayatını çok iyi bilirdi. Biz ise şehirdeki yoğunluktan ve aşırı gürültüden uzak kalmanın hazzını yaşamaya çalışırdık. Köydeki hayat her ne kadar tekdüze gibi görünse de esasında çok hareketli. Düşünüyorumda babamın sabahın erken saatlerinde kalkıp sobaya odun atarak tutuşturması, oda ısınınca da radyoyu açarak türkülerle bizleri uyandırması yok mu? Kendimden geçerim adeta hatırladıkça. Odanın sıcaklığından daha ziyade babamın o tatlı ses tonuyla “hadi kalkın bakalım öğle olmak üzere herkes işine gücüne gitti” deyişindeki sıcaklığın yüreğimi ısıtması bana ayrı bir güven verirdi. Alelacele yapılan kahvaltı sonrası birlikte çalışmaya giderdik. Sabahın erken saatlerindeki uyku mahmurluğundan olsa gerek, 1 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ertan-acar/iki-seyler-1301906/ benim işi ağırdan almamı babam normal karşılardı. Fakat babam sabahın erken saatlerinde çalışmanın bereketinden bahseder, beni motive etmeye çalışırdı. Tam olarak işleri beceremiyor olsam da babam bunu fark eder yanıma gelir ve işin püf noktalarını bana öğretirdi. Ben yine dediklerini tam olarak beceremesem de o bıkmadan usanmadan bana işi öğretmeye devam ederdi. Bana öylesine şefkatle yaklaşırdı ki babasız bir hayat düşünemiyorum derdim hep kendime. Babam benim gözümde her şeyi en iyi bilen kutsal bir bilgeydi. En küçük sorulara bile önemseyerek cevap verirdi. Yaz aylarının en sıcak günlerinden birinde buğdayı patosa vurduk. Babam, harmanın etrafına azda olsa saçılmış olan buğday tanelerini görünce bana “gel bakalım oğlum şimdi en önemli işi yapacağız. Bu işi bana babam öğretmiş ve tavsiyede bulunmuştu. Şimdi de ben sana babamın bu tavsiyesini aktaracağım. Oğlum bak etrafa saçılmış olan buğday danelerini görüyorsun değil mi? İşte onlar varya bizim için çok önemli. Şimdi birer birer onları toplayacağız” dedi. Ben önce çok şaşırdım. “Babacığım bunlara ihtiyacımız yok ki. Hem hepsini toplasak bile bir avuç belki ancak olacak” dedim. Babam tatlı bir tebessümle ama sıcacık ses tonuyla “evet belki dediğin gibi bir avuç ancak olacak ama şunu unutma bereketin hangi danede olduğunu bilmiyoruz. Belki o topladığımız bir avuç danenin içindedir kim bilir” dedi. Ben şok olmuştum. Meseleye hiç de öyle bakmamıştım. Ama babam öyle bir noktaya parmak basmıştı ki beni can evimdem vurmuştu. Babamın yıllar önce yaşadığı yokluğun ve yoksulluğun vermiş olduğu sıkıntılardan dolayı, köyde bazı insanların hayatlarını kaybettiklerini ifade etmesi ise beni çok etkilemişti. Geçmiş zamanlar bir yana günümüz dünyasında açlıktan ölümlerin yaşandığını hatırlayınca babamın ne kadar haklı olduğunu daha iyi anladım. Çünkü şehirde insanların hiç önemsemeden çöplere attıkları ekmekler, döktükleri yemekler vs. gözümün önünden bir sinema şeridi gibi geçti. Ya babamın ifade ettiği bereket çöplere atılan o ekmek parçasındaysa? Şehre dönünce okulda arkadaşlarımla bu konuyu paylaşıp, sosyal sorumluluk projeleri hazırlamayı düşündüm. Evet babamla geçirdiğim vakitleri şimdi çok arıyorum. Zira onun her söylediği benim için ayrı bir öğretiydi. Şimdi farklı şehirlerde yaşasak da yaşça büyümüş olsam da o hala benim için her şeyi bilen bir öğretmen, ben ise onun gözünde hala küçük bir çocuğum. Hep sahip çıkılmaya ihtiyacım varmış gibi hareket ediyor. Her gün telefon eder, bir ihtiyacımın olup olmadığını sorar. Ben ise ne zaman sıkışsam onu hep yanımda hissederim. Küçüklüğümde yaşadığımız ve birlikte yaptığımız işler bana hep yol gösterdi. Telefonda devamlı görüşmekteyiz ama benim için babam telefondan çok daha yakın. Zira onu hep içimde hissediyorum. O beni hep destekliyor, yol gösteriyor, uyarıyor, her zaman beni kolluyor ve koruyor. Düşünüyorumda belli bir yaşa gelmeme rağmen kararlarımı artık kendim alabilecekken babamsız bir hayat düşünmek istemiyorum. Ve babamı çok özlüyorum... RÜŞTÜ MESUT ESER KAYBETTİĞiMİZ MASUMİYET Küçüklüğümle ilgili olarak hatırladığım ilk şey oyun arkadaşlarımdı. Hemen hepsiyle oyun oynarken çok kolay bir şekilde tanışırdım, adlarını öğrenmem onları tanımam için yeterdi, keyiflerinin nasıl olduğunu zaten gözlerinden anlardım... O zamanlar hiç tahmin edemezdim büyüyünce arkadaşlarımın arasından katillerin, hırsızların, hakka ve halka düşman canavarların çıkabileceğini... Bize hep iyi şeylerden bahsederlerdi anne ve babalarımız; ve ben de benim arkadaşlarımın hepsinin iyi birer anne ve baba olacağını düşünürdüm. Kocaman birer yanılgıymış benim çocukluk hayallerim. Zaman bizi parça parça çürütmüş meğer ya da biz bu adaletsiz dünyada çürüyüp canavar olmayı tercih etmişiz. Oysa benim arkadaşlarım değildi Hiroşima’yı bombalayan. Benim arkadaşlarım olamazdı çocukları annesiz, anneleri çocuksuz bırakan. Benim arkadaşlarım değildi 17 yaşındaki çocuğu idam eden. Benim arkadaşlarım asla petrol için, çıkar için Irak’ta milyonlarca insanı öldüremezlerdi. Hiçbiri din adına, ırk adına değil birini öldürmek, tokat bile atamazlardı… Onlar hiçbir hayvana eziyet etmezlerdi; kuşlara, kedilere, köpeklere kısacası cümle yaratılmış mahlukata bir gözle bakarlardı. Onların arasından bencil çıkarları uğruna doğaya zarar veren, ormanları yok eden canavarlar çıkamazdı. Onlar hep masumdular, masumiyetten başka bir değer taşımadılar. Ama kötülük dünyanın masasında vardı... Kötü adamların kimine terörist deniyordu, kimine politikacı... Kirlettiler masumiyetimizi, çaldılar elimizden çocukluk hayallerimizi. Halbuki aramızda daha hayal kurmaya yetecek yaşa erişememiş olanlar vardı. Sonunda ne oyun arkadaşlarımın tebessümü kaldı ne de mutlu bir gelecek birlikte kurmak istediğimiz... Yaşımız ilerledikçe biz de bir parçası olduk bu alçak zulmün, göz yumduk olan bitene... Ara sıra aramızdan Hitler’i selamlamayan asil ruhlu Alman vatandaşı gibi delikanlılar da çıkmadı değil ama bu yangını söndürebilecek kadar güçlü üflemeye yetmiyordu ciğerimiz. Soluğumuz tükenmişti... Takatimiz kesilmişti… Her şeye rağmen bir ses “bize olma onlar gibi” dese de 3 günlük çıkarlarımız için, var olma kaygısıyla sessiz kaldık olup biten bu zulme. Sanki her şey bir Yeni Türkü şarkısında söylendiği gibiydi. “Biz büyümüştük ve kirlenmişti dünya...” Şimdi dünyanın her yerinde gülmeyen gözler, ağlayan insanlar, canlı bombalar, terör ve talan, açlık, yokluk ve yoksulluk bir de ayrımcılık; din ayrımı, dil ayrımı ve ırk ayrımı… Oysa bunları görmeden, tanık olmadan, acısını duymadan büyümeliydi çocuklar. Nazım Hikmet’in şiirinde söylediği gibi olsaydı keşke… “Çocuklar ölmesin/ şeker de yiyebilsinler” Hep soruyorum kendime bu zulmü yapan zalimler de bir zamanlar çocuktular nasıl bu hale gelebildiler diye. Acaba dünyanın kendisi mi bozuk, yoksa biz mi kötü yaratıldık? Şeytan kimdir? Bu kadar acıya sebep olan varken günahkar aramak, şeytana lanet etmek ne kadar doğru? Bunca acıya sebep olan insanlık nasıl kendini medeni olarak tanımlayabilir? Galiba biz de alışıyoruz git gide bu eziyete. Aç insanları, yaralı insanları, yoksul insanları görmek sıradanlaşıyor bu günlerde. En kötüsü de bizim çocuklarımız da bizim gibi olmaya başladı. Cümle kokuşmuşluk karşısında kayıtsız kalmayı öğreniyorlar. Bana hep mantıksız gelmişti: edebiyat, resim, müzik, sinema, tiyatro gibi birbirinden güzel sanat dallarının olduğu; fizik,kimya, biyoloji, tıp, iktisat gibi insanı iyiye mükemmele ulaştırmaya çalışan bilim dallarının olduğu bu dünyada medeni insanın bu denli katı zulümle karşılaşması, kendi türüne ve doğaya karşı bu denli gaddar olması... Ama yaşadığımız asırda yukarda saydığım güzellikler evrensel değerler olmalarına rağmen savaş, şiddet, aşağılama gibi kokuşmuşluklar da bir o kadar evrensel oldu, kabul gördü. İnsanının içindeki canavar da yok olması gerekirken, yok olan insanın içinde taşıdığı masumiyet oldu. Galiba daha pek çok nesil de bizim gibi bu dünyanın adaletsizliğinin acısını çekecek. Olması gerekene duyduğumuz özlem de bize olduğu gibi daha onlarca nesle miras kalacak… Bütün çocuklar Yokluk bilmesinler Et, şeker, süt bulsunlar Giyimli, tok ve rahat Gitsinler okullara Sınıflarını geçsinler. Büyükler biraz daha yorulsun Onlar da büyüsünler Onlar da mesut olsunlar Geçti, kaç savaş ezikliği Çocukları düşünsünler Çocuklar iyi gün görsünler. Behçet Necatigil- Dünya Çocuk Yılında-1 Oğuzhan Ünal 21501165 ANNE ELİ DEĞMİŞ GİBİ Şu hayatta sizin için en özel olan insan kimdir diye sorulduğunda, birçok insanın “annem” cevabını vereceğini tahmin ediyorum. Dünyanın her yerinde, evrenin her döneminde geçerliliği olan yegâne makamdır galiba annelik. Bunun üzerine pek çok söylenmiş söz, yazılmış kitap olsa da Tahar Ben Jelloun “Annem Hakkında” kitabının üzerinden ben de kendi sözlerimi söylemek istiyorum. Çünkü annem hakkındaki hislerimi ben de yazıya dökerken fark edeceğim. Bu kitapta ölümün soğukluğu yüzüne vuran bir annenin, tüm anılarıyla oğlunun gözünde yeniden dirilişine tanıklık ediyorsunuz. Kendi hayatınızdan bulabileceğiniz bir sürü ortak duyguyu barındıran bu akıcı kitabı zevkle okuduğumu söyleyebilirim. İnsanoğlu bu hayatta dostları, akrabaları olan sosyal bir varlık. Bu sosyal çevrede kendini ait hissedebileceği tek yer ise kendi ailesi. Büyüyüp kendi ayakları üzerinde duruyor olsa bile aile bir insanın hep geri dönebileceği, parçası hissedebileceği kocaman bir liman. Çocukluğum boyunca ailem benim için hep bu kadar özel ve bu kadar korunaklıydı. Bütün aile bireyleri ayrı ayrı çok özeldir ancak annem hep çok farklı bir yerde oldu benim için. Şimdi düşünüyorum da annemi hiç başka bir insan gibi görmezdim. Sanki benim başka bedende yaşayan bir parçam gibiydi. Düşünce yapımı, zevklerimi, karakterimi o inşa etmişti ve benim önümde duran geleceğimdi. Annemin yaptığı her yemek hep daha güzeldi mesela. Elinin değdiği her şey daha güzeldi. Tabii ki çocukların sınırsız hayal gücünde, her çocuk için annesi çok özeldir. Benim için de annem, iyi ki benim annem olan kadındı. Geçmiş zaman kipimin sebebi ise artık öyle olmayışı, daha doğrusu olamayışı. O sosyal varlık olan insanoğlunun, aslında tek başına gelip tek başına gidiyor olduğunu fark ettiğimden beri, kimse benim için bu anlamları taşımıyor. Hala benim için en özel insan annem olsa da artık fark ediyorum ki o ve ben faklı bireyleriz, farklı hayatlarız ve en çok sevdiğimiz insan öncelikle kendimiz. Artık kendimi ait hissettiğim yer annemin ve ya babamın yanı değil. Onları ziyarete gittiğimde kendimi sadece bir misafir gibi hissediyorum. Yüzsüz bir misafir. Dilediği gibi yiyip, dilediği kadar kalabilse de bir süre sonra gitmesi gereken bir misafir. Annem hala benim hayatımda gözlerimi doldurabilecek kadar önemli bir yerde. İçimde hala onu dünyalar kadar seven kız çocuğu yaşasa da, hayatın bize kattığı bencillik, gurur ve tahammülsüzlük engel oluyor koşup sarılmamıza. Anneme olan kırgınlığım belki yalnızlığımı hazmedemeyişimden kaynaklanıyor. Beni eskisi gibi sahiplenmeyişine kızıyorum içten içe. Hiçbir sevginin, hiçbir bağlılığın küçüklüğümdeki masumiyetinde olmayacağını fark etmiş ancak kabullenemiyor gibiyim. Anneme içten içe kırgınlığımın sebebi artık onu çocukken gördüğüm yerde olmayışı. Hâlbuki hayatın bazı gerçeklerini fark ettim sadece. İnsanoğlunun yapayalnızlığı yıllar geçtikçe elle tutulur bir gerçeğe dönüşürken benim annemin yapabileceği ne olabilir ki? Yitirilen o çocuk masumiyetini tekrar kazanamasak da, annemize gönlümüzce koşamasak da, hala adımlar atabilmeli insan. Bu kez yalnızlığını bilerek gitmeli ama illaki gitmeli o dünyadaki en özel insana. Anlıyorum ki birini çok sevmek ve birinin sevgisine bağımlı olmak farklı şeylermiş. İnsan çok sevmekten asla çekinmemeli ama birine bağımlı olmaktan çekinmeli. Bu kişi anneniz de olsa ona bağımlı olduğunuz da kendi özgürlüğüne bir engel gibi algılayabilir sizi. Dokuz ay beni karnında taşımış, benim için sayısız fedakârlıkta bulunan annemin, bu hayattaki en yakınım olmaktan başka bir seçeneği yok elbette. Ancak onun benim bir parçam olduğu düşüncesinin bir çocukluk yanılgısı olduğunun farkındayım artık. Ahmet Furkan Bıyık Hissiz Hisler İnsan benliğinin en temel parçalarından biri olan hissetmek, fiziksel ve biyolojik bir kavram olduğu kadar soyut da bir kavram aynı zamanda. Sıcağı hissederiz mesela, bu oldukça fiziksel olan olguyu anlamak, sıcağın sıcak olduğunu bilmek tamamen soyut bir olaydır. Diğer hisler içinde geçerlidir bu durum ve insan sadece ve sadece kendisinin anlayabilir duygularını. Hiçbir zaman, içimizde yaşadığımız duyguyu bir başkasına tam olarak anlatamayız, hatta kendimize bile ne hissettiğimizi betimleyemeyiz. Duygular sadece yaşanır, dahası yoktur. Peki, insan benliğinin en temel parçası hislerini kaybederse ne olur. İşte o zaman insan ruhunu, insanı insan yapan şeyi kaybeder. Yemek yiyip, nefes alıp, konuşsa bile yani bedeni yaşasa bile içi ölmüştür. Bedeni ve ruhu arasındaki bu çelişkiden ötürü artık hayatı yaşamak yerine yaşıyormuş gibi yapacaktır. Duygular olmadan hayat asla yaşanamaz, yaşanana da hayat denemez. Zaten duygularımız olmazsa makinelerden ne farkımız kalır. Makineleşmiş bir insan, yani duygularını unutmuş, onları en içten şekilde hissetmeyen birisi yaşamaktan nasıl zevk alabilir. Dünün aynısı yarınlar birbirini kovalayacak, içi boş bir ömür geçip gidecektir eğer hayattan zevk alınmazsa. Ama her ne kadar ruhumuz hissetmese de bedenimiz bu duygusal boşluğu hissedecektir elbette. İşte işin en acınası kısmı da bu noktan sonra başlıyor: İnsanın yaşamadığının farkında olup sahte duygularla kendisini ve çevresini kandırması. Kısacası ruhunu ve duygularını maskelemesi. İnsanın büründüğü bu maske en büyük problemi yaratan şey işte. Duygusal boşluktan kurtulmaya çalışırken kendine sahte duygular üreten beden aslında, ruhunun ölümünü görmemek için bu maskeyi yaratır. Tozları halının altına süpürmek gibi bu maskede hiçbir işe yaramayacak, aksine hissizleşmenin getirdiği sıkıntıyı daha da arttıracaktır. Bu sıkıntı işte insanı hayattan zevk alamaz hale getiren sıkıntıdır. Yaşamaktan zevk almayan insan bir boşluk içinde uyanır, bir boşluk içinde gününü geçirir ve bir boşluk içinde yatağına gider. Gün boyu ne yaptığının bir önemi yoktur, ne yaparsa yapsın sonuç boşluktur. Boşluk diye bahsettiğim şey gününü hiçbir şey yapmadan geçirmek gibi bir şey değil. Benim kastettiğim şey anlamsızlık yani uzayda hareket eden asteroit gibi bir hiçliğe sürüklenme. (Hissetmemeyi anlatmak da hissetmeyi anlatmak kadar zormuş.) İşte böyle yaşayan bir insan yolunu kaybetmiş bir insandır. O asteroit gibi nereye ya da nasıl gittiğinin bir önemi kalmamıştır, amaçsızlaşmıştır. Ancak bu makineleşmeden, duygusuzlaşmadan, amaçsızlaşmadan ve hayattan zevk almama durumundan kurtulmak o kadar da zor değil. İhtiyacımız olan şey hayatın bize getirdiği ve çoğunu göz ardı ettiğimiz fırsatları kullanmak. Tıpkı Stefan Zweıg’ ın Olağanüstü Bir Gece kitabındaki Baron Friedrich Michael R.’ nin başından geçen o olağanüstü gecede yakaladığı fırsatlar gibi. Pazar gününü at yarışlarında geçirirken, kötü ve ahlaksız bir davranış olduğunu bilerek suç işlemiş, sonra pişmanlık ve utançla tekrar hissetmeye başlamış ve gerçek bir insan olduğunu fark etmiştir. Daha sonra gece hayatının son atıkları arasına girmiş, risk almış ve ruhani bir uyanış yaşamıştır. O işlediği suç bir kıvılcım olmuş ve ruhunu tekrar alevlendirmiştir. Aslında gereken tek şey ruhun sönmüş korunu tekrar alevlendirecek bir kıvılcım. İnsana tekrar yaşadığını hatırlatacak, hayattan zevk almasını yeniden sağlayacak bir an. Farklı bir an. En derin duygularını tekrar yaşayan insan, o bedenin ruha örttüğü maskeyi kendiliğinden kaldıracak ve ruhu alevlendirecektir. Çünkü hiçbir zaman ruhun koru tam olarak sönmez. Sadece yeterli kıvılcım yaratacak o bir anı, o olağan üstü geceyi yakalamamız lazım. Aslında hayatın yakalamamız için bize verdiği o kadar çok fırsatı kaçırıyoruz ki her gün. Belki cesaretimiz olmadığı için, belki de toplumun üstümüzde oluşturduğu baskılar yüzünden o anı hiç göremiyoruz. Ama o fırsatı ruhumuz görüyor ve tekrar alevlenmek için, tekrar yaşamak istediği için bize bir işaret, bir kıpırtı veriyor. Ruhumuzun o ana ulaşmak için gösterdiği kıpırtıya kulak vermeliyiz belki de hissizleşmeden kurtulabilmek için. Bu makineleşmeye hiç başlamamak da mümkün tabii. İnsan günü ve günün getirdiği her şeyi yaşamalı hissizleşmenin içine düşmemek için. Susmamalı insan. Susmak o kadar anlamsızdır ki bir şeyler hissederken. Aslında susmakta duygusuzlaşmanın sebeplerinden biri olabilir bence. Bazen de ruhumuzu kontrol etmeyi bırakıp o an onun ne istediğine odaklanmalıyız. Kendimizi serbest bırakıp içgüdülerimizin bizi götürdüğü yere gitmeliyiz ki ne olduğumuzu hatırlayalım. İnsanız bir makine değil, hissediyoruz ruhumuz ölü değil ve yaşıyoruz yarın bizim değil. Bol duygulu bir hayat yaşamak umuduyla… Kaynakça: Zweig, Stefan. “Olağanüstü Bir gece”. Çev İlknur Ilgan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Baskı TURK102-7 Volkan Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler MACHUCA(2004) Machuca 2004 yılında yönetmen Andres Wood tarafından çekilmiş Şili yapımı sosyo- politik bir film. Bugün ki yazımızda filmin konusu, dönemi ve yansıttığı sosyo-politik çekişmeleri ele alacağız. Film, Şili sinemasında oldukça önemli bir yere sahip ve Şili sinemasının uluslarası alanda en önemli yapıtlarından biri olarak görülmekte. Filmde 1973 yılında Agusto Pinochet tarafından gerçekleştirilen Şili cuntası, öncesi ve esnasında yaşanan sınıflar arası çatışmalar 2 tane küçük erkek çocuğunun gözünden anlatılıyor. Bu iki karakter birbirine tamamen zıt sosyal sınıflardan gelmekte; bir tanesi alt tabaka olarak adlandırılan işçi sınıfı bir ailenin oğlu(Pedro Machuca), diğeri ise üst-orta sınıf diyebileceğimiz bir ailenin oğlu( Gonzalo Infante).Yönetmen Wood bu iki çocuğun arkadaşlık hikayesini Şili halkının kutuplaşmış yapısını temsil eden bir analoji olarak kullanıyor ve başarılı bir şekilde dönemin sosyo-politik koşullarının iki küçük çocuğu bile etkileyişini izleyiciye aktarıyor. Hikaye Salvador Allende altındaki Şili sosyalist yönetiminin farklı ekonomik sınıflara ait öğrencileri birbirleriyle kaynaştırma projesi altında alt tabakalardan gelen birkaç öğrencinin St.Patrick özel okuluna transfer edilmesiyle başliyor. Gonzalo ve Pedro’nun arkadaşlık hikayesi burada başliyor. Bu iki arkadaş ekonomik durumları sebebiyle birbirlerine tamamen zıt yaşamlar sürdürmekte ve yakınlaştıkca farkettikleri sosyal gerçeklikler tarafından sarsılmaktalar. Özellikle orta-üst sınıftan gelen Gonzalo, Pedro’nun yaşadığı mahallenin ne kadar fakir olduğu gerçeğiyle büyük bir şok geçiriyior. Bu farklılara rağmen arkadaşlıkları bir süre sağlam bir şekilde devam etmesine karşın Şili’de artan kutuplaşma ve günden güne gerginleşen politik tansiyon, bu iki küçük çocuğun arkadaşlığını TURK102-7 Volkan Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler etkilemeye başlıyor. Devam eden süreçte Gonzalo, Pinochet darbesi altında Pedro ve işçi sınıfının zalim bir şekilde darbeci askerler tarafından sindirilmesine tanıklık ediyor. Yazımızın geri kalan kısmında filmde sahnelenen önemli olayları 70’lerin Şilisi’ndeki sosyo- politik gerçeklikler bağlamında değerlendireceğiz. Filmde en çok göze çarpan sahnelerden biri Salvador Allende hükümeti altında yapılan bir televizyon yayının gösterilmesi. Bu yayında haberler ve gazeteler Sovyetler Birliği’ne yapılan ilk resmi ziyareti konu alıyor. Pinochet tarafından Allende hükümetini karşı gerçekleştirilen 73 darbesinin CIA tarafından çok etkin biçimde desteklendiği günümüzde herkesce kabul görmekte. Filmin bu sahnesi Allende hükümeti altında gerçekleşen Şili-Sovyet yakınlaşmasını açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Amerika Birleşik Devletlerinin Şili darbesini organize etme derecesinde desteklemesinin başlıca sebeplerinden biri bölgede artabilecek bir Sovyet etkisininden korkulması. Bu sahnenin devamında bu durum Amerikan gazetelerinin o dönemde attıkları başlıklar ile destekleniyor. En çarpıcı örnek ise dönemin ABD bazlı gazetelerinde atılan Şili’de Kapitalist Ekonominin Ölümü vb. başlıklar. Filmde bir başka göze çarpan sahne ise St.Patrick okulunda iki tane çocuk arasında gerçekleşen diyalog. Okuldaki zengin çocuklardan birinin yeni gelen fakir öğrenciyi “ücretsiz binici” olarak suçlaması. Çocuk diğer çocuğa kendi ailesinin onun için para ödediğini ve kendisinin hiçbir şey ödemeden sunulan olanaklardan yararlandığını söylüyor. Bu sahne filmdeki en can alıcı sahnelerden biri çünkü 10 yaşındaki bir çocuğun bile ülkedeki sosyo- politik kutuplaşmadan ne denli etkilenebileceğini gözler önüne seriyor.Bu duruma ek olarak film boyunca Pedro’nun ailesinin Gonzalo’ya sadece zengin bir ailenin çocuğu olduğu için züppe olarak seslenmesi ise Şili’deki sosyo-politik kutuplaşmanın ne denli ciddi olduğunu açık bir şekilde anlatıyor. TURK102-7 Volkan Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler Bir diğer vurucu sahne ise filmdeki tuvalet sahnesi. Bu sahne Şili’deki sosyal eşitsizlikleri ve zenginle fakir arasındaki ekonomik uçurumu gözler önüne seriyor. Gonzalo Pedro’nun evine gittiği ilk gün tuvaleti kullanmak istiyor fakat karşılaştığı tuvalet karşısında yaşadığı şoku gizleyemiyor. Tuvaletin 5 ev tarafından ortak kullanılması, evin dışında olması ve inanılmaz boyutta pis oluşu Şili’deki zengin ve fakir sınıf arasındaki uçurumu gözler önüne seriyor. Sahnenin devamında Gonzalonun babası sosyalizmin her ne kadar Şili için iyi olabilecek olsa bile kendileri için kötü olduğunu Gonzalo’ya anlatiyor. Buda Şili’de devasa eşitsizliğin zengin sınıflar tarafından kabul edilmekle birlikte kar hırsının insanları ne kadar duyarsızlaştırdığını gözler önüne seriyor. Filmdeki önemli anlardan biri ise Gonzalo’nun Pedro ile beraber Allende taraftarlarına bayrak satmaya gitmesi. Bu sahne dönemin Şili’sindeki politik ortamı gözler önüne seriyor. Bu sahnede eylemde çıkan olaylar sosyalistler ve milliyetçiler arasındaki nefreti gözler önüne seriyor ve darbeye uzanan politik koşulları bir nebze irdelememize olanak sağliyor. Filmin bir diğer önemli sahnesi ise final sahnesi; bu sahne darbe esnasında özellikle fakir sınıfların nasıl bir asker/polis terörüne maruz kaldığını gözler önüne seriyor. Askerlerin fakir küçük bir kızı vurmakta bir saniye bile tereddüt etmezken, Gonzalo’nun zengin oluşu sebebiyle gitmesine izin vermeleri ile yaşanan olaylar ile darbenin vahşiliği gözler önüne seriliyor. Bu sahne 73 darbesinde özellikle solculara karşı yapıldığı bilinen sistematik baskıyı ve asker terörünü gözler önüne seriyor. Sonuç olarak Machuca isimli film Şili’de demokratik yollarla seçilmiş Allende hükümetine karşı CIA ortaklığıyla General Augusto Pinochet yönetimi altında geçrekleştirilen TURK102-7 Volkan Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler askeri darbeyi dramatik bir şekilde beyaz perdeye yansıtıyor. Bu darbe 10 binlerce sol görüşlü insanın öldürülmesi ve bir o kadarının da sürgüne gönderilmesiyle sonuçlanıyor. Film üst-orta sınıflar ve fakir sınıflar arasında yaşanan sosyo-politik çekişmeyi çok etkin bir şekilde izleyiciye yansıtıyor. Filmde üst-orta sınıflara elitist bir porte çizilirken, işçi sınıfı sistemin bir kurbanı olarak yansıtılıyor. Batu Altıparmak SEN YAPAMAZSIN İnanmak belki de her insanın şu ana kadar sahip olduğu en güçlü silah olabilir. Özellikle de bireylerin kendilerine inanmaları… Pek çoğumuz geçmişte yaşanmış başarı hikâyelerinin çoğunun inanarak gerçekleştiğini biliriz. Örneğin, en bilindik örneklerden biri Fatih’in İstanbul’u fethedebileceğine içten bir şekilde inanması gibi. Bunun gibi pek çok örneği gördüğümüz halde şu anda bir şeyler değişti mi? Yani, geçmişte olanlardan bir ders çıkarttık mı? Etrafımızda sen yapamazsın diye başımızı şişirenlerden kurtulduk mu? Tabii ki de hayır. Bu zamana kadar insanlar gerçek anlamda birbirlerine ne güvendiler ne de inandılar. Ancak etrafındakilere kulak asmayanlar şu an pek çoğumuzun hayretlikle dinlediği hikâyeleşmiş hayatları elde ettiler. Ben de birçok kez arkadaşlarımdan, ailemden, lisedeki hocamdan ve hatta sırtımı yasladığım diğer kişilerden “bu dediğini kim yapmış ki sen yapacaksın” veya alaycı bir şekilde söyledikleri “eminim yaparsın” gibi sözleri çok duydum. En basit örneği üniversite sınavının ilk aşamasında çok parlak bir derece yapamamıştım ve bu yüzden etrafımdaki birçok kişi bana ikinci aşama sınavı için “sen istediğin okula yeten puanı hayatta alamazsın” gibi bana inanmadıklarını belli eden sözler sarf ettiler. Ne var ki, en sonunda istediğim yere girdim çünkü kimse başkalarına göre yaşamıyor. Pek çoğumuz kendi hayatımızı kendimiz çizebilecek kapasiteye sahibiz. Ben de işte bu yüzden kimsenin ne düşündüğünü takmadan sadece kendime inanarak çalıştım ve başardım bunu. Elbette Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı gibi yeni bir çağ başlatmadı ama inanmanın insanların hayatını en basitinden nasıl değiştirdiğini birazda olsa göstermiştir. İyi, güzel geçmişteki ve günümüzdeki örnekleri gördük. Peki ya gelecekte ne olabilir? Andy Weir’in Marslı adlı kitabı işte bu soruya cevap oluyor bir yerde. Bu kitapta NASA’nın Mars’ta koloni kurma çabalarını ve bu sırada işlerin ters gitmesiyle ana karakter Mark Watney’in Marsta dört yıl boyunca mahsur kalmasını ve NASA çalışanları da dâhil pek çok kişinin onun Marsta tek başına hayatta kalabilmesine olanak vermediğini, ona olan inançlarının ne kadar zayıf olduğunu ancak Mark Watney’in ise bir o kadar kendine inanarak neleri başardığını anlatıyor. Bir başka deyişle hayat her zaman bir mücadeledir, eğer etrafımızdakilere her zaman kulak asarsak bu mücadelede etrafımızdakiler bizi yere düşürürler ve yaralarlar. Tıpkı, sen yapamazsın diyenler gibi. İşte bu yüzden inanmak bir silah olarak görülebilir. Başkalarına karşı dimdik durmamızı sağlayan, bizi her zaman güçlü gösteren bir silahtır inanç. Elbette sizlere inanan insanlarda çıkıyordur karşınıza ve çıkacaktır da. Benim de çıkıyor. Bu tip insanların değerini bilmeliyiz onları her zaman yanımızda tutmalıyız çünkü kendimize olan inancımız her ne kadar bize yetse de klişe bir söz olacak ama “birlikten kuvvet doğar” . Sonuçta arkamızda bize güvenenler olduğu zaman yapamazsın diyenlere inat her şeyi daha hızlı bir şekilde başarabiliriz. Mesela, hepimizin Apple’ın kurucusu olarak bildiği Steve Jobs ilk bilgisayarı kendi başına mı üretti? Hayır, tabii ki. Üretemez miydi? Üretirdi elbette ama yanında ona güvenen, inanan iki arkadaşıyla birlikte daha hızlı bir şekilde geleceğe yeni bir yön çizdi. İşte, etrafımızda inanmak ve başarmanın o kadar çok örneği var ki. İnsanların her dediğine kulak asmanın ne kadar boş olduğunu ve bize hayallerimizin peşinde koşarken nasıl engel olacağını gösteriyorlar. Kısacası, benim gibi inanmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyin. Her kafadan bir ses çıkabilir ama aldırış etmeyin. Kendi inandığınız şeylerin peşinden gidin çünkü inanırsan yaparsın. Kaynakça: Andy Weir. Marslı. İthaki Yayınları, 2014. Baskı. TURK101 ÇALIŞMA 6 ZEYNEP OLGUN 21400752 MAKİNENİN ARKASI Fotoğraf uzun süre düşünülerek başlanılan bir uğraş değil. Aslında nasıl başladığımı pek hatırlamıyorum, sanırım belli bir noktadan sonra etrafa bakmak ile kadrajın arkasından bakmak arasındaki farkı anlamaya başladım. Bu duygu yaşanmadan anlaşılacak bir şey değil. “Normal” insanlar arasında bir farkınız varmış gibi hissediyorsunuz, başkalarının görmediği şeyleri, yakalayamadığı noktaları yakalamak gibi. Öncelikle doğa veya manzara fotoğrafı çekmeyi sevmiyorum. Manzaranın içinde yaşanılması gerek, onu bir an olarak kâğıda aktarmanın aynı etkiyi verdiğini düşünmüyorum. Çünkü doğal görüntülerin kokusu ve sesleriyle yaşanması gerekir. Fotoğrafta onun sadece dokusunu ve ışığını verebilirsiniz. Oysa insanları çektiğiniz zaman manzara veya doğanın verebileceği duygunun çok ötesine geçersiniz. İnsanların ifadesi var. İnsanların objektifi gördüğü zaman saklamaya çalıştıkları duyguları var. Sokak ve insan fotoğrafçılığı bu nedenle beni doğadan daha çok etkiliyor, bu nedenle kameramı sadece insan gördüğüm zaman elime alıyorum. Duran ve neredeyse “poz” veren doğa üzerinde uzun süre çalışabilirsiniz. Onun kendi akışkanlığı bile her an yeni anlar oluşturur size. Oysa insanla çalışmak çok daha zordur. İnsanın doğal ve yapay ifadeleri arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilirsiniz. Kameraya poz veren insan çok farklı bir etkiye sahiptir, yüz kasları bir anda kasılır, özellikle dışarıya göstermek istediği maskeyi takınır. Bu nedenle insanlarla ancak onlar fark etmeden çalışabilirsiniz. Gerçek mutluluk işte buna benziyor. Başkalarının ne düşündüğünü umursamadan gülmek, hiçbir kırışıklığı veya duyguyu saklamamak. Yukarıdaki fotoğrafı bu nedenle seviyorum, adam ve kadının küçük çocuğa bakışlarındaki içtenlik ve sıcaklık normal pozlarda ve kurgulanmış karelerde bulamayacağınız bir içtenlikte. Tabii dışa vurulan tek duygu mutluluk değil. Ki fotoğrafçılıkla uğraştığım yıllar boyunca acı veya şaşkınlığı en az mutluluk kadar yakaladım. Ama bu insan doğasından geliyor, duygular çok değişken. Tüm bu “duygu” tartışmasının sonucu şu: İnsanlar gerçek yüzlerini sadece başkalarının bakmadığını düşündükleri anlarda gösterebiliyor ve fotoğrafçının işi de bu saf anları yakalayabilmek. Sokakta çekmenin sorunlu yanlarından biri de başkasını yakalamaya çalışırken “yakalanmak”. Birkaç yaz önce Foça’da uyuyan balıkçıları çekmek istiyordum. Tabii tamamen manuel bir makine kullanmanın sonucu olarak ışığı ayarlamak için fazla zaman harcadım ve ben kadrajı ona doğru yöneltmişken yanındaki arkadaşı beni fark edip ayaklandı, “Sil o çektiğini!” diye peşimden koşmaya başladı. Ben de hem yaşımın küçük olması hem de ilk defa böyle bir durumla karşılaşmanın etkisiyle koşturmaya başladım. Fotoğrafı da sildim korkudan. Sonrasında yavaş yavaş “çaktırmadan” yakalamayı öğrendim. Sadece bazen, çektiğim fotoğrafa yakınlaştığımda o yüzün bana baktığını görüyorum. Çekerken fark etmiyorum bunu. Duyguların yanında yakalamaya uğraştığım bir başka özellik de “hareket”. Çektiğim fotoğraflarda hareket olsun istiyorum. Bazen sadece hareket ve akış üzerine odaklanmaya çalışıyorum. Fotoğrafa kişilik kattığına inanıyorum. Özellikle sıkıldığım anlarda, sadece tek bir yere oturup etraftaki hareketi görmeye çalışıyorum. Yazımın başında “kadrajın arkasındaki görüntü” derken kastettiğim bu farkındalıktı. Normalde etrafa sadece kendi yararınız adına bakıyorsunuz. Fotoğraf çekerken başkalarının davranışlarını ve hareketlerini yakalamaya çalışıyorsunuz ki bu sizi bencillikten tamamen uzaklaştırıyor. Başkası için düşünüyorsunuz, nereye yürüyecek, ne diyecek, nasıl adım atacak… O kişiye odaklısınız. Ve hareket böyle fark ediliyor. Kendinizi bırakıp tamamen başkası olmaya çalışarak. Ve “anı” yakalayarak. Farkındalık gözlemin herhalde en net sonucu. Kırışıklıkları, çizgileri, insanların farklılıklarını görmek çok daha olağan gelmeye başlıyor. Gördüklerinizi kafanızda bir “kare” haline sokuyorsunuz. Hani, dalga geçmek için reklamlara bir klişe olarak koyarlar fotoğrafçının elleriyle bir kare yapmasını. Belki elimizle değil, zihnimizde yapıyoruz. Özellikle farklılıkları ortaya çıkartıp zihin kadrajımıza sığdırmaya çalışıyoruz. Bu bir bilim kurgu değil, insanlık gerçeği belki milyonlarca kere yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, söylenmiş bir hikâye. Ve fotoğrafla, siz de o hikâyeyi okumaya başlıyorsunuz. İnsanlar yeni sıfatlar kazanıyor gözünüze. Ve işte böylece zıtlıklar ve farklılıklar kendini göstermeye başlıyor. İşte fotoğrafçılık benim için bu. Fotoğrafçılık benim için yeni bir insan olmak. Makinanın arkasına geçer geçmez tüm duyuların açılması, yeni bir kıta keşfedercesine insanların her zaman orda olan ama ancak dikkat edildiğinde görülebilen yanlarını keşfetmek. Yazımı şimdiye dek çektiklerim arasından en yakın hissettiğim fotoğrafla bitirmek istiyorum. Buraya koyduklarımdan biraz farklı. O fotoğrafta çektiğim kişi olayın farkındaydı. Hatta ben daha rahat çekeyim diye, belki de sadece rahatsız olduğu için kenara çekildi. Ama ben sanırım onu diğerleri gibi “yakalamış” oldum. KURALLARI YIKAN YAZARIN FİL ÖYKÜSÜ Öncelikle, kitabın konusuna giriş yapmadan evvel, kural tanımayan yazar Jose Saramago'nun Filin Yolculuğu'nda kullandığı dilden bahsetmek istiyorum. Yazar için 'kural tanımayan' sıfatını uygun buluyorum çünkü; yazarın bu kitabı alışagelinen dil bilgisi kurallarından saparak, dilediğince kaleme aldığını görüyorum. Yazar ne büyük harf kullanımına dikkat etmiş ne de noktalama işaretlerine. Konuşma çizgilerine bile yer vermeyen yazarın, noktalama işareti olarak yalnızca virgül ve noktayı kullanması, en azından romanı okunabilir hale getiriyor. Her ne kadar yazarın neden böyle bir üslup kullandığını anlayamasam da,kullanmamayı tercih ettiği dil bilgisi kuralları onu diğer yazarlardan ayırıyor ve eşsiz kılıyor. Ancak; ben yine de yazarın üslubu nedeniyle kitabı okurken oldukça zorlandığımı belirtmek isterim. Kitap, Süleyman adında bir fil ve fil terbiyecisinin hediye olarak Portekiz'den Viyana'ya uzanan yolculuklarını anlatıyor ve bu yolculuk esnasında ilginç olaylar yaşanıyor. Zaman zaman beni duygulandıran kitap, bazen de beni güldürmeyi başarıyor. Süleyman adlı filin davranışları, neredeyse onun bir insan kadar duygusal olduğunu gösteriyor. Portekizlilerle vedalaşırken başlarını okşaması ve derinden kopan çığılığı ise, okurken insanı hayrete düşürüyor. Başta bana soğuk gelen Portekizli kervanın, veda anında hikayenin içinde bir daha yer almayacaklarını bilmek garip bir şekilde beni üzüyor. Bu yönüyle yazarı takdir ediyorum. Çünkü; hoşlanmadığımı sandığım karakterlerin, kitabın belli bir kısmından sonra gidecek olmalarının beni hüzünlendirmesi, aslında yazarın, karakterleri okura belli etmeden sevdirdiğini gösteriyor. Hikayenin ikinci kısmından itibaren fil terbiyecisi Subhro'nun ve Süleyman'ın yolculukları bambaşka bir hal alıyor. Hatta öyle ki; Viyana arşidükünün emri üzerine bu iki ana karakterin isimleri bile değişiyor. Subhro'nun adı Fritz olurken, Kanuni Sultan Sülayman'a yapılan atıfla filin adı da Muhteşem Süleyman oluyor. Viyana yolunda çeşitli yerlerden ve zorluklardan geçen kabilenin yolculuğu, Muhteşem Süleyman'ın doğal yapısıyla renklendiriliyor. Her ne kadar makam sahibi olsa da Viyana arşidükü bile Muhteşem Süleyman'ın ihtiyaçlarına ve keyfine riayet etmek zorunda kalıyor. Filin su gördüğünde banyosunu yapmasına, tonlarca su tüketmesine, hatta öğle uykusuna bile... Bütün bunlar romanı eğlenceli kılıyor ve okurken bana zevk veriyor. Bu iri yaratığın doğal yapısı ve insanların onu görünce verdikleri tepkiler, okumaya değer diye düşünüyorum. Kervanın yanından geçtiği köylerdeki hareket, okurken insanı heyecanlandırıyor. Köylülerin ve diğer insanların haklı olarak başta daha önce hiç görmedikleri bu yaratıktan korkmaları, fakat daha sonra Süleyman'a alışmaları ve onu sevmeleri kitabın son kısmına kadar devam ediyor. Ta ki son kısma kadar... Kitabın final bölümünde, yazarın ani ve beklenmedik bir şekilde Subhro ve Süleyman'ı tarihe karıştırması beni oldukça şaşırtıyor. Hikayenin bu şekilde sonlanmaması gerektiğine inanıyorum. Uzun uzun kahramanların yaptığı yolculuğu anlatan Jose Saramago'nun romanı ani ve keskin bir şekilde bitirmesi, başta her ne kadar beni hayal kırıklığına uğrattıysa da, daha sonra bunun nedenini anladığımı sanıyorum. Kitabı dilimize çeviren Pınar Savaş'ın da en başta belirttiği gibi;yazar bu kitabı yazarken hastalığından dolayı birçok kez ara vermek zorunda kalmış ve kitabın bir kısmını da hastanede kaleme almış. Hatta en büyük korkusu kitabı tamamlayamamakmış. Zannediyorum ki; Jose Saramago'nun romanın sonunu aceleyle getirmesinin sebebi, yaşadığı bu sağlık problemiydi. Yine de ben şunu belirtmek istiyorum ki; her ne kadar roman ani bitiyorsa da, yazarın bu romanı bitirebilmesine çok seviniyorum. Yer yer eğlenceli, bazen de duygusal anlarına şahit olduğumuz bu romanın, bir sona ulaşabildiğini görmek oldukça sevindirici doğrusu. Hafsa Ebrar Yıldırım Video Oyunlarının Üretim Hikayesi 21. yüzyılın en yaygın eğlence sektörlerinden biri olan video oyunlarının geçmişi tahmin ettiğimizden çok daha eskilere dayanmaktadır. 1947 yılında ilk kez patent başvurusu yapılan bir makine, her ne kadar günümüz oyun konsollarına benzemese de bunların atası sayılabilecek bir eğlence cihazıydı. Sonrasında gelen 30 yıl boyunca daha çok üniversitelerde birer akademik çalışma veya kişisel hobi olarak gelişmesini sürdüren video oyunları, en büyük sıçramayı 70'lerin sonu ve 80'lerin başına doğru bu sektörün ticari anlamda büyük getirisi olabileceği fark edildikten sonra yaptı. Bügün ise video oyunları endüstrisinin dünya genelinde yıllık 93 milyar dolarlık bir pazar payı bulunmakta ve bu miktar gelecek senelerde daha da artması beklenmekte. Bizler genelde video oyunlarının tüketici tarafında bulunmaktayız. Dijital ürünler satan bir mağazadan oyunumuzu satın alıp oynamaya başlarız. Hatta artık oyun satın almak için evimizden çıkmamıza bile gerek yok. Bu satın alma sürecini internet üzerinden gerçekleştirip oyunu doğrudan cihazımıza indirdikten sonra anında oynamaya başlayabiliyoruz. Ancak bizim için bu kadar kolay olan süreç ne yazık ki işin mutfak tarafında böyle olmuyor. Her sektörde olan sıkıntılı üretim süreci video oyunlarının üretiminde de oyun geliştiricilerin karşısına çıkmakta. İşte benim bahsetmek istediğim de oyun geliştirme süreçlerine biraz detaylı bakabilmek ve bu zorluklardan bahsetmek. 80'lerin sonralarında ortaya çıkan kişisel bilgisayar akımı, teknolojinin gelişimi ve düşen maliyetler ile bilgisayarları sadece üniversitelerin veya büyük kurumların kullanabileceği cihazlar olmaktan çıkarıp normal bir bireyin satın alabileceği ve üst düzey bilgi birikimi gerektirmeden kullanabileceği birer cihaz haline getirdi. Fakat, sadece bilgisayarın olması pek bir anlam ifade etmediğinden dolayı ona asıl işlevsellik kazandıracak yazılıma ihtiyaç doğdu. İşte burada bilgisayarın eğlendirebilme özelliğini ortaya çıkaran yazılımlar video oyunları olmakta. Doğal olarak oyunları geliştirebilmek için de oyun geliştiricilere ihtiyaç duyulmakta. Yazılım geliştirme süreci hiç de kolay bir süreç değildir. Ancak söz konusu video oyunu geliştirmek olunca bu süreç daha da zorlaşır. Çünkü oyunlar birer programlanabilir yazılımlar olmasına rağmen, sadece yazılım geliştirme bilgisi ile üretilebilecek ürünler değillerdir. Video oyunları programlama bilgisi dışında grafikler, grafik animasyonları, sesler, senaryo, bulmacalar, bölüm tasarımları, fizik ve matematik hesaplamaları gibi birçok farklı disiplinden konular içeren bir üründür. Bu durumda video oyunlarını üretmek hem maliyetli hem de zaman gerektiren bir süreç oluyor. Oyun geliştiriciler tüm bu üretim maliyetini karşılayabilmek için para kaynağı yaratmaları gerekmekte. Genelde yatırımcılara verilen hisseler ile bu problemi çözmeye çalışıyorlar. Video oyunu geliştirme süresince tüm problemleri çözüp ortaya bir oyun çıkarabilirlerse sıradaki adım oyunu yayınlamak. Fakat video oyununu yayınlamak son beş senedeki gelişmelerden önce gerçekten de zor bir işti. Çünkü dijital içerik satan internet mağazaları ortada yoklardı. Bir oyunu tüketiciye ulaştırmak için o oyunu disk veya kartuş içine kaydetmeniz gerekmekteydi. Eğer geliştiriciler market hedefini dünyanın her yeri olarak alıyorlarsa, bu dağıtım ve kayıt işini mecbur bu hizmeti sağlayan firmalara vermeleri gerekiyorlardı. Fakat bu firmalar bu problemin tek çözümü olduklarından dolayı kazançtan yüksek miktardaki payı alabiliyorlardı. Hatta çoğu dağıtımcı daha önce bahsettiğim oyun geliştirme süresince oluşan maliyeti karşılamak için yatırım da yapıyorlardı. Oyun geliştiricilerin kazançtan aldıkları pay kendileri geliştirdiği halde çok çok azdı. Peki son beş yılda ne oldu da oyun geliştiriciler gelir pastasından hak ettikleri miktarı alabiliyorlar? Sorunun cevabı internet hızlarının artması ve bu yayıncılar dışında Google, Apple gibi bilgisayar sektörünün devlerinin kendi dijital mağazalarını kurması ve rekabetin artması. Bugün dünyanın her yerinde birçok tam bağımsız oyun geliştiriciler bulunmakta. Bunlar bağımsızlar çünkü yaptıkları oyunları internet üzerinden bu dijital mağazalar aracılığı ile satabiliyorlar. Evet hala belli bir kar payı alıyor bu dijital mağazalar tıpkı daha önceki dönemde olan yayıncılar gibi. Fakat artık verdileri emeklerin karşılığını daha çok alıyorlar. Ayrıca çok gelişmiş video oyunları da yapmalarına gerek yok. Çok daha basit oyunlar yaparak, yatırımcı baskısı olmadan kendi hayal güçlerini daha iyi yansıtabiliyorlar. Bugünlerde, yıllardır büyük oyun geliştirme firmalarında çalışmış oyun geliştiriciler, bu özgür ortamı yaşamak ve kendi oyunlarını geliştirmek amacıyla işlerinden ayrılıp kendi bağımsız ekiplerini kurarak hayallerini gerçekleştirmeye çalışmakta. Indie Game: The Movie adlı belgesel tadındaki film ise tüm bu yazının videoya çekilmiş hali. İzlemenizde fayda var. Ertan Ünver 21301620 MARTIN EDEN, İNSANLIĞIN EL KİTABI/Jack LONDON Bazen hepimiz çok büyük hayallerimiz ve arzularımız olduğuna kendimizi inandırırız. Bunlar için yapabileceğimiz her şeyi yaptığımızı sanırız, hayallerimizi gerçekleştiremediğimiz için kendimizi değil etrafımızdaki dünyayı, düzeni ve insanları suçlu buluruz hep. Arzularımızın peşinden koşmamak için kuralları ve alışkanlıkları bahane edip elimizde kalan tek şey pişmanlık oluncaya kadar da bu cahilce fikrin ardına saklayıp gerçeklerden korunuruz. Elbette herkes son durağa kadar bekleyemez etrafına bakınmadan, göz ucuyla da olsa gerçekleri görmeden. Eğer bu yazıyı okuyorsanız arzuları ve hayalleri için kuralları altüst eden bir adamın –Martin Eden’in- hikâyesine doğru çekiliyorsunuz demektir. Martin Eden, Jack London’ın 1909 yılında yazdığı Künstlerroman tarzının başarılı bir örneğidir. Dışarıdan bakıldığında kitap Martin Eden isimli bir denizcinin Ruth Morse isimli, statüsü kendisinden yüksek bir bayana aşkıyla başlar. Bu güzel bayanın ailesinin gözünde değer kazanmak ve sevdiği kadının yanında küçük düşmemek için başladığı okuma süreci sonraları onu başka bir aşka doğru sürükler. Bir süre sonra kalbinde yer eden tek şey yazma aşkı olur. O andan sonra ise ne eski aşkı Ruth ne işi ne de yaşadığı hayat anlamlıdır Martin Eden için. Para, şöhret ve daha yüksek bir sınıf için girdiği bu iş başarıyla beraber sonunu da getirir genç kahramanımızın ve roman okyanusun serin sularında mutlak bir sona ulaşır. Eğer sadece dışarıdan bakmazsak ve gerçekten okursak ne görürüz sorusunun cevabı ise bize bambaşka bir romanın kapılarını açıyor. Çoğu insan sosyal sınıfların arasındaki uçurumları, toplumun mekaniklerinin gerçek yüzünü, somut bir aşkın zaman içerisinde soyut bir aşka dönüşmesi ya da sosyalizmle bireyselliğin çarpışmalarını görebilir fakat ben bu kitabı okuduğumda bir savaş gördüm: şartlarla hayallerin savaşı. Bana göre Martin Eden kitabın başından sonuna dek çoğu insanın başa çıkamayacağı bir savaş veriyor. Benim açımdan kitaba bakarsanız kitap açıkça iki bölümden oluşuyor. Fakat bu iki bölümden de önce, Martin Eden’in verdiği savaşların ilk örneği Ruth ile tanışmadan önce karşımıza çıkıyor. Tablolara olan ilgisi ve onlara kattığı yorumlar onun kendi sınıfındaki çoğu insandan farkını ilk sayfalarda gösteriyor bize. İlk sayfalardaki bu yağlı boya tablosuna sadece bir resim olarak bakmaması ve bunu estetik olarak değerlendirmesi onun toplumun mekaniklerine karşı çıktığını yani sadece yemek ve bedensel zevkler peşinde koşmayıp daha çok aristokrat sınıfın ilgilendiği zevklerden de anladığını gösteriyor. Kitabın ilk bölümünde ise Ruth’a ulaşmanın imkânsız olduğuna inanmasına rağmen kendini ona ve ailesine kabul ettirmek amacıyla girdiği zorlu mücadele ise sadece kendi sınıfında değil nerdeyse hiçbir insanda bulunmayan kısacası dünya dışı bir özellik. Bana göre insanların asıl anlaması gereken kısım ikinci bölüm. Çünkü oradaki savaş çoğu insanın hayal etmekten bile korktuğu türden: hayaller için verilen savaş. Bu iş ilk başka ona sadece para ve sevdiği kadını kazanmak için bir yol gibi gözükse de bir tutkuya dönüşmesi ve hayatında önemli bir yer etmesi çoğu insanın hayatında olabilecek bir olay. Onu farklı kılan ise yazmak için sadece soğuğu ya da işsizliği değil ölümü bile göze alması, yazmak uğruna her türlü acıya göğüs germesi. Yazılarının yayınlanmamasının onu yoldan çıkarmasına izin vermeden mücadelesine devam etmesi ve başarıya ulaşma olasılığının ne kadar az olduğunu bilmesine rağmen eski denizci hayatına dönmeyi reddetmesi onu insanlığın ihtiyaç duyduğu bir emsal yapıyor. Kitabın sonu ise tahmin edilebilir olmasına rağmen yine de hayal kırıklığına uğrattı beni. Martin Eden’in edindiği bilginin ve deneyimin yükünü taşıyamaması ve insanlığa olan inancını kaybetmesi onu zayıflıkları olan ve savaşma arzusunu kaybetmiş sıradan bir insana çeviriyor. Her ne kadar bu ölüm bir insanın değil bireyselliğin ölümü olarak gösterilse de bana göre dünyada var olması gereken insanlığın ve azmin ölümü. Bu yüzden de bu kitabı okumak isteyenlere bir tavsiye vermek istiyorum. Kitabınızdan son iki yaprağı yırtın atın. Kitabın bütünlüğü bozulabilir ama mükemmel insan kavramı kafanızda daha iyi kalacaktır. H. Merve Arslan Aslı Eroğlu BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ Hep okumak istemiştim Cioran'ı. Bir kitabı elime geçer geçmez açtım ilk sayfasını, okumaya başladım. Ama hata etmişim. Öyle her zaman her yerde okunacak bir kitap değilmiş. Okumaya başlamadan önce kafandaki her şeyi bir kenara bırakmalıymışsın, işin gücün bir tek o kitap olmalıymış. Bunu anladıktan sonra da hep sessiz bir ortamda, kafamda başka bir mesele yokken ve yanında da mutlaka kahveyle okudum Gözyaşları ve Azizler'i. Bu dopdolu kitap beni bir boşluğa düşürdü ki sormayın. Siz sormayın ama ben yine de anlatayım, anlattıkça bir nebze rahatlıyorum çünkü. Biyolojide vücudumuzun her yerini tanımlamışlar, kimyada bizi etkileyen bütün hormonları biliyoruz, fizikte de hareketlerimiz belli. Peki ama yani neyiz gerçekte biz? Nereden gelmişiz ya da nereye doğru gidiyoruz? Bu sorular karşısında ne kadar da aciziz. Hop, düşüveriyoruz dünyaya. Daha yaşamanın ne demek olduğunu bilmeden yaşamaya başladığımızdan, gereğinden fazla benimsiyoruz belki de onu. Bir bilinmeyenin içindeyken başka bir bilinmeyen dikiliyor karşımıza: ölüm. Normalde bilinmeyen şeyler ne kadar heyecanlıdır benim için. Öğrenmek için can atarım. Ama bunlar düpedüz korkunç! İnsanın bir kere aklına düştü mü diğer bütün korkuları silip süpürecek kadar korkunç. Düşünüyorum, ben varım, var olduğumu her nefes alıp verişimde hissediyorum. Bu duyguyu bu kadar yoğun hissederken bir gün yok olacağıma nasıl inanabilirim? Benden geriye nasıl hiçbir şey kalmayabilir? Aklı başında bir insanın ölüme gerçekten inanabileceğine inanmıyorum. Hayatta ne işlevimiz olduğumuzu sorgularken, bu soruya cevap vermeye çalışan bir kavram düşüyor aklıma: din. Din öyle bir şeydir ki ya hayatınızın merkezindedir ya da hiçbir yerinde. Uğruna gerekirse ölelim ister; hayallerimizden, isteklerimizden vazgeçmemizi ister. Peki bize ne verir? Cennette bir köşk mü? Daha iyi bir insan olmamızı mı sağlar? Bir keresinde komşumuzun balkonundaki kuş yuvasından yakınmasına şahit oldum. Gerekçesi de kuşların balkonunu çok pisletmesiydi. Ama kuş yuvasını bozmak günah olduğu için bozmadığını söyledi. Bu basit, önemsiz olay benim pek çok şeyi sorgulamama neden oldu. Bu kadın Allah'ın kendisine yasak ettiği şeyi yapmadığı için iyi bir insan mı yoksa o güzelim kuş yuvalarına sevgi besleyemediği için kötü bir insan mı? Tabii ki iyi veya kötü bir insan olmanın tanımı bu kadar basit şeylerle anlatılamaz, ki ben kimsenin sadece iyi ya da sadece Aslı Eroğlu kötü olabileceğine inanmıyorum. Ama düşünüp anladım ki, din insanı daha iyi bir insan yapmıyor. Din, insanların hayatın bu anlamsızlığı karşısında sığındığı bir liman. Benim sorguladığım her şeyi zamanında çoğu insan da sorgulamış ki, hepsine insanı mutlu eden cevaplar veren bir kavram oluşmuş. "Her şey boş. Son bile... Sona gelindiğinde her türlü önemli soru utanç verir" (63) diyor Cioran. Ben de sonuna geldim yazımın. Bir sürü de soru işareti bıraktım oraya buraya, kendime, size... Ama bitti işte yazım, hiçbirine cevap veremeden. Hayatın içindeki her şey de işte böyle hayata benziyor. Hayata bir iz bırakmaya çalışan, hep hatırlanmak isteyen çok insan tanıdım. Ama insan öldükten sonra arkasına bakıp "Vay be ne iz bıraktım" ya da "Bakın hâlâ beni hatırlıyorlar" diyemedikten sonra bunların ne önemi var ki! Ortada bir "ben" yokken hangi "ben"i tatmin etmeye çalışıyorum hep hatırlanarak? Bu düşünce yalnızca biz hayatta çevrimiçiyken bizi mutlu edebilir ama düşünce çevrimdışı olduğumuz kısmı kapsıyor. Oldukça ironi dolu. Ama kimseyi yargılamıyorum. İnsan bu hayatta ne yapacağını bilemiyor, bir kullanma kılavuzu yok ki! Kaynakça  Cioran, Emil Michel. Gözyaşları ve Azizler. İstanbul: Jaguar Kitap, 2015. 2. Baskı. İlknur Şafak Demirel Delilik Mi, Ne Deliliği? Deli dediğimiz insanların bizden daha akıllı olma ihtimalini düşündünüz mü hiç? Biliyorum, toplum olarak sorgulamaya çok alışkın değiliz ve önyargılarımızla hareket etmeyi severiz. Eğer toplum tarafından deli diye adlandırılan biri varsa, o kişinin deli olmama ihtimalini düşünen ve işin aslını merak eden insan sayısı oldukça azdır, belki yoktur bile. O insan neler yaşamış, neden deli diyorlar diye merak etmeden sırf yaşam tarzları ya da davranışları sıradanlıktan uzak diye deli damgası vurmak… Üstelik çoğunun, yaptığı ucube ya da son derece farklı bir şey yok bile. Yalnızca bazı konularda daha farklı düşündükleri için ve bakış açıları sıradan insanlar tarafından biraz daha farklı bulunduğu için toplum tarafından dışlanıyorlar bir nevi. Peki ya bu deli etiketini yapıştırdığımız insanların akıllı denilenlere nazaran daha akıllı olma ihtimalleri? Bu göz ardı edilebilir mi? Yoksa zaten göz ardı edilmiyor da ilgili kişilerce bastırılıyor mu bu ihtimal? Her neyse… Peki, beni tüm bunları düşünmeye sevk eden şey ne oldu? “40 Şizofrenden 1 Öykü”*. İlk başta, adından yola çıkarak şizofrenlerin yazdığı hikâyelerden oluşan bir kitap sandım fakat sonrasında yazarın da aslında bir şizofren olduğunu ve bütün hikâyeleri kendisinin yazdığını öğrendim. Kitaptaki hikâyelerden biri olan ve yazarın gazete haberlerinden de yararlanarak yazdığı biraz bilim kurgu içeren o yazı beni tüm bunları yazmaya itti. Yazıda günümüzde de rastlayabileceğimiz üzere kendisini peygamber sandığı için akıl hastanesine yatırılan bir adamdan bahsediliyor. Yazar öyküsünde Hazreti Muhammed’in sergilenen Sakal-ı Şerif’inin çalınması ve ardından sakaldaki genetik materyal sayesinde klonlanması ve klon olan adamın geleceğe yani günümüze yollanmış olmasından bahsediyor. Sözde klon olan bu adam klon olduğunun farkında değil ve kendini peygamber gibi hissediyor. Bu yüzden de vahiy ve kutsal işaretler gibi şeyler bekliyor fakat sonuç alamayınca bunu kendine dert ediniyor, depresyona giriyor ve peygamber olamıyorum diyerek psikoloğa başvuruyor. Ardından da hastaneye yatırılması uzun sürmüyor tabii. Her gün birçok yerde duyma ihtimalimiz olan “kendini peygamber sanma” vakalarına alışığız artık. Gülüp geçiyoruz. Ancak bu olanları adamın penceresinden düşününce, aslında haklı ve ne kadar da acı bir durumda olduğunu fark ettim. İnsanlara anlatamadığı için, daha doğrusu insanlar tarafından bu durum delilik sayıldığı için akıl hastası muamelesi görüyor. Tabii ki akıl hastası diye hastaneye yatırılan insanların birçoğunun ciddi hastalıkları mevcut olabilir. Fakat onları ayrı tutarak bu gibi örnekleri düşünüp empati yapınca ‘delilik’ kavramımızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Maalesef biz insanlar, işin aslını bilmeden ve hatta merak bile etmeden yorum yapmayı seven tek canlı türüyüz. Kimi durumlara çeşitli etiketler takıp tek bir bakış açısıyla değerlendiriyoruz. Hatta değerlendirmiyoruz bile, doğrudan kabul ediyoruz. Peki, kavramlarımızı neden sorgulamıyoruz, örneğin deliliğin kalıplarını? Çoğu akıllı geçinen insanı göz önünde bulundurunca “Onlar deliyse, bu akıllı dediklerimiz ne?” diye soruyorum bazen. Kime göre, neye göre deli olabiliyor bir insan? Tarih boyunca böyle insanlar hep var oldu, olmaya da devam ediyorlar. Köylerde, şehirlerde, insanın olduğu birçok yerde… Sürüden değiller ve genel geçer insan davranışlarının bir adım daha dışında hareket ediyorlar diye bunu bir hastalık olarak nitelemek ne derece mantıklı? Önyargılarla hareket ederken gerçekleri kaçırma riskinin farkında mıyız? Belki de onların beyinlerinde henüz keşfedemediğimiz bir kısım bizimkilerden farklı faaliyetler göstermektedir ve bu durum sol elini ya da sağ elini kullanmak kadar doğaldır? Kim bilir, neden olmasın? *Kitabın isminde kırk ve bir sayıyla yazıldığı için ben de öyle yazdım. Mehmethan Erduran Benim Gülüm Size bir sır vereyim mi? Aslında öyle çok da gizli bir sır değil. Eğer Antoine de Saint-Exupery’in “Küçük Prens” kitabını okuduysanız aslında çoktan vakıf olduğunuz bir sır bu. Eğer ki gerçeği görebilmek istiyorsanız yapmanız gereken tek şey, olaylara yüreğinizle bakabilmeyi öğrenmek. Çünkü Küçük Prens’in de söylediği gibi gerçeğin mayası gözle görülmez.(Sayfa 84) Gerçeğin mayasını da görebilmek maalesef kolay değildir. İşte bu yüzden size vermem gereken bir başka sır daha var. Gerçeğin mayasını görmek mi istiyorsunuz? O zaman yapmanız gereken kendinize bir gül bulmak. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben çoktan buldum. Hayatta her şey maalesef ki istediğimiz gibi olmaz. Her gün bizi üzebilecek bir durum ile insan sahipleneceği, hayata tutunabileceği bir dal arar, işte ben bu dal arama işine uzun zaman önce başladım. Hayatın bu istemediğim yüzünün zorlukları ile tek başıma boğuşabilmem neredeyse imkânsızdı çünkü. Bu dalı bulabilmek de pek kolay olmadı. Hayatta ne olursa olsun, hastalıkta ve sağlıkta, iyilikte ve kötülükte her zaman yanımda olmasını, her koşulda beni desteklemesini istiyordum bu dalın. İki sene önce de istediğimi buldum. Bu açıdan da kendimi her zaman şanslı olarak gördüğümü de söylemem gerek çünkü çevremde senelerdir istedikleri dalı arayan fakat bulamayan insanlar var. Yalnızlıkla boğuşmaktan geleceğe bakamayan insanlar... Sizce de yalnızlık hiçbir insanın tatmaması gereken bir şey değil mi? Sıkıntıların paylaştıkça azaldığına, mutlulukların ise paylaştıkça çoğaldığına siz de inanıyor musunuz? Öyle ki Antoine de Saint-Exupery’in ünlü karakteri Küçük Prens de sıkıntılarını azaltmak için kendi dünyasında sahip olabileceği tek arkadaşı bulmuştu kendisine. Küçük kırmızı bir gül... Aslında Küçük Prens bu arkadaşı bulduğunda, o da benimki gibi sadece bir daldı. Bu dalı gül yapan şey ise Küçük Prens’in sevgisiydi. Ben de iki sene önce bulduğum dalımı gül yapabilmek için Küçük Prens’in yolunu izledim. Ona verebileceğim en kıymetli şeyimi yani sevgimi verdim. Karşılıksız olarak yaptığım bu işte o da bana sevgisini verdi. Nasıl ki Küçük Prens’i büyüten hatta dalı güle dönüştüren sevgi olduysa, beni ve gülümü de bu hayatta tutan şey sevgi oldu. Hayatın tüm zorluklarına karşı birlikte durmayı başardık. Yeri geldi rüzgâr esti, ben gülüme koruyucu oldum. Yeri geldi önüme engeller çıktı, o dikenleri ile bu engelleri defetti. Ara sıra bu dikenlerin bana da battığını inkâr edemem. Fakat gülü seven dikenine katlanır, değil mi? Bir diken gülüme verdiğim değerin yanında nedir ki? Ne de olsa gülümü bunca değerli kılan, uğrunda harcadığım zamandır. (Sayfa 84) Sır dolu bir yazı olduğunun farkındayım ama gelin size bir başka sır daha vereyim. Belki de herkesin bildiği fakat kendine inkâr edemediği daha doğrusu inkâr etmekten korktuğu bir sır olacak bu seferki. Sevmek ve sevilmek güzel şey arkadaş. Hepimizin ihtiyacı olan ortak şey sevmek ve sevilmek. Hiç hayatınız boyunca “Ben sevilmek istemiyorum.” diyen birine rastladınız mı? Peki, çok fazla sevildiğinden dolayı şikâyet eden birini gördünüz mü? Birçoğunuzun hayatta tutunabilecek bir dal aradığını biliyorum. Ayrıca bu dalı bulduktan sonra onu gül yapmaktan korktuğunuzu da biliyorum. Ben de korkuyordum. Bana ”Pişman mısın?” diye mi soruyorsunuz? Cevabım “Kesinlikle hayır.” olacak. Unutmamanızı istediğim bir şey var. Nasıl ki sevdiğiniz sizin için hayata tutunabilecek bir dal olacak, siz de onun için bir başka dal olacaksınız. Siz dalınızı gül yapmak isterken, karşınızdakinin de sizi gül yapmaya uğraşacağını unutmayın. O zaman hep birlikte gül olmaya… Kaynakça Saint-Exupery, Antoine de. Küçük Prens. İstanbul: Can Yayınları, 2015. BÜKEM MORKOÇ 
 21501308 BİR SEN
 Biter. Sigara izmaritleri söner kül tablasında. Dumanı karışır havaya usulca.Boş bira bardağının altı masaya değer. Kağıda dokunan kalemin mürekkebi biter. Yağmur diner. Rüzgar kesilir. Şafak söker. Uyku bölünür; rüya biter. Saate bakarsın, 3:27... Zaman geçer. Gülümseme vardır yüzünde, hayat çalar. Yüzün çevrilir benden başka yana. Sesin uzaklaşır, yok olur. Ağlarsın, gözyaşın biter. Kirpiklerin düşer. Radyoda çalan şarkı susar. Gökyüzünde özgürmüş gibi uçan uçurtmanın ipi kopar, çakılır yere. Hayaller yıkılır, biter. Göz altları morarır. Adımlar tükenir. Kandan atılır madde. Kapı kapanır, birileri gider. Biter... Biter mi? Bitmez. İzmaritler söner, tütün kül olur ama içime çektiğim ilk nefesin huzuru kalır bende. Maruz kaldığım sanrılar, dumanımı üflerken havaya, silinmez gözlerimden. Bardağın altı masaya değerken gözlerim devrilir ama devrik bakışlarım devrilip gitmez hiçbir vakit. Kağıdı yalayan kalemin mürekkebi bitti diye yazılanları unutucak değiliz herhalde. Yağmur diner ama yağmur sonrası kokusu? O bakidir, hep burunda. Rüzgar kesilir, uçuşan saçların hatırımda. Şafak söker sökmesine peki ya benim o gündüzlere kavuşamayan karanlık gecelerim biter mi? Bitmez. Kafa yorgunluktan yastığa düşünce uyku başlar, düşler görürüm. Senli düşler, senin gülümsediğin düşler, senin ulaşılabilir olduğun düşler... İçim ürperir; uykum bölünür, rüya biter. Saat 3:27’yi gösterir. Akrep kaçar, yelkovan kovalar; zaman geçer. 3:27 zamandan bağımsız kopuk bir andır artık, belleğe kazınır. Üzerler seni, alıverirler yüzünden o gülümsemeyi ama bana gülmüştün ya bir kere, o saklımdadır. Yüzünü başka tarafa çevirsen ne olur çevirmesen ne? Her gördüğüm surette zaten sen varsındır. Duymazsam sesini ziyanı yok , kulağımdadır yankıları ağzından çıkan her bir harfin. Gözyaşı da tükenen bir şey ama dudağıma değdiğinde bıraktığı o tuzlu tat? Damağımdadır. Kirpiklerin düşer ya hani inceden, düşmesin. Onlar benim dilimde özenli bir biçimde dizilmiş, dipleri koyu kahverengi uçları karamel bir şiirdir. Radyodaki Yıldız Abla susar vakti dolunca ama biz yine de olduğumuz kadar güzel kalırız. Kalırız değil mi? Kopunca uçurtmanın ipi başlar ya düşmeye hızlıca uçurtma... Ben uçurtma olsam çakılmam yere, düşüşün özgürlüğünü yaşarım alabildiğine, düşüşüm kalır. Yıkılıp gitse de hayaller, nesnel olmasa da kalır yıkımlarım göğsümde, yıkımlar da hayallerin dönüşüm geçirmiş parçalarıysa eğer, nasıl derim hayaller biter diye? Uyurum biraz, bırakırım alışkanlıkları, pamukla çay basarım göz altı morluklarıma; solar gider renkleri ama düşsel halkalarım hep ordadır çünkü onlardır açık tutan göz kapaklarımı, bırakmam. Adımlar tükenir tükenmesine de, benim seni bir kerecik de olsa görebilmek umuduyla karda ve kışta, gündüzlerde ve gecelerde o sokaklarda attığım yorgun adımlarımın izleri silinir mi? Kimselerin göremediği ayak izlerim... Bilirim, silinmez. Zamanında haytanın biri sormuştu bana “ Madde mi ağır, mana mı?” diye. Cevap verememiştim o zaman. Henüz kulağıma çalınmamıştı çünkü Füruğ’ un “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.” dizesi. Şimdi cevap versem olur mu? Desem ki sana “Madde uçar, gider; mana kalır.” , sever misin? Yok canım, beni değil; öyle demek istemedim yani cevabı sever misin? Gece kararır. Sigaralar biter. Odaya kasvetle birlikte duman çöker. Bir Sen susarsın. Bir Sen ayağa kalkarsın. Bir Sen kapının yanına gidersin ve ayakkabılarını giyersin oyalana oyalana. Uğurlamamı beklersin belki de Seni. Bir Sen montunu alırsın üstüne. Bir Sen kapının koluna atarsın elini. Adımın diğer tarafındadır artık eşiğin, ah o eşik yok mu o eşik... Bir Sen usulca kapıyı kapatırsın. Kilit yuvaya düşer çaresiz. Ben Seni uğurlamam. Bir Sen o kapıdan çıkarsın, ama uğurlamam.Niye uğurlayayım ki? O gece bir Sen arkanı dönüp gidersin benden, eyvallah da ,bilirim ki bir Sen kalır bende bir ömür. Uğurlamam. ÇAĞIN HASTALIĞI: Danışma Sorunu Son zamanlarda sıkça gündemime giren bir konu danışamamak. İnsanlar günlük hayatlarında onlarca sorunla karşılaşıyorlar. Bu sorunların birçoğu belki de basit bir uzman tavsiyesi ile aşılabilecek iken, taraflarca bir süre rafa kaldırılıp daha sonra alelacele yanlış çözümlere bağlanıyor. Bu da gündeme, danışma sorununu getiriyor. Esasen bu durumu belki de ‘danışamama sorunu’ olarak ifade etmeliydik. Zira pek çok insanın gözünde büyüttüğü husus bir bilene danışamamak. Sorunun temel kaynağını belki de kişilerin iletişim kurma hastalığında aramalıyız. Çünkü danışmak için konuşmamız gerekiyor. Danışamamanın sorun olmasının farklı farklı sebepleri var. Örneğin, bazı kişiler çevresinden eksik oldukları konular hakkında yardım almaya yanaşmıyorlar. Çünkü karşılıklı fikir alışverişini gereksiz bulabiliyorlar. Mesela bir arkadaşım kilo vermek için hekim kontrolü dışında internetteki arama motorlarında, forumlarda popüler olan diyetleri uygulamış ancak başarılı olamamıştı. Çünkü her ne kadar porsiyon kontrolü uygulayıp hareketli bir hayat biçimine sahip olsa da, vücuduna aldığı bazı besinler onun için faydalı değildi hatta alerjisi vardı. Yani anlaşıldığı üzere sağlık noktasında bile insanlar uzmanına danışmadan işler yapmaya kalkışıyor. Çoğu kez bir konuda bilenine danışmak için vakit ayırmak insanlara zor geliyor. Bunu bazen benim yapmışlığımda oluyor tabii. Mesela, kişisel hobim olan tezhip sanatının malzemelerini almak adına, bu işin üstatlarından birinin atölyesi sırf Ankara- Hamamönü’nde olduğu için gitmeye üşendiğimden kendisine danışmadan, kendi başıma malzemeleri tedarik etmeye çalıştım. Maalesef bunun sonucunda gereksiz bir alışveriş yapmış oldum. O zaman yaptığım herhangi bir iş için eğer yetersizsem mutlaka ama mutlaka o konuda uzman fikri olan kişiye danışmam gerektiğini anlamıştım. Ama bence en önemli sebebi bir konuda karşı tarafa bilmediğimiz bir konunun olduğunu söylemek bizlere ağır geliyor. Karşı tarafın bizim hakkımızda ne düşüneceğinden korktuğumuz için, açık vermek istemediğimiz için ya da bazen soru sorup danışmayı sindiremediğimizden danışamamak gibi bir sorun ortaya çıkmış oluyor. Bu hayatın her yerinde mevcut. Hocaların hep öğrencilerine yardımcı olmak için önerdiği şeyler vardır. Örneğin anlamadığınız yerleri muhakkak derste veya ders çıkışında sorun, ödev veya projelerinizi daha iyi bir seviyeye getirmek için gelip danışmaktan çekinmeyin gibi. Ancak çoğu öğrenci bundan çekinir, sormak istemez. Hatta razıdır gerekirse öğrenmez, anlamaz ama hocaya da sormaz ve sonucunda başarısız olur. Çünkü öğrenci milletine “çalışmamış” profili çizmek, “bilmiyor” veya “anlamamış/anlayamıyor/zorlanıyor” profilini çizmekten daha az gurur kırıcı gelir. İnsanlar tamamıyla “ben biliyorum” duygusuna kapılmış durumda. Her konuda fikrimiz olabilmesi kadar normal bir durum yok ama fikir sahibi olmayı bilgi sahibi olmakla karıştırıyoruz. Bu yüzden hayatımızdaki bir sorunun çözümünün başkasında olabileceğine, en basitinden bir adres sormaya bile tahammülümüz yok maalesef. Ama insanlara yaşadığımız veya karşılaştığımız sorunlarla ilgili danışabilmeliyiz. Danışılmadan yapılan işlerin bazen sahip olunan mevcut sorundan daha fazlasına yol açabileceğini düşünmeliyiz çünkü bunların örnekleri var. Cildiyeye gitmek yerine aktardan aldığı otlar veya yağlardan ciltleri, saçları vs. için kürler yapıp, yan etkilerine maruz kalan insanlara şahit olmuşluğum vardır. Yeteri kadar bilgi vebilince sahip değilken yaptığımız seçimler, müdahaleler veya değerlendirmeler durumu olduğundan daha zor hale getirebiliyor bu kaçınılmaz bir gerçek. O yüzden eksikliğini hissettiğimiz her neyse uzmanına danışmaktan ne çekinelim ne bunu gurur kırıcı bulalım ne de bunun bize vakit kaybettirecek bir şey olduğunu düşünelim. Hayatımızdaki bazı engelleri kendi başımıza halledemeyeceğimizi kabullenerek bilirkişiler ile istişare etmekten, fikir alışverişi yapmaktan ya da danışmaktan rahatsız olmayalım. Gizem ELMACI 21604058 – Uluslararası İlişkiler Section 17 Ceyda Tekalp Gizli Boşluklar Aldatıldığında, terk edildiğinde, yalnızlıktan bunaldığında çikolata ve hüzünlü filmlere sarılan, sıcacık battaniyesinin içinden asla çıkmak istemeyen kadınlar... O battaniyenin altında üzüntüden kıvranırken, elindeki çikolatanın kalorisini görüp kendi kendine “Allahım, acaba bu koltuktan kalktığımda kaç kilo olacağım? Şişkonun tekiyim ben!” diye konuşup, diğer olayı bir anda unutup, bunun için ağlamaya başlayan kadınlar... Evet evet doğru bildiniz, kendimi anlatıyordum. Ama yalnız olmadığımı, benim gibi olan birçok hemcinsimin olduğunu biliyorum! Kadınlar erkeklere göre daha duygusal, daha narindir ve her konuyu irdelemeye, her şeyi kafalarına takmaya bayılırlar... Bazıları bu duygularını gizli tutmayı ve insanlara kendini daha sert, daha erkeksi göstermeyi tercih ederler. Ben böyle olanlardanım (bir keresinde yeni tanıştığım bir teyze bana bu özelliğimden dolayı “buzdolabı” bile demişti!) ama benim gibi olmayı tercih edenlerin dışlarındaki sert görünüş sizi yanıltmasın, gördüğünüz gibi; biz de battaniyeler ve çikolatalarla sarıyoruz yaralarımızı! Kadınların uzun ya da kısa bir süreliğine aşkla kendilerini unutup, kendilerini hayattan izole edebildiğini anlatmaya çalıştım size kendimce. Fakat Kadınsız Erkekler bana bu durumun erkekler açısından da pek farklı olmadığını gösterdi. Bizden daha sert, daha rahat görünen erkeklerin içinde de kopuyormuş fırtınalar onlar battaniyelere sarılmasalar da... Cinsiyetiniz ne olursa olsun, bir insan sizi çok etkileyebilir, kendine çok alıştırabilir, hatta ve hatta sizi değiştirebilir. İşte böyle biri hayatınızdan çıktığı zaman, düşeceğiniz boşluk cinsiyet fark etmeksizin, bunu yaşayan her insanınkiyle aynı derinliktedir. Cinsiyet bu derinlikte bir rol oynamazken yaşanmışlıklar, paylaşılan şeyler, ortak tanıdıklarınız, ortak ortamlarınız ve bunlar gibi iki insanı birbirine daha çok bağlamaya yardımcı olan şeyler arttıkça, o boşluğun derinliği de doğru orantılı bir şekilde artar. Boşluk ne kadar derinleşirse, içinden çıkmak o kadar zorlaşır, o kadar vakit alır. Kim bu duruma daha çabuk alışacak ve kendini ayaklandıracak güce sahipse, ilk o çıkarır derin boşluktan kafasını gökyüzüne. Yeni heyecanlar, yeni mutluluklar peşinde koşmaya hazırdır artık... 1 Kimisi de o kadar güçlü olamaz işte. Kalbindeki kırıkları bir türlü onaramaz, hiçbir şeyden keyif alamaz. Karşısına çıkan fırsatları elinin tersiyle iterek, sadece hayal kurar. Eski günleri, artık yanında olmayan insanı düşünür sadece. Umutsuzca arar, sesini duymak, olumlu bir şey duyup mutlu olmak ister ama bunu yaptıkça daha da derinlere düşer. Erkeksiz Kadınlar kitabındaki öykülerin bazılarında intihar eden kadınlara, erkeklere rastladım. Sonra kendi kendime bir psikoloji öğrencisi olmanın verdiği bakış açısıyla düşünmeye başladım, bir insan bir insanı nasıl ölüme sürükleyecek kadar etkileyebilir? Aylar önce sevdiğinin elini tutarken mutluluktan ağzı kulaklarına varan, her anına şükreden bir insan nasıl olur da bu kadar mutsuz ve çaresiz birine dönüşür kısacık bir sürede? Sorularımın cevabını bir türlü netleştiremedim kafamda. Belki sevgi, belki de alışkanlık. Adı ne olursa olsun, hepimizin hayatımızda yaşayabileceği kadar sıradan fakat sıradan olmasının yanı sıra bir o kadar da etkili bir olay; aşk acısı. Kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı, daha güçlü ya da daha güçsüz her insanın hayatında ona eşlik edecek, her anında yanında olup elini tutacak birine ihtiyacı vardır. Bazıları yanlış insanı seçer yoldaş olmak için ve sonrasında maalesef çok üzülür. Şanslı, belki de hayata daha mantıklı bakanlarsa doğru tercihlerle aşkla kendinden vazgeçmeden, her iki tarafa da iyi gelen ilişkiler kurar. Bana göre en önemli şey de budur işte bir ilişkide. Eğer iki insan birbirine iyi gelmiyorsa zorlamanın, boşluğu daha da derinleştirmenin bir anlamı yoktur. “Her şey yalan olsa bile, en güzel aşk zor olanmış.” demiş Birol Can, aşk acısı çekenler için güzel bir şarkı sözü olmuş olsa da pek de gerçekçi olmamış bence. Zor olan çekicidir fakat, mutluluğun sırrı, aşkın sonsuzluğu uyumdan gelir. Yani bana soracak olursanız gerçekçi olan ve hayata hem duygusal hem de mantıksal çerçeveden bakmayı becerebilen insanlar mutluluğa 2 daha yakındır, olmayacak hayallerle hayata tutunmak kolaya kaçmaktır ve bu kaçış insanları derin üzüntülere sürükler. Kaynakça: Murakami H. (2016).Kadınsız Erkekler. İstanbul: Doğan Kitap. “Kırık Kalp”pinterest.com t.y. Web. 07.11.16 3 Tuğçe Tuğrul Haklı Kaygılar Yarıyıl tatili ile bize yüklenen sorumluluklara ara verip kendimize yüklediğimiz sorumluluklara devam ettiğimiz bir aylık nispeten dinlenme ve yenilenme süresi diyebileceğimiz dönemden yeni çıktık. Her dönemin başlangıcında olduğu gibi geleceğim ile kaygılanmanın doruk noktasını yaşıyorum. Bu benim kendi kendime yarattığım bir duygu ama tabii ki yapmak zorunda olduğum için bundan kaçmıyorum. Üniversite dönemimizdeki en önemli kavram ve hedef “değişim”. Benim bu üniversiteyi, bu mesleği seçtiğim zamanki ülke veya dünya düzeni ile şu an ya da ben mezun olduğum zamanki düzen birbirinden çok farklı olacak ya da en önemlisi ben çok farklı olacağım. Değişime, gelişmeye ve farklılıklara açık olup bunu bilincinde planlamalarımızı belki her dönem belki de her ay yenilemeliyiz. Ben de her okul dönemi başlangıcında; geçmişte yaptığım şeyleri değerlendirip daha fazla ne yapabilirim, neleri düzeltebilirim ya da gelecek planıma ülkemde veya dünyadaki değişimler sonucu uyum sağlamamda faydası olabilecek ne gibi şeyler ekleyebilirim veya değiştirmem gerekiyor şeklinde sorular soruyorum. Bu sorduğum sorular hem bireysel kararlarıma hem de benim kontrol edemeyeceğim beşerî düzene bağlı olduğu için kaygımın seviyesi de bu denli büyük oluyor. Sadece bireysel kontrol edebileceğim bir düzen içinde yaşıyor olsaydım yapmam gereken tek şey hedef koyup kendimi bu hedefe göre planlamak olurdu ve bu denli kaygıya sebep olmazdı. Çevremde bazı kişiler dış dünyayı yok sayıp yapması gerekeni yapıp devamını kadere ya da şansa bırakarak, bana göre, biraz kolaya kaçıyorlar. Gerçekçi bakacak olursak şu an genciz, önümüzde muhtemelen şimdiye kadar yaşadığımızın iki katı kadar daha zaman var ve gerçekten bu boş geçirebileceğimiz kadar kısa bir süre de değil. Bu yüzden bu planlama süreci büyük bir kaygı yaratsa dahi bundan korkmamam gerektiğinin bilincindeyim. Ben de bu yüzden geçmişte yaptıklarımı bu denli sorguluyorum ve bu sürekli değişim içerisindeki en makul seçeneği bulmaya çalışıyorum. Hayatta seçimler yapmama sebep olan hedef, dünya vatandaşı olmak. Bunun sebebi ülkemi sevmemek veya bir kaçış kesinlikle değil. Bu bakış açımı; bütün dünya kardeşçe yaşasın, sınırlar ve savaşlar olmasın, daha özgür olabilelim gibi isteklerin daha bireyselleştirilmiş ve şu anki düzende daha uygulanabilir bir çözümü olarak değerlendirebiliriz. Dünya vatandaşı olmak istememdeki en büyük sebep ise bir ülkeye bağlı kalmak istemiyorum. Yaşam şartlarını beğendiğim, insanın değerli sayıldığı, kanunlarla net bir şekilde düzenlenmiş bir topluma sahip bir ülkede yaşamak istiyorum. Bu isteğimi uzunca açıklamadığımda genellikle ülkemizi beğenmiyorsun, yurtdışına gidince ne olacak, yalnız kalacaksın gibi tepkiler alıyorum, fakat benim derdimin ülkem ile alakası yok. Benim bu isteklerimi Türkiye’nin karşılayacak düzeye ulaşması en büyük dileğim. Eğer ki ülkem bu seviyede olsa ben daha da mutlu olurum en azından ülke arayışım, yeni dil öğrenme gereksinimlerim ortadan kalkar. Diğer bir ifade ile yakındığım kaygılarım azalır. Ama henüz ülkem isteklerimi karşılayamadığı için ben de bu hedefime ulaşmak için kendime en uygun mesleği seçmeye çalıştım. Meslek seçtiğimiz zamanlarda en büyük sorunu çözdüğümü düşünüyordum, fakat anladım ki en kolay kısım o imiş. Şimdi ise okulda aldığım her dersten sonra tekrar düşünüp kendime en uygun seçeneği belirlemeye çalışıyorum. Aynı zamanda şu an istemediğim, fakat gelecekte isteyebileceğim seçeneklerin önünü kapatmamak için de planlamalar yapmam gerekiyor. Örneğin şu an akademisyen olmayı düşünmüyorum, fakat eğer ‘Ben şu an akademisyenlik düşünmüyorum.’ diyerek not ortalamamı önemsemezsem belki de okul hayatımın ilerleyen dönemlerinde karşıma öyle bir alan çıkacak ki ben onu başkalarına anlatma isteği duyacak kadar çok seveceğim ve eğer o zamana geldiğimde geçmişte verdiğim yanlış kararlardan dolayı bu isteğimi gerçekleştiremezsem çok pişman olurum. Bu tarz bir durum, telafisi olacak bir durum da değil. Bu yüzden birbiriyle bağlantılı bu kadar çok ihtimale bağlı olarak planlar yapmak zorundayım. Demem o ki herkes kaygılardan kaçmak yerine kendini tanıyıp isteklerini belirlemeli. Bunları yaptıktan sonra, içinde bulunduğu düzeni ve insanın düşünsel dünyasını ne kadar çeşitlendirebileceği özgüvenine ulaşacaktır ve hedefine ulaşacaktır. ARDA ÖZGEN HARRY POTTER VE SIRLAR ODASI En sevdiğim kitaplardan birisi Harry Potter ve sırlar odasıdır. Bu yüzden bende bu yazıda bu kitaptan bahsedeceğim. Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling bu kitabı yazmayı bir tren yolculuğu sırasında kafasına koymuştur. Ve işyerinde öğle aralarında gittiği kafede kitabı yazmaya başlamıştır. Sırlar odası serinin ikinci kıtabıdır. Bu kitapta Harry Potter'in baş düşmanı Voldemort, büyücülük okulu Hogwarts'ın en korkunç ve gizemli odasında Harry'i öldürmeye çalışır. Yazar, Harry Potteri çok zeki ve güçlü birisi olarak anlatmıştır. Hepimizin bildiği üzere Harry potter serisinin film versiyonlarıda yapılmıştır ve her vizyona girdiğinde de gişe rekorları kırmıştır. Ben bu kitabı okuyalı 6 sene oluyor ancak kurgusu ve karakterler her okuduğumda beni sanki ilk defa okuyomuşum gibi heyecanlandırıyor. Harry'nin annesiyle babası Harry daha küçükken Voldemort tarafından öldürülmüştür. O günden sonra ona teyzesi bakmaya başlamıştır ancak teyzesi, eniştesi ve kuzeni Harry'e bir ucube gibi davranmışlardır. Bence bu olaylar bu kitabı okuyan kişilere özellikle küçük yaşta yetim kalmış kişilere moral veriyor ve onlarla dalga geçen kişilerle nasıl başa çıkmaları konusunda da yardımcı oluyor. Kitabın ilerleyen kısımlarında Harry sevdiği kız için hayatını hiç düşünmeden riske atıyor ve sonunda sevdiği kızı kurtarmayı başarıyor. Herkes Harry Potter kitabını tamamen fantastik, bu özellik dışında hiç bir özelliği olmayan bi kitap olarak görüyor olabilir ancak bana kalırsa kitap o kadar ustaca yazılmış ki kitap hakkında bir süre düşündükten sonra alınan bazı dersler var. Örneğin, Harry'nin Sırar odasına girmesi bence bir çeşit semboldür. Harry bu odaya girerek sevdiği bir insan uğruna yapabileceklerini gösteriyor ve bu olay bu kitabı okuyan genç okurlara sevdikleri kişiden ne olursa olsun vazgeçmemeleri gibi önemli bir ders veriyor. Harry Potter çokta yenilikçi bir kitap olmamasına rağmen çok fazla ilgi görmüştür. Bunun sebebi hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap ediyor olmasındandır. Mesela bir yetişkin ve bir çocuğu bir Harry Potter filmi seyrederken izleyin. Đkiside aynı yerlerde heyecanlanırlar, gülerler ve ağlarlar, bunun sebebi yazarın kitabın konusunu herkese göre yazmış olmasıdır. Olayların ve karakterlerin orijinal olması bence bi kitabın kalitesini gösterir. Bu yüzden Harry Potter kaliteli bir kitaptır, üslup açısından tabii ki bir başyapıt olamaz ancak konu olarak Lord Of The Rings'le rekabet edebilir. Benim kişisel izlenimime göre kitabın vermeye çalıştığı asıl mesaj arkadaşlıkla ilgilidir. Hermoine, Ron ve Harry'nin arkadaşlığı kitabı okuyan herkese örnek olucak niteliktedir. Onlar birbirleri için canlarını riske atıyolar ve sırf birbirlerine güvendikleri ve birbirlerine değer verdikleri için aralarında bir kırgınlık olmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Örneğin Harry'le Ron'un araları bozulduğunda Hermoine onların aralarının yapmak için çok uğraşmıştır. Bu bence kitaptan çıkarılıcak en büyük ve önemli derstir ve kitabı okuyan küçükler içinde verilebilecek en güzel mesajdır. Sonuç olarak Harry Potter ve Sırlar Odası bir başyapıt değildir ama bügüne kadar yazılmış kitaplardan arkadaşlıkla ilgili en açık dersi veren kitaptır. Bu yüzdende herkesin evinde olması gereken kitaplardan birisidir. Herkesin Harry Ron ve Hermoine arasındaki ilişkiyi bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hep kitabın iyi özelliklerinden bahsettim bi kaç tane de kötü özellikten bahsedeyim. Bence kitapta Harry'nin sırlar odasına girdikten sonraki kısmı biraz fazla uzatılmış gibi geldi ve bir kaç küçük hata yapılmış. Örneğin Harry'nin dev yılandan kaçtığı kısımda Harry yılandan bir kaç metre uzakta olmasına rağmen yılan onu farkedemiyor. Eğer benim bu dediğimi bir Harry Potter hayranına söylerseniz o size yılan kör olduğu için göremediğini söyler ancak benim bildiği kadarıyla yılanların burunlarında dışarıdaki sıcaklıkları algılayan bazı sensörler vardır ve bu sensörlerin Harry'i farketmiş olması lazımdı. Tabii ki bu hatalar büyük ve herkesin gözüne çarpan hatalar değil bu yüzden aldırmayabiliriz. Ne de olsa her güzelliğin bazı kusurlarıda vardır ancak bizim gördüğümüz kısım bu kusurları kapatır.572 Cennet Vatan Ahmet Ümit çocukluğumdan beri çok sevdiğim hatta benim edebiyatla tanışmamı sağlayan yazarlardan birisidir. Kendisiyle tanışabilmiş olma ayrıcalığına sahip olduğum için de ayrı bir mutluluk hissetmiştim. Yazarın kalemini ne kadar çok seviyorsam yazarın kendisini de bir o kadar seviyorum. Güler yüzlü, sevecen ve sempatik bir havası olan Ahmet Ümit ayrıca araştıran, okuyan ve oldukça bilgili bir yazar. Bunların yanında kendisini polisiye romanlarıyla tanımama rağmen Elveda Güzel Vatanım romanı, polisiye havası barındırsa da ağırlıklı olarak kurgusal ve tarihi bir özelliğe sahip. Bu nedenle bu romanı okumadan önce birtakım kuşkularım vardı ancak yine de Ahmet Ümit’e güvendim ve beni haklı çıkardı. Elveda Güzel Vatanım romanına bayıldığımı belirtmem gerekiyor. Bu roman, ana karakter Şehsuvar’ın yaşadığı macera ve anıları anlatırken, adeta beni alıp o döneme götürdü. Çok akıcı ve etkileyici olan bu roman, beni geçtiği dönem ve işlediği temalar bakımından da mutlu etti diyebilirim. 20. Yüzyılın başlarında geçen roman, Osmanlı Devleti içerisindeki demokratikleşme çabalarını Şehsuvar üzerinden anlatmış. Şehsuvar karakterinin hikâyesi ise beni derinden etkiledi. Özellikle dönemin toplum yapısı nedeniyle sevdiği kadınla birlikte olamamasının çok üzücü bir olay olduğunu düşünüyorum. Herhalde benim başıma böyle bir olay gelse, içinde bulunduğum toplumu değiştirirdim. Ayrıca, Şehsuvar karakterinin de biraz saflığından dolayı olmakla birlikte aşkından vazgeçmesi de yaratılan karakterin yapısıyla oldukça uyumlu olmuş. Ancak bu durum tekrar beni çok üzdü. Bunun temel sebebi ise, Şehsuvar karakterinin görev duygusuyla hareket etmesi nedeniyle sevdiği kadınla görüşmekten vazgeçmesi oldu. Bu durumun hem karşı tarafa karşı yapılmış büyük bir ayıp olduğunu düşünüyorum, hem de Şehsuvar’ın kendisine yapmış olduğu bir ayıp olduğunu düşünüyorum. İnsan sevdiğinin peşinden gitmeyecekse veya sevdiğine kavuşmayacaksa sevmenin ne anlamı var. Bir büyüğümün de söylemiş olduğu, aşk, sevgiliye kavuşmak için verilen mücadeledir. Eğer ortada bir mücadele yoksa bana göre aşkta yoktur. Bu nedenle Şehsuvar karakterinin yaşadığı duyguların sahte olduğunu düşünüyorum. Eser içerisinde beni en çok etkileyen durumlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsedilmesi oldu. 31 Mart Vakasını bastırmak adına İstanbul’a Hareket Ordusu’nun bir üyesi olarak gelen Atatürk’ün esere girişi oldukça muazzam bir şekilde tasarlanıp yazılmış. Küçüklüğümden beri yemek yerken bile Atatürk’ün adının geçmesi beni heyecanlandırır. Yine bu romanı okurken Mustafa Kemal Atatürk’ün adını görmek ve onu okuyabilmek harika bir duyguydu. Ayrıca eğitim sistemimiz içerisinde de Atatürk’ün hayatıyla ilgili neredeyse birçok bilginin var olması ve kendi araştırmalarım nedeniyle, adeta Atatürk’ü kendisinden iyi tanır hale geldim. Sanat eserleri içerisinde Atatürk’ü kurgusal bir biçimin içinde görmek beni çok mutlu ediyor bu nedenle. Çünkü iyi yazılmış edebi eserler, gerçek tadı veriyor ve adeta Atatürk hakkında farklı ve yeni bir bilgi öğrenmiş gibi oluyorum. Bu nedenle de oldukça mutlu oluyorum. Şehsuvar karakterinin ise romanın sonunda kendini öldürmesi beni derinden üzdü. Roman boyunca karakterle adeta bir bütün oldum. Bu nedenle karakterin ölümü beni çok üzdü. Özellikle intiharın sebepleri ise beni daha çok etkileyen bir durum oldu. Şehsuvar karakterinin kendi hayatını yaşayamaması ve hayatının büyük bir bölümünün vatanı için savaşarak geçmesi, karakter için üzülmeme sebep oldu. Sadece kendi hayatında sahip olmak isteyen Şehsuvar, bu gayesine ulaşamadı ve bu nedenle sahip olmadığı bir hayatı yaşamaktansa, yaşamamayı tercih etti. Bana kalırsa da bu tercihi mantıki açıdan doğru gibi görünse de, her insanın içinde ne olursa olsun yaşama sevgisi olduğunu düşünürüm. Bu nedenle intiharı hiçbir nedenle anlayamam. Şehsuvar’ı ise anlamak maalesef o kadar da güç değil… Kelimelerde Saklanan Derinlikler Bazı kitaplar kimi zaman insanların algılarındaki ‘Yedisinde ne ise yetmişinde de odur.’ kalıbını yıkacak türden etki bırakır. Nitekim kitap okuma alışkanlığı çok gelişmemiş olan bende de ‘Simyacı’ o etkiyi yarattı.Kitap sevgisini içime katan belki de zihnimdeki birkaç soyut kavramı somuta indirgememe yardımcı olan ve benim açımdan daha anlaşılır kılan şey Coelho ’nun anlatım tarzıydı. Delikanlı Santiago ‘nun hayallerinin peşinde giden yolda belki de hayatında sahip olabileceği en büyük hazine ‘ yaşayarak keşfetme ’nin önemini ele alan felsefik kılavuzdur. Felsefik kılavuz diyorum çünkü Coelho ’nun satır aralarına yerleştirdiği beni dönüp tekrar düşünmeye iten , soyut olduğu gibi bir o kadar da hepimizin hayatlarında var olan somut gerçekler. Coelho ‘nun deyimiyle ‘Kişisel Menkıbe’ sinin peşinden giden Santiago hayalleri uğruna hayatının parçası olan şeylerden fedakarlık etmektedir her yaşadığı andan yeni seyler öğrenerek. Aslında yaptığı şey hayatının akışını yazgının eline bırakmamak bir yerde. Kitaptaki şu cümle beni gerçekten dönüp tekrar düşünmeye iten bir cümleydi : “…insanların kendi yazgılarını seçme şansından yoksun bulunduklarından söz ediyor. Ve sonunda da, dünyanın en büyük yalanına inandığını söylüyor…”. Düşünüyorum ve gerçekten insanlar yazgılarını seçme şansından yoksun mu? Önümüzde bunu ve aksini savunan o kadar çok örnek var ki karar aşamasında zorlanmıyor değilim. Normalde söylemem gereken şu ki insanlar kendi hayatlarını seçme şansını elinde bulunduran güçlü varlıklar. Fakat hayat şartları her zaman o gücü kendinde bulmaya fırsat vermiyor kimilerine. Günümüzde yaşanan bir örnekle anlatmak gerekirse; Suriyeli insanların savaş ortamından kaçıp ülkemize gelmeleri kimilerine göre onlardaki güç kimilerine göre ise kendilerini güçsüz hissetmelerinden dolayı önüne geçemeyecekleri yazgı. Düşündükçe derinleşen ve bakış açısına göre değişen bir cümleydi . Buradan yola çıkarak akla gelen ve kitapta bahsedilen bir diğer nokta ise insanların kendilerinde bu gücü bulamamasının altındaki neden. İnsanın kendisinden başka hiçbir şey engel değil aslında yapacaklarına. Kitapta Santiago bu engeli aşmanın gücüyle ulaşıyor aslında ‘Kişisel Menkıbe’ sine. Kendi adıma söylemek gerekirse başarısızlık korkusu önümde kendimin oluşturduğu en büyük engel oluyor çoğu zaman. Yine aynı noktaya geliyorum. Kendim kendimin en büyük engeli , en büyük düşmanı oluyorum. Halbuki Coelho ‘ nun bahsettiği ‘Lütuf Kuralı’ yani acemi talihi belki de benim hayallerime giden yolu kolaylaştırıyor. Hani çoğu zaman olur ya ilk defa denediğin bir şeyi en ustasından da iyi becerirsin. Çünkü acemisin! Çünkü talihlisin! Bir de kendi kendinin engeli olmasan! Coelho ‘nun bu konuyu usta örneklerle ele alması kitabın bendeki cazibesini biraz daha arttırdı diyebilirim. Hayallerinin peşinden koşmak ve ona ulaşmak hemen hemen herkesin hayattaki sebeplerinden biridir. Bazen de asıl sebebidir. Santiago ona ulaşmaya çalışırken hayatının bir bölümünü bir billuriyecinin yanında geçirir ve aralarında bir konuşma geçer ki yine beni ikileme düşüren bir cümle çıkar ortaya: ”...düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak.” Bu düşünce bana çok mantıklı gelmiyor. Aslında okuduğumda çok etkilendiğim bir düşünce oldu fakat durup biraz üzerine düşündüğümde benim sadece tek bir hayalim yok ve hedef koyduğum o hayale ulaşmak benim yaşama sebebimi ortadan kaldırmaz, aksine beni daha çok motive eder. İnsan bir şeyleri başardığını gördükçe ona olan inancı ve devam etme isteği katlanarak artar. Eğer hırslı bir insan değilseniz uğraşlarınızın karşılığını alamamak sizin enerjinizi kat kat dibe düşürür ve bence o zaman hayat size anlamsız ve nedensiz gelir. Gelelim hayatımızı sadece hayallerimize adamaya. Santiago gece gündüz durmadan hazinesinin peşinden gidiyor ama yaptığı en doğru şey de anı yaşamak. Ne geçmişe takılı kalmak ne de gelecek hayalleriyle şimdiyi unutmak. Kitapta altını çizdiğim satırlardan biri de “Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsen , mutlu bir insan olursun. ” idi. Bu elbette demek değil ki hayatındaki çoğu şeyi görmezden gelerek hayatını yaşa. Önceliklerini bil ve hayatın sadece yaşamakta olduğun andan ibaret olduğunun farkına var. Bunu genellikle insanlar beceremezler ,hayatlarını her daim ileriye dönük yaşarlar ,planlarını gelecek üzerine tasarlarlar. Anı kaçırmanın , hayattan tat alamamanın temel nedenlerinden biri de bu olsa gerek. İnsanın hayaline kavuşması öyle çok zor olan bir şey değildir. Bir şekilde o hayale ulaşılır. Asıl önemli olan Santiago ‘nun da yaptığı gibi hayallere giden yolda yaşadığın tecrübeler , onların sana kattığı anlamları kendinle birleştirmendir. Ancak o zaman ulaştığın o hayalin sana kattığı değer daha kalıcı ve hatırlamaya değer olur. Yeter ki kendine kendin engel olma ve muhakkak bir yerinden işe başla. Coelho ‘nun satır arasına sıkıştırdığı şu cümle akıldan çıkarılmayacak değerde: “Araştırma her zaman acemi talihi ile başlar. Ve her zaman Fatihin Sınavı ile sona erer.” Şunu şüphesiz söyleyebilirim ki ‘Simyacı’ barındırdığı felsefik düşüncelerle ufkumu açan ve unutulan bazı temel şeyleri dönüp tekrar düşünmemi sağlayan güzel eserlerden bir tanesiydi. MERVE ÇAPAR TURK-101-2 ID:21300980 Pekşen 1 Hakan Pekşen TURK101-Sec.43 21101395 Vedat Yazıcı 21.12.2014 SEVGİ Doğduğumuz gün içgüdüsel olarak annemize babamıza sarılır onların yanında olmak isteriz. Bu eylem sevginin en saf, en doğal ve en güzel halidir. Sevgi ile doğar, sevgi ile yaşar ve onunla birlikte hayatımıza şekil veririz. Ailemizi benimser, annemize, babamıza, kardeşlerimize sevgi sayesinde bağlanırız. Hayatımızın geri kalanını sürdüreceğimiz insanı sevgi temellerine dayanarak seçeriz. Yani sevgi hayatımızın her yerindedir. Peki sevgi tam olarak nedir ve her insan sevgiyi aynı seviyede mi yaşar? Sevgi; bir insanın başka insanlara ya da objelere karşı gösterdiği, insanların iç dünyalarında şekillenen ve değişen bir olgudur. İnsanların birbirlerini sevmesi sevginin maddi boyutudur. İnsanların birbirlerine karşı duydukları sevgi gibi, dini inançları gereği Allah’a karşı duydukları sevgi de sevginin manevi boyutunu göstermektedir. Yani her insan maddi ya da manevi olarak sevgiyi bir parça da olsa yaşamıştır. Çünkü sevgi bizim varoluşumuzun temellerindendir. Herkes ailesini, akrabalarını, çocuklarını tarif edilemeyecek kadar çok seviyordur. Çünkü aile, akraba, kardeşler o insanın bir parçasıdır. Fakat sevgiyi farklı bir açıdan ele alacak olursak, sevdiğimiz kişilere onları ne kadar çok sevdiğimizi ifade edebiliyor muyuz? Sevgimizin bir göstergesi olarak onlara sarılıyor, onları öpüyor ya da onlara güzel sözler söylüyor muyuz? Bir birey olarak bu soruya cevap vermekte maalesef zorlanıyorum. Günümüzde sevgisini karşısındakine iletme olgunluğunu gösteren çok az insan olduğunu düşünüyorum. Bizden büyük kişilerle sohbet ederken her zaman şâhit olduğum benzer cümleler beni yaralıyor. Dedemlerle sohbet ederken babalarının onları sevmesine rağmen bir kere bile onlara sarılamadıklarına duyuyorum. Bu olay bana çok büyük bir acı veriyor. İnsan neden sevgisini gizler ki? Bunu araştırdığımda karşıma ilginç bir cevap çıkıyor. Eğer babalar Pekşen 2 evlatlarına sarılır onları öperlerse toplumda kendi değerlerini düşürürlermiş. Oysa ebeveynler çocuklarına sevgi, merhamet gösterirlerse o çocuk kendini değerli hisseder. Sevgi ortamında büyüyen kişi büyüdüğü zaman daha sıcakkanlı ve sevecen bir birey olur. Karşısındakine sevgini göstermenin olumsuz bir yanı olmadığı gibi, hem o bireye hem de topluma büyük bir faydası vardır. Behçet Necatigil kitabına da aynı ismi veren “Sevgilerde” adlı şiirinde bu konuyu oldukça güzel ele almıştır. “Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı.”(136) Hayatımızda bu acı gerçekle karşılaştığımızda yukarıdaki dizelerin ne kadar değerli ve anlam yüklü olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Şaire göre de sevgiyi gösterememenin nedeni insanların çekingen olmalarıdır. Devam eden dizeler her şeyi daha net özetler niteliktedir. “Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı.”(136) Sıradanlaşan dünyada insanların bir şeylerle uğraşması içimizdeki sevgiyi köreltir. Asıl odaklanmamız gereken olgu yerini basit eylemlere dönüşür. İş hayatı, yaşam mücadelesi gibi. Ancak sevgi unsurunu asla unutmamamız gerekir. Şair yukarıdaki dizelerde bunu “Bitmeyen işler yüzünden” sözleriyle okuyucuya güzel bir biçimde aktarmayı başarmıştır. Devam eden dizelerin üstüne yeni bir söz söylemek sanırım gereksiz olur. Sevgimizi ifade etmek o kadar Pekşen 3 basittir ki, içten bir bakış ya da sıcak bir gülümseme bile kalbimizi dolduran duyguları ifade etmekte yeterlidir. Şair bu konuyu diğer şiirlerinde de ifade etmiştir. Söylemek istediklerini söyleyemeyen bir adamın pişmanlıklarını “Boşuna” adlı şiirinde şu dizelerde dile getirmiştir. “Şimdi- - Ha başımı taşlara vurmuşum, Ha düşmüşüm geceyle sokaklara! Kim bilir ne zaman karşılaşırım, Hem tanıyacağım da şüpheli bir daha.”(51) Duygularını ifade edemeyip sonradan pişman olmak yerine anı yaşayıp ailesiyle mutlu olan adam dünyanın en mutlu adamıdır bence. Yazar bu duyguları da “Aile” adlı şiirinde ifade etmeyi unutmamış. “Sağ çıkıp günlük savaştan Evin yolunu tutmuşum Yemek yedik, çocuklarım uyudu --- Hayatta olduğuma Seviniyorum şimdi Kavuştum çoluk çocuğuma”(57) Belirtildiği gibi çocuklarıyla birlikte vakit geçirmek ve onlara sevgisini göstermek sevinçlerin en büyüğüdür. Pekşen 4 O halde duyguların kalbimizde kalmaması için mümkün olan en kısa sürede değer verdiğimiz insanlara onları ne kadar çok sevdiğimizi çekinmeden söyleyelim. Hemen şu an gidip annemize, babamıza, çocuklarımıza sarılıp sevgi dolu bir dünya için yaşayalım. Yarın çok geç olabilir. Pekşen 5 KAYNAKÇA Necatigil, Behçet. Sevgilerde. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 1991. Günlerden Bir Gün Evde oturmaktan sıkıldığımı düşünüp, yola koyulmaya karar verdim tekrar. Nereye gideceğimi düşünmeye başlamıştım ki aklıma geçen sene gitmek isteyip de gidemediğim Kaz Dağları geldi. Evet, yemyeşil bir ormanın içinden geçen berrak, buz gibi suyun aktığı, birazcık da yaban hayatının hüküm sürdüğü bir yerde kamp yapmak beni rahatlatacaktı. İstediğim tek şey; dereden çaydanlığımın içine doldurduğum buz gibi suyu alıp, taşlardan ördüğüm küçük, odun ateşiyle yanan ocağımın üzerine koyup, su kaynadıktan sonra, bulabildiğim güzel iğne yapraklı ağaçlardan topladığım dalları içine atıp bir çay yapmak ve bunu doğanın bana bahşettiği güzelliğin karşısında yavaşça yudumlamaktı. Hemen çantamı hazırladım, kamp için gerekli olan her şeyi yanıma aldım ve sabah erken saatte yola koyuldum. Uzun ve yorucu bir otostop yolculuğunun ardından geldiğim yer bana bahşedilmiş bir cennet gibiydi. Ağaçlarla çevrili büyük kayalıkların üstünden akan şelaleye bakıp, akan suyun çıkardığı seslerle birleşen kuş seslerini duymak bana şu sözleri hatırlattı; “Yokuş çıkmak zordur ama manzara tepeden seyredilir”. Evet, bu zorlu yolun ardından lütufkâr doğanın bana bir hoş geldin hediyesiydi bu. Hava kararmak üzereydi ve ben tamamıyla karanlık olmadan çadır kuracak bir yer bulmak zorundaydım, hemen yola koyuldum. Ormana her girdiğimde, eğer varsa, suyu takip ederim, en iyi manzaralar hep suyun kenarlarında olur ve gece su sesiyle uyuma imkânı sağlar. Ben yine bildiğimden şaşmayıp aynı şeyi yaptım. Yaklaşık 2 km, yaban hayatının mutlak hüküm sürdüğü ormanın içine ilerledikten sonra kendime, buraya gelmeden önce hayal ettiğim yerin bir kopyasını buldum. Kuzey ve güney tarafı tamamen iğne ve düz yapraklı ağaçlarla çevrili bir vadinin tam ortasındaydım. Doğudan batıya doğru akan ırmak, bu vadinin tam ortasında kalıyordu. Büyük kayaların arasından hızla akmaya devam ediyor ve bazı yerlerde küçük, bazı yerlerde bir insan boyunu geçecek göletler oluşturmuştu. Tam da böyle bir göletin yanında, ormanın başladığı yerle, suyun aktığı kayalık alanın birleştiği yerde, bir çadır sığabilecek kadar büyüklükte olan bir düzlük keşfettim. Aslında çok güvenli değildi. Eğer yağmur yağar, ırmak boyu yükselirse, suyun altında kalma ihtimalim vardı. Hava durumunu kontrol ettim, doğada yağmur yağacağına dair hiçbir iz yoktu ve bu güzel yer için, bu riski göze almaya karar verdim. Büyük bir keyif ve iştahla kurmaya başladım çadırımı. Çığlıklar atıyordum içimdeki mutluluğu, huzuru dizginleyebilmek için. Çadırımı kurdum, eşyalarımı yerleştirdim ve güzel bir ateş yakabilmek için odun toplamaya çıktım. Hava henüz kararmamıştı, hala ormanın içinde yaşayan güzel canlıları görebiliyor, göremediklerimin varlığını ve doğadaki gücünü hissedebiliyordum. Yerlerde kurt, çakal, tilki, ayı ya da herhangi bir yaban hayvanı izi görürüm diye umutla bakınıyor bir yandan da işime yarayacak güzel odunlar topluyordum. Maalesef hiçbir ayak izine rastlamadım. Belki de burası onlar için uzak bir yer diyordum kendi kendime. Daha içlerindelerdir ormanın diye düşündüm. Odunları topladıktan sonra tekrar çadırımın olduğu yere gittim, ateş yakacağım alanı belirleyip, bu mükemmel karanlığa renk katacak, gece ağaçları birer kızıl şölene dönüştürecek, bakarken binlerce hayal kurabileceğim, insanın en büyük keşfi olan ateşimi yaktım. Hava tamamen kararmıştı. Sessizliğin hakimiyeti vardı koca ormanda. Bazen rüzgârın hareketlendirdiği küçük dal seslerini duyuyordum. Odunların içinden ara sıra patlayıp yükselen kıvılcımlar neşelendiriyordu beni. Yaşam alanıma hayat katıyordu. Ateşi izledim saatlerce. Düşündüm. Kendimi, varlığımı, yokluğumu, insanları, toplumları, devletleri. Bir köpekbalığının ana rahmindeyken okyanusa tek başına çıkmak uğruna, daha fazla yiyecek uğruna, kardeşlerini yemesini düşündüm. Dünyadaki yoksulluğa bir çözüm buldum. Acaba büyük devletlerin büyük adamları da mı ateşi izlemeli diye düşündüm. Sonra hiçbir şeyi değiştiremediğimi fark ettim ve uyumaya karar verdim. Gece, dostlarımın kokumu aldıktan sonra yanıma gelip kafalarının karışmasını istemediğim için ateşimi yanar halde bıraktım. Küçük bir alanda bir dünya kurmak üzere çadırıma yöneldim. Su sesi… Kekik kokusu… Yanmakta olan odunların ara sıra çıtır çıtır patlaması... Varlığımı hissediyordum. Uykuya daldım. Sabah iki farklı kuşun mükemmel ötüşüyle açtım gözlerimi, çok büyük bir heyecanla çadırımın fermuarını yavaşça açmaya başladım. Açıldıkça arkasından bir hazine çıkıyordu sanki, mükemmel bir tablonun üzerindeki örtüyü, sağdan sola doğru yavaşça açarak bakmak gibiydi. Her milimetre daha şehvetli geliyordu. Yaklaşık bir metre önümden su akıyor, karşımda şehvetli görüntüsüyle bir kayın ağacı bana selam veriyor, güneş ışınları ormanın aralarına sızarak adeta bir şelale görüntüsü oluşturuyordu. Üstümde ne varsa çıkarıp buz gibi suya attım kendimi. Çıplaklık özgürlüğünün keyfini çıkarıyordum. Çıplaktım bir arslan kadar. Çıplaktım bir balık kadar. Doğanın bir parçasıydım. Bir kayanın üzerine yatıp doğayı dinledim bir süre. Dünden kalma küllerin olduğu yeri temizleyip, etrafına üst üste gittikçe daralan taşlar örüp kendime bir ocak yaptım, ateşi besleyebileceğim bir açıklık bıraktım, odunları içine koyup ateş yaktım. Çantama gidip, özenle yerleştirdiğim çaydanlığımı çıkardım. Irmağa batırıp içine su doldurup yaptığım ocağın üzerine koydum. Mutluluktan ölmek üzereydim. Ne işim vardı benim şehirde? Neden ayrılıyordum doğadan? Neydi zorunluluklarım? Kendime kızıyordum ama çaresiz. Bu sırada çay yapabileceğim bir dal kopardım güzel bir iğne yapraklı arkadaşımdan. Suyun kaynamasını bekleyip içine koydum. Biraz sonra çayım hazırdı. Çantama yönelip bardağımı getirdim, çayımı koydum. Bir kayanın üzerine çıkıp oturdum. Altımdan sular akıyor, kayın dostum hala beni izliyor, güneş şölenine devam ediyor, uzaklardan, yemyeşil ormanların içinden kekik kokusu geliyordu ve ben çayımı yudumladım. Ahmet Kılıç Egem Dilşad Üren Sevgili Profesör Albus Percival Wulfric Brian Dumbledore, Zeki, 400 yıllık çınardan daha fazla görmüş geçirmiş, insanlığa ve Harry Potter'a yaşadığı her şeye rağmen sevgiyi öğütleyen ve Türkiye'de öğretmenlerin kendilerini sizin gibi hissettikleri; ama olamadıkları Dumbledore... Eğer ki gerçek ve hayatta olsaydınız Muggle'ların haline kendi sihirli dünyanızda olup bitenlerden daha çok şaşırırdınız. Ben bir Muggle olarak Voldemort'un yaptığı kötülüklerle yarışabilecek kötü şeyler yaptığımızı düşünüyorum. Belki de sizin o Üç Affedilmez Lanetinizden daha kötü şeyler bile yapma kapasitesindeyiz. Tecavüzcüler, seri katiller, insanları katleden hükümdarlar var bizim fani dünyamızda. Sizin hem iyilik hem kötülük yapmak için asalarınız var, bizim de zehir gibi akıllarımız, kırılasıca ellerimiz ve bilimin önderliğinde icat ettiğimiz silahlarımız, bıçaklarımız var. Daha nükleer bombalardan ya da biyolojik silahlardan bahsetmedim bile… Görünüşe bakılırsa birisine tecavüz etmek için, birisini öldürmek ya da soymak için bir bıçak ya da erkek olmak yeterli. Bunun en vahim, iğrenç ve insanlık dışı örneği Suphi Altındöken. Voldemort'tan daha kötü, acımasız ve gerçek... Sizin ölüm ve sevgiyle ilgili Harry'e söylediğiniz aşağıdaki söz bu insanın ne kadar acınacak durumda olduğunu çok basit bir dille belirtiyor. " Ölülere acıma, Harry. Yaşayanlara acı, her şeyden çok da, sevgisiz yaşayanlara" (J.K.Rowling 578). Belki de sözünüzün gerçekten acı bir şekilde uyduğu bir olay var. Özgecan Aslan diye 19 yaşında ve üniversite öğrencisi bir kız vardı. Vardı; çünkü ancak 11 Şubat 2015'e kadar yaşayabilmişti. Yaşayabilmişti; çünkü ömrü ne doğal koşullarla tükenmişti ne de hasbelkader bir kazayla bitmişti. Suphi Altındöken adlı bir dolmuş şoförü tarafından dolmuşta son yolcu olarak kalınca tenha bir yere götürülerek vahşice öldürülmüştü. Aynen Voldemort'un yaptığı gibi duygusuzca, suçluluk duymadan ve gaddarca öldürmüştü kurbanını. Ama Voldemort'la aralarındaki ortak nokta bir tek bundan ibaret değildi. İkisinde de bu davranışlara ve sapıklıklara neden olan ortak özgeçmişleri vardı. İkisi de sevgisiz ortamlarda büyümüştü. Suphi Altındöken küçüklüğünden beri babası tarafından dövülmüş ve babasının annesine uyguladığı şiddete tanıklık etmişti. Kendisi de evlendiğinde aynı şeyleri eşine yapmış. Voldemort ise bir yetimhanede yetiştirilmiş; ama her zaman yalnız, arkadaşsız ve başkalarını korkutan bir çocuk olmuş. İkisini de ömür boyu takip edecek olan bu kötü şöhret bağıra bağıra gelmişti. Özgecan öldü, gitti ve kurtuldu. Belki de en acılı bir biçimde; fakat bu dünyadaki acısı bitti. Özgecan sevgisiz, nefretle dolu, bir canlıya merhamet göstermekten yoksun ve silahlarla oyuncak oynar gibi haşır neşir bir insanın hiçbir zaman tadamayacağı baba sevgisini, anne şefkatini ve küçük mutlulukları yaşamış olarak ayrıldı aramızdan. Belki de Suphi Altındöken’in tadabileceğinden bin kat daha fazla… Halbuki Suphi Altındöken daha yaşamasına ve Özgecan'dan sadece 7 yaş büyük olmasına rağmen bunları hiç yaşamadı ve yaşayamadı. Yaşayamadı; çünkü çevresi ve yetiştirildiği ortam sevgisizdi, acımasızdı ve insana değer verilmeyen bir yapıdaydı. Sizce Dumbledore, o zaman sevginin, erdemlerin ve insanlığın öğretilmesi bir tek annelere ve babalara mı bırakılmalı? Ya onlar da bunun nasıl olacağını bilmiyorsa! İşte o zaman aynen sizin uyguladığınız gibi derslerin, ödevlerin, sınavların ve notların daha ötesinde olan bir okul anlayışı gelmeli aklımıza. Arkadaşlıkların edinildiği, dertlerin paylaşıldığı, mutlulukların doğduğu ve öğrencilere insanlık dersi verildiği bir okul… Her bakımdan öğrencilere hayatı öğretme ve hayata hazırlama… Sizin bir zamanlar Hogwarts'ta toplumun kötü olaylarla boğuştuğu ve iyi olaylarla neşelendiği zamanlarda yaptığınız akşam yemeği konuşmaları gibi öğrencilere yol gösteren, kuşkularına cevap olan ve nefret yerine sevgiye yönlendiren müfredat dışı derslere ihtiyacımız var. Rahmetli Özgecan'ın ablası Beste Aslan kardeşinin öldürülmesinden sonra bir canlı yayında gerçekleştirilen röportajda sevgi ve insanlık dersinin gerekliliğini şöyle vurgulamıştı: "Ben sadece insanlara yalvarıyorum, ne olur biraz daha bilinçlensinler. İnsanlara artık okulda insanlık dersi göstersinler. Çocuklara sevgi ve insanlık dersi versinler. Aileler çocuklarını görmeden bilmeden yaşıyorlar. Artık bakmasınlar, görsünler. Sevgi her şeyin ilacı. Sevgi her şeyin başı. Özge ve ben hep bunu savunduk. Özge onun için psikolog oldu. İnsanlık adına bir şeyler yapmak için uğraştık, savaşımız buydu. Okula gittiklerinde dersi bir kenara geçsinler. Önce sevgiyi, insanlığı öğretsinler." Eğer ki Harry başına gelen her şeye rağmen intikam yerine sevmeyi seçtiyse ve eğer ki Özgecan'ın babası kendisini avutacağına başkalarını avutmayı başarabildiyse o zaman insanların içini sadece kötülükler, kökünü derinlere salmış sapkınlıklar ve nefretler doldurmuyor. Belki sevgisizlikten, eğitimsizlikten, fakirlikten ve ilgisizlikten dolayı başka insanlara akla gelemeyecek kötülükler yapabilen insanlar var. Ama unutulmamalı ki toplum olarak kendimizde bu insanları suçlamayı, aşağılamayı, yermeyi ve linç etmek isteyecek kadar nefrete boğabilmeyi hak görüyorsak o zaman onları topluma kazandırmayı da görev bilmeliyiz. Onların ve onlar gibilerin bir daha toplumun genel düzenini bozmamasını ve sınırlarını aşmamasını sağlamak amacıyla sevgiye, okulda eğitime ve biraz çözümsel düşünmeye ihtiyaç var. Aynen sizin dediğiniz gibi: “Mutluluk en karanlık zamanlarda bile bulunabilir, sadece ışıkları yakmayı unutmayın”(Dumbledore, The Prisoner Of Azkaban). Belki de bu olay insanları varolan karamsarlıklar için dövünmek yerine bu karamsarlıkları dağıtmak için ışık saçmaya yöneltir. Umarım, Dumbledore… Keşke herkes sizin gibi olabilse… Keşke kin ve nefret yerine sevgi, erdem ve anlayış hüküm sürebilse akıllarımızda. Siz benim için o kadar çok şey yaptınız ki… Siz bana kitap okumayı sevdirdiniz, sevginin sadece bir Disney propagandası olmadığını gösterdiniz. Sevginin insanı aciz değil, güçlü ve değerli kıldığını öğrettiniz bana. Sevgilerle, Egem Dilşad Üren Bir Muggle hayranınız KAYNAKÇA Harry Potter and The Prisoner Of Azkaban. Perf. Daniel Radcliffe, Emma Watson, Rupert Grint. Warner Bros. Entertainment, 2003. Film. Rowling, Joanne. "King's Cross." Harry Potter Ve Melez Prens. 1.st ed. London: Bloomsbury, 2007. 607. Print. Öğrenci: Büşra GENÇ Dersin adı: TURK101-038 Öğretmen: Vedat YAZICI Dönem: 2014-2015 Güz MAĞRUR GALİP -Ayperi’yle ablasının tartışma sahnesine ithafen… Tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşır gibi davranan insanlarla dolu dört bir yanımız. Bir derdimizi de kendilerininkiyle yarıştırmadan duramayanlar… Karşımızdaki konuyu açsa da biz de derdimizden bahsetsek diye pusuda bekleyenler… Hayır, bu sohbet değil, paylaşım değil! Düpedüz bir yarış, bir savaş haline geliyor konuşmalar. “Kim ne der” düşüncesini aşmak da yetmiyor dertleşmek için, bir de karşıdakinin derdini aşmamız gerekiyor. Ne güzel olurdu kendimizi düşünmeden sadece karşımızdakinin hüznüne ortak olabilsek. “Benzeri benim başımdan da geçmişti”yle başlayan düşüncelerimizi susturabilsek. Sadece karşıdaki olabilsek yetmez mi böyle anlarda? Bu, farkına varmadan yaptığımız bir duygudaşlık çeşidi mi yoksa pasif bir savaş mı? En iyi olma savaşımızın, yaşamımızın her alanına yayıldığını gösteren bir ispat mı? Böyle anlarda üzülmemizin sebebi kendi mazimiz mi, karşımızdakinin üzüntüsünün üstümüze sinişi mi? Dahası, üzüldüğümüz arkadaşımız mı yoksa kendi benliğimiz mi? Üzüntümüzü, kırgınlığımızı paylaştığımızda galip seçilen tarafın kazandığı gurur, herkes tarafından acınan kişi olmanın getirdiği mağrur sevinç de görülmeye değer doğrusu. Ailesiyle, arkadaşlarıyla, eşiyle yaşadığı sorunlardan ve kendisinin ne kadar “saf” olduğundan bahsedenlerdir asıl masum olmayanlar. Masum olanlar yazar veya susar. Yazanlar, sayfalar dolusu, defterler dolusu, ciltler dolusu, kütüphaneler dolusu yazarlar! Bunlara zincir vururlar, bazen yastıklarının altında saklarlar, yazdıklarını parçalarlar ve hatta yakarlar. Susanlar ise yıllarca susarlar ve kendileriyle konuşmaktan başka çareleri yoktur. Çünkü masum olanlar bilirler ki onların derdini anlayacak kimse yoktur şu garip dünyada. Çok konuşanlar daha çok hafifler ve herkes tarafından acınan olmanın verdiği gururla daha çok anlatırlar. Asıl dert sahipleri ise daha çok susarlar veya yazılarının yanışını seyrederler. Böyle tezatlarla doludur acınası dünya. Konuşmak, paylaşmak insanın doğasında var. Konuşanlar sustuğunda ve susanlar konuştuğunda… İnanın büyük bir felaket olur bu! Suskunların konuşması da bağırış çağırışlıklarla, ezilmişliklerle ve birikmişliklerle doludur. Böylesi bir konuşmayı kaldırmak kolay değildir. Kaç sene öncesine dayanan ve “yeter artık sızlanmayı bırak ve biraz olsun beni dinle”lerle dolu bu konuşmada ne büyük acılar saklıdır. Bu tip acılar bir kereye mahsus söylenir ve o da dinlediğiniz andır. Kimsenin asla açmadığı ve bir daha da asla açılmayacak o sayfalar bir tomar halinde yüzünüze çarpar. Belki, yüzünüzün kızarmasının sebebi de budur. O güne kadar saklanmış tüm hüzünleri barındıran konuşmalar, iki tarafın çıplak kalmasına neden olur. Ne bir silah vardır sözlerden ve maziden oluşan, ne de haklı veya haksız taraf. Her şey ortadadır, oracıkta, tam ortada alev alev duruyordur ve dokunsanız sizi yakacaktır. Kimse dokunmaz o yangına, zamanla o yangın küçülür, küçülür ve soğur. Yangın bitse de külleri oradadır. Külleri süpürülse bile izi yerde kalır. Çoğu zaman bu izi silmek mümkün olmaz ancak üstüne konan güzel bir eşyayla kapatılabilir. İnsanın yaşamını güzelleştiren, sorun yaşanan insanla barıştıktan sonra gelen –sahte bile olsa- güzel anlardır. Yıllarca öfkenizin ve kırılmışlığınızın engellediği, gerçekte hak ettiğiniz güzel anlar… Hayatta bundan daha güzel ne olabilir? Artık omuzlarınızda bir yük yoktur, karşıdakinin yaptıkları sizi rahatsız etmemeye başlar. Hani yaptığı şakalara gülmemek ve sinirli görünmek için gösterdiğiniz büyük çaba var ya, o birden yok olur! Aranızdaki pasif savaş ve dert yarışı da bitmiştir. Haklı veya haksız herhangi bir taraf olmadığı için, çünkü ikiniz de kendinizce haklısınızdır, uzak kalmanız için bir sebep yoktur. Yıllarca gizliden içinizde sakladığınız sevgiyi dışa vurmanın zamanıdır artık. Artık, yaşamanın zamanıdır. ÜYÜLECİ SESİN ETKİSİ B Müziği(cid:374) rahatlat(cid:373)adığı, (cid:373)utlu et(cid:373)ediği hiç(cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374) hatta (cid:272)a(cid:374)lı yoktur herhalde. Müzik ile duyguları(cid:373)ızı (cid:272)oşturur ,yi(cid:374)e (cid:373)üzik ile duyguları(cid:373)ızı de(cid:374)geleriz. Baze(cid:374) içi(cid:373)izde hissedip a(cid:373)a (cid:271)ir türlü dille(cid:374)dire(cid:373)ediği(cid:373)iz duygular (cid:373)üzik ile dile gelir. Müzik yeri gelir (cid:373)arş olur, toplu(cid:373)ları ay(cid:374)ı duyguda birleştirir. Be(cid:374)i(cid:373) içi(cid:374) (cid:271)u(cid:374)ları(cid:374) dışı(cid:374)da (cid:271)a(cid:373)(cid:271)aşka (cid:271)ir a(cid:374)la(cid:373)ı daha vardır (cid:373)üziği(cid:374). O da za(cid:373)a(cid:374) (cid:373)aki(cid:374)esi gi(cid:271)i ol(cid:373)asıdır. Bazı (cid:373)üzik parçaları(cid:374)ı di(cid:374)lediği(cid:373)de, o (cid:373)üziği ilk di(cid:374)lediği(cid:373) a(cid:374)a (cid:271)ir yol(cid:272)uluk yaparı(cid:373). He(cid:373)e(cid:374) yaşadığı(cid:373) a(cid:374)ılar gelir aklı(cid:373)a. Tıpkı Golden Horn Brass konserindeki gibi. Bilke(cid:374)t’e geldiği(cid:373)de, ilk di(cid:374)lediği(cid:373) se(cid:374)fo(cid:374)i orkestrası(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)e(cid:374)de (cid:271)ıraktığı etkiler doğrultusunda düze(cid:374)li olarak klasik (cid:373)üzik ko(cid:374)serleri(cid:374)e git(cid:373)eye (cid:271)aşladı(cid:373). Bir haftaso(cid:374)u eli(cid:373)e ulaşa(cid:374) haftalık ko(cid:374)ser progra(cid:373)ı(cid:374)ı i(cid:374)(cid:272)elerke(cid:374) Nefessiz adlı ko(cid:374)ser ilgi(cid:373)i çekti. Çala(cid:374) gru(cid:271)u(cid:374) adı(cid:374)ı(cid:374) Golden Horn Brass olduğu(cid:374)u gördüğü(cid:373)de, za(cid:373)a(cid:374) (cid:373)aki(cid:374)esi(cid:374)i(cid:374) ışıkları yi(cid:374)e ya(cid:374)ıp sö(cid:374)(cid:373)eye (cid:271)aşladı içi(cid:373)de. Yıllar ö(cid:374)(cid:272)e, he(cid:374)üz ilkokuldayken okuluma gelen, enstrü(cid:373)a(cid:374)ları altı(cid:374) gi(cid:271)i parlaya(cid:374) grup yi(cid:374)e karşı(cid:373)daydı. Günler birbirini kovalarken beni(cid:373) aklı(cid:373)da da (cid:862)A(cid:272)a(cid:271)a hala eskisi kadar iyiler (cid:373)i? Acaba yine müziklerinin etkisini içimde hissedebile(cid:272)ek (cid:373)iyi(cid:373)?(cid:863) gi(cid:271)i sorular dolaşıyordu. Nihayet çarşa(cid:373)(cid:271)a günü, saat 2(cid:1004).(cid:1004)(cid:1004)’de herkes yeri(cid:374)i al(cid:373)ıştı. Ko(cid:374)ser salo(cid:374)u(cid:374)da benim için yer tut(cid:373)uş ola(cid:374) arkadaşları(cid:373)ı ararke(cid:374) sa(cid:374)ki yer çeki(cid:373)i yok ol(cid:373)uş, (cid:271)ulutları(cid:374) üstü(cid:374)de yürüyor(cid:373)uş gi(cid:271)i hissetti(cid:373). Gözlerimin önüne bir anda ilkokuldaki halim geldi. Meraklı gözlerle etrafa (cid:271)aka(cid:374), ko(cid:374)seri (cid:271)ekleye(cid:374) küçük Mustafa’yı görür gi(cid:271)i oldu(cid:373). Bu duygularla arkadaşları(cid:373)ı(cid:374) ya(cid:374)ı(cid:374)a usul(cid:272)a yerleşti(cid:373). Önce oda (cid:373)üziği çala(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir grup çıktı sah(cid:374)eye. Tabi ki ben ke(cid:374)di(cid:373)i (cid:373)üziğe çok vere(cid:373)e(cid:373)işti(cid:373) o a(cid:374). Çü(cid:374)kü sa(cid:271)ırsızlıkla ’ı(cid:374) çıka(cid:272)ağı a(cid:374)ı Golden Horn Brass bekliyordum. O ana kadar geçen zaman bana hapishanede yıllardır gü(cid:374) saya(cid:374) (cid:271)ir suçlunun çıka(cid:272)ağı gü(cid:374)ü (cid:271)eklerke(cid:374)ki heye(cid:272)a(cid:374)ı(cid:374)ı hissettirdi. So(cid:374)u(cid:374)da alkışlarla beraber ko(cid:374)ser arası verildi. Golden Horn Brass’da(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e (cid:271)u ara arkadaşları(cid:373)ı da ko(cid:374)sere hazırlamam için güzel bir fırsattı. Be(cid:374) de (cid:271)u(cid:374)u (cid:271)ildiği(cid:373) içi(cid:374) (cid:373)olada arkadaşları(cid:373)a daha ö(cid:374)(cid:272)e gru(cid:271)u di(cid:374)lediği(cid:373)i ve geldiklerine asla piş(cid:373)a(cid:374) ol(cid:373)aya(cid:272)akları(cid:374)ı söyledi(cid:373). Mola (cid:271)ittiği za(cid:373)a(cid:374) herkes, (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) kadar ol(cid:373)asa da (cid:271)ir (cid:373)iktar heyecan ile içeriye geçip yerlerine oturdu. Az so(cid:374)ra yıllardır gör(cid:373)ediği(cid:373) fakat gördüğü(cid:373)de nerde olsa ta(cid:374)ırı(cid:373) diye(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:373) altı(cid:374) e(cid:374)strü(cid:373)a(cid:374)ları ile sah(cid:374)eye çıktılar. Adeta parlayan birer gü(cid:374)eş gi(cid:271)iydiler. Başla(cid:373)ada(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e gru(cid:271)u(cid:374) tek (cid:271)aya(cid:374) üyesi, ö(cid:374)(cid:272)e grup üyeleri(cid:374)i (cid:271)ize ta(cid:374)ıttı. Daha ö(cid:374)(cid:272)e (cid:271)il(cid:373)ediği(cid:373) (cid:271)ir şeyi de (cid:271)u ge(cid:272)e öğre(cid:374)di(cid:373). O da grup üyeleri(cid:374)de(cid:374) ikisi(cid:374)i(cid:374) Bilke(cid:374)t’te(cid:374) (cid:373)ezu(cid:374) oldukları idi. Bu(cid:374)u öğre(cid:374)(cid:373)ek okulu(cid:373)a ola(cid:374) sevgi(cid:373)i ve ve okulumun benim gözümdeki yerini arttırdı. Ko(cid:374)ser (cid:271)aşladığı(cid:374)da enstrü(cid:373)a(cid:374)ları(cid:374), içi(cid:373)de saklı kala(cid:374) yıllar ö(cid:374)(cid:272)eki büyük etkisi ye(cid:374)ide(cid:374) açığa çıktı. Trompetin ya(cid:374)kıla(cid:374)a(cid:374) sesi içi(cid:373)deki (cid:272)oşku(cid:374)u(cid:374) kapıları(cid:374)ı ardı(cid:374)a kadar açıyor, (cid:271)e(cid:374)i heye(cid:272)a(cid:374)la(cid:374)dırıyor ve he(cid:373)e(cid:374) ardı(cid:374)da(cid:374) gele(cid:374) saksafonun huzur veren sesi beni hiç (cid:271)il(cid:373)ediği(cid:373) (cid:271)ir ülke(cid:374)i(cid:374) sahili(cid:374)e götürüyordu. Hala (cid:271)u kadar etkile(cid:374)(cid:373)e(cid:373) (cid:271)e(cid:374)i ay(cid:374)ı za(cid:373)a(cid:374)da şaşırttı da. De(cid:373)ek ki (cid:373)üzikleri sade(cid:272)e küçük (cid:271)ir ço(cid:272)uğu değil ,(cid:271)ir ge(cid:374)(cid:272)i de ay(cid:374)ı şekilde etkiliyebiliyordu. O a(cid:374) (cid:271)e(cid:374)i (cid:271)iri dışarıdan görse (cid:373)uhte(cid:373)ele(cid:374) (cid:374)or(cid:373)al olarak görürdü. A(cid:373)a asıl ola(cid:374)lar içi(cid:373)de gerçeklekleşiyordu. Parçalar teker teker çalı(cid:374)ırke(cid:374) (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) da ko(cid:374)seri(cid:374) (cid:271)ite(cid:272)ek ol(cid:373)ası içi(cid:373)de (cid:271)ir hüz(cid:374)ü(cid:374) filizle(cid:374)(cid:373)esi(cid:374)e neden oluyordu. Grup üyeleri, son parçaları(cid:374)ı da çalıp selam verdiler. Seyir(cid:272)ilerde(cid:374) öyle (cid:271)ir alkış koptu ki sah(cid:374)ede(cid:374) ayrıldıkta(cid:374) so(cid:374)ra tekrar sah(cid:374)eye döndüler. Parçayı (cid:271)ir daha çaldılar. Daha parça (cid:271)it(cid:373)e(cid:373)işti ki ay(cid:374)ı alkış (cid:271)ir daha tekrarla(cid:374)dı. Altı(cid:374) (cid:374)efesler (cid:271)ir kez daha çaldılar. O a(cid:374) so(cid:374)suza dek di(cid:374)leye(cid:271)ilir(cid:373)işi(cid:373) gibi geldi o(cid:374)ları. Konser sonunda, ilk di(cid:374)lediği(cid:373) gü(cid:374)kü duyguları(cid:373)ı(cid:374) hiç değiş(cid:373)ediği(cid:374)i hatta gru(cid:271)a ola(cid:374) hayra(cid:374)lığı(cid:373)ı(cid:374) daha da arttığı(cid:374)ı fark ettim. (cid:862)Bir süre gide(cid:272)eği(cid:373) hiç(cid:271)ir ko(cid:374)serde (cid:271)öyle duygular yaşaya(cid:373)a(cid:373) herhalde(cid:863) diye içimden geçirdim. Çaldıkları her (cid:271)ir (cid:374)ota, üzerimdeki bütün gergi(cid:374)liği ve yorgu(cid:374)luğu çekip al(cid:373)ıştı sa(cid:374)ki. Arkadaşları(cid:373)la vedalaştıkta(cid:374) so(cid:374)ra yurt oda(cid:373)a doğru giderke(cid:374), ko(cid:374)seri(cid:374) (cid:271)e(cid:374)de (cid:271)ıraktıklarıyla ye(cid:374)i (cid:271)ir haftaya hazır ol(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) sevi(cid:374)(cid:272)iyle yüzü(cid:373)de istemsiz bir gülümseme belirdi. Mustafa Özkök Bilke(cid:374)t Ko(cid:374)ser Salo(cid:374)u. A(cid:374)kara. (cid:1005)5 Şu(cid:271). (cid:1006)(cid:1004)(cid:1005)7. Ko(cid:374)ser adı:Breathless. Gruplar:Anatolian Wind Quintet ve Golden Horn Brass. Elif Koç 21401917 Köpeğime İyi Bak Hani bir gün Fazıl Say’ın aniden sahneye çıkardığı bir çocuk vardı. Şimdi onun Tunalı’da bir saatçi dükkânı var, gelen geçenle göz teması kurmaktan çekinmiyor, yerine gelene mutlaka bir şeyler ikram ediyor, çay, kahve… İçten birisi, sesi de çok güzel. Söylediği şarkılar da insanın damarlarını titretiyor, bam teline basıyor. Bu aralar da bir uygulamayla vicdan azabını dindiremeyen, yatakta sağa sola dönmekten sırtı yara olmuş veya iç sesini bir türlü susturamadığı için uyuyamayan insanlara dinlendiren sesiyle uyku dağıtmakta. O çocuk Cem Adrian. Geçen sene bir albümünün kapağı için dudağına bir ruj sürüp, poz vermişti ve bu olay bazı kesimleri rahatsız etmişti, insanların çirkin yorumlarına maruz kalmışlardı, hem Cem Adrian hem fotoğraf, hem de şu ‘tercih meselesi’. Nedir bu çeşitliliğe karşı duruş, tek tip olma isteği, saygı bekleme ama asla saygı duymama olayı? Türkiye’nin en renkli şehri İstanbul, tabii ki renkler kadar bu renkleri siyahlandırmaya çalışan boyacılar da çok ne yazık ki. İstanbul Boğazı…İstanbul’u ziyaret edenlerin ilk gittikleri merak ettikleri, çevresinde pahalı mekânların olduğu, kitaplarda anlata anlata bitirilemeyen ve Karadeniz ve Marmara Denizlerini birbirine bağlayan, Asya ve Avrupa kıtasını birbirinden ayıran o boğaz işte, en klişe ve en klasik anlatımıyla. Bir de köprüsü var bunun; Boğaziçi Köprüsü. Her sene yüzlerce insan orayı seçiyor hayatından vazgeçmek için, bilmem kaç yükseklikte su beton etkisi yaptığından mıdır bilinmez, hem romantik, hem çok hüzünlü bir anlamı olmalı. Belki de orası çoğu insan için sadece Marmara ve Karadeniz’i birbirine bağlayan soğuk su değil, bir geçitti belki de ölümle yaşam arasındaki. Sonunda da bilinmez diyarlara ya da bazıları için bir kurtuluşa açılan bir kapıdır. 4 Ocak 2015 tarihinde bir kadın geçti o geçitten. Kendisi gibi boyun eğmeyen, yalan bir hayatı yaşamaktansa hiç nefes almamayı tercih eden birçok insan gibi. 24 yaşında ve hayatını orada sonlandırmaya karar vermiş. 24 yaş… Kimilerine göre hayatın en eğlenceli, en güzel yıllarının geçtiği yıl, tabii kimilerine göre, ‘normal’ hayatlar yaşayan ve o ‘normal ‘ hayatları sayesinde yaşamayı hak edenlere göre. Hayatın yazılı bir kuralı varmış, Eylül ona uyamamış, kendi gibi nefes bile aldırmamışlar, veda konuşmasında ağlayarak ‘izin vermediler, bana çok engel oldular’ diyor bir yandan da sigarasından derin bir nefes çekerken. Soruyorum, kim kendinde bu hakkı görüyor, insanların önüne sırf kendine uymadığı için zaten hayatın koyduğu bariyerlerin önüne hem de daha kalın bir engel koyuyor? Bu Tanrı’nın görevini üstlenmek değil mi? Farklılara karşı koyan, hayatın gerçeklerini yok sayanlara isyan ediyor Eylül Cansın. Sayılı nefeslerinin, sözcüklerinin olduğunu bile bile annesinden son isteği köpeği ile ilgili oluyor, annesine köpeğine iyi bakmasını, ona şefkat göstermesini ve asla kızmamasını istiyor. Son isteği sahiplendiği hayvanın yalnız kalmaması ile ilgili olan ve intihar edecek seviyeye gelmiş bile olsa herkesi seviyorum diyen bir insan ne yapmış olabilir, istediği şekilde yaşamaktan başka? Dünyanın her yerinde toplumun bedeni etrafında çizdiği kutunun dışında bir hayat isterken, bu isteğinin ‘ayıp’, ‘yasak’, ‘günah’ olduğunu ve ‘normal ’ olmadığını düşünürken içi içini kemiren, benliğini saklayacak diye zihin sağlığını yitirenler ya da kendini kandırmaktan, bir yalanın içinde kendi hayatını unutmaktansa korkusuzca yaşayan lakin çevre baskısıyla Cem Adrian gibi hakarete uğrayanlar, en kötüsü de bunlara dayanamayıp huzuru Eylül gibi ölümde arayanlar ve bizi sen, ben, o, şu ve bu şeklinde ayıran kendini insan sanan insancıklar maalesef ki var. Bunun çaresini ben bilmiyorum, biliyorum da nasıl mümkün olabilir onu bilmiyorum. O yüzden başladığım gibi Cem Adrian’la bitirmek istiyorum, belki içinde yaşadığımız sinsi durum anlaşılır diye. ‘Kimse durduramıyor yağmurları yağdırınca bulutlar Neden susturamıyor içindeki delik deşik umutları Düştüm. Kalkarım yine ellerini uzatınca bana Tanrı Tanrı bulsun istedim, sevsin bütün kayıp çocuklarını Elveda kalbim, elveda yalnızlık, elveda gözyaşlarım Elveda yağmurlar, elveda kar, elveda sonbahar Elveda kış, elveda rüzgârlar, elveda ağaçlar, kuşlar Elveda yorgun kanatlar Elveda kelebek, elveda ölü melek Elveda kayıp çocuk, elveda yalan masal Elveda sessizliğim Elveda kalbim Elveda aşk.’ Adrian, Cem. ‘’Elveda’’. https://www.sarkisozleri.bbs.tr/sarki/979/elveda. Web, 25 Ekim 2016. YANILSAMAYA TUTUNMAK Memento Christopher Nolan’ın başyapıtlarından biri.Hatta belki tarihin en zeki kurgulanmış filmlerini sıralasam ilk üçte kesin bu filmi sayarım.Bu filmden ne anlayacağınıza gelmeden önce bu filmin anlaşılması zor, işleyişinin oldukça garip olduğunu söylemeliyim.Filmi izlemeye başladığınızda birbirinden bağlantısız, bir renkli bir renksiz sahnelere biraz katlanmaya çalışın.Çünkü filmin tadı asıl oradan geliyor.Renkli sahneler olayları en sondan başa sarıyorken, renksiz sahneler ise baştan sonra doğru geliyor.Filmin bu işleyişi ilk başta beni şaşırtsa da üzerine daha fazla kafa yorduğumda hissettiğim şey hayatın kendisiyle filmin ele alınışının çok benzer olduğuydu.İnsanlar her ne kadar şu an yaşıyormuş gibi gözükseler de aslında öyle değillerdir.İnsanların çok büyük bir kısmı biraz geçmişte biraz da gelecekte yaşarlar.Bir düşünün geçmişinizle ya da geleceğinizle ilgili bir şey düşünmediğiniz herhangi bir gününüz var mıdır ? İnsanlar fark etmese bile sürekli gelecek planı yapan varlıklardır.Bunu en basitinden iki gün sonraki yemek için pazardan ne alacağınızdan değiştirmek istediğiniz iş pozisyonuna kadar genişletebiliriz.Geçmişten bahsetmeme gerek var mı ? Geçmiş sizi bugüne getiren şeydir pişmanlıklarınız, mutluluklarınız, her türlü tecrübenizdir.Geçmişiniz ve geleceğiniz aslında adeta birbirine doğru akarak sizi oluşturuyor.Filmin bana kattığı değişik bir bakış açısı ve farkındalık hissi bu. Hiç hayatınızda hiç hatırlamasam daha iyi dediğiniz oldu mu ?Mutlaka olmuştur.Bu filmde bu sınır biraz üste çıkıyor.Filmde her yaptığı eylemi yirmi saniye sonra unutan bir karakter görüyoruz.Her 20 saniyede bir her şeyi unutmak ister misiniz ?Bazılarınız ‘’Ne yirmisi bana 5 saniye ver yeter.’’ diyebilir tabii.Ancak filmi izlerken bu düşünceyi zihninizden atın . Filmin size anlattığı şey unutkanlık filan değil.Hele hasta aciz bir adam hiç değil.Filmde göreceğiniz karakter aslında siz,ben,hepimiziz.Nasıl mı ? Şu dünyada sokakta yürüyen birini seçin ona ister hedefini ister ne hissetmek istediğini ister ne için, kim için yaşadığını sorun.Alacağınız cevap yüzde yüze yakın oranda mutlu olmak olacaktır.Peki insanlar mutlu olmak için neler yapıyorlar ? Mutluluğun tanımı herkese göre çok farklı ,çünkü bu soyut bir kavram; tanımı ve sınırları tamamen sizin beyninizde.Kimisi için üniversiteyi kazanmaktır kimisi için evlenmektir kimisi için bilgisayar oynamak.Peki ya sizi mutsuz eden şeyler neler ?Hiç büyük pişmanlıklarınızı ya da işlediğiniz bazı suçları unutmak ya da göz ardı etmek istediniz mi ? Şimdi gelelim film ne anlatıyor? Nelerden bahsediyor?Ben bu filmden ne anladım ? Memento’da Leonard karısını iğneyle fazla insülin vererek öldürüyor.Ama bu olay onda çok büyük bir travma yaratıyor.Yaptığını bir YANILSAMAYA TUTUNMAK türlü kendine itiraf edemeyen Leonard, Samy isminde hayali bir karakter uyduruyor kafasında.Sonra cinayeti John G. adında bir adamın yaptığını öne sürüyor ve hayali katilin peşinden koşmaya başlıyor.20 saniye sonra her şeyi unuttuğu için her anın fotoğrafını çekip, notlar yazıp ,yanında taşıyor ve vücudunun her yerine dövmeler yaptırıyor.Bir kısır döngü içinde her gün Amerika’daki John G. leri arıyor.Bunların hepsi absürd gelebilir ama bence öyle değil.Bence bu, insanların hayatında her gün yaptığı şey.Sırf mutlu olabilmek için kendimize yalandan çemberler oluşturup onun etrafında dönmüyor muyuz ?Biz buna ne kadar inanmak istemesek de az ya da çok her insan kendini kandırıyor.Memento’yu izledikten sonra kendime şu soruları sordum :’’ Ben kendime karşı ne kadar dürüstüm ? Benim hayatımdaki John G. kim ? ‘’ DENİZ BENİM HER ŞEYİM Okumaya başladığım her kitaptan bir şeyler beklerim ben. Altını çizebileceğim birkaç cümle, üzerini çizebileceğim birkaç insan, hiç gitmediğim denizlerin kokusu, hiç tatmadığım yemeklerin tokluğu... Böylelikle anlam bulur kitaplar benim dünyamda. Sadece böyle Deniz Benim Kardeşim diyebilir insan en içten duygularıyla. Bu kitabın bendeki yerini hangi kelimelerle anlatsam yetersiz kalır gibi. Eksik kalır sıfatlarım, öznesiz kalır yüklemini bulurken binbir çaba harcadığım cümlelerim. Çok sevdiğim bir yazarı neden çok sevdiğimi öğrenebildiğim kitaptır işte Deniz Benim Kardeşim. Bütün kitaplarını derin bir merakla alıp okuduğum, yeraltı edebiyatını bana aşina kılan yazardır Jack Kerouac. Yolda kitabını okurken Beat Kuşağı’nın odalarını tek tek gezmişizdir sanki birlikte. Her zaman merak etmişimdir onun yol sevdasının nereden geldiğini ve neden yolları, yolda olmayı böylesine sevdiğini. Deniz Benim Kardeşim, onun denizinin başladığı romanmış oysaki. Yirmi yaşında yazdığı ama yıllar sonra yayımlanan... Ben, Yolda ile derinlerde yüzmenin keyfini yaşarken kıyıda ayaklarımı ıslatan o soğuk suyun mutluluğundan uzak kalmışım bu kitabın hikayesinden habersizken. İki kahramanımız var bizim bu yolculukta. Deniz kokusunda bana eşlik eden, okurken beraber suya karıştığımı hissettiğim iki insan. Wesley Martin ve Billy Everhart. Birbirlerinden zıt karakterleri ama paralel yolları olan iki adam. Wesley hırslarından arınmış, dünyasını denize sığdırmış, kendi yalnızlığı içinde kalabalıklaşan bir denizci. Billy ise bugüne kadar hayat bahçesinde başkasının sevdiği çiçekleri büyütmüş ve nerde nasıl mutlu olabileceğini bile bilmeyen bir akademisyen. Bu iki insanı ancak sonsuz mavilikte bir deniz bir araya getirebilir öyle değil mi? Yalnızca dalgalar aynı yöne savurabilir onları. Tam da böyle oluyor işte. Yolları kesişiyor kahramanlarımızın ve denize açılmaya karar veriyorlar birlikte. Sonsuzluğu kovalamaya, mavinin kokusunu bulmaya... Küçükken hep balıkların ne kadar sıkıcı bir hayatı olduğunu düşünürdüm, üzülürdüm hatta ağlardım fanusumun içindeki güneş renkli japon balıklarıma baktıkça. Yüzerken ayağıma takılan küçücük balıklara üzülmemek için denize bile giremedim yıllarca. Çocuk aklı işte, kendimi bu toz kokan dünyada şanslı hissederdim. Hayal edemezdim özgürlüğün ortasında yaşamanın nasıl bir his olabileceğini. Büyüyünce ne olacağım sorulduğunda umarım balık olmam diye düşünürdüm kendimce. Büyüdükçe aşık oldum ben de denize, balıklara, dalga seslerine, tenimi yakan tuzlu suya, özgürlük kokusuna. Öyle bir yer ki deniz, her duyguyu onunla tarif etmek mümkün aslında. Hani bazen gözyaşlarımıza yakışmayan yerlerde buluruz kendimizi. Bazen de gülüşümüz yasaklanır gittiğimiz yerlerde. Ama deniz öyle değildir işte. Gecenin siyahına da yakışır, gündüzün beyazına da. Kokusu umut demektir bazı insanlar için, huzurdur. Zaman zaman da hüzündür, ağlatır defalarca. Hem gülüşünüz karışır buz gibi sularına, hem gözyaşlarınız. Yalnızken gidilebilecek en güzel yerdir belki de. Hem korkusuzca ağlar, hem dalgaların sesiyle konuşursunuz. Deniz ortak olur her duygunuza. Kitabın son sayfalarına yaklaştıkça, suyun içinden çıkan omuzlarımın üşüdüğünü hissettim adeta. Kısacık saçlarımdan damlayan suların yüzüme değip gözyaşlarına dönüştüğünü gördüm sanki. Deniz bana bir hikaye daha anlatmıştı çünkü. Deniz bana her zaman masallar, hikayeler anlatırdı zaten. Şimdi de Jack Kerouac’ın ona neden aşık olduğundan bahsetmişti işte. J.Kerouac yirmili yaşlarında bu kitabı yazdığında hiç beğenmemiş ve atmış bir köşeye. Bir okur olarak her zaman merak ettiğim soruların cevapları incecik bir kitapta saklıymış aslında. Bu kitap sadece bir roman değil benim için. Bir insanı anlamak, denizi anlamak, her şeyi anlamlandırmak demek. Jack Kerouac için de olduğu gibi; yollar benim kardeşim, deniz benim kardeşim. Deniz benim her şeyim. Kaynakça: Kerouac, Jack. Deniz Benim Kardeşim. İstanbul: Siren Yayınları. 2015. Baskı Çev. Garo Kargılı İsmail Nurullah Mutlu Taha Can MERCAN 21502969 101-25 BERLİN’DE BİR YAŞANMIŞLIK ORMANI 1941-1945 Almanya’sında, Holokost’un diğer bir deyişle Yahudi Soykırımının en şiddetli zamanlarında Berlin’de bir Yahudi olduğunuzu hayal edin. Ben bunları hayal ettiğimde göğsümde bir yerlerde meydana gelen bir ağrı hissediyorum. Aslında sadece ben değil, biraz hayal gücüne ve bu konu hakkında bilgiye sahip olan hemen hemen herkes benimle benzer duyguları hissediyordur. Şöyle bir düşünelim ki yıllardır Berlin’desiniz. Sevdiğiniz, tanıdığınız tüm insanlar burada. Aileniz ile birlikte yaşıyorsunuz ama bir süreç başlıyor ki daha önce benzeri görülmemiş. En yakınlarınız sizinle iletişime geçmeye çekinir oluyor. Sırf dininiz yüzünden bazı kesimler sizi insan olarak görmüyor. Çevreniz, iyisiyle kötüsüyle yaşadığınız dünyanız bir anda cehenneme dönüşüyor ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlıyorsunuz. Elinizden bir şey gelmiyor, içinde bulunduğunuz duruma anlam veremiyorsunuz. Şu anda, bahsettiğim bu durumu bizler sadece empati yaparak anlamaya çalışıyoruz ama öte yandan bu olayları gerçekten yaşayan insanlar var. Nazi Almanyasında Yahudilerin yaşadıkları işkenceleri, zorlukları, psikolojik travmaları burada ayrıntılı bir şekilde anlatıp ilk blog yazımı korku filmine dönüştürmek istemiyorum. Fakat, duyduklarımızın yarısı bile doğruysa, insanlık sınavından geçememişiz demektir. Aslında Almanya gezimin bir sebebi de bu insanlık dramının en yoğun olarak yaşandığı sokakları, meydanları görmekti. Çünkü o yerleri gezmek, o tarih ve ızdırap kokan havayı solumak, o talihsiz insanlarla aynı sokaklardan yürümek bambaşka bir deneyimdi. Bu duyguları yazılar okuyarak, filmler seyrederek ya da fotoğraflar inceleyerek hissedemezdim. Berlin’de, yaşanan çileleri bizlere hatırlatan onlarca eser gördüm ama bunlar arasında beni en çok etkileyen şüphesiz Holokost Anıtı, diğer bir deyişle Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı olmuştur. Kısaca bahsetmek gerekirse bahsediyor olduğum anıt, irili ufaklı yüzlerce beton bloktan oluşan ve oldukça geniş bir alana yayılmış bir anıttır ki yerin altında müze kısmı da vardır. Benim bakış açıma göre anıt, içerdiği anlam dışında görsel olarak duygusal bir niteliğe sahip değil. Çoğu insan boş bakışlarla dolaşıyor o alanı, neredeyse iletişime geçtiğim herkes oraya daha orijinal bir anıt yapılsa daha iyi olacağını düşünüyor. Ama bu durum benim açımdan pek de öyle olmadı. Orayı gezerken attığım her adımda içimde bir şeyle sızladı. Gördüğüm her ‘’Stel’’de gözlerimin önüne ya ​âşı​k bir Yahudi çift geldi ya da masum bir Yahudi ailesi… Bu güne kadar Avrupa’da pek çok başkent gezmişimdir. Viyana, Budapeşte, Prag… Ama beni duygusal anlamda en çok etkileyen yerin Berlin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü soykırımın en sancılı safhaları bu topraklarda yaşanmıştı. Berlinin meydanlarında yürürken, sokaklarından geçerken tüm o çileler bir bir gözlerimin önüne geldi. İzlemiş olduğum filmler, okumuş olduğum kitaplar… Hepsini fazlasıyla yaşadığımı hissettim orada. İnsan, böyle anıları olan mek​â​nlarda dolaşırken istemsizce ‘’Amaçladığınız şeyler tüm bu acılara değer miydi?’’ diye düşünmekten alıkoyamıyor kendini. Benim görüşüme göre her insan mutlaka buralara gelmeli ve bu konular hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Çanakkale, Hiroşima, Berlin ve daha onlarca şehir. Hepsinin ortak özelliği ise en acı tarihi olaylara şahitlik etmeleridir. İnsanlar bu şehirleri gezmeli, buradaki havayı teneffüs etmeli ki aynı hatalar tekrarlanmasın, aynı acılar tekrar yaşanmasın. “Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?’’ Bu soru için herkesin kendine ait fikirleri ve doğruları vardır ama ben inanıyorum ki öğrenmek duygularla birlikte olunca kalıcı olur. Bu nedenle tarihin gezilerek ve görülerek hissedilmesi taraftarıyım. Ben, bu hissi en güçlü şekilde Holokost anıtını gezerken yaşadım, oradaki yaşanmışlıkları hissedince boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. ”Eğer sizin de yolunuz Berlin’e düşerse…’’ diyerek klişe bir sözle yazıma son vermek yerine sadece şunu söylemek istiyorum: yolunuzun Berlin’e düşmesini beklemeyin, Berlin’i en kısa sürede gezin… Türkiye’nin Dünya’ya Açıldığı Bir Kapı: Livaneli İyi bir okuyucu olduğumu düşünüp, okuyacağım yazarlar veya kitaplar arasında ayrım yapmamaya özen gösteriyorum. Elime ne geçerse okuyor, beğenmesem de çıkarım yapmaya çalışıyorum. Okuduğum her kitabı, romanı işimle özdeşleştiriyor, seversem ileride neye yöneleceğimi ya da neyi tercih etmeyeceğimi anlıyorum. Türkiye’de doğmuş ve büyümekte olan bir genç olarak beni en çok üzen nokta; geçmişimizin sanata olumsuz bakış açısı ve maalesef bize öz yapıtlar bırakamamış olmalarıdır. Hal böyle olunca günümüz yazarlarına çok değer veriyor ve yeni çıkan her işi, her icraatı yakından takip ediyor ve bunun her Türk gencinin kati suretle yapması gerektiğine inanıyorum. Atatürk, günümüzde çok yanlış anlaşılan “Milliyetçilik” kavramını: misakı milli sınırları içerisinde ülkenin gelişmesine katkıda bulunmak, milletini dünya standartlarının üstüne çıkarmayı hedeflemek, olarak adlandırıyor. Sanat da ülkemizi bulunduğu konumdan çok yukarılara taşıyabilecek güce sahip nadide olgulardan biridir. Hal böyle olunca, kendi yazarlarımıza ayrı bir değer veriyor, onları iyi anlamaya çalışıp, ileride yapacağım her işte bir yerlere koymayı hedefliyorum. Ne mutlu bize ki Zülfü Livaneli gibi bir yazarımız var ve ne mutlu bana ki onunla aynı dönemde yaşamış bulunuyorum. Ben büyük bir Dostoyevski hayranıyımdır ama o hiç yeni kitap çıkaramıyor maalesef. Sevdiğiniz bir yazarın yeni bir kitap çıkarması ve koşarak onu almanız bir hayli mutluluk verici. Her zaman ülkemiz ve milletimiz için işler yapmaya çalışmış, popüler kültürün asla oyuncağı olmamış, para için eğilmemiş, hem büyük bir besteci, hem büyük bir yazar, böyle büyük bir üstada kuracak cümle bulmak zorluyor beni. Kitabevinde görür görmez hemen satın alıp, hemen sokakta bir banka oturup, büyük bir ritüelle ilk sayfasını açıp, heyecandan okumaya başlayamadığım bu kitaba neredeyse aşık olmuştum. Açıkça söylemem gerek ki büyük bir olumlu ön yargıyla başladım kitaba. Sanki kötü bir iş yapamaz gibi geliyordu. Sokakta termosla çay satan abimizden bir bardak çay alıp sayfaları çevirmeye başladıkça, bu düşüncemde ne kadar haklı olduğumu anladım. İtiraf etmeliyim, o kadar güzel bir anlatım var ki, saat geç olmasa kitabı o bankta bitirip kalkabilirdim. Otobüse binene kadar okumaya mola vereceğim yeri bulmak için bile çok zorlandım. Kızarmış ekmeğin üzerine sürülmüş taze kaymağın üzerine, kovanından yeni çıkmış hiç katkı yapılmamış bal sürüp tadına bakmak gibiydi hikayeyi takip etmek. O kadar anlaşılır, o kadar takip edilir, o kadar sade ama o kadar güzel. Hayat gibi. Yaşam gibi. Sokak gibi. O kadar basit ama sıradan olmayan bir anlatımı vardı ki Zülfü Ağabeyimin, sanki okur kitlesinin kimler olduğunu fark ediyor ve onları yormak istemeyip, hiç karmaşık cümlelere girişmiyordu. Ve yine okuyucusunu o kadar iyi tanıyordu ki, verdiği bilgileri araştırmayacaklarını çok iyi biliyor ve kendisi bilgilendirme amaçlı detaylar yerleştiriyordu (Sovyetler birliğinin dağılışı, frontal lob vs.). Bir Serenad (Kendisinin başka bir kitabı) kadar mükemmel motiflerle süslenmese de, kapağını kapatsanız dahi zihninizde devam eden kitaplardan biridir kendisi. Günlük işlerinizi yaparken bile onu düşünmekten alıkoyamayacaksınız kendinizi. Bir karakterin yolculuğuna tanık olacaksınız hem de onun hemen karşısındaki koltukta oturarak. Bir metre önünüzde etiyle, kemiğiyle bir insan belirecek ve siz onun yaşam mücadelesini göreceksiniz. Aşkına tanık olacaksınız. Bir cinayeti çözeceksiniz. Evet katilin kim olduğunu çabucak anlayabilirsiniz ama sizi bekleyen sonu görünce benim gibi şaşıracağınıza da eminim. Aynı zamanda bir yönetmen olduğundan mıdır yoksa bu iyi bir yazarlık mahareti midir bilmem ama okuduktan sonra bir film izlemiş gibi oldum. Aklımdan keşke bu kitabın filmi çekilse diye düşündüm. Sonra ülkemizdeki yönetmenlerin durumunu düşünüp fikir değiştirdim; umarım yabancı bir yönetmen çeker dedim. Sonra tekrar karar değiştirip yok yok iyi bir Türk yönetmen bu işi halleder kendi sermayemiz olur dedim. Türk Sineması bu işe girer mi bilemem ama girmese bile bu kitap Türk Edebiyatı’nın büyük bir kazanımıdır. Kısacık ömrümün onunla aynı döneme denk gelmiş olmasından büyük bir mutluluk ve onur duyuyor, herkesin en az bir kitabını okuyup, iyi ya da kötü, kendisi hakkında fikir sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. BİLGE TUĞÇE YAZGAN 21600819 OKUNMAYAN ROMAN   
    
   Yamalı bir yolda yalpalaya yalpalaya ilerlemek gibi hayat; nemli topraklarında sürükleniyorsun, tüm kapaklarını eskitiyorsun yaşanmışlıklarının, kanata kanata dizlerini her batışında devam ediyorsun. Düşüncelerin çığlık çığlığa, düşüncelerin sahipsiz kalmış, üşüyorsun, dudakların mühürlü kalıyor bu sırada ama, dudaklardan çıkanların aidiyetini belirleyemiyorsun çünkü. Şu dünyada hiçbir şey senin değilken en azından deliliğine sarınmak istiyorsun. Öyle anların geliyor ki boşluktasın, usul usul sallanıyorsun; öyle anların geliyor ki tüm varoluşunu yok etmek istiyorsun. Parmak uçların karıncalanıyor, dokunduğun her ten dağılıyor sanki, her köşe başına farklı bir mezar taşı bırakıyorsun. Anılarını gömüyorsun her adımında, geçmişinden hayaletler bırakmasa da peşini, sen hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorsun, zaten gerçekten de olmuyor aslında yaşananların hiçbiri. Bir seyirci gibi izlemek kendi yaşantını ne kadar garip değil mi? Başkasının hataları onlar sanki, başkası ağlıyor bir köşede gizlice nefesi kesilircesine, sen değilsin o gri bulutlarla çevreleyen ruhunun her bir köşesini. Hem sen olsan nasıl dayanırdın o sessiz çukurlarda yaşamaya zaten.    
   Kendi tercihlerimiz mi belirliyor yaşadıklarımızı yoksa başka türlüsüne el vermez miydi ruhumuz; yeniden doğsak aynı replikleri tekrarlayacak kuklalar mıyız? Emrah Serbes’in Müptezeller kitabındaki Bakır’ın hataları ve kendi kendine yarattığı küçük cehennemi düşünüyorum da acaba tek şansı bu muydu, sahip olabileceği tek son usul usul ördüğü kimsesizliği miydi? Elbette insanoğlu kendi bencilliğinde boğulan bir varlık, yalnızlık kaçınılmaz oluyor bir yerden sonra, ama sonuçta seçimlerimiz götürüyor bizi kendi sonumuza. Seçimlerimizi yaratan bilincimizin benliğimize aidiyetliği de tartışılır bir konu aslında, tercihlerimiz ucu açık bırakılan bir yanılgı özgürlüğünden ibaret belki de. Doğduğun evden sahip olduğun yeteneklere kadar eşit olmadan geliyorsun dünyaya, ilk anından beri çığlık çığlığa. Zamanla oluşan düşünce sistemlerimiz ise hareketlerimizi yönlendiriyor, farklı duygularla yönetilen değişik modellerdeki makinalara dönüşüyoruz. Hangi model olacağımızı kim, nasıl, neden belirliyor asla bilemiyoruz; buna rağmen hayattaki tüm başarılara ve başarısızlıklara birer isim takıyoruz.   
   Anların içinde kaybolmamızı veya boğulmadan devam edebilmemizi sağlayan melekelerimiz birer birer yok oluyor bazen, yokluğun içinde var oluyoruz, yaşananlara karşı bir bir kaybettiğimiz hislerimizle dayanma gücü arıyoruz. Hayat ertesi gün ne için uyanacağını bilmeden fazlasıyla zorken, zamanla anlamsızlaşan dünyada her aldığın nefes sana içten içe batarken ayık kalmanı istiyorlar bir de; kendi kendine tahammül edemeyen bir insan için düşünceleriyle baş başa kalmak kendi cehenneminde yaşamak demek hâlbuki. Bakır biraz da ölmemek için bu kadar içiyor belki, yavaş ama etkili bir intihar yolu aslında bu, zaten ruhunu öldürmüş bir insan ne kadar görebilir ki aynalarında kendini. Yalnızlığı öyle keskin ki onun kurgu yaşantısında kendini kaybettikçe tüm amaçların kayboluyor; onun nedensizliği senin tüm sahte nedenlerini silip süpürüyor.    
   Akıp giden zaman değersizleşiyor, biz değersizleşiyoruz, her ‘tik takta’ biraz daha silikleşiyoruz. Nedensizliğimize neden bulmak, anlamsızlıklarımızın içinden anlam çıkartmak, varlığını bile sorguladığımız bir hayata amaç yaratmak için uğraşıyoruz boşuna; farklı olmaya çalıştıkça aynılaşıyoruz. Kendimize yarattığımız sorunlar can yakıyor, sonunu bile bile kumar oynamak bu, değersiz bir ata para yatırmak gibi, başarısız olacağımızı bile bile umut ediyoruz. Hepimiz deliliğimizi saklamaya çalıştığımız bir oyun oynuyoruz, yaşamak için normlar ve kurallar koyarak benliğimizden uzaklaşıyoruz; ciddi hayatlara ciddi suratlar dikiyoruz her gece, güzel bir senaryo, beğenip hemen oynamaya başlıyoruz. Kapanış cümlelerinden oluşan kalıplardan ibaret, içimizdeki sonsuzluğa tutmayan dikişler atmaya çalışırken elimizden kayıp gidiyor hayatımız. Boşa akıtılan, israf edilen hayallerden oluşan defterlerimizi bir bir rafa kaldırıyoruz. Okunmayan romanlarız her birimiz, Bakır’ın hikayesi gibi zamanın boşluğunda tek tek kayboluyoruz. GİZEMLİ HAYALPEREST ABD’li Emmy ödüllü ünlü komedyen ve aktör Ben Stiller’in hem yönetmenliğini üstlendiği, hem de başrolünde oynadığı 2013 yapımı bu olağanüstü film izleyenleri farklı dünyalara sürüklüyor ve büyülüyor. Aklını, hayallerinin en derin kısımlarında bırakmış olan bir hayalperest adamın gerçekliğe doğru yöneliş mücadelesini anlatan eşsiz bir başyapıt. Alışılagelmiş filmlerden farklı olarak yer yer komedi ile beraber drama da bizlere eşlik ediyor. Ek olarak filmde günümüz dünyasının saklı kalmış cennet köşelerinin –Himalayalar,Gröndland ve İzlanda gibi- mükemmel bir ustalıkla önümüze serildiğini görmek beni oldukça memnun etti. Gördüğüm manzaralar ve görsellik karşısında ağzımın açık kaldığını belirtmeliyim. Filmde başrolü oynayan bu garip, hayalperest karakter aslında günümüz dünyasında çok fazla duyulmamış bir sendromun da adını almaktadır.Tıp dünyasında Walter Mitty Sendromu olarak adlandırılan bu hastalığın filme fazlasıyla renk getirdiğini,filmi diğer filmlerden farklı kıldığını düşünüyorum.Walter’ın tuhaf davranışlar sergilemesi, sürekli başka hayal dünyalarına dalıp gitmesinin gerçekçi bir durum olduğunu düşünmüyordum önceden.Fakat içinde bulunduğumuz dünyada da böyle insanlar olduğunu, böyle bir sendrom olduğunu duyduğum zaman büyük bir şaşkınlık içerisine düştüğümü söyleyebilirim.Ayrıca bu sendroma sahip kişilerin günlük yaşamda ne denli bir zorluklarla karşılaştığını da düşünerek üzüldüğümü hissettim. Life dergisinin fotoğraf bölümünde çalışan Walter Mitty gizemli ve bir o kadar da renkli bir hayata sahip enteresan bir adam.O kadar çok hayal kuruyor ki hani derler ya ayakta uyuyor tam o cinsten biri.Film boyunca sürekli başka alemlerde gezintiye çıkması beni çok güldürdü ve yüreğimde mutluluğun haykırışlarını duydum adeta.Dergiye fotoğrafları ile destek veren Sean,derginin son sayısına özel çok önemli bir çalışma gönderir. Yirmi beşinci karenin kaybolduğunun anlaşılmasıyla beraber Walter Mitty’nin macera ve cesaret dolu yolculuk serüveni başlar.Keyifle takip ettiğim ve tadına doyamadığım serüvenlerle dolu bir yolculuktur bu. Walter Mitty’nin ‘Dünyayı anlamak için tehlikeye bulaşmak, duvarların ardını görebilmek için yakından bakmak, birbirimize ulaşmak için hissetmek gerekir. İşte hayatın amacı budur.’ felsefesiyle yola koyulması beni çok derinden etkiledi. Nerede olduğunu bilmediği halde fotoğraf albümünün kalan son parçası için, Sean’ı aramaya dünyanın öbür ucuna gitmesi karşısında şapka çıkardığımı söyleyebilirim.Bu onun işine duyduğu saygıyı da gösteriyordu benim gözümde ve iltifatlar dizerek izledim Walter’ın serüvenlerini. İzlanda’da kilometrelerce koşarak Sean’a yetişmeye çalışması,ardından yanardağ patlamasından kaçması; Gröndland’da helikopterden gemiye atlarken yanlışlıkla azgın sulara düşüp köpek balığına yem olmaktan son anda kurtulması ve Himalaya’nın sarp kayalarını çıkması... Bütün bunlar Walter Mitty’e duyduğum hayranlığı artıran olaylar zincirinin sadece birkaçı... Walter Mitty’nin yaşadığı her bir tehlikede büyük bir ürperti hissediyordum.İçimi korku tabakası kaplıyordu adeta. Walter’ın hayata karşı çırpınışları yüreğimde soğuk rüzgarlar estirmişti resmen. Bir film sevdalısı olarak,her filmde olduğu gibi bu filmde de ufak ama çarpıcı ayrıntılar yakaladığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Fotoğrafların film kullanılarak çekildiğini,ufacık bir fotoğraf karesi için bile ne kadar titiz bir çalışma yürütüldüğünü gördüm ve şaşkınlığımı gizleyemedim. Ayrıca yazılı medyadan dijital medyaya geçişin çalışanlar arasında oluşturduğu huzursuzluğu yüzlerindeki gerginlikten,endişe dolu bakışlardan anladığımda da yüzümde oluşan tebessümün kaybolduğunu hissettim. Filmin eleştirilecek çok fazla bir tarafı olduğunu düşünmesem de ana karakter sayısının artırılmasının daha iyi olabileceği kanaatindeyim açıkçası.Daha fazla karakterin olması durumunda daha fazla heyecan duyacağımı düşünüyorum. Bu filmi izledikten sonra müzik arşivime iki yeni müzik kazandırdığımı söylemeden geçemeyeceğim.Bu şarkılardan biri Rupert Holmes’un Escape’i, diğeri ise David Bowie’nin Space Oddity şarkısı.Filme ayrı bir ahenk kattığını ve ezgileriyle kulağımızın pasını sildiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.Melodilerin filme ayrı bir hava kattığını,izleyenlerin de aldığı keyfi artırdığını düşünüyorum. Film aslında hepimize çok anlamlı bir mesaj vermek istemiş.Günlük yaşamımızda önemsiz,sıradan gibi görünen küçük detayların belirli bir süre sonra gerçek değerine bürünerek hayatımızı değiştirebileceği büyük bir ustalıkla beyazperdeye aktarılmış.Yani uzaklarda aradığımız şeyin belki de yanıbaşımızda olabileceği mesajını bizlere iletmek istemiş. Mutlaka izlemeniz gereken bir film olduğunu düşünüyorum ve şiddetle tavsiye ediyorum. Oğuzhan Fikri Merde 21301816 İLHAN CEM MİRZAOĞLU ÖNEMLİLER VE ÖNEMİ FARK EDİLMEYENLER Çoğumuz izlemişizdir Yüzüklerin Efendisi’ni, istemesek de bilinçsiz olarak elbet çıkmıştır karşımıza bir televizyonda, bir film gecesinde veya uzun yol taşıma araçlarının o küçük ekranlarında. Aragorn’un, Gandalf’ın ve Frodo’nun kahramanlıklarını deneyimleyip hayranlıkla bakakalmışızdır. Bu hayranlığın kaynağı net bir şekilde bu karakterlerin ve onların hareketlerinin bizde uyandırdığı önem hissiyatıdır. İnsanlar, sosyal canlılar olduklarından yaşadıkları çevrede bir önem arz etme arzusuyla, saygı ve güç arayışında başlar. Bu yolda, davranışlar ve düşünceler aracılığıyla ilerlenir ve yolun sonunda kazanılan önem ile başka insanlardan saygı beklentisi vardır. Fakat durum her insan için aynı olamaz. Kişilikleri farklı olan insanlar, düşüncelerinde ve düşüncelerini harekete dökmekte eşsiz yollar izler. Yolların bu kadar varyasyon göstermesi ise farklı sonuçlara meydan hazırlar. Aynı düşünceyi savunan iki insandan bir tanesi uygulama biçimiyle ön plana çıkıp dikkati üstüne çekerken diğer insan arka planda kalabilir. Böyle bir durum arka planda kalan kişi için rahatsız edici bir duruma dönüşür ve ön plandaki insana yardım etmiş bulunurken bir anda kendini önemsiz hissedebilir. Bu şekildeki senaryolara filmlerde sıkça rastlamak mümkün ve en bariz örneklerinden biri de Frodo’nun biricik yardımcısı Samwise Gamgee. Giriş bölümümün başında Frodo, Gandalf ve Aragorn gibi baş karakterlerden ve onların kahramanlıklarından bahsettim. Fakat yan karakterden bahsetmemiş olmam çoğu okuyucuyu etkilememiştir. Sam gibi yan karakterler, başlığımda bahsettiğim önemi görülemeyenler grubuna giriyor. Önemini anlayanlar ise bir avucu geçmiyor. Farkeden sayılı insanlardan biri ise Yüzüklerin Efendisi üzerine bloglar yazan Mark Trapp. Kitapların veya filmlerin gerçek kahramanını sorguluyor ve sonuç olarak en önemli karakterlerden bir tanesinin arka planda kalan Sam olduğunu saptıyor. Asıl karakterimize yolu boyunca eşlik eden, gerektiğinde hayatını onun için riske atan Sam... Bu hayatta her zaman Frodo olmak zorunda değildir insan. Kişiliği, karakteri ve görüşleri açısından daha pasif bir tutumla arka planda kalan yardımcı karakter, yani Sam rolünü de üstlenebilir. Bazen elinde olur bu insanın bazen olmaz, fakat iki durumda da insanın kendini önemsiz hissetmesi ve bu yüzden davasını terk etmesi an meselesidir. İnsan ne olursa olsun, görevini veya hedefini terk etmemelidir. Önemi fark edilmemiş olabilir, fakat bu bir demotivatör olarak etkisini göstermemelidir. Her yan karakterin, her küçük görevin, bazılarının ayak işi olarak tanımlayabileceği işlerin bile büyük çerçevede ciddi bir payı vardır. Frodo nasıl Sam olmadan yüzüğü taşıyamadıysa, Bülent abi de ona ekmeğini getiren Bakkal Hasan olmadan o gün ailesinin sağlığını, güvenliğini koruyamaz. Önemsiz yoktur, önemi fark edilmeyen vardır. Her kişi, kendi yolunda, görevinin hafifliğini önemsemeden tam verimle çalışmaya adamalıdır ki büyük çark dönebilsin. Bu büyük çarkta en ufak dişlinin arızası, tüm süreci sekteye uğratır. Görev ahlakı sadece büyük olaylar ve kararlarda değil, bu olayların karar sürecini destekleyen kişiler ve görevleri için de geçerlidir. Büyük düşünürlere sabah kahvelerini veren garsonlar da bu düşüncelerin oluşumu ve dünya kültürüne katkısında bir o kadar etkilidir. Yan karakterler ana karakterleridir kendi maceralarının. Kendi hedefleri, performans ölçütleri ve beklenen çıktıları vardır karar ve hareketlerinin. Görev sürecinin bu elemanları göreve bağlılığı ve adanmışlığı gösterirler. Bu değer ölçütlerinin ise görevin veya savunulan görüşün boyutundan etkilenmeden en üst mertebede tutulması, her emel sahibinin nihai sorumluluğudur. Sonuç olarak ne küçük görev vardır ne de önemsiz olan. Görev öneminin fark edilip edilmemesinden bağımsız olarak her sorumluluk sahibi kişi, görevini en doğru şekilde tamamlamakla yükümlüdür. “Vazife; büyük şey yapmak değil, ne kadar küçük olursa olsun gerekeni yapmaktır.” -Alexis Carrel KAYNAKÇA -TRAPP, Mark. “Who was the true hero of the Lord of the Rings?”(06.01.2014).İNTERNET BLOGU. -http://www.reitix.com/Makaleler/Gorevler-ile-ilgili-Soylenmis-Guzel-Sozler/ID=979 GERÇEK RÜYALAR Rüyalarımız bize hayatımıza dair mesajlar veren birer kesit midir yoksa bilinçaltımızın bizler için oluşturduğu arzularımızı, korkularımızı vb. durumları yansıtan ve aynı zamanda kontrol edilebilir olan görüntüler midir? Bu iki görüş arasında çok büyük bir fark bulunuyor ve bu iki görüş, insanlar ve rüya bilimciler arasında çokça görüş ayrılıkları oluşturmaktadır. Ben ise bu iki görüşünde doğru olma ihtimalini yüksek buluyorum çünkü ikisinin de gerçekleştiğine şahit oldum. Birinci görüşle başlamak gerekirse gerçekleştiğinden emin olduğum olay, çok yakın bir arkadaşımın teyzesinin başından geçmiş. Bu kadın kendisinin ve eşinin isteği dışında hamile kalmış ve kürtaj yaptırmaya karar vermiş. Bu ikiliye destek vermek için komşuları onlarla birlikte çocuğu aldırmaya gitmeye karar vermiş ve çiftin bu zor kararında onlara destek olmuştur. Hastaneye gidecekleri günün gecesinde bu komşu korkunç bir rüya görmüş ve bu korkunç rüya sonucu çocuğu aldırmamaları gerektiğine inandığını çifte söylemiş. Bu rüyada bir olay oluyor ve apartmandaki herkes ölüyor sadece o aldırmak istedikleri çocuk hayatta kalıyor. Bunun üstüne çift kürtajdan vazgeçip çocuğu dünyaya getiriyor. Komşu yeni doğmuş bebeği görünce “işte bu rüyamda gördüğüm bebek” diyerek ağlamaya başlıyor. Çocuğun dünyaya gelmesinden birkaç ay sonra ise doksan dokuz depremi gerçekleşiyor ve o bebek hariç apartmandaki herkes hayatını kaybediyor. Bunun gibi birçok olaya günden güne şahitlik ediyoruz. İnsanlar hayatlarına rüyalarının yorumlarına bakarak şekil veriyor ve bazılarımıza bu çok anlamsız geliyor ama bunun gibi yaşanmış olayları duyduktan veya bu tip olaylara tanıklık ettikten sonra bu insanların yanlış yaptıklarını söylemek güç. İkinci görüşe göre de rüyalarımız Inception isimli filmin de konu aldığı gibi bize bilinçaltımızın sunduğu görüntülerdir ve bu görüntüler rüya gören kişinin kendisi tarafından kontrol edilebilir. Bu görüş ilk başta duyduğumuzda bizim “yok canım olur mu öyle şey” gibi tepkiler göstermemize yol açsa da bir kere bu kontrol olayını gerçekleştirdikten sonra tamamen inandığımız bir görüş haline geliyor. Bu açıdan bakınca ilk görüşe inanmakta biraz zorluk yaşayabiliriz ancak bu olay da bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek. “Lucid dream” adı verilen ve filmde toplu bir şekilde yapılan rüya kontrol etme olayını bizzat kendim denedim ve başarılı olduğunu gördüm. Rüyamda nerede istersem oradaydım, istersem uçuyor, istersem en güçlü insan ben oluyordum. Hatta bilinçaltımız o kadar güçlü ki gök yüzünü saat yapıp istediğim saatte intihar ederek veya beni çok korkutacak bir olay oluşturarak uyanmamı sağlıyordum. Tıpkı filmde olduğu gibi birkaç kat derine inip kendi düşüncelerimi bile kontrol altına alabiliyordum. Daha sonra bunun gerçekten benim hayatımı kötü etkilediğini sürekli rüyada olma isteğimin artması sonucunda gerçeklikten kaçma gibi olayları yaşadığımı fark ettiğim için tamamen hayatımdan çıkardım “lucid dream’i”. Bu rüya kontrol olayı tıpkı günümüzde bir çok hipnoz yönteminde kullanıldığı gibi bilinçaltımıza alfa dalgaları göndererek onu harekete geçirmeyi temel alıyor. Günümüzde bir çeşit sanal uyuşturucu olarak geçen “lucid dream” kişinin rüyada olduğunu fark etmesi ve daha sonra da istediği her şeyi gerçekleştirebilmesi üzerine kurulu bir sistem. Hatta her uyuşturucu türü gibi “lucid dream” de aşırıya kaçılması sonucunda kullanıcıların canını alıyor. Bunun örneğini ise filmde Leonardo Di Caprio’nun canlandırdığı Cobb adlı karakterin eşi Mal’ın kendini rüyada sanıp uyanmak için kendini balkondan aşağı bırakması olarak görüyoruz. Sonuç olarak bu iki görüşün de doğruluğunu inkar etmek imkansız ve çoğu insan birinin doğru olduğunu kabul edip hayatlarını buna göre şekillendiriyor. Ben de ikisinin de doğru olduğuna inansam da rüyamı kontrol edebildikten sonra bir daha rüyalarımda anlam aramayı bıraktım. Önemli olan rüyalarımızın bize mesaj vermesi veya istediğimizi yapmamız değil bir şeye inanıp ona göre yaşamaktır. Furkan Yücel BİR GARİP DOSTTUR YALNIZLIK Az ya da çok herkese uğrarım zaman zaman. Bazıları benden nefret eder. Hiç istemez benimle vakit geçirmeyi. Elinden gelse kovar beni ancak yapamaz işte bazen. Engel olamaz içindeki bilinmeyen anlamsız isteğe. Ama benim dostlarım da vardır. Onlarla yatar, onlarla kalkarım bazen. Onlar benim varlığımı yokluk olarak görmezler öncekilerin aksine. Bir de üçüncü bir grup vardır. Onlar ise benimle olmaktan ızdırap duyan ama benim söylediklerimi dinlemekten başka çareleri olmayan ve de giderek bu durumdan zevk almaya başlayan mazoşist karakterli kimselerdir. Keder üflerim onların derinliklerine, geçmişi hatırlatırım genelde. Yüreklerinde ne kadardır yandığı bilinmez közlerini alevlendiririm onların ben. Köz hafif hafif ışıldamaya başladığında efkârdan boğulacak olsalar bile istemezler benden ayrılmayı. Çünkü ben yalnızlıklarıyım onların. Özdemir Asaf'ın tabiriyle kendisiyle gölgesi tek başına iki kişi olmuşların yegâne dostu, paylaşılamayanım. Elinden tuttuğum kişiyi uzaklara götürürüm kimsecikler onu alamasın diye benden. Kalabalıklardan olabildiğince uzağa... Çünkü kalabalıksa insan, onlarla kalır; yaklaştırmaz beni yanına. Baş başa kalınca dalından düşen çiçek tomurcukları gibi serpilirim onların önlerine. En sevdiğim oyuncağımla vururum onları: hatıralar. Güneş'in hiç doğmadığı diyarların derin kanyonlarında birer toprak tanesi gibidir hepsi. Onlar hiç görmezler güneşi. Daha doğrusu görmek istemezler tıpkı Özdemir Asaf'ın Yalnızlık Paylaşılmaz 'da dediği gibi: "Aydınlık / Karanlığa gider, / Seslenir: / Gel karanlık, / Der, / Seni aydınlatayım; / Görsünler, / Sende ışık pırıltısını. / Karanlık / Açmaz kapısını, / Bu çağrıdan ürker, / Ses vermez...". Bazılarına göğe merdiven olurum yükseltirim onları. Bazıları içinse ustura olur yırtar geçerim naif benliklerini. Hele ki aralarında bir aşk, bir ayrılık varsa vay haline benim dostumun. Bulunduğu yerden çeker alır, belirsiz diyarlarda gezdiririm onu. Yüreğindeki acıları, kederleri tek tek yeniden işlerim. Hüznün hamurunu tekrar yoğurur, gayba dair ne varsa sıyırıp atarım. Saatlerce sohbet ederiz dostumla, ben sürekli dinlerim aslında hiç söylenmeyen sözleri. Sonbahar kasveti gibi çökerim tüm umut ışıklarının üzerine dinlerken. Sararan düşen yapraklarda kaybolur çiçeklerin tomurcukları. Kapatırım kapılarını ümide. Birbirine sarılmış sevgililer gibi öylece durur, derin duygular yaşarken sohbetimize devam ederiz. Belli belirsiz gelgitler koparamaz birlikteliğimizi bu kadar ileri gittiysek. "Her şeyi süpürebilirsin; sonbaharı süpüremezsin." der Özdemir Asaf. Geçmiş, gelecek, aşk, para, nefret derken bir de bakmışız almış başını gitmiş sınır tanımayan birlikteliğimiz. Anılarıyla şimdi arasında uzanan gergin bir ip misali... 'Bu kadar yeter artık, git!' der gölgesi bana. Hüzün, efkâr, acı fazla gelir. Kendisi 'Dur! Biraz daha kal yanımda, daha başka anılar da var sana anlatacağım' diyerek istemez ayrılmamı, yalnızlıktan bile ayrılıp meçhulde yol almayı. Lâkin artık yapması gerekeni bilir dostum. Ne zaman ki ardını noktalar, işte o zaman çanlar ayrılık için çalar. Geldi çattı ayrılık artık. Bilinmez bir daha beraber olur muyuz, yine dostumu alıp uzaklara götürebilir miyim. O, yine başardı karanlık diyarlardan aydınlığa ulaşmayı, yalnızlıktan, benden kurtulmayı. Ya ben? Ben nasıl kendimden kurtulup da kalabalıklara karışıp bir bütünün parçası olacağım? Mümkün mü ki bu? "Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur; / Boyuna kapısına döner, açan olmaz." dediğine göre Yalnızlık Paylaşılmaz' daki bir şiirinde usta şair Özdemir Asaf, ne yazık ki ilelebet kendimleyim çaresizce. Başkalarıyla olan birlikteliklerim kendimi avutmaca aslında. Halil Cibran'ın dediği gibi: "İçimdeki yaşamın sesi, senin içindeki yaşamın kulağına ulaşamaz. Yine de kendimizi yalnız hissetmemek için konuşalım". Özümde hep baş başayım gölgemdeki benle. Burak MANDIRA Irmak Başak ÖZGÜL Asaletin Başkenti Londra Yurt dışına gitmek, özellikle de İngilizce eğitiminin yoğunlaştığı yıllarda her gencin ilgisini çeken bir konu oluyor. Benim maceram da böyle başladı ve “Bekle beni Londra!” çığlıkları içinde, gençlere özel kamplar düzenleyen bir firmanın Londra’da bir aylık dil okulu programına dâhil oldum. Sabahları derse girip öğleden sonraları merkezde gezecektik, daha ne olsundu ki zaten? “Mutlaka gidilmesi gereken yerler” şeklinde listeler barındıran bir gezi yazısından çok, bu yerlerde kafamdan geçenleri anlatarak ilerlemek istiyorum. Zira günümüz teknolojisi sayesinde bahsettiğim listelere ulaşmak için bana ihtiyacınız olmadığı aşikâr. Şehre indiğimizde fazlasıyla zayıf coğrafya bilgim sağ olsun, Temmuz ayının ortasında olmamıza rağmen hiç beklemediğim bir hava karşıladı beni. Hani ara ara içimizde bir sıkıntı olur da tarif edemeyiz ya, hava da tam öyleydi işte. Dokunsan ağlayacakmış gibi… Fakat ne o derdini anlatabiliyordu ne de ben anlayabiliyordum; değişik bir meteoroloji furyasında kalacağımız okula doğru ilerliyorduk. Yolculuk sonunda bildiğimiz “okul” kavramının çok daha üstünde, kocaman ormanın ortasına serpilmiş bir tarih kokusunun içine düştüğümü görünce biraz afalladım açıkçası. Bildiğim kadarıyla Frensham Heigh ts School Londra’nın merkezine uzak, refah seviyesi çok da yüksek olmayan bir semtin sıradan bir lisesine gidiyorduk çünkü. Uzak olduğuna şüphe yoktu fakat bu nasıl sıradanlıktı yahu? Memleketine oldukça bağlı biri olduğumdan, okulun yapısı dışında da her gördüğüm şeyi “Aa bizim oralarda bu böyle değil ki.” diye yorumlamaya hızla adapte oldum tabii. Tam bu kıyaslamalarla bir ay nasıl geçecek derken, kırmızı dikdörtgen bir kutu çarptı gözüme: Telefon kulübesi. Bu şeyi daha önce elbette görmüştüm televizyonda fakat ne bileyim, okulun ortasında kendisiyle karşılaşmak bir anda içimi ısıtmıştı. Zaten kırmızının çok başka bir yeri vardır bende, kimi zaman şehveti kimi zaman sıcaklığı temsil eder. Bu sıcaklık bir anda sevdirmişti şehri, tüm yabancılığımı unutmuş gibi merkezi görmek için can atar duruma gelmiştim. Nitekim şehrin en popüler yerlerinden biri olan Oxford Street’e indiğim gün, ilk işim birkaç mağazaya girip insanlarla sohbet etmek oldu. Çalışanların kibarlığı fazla gibiydi ama işlerine olan saygılarındandır, diye çok da gözüme batmamıştı. Sonrasında kırmızı kulübelerin birden fazlayken ne kadar şirin göründüklerini düşünerek yürüdüğüm caddede, bir beyefendi çantama hafifçe dokununca kendime geldim. “Hafifçe dokunmak” olarak adlandırdığım durum, ülkemizde olsa dönüp bakma gereği bile duymayacağımız kadar sıradan bir şeydi fakat bahsettiğim beyefendi benden en az 20-25 yaş büyük olmasına rağmen defalarca özür dileyip yalvarır duruma gelince yapboz parçalarını birleştirmeye başladım. Bu olaydan birkaç gün sonra bir kadının, yine benzer bir caddede yürürken bozuk parasını düşürdüğünü görünce eğilip kendisine uzattım. Bu sıradan bir teşekkürle yaklaşık 10 saniye sürmesi gereken bir an olmasına rağmen, yaklaşık 10 dakika tam anlayamadığım fakat içerisinde yüzlerce “Thank you” barındıran cümleler dinledim kadından. Tanrım! Ya buradakiler yalvarmayı seviyordu ya da ben özür ve teşekkür kavramlarını çok yanlış biliyordum, bilmiyorum. O an bildiğim tek bir şey vardı: İnsanları havası gibi değildi bu kentin, sıcacıklardı. Ne yaş önemliydi ne baş, insana saygıları insan olduklarındandı. Ne kadar da asil bir durumdu bu… Halkın mucizevi kibarlığına zamanla alışmış, ben de onlardan biri gibi davranmaya başlamıştım. Dersim bittiği an merkeze inip listemdeki ünlü yerlere gidiyor ve her biriyle kapsamlı bir öz çekim arşivi hazırlıyordum. Gün geliyor tiyatroda oyunu tam anlamasam da, salondaki insanların nefes alırken bile oyuncuların dikkatini dağıtmamak adına nasıl çekindiğini gözlemliyor; gün geliyor “Metroya alkollü binip binilmediğinin kontrol edilmesi” gibi hiç karşılaşmadığım kurallarla hayrete düşüyordum. O zamanlar saraylarının 600 civarı oda içermesi de beni çok şaşırtmıştı ama şimdi bizde dahası olduğundan bu konuya değinme gereği duymuyorum(!) Saraydan başka ortak noktamız ne yazık ki çok az. Örneğin “Her Şey 1 Lira” mağazaları var ama orada da 1 liralık ürün satılmıyor. Bunlardan bir tanesinde denk geldiğim Türk satıcı, İngiliz gibi davranmalarının zorunlu olduğunu söylemişti. Neden diye sorup canını sıkmak istemediğimden, anlayışlı bir tavırla acı bir tebessüm bıraktım kendisine. İngilizlere de kızamadım, bizimkilere de. Çünkü farklıydık, çok başka yetişmiştik ama ne olursa olsun orada onların kuralları geçerliydi. Yine de bizimkilerin hali kötü değil, alışkın olmadıkları kibarlıkla öyle ya da böyle ekmeklerini kazanabilir durumdalar anlayacağınız. Lakin insanın her defasında içi yanarak karşılaştığı dilenciler orada da var mesela. Ülkemizdekilere kıyasla renkleri, dilleri farklı; kalpleri, kaderleri aynı olan insanlar orada da üşüyor maalesef ama onlara bile büyük saygı var şehirde. Ben de kendileriyle karşılaştığımda önce buz kesiliyor, yardımcı olduktan sonra isyan ettiğim her şeyi geri alıp halime şükrederek yoluma devam ediyorum. Londra sokakları her gün biraz daha öğretiyor bana insan olmayı… İşte bundan üç yıl önce “Artık şu İngilizceyi öğreneyim.” düşüncesiyle gittiğim fakat bir ayın sonunda, o kasvetli havasına rağmen bana sımsıcak şeyler katan bir geziyi, böyle daha sayamadığım birçok deneyimle bitirmiş oldum. İngilizce konusunda hâkimiyetimin çok üst bir seviyeye geldiğini söyleyemem tabii çünkü dil dediğiniz öyle kapsamlı bir iş ki halâ Türkçede bile bilmediğim onlarca kelimeyle tanıştıkça, bir aylık sürenin çok da bir işlevi olmadığını görüyorum. Fakat sizin yolunuz hangi amaçla düşecek olursa olsun, Londra’nın iyi ve kötüyü başarıyla harmanlayan düzenini iliklerinize kadar hissetmeden dönmeyin derim. Benim bu satırlara yansıtabildiklerim, orada tadacağınız birbirinden farklı onlarca duygunun yalnızca küçük bir parçası… Mehmet Selim Özcan Ben Kimim? Gü(cid:374)ler geçtikçe değişiyoru(cid:373). Gü(cid:374)ler geçtikçe uzaklaşıyoru(cid:373) ke(cid:374)di(cid:373)de(cid:374), ki(cid:373)liği(cid:373)de(cid:374). Be(cid:374)i (cid:271)e(cid:374) yapa(cid:374) şeylere sırtı(cid:373)ı dö(cid:374)(cid:373)üş duru(cid:373)dayı(cid:373). Bu değişi(cid:373)i durdur(cid:373)ak içi(cid:374) herha(cid:374)gi (cid:271)ir ça(cid:271)a sarf et(cid:373)iyoru(cid:373). Belki de ede(cid:373)iyoru(cid:373), (cid:271)il(cid:373)iyoru(cid:373). Tek (cid:271)ildiği(cid:373), şu a(cid:374)ki hali(cid:373)de(cid:374) (cid:373)e(cid:373)(cid:374)u(cid:374) değili(cid:373). Tek (cid:271)ildiği(cid:373); geç(cid:373)işteki ke(cid:374)di(cid:373)e, karakteri(cid:373)e dö(cid:374)e(cid:271)il(cid:373)ek içi(cid:374) her şeyi yapa(cid:271)iliri(cid:373). Ke(cid:374)di(cid:373)de(cid:374) kaçtığı(cid:373) gü(cid:374)leri(cid:374) birinde izledim Parçala(cid:374)(cid:373)ış fil(cid:373)i(cid:374)i. 24 farklı karakteri içi(cid:374)de (cid:271)arı(cid:374)dıra(cid:374) (cid:271)ir ada(cid:373)ı(cid:374) hikayesi(cid:374)i a(cid:374)lata(cid:374) (cid:271)u fil(cid:373), uzu(cid:374) süredir farkı(cid:374)da olup arada ke(cid:374)di ke(cid:374)di(cid:373)e düşü(cid:374)düğü(cid:373) şu ko(cid:374)uyu ada(cid:373) akıllı oturup keli(cid:373)elere dök(cid:373)e(cid:373)i sağladı: Be(cid:374) farklılaşıyoru(cid:373). Belki fil(cid:373)deki gi(cid:271)i hastalık dere(cid:272)esi(cid:374)de kişilik (cid:271)ölü(cid:374)(cid:373)esi(cid:374)e sahip değili(cid:373). A(cid:373)a farklı duru(cid:373)larda farklı (cid:271)ir (cid:862)(cid:271)e(cid:374)(cid:863) olduğu(cid:373)u(cid:374) farkı(cid:374)dayı(cid:373). Orta(cid:373)a ayak uydur(cid:373)ak, adapte ol(cid:373)aya çalış(cid:373)ak gi(cid:271)i keli(cid:373)e oyu(cid:374)larıyla (cid:373)asu(cid:373)laştırıla(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)i düşü(cid:374)üyordu(cid:373) (cid:271)u değişi(cid:373)i(cid:374). Fakat şi(cid:373)di a(cid:374)lıyoru(cid:373) ki geri dö(cid:374)ül(cid:373)esi zor ola(cid:374) (cid:271)ir farklılaş(cid:373)a yolu(cid:374)dayı(cid:373). Adapte ol(cid:373)ak değil (cid:271)e(cid:374)i(cid:373)kisi. Ke(cid:374)di(cid:373)i adeta (cid:271)aşta(cid:374) şekille(cid:374)dir(cid:373)eye (cid:271)aşladı(cid:373). Saç(cid:373)a sapa(cid:374), gereksiz ve öze(cid:374)tilik dolu (cid:271)ir şekil oldu (cid:271)u. Her şeyde(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e sahte (cid:271)ir karaktere sahip oldum. İ(cid:374)a(cid:374)dığı(cid:373) herha(cid:374)gi (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)e ve değerle alakası ol(cid:373)aya(cid:374) yapay (cid:271)ir Parçala(cid:374)(cid:373)ış ki(cid:373)lik oluşturdu(cid:373) ke(cid:374)di(cid:373)e. İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) asıl (cid:862)(cid:271)e(cid:374)(cid:863)le değil, oluşturduğum sahte (cid:862)(cid:271)e(cid:374)(cid:863)le iletişi(cid:373)e geç(cid:373)esi(cid:374)i sağladı(cid:373). Mesela geçe(cid:374) hafta ke(cid:374)di(cid:374)i ta(cid:374)ıya(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)larda(cid:374) (cid:271)ahsettiği(cid:373) (cid:271)ir yazı yazdı(cid:373). O kadar ya(cid:374)lış gel(cid:373)işti ki öyle (cid:271)ir yazı kale(cid:373)e al(cid:373)ak… İ(cid:374)sa(cid:374)lara ke(cid:374)di(cid:373)i (cid:271)aşka (cid:271)iri olarak ta(cid:374)ıta(cid:374) (cid:271)e(cid:374), ke(cid:374)di(cid:374)i ta(cid:374)ı(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ahsediyordu(cid:373). Yapay ki(cid:373)liği(cid:373)de(cid:374) dökülen samimiyetsiz cümlelerdi bunlar. Sahte (cid:271)e(cid:374)liği(cid:373)le yi(cid:374)e iş (cid:271)aşı(cid:374)daydı(cid:373). Ve yi(cid:374)e (cid:271)u (cid:271)e(cid:374)likte(cid:374) azı(cid:272)ık (cid:271)ile haz et(cid:373)iyordu(cid:373). Herha(cid:374)gi (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374)a (cid:271)u yapaylıkta(cid:374), sahtelikte(cid:374) (cid:271)ahsetse(cid:373) akılları(cid:374)a gele(cid:272)ek ola(cid:374) ilk şey ke(cid:374)di(cid:373)de(cid:374) uta(cid:374)dığı(cid:373) düşü(cid:374)(cid:272)esi olurdu (cid:271)üyük ihti(cid:373)alle. Be(cid:374)i(cid:373) de aklı(cid:373)a gelir za(cid:373)a(cid:374) za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)öyle bir düşü(cid:374)(cid:272)e. Her defası(cid:374)da vardığı(cid:373) so(cid:374)uç ise farklılaş(cid:373)a(cid:373)ı(cid:374) uta(cid:374)çla (cid:271)ir alakası ol(cid:373)adığıdır. Çünkü (cid:271)e(cid:374); (cid:271)aşta(cid:374) şekille(cid:374)(cid:373)e süre(cid:272)i(cid:373)e dahil ol(cid:373)adı(cid:373), ola(cid:373)adı(cid:373). Tek yapa(cid:271)ildiği(cid:373); iste(cid:373)ediği(cid:373) (cid:271)ir yolda, durdurul(cid:373)az ve yö(cid:374)le(cid:374)dirile(cid:373)ez (cid:271)ir süratle hareket ettiği(cid:373)i(cid:374) farkı(cid:374)da ol(cid:373)aktı. Kendimden uta(cid:374)saydı(cid:373) eğer (cid:271)u süre(cid:272)i(cid:374) her aşa(cid:373)ası(cid:374)daki (cid:271)ir so(cid:374)raki adı(cid:373)a (cid:271)üyük (cid:271)ir titizlikle karar verirdi(cid:373). A(cid:373)a (cid:373)e(cid:373)(cid:374)u(cid:374) değilse(cid:373) şu a(cid:374)ki hali(cid:373)de(cid:374) ve geç(cid:373)işteki (cid:862)(cid:271)e(cid:374)(cid:863)e dö(cid:374)(cid:373)eyi her şeyde(cid:374) çok istiyorsam de(cid:373)ek ki içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu(cid:373) duru(cid:373)u(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i uta(cid:374)ç değil. Peki neden? Ben neden böyle oldum? Aslı(cid:374)da ta(cid:373) olarak doğruluğu(cid:374)da(cid:374) e(cid:373)i(cid:374) değili(cid:373) aklı(cid:373)a gelen sebeplerin. Ya(cid:374)i sa(cid:374)ki hatırla(cid:373)ıyor gi(cid:271)iyi(cid:373) ola(cid:374) (cid:271)ite(cid:374)i. Çü(cid:374)kü ö(cid:374)(cid:272)eleri her şeyi ko(cid:374)trolü(cid:373)de sa(cid:374)ırdı(cid:373). Be(cid:374)i etkileye(cid:272)ek herha(cid:374)gi (cid:271)ir olayı(cid:374) (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) iz(cid:374)i(cid:373) ol(cid:373)ada(cid:374) gerçekleşe(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)i düşü(cid:374)(cid:373)üyordu(cid:373). A(cid:373)a iro(cid:374)ik (cid:271)ir şekilde (cid:271)e(cid:374)i etkileye(cid:374) belki de en olumsuz olayı ke(cid:374)di(cid:373) (cid:271)aşlattı(cid:373). Eski (cid:271)e(cid:374)liği(cid:373)i çöpe atıp yeri(cid:374)e yap(cid:373)a(cid:272)ık (cid:271)ir (cid:862)(cid:271)e(cid:374)(cid:863) koy(cid:373)ayı ter(cid:272)ih etti(cid:373). Özendim belki de bilmiyorum. Yetemedim herhalde ke(cid:374)di(cid:373)e. Başka (cid:271)ir özellik kaza(cid:374)(cid:373)ak, olduğu(cid:373) (cid:271)u i(cid:374)sa(cid:374)a farklı nitelikler eklemek istedim. Kişiliği(cid:373)i kay(cid:271)et(cid:373)ek değil ta(cid:373) tersi(cid:374)e geliştir(cid:373)ek istedi(cid:373). Ve sonuç olarak hayatı(cid:373)ı(cid:374) (cid:271)elki de e(cid:374) (cid:271)üyük hatası(cid:374)ı yaptı(cid:373). Ben kimim? Korkuyorum bu soruya cevap vermekten. Çünkü seçeneklerin herhangi birisini ke(cid:374)di(cid:373)e yakıştıra(cid:373)ıyoru(cid:373). Ben, ke(cid:374)di (cid:271)e(cid:374)liği(cid:374)i terk edecek kadar korkak ve özenti biri miyim? Ben, i(cid:374)sa(cid:374)ları ka(cid:374)dıra(cid:374) (cid:271)ir sahtekar (cid:373)ıyı(cid:373)? Ben; ya(cid:374)lışı doğruya, yapayı aslı(cid:374)a ter(cid:272)ih ede(cid:272)ek kadar kör ve akılsız (cid:271)iri (cid:373)iyi(cid:373)? Ben, sırf ko(cid:374)u (cid:271)ula(cid:373)adı(cid:373) diye daha dü(cid:374) izlediği(cid:373) fil(cid:373)i ödev yazısı yapıp; kendimi (cid:271)oşu (cid:271)oşu(cid:374)a yerde(cid:374) yere vura(cid:374) sırada(cid:374) (cid:271)ir öğre(cid:374)(cid:272)i (cid:373)iyi(cid:373)? Ya da ben; içten içe, yazdıkları(cid:373)da doğruluk payı olduğu(cid:374)u(cid:374) farkı(cid:374)da olan ama kendi(cid:373)i ka(cid:374)dır(cid:373)aya çalışa(cid:374) (cid:271)iri (cid:373)iyi(cid:373)? Ben kim miyim? Ben, Parçala(cid:374)(cid:373)ış’ı(cid:373). Ecem YILDIZ Korku Korku nedir? Bize zarar veren şeylerin yarattığı his korku mudur ya da tehlike anında hissettiğimiz korku mudur? Korku bilinmezlik, belirsizliktir aslında. Biz tehlikeden değil, tehlikenin ardından gelecek şeylerin ne olduğunu bilmediğimiz için korkarız. Küçükken yemek yemek istemediğimizde komşu teyzenin iğnesiyle korkuttular bizi. İstemediğimiz şeyleri yapmaya zorlandık bu korku hissiyle. İstediğimiz şeylere ulaşamadık çünkü her korku önümüzde engel oldu bir bir. Bugünlere geldiğimizde de korkak bir çocuk gibi davranır olduk. Bugün sokakta küçük bir çocuk gördüm bir yaşında var ya da yok. Daha yeni öğrenmiş yürümeyi. Annesi endişeli ama gururlu bir şekilde arkasından ilerliyor düşmemesi için. Bir anda kedi çıkıyor karşısına şaşırıyor küçük çocuk ve annesine işaret ediyor gülerek. Annesi de kediyi yanlarına çağırıyor sevmek için ama kedi adım attığı anda ağlamaya başlıyor ve annesinin arkasına saklanıyor küçük çocuk belli ki kedinin bu hamlesinden korkuyor. Bu küçük çocuğun kedilerle ilk kez karşılaştığı belli oluyor ve ilk kez gördüğü bir şeyden korkuyor kendi içinde. Kedinin ne olduğunu ve neler yapabileceğini bilmiyor çünkü. Bizim korkularımız da bu çocuğunkiler gibi aslında. Sonucunun ne olduğunu bilmediğimiz şeylerden korkuyoruz ve yüzleşmiyoruz onlarla. Kendimizi bu şekilde sağlama alıyoruz. Ben de küçükken karanlıktan korkardım ve her korktuğumda ablamın yanına koşar onunla birlikte uyurdum. Yatağımın altında canavarlar vardı, kapının arkasına gizlenmiş gözler vardı hayalimde uydurduğum ama orada gerçekten ne olduğunu da bilmezdim. Bilmediğim için bir benliğe dönüştürürdüm korkumu. Geceleri ışıklar açık olmadan asla uyuyamazdım. Korkum devam etti, babam odanın tavanına led ışıklı yıldızları takana kadar. Sonra fark ettim ki aslında korkulacak bir şey yokmuş. Geceleri ay ışığı bile aydınlatmaya yetermiş bütün korkularımın toplandığı o küçük odayı. Belki de küçüklüğümüzden beri korkularımızın üzerine gitmememiz gerektiği öğretildi bize. Sadece küçük korkuların değil, daha büyüklerinin. Başka bir deyişle, başka insanların huzurunu kaçıran korkularımızın üzerine gidemez olduk. Korkularımızdan korkanlar olduğu için bu hallere düştük ve biz de korkularımızdan korkar duruma geldik. Duvarlar ördük en güvenli yerlere korkuların bize ulaşamaması için. Peki, bunları niye yaptık? Başkalarının huzuru kaçmasın, bizimle uğraşmasınlar diye. Belki de bu korkuları önümüze çıkarıp bambaşka yerlere gelmemizi engellediler. Bugün insanlar sokağa çıkmaya korkarken, bombalar yüzünden, bu korkuyu yaratanlar gününü gün etti, cirit attı o sokaklarda. Küçük çocuklar sokaklarda oynayamaz oldu artık çünkü aileleri kaybetmekten korktu onları. Küçücük çocuklarının alevlerin içinde yanmasından, hayallerinin peşinden gidememesinden korktular. Korkuttular hepimizi ama daha çok gelecek hakkındaki belirsizlik korkuttu bizi. Zaten, belirsizlik insanın en büyük düşmanı, korkunun da sağ kolu olur. Yaşar Kemal’in Tek kanatlı kuş romanındaki Remzi Bey ve Melek Hanım gibi olduk. Remzi Bey’in atandığı kasabaya çıkan dedikodulardan dolayı korkan birçok kişi giremedi. Kasabanın girişinde beklediler ama bir türlü giremediler kasabanın içine. Korkularıyla yüzleşmekten korktular. Biz de böyle birçok fırsatı korkularımız yüzünden kaçırıyoruz. Onların girmekten korktuğu kasaba bizim geleceğimiz, kasabanın kötü bir yer olduğuna dair çıkan dedikodular ise bizim önümüze korkularımızla yüzleşmeyelim diye serdikleri yalanlar oldu. Kasabada ne olduğu belirsiz bizim geleceğimiz de belirsiz. Bu bilinmezlik, kalbimizin en derinindeki o korkuları gün yüzüne çıkarır. Küçükken canavarlardan korktuk, gençken geleceğimizden korktuk, yaşlanınca ölümden korktuk ama en son çocuklarımıza iyi bir gelecek verememekten koktuk. Aslında biz belirsizlikten korktuk. Belirsizliğe dur diyememekten korktuk. Artık inşa ettiğimiz tüm duvarları yıkıp korkularımızla yüzleşme vaktinin geldiğine inanıyorum. Yoksa korktuğumuz başımıza gelecek ve iyi bir dünya bırakamayacağız geride. Korkarak yol kat edemeyiz. Çocuklara en güzel günleri bırakabilmek için korkup bir köşeye saklanmak yeterli olmaz, savaşmak gerekir bizi bu hale düşürenlerle, bizi korkutanlarla. Bütün korkularımızdan kurtulmalıyız kimin ne düşündüğünü önemsemeden. RUHLA ÇATIŞMA Dövüş Kulübü’ne Hoşgeldiniz… Modern(!) hayatın boğazınıza geçirdiği pençelerden kurtulun ve kulübe katılın. Sahip olduklarımızın birer kölesi olduğumuz; sorgulamadan, düşünmeden sadece başkalarının amaçları uğruna yaşayan insanlar haline geldiğimiz gibi gerçekleri duymaya cesaretiniz varsa filmi izlemek için yerlerinizi alabilirsiniz. Fight Club, gerçekleri insanın yüzüne adeta bir tokatmışçasına çarpıyor. Filmdeki karanlık, boğucu atmosfer ve Anlatıcı’nın saf çaresizlikten oluşmuş kişiliği izleyiciyi hemen etkisi altına alıyor ve izleyiciye kendi hayatını sorgulatmaya başlıyor. Başlarda her şey uykusuzluk hastalığına çare arayan bir insanı anlatıyormuş gibi gelse de asıl sorunun yaşanılan hayat ve uykusuzluğun bunun yansıması olduğu ilerleyen sahnelerde anlaşılıyor. Anlatıcı, sevmediği bir işte sevmediği bir insanın emri altında çalışan, uykusuzluk sorunuyla cebelleşen ve özgür olmanın yolunu bir türlü bulamayan tipik bir modern çağ insanı. Kısacası her günümüz insanı gibi Anlatıcı’nın da etrafı görünmez ve aşılmaz duvarlarla çevrili. Sahip olduğu kişilik o kadar aciz ki, onun için bu duvarları aşmanın tek bir yolu var: yeni bir kişilik yaratmak. Zayıf karakterinin aksine zihninde yarattığı yeni karakter, yapmaya cesaret edemeyeceği her şeyi yapabilecek ve elinden tutup kendisini de yüreklendirebilecek bir kudrete sahip. Zihninde ortaya çıkarttığı bu karakter -Tyler Durden- hem kendisinin hem de izleyicinin bütün doğru bildiklerini yok ediyor ve farkında olmadığımız gerçekleri tek tek gözler önüne seriyor. Önceleri uykusuzluğun çaresini ağlamakta bulan Anlatıcı, Tyler sayesinde yeni bir dünyaya adım atıyor. Onun için yaşam artık omuzlarına yüklenen görevleri yerine getirmesi için alınması gereken bir yol değil. Gözlerini daha özgür bir dünyaya açtığında aslında her şeyi yapabilecek bir kudrete sahip olduğunun farkına varıyor. Dövüşüyor, tüm günün içinde biriktirdiklerini geceleri Fight Club’da kusuyor, artık patronunun karşısında dimdik durabiliyor, hayatını işinin dışına da taşıyabiliyor. Anlatıcı tüm bu yeni keşfettiklerinin büyüsü altında hayatını değiştirirken Tyler Durden da seyirciye uzun ve sancılı bir sorgulama sürecinin kapılarını açıyor. Parmakların uçlarında oynatılan kuklalardan farksız olduğumuzu ve bizleri dibe çeken bir bataklıkta umutsuzca çırpındığımızı herhalde Tyler Durden’dan başka kimse daha iyi anlatamazdı. İhtiyacımız olmayan şeylere sahip olmak için nefret ettiğimiz işlerde çalıştığımızı, özgür olmak için yapılması gereken tek şeyin de sahip olduklarımızdan vazgeçmek olduğunu insanın zihnine ilmek ilmek işliyor. Daha iyiye ve daha yeniye bitmek bilmeyen bir arzuyla ulaşmaya çalışırken gösterdiğimiz hırsın bizleri canlı canlı kemirdiğini, aldığımız her nefesi bizlerden çaldığını göremiyor insan. Bizler, bitmek bilmeyen bir tüketim yarışının içindeyken yeni dünya düzenin bizleri bir karadelik gibi içine çektiğini ve etrafında köle gibi pervane ettiğini kavrayamıyoruz. Tüm bunların ışığı altında insan savaşın dünyaya karşı verilmesi gerektiği sonucuna ulaşabilir. Ancak Tyler’ın da dediği gibi durum hiç de öyle değil: “Tarihin ortanca evlatlarıyız biz. Ne bir amacımız ne de bir yurdumuz var. Büyük savaş yok büyük buhran yok. Bizim savaşımız kendi David Fincher. Fight Club. 1999. Twentieth Century Fox. Film.ruhlarımızla. Büyük buhranımız ise hayatlarımız.”(Fincher). Yeni dünya insanının özgür kalması için gereken tek şey ruhunu zincirlemesi. Tüketim çılgınlığıyla beslenen arzularımızı, hırslarımızı, ruhumuzu yola getirmenin; dış dünyanın zihinlerimize, düşüncelerimize vurduğu kilitten kurtulmanın tek yolu bu. Film boyunca dış dünyayla çatışan, içindeki öfkeyi kavgayla dışarı vuran, yaşamın getirdiği tüm dayatmalara karşı umutsuzca mücadele veren Anlatıcı da sonunda bu gerçeğe gözlerini açıyor ve ruhuyla bir çatışmaya giriyor. Dünya düzenini değiştirmenin bir yararı yok. Tek yol ruhu ve zihni yola getirmek. İnsan ancak bu şekilde kuklacılara karşı bir zafer kazanabilir. Film bittiğinde insanın zihninde birçok soru işareti bırakıyor. Ancak bu soru işaretleri filmle ilgili değil, onun gözler önüne serdiği gerçeklerle ilgili. İnsanın yaşam amacı ne? Aldığımız her nefes gerçekte kime adanmış? Kendimiz için mi yaşıyoruz? Attığımız adımlar, aldığımız kararlar kontrolümüz altında mı yoksa bir elin ucunda asılı bir şekilde sallanıyor muyuz? Cevapları bulmak zor ancak onları aramak için gereken cesareti bulmak daha da zor. Merve YILMAZ KAYNAKÇA: Fincher, David. Fight Club. 1999. Twentieth Century Fox. Film. David Fincher. Fight Club. 1999. Twentieth Century Fox. Film. SONSUZ DURAKLAR Belki de hepimiz Oz büyücüsünün hikâyesini biliyoruz. Fakat asıl bilmediğimiz şey, bu hikâye vasıtasıyla aralayabileceğimiz kapılar. Kendi potansiyelimize ulaşabilme yoluna açılan kapılar.Kendi ruhlarımıza yapılan bu içsel yolculukların asıl ilginç tarafı ise,belki de daha önce hiç duymadığımız yeni notaları,renkleri,tatları hissedebilmek.Sizlerle de bu yazımda Adam Fawer’ın bu modern Oz hikâyesini okuduktan sonra,hem de daha önce üstüne uzun uzun düşündüğüm fikirlerimin nasıl bu hikâye sayesinde somutlaştığını paylaşmak istiyorum. Dorothy,teyzesi tarafından dövülen, bir tek arkadaşı dışında tamamen bu yaratımda yapayalnız olan bir kız.Ve hiç beklemediği bir günde,beklemediği bir anda,bu destansı yolculuğa adım atıyor. Aslında düşünürsek, her birimizin hayatında bir kırılma noktası olduğunu görebiliriz. Bize yollara düşmemiz için bir sebep sunan o küçük anlar. Ve işin enteresan tarafı da neredeyse sekiz milyar nüfusu olan dünyamızda, her birimizin bambaşka hikâyeleri olması. Sanki koca bir varlık adına pi sayısını çözmeye atanmış işçiler gibiyiz.Düşünsenize her birimiz farklı bir olasılığı test ediyoruz.Sınırsız farklı seçeneği olan bir yolda,her birimiz farklı bir seçim yapıyoruz.Her birimiz,labirentin girilmedik kısımlarına ayna,ışık tutuyoruz bir nevi.Ve bana kalırsa da tarihteki en tanınmış insanlar,bu büyük varlığın yansımaları.Çünkü onlar önüne çıkan sonları,asla kabul etmeyip,labirentin üstünden bile tırmanmayı ama sonuca varmaya çalışmayı seçenler oluyor.Neden önümüze çıkan engelleri severek atlayamadığımızı düşünüyorum.Her biri hikâyenin bir parçasıyken,neden bunlardan keyif almayı seçmiyoruz ki?Bir filmde hapis düşmüş birinin,orada çektiği işkencelere rağmen kurtulup bir şeyleri başardığını keyifle izleyebilirken,neden aynısını kendi hayatlarımıza uyarlayamıyoruz… Bu yaratımda her birimizin uğradığı duraklar vardır. Yolculuğumuzda her bir durak bizde derin izler bırakır ve yavaş yavaş bizi asıl olduğumuz kişiye dönüştürürken, bu esnada o duraklarda tanıştığımız yoldaşlarımız olur. Aynı yöne gitmek istediğimizi düşündüğümüz insanlar. Fakat bu yararımda da her şeyin mümkün olması gibi bu yoldaşlar da bir zaman sonra farklı bir patikaya sapabilir. Hiç beklemediğiniz bir anda sizi arabadan aşağı atabilir ya da sonsuza kadar sizle gelmeye devam edebilirler. Her ne yaparlarsa yapsınlar, bizi olmamız gereken kişiye dönüştürürler aslında. Bu açıdan baktığımızda da arabadan atılabilmek bile zevkli ve enteresan olabiliyor. Dorothy’nin hikâyesine bakarsak, bu yolculukta onla beraber olmaya başlayan yoldaşlarını görebiliriz. Uğradığı durakları ve onların bu aslında acınası halde olan kızı nasıl değiştirebildiklerini görebiliriz. Ve en sonunda da vardığı sonuç ne olursa olsun,en azından bir şeyleri yaşadığını bilebiliriz.Kendine özgün koleksiyonuna bir şeylerin eklendiğini,bu yaratımdan da eli boş dönmeyeceğini görürüz.Hayatta her şey mümkünken,sonsuz olasılıklar altında nefes almadan yüzebilirken,tüm bu olaylardan korkmak çok saçma.Sanki uçmaktan korkan bir kuş gibi kıvranmamız,bize bazı şeylerin değişmesi gerektiğini göstermeli aslında.Hangimiz filme gitmeyi sevmedik ki?Hangimiz filmin başrolü olmayı istemedik?Fakat asıl kaçırdığımız nokta da hep bize bir nefes uzakta olması çok saçma.Biz,kendi hayatlarımızın ne olursa olsun başrolüyüz ve bu gözlerden başka birisi de bakamazken hâlâ kendimizi yolda olmadığımıza inandıramayız.Bana bu adil gelmiyor.Tabii ki bu yolculuklarda tek başına hareket etmemiz biraz olanaksız çünkü bazen gerçekten yoğun bir biçimde bizi arkadan çekebilen güçler oluyor.İşte bu esnada da yanımızda olan kişilere tam anlamıyla bağlanmayı göze almalıyız.Bir zaman sonra arkadan bıçaklanmak bile hikâyenizde bir yer edindiğini görüyor ve mutlu olabiliyorsunuz.Bu açıdan baya enteresan aslında.Ama anı yaşayabilmek anca böyle mümkün olabiliyor. Geçmişin ve geleceğin sadece illüzyondan ibaret olduğu bu yaratımda, tek şu anda olan, bizimle olan varlıktır şu an. Geçmiş bizi çoktan arkasında bırakmış, gelecekte kendini bizlere hiçbir zaman tam anlamıyla göstermemeyi seçmiştir. Bu esnada da her zamanki gibi seçim bizimdir. Ya şu anı yaşamak, yolculuğun her anından keyif alarak, bunu koleksiyonumuzun bir parçası haline getirmek, ya da zaman illüzyonlarında silinmeyi bekleyip durmak. Onur Şimşek Kaynakça: Fawer,A.(2016).Oz.İstanbul:April yayıncılık. Bir Balo ve Evrendeki Diğer Her Şey Gaston La Touche isimli Fransız ressamın tablosunu ilk kez modern çağın müthiş aygıtı akıllı telefonumdan, yine modern çağın bir başka mucizesi olan bir fotoğraf uygulamasında görmüştüm.Hızlı hızlı akıp giden ekranda, hayatını yayınlama arzusuyla dolmuş bütün diğer görsellerin yanında parmaklarımın hareketini yavaşlattı, durakaldım. Ağır,ahenkli ama bir o kadar da yumuşak ve sıcacık bir renk karmaşasıydı gördüğüm şey. Ve kesinlikle biraz daha, biraz daha bakmaktan kendimi alamıyordum. Tabloda belki de en çok sevdiğim şey birbirine karışan renkler,etekler, her şeyin birbirine kenetlenişi, birbiriyle bütünleşmesiydi. Ayrı ayrı parçalar halinde yaşadığım ve bütünleştirmek için çok emek harcadığım kendi hayat çizgimde bu hayranlıkla izlediğim bir sahneydi, elbette. 21.yüzyılın birbirine karışmayan, birbiriyle dolaşmayan ve şimdilerde artık bir arada olabilmesi imkansızmış gibi gelen o kopuk,soluk renkli ve güzellik için değil korku ve endişe için telaşlandıran o boğuk günlerinde saniyeler içinde kendimi çevreden soyutlamama imkan tanımıştı. Adeta kitaplar gibi. Fotoğraf 1 : La Touche, Gaston. The Ball. 1889 Tarihine ve hakkındaki verilere tam olarak ulaşamadığım bir resim 'The Ball'. Bu öylesine bir tesadüf ki tabloya baktığımda bunun zamanın var olmadığı bir yerlerde yaşandığını hissetmiştim. Görkemli ışıklar, kendilerinden ve başkalarından habersiz yalnızca dans eden birtakım insanlar. Birbirleriyle konuşurken eğilen, nazik ama cesur insanlar. Ortada kocaman bir ayna, kimsenin bakmaya ihtiyacı yok. Kocaman bir salon burası farkındayız. Orada olmak istiyoruz, özlem içindeyiz. Bu kocaman salon birkaç aydınlatmayla nasıl da görkemli aydınlanıyor. İçerisi sıcak, dışarısı değil. Ama sorun değil burada terlemeyeceğiz. Burada bizi üzecek, kirletecek ve diğer canlılarla eşitleyecek hiçbir şey yok. Burada evrenin en güzel varlıklarıyız. Dışarıda olmak biraz ürkütücü ama kimse düşünmüyor onu. Bu insanlar olacak şeyleri olmadan önce düşünmezler ,bizler gibi değiller. Camlar ve camların ardındakiler önemsiz. Kimse merak etmiyor. Burada, bu dünyada sadece bu gece varlar adeta. Bu gece ve sonrası yok. Kim bilir belki öncesi de yoktur. Gözlerini açtıklarında bir anda kendilerini bu salonda ipek eldivenler,tüylü ve soylu kıyafetler içinde dans ederken bulmuşlardır.Belki de sadece bunu öğrenmişlerdir. İnce, küçük topuklarının kaymasından hiç endişe etmemişler, hiç yorulmamışlardır. Peki ya oturanlar? Onların bilinçleri var mı? Olmalı. Onlar orada tesadüfen değiller biliyorlar nerede olduklarını. Ama şükretmiyorlar çünkü şükretmek, bunları yaşamadığın zamanları hatırlamak demektir. Sadece orada var olmaktalar. Hatta bilinçlerinden kurtulmak istiyorlar. Dans etmek ve karışmak istiyorlar. Bir adım atsalar onlar da böyle doğallıkla kayabilecekler mi parlak zeminde? Bilebilir misiniz? Bilebilirler mi? Ya düşerlerse? Ya onlar ve ağır, katı bilinçleri minik nazik adımlara, ahenkli savruluşlara izin vermezse? O zaman ne olacak? Düşebilirler mi? Düşseler gürültüleri epey korkunç olur . Belki de yer sarsılır, pencereler açılır, içeri zaman dolar. Dans edenler zamanla baş edemezler. Zamanla baş etmek için bilinç gerekir. Oturanların düşmekten korkarak ayağa kalkmamalarına sebep olan bilinç. Sonuç olarak kimse kalkmıyor yerinden. Herkes yaptığı şeyi tekrarlamakta. Tekrarlamak bizi kurtaracak ve hayatta kalmamızı sağlayacak. Bilinçle ya da bilinçsiz bunu yapacağız. Renklerin, ahengin ve karışımın dansıyla her şey devam edecek. Anlaşılan o ki devam eden her şey gibi bu da bir alışkanlık halini alacak. Hatta belki de almış.Bilemiyoruz. Bildiğimiz şeyler sınırlı o yüzden sadece hissetmek, tablonun içimizde bir şeyler çağrıştırmasına izin vermek ve gerisini akıp giden hayallere, düşüncelere bırakmak gerek. Hayat da böyle bir dans olsa gerek. Zaman kavramını içindeyken anlayamadığımız,bilincimizi sorguladığımız, tekrarlayan, müziğin sonlanmasını bekleyen bir dans. Olcay AYICI 21602141 Kaynakça : La Touche, Gaston. ''The Ball. '' 02.10.2016 tarihinde erişildi. www.schillerandbodo.com/artists/la- touche/artworks/the-ball Bilinmeyenler Osman Bora İLHAN 21101628 TURK102-2 Yorgun bir iş veya okul günü bitti. Evinize geldiniz ve kanepenize uzandınız, televizyonun “aç” düğmesine bastınız. Karşınıza haberler çıktı. İster yurtiçinde olsun, ister yurtdışında, gelişen olayları veya insanların başlarına gelenleri izlediniz. Ve yorum yapmaya başladınız. Ancak unuttuğunuz bir şey var. Yaptığınız değerlendirme, sizin gözünüzden, sizin içinde bulunduğunuz şartları yansıtan bir bakış açısını yansıtıyor. Zola'nın kitabında, Therese'in başından geçenler de bu tarz bir bakış açısında değerlendirilmelidir. Aslında kötü bir insan değildir Therese, yalnızca tüm hayatı boyunca kendisini mutsuz eden bir insan ile birlikte yaşamak, hatta onunla hayatını birleştirmek zorunda kalmıştır. Therese, Laurent ile birleşip Camille'i öldürdüğünde, kendisine aslında bir kaçış rotası çizmiştir. Bir hikayede, karakterlerden biri öldürüldüğünde aslında hiç düşünmeden onu kafamızda sempatikleştiriyoruz, ve onu masum olarak nitelendiriyoruz. O aslında bir kurban. Ama bu karakter, ne yaptı, kimlerin hayatını ne hale getirdi, olaylar o noktaya ulaşana kadar nerelerden geçti, bu konularla neredeyse hiç ilgilenmiyoruz. Camille, aslında hikaye başından sonuna kadar değerlendirildiğinde, çok bencil ve umursamaz bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Kendi çıkarları için hastalığını öne sürmekten hiç çekinmiyor bile. “Oğlu sinir krizine yakalanmıştı. diye tutturdu.” (2003 ,s.14) Aynı şekilde, karısı Therese ile neredeyse hiç ilgilenmeyen, ve Therese'i adeta kendisi için bir bakıcı olarak kullanan bir karakter Camille. Peki bunları bir kenara bırakacak olursak, bir insanın yıllar boyunca kendisine kötü davranılmasını, kendisiyle ilgilenmemesini sineye çekip, bir noktada içindeki sinirini dışarı kusması savunulabilecek bir şey midir? Elbette burada anlatmaya çalıştığım şey, bir insanın öldürülmesinin haklı çıkarılabileceği değildir. Bir diğer insanın canına kastetmek her zaman bir vahşiliktir ve öyle olmaya devam edecektir. Ancak içinde yaşadığımız durumları ve kendi hayat tarzımızı başkalarının hayatlarına uyarlamak, bana sorulacak olursa çok da mantıklı bir davranış değildir. Kendi hayatlarımıza bir bakalım. Hepimizin yaşamlarımızın bir noktasında durup, “ ben aslında şu anda olmak istediğim yerde miyim?” dediği zamanlar olmamış mıdır? Hepimiz Therese gibi, şu ana kadar geldiğimiz yeri ve kurduğumuz hayatı bir tekme ile yıkıp, küçükken olmayı düşlediğimiz yere, tamamen kendi iç sesimizi dinleyip asıl mutlu olacağımız o noktaya gitmeyi hedeflemek istemedik mi? Bana sorarsanız Therese, geçinip gittiği, sıkıntıları olmasına rağmen bir şekilde hayatını sürdürdüğü ve kocasına “bakıcılık” yaptığı hayatı yok edip, Laurent ile ölüme kadar birlikte gitmeyi tercih etmekle, aslında hepimizin yapmayı istediği bir şeyi yaptı. O, sıradana ve mutsuzluğa savaş açıp, sonuçları ne olursa olsun kendi yolunu kendi çizmeyi tercih etti. Şimdi kitabı bir yana bırakalım. Düşünelim ki, bundan 15 yıl sonra, bir ofiste oturuyoruz. Her günümüz aynı şekilde geçiyor. Ama ne yapalım, arabanın ve evin taksitleri ödenecek, bundan sonra tanışacağımız kişi için iyi bir “eş” olmayı amaçlayacağız. Hayatımızın ilk çeyreğinden beri bize bunu yapmamız söyleniyor, artık kafamıza iyice kazınmış “doğru” yaşamanın bu olduğu. Gidişattan memnun muyuz? Asla! Nerede kaldı o yapmayı istediğimiz dünya turu, veya arkadaşlarla çıkılacak güzel bir gezi? Hepsi ya sonraya erteleniyor, ya da çoktan iptal edildi. Bu bahsettiğim hayat çarkları içerisinde, insanın çaresizliğini biraz da olsun sezebiliyor muyuz? 75 yıllık bize bahşedilen zamanı da, başkaları için mi yaşayacağız? Bana sorulacak olursa, Therese Raquin'in anlamı da biraz burada yatıyor. İnsanın gözleri, asıl yapmak istediklerinin ne olduğunu görmeye başladığı andan itibaren onu tutmak neredeyse imkansızdır. Ya kabuğunu kırıp, kendini “gerçekten mutlu” olacağını düşündüğü o yola sürecek, ya da bunu yapacak cesareti kendinde bulamayıp hayatın çarkları arasında öğütülecektir. Daha gözleri tam olarak açılmamış “diğerlerinin” de Therese gibi bu düzenden kaçanları yargılaması çok doğru değildir. Çünkü kim bilir, belki de yarın kabuğunu kıranlar bizler olacağız. KAYNAKÇA Zola, Émile. Thérèse Raquin. İstanbul: Oda Yayınları, 2003 Burak ÖRKÜN HAYATA DAİR CÜMLELER Hayat dediğimiz şey nedir? Ruh ile bedenin birleşip üstüne biraz da duyguları ve mantığı katması ile oluşan birliktelik değil midir? Kimi zaman güldüren, kimi zaman da ağlatan… Birçoğumuz bu hayattaki varlığımızı ya da bugüne kadar neler yaptığımızı sorgulamıştır. Hayatımızın nereye gittiği ise bilinmeyen büyük sorulardan... Ben bu hayatta duygulara ve hissedilenlere, insanın manevi ve düşünsel bütünlüğüne önem veren bir insanım. Bu yüzden hayat benim için sevgi, kayıp ve paylaşmak başlıkları altında genel olarak toplanabilir. Sevgi, bizleri bu hayatta mutlu eden şeydir. Herkesçe kabul görmüş bir tanımı bulunmayan ancak kesinlikle insanlara mutluluk duygusunu tattırandır. Benim için sevgi koşulsuz olmalıdır, aksi halde gerçek sevgiden bahsedemeyiz. Tıpkı bir annenin sevgisi gibi olmalıdır; karşılıksız, bitmeksizin. Ben çocukken evde oyun oynarken annemin vazolarını kırardım. Bir köşede oturur üzülürdüm ve içimden geçirirdim “bunlar pahalı şeyler, annem kesin kızacak ve artık beni sevmeyecek” diye. Daha sonra annem gelirdi ve durumu fark ederdi. Tam ağlamaya başladığımda annem, “senden kıymetli bir şey olamaz, canın sağ olsun” der ve sarılırdı. İşte o an dünyalar benim olurdu. O an hissederdim annemin beni karşılıksız sevdiğini. Benim için sevgi, karşımızdaki insanı belirli bir sebebe, sonuca bağlamadan değer verip onu mutlu etmektir. Gerçek sevgi olduğu sürece bir insan mutsuz olmaz, içten içe hep varlığını hisseder. Ancak bu hayatta sevginin olduğu yerde kayıplar da vardır. Bu çok sevdiğimiz köpeğimizi kaybetmek de olabilir, bir yakınımızı kaybetmek de. Kaybetmek acıyı öğretir, mutsuzluğu tattırır. İnsanın yüreği sızlar, dayanamıyorum der ama dayanır. Kaybetmek insanı olgunlaştırır ve güçlendirir. Nasıl mı? Duygusal olarak. Ben daha 11 yaşımdayken dünyalar kadar çok sevdiğim iki büyükbabamı kaybettim. O zamanlar acının insanı zayıf düşürdüğünü sanırdım ve o yüzden mezarlarının başında bir damla gözyaşı dökmemiştim. Annem ve babam için dik durduğumu sanırdım. Oysa şimdi anlıyorum ki duygularımızı yok saymak zayıflıkmış. Bazen büyükbabalarımın yüzünü unutur gibi oluyorum ve panik oluyorum! Kalbim sıkışıyor, içimde bir acı hissediyorum. Kaybetmenin verdiği acıyı… Belki de onları kaybetmek beni bugün daha duygulara önem veren, daha çok hisseden bir insan yaptı ve duygusal olarak beni geliştirdi. Unutmamak lazım, her kaybın içinde gizli kalmış bir sevgi de vardır. Sevgi ve kayıp hayatımızın mutlak bir ikilisiyken en önemli tamamlayıcı olan paylaşmaktan bahsetmemek olmaz. Bu hayatta insan kendi ayaklarının üzerinde durabilmeli, mümkün olduğunca kendi kendine yetebilmelidir. Kimi insanlar kendi kendine mutlu olabiliyor hatta bazıları acısını kendi içinde yaşamayı seçebiliyor. Ben çocukluğumdan beri her sorunumu kendi içime atardım, kendi içimde çözerdim. Kimseden yardım istemezdim. Tıpkı bir kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi gibi içime çekilirdim. Paylaşmanın zayıflık olduğunu düşünürdüm. Bundan 4 yıl önce bir arkadaşım paylaşmamak değer vermemektir ve paylaşmadan hiçbir şeyin anlamı yoktur, dedi ve hayatımı değiştirdi. Gerçek yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı. Ondan sonra anladım ki bu hayatta sevgimizi paylaşmadıktan sonra sevmenin anlamı yokmuş. Ufacık bir mutluluğu paylaşmak tıpkı küçük bir kar tanesinin yuvarlanarak çığ oluşturması gibi büyümesi demekmiş. İçime atıp geceler boyu düşündüklerim, acılarım ise güvendiğim ve değer verdiğim birisine anlattığımda ise nasıl da hafifletiyormuş beni. Artık paylaşmak demek beni ben yapan değerlerin en başında geliyor. Paylaşmak her şeyin haricinde karşımızdaki insana değer verdiğimizi hissettiriyor. Değer verildiğini hissetmek ne kadar rahatlatıcı, huzur veren bir his. Bu hayat dediğimiz yolculukta hepimizin dinleneceği ve huzur bulacağı limanlara ihtiyacı vardır. Bunun ise tek yolu paylaşmaktır. Sevgiyi, acıyı, mutluluğu, hüznü yani hayatın ta kendisini paylaşmaktır. Paylaşmamak insanı yalnızlaştırır ve yaşam sevincini elinden alır. Unutmamak lazım, yalnızlık sadece Allah’a(c.c) mahsustur bu hayatta… Semra ALTINTAŞ İÇİMİZDEKİ MUHTEŞEM ORKESTRA Bazı hayatlar aynı çatıda toplandıkları ölçüde “hayat” olabiliyorlar. Farklı görüşler, farklı hareketler, ses, görüntü ve orkestra! İnsanlık, sesli orkestradır bana kalırsa. Öyle ki, düzenlenen açılış gecesinde her türden insan vardır, Zehra da bunun farkındadır. Üst düzey iş adamları ve sıradan insanlar, herkes bu orkestrayı oluşturur. Yediden yetmişe yedi milyar insan, ana orkestradır. Ne çalacakları bilinmez, Paganini hüznü yaşatabilirler fakat aynı zamanda romantik bir keman resitali de olabilir. Bazense baş kemancının elinde olan solo bölüm herkesi susturur ve bazen kötü çalsa dahi, o dinlenir. Çünkü o baş kemancıdır, sorgulanmaz, daha doğrusu kimse sorgulamaya cesaret edemez. Dünyanın en sevdiğim kısmı budur işte; insanın çok çeşidi vardır. Ne kadar tek tipleştirilmeye çalışılsa da insanın doğası gereği hep bir farklılığı, bir rengi, farklı bir tınısı vardır. Çevremdeki insanlar da aynı Konstantiniyye Oteli’ndeki gibidir, bazıları kötü kalplidir, bazıları kıskançtır ve bazıları yalnızca iyidir. Bazıları kötü kalpli bazıları ise öyle doğmuştur. Kalemlik misali insanlık, dolu kalem vardır fakat mürekkepleri, duruşları, tutuşları; hepsinin farklıdır. Zehra da bunun farkındaydı aslında, bazı insanlar çileden çıkarlar, bazılarıysa çektikleri acılarla olgunlaşırlardı (Livaneli 2015). Zaten hem benim bahsettiğim hem de Zehra’nın anlatmaya çalıştığı şey buydu; bazı insanlar menfaatlerini çok severlerdi. Belki de orkestra gibi çok sesli topluluğun bir sorunu vardır? İçinde kötü arp çalan veya yanlış notalara basan kemancılarla donanmıştır belki, fark etmeyen için dünya çok güzeldir. Fark edenlere, kulaklarını tırmalayan sesleri dinlemek istemeyip onlara karşı bir duruş sergileyen insanlarsa, aynı Zehra gibidirler. Rahatsızdırlar bulundukları dünyadan, yüzlerce insan vardır, bazısı takıntılı, bazısı katil, bir diğeri kelimenin tam anlamıyla psikopat. Dünyanın bir özeti gibi, her türden insan var bu romanda. Hepsinin çıkarları için bir araya gelmesiyle oluşan gerilim atmosferi ve her türden insana bir eleştiri! Nereden gelip nereye gittiğimizi bilmezken ve aslında bu orkestra sayesinde varoluyorken bir insan, önemli olan kimliğimiz değil midir ki? Nefes aldığımız ve sevdiğimiz sürece insanız diyoruz, doğru, fakat ya birinin menfaatleri yüzünden ölen insanlar? Ya yanarak ölmüş, masum insanları ateşe verenler? İki tane ağacı sevmeyip, rezidanslar dikmek adına masum bir parkı betonlaştırmak isteyenler? Barış için değil de savaş için kaldırılan yumruklar ne olacak peki? Elimizde vicdanımızdan başka hiçbir şey yokken, Konstantiniyye Oteli’ndeki lobiye katılanların hepsi bu nedenlerden suçlu, yine de çok sesliliğin güzel olduğu ön kabulüyle başladığımız bu hayatta, orkestrada bu nedenlerle kirli. Orkestra ne kadar toplumun bir benzetmesi olsa da; bir umudun, iyimser bir bakışın örneği olsa da sonuna doğru geldikçe orkestranın aslında o kadar da güzel ve masum olmadığını görebiliyoruz. Sezen Aksu’nun şarkılarında geçtiği gibi, gerçekten hiçbirimiz masum değiliz. Masum görünen, çok sesliliği desteklesek bile aslında çok çıkan seslerin diğer sesleri bastırdığı bir orkestra gibi. Kendini çok iyi gizlemiş bir şeytan gibi aralara serpiştirilmiş sanatçılar gibi... Nereden gelip nereye gideceğimizi bilmediğimiz bir oyunun içinde figüran olmak da güzeldir, başkarakterlerin savaşında yara almadıkça. Hayatta kalmaya çalışmak da güzeldir çetin iklimi olan bir yörede, kimseye zarar vermeden... otelin lobisindeki kötü insanlardan biri olmamak, onların azalarak biteceğini umut etmek de güzeldir. Bana kalırsa, en güzeli, vahşi hayvanların ehlileşebileceğini umut etmektir; nezaketle yaklaşıp her türlü bağırışına rağmen, inatla karşı gelebilmektir güler yüzle... Hayat dediğimiz şey de işte böyle güzelleşir bana kalırsa, her şeye rağmen ve gülümseyerek, inadına severek! ÇARESİZLİĞİN BULVARI Atilla İlhan’ın aşk ile sokakları birleştiren; aşkı, kederi, acıyı aynı sokağa sığdıran, eşine az rastlanır şiirlerinden biri: Sisler Bulvarı. Şiiri okurken ilginç bir detay fark ettim; sis, bulvar ve aşk üçlüsü. Bu üçlü, şiire o kadar detaylı anlamlar yüklüyor ki şehrin yüzünü okurken bile aşkı düşünüyordum, camların bizi izlemesi ya da yanımızdaki ağacın ölmesi beni ilgilendirmiyordu. Sonsuza dek böyle kalabilirdim fakat birlikteyken çok güzel anılar geçirdiğim, tamamen uyum sağladığım aşkım, sisle birlikte ayrı düşmüştü. Ateşler sönmüş, fenerler konuşmuyordu ve onu kaybetmiştim. Şairin ‘’Terkedilmiş bir çocuk gibiydim’’ demesiyle o an kendimi terk edilmiş bir çocuk gibi yalnız ve umutsuz hissetim. Yıllar geçse de burada bekleyeceğime kanaat getirdim, ta ki şair ‘Sisler boğazıma sarılmışlardı’ diyene kadar. Tam da bu sırada bir gemi geldi ve beni uzak diyarlara götürdü fakat ne kadar uzağa gidersem gideyim o bulvarı hatırlayacaktım, bana hiçbir şey kokusunun sindiği o bulvarı unutturamayacaktı. Uzaklara gittim, uzun zaman oldu fakat hala bulvardaki bütün ağaçlar onu haykırıyordu bana. ‘’ Bütün bir sonbahar ağlamıştı’’ diyerek sanki ağaçlar da istemiyordu ayrılmamızı, bütün sonbahar üzüntüsünden ağlamıştı, sanki aşk acısından ağır bir hastalığa yakalanmış gibi ve o bulvar olmasaydı, her türlü deliliği yapardım, mesela bir cinayet işleyebilirdim ve en sonunda belki vurularak bu acıya bir son verebilirdim. Fakat yapamadım, o sokaktan geçmediğim her gün hep bir yanım eksik kalıyordu, kalbim acıdan kıvranıyordu ve en sonunda susturamadım kalbimi, o ne istediyse onu yaptım. Sırdaş Duvarlar İkinci dünya savaşı ve onun arkasında bıraktığı kızgın, yorgun, kederli ve en önemlisi mahçup duvarlar. Savaş psikolojisinin ayrı bir perspektifte işlendiği muntazam bir Atilla İlhan şiiri: Duvar. Savaşın her türlü durumuna şait olmuş duvarlardan muhteşem bir şekilde bahsediyor şair. Duvarlara bir kişilik katmış, duygularına adeta tercüman olmuştur. Bu duvarlar her türlü pisliği görmüşlerdir fakat hiçbir şey yapamamışlardır. İnsanların kıyılmalarına, masum çocukların bir hiç uğruna öldürülmesine istemeden de olsa göz yummuşlardır. Yıldızlar, ağaçlar, topraklar kınıyordur duvarları fakat duvarlar ne yapsın? Eğer ellerinde olsa tabi ki o giden kurşunların önüne atlarlardı, akan kanları durdurmaya çalışırlardı. Zaten şair de ‘’ Elimizden ne geldi de yapmadık’’ diyerek olayın acizliğini anlatıyor. Gerçekten de insan düşününce duvarlara hak veriyor keşke onlarında kolları, ayakları, sesleri olsa diyor. Fakat bunu yapamadıkları için sadece kahramanların, masum insanların isimlerini aralarında saklamakla ve bu isimleri geleceğe taşımakla yetiniyorlar. Savaş çocukları ile mutlu oluyorlar, birlikte güzel zaman geçiriyorlar fakat daha birbirlerine alışamadan çocuklar ayrılıyor, sayıları gün geçtikçe azalıyordur. Şair ’’ Kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda’’ deyişiyle gidenlerin çocuk, hayatlarına mahçup bir şekilde, utanarak devam edenlerin ise duvarlar olduğunu çaresiz bir şekilde aktarıyor. Kaçak Şair Atilla İlhan’ın yoğun şiirlerinden biri olan Yağmur Kaçağı, her insanın bir korkusu olduğu gibi şairinde korkusunun yağmur olduğunu anlatıyor. Aşkının elinden tutmasını istiyor çünkü tutmaz ise yağmurdan kaçarken düşecektir ve peşinden yıldızları da sürükleyecektir. Şair sevgilisinin yağmurdan korktuğunu bilmemesini istemektedir fakat bilmesi daha doğru olurdu. Çünkü eğer bilirse aşkı ona daha da sahip çıkar, onu her an yağmurdan korumak için elinden geleni ardına koymazdı. ‘Beni görsen belki tanıyamazsın’ cümlesiyle zaten şair bir eylül ayı, akşam vakti, yağmurlu bir gün de çıkıp gelse, sevgilisinin onu tanıyamayacağını belirtmektedir çünkü nasıl bir insan korktuğu bir şeye maruz kaldığında kendine ait davranışlar sergilemiyor ise şair de ayrı bir kişiliğe bürünmüş olacaktır. Sevgilisinin de bu durumu görüp kendisinden soğuyacağını ve üzüleceğini, eğer elinden tutmazsa kolayca yanlışa düşeceğini okuyucuya aktarmaya çalışmıştır. Her Şeyi Sen Diye Sevmek ‘Kimi Sevsem Sensin’ diyor Atilla İlhan. ‘ Kimi sevsem sensin/hayret’ diyerek hiçbir şeyin o aşık olduğu kişinin yerini tutamayacağını üzüntü içerisinde dile getiriyor. Yemek yemeyi, müzik dinlemeyi hep aşkını hatırlattığı için yapıyor. Zamanla başka sevgilileri oluyor fakat hiçbiri o gerçekten aşık olduğu kadının karşılığı olmuyor. Fakat işin içinde garip bir şey var. Şair ne kadar onu ansa da bir türlü onun kapısını açamıyor, bir türlü ona ulaşamıyor. Her şeyin ondan ibaret olduğunu söylüyor fakat bizzat kendisiyle konuşmayı denemiyor.Eğer bir çare sunmak gerekirse ne kadar başka işler yaparsa yapsın eğer o gerçekten sevdiği kişiye ulaşamaz ise, her şey bir avuntu olarak kalacaktır ve hayat zamanla işkenceye dönüşecektir. İKİ BEYİN, YARIM KALP Hayat, bizlere zorlu şartlar sunan, karşımıza ne çıkacağını asla kestiremediğimiz zorlu bir mücadele. Bizler, bu mücadelenin içinde kendimize hedefler belirliyoruz. Belirlediğimiz hedeflerimiz ise yaşadığımız hayatlara yön veriyor. Zaman zaman bu mücadelenin içinde, benliğimizi unutup, hedeflerimize tüm hayatımızı hiçe sayarak odaklanıyoruz. Bazen kendimi, neden yaşadığımı sorgular bir konumda buluyorum. Dünyaya gelme amacımız çalışmak, iyi bir kariyer sahibi olmak, neslimizi devam ettirmek mi sadece? "Akıl Oyunları" hayatım için çok önemli bir yere sahip. Defalarca izlediğim bu film aslında yaşantımı yönlendirirken dikkat etmem ve ihmal etmemem gereken değerlerimi vurguluyor . Hedeflerim genelde başarı odaklı olduğu için, en ufak bir başarısızlıkta, etrafımdakilerin tepkilerinden korkardım. Bu yüzden de en iyisine ulaşmak için, hayatımda geri kalan her şeye sırtımı dönerdim. Başarısızlık belki de benim için dünyanın en zor hatta en kötü durumuydu. Fakat "Akıl Oyunları" hayatta başarısızlıkların, başarılardan çok daha önemli olduğunu anlattı bana. İnsan doğası gereği, yapmaya gücünün yetmediği her şeyden vazgeçer. Bu kaçışlar, gelecek hayatımızda karşımıza çıkar ve bizleri hayal kırıklıklarına uğratır. Fakat, eğer ki insan, gücünün yetmediği yerde vazgeçmeyip, denemeye devam ederse, hayat bizlere başarısızlıklarımızın aslında gerçek başarılarımız olduğunu gösterir. Hayat, bir çok insan için doğuştan gelen zorluklarla doludur. Bazılarımız bu zorluklara yaşımız ilerledikçe sahip oluruz. Şizofreni buna en iyi örnektir. Bir gün aklımı kaybedebileceğimi düşünüyorum. Her insanın başına gelebilecek bu durum, "Akıl Oyunları" ile yaşanan bir hayat hikâyesini, zorlukları ve bunları nasıl kabullenmemiz gerektiğini anlatıyor. Filmi defalarca izlemiş olmamın sebebi, her şeyin dünyevi olduğunun altını tekrar tekrar çizmesidir. İnsanlar sadece konuşurlar. Deli derler, hasta derler, yetersiz derler. Bizler ya vazgeçer ya da aldırış etmeyiz. Fakat önemli olan, "evet öyleyim" diyebilmek. Kabul etmek, ruhumuzu ve hatta aklımızı bize getirdiği zorluklarla benimsemek. Kendimizle arkadaş olmak neden bu kadar zor? "Mutlu olmak, her şeyin yolunda olması demek değildir. Mutlu olmak, görmezden gelme konusunda ustalaşmak demektir." (Akıl Oyunları/ Ron Howard) Duygularını ikinci plana atıp, hedeflerine odaklanan insanlar hayata hep geride başlarlar. Çünkü, yaşam bence hedeflere odaklanıp, ihmal ettiklerimizi ikinci plana atacak kadar uzun değil. Duyguların, hedeflerden geride olması demek, kalbin bir parçasının olmaması demektir. Hissetmek, sevmek ve hatta anlamak bile imkânsızlaşır. Ne zaman duygularımızı önceliklerimiz hâline getirirsek, asıl başarı bizlere o zaman gelir. Müthiş bir zekâya sahip olabilirsiniz, bir gün uçabilirsiniz hatta dünyayı değiştirecek bir şey yapabilirsiniz. Fakat mutluluk, insanın kalbinde gizlidir. İnsanların söyledikleri, kişiliğimiz hakkında kabul edemediklerimiz, önyargılarımız bizleri birer robota dönüştürmekten başka bir işe yaramaz. "Akıl Oyunları" bir insanın dâhi bile olabileceğinin, fakat duyguları yoksa hayatta asla başarılı olamayacağının bir örneğiydi. Ayrıca, film inanmak istediklerimizi, aklımızda kurduğumuz senaryolarımız ile sonuna kadar savunduğumuzu fakat bu inandıklarımızın aslında doğru olmayabileceklerini ve bazı şeylere aklımızda soru işaretleri bırakmamız gerektiğini öğretti bana. Eğer ki sonsuz bir inanca sahip olmak istiyorsak, bence her şeyin doğru olmayabileceğine inanmak en doğrusu gibi görünüyor. "Akıl Oyunları" hayata dair bir çok yaşanmışlığı izleyen herkese rehberlik edecektir. Hayatta her şeyin başarıdan ibaret olmadığını, başarısızlığın da aslında bir başarı olduğunu ve hatta duygularımızın hayatımızdaki en önemli değer olduğunu bana anlatan bu film, benim için asla değerini yitirmeyecek. Duygularımı kaybetmeye başladığımı düşündüğüm her an, bana yardımcı olacaktır. Böyle güzel bir yaşanmışlık, hayata dair ve yaşayacaklarımıza dair geride bir çok anlam bırakıyor. Hediye İlayda Erdoğu 21502971 BİR DERS ÖĞRETEBİLİR Mİ HAYATI? Çocukluk döneminizden başlayarak şimdiki yaşınıza kadar hayatta neler yaşadığınız gözünüzün önünden geçti mi hiç? Eminim ki bunun üzerine saatlerce, belki de günlerce konuşulabilecek kadar çok şey yaşamışsınızdır. Aslında, hepimizin acı veya tatlı olarak tattığı birçok şey örnek verilebilir bu noktada ve bu yaşadıklarımız da hepimizde çoğu zaman çok bilindik etkileri yaratabilir. Nasıl tatlı olan anılarımız hatırladığımızda hala bize mutluluk verip gözümüzün içini güldürebiliyorsa acı olanlar da bir o kadar ‘hayat tecrübesi’ adını verdiğimiz derslere dönüşebiliyor. Çok klişe olacak ama belki de bu acılar kâğıt kesiğinin on bin katı kadar çok canımızı yakabiliyor hatta yıllarca da kalbimizin bir köşesine hapsolup ara sıra kendini hatırlatabiliyor. Hayatta bazen çok büyük bir kayaya toslayabiliyoruz çünkü dünyada her zaman iyi insanlar karşımıza çıkmayabiliyor. Çoğu, hayatımızı paramparça ediyor, kalbimizi kırıp döküyor ve bizi en büyük enkaz altında bırakıp gidebiliyor. Bunların sonunda, her tanıdığımız insanî duygulardan yoksun kişiyle güven duygumuzu kaybedebiliyoruz. İnsanlara verdiğimiz değer de kanadı kırılmış bir kuş gibi yerde buluyor kendini zamanla. İnsan aslında ne kadar çok yanlış yaparsa, ne kadar çok üzücü şey yaşarsa o kadar çok ders çıkarıyor yaşadıklarından ve belki yaşamaz ama bir ihtimal aynı ya da benzeri bir olayla karşılaşırsa ona karşı hazırlıklı olabiliyor. İşte gerçek anlamıyla tecrübe de bu noktada kendisini göstermeye başlıyor bana göre. B. Auerbach şöyle diyor, ‘’Tecrübe tarak gibidir; hayat insana verir ama kel olduğu zaman.’’ Bu sözle herkesin kolay kolay tecrübe edinemeyeceği de anlaşılabiliyor. Tabii, tecrübe edindik diye bir dahaki sefere aynı hataya düşmeyeceğiz diye düşünenler bence en büyük yanılgıya düşenler çünkü tecrübe tek başına kimseye yardımcı olmaz. Eğer aklımızla yaşadıklarımızı birleştirebilirsek her şeyi yenebiliriz ve böylece tecrübeli bir insan olabiliriz. Aslına bakacak olursak her zaman sadece tecrübe bizi ayakta tutmaz. Bazen de kendimizin ilacı biz oluruz. Ne zaman dalgaların arasında boğulacağımızı hissetsek kendimize sığınırız. Buna yalnızlık diyenleriniz olacaktır. Evet, aslında bir nevi yalnızlık bu ama korkmanıza gerek yok çünkü uzun süreli olmayanından. Songül Ünsal'ın da Sevgili Küllük adlı denemesinde söylediği sözler beni çok etkiledi ‘’Yalnızlığı sevecek kadar koptu içimdeki güven salıncağı. Ama sıcak çayımı soğutmuyorum. Gülümsüyorum hala gökyüzüne. Yenildim dediğim yerden kalkıp yeniliyorum kendimi.’’ (Ünsal) Hayat öyle bir şey ki tüm yaşadıklarına rağmen dimdik ayakta durman için zorluyor seni. Hiçbir zaman sen çok şey yaşadın, çok acılar çektin, hadi biraz ara ver her şeye, sonra yine devam edersin kaldığın yerden demiyor çünkü kısacası hayat devam ediyor. Sen de hiçbir koşulda sana yardımcı olmayan bu hayata karşı daima güçlü olmalısın. Zorlukları sırtına yükleyip tökezlesen de yürümeyi bırakmamalısın. Bıraktığın an kaybeden olacağını da asla unutmamalısın. Tecrübe dediğimiz şey nasıl da kötü giden hayatımızı yoluna koyabilir bir anda ya da nasıl yaptığımız hataların tekrarını engeller biliyor muydunuz? Bilseniz dahi tek başına bir anlamı olmadığını tam olarak görememiş olabilirsiniz. Gücümüzle, her bir zorlukta ayaklarımızın yere daha sağlam basmasıyla birleşen tecrübe daha güzel günlere sebep oluyor. Belki daha az hata yaptığımız, daha mutlu olduğumuz günlere… Zaten aklın ve gücün birleştiği bir dünyada neyin bir daha kötü gitmesini bekleyebiliriz ki? Umuyorum ki, her geçen gün insanların tecrübeye bile ihtiyaçları kalmaz ve daha güzel bir dünya içinde daha mutlu yaşayabiliriz. Kaynakça Ünsal, Songül. Sevgili Küllük. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2016. EĞLENCE ARACI MI PROPAGANDA SİLAHI MI? Sinema, tiyatro eleştirmenlerinin gözünde TV dizilerinin pek sanat eseri değeri taşımadığı malum. Ancak büyük kitlelere en kolay ulaşan yapıtların diziler olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Ne de olsa bir diziyi seyretmek için bilet alıp tiyatroya gitmek ya da sinema salonlarının önünde kuyrukta beklemek gerekmiyor. Diz üstü bilgisayarınızdan, tabletinizden hatta akıllı telefonlarınızdan günün dilediğiniz saatinde dizileri izlemek mümkün. Bu erişim kolaylığı, toplumun hangi katmanından ya da hangi yaş grubundan olursa olsun dizi filmleri yaşamın bir parçası haline getiriyor. Üstelik takip ettiğiniz diziler, beğeni düzeyiniz, sosyal statünüz hakkında da çevrenize bir mesaj verme aracına dönüşüyor. Birkaç yıl öncesine kadar sosyal medyada sıkça karşımıza çıkan biraz da ironi içeren bir ifade vardı: “Radikal okuyorum, CNBC-E seyrediyorum.” Radikal gazetesinin, sansasyonel olmaktan çok, derinlik içeren haberlere yer verme kaygısı taşıması, CNBC-E kanalının da beğeni düzeyi yüksek olduğu var sayılan kitlelere yönelik daha çok ABD yapımı TV dizilerini yayınlamasından kaynaklanan bir espriydi bu. Entelektüel olduğu algısını yaratmaya çalışan ama aslında pek de öyle olmayanlarla alay etmek amacını taşıyordu. (Bu arada Radikal de CNBC-E de artık yok) “Bana izlediğiniz diziyi söyleyin size sosyal zekânızın, eğitim ve beğeni düzeyinizin ne olduğunu söyleyeyim” demek elbette hem yanıltıcı hem küstahça olurdu. Yine de bunlara dair fikir edinmemize hiç yardımcı olamayacağını söyleyemeyiz dizilerin. Reyting ölçümlerinde izleyicilerin bu tür özelliklerine bakarak gruplandırmalar yapıldığını da hatırlayalım. Konunun bir de propaganda ve algı yaratma boyutu var. Sanayi çağından artık bilgi çağına geçildiğini, bilginin en kıymetli hazine haline dönüştüğünü söylüyor toplumbilimciler… Bu düzen içinde TV dizilerinin topluluklara doğrudan mesaj ulaştırmanın en etkili yollarından birisi olduğu savına kimse itiraz etmeyecektir. Subliminal mesaj (bilinçaltına gönderilen gizli mesaj) tekniğini daha 1950’li yıllarda keşfeden ABD sineması (Holywood), doğal olarak televizyon dizisi sektöründe de hâkimiyeti elinde bulunduruyor. Homeland. Lost, Prison Break, Game Of Trones, The Walking Dead, Dexter, House, The Big Bang Theory arama motorlarına bakmadan bir çırpıda anımsadığım, son yılların fazlasıyla ilgi gören yapımları. Prison Break dışında bu yapımları baştan sonra izlediğimi söylemeyeceğim. Dolayısıyla dizilerin ortak özelliklerine ilişkin yargılarda bulunmam gerçekçi olmaz. Ancak olayların kurgulanması, karakterlerin çeşitliliği, öykünün karmaşıklığı, efektler, görseller, oyuncuların performansı gibi kriterler dikkate alındığında, ABD’deki yapımcıların “bu işi bildiğini” rahatlıkla ifade edebilirim. Örneğin Prison Break… Yayımlanmaya başladığı 2005 yılından bu yana özellikle aksiyon türü filmlerden hoşlanan kitlelerin ilgisini üzerinden eksik etmediği bir yapım. Türünün en başarılı örnekleri arasında sayılan dizinin hikâyesi için rahatlıkla “orijinal” nitelemesi yapılabilir. Suçsuz yere idama mahkûm edilen abisini kurtarmak için kendini cezaevine attıran ana karakter (Michael Scofield) etrafında şekilleniyor olaylar örgüsü. Başkahramanın vücuduna cezaevinin krokisini içeren dövme yaptırmış olması ve kaçış planının bu kroki üzerinden yürümesi hikâyeyi ilginç kılmaya yetiyor. Yüksek bütçelerle çekilen bu eserler toplumların eğlence ihtiyacına karşılık vererek, yapımcılarına yüksek kazanç sağlamaya mı yarıyor yalnızca? Yoksa bilinçaltına verilen mesajlarla yeni bir uygarlık mı yaratılıyor? Doğrusu bu konuda iddialı tezler ortaya atmama imkân yok. Holywood filmlerinin Batı Medeniyetini, “tek doğru” olarak, Doğu toplumlarına dayatma amacı taşıdığına dair kimi teorilerin var olduğunu biliyorum. Bu gözle baktığımda, Prison Break’in Yemen’de çekilen beşinci sezon bölümlerinde yer yer Arap toplumunun değerlerine yönelik ince dokundurmalar yapıldığını görüyorum. “Batının yüksek insani değerlerin ve çağdaş medeniyetin bin yıl gerisinde kalmış Doğu.” Böyle bir imaj var sanki. Hayali bir Arap ülkesinde geçen Tryant dizisinde de sık sık bu imaj karşımıza çıkıyor. Milyonlarca izleyiciye ulaşmayı başaran 24 adlı dizide de “Müslüman ise teröristtir” ya da “Terörist ise Müslümandır” algısı yaratmaya yönelik sahneler bulunduğunu hatırlıyorum. Buna karşılık söz konusu yapıtlarda Batı Medeniyetine yönelik de esaslı dokundurmaları görmek mümkün. Dolayısıyla kısıtlı verilerden ya da belirli sahnelerden yola çıkarak “Batı’nın filmleri ya da dizileri Müslümanlara yönelik olumsuz algıların oluşmasına hizmet ediyor” demek önyargılı bir yaklaşım olabilir. Ancak dünyada uygarlığın yönünü belirleme iddiasını taşıyan ve bu amacı, bütün insani değerlerin üstünde gören “büyük” ülkelerdeki toplum mühendislerinin milyarlarca insana kolay yoldan mesaj ulaştırma imkânı veren bu sektörü kendi haline bıraktıklarını da düşünmüyorum. Toprak  Fırat   Kayıtsızlık  ve  Toplum         Kitap  incelemesi  yapmak  için  okuyacağım  kitapları  seçmeden  önce,  beğenebileceğim   kitapları  okumak  maksadı  ile,  iki  arkadaşıma  fikir  danış?m.  Bu  iki,  (İkisi  de  karşılaş?rmalı   edebiyat  öğrencisi)  çok  kültürlü  ve  durmadan  okuyan,  arkadaşımdan  onlara  yolladığım  kitap   listesinden  üç  kitap  seçmelerini  istedim.  Birbirlerinden  habersiz  bir  şekilde,  ikisi  de  ‘’Yazıcı   Bartleby’’’yi  önerince  hiç  düşünmeden  gidip  aldım  ve  bir  oturuşta  biKrdim.  Herman  Melville,  2.   Dünya  Savaşından  sonra  yaygınlaşacak  olan  varoluşçuluk  felsefesinin,  neredeyse  bir  asır   önceden,  temellerini  atması  beni  derinden  etkiledi.  Kitabı,  kendi  dilinde  okumuş  olan  bir   arkadaşımla  kitabı  tar?ş?ğımda,  bana  dilinin  ne  kadar  zorlayıcı  olduğunu  ve  bu  yüzden  okurken   çekKği  güçlükler  yüzünden  kitabı  düzgünce  okuyamadığını  söyledi.  Dediği  büyük  ihKmalle   doğrudur,  çünkü  1800  ve  1900’ler  arasında  yazılmış  ingilizce  eserlerin  dili,  gerçekten  de  çok   zorlayıcı.  Lâkin,  Türkçe  çevirisi  de  bir  o  kadar  akıcı  ve  anlaşılır.  Eserleri  kendi  dilinde  okunmasını   savunan  biri  olsam  da,  Bartleby  gibi  klasik  ve  dili  ağır  roman  ve  öyküler,  eğer  çevirisi  de  Murat   Belge’nin  çevirisi  gibi  akıcı  ve  rahat  anlaşılır  ise,  çevrilmiş  dilinde  okunabilir.       Herman  Melville’in  1853  yılında  yazdığı  ‘’Yazıcı  Bartleby’’,  zamanının  çok  ötesinde  bir   öykü.  20.  yüzyılın  felsefi  düşünce  akımı  olan  varoluşçuluğun,  1850’lerde  yazılmış  bir  kitabın   içinde  bulunacağını  hiç  düşünmezdim  açıkçası.  Haya?  ciddiye  almayan  ve  bu  önemsizliğe  karşı   pasifçe  duran  Bartleby,  90  yıl  sonra  yazılacak  olan  Yabancı(Albert  Camus)’yı  ha?rla]  bana.     Yabancı’nın  ana  karakteri  Meursault  da,  Bartleby  gibi,  hayata  karşı  durağan,  umursamaz  ve   kayıtsız.  Örneğin;  Meursault,  öz  annesinin  ölümünde  bile  en  ufak  duygu  belirKsi  göstermez.  Bartleby  de  açlıktan  ölmek  üzereyken  ya  da  kovulduğunda  duygusuzca  olduğu  yerde  durmaya   devam  eder.  Bu  kayıtsız  kalmışlık,  her  ne  kadar  zararsız  gözükse  de,  toplum  tara‘ndan  masumca   karşılanmaz.  Hiç  kimseye  zararı  olmayan  bu  iki  karakter,  topluma  hiçbir  katkıda   bulunmadıklarından  ötürü,  insanlar  tara‘ndan  hor  görülür  ve  tepki  çeker  ancak  kendilerini   savunma  gibi  bir  kaygıları  olmadığı  için,  sonları  ölüm  olur.  Haya?n  anlamsızlığının  ve   absürtlüğünün  farkına  varmış  ve  süper  egolarını  kaybetmiş  olan  Meursault  ve  Bartleby,   toplumsal  normların  hiç  alışık  olmadığı  bir  şekilde  davranırlar.  Bu  iki  karakter,  haya?n  bu   anlamsızlığı  karşısında  mutsuz  değillerdir.  Nihilistler  gibi  umutsuzluk  çukuruna  düşmemişler  ve   kendi  hallerinde,  yapmayı  tercih  ebkleri  şeyleri  yapmaktadırlar  ve  toplumun  onlara  daya]kları,   yapılması  gereken  şeyleri,  istemiyorlarsa  yapmamaktadırlar.  Albert  Camus,  ‘’Sisifos  Söyleni’’  adlı   kitabında,  bir  insanın  bu  absürtlükten  kurtulmak  için  izlediği  üç  yol  olduğunu  ileri  sürür.  Bunlar;   inKhar,  ruhani  bir  inanca  geçmek  ve  absürdü  kabullenmekKr.  İki  karakterin  de  absürdü   kabullenmiş  olduğu  ve  kaçınılmaz  sondan  uzaklaşmak  için  çırpınmadıklarını  görmek  mümkün.   Ayrıca  ölümle  karşı  karşıya  kaldıklarında  işi  oluruna  bırak?klarını,  Bartleby’nin  ‘’akşam  yemeği   yemeye  alışkın  olmaması’’  yüzünden,  açlıktan  ölüyor  durumda  olduğu  hâlde  yemek  yemiyor   olması  ve  Meursault’un  kendini  idama  karşı  savunmaya  gerek  görmemesi  bu  iki  karakterlerin   absürdist  yanlarını  bize  sunuyor.       İşledikleri  hiçbir  suç  olmamasına  karşı,  açıkça  görüyoruz  ki,  kayıtsız  kalmak,  topluma   katkıda  bulunmamak  da  aslında  bir  suç  teşkil  etmekte.  Bu  suç  kanunlar  ile  belirKlmiş  olmasa  da,   toplumda  çalışmayanlara,  az  para  kazananlara,  aylaklık  yapanlara,  gerekli  zamanlarda   gösterilmesi  ‘’gereken’’  duyguları  göstermeyen  insanlara  karşı  bir  cephe  alma  durumu  görmek   mümkün.  Ayrımcılığın  belki  de  en  gözle  görülür  olanı,  ancak  görmezden  gelineni,  de  bu  insanlara   yapılanlar  olabilir.  Milli  veya  dini  bayramlarda,  bayram  kutlamayanlar,  dini  ibadetlerini  yerine  geKrmeyenler,  çalışmayan,  çalışsa  da  işinde  yükselmek  istemeyenler  ve  daha  fazla  para   kazanmak  istemeyenler,  azla  yeKnen  ve  haya?ndan  memnun  olanlar  modern  toplumlarda  hor   görülür,  ezilir  ve  dışlanır.  En  tepeye  ulaşmaya  çalışmayan  biri,  bilinçal?mıza  kodlanmış  olan,   hayaca  kalma  yarışını  çoktan  kaybetmemiş  midir  zaten?  Kaybedenler  zayıeır,  kendini   savunamayan  -­‐veya  savunmayanlar-­‐  zayıeır,  rekabecen  kaçanlar  zayıeır.  Ancak  Meursault  ve  ve   Bartleby’nin  umrunda  değildir  bu.  Haya?n  anlamsızlığının  farkında  olmayan  insanların   düşünceleri,  yüz  yüze  oldukları  gerçek  ile  kıyaslandığında  bir  hiçKr.  Diğer  insanların  düşünceleri   ve  dışlayıcı  tavırlarına  karşı  pasif  bir  direniş  uygular  ve  onları  görmezden  gelirler.  Kendi   kendilerine  yeten  hayatlarında,  oldukları  yerde,  kaçınılmaz  sonu  beklerler  ve  sonunda  herkesin   ulaşmaya  korktuğu  o  sona  kucak  açarlar. KAÇIRILAN ZAMANLARIN TELAŞI Sürekli bir şeylerin telaşına kapılmaktan hayatı hep ıskalamıyor muyum? Evet, her gün yüzlerce farklı problemden dolayı telaşa kapılıyorum. Bazıları o kadar gereksiz ki hayatta yaşanılan bunca şey varken benim bu telaşlarım ufak bir kuruntu gibi kalıyor. Acaba sözlerimle arkadaşımı kırdım mı, söylediğim sözler yanlış anlaşılmışsa insanlar hakkımda ne düşünür? Bu küçük ve önemsiz gözüken kuruntular yavaş ama her geçen gün biraz daha şiddetini artırarak içimi yemeye başlıyor. Bir süre sonra o kadar kötü hissettirmeye başlıyor ki kafamda dönen binlerce tilki yani günlük hayatta kurduğum aptal kuruntular yüzünden bir türlü huzurlu ve mutlu hissedemiyorum. Bu detaylara takılmam sebebiyle, belki büyük resimden her geçen gün uzaklaşıyorum. Muhtelif Evhamlar Kitabı asıl kuruntu yapmam gereken büyük resmi gözlerimin önüne sunuyor ve şu soruyu kendime yöneltmemi sağlıyor. Ya hayatta geri getirilemeyecek şeyleri kaçırıyorsak veya birbirlerimizin hayatını ıskalayıp yalnız kalıyorsak? Her geçen gün küçük şeylere takılarak büyük resmi biraz daha unutuyoruz. Bunlardan en önemlisi de gençliğimiz, belki hayatımızın en güzel yılları, bütün duyguları uç seviyelerde yaşayabileceğimiz en nadide dönem. Bu dönemde fiziksel gücümüz kuvvetimizin yanı sıra ruhsal olarak da güçlüyüz. Kafamıza koyduğumuzu mantıksal olarak tartıp biçmeden uygulayabileceğimiz, ilerisinde dönüp baktığımız zaman çılgınlık diye anabileceğimiz anılar bırakan yaşlar bunlar… Peki ya bu dönemi bomboş geçirirsek? Birini gördüğümüzde kalbimiz yerinden çıkacak gibi olmasa ya da cebimizdeki üç beş kuruş parayı beraber paylaşarak harcamanın tadına hiç varmamış olsak? O zaman kırk-ellili yaşlara geldiğimizde ben zamanımı neden böyle harcadım, geçmişte yapabileceğim daha ne kadar çok şey varmış gibi kuruntularla mücadele etmek zorunda kalırız. “Düşün ben daha göbeklenmemişim, sen daha saçları dökmemişsin… Cebimizde cüzdan ya da telefon taşımadığımız, özgür olup da farkına varmadığımız yıllardayız. Günde bir paket Winston bile yetmiyor ciğerleri boğmaya, kollarımız Temel Reis’inkiler gibi vurduk mu ses geliyor. Eskiden diye başlayan cümleler kurmaya başlamamışız.” (Demir 46) Yaşımızın ilerlediğini fark etmeye başladığımızda sürekli çok yaşlandığımızla ilgili kuruntular yaparız. “Saçım da beyaz mı çıkmış, yüzümdeki çizgiler nereden geldi” ve bunun gibi birçok soruyla kafamızı meşgul ederiz gün içinde. Çünkü zamanı geriye alamadığımızın farkında olmak bizim bu kadar evham yapmamıza sebep olur bir nevi yaşanmamışlıklara olan pişmanlık ve yaşanmışlıklara olan özlem duygularımızı açığa çıkartır bu kuruntular. Kaçırdığımız diğer büyük bir resim de bizi tamamlayacak birini bulmak olabilir. Ödevden ödeve, dersten derse, o sorundan bu soruna koşalım, hepsini mükemmel yapalım derken bir bakmışız hayatta yapayalnızız. Eve gidince kapımızı açıp sıcak gülümsemesiyle içimizi ısıtacak ya da kötü bir gün geçirdiğimizde bizi sorguya çekerek yormadan sadece varlığıyla huzur dolmamızı sağlayacak biri. Başlarda böyle birinin olup olmamasına dikkat etmeyebiliriz fakat zaman geçtikçe bizi yutan bu yalnızlık yüzünden yine kuruntu yapmaya başlayacağız. Mesela bütün yaşıtlarım evli ve mutlularken ben yalnızsam kafamdaki soru işaretleri giderek artacak. Acaba hayatımın sonuna kadar yalnız mı kalacağım, peki ben neden bir aile kuramıyorum, ben neden yalnızken de mutlu olamıyorum? Birileriyle iletişime geçemedikçe de bu tarz kuruntular gitgide artacak ve bir bakmışım her hareketimden neden yalnız kaldığımla ilgili sonuçlar çıkarmaya başlamışım. Herkes yalnız kalmayı bu kadar takıntı haline getirecek kadar kuruntu yapıyor mu bilemem ama kendi hayatımı düşündüğümde evden okula, okuldan eve, sınavdan sınava koşarken yalnız kalacak mıyım sorusuyla kafamı meşgul edemeyecek kadar yoğun oluyorum. Yani beraber vakit geçirebileceğim arkadaşlarım, kafamı meşgul eden derslerim ve eve geldiğimde beni karşılayacak benim derdimi dinleyip benimle sohbet edecek bir ailem varken yalnız olabileceğim düşüncesini hesaba katmıyorum. Oysaki kitabı okuduğumda yalnızlığı sebebiyle dert yanan ve kuruntuları yüzünden sürekli yalnız kalacağını düşünen bir sürü insan var ve bu hikâyeleri okudukça onlara hak veriyorum. İnsan yalnız kalmadıkça yalnızlık üstüne bir kuruntu yapmıyor fakat çevresindeki meşguliyetleri azaldığında ve çevresindeki insanlarında yalnız olmadıklarını gördüklerinde hayatta tek kalacaklarına dair evham yapmaya başlıyorlar… Belki de dünyada eşi benzeri görülmeyecek kadar evhamlı bir insan olduğumu düşündüğüm için bu kitaptaki karakterlerle olayları tekrardan yaşadım. Benim gibi insanların hayatına elimi değmişim gibi hissettirdi bu öyküleri okumak aynı zamanda çok da önemli bir şey fark ettim, detaylara fazla takılmak. Kafamda yaşadığım olayları binlerce kez kurarak daha 19 yaşında olan ruhumun yavaş yavaş ölmesine her geçen gün biraz daha izin veriyorum. Her gün neden mutsuz olduğumu sorgulayarak ve hiçbir yanıt bulamadığımdan dolayı kendimi daha da yetersiz hissediyorum. Oysaki bu yaşımın geri gelmeyeceğini birilerinin bana hatırlatması lazımmış. Gözümü açıp hayata farklı bir pencereden bakmaya karar veriyorum. Hayat spor salonunda saatlerce dans edilebilecek kadar enerjik, bir manzaraya saatlerce bakacak kadar sanatsal, birine delicesine âşık olacak kadar duygusal, arkadaşlarınızla nerede buluşacağınızı karar vermediğiniz kadar plansız… Yarın bir gün yaşımız geçtiğinde hayatın ne kadarını yaşadık diye kuruntu yapmaktansa bugün biraz hayatın tadına bakalım ne dersiniz? KAYNAKÇA < Demir,İklim.Muhtelif Evhamlar Kitabı.İstanbul :Yapı Kredi Yayınları,2015.Baskı > İSTEMENİN BÜYÜSÜ Önümüze çıkan her şansı ve şanssızlığı kendimizin yarattığını öğrenseydik neler olurdu? Gün içinde ağzımızdan çıkan her cümlenin hayatımızı nasıl değiştirdiğini bilseydik, belki de aklımıza ilk geleni söylemeden önce bir kez daha düşünürdük. Bu konuya eğilimim çok küçük yaşlarda başladı diyebilirim. Annem her zaman enerji konularına ilgili olmuş, bununla ilgili yüzlerce eğitim almıştı. Her öğrendiği bilgiyi, eve gelip bana aktarmak artık bir alışkanlık olmuştu onun için. Zamanla ben de bu konulara ilgi duymaya başlamıştım ve kendimi, öğrendiklerimi uygulamaya çalışırken bulmuştum. İşin aslı, gerçekleştiğini gördükçe içimdeki istek daha da artıyordu. Bazı zamanlar annemle beraber konferanslara gidiyor; o insanları bizzat dinlemek ve o atmosferin içinde olmak istiyordum. Bana göre o insanların her biri, kadere boyun eğmeyen, düşüncelerin gücüne inanan birer savaşçılardı. Bugünlere gelirsek, annem halen daha eğitimlerine son hız devam ediyor; ben ise elimden geldikçe olumsuz düşüncelerimi dizginlemeye, olumluları yeşertmeye çalışıyorum. Peki, olumlu düşünmek neden bu kadar önemli? Düşünmezsek olacaklar neler? Bu soruların cevaplarını aslında hepimiz içimizde bir yerde biliyoruz fakat o kadar derinlere saklamışız ki, cevapları bulmak için bir haritaya ihtiyaç olabilir. Bu harita, belki sizi iyi düşünmeye zorlayan bir komşunuz, belki karamsarlıktan uzaklaştırmaya çalışan bir akraba, belki de içinizdeki karanlığa umut ışığı yakan bir arkadaşınız olabilir. Siz, yeter ki, dinlemesini bilin. Bırakın, konuşsunlar, kendi tecrübelerini, düşüncelerini ortaya koysunlar. Ön yargı, bütün güzelliklerin önündeki tek engel bana göre… Durun, siz ön yargılarınıza başlamadan önce birkaç örnekle düşüncemi destekleyeyim: Daha dün yaşadığım trajikomik bir olaydan bahsetmek istiyorum. Bilgisayar sınavım olduğu için cumartesi sabahı erkenden kalkıp, fakültenin önündeki yerimi almıştım. İşin aslı, bir hayli de gergindim arkadaşlarımla buluştuğumda. Sınava son on dakika kala merdivenleri çıkmaya başlamıştık. Durup aralarından biri şöyle dedi: “Düşünsenize, bir de bilgisayarımız bozuluyormuş. Herhalde başımıza gelebilecek en kötü şey…” Diğer arkadaşım da aynı şekilde düşündüğünü belli edercesine kafasını salladı. Ben ise ağzımdan çıkan sözcükleri birebir yaşayacağımı bildiğimden susmakla yetindim, kendimi korumak için. Şimdi olanları anlatıyorum… O an içimde öyle bir korku yeşertmişim, stresle yüklenmişim ki; sınavda bozulan bilgisayar arkadaşlarımınki değil, benimki oldu. Dakikalarca bir çözüm aradım, zaman kaybettim… Sonunda bir şekilde sonuçları bulup çıktım fakat rahat bir sınav geçirmek yerine, tüm bu olanları tecrübe etmek zorunda kaldım. Tek bir neden yüzünden: düşüncelerim. Gördüğünüz gibi, sadece dile getirdiklerimiz değil, içten içe söylediğimiz ve yürekten inandığımız şeylerin olması için de büyük bir çaba sarf ediyor evren. Madem iyi ya da kötü her istediğimiz istemsizce gerçekleşiyor; o halde, gelin, isteklerimizi değiştirelim. Herhalde herkes sağlıkla uyandığı günler, gururla çıktığı toplantılar, sevilmeye doyduğu bir ilişki ister hayatında. Ama çok azı bunun için çaba sarf eder, düşüncelerine yön verir. Yeterince çalışmaz, içten bir şekilde inanmaz ve en ufak aksilikten etkilenirsek; kendimizi negatif bir mıknatısa çekilmekten alıkoyamaz; dahası, durumumuzu iyileştirecek bir çözüm bulamaz, elimiz kolumuz bağlı oturmak durumunda kalırız. Tüm bunlara karşı evrenin bir çözümü var bile: düşünce gücü. French Oje rumuzlu bir yazarın Mükemmel Bir Son adlı kitabındaki bir paragraf bu durumu çok iyi özetliyor: “Kızım, evren sen nasıl bir şey istersen sana onu verir. O yüzden istediğin şeyi liste yapmalısın. En ince ayrıntısına kadar tarif etmelisin derler ya; yani ‘Koca istiyorum’ demezsin sonuç olarak, ‘Yakışıklı, uzun boylu, kariyerli, evi olan koca istiyorum’ dersin. Sen de kalkmış ‘Sadece evlenme teklifi alsam yeter’ diyorsun, delirdin mi? Hiç mi olayı anlamadın gerçekten?” Bilin bakalım, neler geldi ana karakterimizin başına? Aynı söylediği gibi evlenme teklifi almakla kaldı ve müstakbel nişanlısı bir trafik kazasında can verdi. Tüm yaşadıklarını kurduğu o cümleyle kendine çekti. Fark ettiğinde ise, müdahale edemeyecek kadar geçti. Bunun olumlu bir örneğinden bahsedeyim son olarak da: Annemin -kendi gibi enerji çalışmalarına ilgi duyan- bir arkadaşı, karşısına istediği gibi bir erkeğin çıkmayışından dert yandığı bir dönemde, üzüntülerini bir kenara bırakıp, bir liste hazırlamaya başlamış. Ona çok değer verecek, sevilmenin ne demek olduğunu iliklerine kadar hissettirecek, uzun boylu, karizmatik bir adam dilemiş evrenden… Hatta ayrıntılara girip müstakbel eşini tarif etmeye koyulmuş. Bu dileklerden birkaç gün sonra, o hayallerini süsleyen kişi ile tanışmış, ardından da hızlı bir düğün… Şu an, küçük bir kız çocukları var. Umutsuzluğa düşmek, hayatın sana sunduklarıyla yetinmek, olumsuzlukların içinde yüzmek yerine; yaşadıklarımızın bilincinde olmak, istemeyi bilmek ve inanmak lazım. Doyasıya inanmak… SEVGİ KİRLİLİĞİ Eminim siz de sahte insanlardan en az benim kadar sıkılmışsınızdır. Bazen kime güveneceğinizi şaşırdığınız ve daha çok darbe almamak uğruna herkese duvar örmeye başladığınız bir anda bulursunuz kendinizi. Peki bizi bu duruma sokan nedir? Benim bir fikrim var... Günümüzde sevginin çok abartılı bir şekilde gösterildiği fikrindeyim. İnsanlarda bir laubalilik, tanışmadan önce gereksiz bir samimiyet kurma ‘ihtiyacı’ oluştu. Bu tip insanları ilk gördüğünüz andan itibaren size kardeşinizmiş gibi davranırlar, sizinle sürekli fiziksel temas kurup, sizi tanımadan tanıyormuş gibi yaparlar. Bu gereksizlik artık yeni neslin sevgisini gösterme şekli! (Böyle bir cümle kurunca kendimi yaşlı hissettim.) Günümüzde sıcak ev yemeklerinin yerini hızlı ve ulaşması kolay olduğu için fast-food nasıl tuttuysa bu da bence aynı durum. Kimse en ufak bir ‘sınır koyma’yı kaldıramaz olmuş, karşı tarafın sınırlarıyla yüzleşince bunu soğukluk ve red gibi algılayıp hemen uzaklaşıyorlar. Halbuki bu sınırlar sadece insanın kendini koruma güdüsünden kaynaklanan bir şey ve bunun her insanda olması gerektiğine inanıyorum. Ben sevgisini abartılı sözleriyle, pahalı hediyeleriyle değil, bana hissettirdiği güven ile veren insanların sevgisini takdir ederim hep. Onların sevgisi ortalıkta harcanmayacak kadar kıymetlidir. Bu insanların sahip oldukları incelikten azına sahip olanlar anlayamaz bu tavrı. Birine her gün mesaj atmak, üzgün olduğunda seninle birlikte üzülüyormuş gibi yapmak sevgi değildir. Uzaktan bakarak da o sıcaklığı hissettirebilen, uzun süre konuşmadıktan sonra bir araya geldiğinde içini açmaktan korkmadığın insanda bulursun sevgiyi. Bu saçma sapan ve ne idüğü belirsiz sevgi gösterme biçimi tam anlamıyla bir iletişim kirliliği. Gururlu insanların pabucunu dama atıyor ve onlar için iletişim zorluğu oluşturuyor. İnsanlara abartılı yollarla şımartılmak daha çekici gelse de herkes bir gün gerçek yüzünü görecek rol yapanların. “Ben kötü bir insan değilim” diyordu, “iyiliğimi göstermeyi bilemedim sadece” Fena! (Ergülen 22) Haydar Ergülen’in Öyle Küçük Şeyler şiir kitabında aslında “öyle küçük” diye tabir edilebilecek temalar işlenmemiş bence. Şiirin gücünü iyi yansıtabilen şiirler barındırıyor benim zevkime göre, az sözcükle çok şey ifade edebilmektir şiirin gücü. Sadece iki dizenin bana bu yazıyı yazdırtabildiğini düşününce, Haydar Ergülen’in kalem ustalığını ve benim bu konuda ne kadar dolmuş olduğumu anlamışsınızdır. Okuduğum ilk anda kendimle bir ilişki kurmam uzun sürmedi. Sevgimi çok gösteren bir insan değilim, dışarıdan hep soğuk ve iletişim kurması zor biri gibi görünürüm beni tanımayan insanlar tarafından. Karşımdakine sevgimi gösteremesem de (en azından onun anladığı yoldan) karşımdakine güven verebilmeyi daha ön planda tutuyorum. Konuştuğum kişide güven duygusu uyandırmak istiyorum, çünkü günümüzde güvenebilecek insan sayısı da bir hayli az. Arkadaşlarımı her gördüğümde onları sevgi ve iltifat yağmuruna tutmuyorum , instagramda tüm resimlerini beğenip abartılı yorumlar yazmıyorum. İşim olduğunda arkadaşlarımla olan bir randevumu iptal edebiliyorum mesela. Uzun uzun telefonda konuşmayı çok sevdiğim de söylenemez... Ama biriyle gerçekten bağ kurduğumda o insanı tanımaya çalışıyorum, onun tutkularını ve değer verdiklerini öğreniyorum. O insanı anlamaya çalışıyorum ve ilişkim bitse bile o insanın ona hiçbir zarar vermeyeceğimi bilmesini sağlıyorum. Eğer bağ kurabildiğim tek bir şey dahi bulabilirsem, o insanı kolay kolay bırakmıyor, dertlerini kendiminmiş gibi çözmeye çalışıyorum. İnsanlar sevgisini ben ve benim gibi gösteren insanları taş kalpliymiş gibi yargılıyor ve sırf bu yüzden bazen ‘Acaba ben sevgimi gösteremiyor muyum?” tarzı düşüncelere kapılmışlığım oldu. Bu çok acı veren bir fikir. Geçmiş yıllarda daha kendimi tanımaya çalışırken bu fikrin üstesinden gelebilmek kolay olmadı. Ancak kendimin insan olarak farkına varıp bir sürü arkadaşlık üzerinde kişiliğimi gözlemleyince bunun benim kişiliğimin bir parçası olduğunu öğrendim. Bazen hâlâ sorguluyorum bu durumu, çoğunluktan olmamak hep bir şüphe bırakır ya insanın içinde... Bu her halükârda benim için önemli bir konu, çünkü insan sevdiklerine sevildiklerini hissettirebilmekten başka hiçbir şey isteyemez. Çerağ OĞUZTÜZÜN KAYNAKÇA Ergülen, Haydar. Öyle Küçük Şeyler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016. Gümrükçüoğlu 1 Gri Grinin envaiçeşit tonlarından oluşan hayatlarımızın arasında hepimiz canlı bir renk aramaz mıyız bazen? Hayır mı? Hayatın gerektirdikleri olarak düşündüğümüz, herkesçe aynı olan, fakat aslında içinde yaşadığımız toplumun önümüze bir noktada dayattığı bir ömür geçiriyoruz. Hatta belki de birbirimizden tek farkımız ise farklı fiziksel özelliklere sahip olmamız. Herkes doğuyor, okula gidiyor, üniversitede okuyor, işe giriyor, çalışıyor, evleniyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Hatta öyle ki, hepimiz artık birbirinin kopyası evlerde, sıkıştırılmış ve detaylıca planlanmış bir hayat sürüyoruz. Bu kısır döngü ise hep devam ediyor. Tekrarlıyorum: Monotonlaşmış hayatlarımızda hepimiz bazen canlı bir renk aramaz mıyız? Biraz heyecana ihtiyaç duymaz mı insan? Yeryüzünde yüzyıllardır yaşamakta olan canlılara baktığımızda, hele ki doğanın milyonlarca yıllık izlerine, o an ne yapmak isterse yapabilme kabiliyetine, yüce duruşuna baktığımızda, insan hayatının gerçekte ne kadar basit, anlamsız ve kısacık olduğunu görürüz. Ne kadar yazık ki, bu kısacık hayatın değerini bilen insan sayısı ise çok az. Herkes sahte bir mutluluğun arkasına saklanıp “yaşadıklarına” kendilerini inandırıyorlar. Halbuki bu kadar grinin içine birazcık sarı, kırmızı, mavi veya yeşil katmak o kadar kolay ki! Sadece hayal etmek bütün gereken. Hayallere teslim olmak, hayaller içinde yaşamak belki de, onların peşinden koşmak, zaman zaman gerçekliği unutmak… Aslında gerçek mutluluk bu kadar kolayken, bu kadar insan neden kendilerini bu kadar kandırıyorlar hiç anlamıyorum. Diğer bir yandan da her hayal eden gerçek mutluluğu bulamıyor maalesef. Çünkü gerçekte önemli olan, insanın hayalindeki o bütün renkleri, gerçekliğin içindeki değişik gri tonlarıyla harmanlayabilmesinden geçiyor. Yani, hayallerini kovalamasından, ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun peşini bırakmamasından ve sonunda onlara ulaşmasından geçiyor. Ben, bir insanın ancak ve ancak o zaman mutlu olabileceğine inanıyorum. Çünkü ancak o zaman bütün o monotonluk, iş arayışı bir anlam kazanıyor. Ben La La Land’i izlediğimde, bunu bir kez daha anladım. Mia ve Sebastian’ın birlikteyken ne kadar güçlü duygular yaşadıklarını bilmelerine rağmen, hatta belki de birbirlerine karşı hissettikleri o duyguları bir daha başka birinde bulamayacaklarını bilmelerine rağmen yine de hayallerinden, onlara ulaşma çabasından Gümrükçüoğlu 2 vazgeçmemeleri, ne kadar düşselerde tekrar bir yolunu bulup ayağa kalkmalarını gördüğümde gerçek mutluluğun hayal etmekten geçtiğini bir kere daha anladım işte. Asla vazgeçmemek gerekir. Hayallerimize en ulaşamayacağımızı düşündüğümüz, en karamsar, kendimizi en dipte hissettiğimiz anlarımızda bile o ışığı görebilmeliyiz yolun sonunda. En dipte olmak bile bir avantaj olabilmeli bizim gözlerimizde söz konusu olan hayallerimiz ise. Çünkü bir hayalimiz var ise, bir şeyi görebiliyorsak o gerçekleşebilir, hayatımızın bir parçası olabilir ve bizi mutlu edebilir demektir. Önemli olan, bir şeye ulaşmanın zor olduğunu görebilmek, yolumuza çıkacak engellerin farkında olmak. İmkansıza inanmamaktan geçiyor aslında bir nevi mutluluğun sırrı. İnsanın kendine inanmasından, karşısına ne çıkarsa çıksın o engelleri aşabileceğine inanmasından geçiyor. Tek ihtiyacımız olan biraz cesaret ancak maalesef ki bu neredeyse hiç kimsede olmayan bir şey. Belki de bu yüzden bu kadar mutsuzuz, umutsuzuz, yorgunuz ve griyiz. Hatta belki de siyahız sadece, gri bile fazla. Belki de bu yüzden gerçekten hayal etmeyi bilen insanlar bizimle hayallerini paylaştıklarında onlarla dalga geçiliyor ve cesaretleri kırılıyor. Belki de kendimiz cesaret edemediğimiz için kimsenin cesaret edememesini umuyoruzdur kendimizi başarısız hissetmemek için. Ne kadar acımasız değil mi? Bunun yerine onlardan ilham almalı insan oysa ki. Kendine onları örnek olarak almalı, cesaretini toplamak için bir kaynak olarak görmeli. Bazen renkleri bulabilmek için insanlar birbirlerinin arkasında durabilmeli. Hayat, ancak hayal kurmaya cesaret edebilenlerin mutluluğu yakalayabileceği bir sanat eseridir. Bir eser, nasıl okunup herkesçe farklı şekillerde yorumlanabiliyorsa, hayatı anlayabilmek de hayal kurmaktan geçer. Bu yüzden ne pahasına olursa olsun insan, hayallerini kovalamayı bırakmamalı. Onlardan vazgeçmemeli. Çünkü ulaşamadığımız hayallere tutunarak yaşamak yahut ne kadar başaramadığımızı düşünmek sadece bizi tüketir, bizi daha da gri yapar. Hazal Gümrükçüoğlu 21400232 TURK101-005 Sena Tulukcu Kadınların Metalaştırması Beden sadece et parçalarının birleşiminden meydana gelmiş bir bütün değil midir ki zaten? Bunun cevabı şüphe duyulmadan olmadığı yönünde olması gerektiği hâlde bir grup insan tarafından ise tam tersine bir şekilde gelişen cevaplar alınabiliyor. Aslına bakıldığı takdirde insanlığı bu şekilde ve bu denli somutlaştırmak çok korkunç bir gerçeği yüzümüze buz gibi olan bir su şeklinde çarpmaya başladı. Ne yazık ki bu düşüncenin toplumumuz içinde bu denli yaygınlaşmaya başlaması toplumsal durumumuzun ne kadar da acı bir hâl aldığının da kanıtı niteliğinde değil mi? İnsan vücudunun et parçasından oluşma unsurunu bir kenara bırakmaya çalışırsak irade unsurunun varlığını ne zaman kaybetmeye başladık ki biz? Bir kadının bedenine, o kadının iradesinin, rızasının dışında kadının bedenine bir müdahale oluyor ve devletimiz bu durumu dolambaçlı bir şekilde, çeşitli yollar izleyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Engellemesi gerektiği yönünde cinsel istismarın önüne aşılamaz taşlar, kayalar koyması gerektiği hâlde bu durumun önünü daha da aşılabilir şekilde açmaya çalışıyor gibi davranıyor. Toplumumuzun şu anki durumunun tam olarak tasvirinin bu şekilde olması toplumum durumunu açık bir şekilde gün yüzünde çıkarmakta. Şüphe duyulmadan söylenebilir ki birey iradesi insana verilmiş en büyük hediye niteliği taşımaktadır. Bütün malvarlığının yanı sıra insanın sahip olduğu en değerli varlığı bedenimizdir. Bedenin kontrolü bireyin elinden zorla alındığında, bir de bu durum bizi koruyacağına, gerek manevi gerek maddi olarak varlığımızın güvencesini bağladığımızı sandığımız, inandığımız devletimiz tarafından meşrulaştırıldığını düşünmeye çalışmak bile bir kabus gibi görünürken bunun gerçek olması insanın inancının yerle bir olmasına neden olmaya başlamasına neden olabiliyor. Yaşanan onca ıstırap, acı ve ömür boyu ne yapılırsa yapılsın düzelmeyecek bir deneyimin unutulabileceğini düşünen, evlenme müessesi ile düzelebileceğine inanan bir grup insan bulunuyor. İnsan iradesinin bu şekilde hiçe sayılabileceği başka bir durumu düşünmekte anımsamakta zorlanıyorum. Bedenim benim irademe bağlı bir şekilde kontrol edebileceğim bir durumda olmasını yasalar yoluyla elimden alınması bu durumu bir kadın olarak benim ağrıma gidiyor. En acısı da bu durumu körü körüne kabul edebilen insanlar desem yalan söylemiş olmam herhalde. Kadının iffetinin zorla ırzına geçilmesinin evlenmeyle kurtulmuş olabileceğini düşünen zihniyetler arasında kadınlar da bulunuyor. Kadınların erkekler tarafından özgürce istismar edilip bir de üzerine bunun erkil aleyhine meşrulaştırılması kabullenilebilir bir durum değildir. Kadın vücudunun bir cinsel obje olarak metalaştırılması insan varlığı için bir utanç kaynağı niteliği taşımaktadır. Bu durumlar sadece tanımadığımız insanlar tarafından da gelmiyor. Aynı zamanda en yakınımız dediğimiz kişilerden de bu utanç yaratacak duruma biz kadınlar olarak maruz kalabiliyoruz. Akrabam diyebileceğimiz bireylerden de karşımıza çıkabiliyor. Akşam kuşağında karşımıza çıkan haberler günün utanç kaynağı zamanı olabilir. Kuzeni, babası, kardeşi tarafından cinsel istismar mağduru kadınlara rastgelebiliyoruz. Bir kadının bedeni ona bahşedilmiş olan en büyük armağanlardan biri sayılmaktadır. Bu durumun başka bir insanoğlu, kan bağıyla bağlı olduğu akrabaları ya da tüm milletin egemenliğinin baş sembolü olan ve milletin iradesini taşıyan bir idari organ olan devlet tarafından metalaştırılmasının ya da yasalar arkasında durarak bu durumun meşrulaştırılmasının hiçbir geçerli sebebi olamaz. Kadınlar da insan iradesinin hür ve özgür olması gerektiğinin şartının koparılamayacak bir unsurudur. Bu durumun evlenme ve yahut benzeri bir yolla meşrulaştırılması kesinlikle göz önüne bile alınabilecek bir durum niteliği taşıyamaz. Kadın rızasıyla gerçekleştirildiklerinden dolayı kati suretle sorgulanamaz ve rızası olmayan olaylarda da meşrulaştırma yoluna başvurulamaz. Duygusal Makineci The Truman Show / Truman Şov(1998) İzlerse İyi bir film en başından belli eder kendini. Filmin müziği, oynayan oyuncuların karakterlerini benimsemesi, kullanılan dekorlar hepsi önemlidir benim için. Filmin en başından izleyiciyi içine çeker. “The Truman Show” da böyle bir film. Oyuncularından biri olan Jim Carrey – filmin ana karakteri olan Truman Burbank’ı canlandıran aktör- iyi bir aktör olduğunu bu filmin en başında gösterdi ve beni filmin içine çekmeyi başardı. Yer yer güldürdü, yer yer duygulandırdı. İyi filmler bende her zaman bende düşünme isteği uyandırır. Her iyi film gibi “The Truman Show”da da filmin başından itibaren düşündüm. Kendimi “Truman Burbank” karakterinin yerine koydum. Onun yaşadığı dünyada yaşadığımı hayal ettim. Yalnız Truman’ı tanıtmayı unuttum. Truman yani filmimizin ana karakteri evli ve sigorta şirketince çalışıyor. Kendisi eğlenceli ve hatta tabiri caizse aptal gibi de görünse çok zeki. Hiçbir şeyi sorgulaması gerektiği için o şekilde eğitilmiş ve yeri geldiğinde korkutularak belli sınırlar koyulmuş. Truman da bu sınırlar içinde yaşayıp giden bir insan. Evet devam ediyorum. İlk başta çok normal başladı her şey. Truman ve ben gayet mutluyduk. Hayat gayet yolunda gidiyordu. Ancak Truman’ın babası “The Truman Show” ekibinin dikkatsizliği nedeniyle sete girince film karışmaya başladı. Olayla hiç alakası olmayan iki kişi babasını aldı ve götürdü. Truman ise ona ulaşmaya çalıştıkça sürekli bir engel çıktı karşısına. İşte tam o zaman filmi iyiden iyiye sorgulamaya başladım. Sürekli neler olduğunu düşünüp kendi kendime kurgular yapıyordum. İlk defa izliyordum ve neler olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Acaba sadece bu adamın hayatını mı karıştırmaya çalışıyorlardı ve bundan keyif mi alıyorlardı? Yoksa sadece bu adam kızınca mı herkes eğleniyor diye düşünüyordum. Anlamıyordum. Ta ki bir televizyon ekranından Truman’ı görene kadar. İşte o zaman bunların bir televizyon programı olduğunu anladım ve filmi olduğu yerde durdurup tekrar en baştan izledim. Truman’ın tüm hayatı bir televizyon programıymış. O zamana kadar olan tüm hareketler de zaten bir yapmacıklık olduğu belliydi. Sebebini ise o zaman anladım. Tamamen reklam amaçlıymış. Örneğin; her sabah işe giderken ikiz kardeşler Truman’ın yolunu kesiyordu ve bir panoya itiyorlardı ve kamera tam o anda geniş açıya geçerek panoyu da çekiyordu. Ancak her gün o panoda farklı reklamlar oluyordu. Bir gün ev reklamı diğer gün yiyecek reklamı. Her şeyin reklam olduğunu anladıktan sonra kendimi tekrar Truman’ın yerine koymayı denedim. Sonuçta doğumdan itibaren televizyon programının bir parçasısınız ve bundan hiçbir fikriniz yok. Bir şeyler yanlış gidiyor ve şüpheleniyorsunuz ancak televizyon programının senaryosunu yazan ve yöneten kişi ve/veya kişiler o kadar başarılı ki kendinizden şüphe edip vazgeçiyorsunuz. Bu inanılmaz karmaşık ve zor bir durum. Kanıtlanabilir hiçbir tarafı yok. Çünkü etrafınızdaki herkes yani işvereniniz, komşunuz, en yakın arkadaşınız hatta eşiniz ve anneniz bile bu işin içinde. Anneniz gerçek değil. Bundan şüphe ediyorsunuz çünkü size gösterdiği fotoğraflar bile çok yapmacık. Böyle bir durumda kaçıp uzaklaşmaktan başka çare zaten görünmüyor. Lâkin ne zaman deneseniz olmuyor. Başaramıyorsunuz. Çünkü siz bilmeseniz bile çok sağlam oturtulmuş bir düzenin ana parçasısınız. O düzende Truman gidemez, siz gidemezsiniz. Buna izin vermezler, vermiyorlar da. İnsan birilerine güvenmek istiyor. Ancak bu filmde tamamen yalnızsınız. Ne arkadaşınız var, ne aileniz. Tamamen yalnızsınız. Daha da acı olanı, insanlar yüzünüze bakıp yalan söylüyor ve sizi yönetiyor. Ancak siz o kadar saf ve o kadar samimisiniz ki bunların hiçbirini düşünmüyorsunuz bile. Yine de denemekten vazgeçmiyor Truman karakterimiz. Sürekli inandığı şey için savaşıyor. Sürekli deniyor. Kendisi için çalıştığı insanları bile kandırmayı başarıp sonunda istediğini yapıyor. Bence filmin en güzel yanı Truman’ın özgürlüğüne kavuşmuş olması. Başkalarının değil, sizin ne istediğiniz önemli. Hedeflerden asla ama asla vazgeçilmemeli. Filmin her karesinde “Hayır Truman. Dene. Bu düzenden çıkabilirsin. Bunu yapabilirsin. Onların istediğini değil, kendi istediğini yapabilirsin.” Dedim kendi kendime ve sağ olsun beni üzmedi ve bu düzenden tek başına, korkularına karşı hareket ederek zafere, kendi isteğine ulaştı. Tabii bir de sevgi meselesi var işin içinde. Direkt anlatmak gerekirse; okulda bir kızı görüyor ve anında âşık oluyor. Kız da ona âşık oluyor. Ancak kız aslında aktör olduğu için her şeyin bir oyun olduğunu biliyor ve âşık olduğu adama kavuşmasının tek yolunun onun bu düzenden çıkması olduğunu bildiği ve eşi olacak kişi bile belli olduğunu bildiği için herkesin yalan söylediğini söylüyor. Aslında olay tamamen bundan ibaret. Bir daha kızı görmüyor Truman. Peki, bu nasıl bir cesarettir ki sadece birkaç defa gördüğü insanın peşinden gitmek için tüm dünyasını yerle bir ediyor ve sadece onun bir sözüne inanıp eşi dâhil herkesi bırakıp gitmeyi göze alabiliyor. İşte gerçek sevgi budur bence. Onun için her şeyi yapabilme kapasitesi ya da deneme cesareti. Sonuçta siz bir dünyanın içinde yaşıyorsunuz ve sadece bir kişi size her şeyin yalan olduğunu söylüyor. Geri kalan herkes tam aksini yani her şeyin gerçek olduğunu söylüyor ve siz de bunu görüyorsunuz. Yine de siz kendinizi bile ezip geçerek onun bir sözüne inanıyorsunuz. İşte bu sebepten Truman’ın ki gerçek aşk. Bu filmi ne zaman izlesem kendimi kapana sıkışmış gibi hissediyorum. Hani böyle, kelebeği kavanoza koyarsınız da o sürekli çıkmaya çalışır ancak bir türlü beceremez ya. Hah, işte aynen o kelebek gibi. Yemek, su, kısıtlanmış da olsa özgürlük kısacası yaşamak için her şey mevcutken yaşam amacım yok gibi. Bir hüzün basıyor içimi. “Yapma be. Bunlar da olmamalı, bu kadarı da olmasın.” diye diye filmi bitiriyorum her defasında. Bilmiyorum sanki sonunda ne olacağını. Evet biliyorum. Ama önemli olan en sonunda ne olduğunu bilmek değil. O duyguyu yaşamak. Aslında bu film benim için bir nevi kaçış. Gerçek hayattan kaçış. Bu filmi izlerken kendi dertlerimi (çok büyük ve kalıcı şeyler olmasa da insan üzülüyor işte) unutup tamamen Truman’a odaklanıyorum ve film bitene kadar pür dikkat izliyorum. Daha doğrusu yaşıyorum filmi. Ne söyleyebilirim ki başka. Bu benim kaçış filmim. Yeri büyük. Filmin en güzel sözlerinden bir tanesiyle de bitiriyorum böylece. “Günaydın. Ve olurda sizi bir daha göremeyecek olursam, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler…” Rengim Özokutgen 21302555 ME Ege Pürtük Memleket Aşkı Âşık olma duygusu her birimiz için farklılık gösteren bir soyutluk olarak tanımlanabilir. Her birimizin hayatta farklı amaçları, farklı hisleri vardır ve bu farklılıktır belki de insanların hayattan bu kadar keyif almasını sağlayan. Kimimiz sevdiği insana duyar aşkını, kimimiz ailesiyle birlikte olmasına, kimimiz işine âşıktır, kimimiz okuluna âşıktır. Bahsedilmesi gereken bir aşk daha vardır ki o da insanın şehrine, ait olduğu yere duyduğu aşktır. Günlük hayatımızda böyle insanlara birçok kez rastlamış olabilirsiniz. Vedat Türkali’nin eserini okurken de bende uyanan en önemli duygu memleketime duyduğum aşk oldu. Hayatımın her zamanında her insanın ait olduğu bir yer olduğunu düşünmüşümdür. Her ne kadar dünyanın her yerini çeşitli sebepler nedeniyle gezmek zorunda olan insanlar olsa da her birimizin sonunda dönüp dolaşıp geri geleceğimiz ait olduğumuz bir şehrimiz, bir evimiz vardır. Her ne kadar bazı insanlar yaşadıkları yerden hoşlanmadıklarını da belirtseler de çok eminim ki memleketinin, ait olduğun yerin önemi oradan uzaklaştığımız zaman aklımıza düşer. Yani demek istediğim şu ki dünyanın en sevgisiz, duygusuz insanının bile içinde memleket aşkı vardır. Belki bizim beslediğimiz kadar büyük bir aşk olmayabilir ama o insanların farkında olmadıkları memleket aşkından bir parça da olsa kalbinin derinliklerinde yatmaktadır. Bu noktada aklımıza takılan çok önemli bir soru olduğunu düşünüyorum ki o da bizi bu kadar kendine bağlayan şehrimizin ne gibi bir özelliği olduğuydu. Âşık olduğumuz insanı birini hayal edelim örneğin. Onda kendimize yakın hissettiğimiz pek çok özellik vardır. Ancak onunla olan birlikteliğimizde zaman faktörü devreye girdiğinde bu özellikler bir süre sonra sizin çok farklı hissetmenize neden olmaz yani rutine dönen her şey normaldir. Bu yüzden şehrimize olan aşkımızın farkında olmayız. Fakat oradan uzaklaştığımız zaman fark ederiz ki meğer ne kadar oraya aitmişiz. Tıpkı sevgilimizden ayrıldıktan sonra kıymetini anlamamız gibi. Şehrimizin bizi kendine aşık eden en önemli özelliklerden birisi de yaşanmışlıklarımızdır. Evimizin önünde çocukken oynadığımız oyunlar; ilk kez bacağımızın, kolumuzun kırıldığı park, bahçesinde top oynadığımız ilkokul bize yaşanmışlıklarımız hatırlatır. İyi veya kötü anılarımızı gözümüzde canlandırır. Bu yaşanmışlıklar ait olduğumuz mahalleye, sokağa, şehre olan bağlılığımızı sağlayan önemli özelliklerden sadece birisidir. Bizi kendine aşık eden memleketimizin bir diğer önemli özelliği de sevdiklerimizdir. Hedeflerimizin değişmesiyle hayatta hepimiz farklı alanlara, farklı yerlere dağılırız ve o ana kadar birlikte hayatı paylaştığımız sevdiklerimizin dönüp dolaşıp tekrar birlikte oldukları yer aşık olduğumuz şehrimizdir. Ait olduğum yerden farklı bir şehirde öğrenim gören biri olarak bunun öneminin farkındayım. Her daim lise yıllarımdaki arkadaşlarımla görüşür ve memleketimizde buluşmanın planlarını yaparız. Nihayetinde buluşma gerçekleşir ve biz yine memleketimizde, çocukluğumuzda gezip dolaştığımız mahallelerde, lokantalarda oluruz. Şimdi size sormak istiyorum, insana bu imkânları sağlayan, bunları yaşatan, onu sevdikleriyle buluşturan memleketine bir aşk duymamak mümkün olabilir mi? Bana hak verdiğinizi şimdiden duyar gibiyim. Çünkü bu hatıralarımızı, yaşanmışlıklarımızı unutmamızın, aklımızdan silmenin bir yolu yoktur. Bu güzel anılar biz kaç yaşına gelirsek, nerede olursak olalım bizimle beraber geliyor olacaktır ve biz ne zaman memleketimize gitsek önünden geçtiğimiz mahallemiz, evimiz, sokağımız bize yaşadıklarımı fısıldayacaktır. Hayatta pek çok aşk tanımlayabiliriz. Farkında olduğumuz veya olmadığımız bir aşktır memleketimize duyduğumuz aşk. Sizi bilemem ama benim hatıralarım, sevdiklerim, yaşanmışlıklarımın çoğu memleketimin sokaklarında, mahallelerinde geçti ve ne zaman olursa olsun oradan kopamayacağım ve ona olan aşkım da sonuna kadar sürmeye devam edecek. Onur Sönmez DERSİMİZ İNSANLIK Bilen bilir 19. yüzyılın sonları tarihin karanlık sayfası olarak kabul edilir. Özellikle cumhuriyet, laiklik, eşitlik anlayışının yeni yeni yayılmaya başlamasıyla beraber entrikalar, başkaldırılar, olaylar hiç eksik olmamış insan hayatından. Bunun en yoğun yaşandığı yerlerden biri kuşkusuz Fransa. Her ne kadar bunun sebebi milliyetçilik olarak görülse de milliyetçiliğin şovenizm altında boyut değiştirmiş halidir aslında. İşte bu ortam içerisinde bulunduğu döneme damga vurmuş, düşüncelerini tüm kararlılığıyla yansıtabilmiş ender yazarlardan biridir Emile Zola. Özellikle üzerinde incelemelerde bulunacağım Suçlusun! adlı açık mektup dönemin en önemli siyasi metni olarak kabul edilir. Eserde daha sonradan Hitler Almanyasında doruk noktasına ulaşacak Yahudi ırkçılığının belki de ilk ve en şiddetli örneklerinden biri gözler önüne serilmiş. Suçlusun! eserinin temelini oluşturan olaylar zinciri basit bir mektupla başlar temeli dayanağı olmayan bir mektup. O dönemde gündemi meşgul eden Fransa-Almanya gerilimi farklı bir boyut almış, ortaya çıkan bu mektupla Fransız askeri düzeni hakkında detaylı bilgiler içeren casusluk raporu tüm ülkede yankı bulmuştur. Hiçbir kanıt olmadan olayın suçlusu ülkenin başarılı subaylarından Yahudi kökenli Alfred Dreyfus ilan edilmiştir. Burada Yahudi kökenini vurgulamamın sebebi bu sürecin kişisel bir saldırı değil daha çok toplumsal, ırka yönelik bir saldırı olduğunu göstermektir. İşte burada Emile Zola’nın sık sık söz ettiği Albay Du Paty de Clam her ne kadar baş sorumlu olsa da asıl sorumlular sözde siyaseçti kurgucular ve gözünün önünde olanları göremeyen halk olmuştur. Belki günümüzün de en büyük sorunu bu değil mi? Baştakiler oynuyor, bizler izliyoruz. Oh ne güzel senaryo!.. Tabii ki olayın ana karakterlerinden daha fazla bahsetmeliyiz ki aslında belli bir kitleyi temsil eden bu zihniyeti daha iyi anlayabilelim. Her suçta olduğu gibi bir kurbanımız var tabii, sesini çıkarmaya çalışsa da başarılı olamayan, düştüğü bataklıktan kurtulamayan birisi: Alfred Dreyfus. Ama asıl konuşulması gerekenler göz önünde olanlar değil de oyunu perde arkasından yönetenler. Esterhazy bunlardan en önemlisi, olayın tetikçisi, asıl yargılanması gereken kişi. Az önce de bahsettiğim Albay Du Paty de Clam var birde. Türlü türlü oyunlarla olayı örtbas ediyor ve Emile tarafından eleştiri oklarının asıl hedefi haline geliyor. Mevkii sebebiyle Esterhazy ve Albay Du Paty de Clam birer piyon olarak görülebilir çünkü asıl suç suçluyu yargılamayanda. O yüzden asıl üzerinde durmak istediğim Georges Pickuart ve Savaş Kurulu. Pickuart yargılama süreci başladıktan sonra olayın aslını öğrenen, Dreyfus’un suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan bir subayımız. “Bir yahudi şeytan adasında kalmış,kalmamış bundan sana ne?” Savaş kurulunun bu tutumu belki de tüm olayların özeti niteliğinde. Irkçılık, canilik ya da aşırı milliyetçilik, hiçbir kavram açıklayamaz bu tutumu.Yoksa insalık ölmüş de bizim mi haberimiz yok !.. Biraz da vatan haini ilan edilen hatta zehirlenerek katledilmesine sebep olan açık mektubun sahibinden bahsedelim. “Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak.”* Emile Zola burada olanlara göz yuman herkesin suç ortağı olacağını ve sessiz kalırsa en büyük işkenceyi kendisinin göreceğinden bahsetmiş. Birçok insana ders niteliğinde olmuş yazısının belki de en tüyler ürpertici bölümü burası. Kendi hayatını tehlikeye atmış “Yahudilere ölüm!” sloganının yanına “Emileye ölüm!” sloganını da eklemiştir ama en azından hayaletlerden, karanlıklar arkasındaki gölgelerden kurtulmuş; huzurlu gecelere yelken açmıştır. İşte tüm bu çabaları toplumsal bilincin oluşmasına, kısa sürede olayın perde arkasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur ve 1899 yılında Dreyfus ulusal mahkeme önünde suçsuz ilan edilmiştir. Ama ne yazıkki ordunun onuru ve çıkarı uğruna asıl suçlular sorgulanmamış, yüzlerce Yahudi’nin ölmesine sebep olan bu akımın sorumluları cezalandırılmamıştır. Davasında ısrar etmesinin sebebini de ilerideki gerçek cinayetlerin, Fransa’yı hasta eden tüyler ürpertici adaletsizliğin çıkacağı yumurtanın kaynağını bu olaya dayandırarak açıklamıştır. Nitekim her ne kadar Fransa’daki düzeni eleştirse de ölümünden, katledilmesinden sonra olacaklara o dönemden ışık tutmuştur aslında. Tüm dünyada yayılan Yahudi ırkçılığı o dönemden sonra giderek artmış Nazi Almanyasında doruk noktasına ulaşmıştır. Hazır Hitler Almanyasından bahsetmişken sözlerimi o dönemi çok iyi yansıtan bir filmin repliğiyle tamamlamak istedim. “Daha fazla insanı kurtarabilirdim. Bu araba. Satsam, Goeth bu arabayı alırdı. Arabayı neden satmadım ki? On kişi ederdi. On kişi. On kişi daha. Bu iğne, iki kişi. Bu altın, iki kişi. Buna karşılık bana iki kişi verirdi. En azından bir. Bana bir kişi verirdi, bir kişi daha .Bir insan daha. Bir insan, Stern. Bunun için… Daha fazlasını kurtarabilirdim. Kurtarmadım! Kurtarmadım!” Evet tahmin edilebileceği gibi Alman Oskar Schindler’den başkası değil bu sözlerin sahibi. Haksızlığa göz yummak, bir insan hayatını tehlikeye atmak bu kadar kolay mı? Tarihi göz önünde bulundurduğumuz zaman o kadar zor değilmiş demek ki. Kendi çıkarımız uğruna başkalarına zarar verebilirmişiz, bir insanı öldürmenin, suçlamanın haklı sebepleri olabilirmiş. Evet evet biz insanlar dünyanın en acımasız varlıklarıyız her ne kadar üç beş altın yürekli insan çıksa bile. Kaynakça *Cümle kitaptan doğrudan alıntıdır. Merve Türkdeniz Bir Kaçış Döngüsü Kimi zaman keyfimiz yerine geldiğinde "Oh be dünya varmış!" desek de aslında hiç samimi değildir bu söylem. Nitekim hepimiz bu dünyaya mahkumuzdur; ne dışarıdan bir ziyaretçiyi kolay kolay kabul eder bu gezegen ne de bizi rahat bırakır isteyince çekip gidebilmemiz için. Yer çekiminden midir bilinmez lâkin seyirci kalamayız içinde hapsolduğumuz gezegenin aksiyonlarına. Bir girdap gibi içine çeker sakinlerini ve sakin olamayanlarını. Hele ki bir insan topluluğu gördü mü merak dolu adımlarla onların yanına giderken ansızın ışınlanıveririz zaman zaman olay örgüsünün tam ortasına. Figüranı bile olmadığımız bir senaryonun başrol oyuncusunun kostümlerini üzerimizde görmemiz an meselesidir sürprizlerle dolu hayatta. Hayat bazen şaşırtmanın sınırlarını öylesine zorlar ki kaçacak delik bulamayız. Hayatımızın felaketi olduğunu sandığımız olaylardan kaçıp da sakin bir koya sığınmaya çalışırken o koyda hayatımızın tsunamisi ile karşılaşmak kulaklara çok uzak bir ihtimal gibi gelse de maalesef hayatın içindendir. Adını bile okuyucudan saklayan gizemli müfettişimizin hayatını yoluna koyma umuduyla gittiği adada her anının gitgide hayalindekinden millerce uzaklaşması gibi. Harun Candan'ın Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek adlı kitabında kısacık bir zamanda insanın ne kadar da zıt ve çalkantılı duygular tadabileceği derin bir kazanda adeta fokur fokur kaynatılarak satırlara servis edilmiştir. Hepimizin hayatında o kazandan bir kepçe yok mudur zaten? Bağlandığımızı zannedip yanımızdaki kişiyle en doruktaki duyguları paylaşırken onu hep bu güzel hatıralarla ve kendimizle aynı fotoğraf karesinde düşleriz. Lâkin riyakardır çoğu zaman bu duygular; yanımızdaki sevgi dolu insanın ne zaman karşımızdaki düşman saflarında yer alıp bizi hedef alacağı muammadır. Ölümcül yaralar almamak adına gözümüzü dört açıp nöbet tutmak gerekir kalbimizin zayıf anlarında. Fakat müfettiş gibi o esaslı hata yapılır her seferinde: Karşımızdakinin kim olduğunu bile tam bilmiyorken sorgusuz sualsiz hayatımıza almak... İnsanız hepimiz, irili ufaklı hatalar yaparız ki doğruları bulalım. Bu bulmaca safhası kimi zaman orta zorlukta iken sınırlarımızı aştığını düşünüp ısrarla bir sonraki sayfayı çevirdiğimizde hakikî zorlukta bir bulmaca ile karşı karşıya gelince fark ederiz ki bebek oyuncağıdır geride bıraktığımız. Fakat hayatta sayfaları geriye doğru çevirmek çok büyük maharet ister. Prangalanıp kalır insanoğlu sığınak sandığı işkence odasına. Ne bir adım ileriye ne de geriye gitmek mümkündür artık, ta ki şansı yaver gidene dek. Kapalı bir kutu olan Merve Türkdeniz müfettişimiz de hayat arkadaşından vazgeçip hayatının asıl aşkı olduğunu sandığı Aslı’nın karanlık bir kişilik olduğunu fark edince yaşananlardan paçasını kurtarabilmesi adeta bir çileye dönüşmüştür. Sanki dönme dolabın turundaki en üst noktaya çıktığında mekanizma bozulup da o anda eğlence ve haz duygusunun yerini tamemen korkuya bırakması gibi. Fakat her benmerkezci kişi gibi müfettiş de olayları çözümleyip herkesin başını yastığa rahatlıkla koymasını sağlamak yerine her şeyi arkasında bırakıp çok değil daha birkaç gün önce kaçtığı hayatına geri dönmek için can atmıştır. Ne eşini bırakıp adaya kaçışında ne de adayı bırakıp şehre kaçışında her şeyi umarsızca arkasında bırakabilmesi bir nevî şanslılık göstergesidir. Dünya fanusuna hapsolmuş ve her nefes alışverişinde atmosferden daha da tiksinen sayısız insan varken daima kaçamak yaşayabilen bencil insanların hayatı hep parmakla gösterilir. Lâkin bu kaçamakların perde arkasında sanılanın aksine tatmin olmuş ruhlar değil, korkak ve buz tutmuş kalpler yer alır. Zira kolay değildir hayatı bir maraton koşusu gibi yaşamak; günün sonunda huzurlu bir kucak ister insanoğlu. Hem kaçtıkça ulaşılan tek yer yeni bir başlangıç çizgisidir bitişi görünmeyen. Neden mi? Çünkü kaçan kovalanır... Zeynep Elmalıdağ Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog Hemen hemen her gün en basit yolla nasıl iletişim kuruyoruz? Konuşarak… Peki nedir konuşmak? Konuşmak belirli bir dili kullanarak kurulan sesli iletişim şeklidir. Her gün fark etmeden, defalarca kelimeyi yan yana getirerek cümleler kuruyoruz ve bu alışılmış içgüdüye sahip varlıklar olarak aslında konuşmanın temelleri hakkında pek de fazla fikrimiz yok. Konuşmak bir iletişim kurma biçimi evet, ama sadece bundan ibaret de değil. Bir günde kaç insanla konuştuğunuzu düşünün, neler dediğinizi, hangileriyle düşünerek konuştuğunuzu… Konuşurken unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, empatiye önem veren ve empati kurduğumuzu iddia eden bir toplum olarak, aslında kendimizle çelişen davranışlarda bulunuyoruz. Bazen sadece karşımızdakine fikrimizi empoze etmek, insanları ikna etmek uğruna konuşuyoruz. Ama aslında ‘empati’ kurma dediğimiz kavram tam olarak burada devreye giriyor. Halbuki bazen sadece karşımızdakini dinlemek, kendimizi onun yerine koymak ve onu anlayışla karşılamamız gerekiyor. Oysa toplum olarak hep kendi düşüncemizin doğru olduğu kanısındayız, ama bu o kadar yanlış ki. Elbette iki insan birbirini asla tam olarak anlayamaz. Karşımızdaki insan bize bir şey anlattığında ‘Seni anlıyorum.’ desek de onu tam olarak anlamadığımızı biz de biliyoruz. Bunun sebebi ise bilindiği gibi insanlar arasındaki farklılıklar. Kimse kimseyle aynı değil ya da aynı düşünmüyor. Bunun yanı sıra kendimizi en yakın hissettiğimiz insanlar bizi en iyi anlayanlar değil midir? Benzerliklerimizin çok olduğu kişilerle iletişim kurmakta daha rahatızdır, farklılıklar ise bize hep uzak gelir. İnsanlardaki konuşma içgüdüsü gerçekten konuşabildikleri anlamına gelmez. Ya da çok konuşmak her söylediğimizin bir anlamı olduğunu ifade etmez. İnsanların günümüzde zorluk çektiği şey, konuşmanın dinlemeyi de içerdiğini kavrayamamaları. Doğru konuşmak bir yetenek olduğu gibi dinlemeyi de içinde barındırmalıdır. Konuşma eylemini gerçekleştirirken eğer karşılıklı konuştuğun kişiyi dinleyerek ondan bir şeyler almazsan aynı şekilde sen de konuşmanla ona bir şeyler katamazsın. Hayatımıza girip çıkan insanları düşündüğümüzde, hepsinin bize kattığı ve katamadığı şeyler vardır. Bunların hepsinin temeli konuştuğumuz konular ve paylaştıklarımızdır. Ama eğer sırf karşımızdakinden bir konuda onay almak, ona Zeynep Elmalıdağ kendimizi kabul ettirmek veya konuşmada baskın taraf olmak adına iletişim kurarsak bu ne bize ne de iletişim içinde olduğumuz kişiye yarar sağlar. İnsanların günlük konuşmalarını ele alıcak olursak. Hayatın aceleciliğinin insanların konuşmalarına da yansıdığını görebiliriz. Konuşmalarımız artık hep bir acelecilik içinde ve sonuç odaklı. En son ne zaman gerçekten karşınızdaki insanın gününün nasıl geçtiğini önemseyerek bunu ona sordunuz? Aslında her gün sadece nezaketten insanlara sorular sormuyor muyuz? Bunun asıl sebebi ise konuşma ve dinleme eksikliği yaşadığımız bu insanları hayatımızın içinde tutma çabamız. Yani sosyal yaşamımızda sahte de olsa yalnız kalmamak için yanımızda insanları tutuyoruz. İşin ilginç yani bunun sahte değil sahici bir arkadaşlık olduğunu düşünmemiz. Çünkü günümüzdeki arkadaşlık kavramı konuşma ve dinleme yetimizin eksikliği sayesinde farklı bir hal aldı. Yani bütün bunlarla asıl anlatmak istediğim şu, günümüzde herkes hayatını hızla yaşıyor. Kimsenin kimseye ayırıcak vakti yok ayırdığında da sadece ben odaklı düşünüp öyle düşünüyor. Konuşmak bazen rahatlamak bazen iç dökmek olduğundan konuşma eyleminde bulunan iki tarafında konuşurken aynı zamanda birbirlerini dinlemesi de gerekiyor. Dinlemek bazen yetmiyor da empati kurmak da bazen devreye girmek durumunda kalabiliyor. Eğer insanlar birbirleriyle iletişim kurarken baskın taraf olmaya, kendilerini karşı tarafa kabul ettirmeye çalışmazlarsa hem doğru etkileşimi sağlayabilirler hem de daha etkin bir iletişim kurmuş olurlar. Sonuç olarak doğru konuşmak için gerekli olan şeyler aslında çok basit dinlemek ve empati kurmak. KAYNAKÇA ‘’Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog’’, Osman Çakmakçı, Babil Yayıncılık, 2015. Fotoğraf: https://secure.static.tumblr.com/bb36c0f44ea1a9cb359e8c0cd1531743/ pfus4n5/nDEn2m6kg/tumblr_static_artofcom-white.png Ecenur Dede Çaresiz Olmak Sizce Tesadüf Mü ?
 Bir insan olarak bana hayatında hangi duyguyu ya da hissi hiç yaşamak istemezdin diye sorsalar buna çaresizlik diye cevap verirdim herhalde.Hayatımda hiç bu kadar nefret ettiğim, hiç bu kadar hiçlik duygusunu hissettiğim bir duygu daha hatırlamıyorum ben.Üzgün olduğunuzda ya da sinirli hissettiğinizde bu duyguları bir şekilde aşabiliyorsunuz fakat çaresizlik hissi öyle bir şey ki, insanın elini kolunu bağlayıp sizi olduğunuz yere kilitliyor.Bir hasta yakınının, hastanın 1 hafta içinde öleceğini öğrenmesi gibi mesela .Bu durumda ne yardım eli isteyeceğiniz birileri oluyor ne de o çok sevdiğiniz biri için yapacak bir şey.O yüzden hayatta en sevmediğim hislerden biri bu herhalde.Stefan Zweig’ı hemen hemen hepinizin duyduğunu düşünüyorum.Adam o kadar kısa cümlelerle söylemek istediklerini o kadar iyi aktarıyor ki hayran olmamak elde değil açıkçası .Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat kitabında da çaresizliğin insanları ne gibi çıkmazlara sürükleyebileceğini çok başarılı bir şekilde biz okuyuculara aktardığını düşünüyorum .Kitapta Mrs C. eşini kaybettikten sonra büyük bir boşluğa düşüyor ve ne yapacağını bilmez halde, çaresizliğin vermiş olduğu hiçlik içerisinde yaşamını sürdürürken, yolu bir o kadar çaresiz 24 yaşında genç bir adamla kesişiyor.Bu genç adam hatrı sayılır bir diplomatken, önce at yarışlarıyla başlayan kazanma isteği daha sonra kumarda her şeyini kaybetmesiyle son buluyor.Kadın kocasının ölümüyle, genç adamda kumarda her şeyini kaybediyor ve ikisi de hayatlarında çıkmaz bir yola giriyor.Birinin çaresizliğinin nedeni, sevdiği bir insanı artık bir daha göremeyeceği, onunla bir şeyler konuşamayıp, bir şeyler paylaşamayacak olmanın verdiği boşluk hissi iken, genç adamın sebebi ise uğruna yıllarını, emeklerini verdiği alanda ilerlerken kumar gibi dünyevi bir zevkin büyüsüne kapılıp ,her şeyini bir gecede kaybetmenin vermiş olduğu bir hiçlik yaşaması.Evet, bir şekilde hayat bununla da yaşamayı öğretiyor bize fakat o an yaşadığımız ruhsal çöküş, artık hayatta hiçbir vasfının olmadığı, elinden hiçbir şeyin gelmediği hissinin, bir ömre bedel olduğunu düşünüyorum açıkçası.Ama bir yandan da hayatta vermiş olduğumuz sınavın elbette zor kısımlarının da olduğunu ve eğer daha önce konu ile ilgili tecrübe edindiysek bu kısmı bir şekilde aşabileceğimizi de düşünüyorum ben.Hayatta yaşadığımız, tecrübe edindiğimiz her şeyin bir sebebi var ve kötü olaylardan her birinden çıkarabileceğimiz derslerde var.Kitaptaki kadın için evet, belki bu biraz daha zor çünkü ölüm gibi hayatta belkide en çaresiz kaldığımız durum ile karşı karşıya fakat bu durumdan sonra da dünyevi zevklerin, uğraşların ya da o gün canımızı sıkan olayların aslında ne kadar da yersiz olduğunu ve hayatla ilgili şeylere daha az önem verip, manevi dünyaya daha fazla önem vermemiz gerektiğinin de bir kez daha hatırlatıldığını düşünüyorum.Adam için ise durum biraz daha kolay, bir hiç uğruna her şeyini bir gecede kaybetmek önce onun için akıl almaz gelecektir fakat daha sonra bu durumu aştıktan sonra aslında ne kadar da saçma bir yola kapıldığını anlaması ve bundan bir ders çıkarması da uzun sürmeyecektir kanımca.Çünkü bizi yaratan her şeyi kusursuz yaratsaydı, hayatımızda zaten kötülükler olmazdı.Tabii hala çaresizlik hissinin dünyadaki en kötü hislerden biri olduğu fikrimin arkasındayım.İnsanı en aciz hissettiren duygu herhalde.Elin kolun bağlı ve hayatında hiç o kadar işe yaramaz hissetmiyorsun kanımca.Fakat konuya şu açıdan da bakarsak en çaresiz hissettiğimiz anlar bizi yaratana en yaklaştıran anlar bence.Ondan başka sığınacak kimsemiz kalmıyor ve o zaman her şeyin bizi aslında sınamak için yapıldığına ya da bir olayı gerçekten tecrübe edişimizin bir sebebi olduğuna inanıyorum. Madenden Notlar Ben bir paragöz adamım. Parayı hayatta karşı karşıya kalacağın her zorluğu aşmamda yardımcı olabilecek tek araç olarak görürüm. Paranın bana mutluluk ya da huzur getirdiğine inanırım. Yaptığı her işte kendini, çıkarlarını korumaya çalışan, karşı tarafın göreceği herhangi bir zararı düşünmeyen, işin sadece ileriye dönük karlı mı olacağını önemseyen zengin, kapitalist bir yatırımcıyım. Bu özelliklerimi nasıl kazandım diye de hiç düşünme gereği görmedim. Tahminimce de günümüz şartları bunu gerektiriyor. Aynı zaman da hazıra konmuş bir yapım da vardır. Çünkü babamın kurup büyüttüğü şirketin başına geçtim, patron koltuğuna oturdum. Her ne kadar siz insanlar bunu yani işin başına geçmeyi bir saltanat değişimi olarak görseniz de. Ama benim de şirkete katkılarım dokundu. Bu zamana kadar hayli karlı işlere büyük çaplı projelere imza attım. Siz bunu anlayamazsınız. Zaten ne önemi var ki ben anlam veriyorum ya o bana yeter. Uzun bir süredir böyleyim yani para seven biriyim ama asla cimri biri olmadım. Kazandığımı ailemle paylaştım. Çocuklarıma sorun isterseniz. Daha geçen gün kızıma yaklaşık bir milyon liralık bir araba aldım. Kızımın o günkü sevinci yere göğe sığamazdı. Zaten sevinmeyip de ne yapacak? Sonuçta babası ona parasına kıyıp araba almış. Ama oğlumu bu aralar dertli görüyordum. Ben de geçen hanıma sordum bu çocuğun nesi var diye o da bilmiyorum dedi. Ertesi gün hemen ülkedeki en iyi psikoloğu tuttum ve çocuğumun sorununu çözerse ona daha da çok para vereceğimi söyledim. Zaten bu benim görevim değil mi çocuklarımın sorununu çözmek? Ayrıca işçilerimin maaşlarını hep düzenli olarak yatırdım, onlara günlük yemek verdim, sigortaları bile yapılı. Aynı zamanda hayır işleri yapan kurumlarla, derneklerle paramı bolca paylaştım. Hatta geçen gün bir kurumdan yılın bağışçısı ödülü aldım. Bu ödülü hemen ofisimin başköşesine koydum ve bir de yeri gelmişken söyleyeyim kendi adıma okul bile açtım ülkemizin çocukları yetişsin sebebiyle. İşte ben ayrıca duyarlı bir iş adamıyım da. Rahatsız olduğum konulardan biri ise işlerimin aksaması. Geçenlerde bizim Rafet’le bir inşaat işine kalkışalım dedik. O zamanlarda bir arsa beğendik. Büyükçe de bir arsaydı. Tamam dedim burası inşaat için uygun fakat sahibi biraz değerini abarttı. Neyse zaten parası önemli değil dedik. Sonuçta karlı bir yatırım yapacaktık. Planımız oraya alışveriş merkezi yapmaktı. Fakat sıra imar izni almaya geldiğinde bir türlü izin alamadık. Ben de öyle boş bir adam değilimdir. Çoğu üst düzey bürokratı tanırım. Hemen onları araya soktuk. Bir iki kuruş da belediye parklar yapsın, çocukların yeni oyun alanları olsun diye bir iki kuruş da belediyeye verince elleri mahkûm izni verdiler. Çok şükür şu an alışveriş merkezi bitmek üzere. İçinde satılmadık dükkân da kalmadı zaten. Umarım ben ölünce yerime oğlum geçecek ve babasının yolundan giderek sahip olduğum işleri daha da ileri bir noktaya getirecek. Yukarıda size parayı seven, zengin bir iş adamı olduğumu aktardım ya, yalan! Bir sebepten ötürü böyle bir yaşama sahip olduğumu size inandırayım dedim. Aksine ben bir işçiyim; kömür madeninde çalışan, her gün eve is içinde giden, çocuklarına bir ayakkabı alacak kadar parası olmayan, eve bir yıldır et alamayacak kadar fakir olan sıradan bir işçiyim. Ama asla sanmayın ki benim hayalimin yukarıdakiler olduğunu. Onları sadece bir yandan benim gibi hayatlar yaşayan diğer taraftan da yukarıdaki gibi insanların da bu dünyada benimle beraber yaşadığını bilin diye yazdım. Sağlıcakla kalın… (Okuduğum kitapta etkilendiğim bir sayfanın bende bıraktığı duyguların yansıması) Mustafa Turan 21302404 Türkçe 101-3 Ali Turan Görgü UMUTSUZ BİR YAZ MEVSİMİ HİKAYESİ / Tuğra Pulatoğlu Çiçek kokuları, ağustos böceklerinin cırlamalarına karışan dalga sesleri... Güzel bir yaz sabahıydı... Güzel olmasının sebebi zaten yaz sabahı olmasıydı. Çünkü yaz sabahları her daim güzeldir. Bir yaz sabahına kötü diyen birisi bulunabilir mi şu koca dünyada? Sanmam... O güzel sabaha rağmen içim buruk uyanmıştım. Penceremden odama esen yaz kokusu bile içimi aydınlatmaya yetmemişti. Sanki tüm organlarımı içten içe kemiren bir zifiri karanlık mevcuttu ve ben onu bu güzel sabaha karşın söküp atamıyordum. Bunun sebebi neydi? Kahvaltı yapasım yoktu ama açtım. Bir şeyler yememin şart olduğu aşikardı. Ayrıca sağlığıma da zarar vermek istemiyor, içimdeki bu karanlığa teslim olmayı reddediyordum. Bu yüzden beni zinde tutabilecek bir şeyler atıştırıp evden çıktım. Saat sabahın 10’u olmasına rağmen hava fazlasıyla sıcaktı. Bir kaç adım sonrasında bile iyiden iyiye bunaldığımı hissettim. Dışarı çıkmak iyi değil kötü gelmişti. yürüyerek sahile indim. Bir süre hiçbir şey düşünmeden denizi izledim, insanların sesleri artık birbirine karışmıştı. Burası küçük bir site olduğundan herkes birbirini tanıyordu. Ama şimdi ben sanki her birini ilk kez görmüş gibi tanıyamıyordum. Bayılır gibi oldum, denize düşmek üzereyken acele bir hamleyle kendimi geri çektim. Fakat bu bir düşüş değildi. Deniz bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni . Karşı koymaya çabaladıkça gücümün tükendiğini hissettim. Denizdeydim. Kollarımı hareket ettiremiyor, ettirmek de istemiyordum. Denizin yüzeyine yatıp ağır ağır yüzdüm. Açılmak, insanlardan uzaklaşmak istiyordum. Yüzdükçe huzur buldum, huzur buldukça da karanlığın terk edişini hissettim. Mutluydum. Yeterince açıldığımda durdum. Hala yorgundum. Ölmek için ideal bir yer olduğuna kanaat getirdim. Elbet ölecektim. Peki bunun için buradan daha güzel nereyi bulabilirdim? Kendimle yüzleştim, soruları bizzat kendime yöneltiyor zihinsel bir diyalog kuruyordum. Hiçbir sorunun cevabı yoktu. Belirsizlik, en kötü ihtimalden daha kötüdür dememiş miydi Dostoyevski? Bir anda daldım. En dibine doğru yüzüyordum fakat dibi görünmüyordu denizin. Bir yandan açık maviden laciverte dönen renk değişimlerini izliyor diğer yandan da tüm gücümle dalmaya devam ediyordum. Kulaklarımın bir anda felaket derecede acıdığını hissettim. Durdum. Dönüp yüzeye baktım. Gökyüzü bembeyaz görünüyordu. Ya da beyaza dönük bir mavi. Mükemmel bir manzaraydı. Demek diye düşündüm, huzuru bulabileceğim tek nokta en başından beri burasıydı. Yüzeye arkamı dönüp dalmaya devam ettim. Kulağımda ince bir ıslık sesi vardı büyük ihtimalle sağır olmak üzereydim fakat umurumda değildi. Tuttuğum nefesimin son demlerindeydim. Benden yüzeye son bir parçamı götürebilecek, vücudumdaki tek hava baloncuğunu da yüzeye bıraktım. Süzülüşünü izledim. Yüzeye varması bir hayli zaman almıştı. Gözlerim buğulandığı için artık göremiyordum onu. ama herhalde varmış olmalıydı. Havaya karışmıştı son nefesim. Gözlerimi kapattım, kollarımı açtım. suda hiç bir ağırlığım yokmuşçasına yavaşça dibe süzülüyordum. Herhalde kalp atışlarımı ilk kez o zaman bu kadar net ve güçlü hissedebilmiştim. Can havliyle atıyordu, onun da son çırpınışıydı ve birazdan duracaktı. Bir kayaya çarpıp durdum. kayanın üstünde yatıyordum. Ölürken denizin derinliklerini izlemek için, gözümü açtım. bu güzelliği kaçırmak istemezdim. Gözü, 4 derece miyop biri gibi görebiliyordum. görebildiğim kadarıyla ise, rengarenk balıklar etrafımda bir halka oluşturmuş durmadan yüzüyorlardı. Onların arasından tam kestiremediğim bir şeyin bana doğru hızlıca yüzdüğünü gördüm. Bu kimdi, neydi? Beni kurtarmaya gelen bir dalgıç mı? Eğer öyleyse defolup gitmeliydi, çünkü ben uzun zamandır olmadığım kadar mutlu hissediyordum kendimi. Gelen güzel bir kızdı, en azından üst kısmı. Uzun kahverengi saçları vardı. Belinden altı ise devasa bir balığın kuyruğuna benziyordu. Birbirine montelenmiş gibi duruyordu, kahkaha attım. Tanrım? Bir çocuğun ölürken bile, ona espri yapmayı çok iyi beceriyorsun. Teşekkür ederim... Denizkızı ya da kendisine her ne diyorsa, gelip elimden tuttu. Bir şeyler söylüyordu ama benim tek duyduğum bir kaç fısıltıydı. Sanırım kısmen sağır olmuştum. Yüzü korkmuş gibiydi. Bense ona gülümseyerek bakıyordum. Beni çekiştirmeye başladı. Tuhaf sesler çıkarmaya başlamasından bir kaç saniye sonra kendisine benzeyen bir güruh etrafımızı sardı. Hepsi bana endişeyle bakıyor birbirlerine bir şeyler diyor, sanki çığlık atarak iletişim kuruyorlardı. Bense onlara bakıp kahkaha atmamak için zor tutuyordum kendimi. Azrail? Nerede kalmıştı. Ya da bunların hepsi birer Azrail miydi? Benimle dalga mı geçiyorlardı? Gülmek isterken gözümden denize yaşların karıştığını fark ettim. Neden ölemiyordum? Yanıma ilk gelene döndürdüm başımı hala ellerimi tutuyordu. Ben ona bakınca bir kaç hareket yapmaya başladı sanırım ağzımı açmamı istiyordu. Anlamaz gibi baktım. Amacı neydi? Neden başıma bunca yaratığı toplamıştı. Yapmazsam gideceğe benzemiyordu. Ama defolup gitse ve beni en azından ölürken yalnız bıraksa ne de güzel olurdu. Sırf başımdan def etmek için ağzımı açtım. Hala telaşlı telaşlı bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Güldüm. Hatta kahkaha attım. İçinde bulunduğum durum bayağı komikti. Kahkaha atarken doğama tamamıyla aykırı bir şeyler olduğunu fark ettim. Kusursuz intiharımda yolunda gitmeyen bir şey vardı. Çünkü nefes alıyordum! Şaşırıp birden çırpınmaya başladım boğazımı tutuyor etrafıma anlamsızca bakıyordum. Derin derin nefes almaya tuhaf sesler çıkarmaya başladığımda etrafımdaki yaratık güruhu gülümsedi. Napmışlardı bana? Neydi bu, rüya mı? Ölüm sonrası hayat mı? Ne saçma şeydi. Güruh dağılmaya başlamıştı, ilk gelen ise hala elimi tutuyordu. Elindeki sıcaklığı henüz fark edebiliyordum. Denizin bu derinliği buz gibiyken onun bu kadar sıcak oluşu beni ürkütmüştü ama elimi çekmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Şimdi ne yapacaktık? Bilmiyordum. Ölmememe rağmen hala huzurluydum. İçimdeki karanlık uçup gitmişti, içim bomboştu. Yüz elli kilo olan birisinin yüz kiloyu birden verip hafifleyişinin mutluluğuydu. Eğer içimin en ücra köşesinde, minik ama tehlikeli bir karanlık zerresi ben ölmek üzereyken hala saklanabilmişse bile, daha önce ömrümde hiç görmediğim bu ilginç yaratığın elimi tutmasıyla ölmüştü. Sonsuz ve ebedi karanlığına kendisi gömülmüş, denizin en derinliklerine çökmüştü. Bir daha asla yüzeye çıkmamak üzere, bu tatlı yaratıkla deniz denilen ikinci dünyanın en derin yerlerine yüzüyordum... Güneşin tek bir ışınının bile ulaşamadığı bu derinlikte gerçek aydınlığı bulmak şaşırtıcıydı ilk zamanlar benim için. Ama şimdi alışmış olmalıyım ki, bunları yazıyorum bile... Her neyse, gitmem gerek. Daha derinlere... Görüşmek üzere! Alper Kağan Kayalı Akıllıdır Aslında Herkes Şu an anlatacağım şeyler bazı insanların hoşuna gitmeyebilir. Hatta bazıları bana “ Tamam bu sistemi beğenmiyorsun ama daha iyisini bulabilir misin?” diye sorabilirler. Cevabımı yazının sonuna saklayacağım ama eminim ki o “bazı” insanlar da bu yazıyı okuduktan sonra fikir değişikliğine gidecekler. Öncelikle bu hayatta insanları sınıflandırmak ne kadar doğrudur? Kimisi gerçekten diğerlerinden üstün müdür? Mesela matematiği çok iyi olan bir insan diğer insanlardan daha mı üstündür ? Mühendisler ve doktorlar daha saygın mı olmalıdır? Bunlar kafamda her gün oluşan sorular çünkü şu anda maddiyata önem veren bir dünyada yaşıyoruz ve ne kadar para kazandığımız veya hangi işle uğraştığımız bizi sınıflandırıyor. Hiçbir insan maalesef bundan kaçamıyor. Hayatımızın başlangıcından beridir kategorize ediliyoruz. Önce doğuyoruz, ailemizin maddi durumuna göre arkadaşlarımız olmaya başlıyor. Sonra derslerdeki başarılarımızdan dolayı kategorize ediliyoruz, o başarılara göre liseye veya üniversiteye giriyoruz. Yetmiyor iş alanında da derslerimizin yanı sıra sosyal becerilerimizden dolayı sınıflandırılıyoruz ve hayat bunu yaşamımız sonlanana kadar bize yapıyor. Bazı insanlar aileleri varlıklı olmadığı için kötü bir ilkokulda okuyor. Bu okuduğu ilkokul yüzünden bu insanların çoğu iyi bir liseye veya üniversiteye giremiyor ve sonunda o kötü çevre denilen topluma karışıyorlar. Ne bu çocukların günahı var, ne de ailelerinin. Bir de olaya varlıklı ailenin çocuğunun gözünden bakalım. Varlıklı ailenin çocuğu da eğer Matematik, Türkçe gibi derslerde başarılı olmazsa aile onu özel okula gönderiyor ve bir şekilde kötü çevreye karışmasını engelliyor fakat bu çocukların ikisi de zeki ve başarılı çocukların yanında eziliyor ve sönük kalıyorlar. Belki de müzikte başarılı olup okuyamamış fakir çocuk da, sporda başarılı olup ailesinin baskısı yüzünden okuyamayan zengin çocuk da. İkisi de sevdikleri işleri yapmak istiyorlar ama dünyadaki her ülkede bulunan kategorize eden eğitim sistemi yüzünden ikisi de istediği mesleğe ulaşamıyor. Bir de başarılı arkadaşları düşünelim. Bir öğrenci Matematik, Türkçe, Sosyal ve Fen Bilgisi derslerinin hepsinde başarılı olup çok güzel okullara girmeye hak kazanıyor. Ama bu insanlardan bazıları üniversitede başarılı olamıyorlar. Çünkü bu insanların istediği şey mühendis, doktor veya avukat olmak değil, aktör, polis veya futbolcu olmak. Fakat bazıları aile baskısından dolayı istediği mesleği yapamazken, bazıları da ailelerini kurtarmak için istemediği bölümleri tercih etmek zorunda kalıyor. Bence bu durum insanların psikolojilerini ve üniversiteden sonraki iş hayatlarını çok kötü derecede etkiliyor. Çünkü bir insanın bir işte başarılı olması için o işi severek yapması lazım. Bu şekilde aile baskısıyla bölüm tercih eden çocuklar ise bölümünü sevmemekle kalmayıp iş hayatlarını da kendilerine zindan ediyorlar. Raju ve Farhan’ın başarısızlığını gördükten sonra aklıma bu düşünceler tekrar gelmeye başladı. Sonra aklımdan geçirdim. Ya insanlar istedikleri bölümleri okuyabilselerdi? Hiç kimsenin isteğini düşünmeden istedikleri bölümü seçselerdi? Eminim ki bizim ülkemizde daha çok ressam, aktör olurdu. Yönetmenler gerçekten işi bilen kişiler arasından seçim yapardı, Türkiye güzellik veya yakışıklılık yarışmalarına katılmış insanlardan seçimler yapmazdı. Eminim ki pek çok ülkede böyle şeyler olurdu ve ülkeler daha çok yaşanılabilir hale gelirdi. Raju ve Farhan’ın da başından benzeri bir olay geçtiğinden emindim ve onların bir an önce bu eğitim sisteminden kurtulmalarını ümit ettim. Filmin sonunda anladım ki Farhan fotoğrafçı olmak istiyormuş. Raju da iyi bir işe girip ailesine yardım etmek istiyormuş ve işe giremeyeceğim korkusu yüzünden başarısızmış. Rancho ise bunların en başından beri farkındaymış. Film bittiğinde ise aynı düşüncelere geri döndüm. Bu eğitim sistemi Hindistan’da olduğu gibi Türkiye’deki çocukları da kötü etkiliyordu. Peki bu konuda ne yapılabilirdi? Bana göre cevap çok karmaşıktı. Çünkü bu sistem yıllardan beridir bütün ülkelerde olan bir sistem. Büyük balıksan, her şeyi yersin; küçük balıksan, yok olursun. Ülkelerin neredeyse tamamında bu sistem geçerliydi. Bana göre ise bunun en güzel çözümü şöyle idi: Çocuklara anasınıfından başlayarak bir eğitim verilmeli ve bu eğitim sadece temel bilimleri kapsamamalı, aynı zamanda sanat, dil eğitimi gibi alanlar barındırmalı. Liselerin seviyeleri eşit tutulmalı ve pozitif bilimler için ayrı bir lise, sanat için ayrı, dil için ayrı bir lise türü oluşturulmalı. Öğrencilere de liseye geçerken hangi tür lisede okumak istediği sorulmalı. Fakat her şeyden önemlisi, çocuklarıyla hangi işte çalışırsa çalışsın gurur duyan ve onun kararlarını değiştirmeyen ebeveynler oluşturmak için onlara eğitim verilmeli. Belki de benim çözümüm tamamen doğru değildir ki tamamen doğru da olamaz. Bu çözümü uygulamayacaklar olacaktır. Çözümü beğenmeyen ve yukarıda bahsedilen şekildeki aileler olacaktır. Bu çözüme rağmen çocuğuna zorla bölüm seçtirecek aileler mutlaka olacaktır. Fakat en azından ülkelerde mutlu çocuk sayısının artacağından eminim ve bu çocukların girecekleri işlerde de çok başarılı olacaklarına eminim. Farhan ve Raju istediği işe girdi ve çalışmaya başladılar. Darısı gelecek nesillere! İlknur Şafak Demirel HAK ETTİĞİ DEĞERİ GÖRÜYOR MU AN? Geçen hafta arkadaşlarımla Suriyeli bir aileye ziyarete gittik. Ailede bir adam, eşi ve beş çocuğu ayrıca da şehit edilen abisinin eşi ve üç çocuğu vardı. Eve girip bu tabloyla karşılaşınca ilk olarak insanlığımdan utandım. Sonrasındaysa kendi hayatımı gözden geçirdiğim dakikalar oldu. Savaştan kaçıp, umutlarını sırtlarına alarak gelmişler ve zar zor bir ev bulup yaşamlarını tekrar düzene sokmaya çalışıyorlar. Evin en büyük çocuğu ise on altı yaşında bir kız ve yaşadıkları mahallede güvenliklerinden endişe ettikleri için kızı nişanlamışlar. Hayır, şahit olduğum ve dinlediğim onca şeyi anlatıp yazıyı drama boğmayacağım. Fakat tüm bunları dinlerken bir yandan da düşünüyordum. Ne hayatlar var, biz ödev yetiştirme derdindeyken onlar hayatta kalma mücadelesi içindeler. Acaba hayatı çok mu ciddiye alıyoruz? Hayat enerjimizi gereksiz şeyler üstünde mi harcıyoruz? Birkaç yıl öncesine kadar yaşantılarımız arasında belki de pek bir fark olmayan o insanlar, canlarını zor kurtarmış birer mülteci hayatı yaşıyorlar şimdi. Muhtemelen onlar da böyle bir yaşamı hayal etmezlerdi o zamanlar. Başka hayalleri, başka dertleri vardı çünkü: okullarını bitirmek, güzel bir meslek sahibi olmak, sevdikleri insanla evlenmek, daha büyük bir evde yaşamak, üst model bir telefon almak… Tıpkı şu an birçoğumuzun hayallerini kurduğu ya da dert edindiği şeyler gibi basit. Tüm bunları düşününce aslında ne kadar gereksizmiş onca dert edindiğimiz şey diyorum, ne kadar da küçük şeyler için üzülüyormuşuz? Gelecek kaygısıyla yaşayıp giderken içinde bulunduğumuz an hak ettiği değeri buluyor mu peki? Sohbetimiz esnasında evin hanımı, Suriye’deki son zamanlarında roket seslerine, havada uçuşan pervanelere ve düşen bombalara ne kadar alıştıklarını anlatıyordu. Bir uçak gördüklerinde evin içlerine kaçıp kulaklarını kapatarak bombanın düşmesini beklerlermiş. “Çok şükür bugün de ölmedik!” dedirten bir rutin olmuş bu durum. Gece yataklarına kıyafetleriyle giriyorlarmış. Anlamsız geliyor değil mi? Belki de son gecesini yaşayacağını düşünerek uyumak, rüzgâra ıslık çalan havan topunun evine düşmesiyle ruhunu teslim ettiğinde enkazın altında kendisini çıplak değil de giyinik bulsunlar diye düşünmek… Düşünce suyunda beni daha da derine daldıran şeylerden biri de misafirperverlikleri oldu. Beraberimizde çeşitli yiyecekler de götürmüştük ve aldığımız ikramların birçoğunu bize servis ettiler. Onların ardından ise meyve ikram ettiler. Arkadaşlarımla çoğu kez göz göze geldik; yesek mi yemesek mi? İkramdır, yemezsek ayıp olur. Peki ya yersek? Acaba gerisi var mıydı diye düşünmeye korktum. Bu denli cömertlik, kaybedecekleri bir şeyleri olmadıklarından mı kaynaklanıyordu acaba? Zorluk dağında zirveyi görmüşlerdi, dile kolay, savaşı yaşamışlardı. Ondandı belki de. Uğrunda yakınlarını kaybettikleri vatanlarını terk edip, farklı bir ülkede sıfırdan yaşamaya başlamışlardı. Yaşamak denirse eğer. Hayata bakış açıları değişmiş olmalıydı. Ana verdikleri değer artmıştı belli ki. Bizim dert saydığımız birçok şey dert değildi artık. Keşke dünya üzerindeki her insan, rüya görürmüşçesine, bir gün için böyle bir durumu tecrübe etse de geçirdikleri her anın ve içlerine çektikleri havanın materyalist ve sonlu şeyler üstüne harcanamayacak kadar kutsal olduğunun farkına varabilseler. Her şey bu denli pamuk ipliğine bağlıyken hayata bakış açımızı tekrar sorgulamamız gerekmiyor mu artık? Ey insan, düşün! Değer yargılarımızın merkezinde insan ve insani şeyler olması gerekirken neden hala hırs körükleyici somut ve materyalist şeyler var? Neden etrafımızda olanlardan ders çıkartmak yerine illa tecrübe etmeyi bekliyoruz? Açalım artık gözümüzü, biz bu gezegene bir şeylerin hep daha iyisini kazanmak için at gibi koşturmaya gelmedik. Günümüzün bu modern(!) şartları kimi zaman hayatımızı rüzgârda bir yaprakmışçasına savursa da, neyi nasıl yaptığımızı sorgulayarak ana hak ettiği değeri veren direksiyonun hâkimiyetini kaybedemeyiz. KENDİMİ BULDUĞUM SATIRLAR Dürüst olacağım. Eskiden şiir okumayı pek tercih etmezdim. Varsa yoksa roman. Çünkü şiir okurken kendimden bir parça bulmam gerekirdi mutlaka. Yıllarca bu parçayı bulmaya çalıştıysam da bulamadığım için şiirin üzerinde pek durmamıştım. Fakat şiir okumak son birkaç senedir hoşuma giden bir etkinlik hâline geldi. Artık okurken kendimi bulduğumu hissettiğim, içimde bir sıcaklık duygusu uyandıran ve beni oldukça heyecanlandıran bir uğraş oldu şiir. Bir şiir kitabını okurken çoğu insan gibi gerçekten ilgimi çeken şiirler sayılı oluyor, dahası içinde yaşanmışlıklarımı veya hislerimi bulamadığım satırları gerçek anlamda özümseyemediğimi düşünüyorum. Kaldı ki tüm şiirlerde kendimi bulmam veyahut kendi hayatımdan benzer bir duyguya rastlamam olanaksız. Bu yüzden de okuduklarımın etkisini hissetmem için öncelikle kendi izimi sürmeliyim kitabın yapraklarında. Bilge Karasu’nun ‘Şiir Çevirileri’ adlı kitabını okuduğumda tahmin ettiğim gibi içinde kendimi bulduğum satırlar vardı. Kitapta daha çok aşk üzerine olan ve renklerin kullanıldığı canlı şiirler dikkatimi çekti. Üst üste birkaç kez okuma ihtiyacı hissettiren dizelerdi bunlar. Hemen çeviremedim sayfaları. Bazı satırlarıysa hemen kısa kısa alıntılar yazdığım defterime geçirdim ki ara sıra açıp okuyabileyim. Kitapta şiirlerde kullanılan renkler oldukça dikkat çekici. Renklerin çoğu sevgiliyi betimlemek için ki bu da beni en çok etkileyen kısım. Mesela Rimas’ta şu şekilde geçiyor: “-Şiir ne ki? -diyorsun, mavi gözlerini gözlerime mıhlarken. Şiir ne mi? Soracak mıydın sen de? Şiir… sensin ya! …“ (Becquer, 21) Bu kitaptaki en sevdiğim satırlardan. ”Şiir sensin ya!”. Ne müthiş bir iltifat. Her kadının duymayı isteyeceği türden kelimeler bunlar. Buradaki renk mavi, şiirlere en yakışan renklerden birisi. Öyle ki mavinin şiire kattığı ahenk kırmızı ve siyahla yarışır benim için. Bana göre iletişim en başta gözler arasında olur. Mavi renk burada sevilen kadının göz rengi. Bu sayede okurken o gözlerin yazarda uyandırdığı etkiyi hayal edebiliyorum ve şiir biraz daha kişisel hale gelmiş oluyor. Çünkü gözler mavi renkle kısıtlandı ki bu da bu şiirde hayal etmemiz gereken sevgili betimlemesini açıklığa kavuşturuyor. Huzurun rengidir mavi fakat daha birçok duyguyu ve düşünceyi taşıyabilir. Bazen bir annenin gözyaşı olur, bazen bir çocuktaki mutluluk, bazen de dingin ve alabildiğine uzanan deniz. Belki de sevgilinin gözleri olur, sözleri olur veyahut saçları… Yeşilin satırlarıysa bunlar: “…Teni yeşil, yeşil saçı, Gözü soğuk, gümüşten. Yeşil istedim seni…”(Lorca,25) “…Gözleri yeşil, Menekşe sesi...” (Lorca,35) Yeşil temiz renk, hep doğayı getirir aklıma. Ağaçlar ve bitkiler sayesinde doğanın yarısından çoğudur yeşil. İnsanların üzerine de yansır bu yeşil enerjisi. Belki yazar da bu yüzden kadının tenini, saçlarını ve gözlerini yeşil olarak betimlemiş. Saflığı ve doğallığı temsil ettiği için. Menekşe sesi tamlamasını okuyunca da kadının sesindeki zarafet ve yumuşaklığı hissediyorum. Bir çiçeğin adıyla özdeşleşmiş olduğundan dolayı sesinin doğallığı için kullanıldığını düşünüyorum. Belki menekşelerin sahip olduğu farklı renklere de gönderme yapmıştır şair. Mor dingin ve yorgun bir sesi, beyaz umutlu ve huzurlu bir sesi, sarıysa canlı ve mutlu bir sesi temsil edebilir. Özellikte ilk şiirde yeşile bir ısrar var. Diğer yeşil nesnelere de gönderme yaparak şiirin güzelliğini pekiştirmiş. Okurken ferahladığımı hissettim ister istemez ve bu renklerin şiirdeki gücünü kanıtlıyor. Şiir okumak kendimi yeniden tanımamı sağlıyor. Farklı yanlarımı keşfediyorum çoğu zaman satırların içinde. Şiirde en güçlü temanın da aşk olduğuna inanıyorum. Daha çok okutuyor kendini çünkü. İçinde kendi ateşini ve tutkusunu barındırıyor ve kaçınılmaz bir şekilde satırlara da yansıyor bu tutku. Ben de bu duyguları bulabilmek için şiir okuyorum ve ruhumun şiire karşı büyük bir açlığı var. Sima ALKAN KAYNAKÇA Şiir Çevirileri. Çev. Bilge Karasu. Haz. Tunç Tayanç. İstanbul. Metis Yayınları. 2014 Nükleer Rönesans ve Kıyamet Makinesi Yarım asırdan fazla bir süre önce, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan nükleer bombalardan sonra dünya nükleer kapıların aralanışına tanıklık etti. Aslında kanımca bu bombaları bu kadar korkutucu yapan şey yarattığı yıkım gücü değil, yaydığı radyasyondur. Japonya’da bu bombaların etkileri artık pek görülemeyebilir fakat kesinlikle göreceğiniz şeylerden biri 6 yıl önceki Fukuşima nükleer santral kazasının etkileridir. Bu tür kazaların etkilerine okuduğum kitapta birçok kez değinilmiş. Kıyamet Makinesi isimli kitap Martin Cohen ve Andrew Mckillop tarafından yazılmış, Fukushima veya Çernobil nükleer kazaları gibi kazaların etkilerini, radyoaktif santrallerin maliyetini ve hükûmetlerin nükleer piyasaya karşı olan tutumunu tartışan bir inceleme. Kitapta birçok sayısal veri var ve bunlara hakkında konuşmaya gerek yok denebilir normalde fakat herkesin nükleer piyasa hakkında bilgi edinmesi gerektiğini düşünüyorum. Şimdiden okuduğunuz için teşekkür eder, içinizde oluşabilecek korkutucu düşünceler için de özür dilemek isterim. Kitabı okudukça biraz daha fazla endişelendim. Sonuçta, nükleer çağ, nükleer silahlarla başlamıştı neden nükleer silahlarla son bulmasın, değil mi? Soğuk Savaş döneminde nükleer güce sahip olma potansiyeli olan bütün ülkeler bir anda korkutucu bir yarışa girdiler. Soğuk Savaş ile ilgili metinleri okudukça “Ya gerçekten bir nükleer savaş çıksaydı” diye düşünmeden edemiyorum. Şimdiki durumumuz çok farklı değil, tabii soğuk savaş içinde değiliz. Ama gizli üretilen silahlar dışında olan daha su üstüne çıkmış bir sorun var o da nükleer enerji. Yazarlar aslında bu konunun daha çok ekonomik boyutuna önem vermiş ve hiçbir ülkenin, zaman geçtikçe, tam olarak nükleer enerji kullanımına geçemeyeceği fikrinde gibiler. Verilen sayısal bilgilere baktıkça gerçekten de öyle olduğu rahatça anlaşılabiliyor. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ve en gelişmiş olan Amerika veya Almanya gibi ülkelerin (Fransa dışında) yıllık enerji ihtiyacı belli ama maliyetine kıyasla çok küçük bir bölümü nükleer enerjiden karşılanıyor fakat bu ülkelerin ekonomilerinin artan nükleer enerji fiyatlarını kaldırabileceğinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Örneğin Fransa, tüm ülkeler arasında en yüksek nükleer enerji payına sahip ve bu durum uzun bir süreden beridir böyle. Ama Fransa’nın nükleer piyasası, kitabı okumadan önce böyle bir olaydan haberim yoktu açıkcası, son zamanlarda çatlaklar vermeye başlamış. Fransız toplumunda bunun önde gelen konulardan bir olması düşüncesindeyim fakat nedense hükûmet bunun hakkında halka açıklama yapmıyor. Hükûmetler konusuna gelmişken ortaya şöyle sinir bozucu bir sorun çıkıyor: Tarihte çok fazla nükleer kaza oldu ve insanlar, en azından çoğu, bu tarz kazaların tehlikelerinin farkında. Ama nükleer rönesans yanlıları bunları kabul etmelerine rağmen hâlâ nükleer enerjinin en iyi yol olduğunu düşünüyor. Ve hükûmetlerin büyük bir bölümü de nükleer reaktörler ve santraller için ekonomik destek veriyor. Bir kaza olursa halkın suçlayacağı tarafın devlet olduğunu bilmelerine rağmen böyle bir durumun oluşması benim çok garibime gidiyor. Yazarların korkutucu bir biçimde belirttiği üzere, nükleer enerji ekonomik olarak altından kalkılabilecek bir şey değil ve eğer hükûmetler, oluşabilecek sıkıntıları umursamadan (İnsan ölümleri, kazalar gibi), nükleer piyasaya destek vermeye devam ederse oluşacak en büyük sıkıntı (Oluşabilecek felaketleri göz ardı ediyoruz) küresel ekonomik çöküş olacaktır. Fikrimce daha da korkutucu olan bir sıkıntı da nükleer silahların yarattığı tehlikeler. İncelemenin yazarları bu konuda çok fazla açıklama yapmamış, tabii nükleer silahların yol açacağı yıkımın herkes farkındadır. Sonuçta hepimiz II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan nükleer silah testlerinden haberdarız. Nükleer silahların tehlikeleri bir yana, bir de bu tür testlerin bazılarının, denetim ve araştırma eksikliğinden kaynaklı olsa gerek, yaşayan insanların bulunduğu yerlerde yapılmış olmaları da dikkatimi çekiyor. Gerek nükleer santrallerin yarattığı felaketler gerek ekonomik sıkıntıları olsun, hiçbiri nükleer silahlar kadar korkutucu olamaz herhalde. Ve dünyada o kadar nükleer silah karşıtı yaptırım olmasına rağmen çoğu ülkenin bunu umursamaması ve diğer ülkelerinde buna göz yumması tüm dünyayı yok oluşuna sürükleyebilecek nedenlerden çünkü nükleer silahların, bırakın insanları, doğanın altından kalkamayacağı etkileri var. Bu konuyla alakalı çok ilgimi çeken bir hikâyeye yer verilmiş kitapta, onun hakkında konuşmak isterim. Mordechai Vanunu isimli İsrail asıllı bir teknisyen hakkında bu hikâye. Kendisi İsrail’de Dimona adlı bir nükleer santralde çalışmış. Görev yaptığı hayatı boyunca siyasi fikri çok değişmiş ve bir süre sonra ne olursa olsun barış yanlısı biri olmuş. Bir süre sonra, çalıştığı santralde gizli bir bölümün olduğunu öğrenmiş. Teknik terimlere değinmeyeceğim fakat şöyle korkutucu bir gerçeği görmüş: Dimona reaktörünün altında 200 nükleer savaş başlığı hatta belki de daha fazla yapmaya yetecek kadar malzeme olduğu. Bu kadar silahın bir nükleer soykırıma yol açabileceği korkusuyla fotoğraflarını çekerek İran’dan ayrılmış ve İngiltere’deki gazetelerle iletişime geçmiş. Daha sonra bu fotoğraflar yayınlanmış ve bundan bir süre sonra ABD’nin bundan haberi olduğu ortaya çıkmış. Daha sonra İsrail ajanları tarafından kaçırılmış ve uzun bir süre hapis cezasına çarptırılmış. Şu an hala İsrail’de cezalı, pasaport izni yok. İsrail halkı tarafından vatan haini olarak görülüyor. Bundan sonra bir çok kez barış ödüllerine layık görülmüş kendisi. Açıkcası trajik denebilecek bir durum çünkü sonuçta kendi vatanı İsrail’e ihanet etti. Ama doğruyu söylemek gerekirse konuya öyle bakmak zor. Sonuçta işin ucunda tüm insanlık var, nükleer bir savaş çıksa olacakları tahmin etmek pek zor değil. Tabii bir de konu yine ekonomiye geliyor kitapta da değinildiği gibi. Çünkü savaşlar da pahalıdır. Nükleer teknolojinin geleceği pek umut verici gibi gözükmüyor. YAMAN AYRILIK İnsanlar için olmazsa olmazlardandır sevgi. Bir kilit taşıdır insanlığın yıkılmaz devasa sütunlarında. Kutsal bir sudur kana kana içtiğimiz. Sevmek, sevilmek, sevindirmek yücedir bizim için. Lakin, yere göğe sığdıramadığımız bu kavram mızmız bir çocuk gibidir aynı zamanda. Dediği, istediği yapılmazsa bağırır, çağırır, kızgın bir kor gibi yakar geçer her yeri. Saçar en acı tohumlarını yüreğimizin en verimli bahçelerine. Nasıl ki elinden şekeri alınan bir çocuk saldırganlaşır, kırar, dağıtır her yeri; aynı şekilde ayrılığa maruz kalan sevgi de yakar, mahveder yüreği. Yerimize oturmuş, konser biletleri haftalar öncesinden tükenmiş olan Model grubunun sahneye çıkmasını bekliyorduk. Eğlenmek ve yarına güzel bir anı bırakmak için gitmiştim arkadaşlarımla bu konsere. Bu etkinlik, bizleri stresli ve yoğun öğrencilik hayatımızdan birkaç saatliğine de olsa kurtarıp, deşarj edecekti. Kısa bir süre sonra alkışlarımızla beraber grup sahnede yerini aldı. Şov başlıyordu. En sevdiğim müzik grubu karşımdaydı. Sırayla birbirinden güzel şarkılarını seslendirmeye başladılar: ‘’Kuğunun Ağıtı’’, ‘’Pembe Mezarlık’’, ‘’Değmesin Ellerimiz’’... Sıradaki parçanın beni dertli dertli düşündüreceğini, arkadaşlarım ayakta coşkulu bir şekilde konseri takip ederken benim bir ara oturarak devam etmemi gerektireceğini, heyecanımı, mutluluğumu zedeleyeceğini nereden bilebilirdim ki? ‘Ayrılık, ayrılık, yaman ayrılık...’ demişti sadece Fatma Turgut. Oysa ben bu sözcükleri asıl sahibinden, Ali Selimi’den de dinlemiştim. Barış Manço’dan, Leman Sam’dan da dinlemiştim. Yıllardır bildiğim bir şarkıydı bu parça. Fakat işte o an dokunmuştu bu sözcükler kalbimin bam teline. Bu hissiyatı yaşamamı sağlayan, Fatma Turgut’un muazzam sesi miydi, yoksa konser salonunun eşsiz atmosferi miydi bilemiyorum. Fakat bana soracak olursanız, büyümenin etkisiydi bu. Her geçen gün bir beyaz telin siyahlarımın arasına karışmasındandı bu hissiyat. Olgunlaşıyordum git gide. Ayrılık kavramını kalbimin en derinliklerinde hissetmem bu yüzdendi. Üzülmem, dertlenmem, kalbimi besleyen damarlarda ayrılık zehrinin acısını tatmamın sebebi buydu işte.Ayrılıkla tanışmam çok eskiye dayanıyor aslında. Ben 5-6 yaşlarındayken yazın annemle memlekete giderdik. Babam gelemezdi maalesef. İş, güç işte, bilirsiniz, çalışanların tatilleri öğrenciler kadar uzun olmuyor. Neredeyse 1-1,5 ay ayrı kalırdım babamdan. Telefonda sesim kısılır, boğazım düğümlenir, hiçbir şey söyleyemeyecek olur ve ağlardım babamın sesini duyunca. Babamı çok sevdiğimdendi bu çaresiz hâlim. Hani dedim ya; sevgi, ayrılığa maruz kalırsa parçalar yüreği, diye. Benimki de böyle bir durummuş meğer. Bir diğer ayrılık mevzu da öğrencilik hayatım başlayınca yaşandı. Artık başrolde olan bendim. Esas oğlan okula gidecekti. Bu durum çok can sıkıcıydı. Çünkü doğduğumdan beri her daim yanımda olan annemden ayrılmak demekti bu. Televizyonumdan, çizgi filmlerimden, gündüz uykumdan, evimden ayrılmak demekti bu. Okulun ilk günü ağlamamız, annemizi istememiz ayrılığın sert tokadını yediğimizden dolayıdır işte. Düşe kalka, güle ağlaya fena götürmemiştim ayrılıkla olan hırçın ilişkimi. Ta ki en büyük, en üzücü, en harap edici ayrılıkla tanışana kadar: ÖLÜM. Çok sevdiğim, her zaman üzerime titreyen, yaz tatillerimi şenlendiren, her isteğimi elinden geldiğince yerine getiren, saygıdeğer dedemi kaybetmiştim. Ondan ayrılmış ve kopmuştum artık. Hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir şekilde vurmuştu ayrılık. Hani der ya şair ‘’O bizim kavuşmalarımız mahşere kaldı’’ , işte ölüm öyle zor ve öyle ağır bir ayrılık. Kavuşmanın elimizde olmadığı bir ayrılık . Yaman bir ayrılık. Sonraki yıllarda yine peşimdeydi ayrılık. Hangimiz kurtulabilmişizdir ki ondan. Kimisi vatanından, kimisi evladından ayrıdır. Bana ise bu sefer şehrimden ayrılmak düştü. Doğduğum, büyüdüğüm, denizine ve tarihine âşık olduğum şehre ‘’Hoşça kal’’ demek düştü. Ailemden, arkadaşlarımdan ayrılmak düştü. Fakat, ayrılıkların en büyüğünü yaşayan biri için bu çok zor olmadı. Ayrılıklarla dolu bir hayatta onun beni artık incitemeyeceğini düşünüp, küçümsedim ayrılığı. Ne zaman solistin ağzından o sihirli sözcükler döküldü, ben işte o zaman anladım hüsrana uğradığımı. Meğer ben hep kaybeden taraftaymışım. Hayatın zorla dayattığı ayrılıkları kapalı kapılar ardında saklayıp, içine atan, kara kutusuna gömen kalbimi hep görmezden gelmişim. Hani insanlar ölüme yaklaştıklarında bütün bir hayatları film şeridi gibi geçermiş ya gözlerinin önünden. Benim de bütün ayrılıklarım belirdi bir anda, solist ayrılık diye haykırınca. Ayrı kaldıklarım geldi gözümün önüne. Uzak kaldıklarım, sevdiklerim, sevgisine doyamadıklarım geldi.Harika bir konser bitmişti artık. Yerlerde içecek, yiyecek çöpleri, bir de konser biletleri... Bu Model grubundan ayrıldığımızın işaretiydi. Biz de çıktık salondan, yine bir ayrılık vaktiydi. Evlerimize, yurtlarımıza dağılacaktık. Her sarıldığım arkadaşımda hissettim ayrılığı, bir daha görüşebilcek miyiz acaba diye düşündüm. Eğlenmeye, kafa dağıtmaya gitmiştim konsere. Lakin daha karmaşık bir şekilde dönmüştüm eve. Artık ayrılığı daha çok hissediyordum. Her çıktığım mekân, her kullandığım eşya, her ‘Hoşçakal’ deyişim hatırlatıyordu bana onu. Hatta bu yazıyı noktalamak zorunda olmak bile sizden ayrılmayı getirdi bana. Ne diyebilirim ki? Bu seferki ayrılığıma siz de şahit olmuş oldunuz. BUĞRAHAN ŞEMUN TAŞPINAR Kaynakça : Bir Fırtına Tuttu Bizi Deryaya Kardı, Söz Fatma Çil, Derleyen Yücel Paşmakçı, 1978, Şarkı. Joy Turk Akustik Konseri, Model, 2013, İstanbul Bilgi Üniversitesi, İstanbul. ( http://i.ytimg.com/vi/sBLHI_qWVtc/maxresdefault.jpg ) Ayrılık Temalı Resim, Resimist. ( http://www.resimistan.com/wp-content/uploads/2015/06/ayrilik-resimleri-8.jpg ) HAYATI PAYLAŞANDIR DOST Doğduğumuz andan itibaren çevremizde insanların olduğunu görmek belki de insanoğlunun yalnız olmadığının en büyük kanıtıdır. O kadar ki hayata gözlerimizi açış aşaması bile başkalarının yardımı ile gerçekleşiyor. Hayata gözlerimizi açtığımız andan itibaren yalnızlığımızın başlangıcı olmaması belki de bize gönderilen işaret niteliğindedir. Peki ya yalnız olmamızı engelleyen, yanımızda var olan insanlar kimdir? Bizimle hayatı paylaşan insanlara bakalım şimdi bir de. İlk olarak ailemizle tanışırız. Onlar bizim için her şey olurlar. Ne de olsa hayatta her şeyi ilk onlardan öğreniriz. Daha sonra yavaş yavaş genişlemeye başlar çevremiz. Yeni yeni insanlarla tanışırız. Fark etmesek de bir süre sonra onları yeni tanıştığımız insanlar statüsünden arkadaş statüsüne taşırız. Fark ediyor musun hepsi kademe kademe ilerliyor. Bir bebeğin adım adım yürümeyi öğrenmesi gibi adeta. Daha sonra karşımıza arkadaşlık durumundaki farklılıklar ortaya çıkıyor. Kimileri daha yakın daha içten bizden biri görünürken kimleri ise biraz daha mesafeli geliyor. Ve işte hayatımızın kahramanları bu süreçte ortaya çıkıyor. Dostlar arkadaştan bir adım öte, aileden bir adım geride olan insanlar. Yalnızlık; bir sahnede tek kişilik dev kadro gibi sadece öz olandır ve hayatı yalnız bir başına yaşamak kimi zaman insanı daha huzurlu hissettirir. Peki ya yalnızlığı paylaşmak? Bu mucizevi olayı hayata geçirmek? Birine güvenip dev kadroyu bozma pahasına yapılan hareket ve sadece birisi için. Kulağa biraz mantıksız gelse de dostluğun ne denli başka olduğunu biraz daha anlatıyor bize. Dostluk öyle bir kavram ki anlatılmaz yaşanır tanımına en uygun olanıdır. Düşünün saat gece sularında dolaşıyor. Bir başınıza oturuyorsunuz yatağınızda, yalnızlığı hissediyorsunuz iliklerinize kadar. Kötü bir olay yaşamışsınız ve yanınız da bir tek gözyaşlarınız var. Ağzınızdan kelimeler fışkırmak, adeta isyan edercesine kaçmak istiyor. Bağırmak istiyorsunuz delice. Hatta girişimde bile bulunuyorsunuz; ama nafile. Olmuyor çünkü yine kendi sesinizi duyuyor acınıza acı ekliyorsunuz. Sonra o zifiri karanlığın ortasında bakıyorsunuz telefon rehberine, o rehberden birinin size ışık tutmasını ellerini uzatmasını sizi bu zifiri karanlıktan çekip kurtarmasını istiyorsunuz. Sonra çeviriyorsunuz numarayı. Telefonun ucundan gelecek ses için beklerken, dakikalar size yıllar gibi geliyor. Ve nihayet mutlu son. Daha sesini duymak yetiyor yanında hissetmek için telefonun diğer ucundakini. Çağırıyorsunuz hiç tereddüt etmeden toparlanıp geliyor o da. Ve sonra siz anlatıyorsunuz o dinliyor. Siz ağlıyorsunuz o ağlıyor ve nihayetinde beraber toparlanıyorsunuz ve yüzünüzde hafif buruk da olsa tebessümler beliriyor. Sorun şu ki bu sadece hayattan alınan minik bir kesit. Bu ve buna benzer o kadar çok örnek türetilebilir ki. Fakat bir gerçek var ki yaşınız kaç olursa olsun hep aynı desteğe ihtiyaç duyacaksınız. Bu konuda küçüktük o zamanlar kendi başımıza bir iş yapamıyorduk diyemeyeceksiniz; çünkü hep birine ihtiyaç duyacaksınız. Ve bu esnada dost sizin vazgeçilmeniziniz olacak. Yalanın dolanın olmadığı güven çerçevesi sınırlarında huzurlu ve güzel bir arkadaşlığın adıdır dostluk. Böyle bir resimde dostluğu görebiliyoruz. Bu yaşlı iki insan belki çocukluklarını biliyorlar birbirlerinin. Belki sonradan dost oldular, paylaştılar dertlerini. Ama öyle alışmışlar ki birbirlerine, öyle keyifli oturuyorlar ki. Bir şeyler konuşmanın paylaşmanın hazını yaşıyorlar. Birbirlerine duydukları güvenle ne kadar rahat hissediyorlar kendilerini. İşte gerçek dostların yanında insan böyle rahat hisseder kendini. Ne zaman başı sıkışsa dostunu yanında bulacağına emindir. Hem de hiç karşılık beklemeden. Arkadaşlık, belli bir zamanla sınırlı olan, herkesle kurulabilen yüzeysel bir ilişkidir. Herkesle arkadaş olabilirsiniz ama dost olamazsınız. Dostluk emek ister, zaman ister, kolayına elde edilemez. Kazanılınca da sonsuza dek, devam eder, kolayına bozulmaz. Gerçek sağlam dostları, dostlukları bulmanız dileğiyle… Kuvvetli Bir Rüzgâr “çamaşırları kurutan rüzgardır, güneş değil” diye başlıyor İlhami Algör kitabına. Nereden buldum bu yazarı, nereden girdi kanıma? Cevap veriyor iç sesim: çünkü “Böyle buyurdu Müzeyyen”. Müzeyyen, benim “Şık Latife”den sonra tanıdığım fakat onunla aynı yerde durup hayatımda yerini alan bir karakter. İlhami Algör’ün “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” adlı kitabından uyarlanmış aynı adlı filmde tanıdım Müzeyyen’i. Aradığım edebiyat kişisini bulmuş olmak ihtimalinin heyecanıyla kitabını okuduğumda ise, Müzeyyen’de sevdiğim şeyin Müzeyyen’in kendisi değil, ona aşık olan karakterin Müzeyyen’i anlatışını sevdiğimi anladım. İlhami Algör’ü araştırışım, dilini sevişim böyle başladı işte. “İkircikli Biricik” kitabının adını duyar duymaz kanım ısınmıştı zaten, bir de kitabın kapağını açıp “Aylak Adam”ın biraz daha hızlı düşünen bir versiyonuyla karşı karşıya gelince elimden düşüremedim kitabı. “Aylak Adam” kitabında Yusuf Atılgan’ın izlediği anlatım metodu nedir bilmiyorum ama insana “C yaşasın ve yaşarken konuşsun, ben okurum” dedirtir. İşte aynı o duyguyu hissettirdi İlhami Algör bana. Yine isimsiz bir kahraman sanki ne düşünürse biz görür duyarmışız gibi, bütün içtenliği ve bütün insanlığıyla karşımıza çıkıyordu. O konuştukça benim kafamda soru işaretleri beliriyordu, o konuştukça ben daha çok düşünmeye başlıyordum; zaten çamaşırları kurutan da rüzgârdı, güneş değil, e hadi dedim kapılıp gidelim rüzgâra, neyi düşündürürse artık... “Başka türlü düşünürsem hayatım değişir mi acaba?” veya “Hayatım değişirse başka türlü düşünür müydüm?” diye soruyor kendine karakter. Tuttum soruyu kendime çevirdim, değişir miydi acaba? Fark ettim ki ikisini de denemişim şu 18 senecik ömrümde; yani iki deney sığdırmış, sonuçlarını hiç değerlendirmemişim. Hadi dedim, madem çamaşırları rüzgar kurutur, düşün ne oldu sonuçları. Başka türlü düşünmeyi denemişliğim bütün değer yargılarımın yıkılması sonrasına rast gelir, her şeyi her olguyu baştan değerlendirmiş, doğru mu yanlış mı karar vermeye çalışmıştım. Kitapta dediği gibi “Allah, Hızır ve Odin beni mutlak fikir sahibi olmaktan korusun” ilkesine dayandım en sonunda. Her şeye “olabilir” gözüyle bakmaya başladım; bir şey beyaz olabilirdi, siyah olabilirdi ama gri de olabilirdi. Hayatımı grinin üstüne oturtayım dedim. Peki değişti mi hayatım? Çevremdeki insanlar değişti, bana bakış açıları değişti ama hayatım değişti mi? Tökezledim burada, hayat neydi emin olamadım; diğer soruya geçtim. Hayatım değişirse... “Yeni bir hayat kurmak... Nasıl oluyordu? Önce fikir mi geliyordu? Yoksa bir tesadüf sizi fikrin önüne mi getiriyordu? ........ Önceki hayatınız artık ‘eski’ mi oluyordu? Eski olanın hükmü kalmıyor muydu? O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?” Bu sorularla eşlik etti kahraman bana. Evet, yeni bir hayat da kurmuştum, hatta bunu iki defa yapmıştım. “ Yaşadığı yeri terk etme arzusundaki insan mutsuz insandır” der Milan Kundera; mutsuzdum, terk ettim ve yeni bir yaşam kurdum kendime. “Yeni bir hayat için mutlaka kuvvetli bir rüzgar mı gerekiyordu?” diye sordu kahraman, evet dedim. İki rüzgâr yakaladım hayatımda ve onlara tutunup gittim. Bu sefer hem çevremdeki insanlar değişti, hem çevrem; ama bir şey daha vardı değişen. Bir şey daha vardı ve asıl değişimi, asıl “yeni hayat” fikrini o getiriyordu. “Başka türlü düşünmek”ti bu. İyi de hangisi önce gelmişti, “yeni hayat” mı, “başka türlü düşünmek” mi? Sonra cevabı buldum: “yeni bir hayat” ihtimalinin belirdiği o boşluk anında “başka türlü düşünmek” başlıyordu. Yeni hayatımı o başka düşüncelerle kafamda bir taslağa oturtuyor, vakti gelince yaşamaya başlıyordum. Yeni bir hayat oluşturmak ve başka türlü düşünmek arasındaki o belirsiz boşluğu seviyorum. Kitapta da “Belirsizlik vaadkâr bir aralıktır, bazı insanlar o aralıkta yaşamayı sever. Böylece kendilerini oyalar, oluşlarını ertelerler. Kendini kandırmak da insani bir hal’dir.” diyor zaten, haklı. Biz, kitaptaki karakterle beraber, belirsizliği seçtik; oluşumuzu ertelemeyi. “Yeni bir hayat” kurmadık, “Başka türlü düşünmeye” başlamadık; kendi belirsizliğimizde yaşayıp çamaşırların güneşle kuruduğunu düşünmekten daha güzel ne vardı ki? Sidal Gökalp 21501333 Kaynak: Kundera, Milan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, 2015 İstanbul, Can Yayınları Algör, İlhami Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, 2014 İstanbul, İletişim Yayınları Algör, İlhami İkircikli Biricik,2015 İstanbul, İletişim Yayınları Alaturka Tarafından Çok Yanlış Anlaşılan Alafranga / Tuğra Pulatoğlu Batılılaşmak fikrinin pozitif bir yeri vardı bizim kültürümüzde uzunca bir süre. Batılılaşmak bir adım önde olmak ve gelişmek demekti. Bugün baktığımızdaysa “Batının ahlaksızlığı” fikri ön planda. Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey İle Rakım Efendi kitabında da aynı karşılaştırmayı görebiliyoruz. Felatun Bey batılılaşma özentisi olan bir kişi. Hayatını da bu standartlara göre yaşamaya çalışıyor. Rakım Efendi ise, alaturka. Felatun Bey zengin bir ailede doğan tüm imkanları elinde bulunan dolayısıyla bunları da zevk-ü sefa için harcamaktan gocunmayan, batı standartlarına göre yaşamayı sürekli alışveriş yapmak zanneden ve bu ögeyi para harcayarak arayan bir kişi. Rakım Efendi ise, tam tersi fakir bir ailede doğan ama kendisini çalışkanlığıyla yetiştirebilmiş, ileri derecede Fransızca öğrenmiş, tutumlu biri. Bu iki zıt tiplemeyle yaptığı karşılaştırmada Mithat Efendi batılılaşmayı asla yermemiş, aksine batılılaşmayı yanlış anlayanları yermiştir. Vermek istediği mesaj net ve günümüzde de geçerli. Batılılaşmayı nasıl algıladığın önemli. Ahlakını mı yoksa ahlaksızlığını mı alacağın sana kalmış diyor bir nevi. O zaman ya faydalanır ya da zararını görürsün. Gözümüzü kapatıp bugünün Türkiye’sini ve bugünün insanlarını düşündüğümüzde, ülkemizde ne kadar çok Felatun Bey olduğunu görebilirsiniz. Batılılaşmayı, modernleşmeyi, bir adım ileride olmayı, marka giymek, Starbucks’a gitmek, lüks cep telefonları almak olduğunu zannedenler ile eline Iphone cep telefonu yerine klasiklerden bir kitap alan, günde dokuz saat laptop başında oturmak yerine, gezip gören veya araştıran insanları karşılaştırdığımızda, kitaptaki Felatun ile Rakım’ın karşılaştırmasının aynısının olduğunu anlayacağız. Çoğunluk Felatun Bey gibileri. Rakım Efendiler azınlıkta maalesef. Belki bu yüzdendir onca markanın Türkiye’de açılmasına ve onca modernize çalışmalara rağmen ülkenin bir gıdım ileri gidemeyişi. Burada özeleştiri de yapmak gerekiyor. Bizler de aynı şekilde yetiştirildik, çevremizden de aynılarını gördük. Nike ayakkabı giymek Batıya çeyrek kalmaktı. Son model telefonu almak en modern olmaktı. Şöyle düşünelim ki, sınıfın çalışkanına “inek” diyen bir milletiz. Kafasını telefondan kaldırmayan “yaşayan zombiler”e laf edeni henüz duymadık. Peki her şeyin sonunda ileride olan kim olacak? Evet, kitabın da sonunda olduğu gibi, Rakım Efendi ve onun gibiler olacak. Birkaç sene önce bir haberde izlemiştim, dağın başında koyun güden bir çobanken kitaplar alıyor ÖSS’ye giriyor ve tıbbı kazanıyor. Her şeye sahip olanlar ne yapıyor? Özel üniversitelerde ite kaka zoraki o bölümü bitirmeye uğraşıyorlar. Burada aslında kıymet bilmek kavramı da çok önemli. Elindeyken kıymetini bilmediğin şeyi, hiçbir zaman elinde olmamış kişi çok daha iyi biliyor. Dünyanın kanunu gibi. Yine de genellememek gerekir. İstisnalar kaideyi bozamıyor ama bu örnekleri çürütecek kişiler de var muhakkak. Paranın sağladığı imkanlarla bomboş bir hayat geçirmek mi tercih edilir yoksa yokluk içinde kendini geliştirerek iyi yerlere tırnaklarıyla ve emeğiyle gelinebilmiş bir hayat mı? Diye soranız eminim ki çoğunluk ilkini tercih edecek. Kitapta olmayan teknoloji günümüzde var. O zamanın uyuşturucusu olan, “sınıf” ve “üst sınıfa ait olma çabası” bugün televizyon ve moda olarak karşımıza çıkmış durumda. Televizyonda dizilerle öğretilen ve tüm benliği uyuşturan mükemmel bir fikir aşılanıyor “alt sınıfa”. Dolayısıyla bugün fakir olmak çok çabalayıp okumak değil. Piyango oynayıp büyük paralar kazanmak ya da zengin birini bulup hayatını değiştirmek. Tüm hayaller bunlar üzerine kurulu. Cebinde üç kuruşu olmayanlar bile borca girip Iphone alıyorsa Ahmet Mithat Efendi’nin algısı bugün tamamen yanlış demektir. Ah o eskiler diye iç çeker yaşlılarımız. Eski bayramlar, eski aşklar… Eski insanlar ve eski düşüncelere de ah çekmek gerekiyor artık. At gözlüğünü çıkartıp baktığımızda gördüğümüz tablo içler acısı. Daha da acısı değiştirilemeyecek bir kader, kurtulunamayacak bir karadelik gibi içine çekiyor herkesi. Zaten bu konumda olmasak, ödevle kitap okutturulmaya çalışılır mıydı bizlere? Kendimizi geliştirebilmek için sürekli kitap okuyan kişiler olsaydık bunlara gerek kalır mıydı? Tablo tam karşımızda. Aynada… Cesaret ve Arkadaşlık Üzerine bir Yolculuk/Ege Berkay Gülcan Macera hikayelerini sever misiniz? Kalplere umutsuzluk salan kötülerin olduğu hikayeler. Ya da her kelimesi mutluluk yaratan, yüreklerde cesaret ateşi yakan iyilerin olduğu hikayeler. Eğer seviyorsanız yaşamboyu sürecek bir maceraya hoşgeldiniz. Yüzüklerin Efendisi’nin bitmeyen hikayesine... Nasıl başlasam bilemiyorum. Yüzüklerin Efendisi hakkında konuştuğum zaman kalbim daha hızlı çarpıyor, bütün vücudumu heyecan sarıyor. Denesem dünyayı kaldırabileceğimi hissettiren bir cesaret sarıyor tüm vücudumu. Dünyadan haberi olmayan bir çocuk kadar mutlu, bir şovalye kadar asil, yılların yaşlandıramadığı bir ermiş kadar bilge hissediyorum kendimi. Bir arayışı simgeliyor bu macera benim için. Umut için, cesaret için, gerçek dostluklar için, olgunlaşıp gerçek beni bulmak için bir arayış. Bilinmeyenin içine girip yeni maceralar yaşatan sonsuz dalları olan bir ağaç sanki ... Bilinmezlik... Bir insan için en büyük korkudur değil mi? Daha önce görmediğin, duymadığın bir şey. İçinde en büyük kötülükleri ama en büyük iyileri de saklayan bir boşluk. Korkardım önceleri bu karanlığa adım atmaya. Napardım ki orda? Hakkında hiçbir bilgi taşımadığım, ordayken ne yapacağımı bilmediğim bir yer. Fakat Yüzüklerin Efendisi bana bu gerekli adımı atmak için gerekli cesareti kazandırdı. Yavaş ama kararlı adımlarla tanımayı öğretti bu toprakları. Bu yolun çok zor olduğunu, acı ve ter ile geçildiğini ama tüm bu zorlukların ucunda en büyük başarıların, en güzel sonuçların olduğunu gösterdi bana. Yeter ki yalnız yaşama bu macerayı. Arkadaşlık nedir sizce? Çoğu insan bildiğini sanır. Ne var ki ona en çok ihtiyacı olduğunda yakınında bile olmazlar bu insanlar. Yüzüklerin Efendisi bana “Arkadaşlık” kelimesinin asıl anlamını gösteren bir öğretmendir. Umutsuzluğun kollarına seninle beraber atılmaya hazır, en kara günde bile daima yanında olan, onun için en büyük fedakarlıkları yaptığın insan olduğunu öğretti bu bilge bana. Arkadaşlığın, onları korumak için bazen yalnızlığı seçmen gereken, tüm olasılıklar tersini söylesede onların arkasında durmanı isteyen, kavgasında yanında olduğun, mutluluğunu beraber paylaştığın bir kavram olduğunu anlattı bu hikaye bana. Sadakati öğretti bu büyük öğretmen bana. Ucu karanlık olan bir yolda dostlarının, yoldaşlarının yanında olmayı, onlarla beraber zorluklarla savaşmayı öğretti bana. Asla yılmadan mücadeleyi, sevdiklerinin daima yanında olmayı gösterdi bana. İnandığın şeyler uğruna savaşmayı, sana dur diyen her şeyin yüzüne korkusuzca bakıp, yenilgi kesin olsa bile cesareti ve umudu bulup mücadele etmeyi öğretti. İmkansızın yanılgı olduğunu, inanırsan her şeyin başarabiliceğini fısıldadı kulağıma ezgisiyle. O ezgi ki müzikler içinde kulağa en güzel gelenlerden biri... Bir müzik Yüzüklerin Efendisi! Bir senfoni orkestrası! Macera devam ettikçe daha da yükselen, coşkusu artan, içinde yatan yüceliği uyandıran bir müzik. Dinlemeye çocuk olarak başladığın, içinde acıyı, mutsuzluğu, umutsuzluğu tadarak olgunlaştığın, sonunda umudu, gerçek mutluluğu ve huzuru bulduğun, büyümüş olarak çıktığın bir şarkı. Kalbinin derinliklerinde yatan gerçek seni uyandıran, seni ayağa kaldırıp her şeyin ve herkesin karşısında dimdik durabilmeni sağlayan, güç veren bir ezgi... Bu ezgi ki sizi Shire tepelerinden, Sisli Dağlar’a, Ayrık Vadi’den Lothlorien’de Caras Galadhon’a, Rohan’da Edoras’tan, Gondor’un mücevheri beyaz şehir Minas Tirith’e taşıyan bir ezgi. Shire tütününün lezzetini, Moria Madenleri’ndeki taşların kokusunu, Mallorn ağaçlarının altın yapraklarının ipeksi hissini tek seferde tattıracak bir şarkı bu. Daha basitçe anlatmak gerekirse üzerinde hayatı anlatan tabelalar olan ucu bucağı olmayan bir yol Yüzüklerin Efendisi. Yürüdükçe büyüdüğünüz, kendinizi tanıdığınız, hayatı öğrendiğiniz, asla bitmeyecek bir yol. Sizi kollarıyla saracak, bir parçası olacağınız bir macera. Tek yapmanız gereken gözlerinizi kapamak ve adım atmak. Kaya 1 Arzu Kaya 21200479 TURK101-07 23.12.2014 (SERBEST 3) AYNI YILDIZIN ALTINDA New York Times en çok satan kitaplar listesindeki kitaplara önyargılı olmama rağmen adını arkadaşlarımdan sıklıkla duyup merak edip okuduğum romandır Aynı Yıldızın Altında. Okuduktan bir süre sonra sinema filminin çıktığını duymak beni hem meraklandırmış hem de heyecanlandırmıştı; çünkü beğendiğim bir kitabın filmini izlemek ayrı bir mutluluk veriyor bana; fakat aynı zamanda genellikle sinema filmlerinde romanı kısaltarak işledikleri için bu filmde de aynı durum söz konusu olmuş mudur diye merakla karışık bir kaygı duydum. Filmi izleyince bu kaygımın yersiz olmadığını anladım; film kitaba göre oldukça kısaltılmıştı. Hatta bana göre çok önemli olan ayrıntıları filmde göremeyince biraz hayal kırıklığı hissettim. Bunun dışında, romandaki duyguların oldukça etkileyici bir şekilde aktarılması, filmi beğenmemi sağladı. Filmin, izlerken duygulandıran; izledikten sonra da insanın hayatı sorgulamasına neden olan konusu sıradan gibi görünse de izledikten sonra bir süre etkisinden çıkmanın zor olduğu, başarılı bir eser olmuş diyebilirim gönül rahatlığıyla. Filmin ana karakteri küçük yaştan beri kanser hastası olan Hazel Grace. Kanser olduğu için hayatını sağlıklı insanlar kadar hareketli yaşayamayan Hazel’ın hayatı, ailesinin zoruyla gittiği kanser hastalarının bulunduğu terapi topluluğuna katılması ile az da olsa değişir; fakat isteyerek gitmediği için onun için eğlenceli gelmemektedir terapi topluluğu. Bir gün toplululukta, gruba yeni katılan Augustus ile tanışır ve Augustus, Hazel’ın kansere karşı umutsuz bakışını az da olsa değiştirir ve onu adeta tekrar hayata bağlar. Birlikte oldukça keyifli zaman geçirirler. Hazel’ın en sevdiği roman yarıda bittiği için romanın sonunu Kaya 2 öğrenmek onun için oldukça önemlidir. Hazel bunu öğrenmeyi daha önce denemesine rağmen olumlu bir sonuca ulaşamamış; fakat Augustus sonucu öğrenemese de en azından yazarla irtibata geçebilmiştir. Augustus, fedakarlık yaparak kanser hastaları için tanınan bir tane dilek hakkını Amsterdam’a gidip yazarla görüşmek için kullanır. Yazar onların tüm çabalarına rağmen romanın sonunu söylemez ve hayal kırıklığı içinde evlerine dönerler. Ne yazık ki film, Augustus’un ölümüyle sonlanır. Filmin, fedakarlık, sevgi gibi temalar üzerine kurulmuş olması beni oldukça etkiledi. Hazel’ın mutlu bir şekilde sonlanmayacağı bilinen bir yola rağmen, ailesinin de desteğiyle hayata tutunması için gereken enerjiyi toplaması büyük bir fedakarlık örneği teşkil ediyor. Filmi izlerken kurgu olmasına rağmen kendimi o ailenin içnde, onlardan biri gibi hissettim. Filmdeki ayrıntılar ister istemez dikkatimi çekti. Örneğin Augustus’un sigarayı yakmadan ağzında tutması çok yerinde düşünülmüş bir metafor olmuş bence; çünkü orada verilmek istenen mesaj, bir şeylerin insana zarar verip vermeyeceği o insanın kontrolü altında olabilmesidir benim anladığım kadarıyla. Diğer bir fedakarlık örneği ise Augustus’un Hazel için tek dilek hakkını kullanmasıydı. Yine orada da izleyiciyi yorum yapmaya iten bir durum var bence, en azından beni düşündürdü. Sağlıklı insanlara göre daha kısa bir hayatı olacağını bilmesine rağmen ne isterse yerine getirilecek dilek hakkını sevdiği insan için kullanması onun için elinden geldiğince fedakarlık yapması, gerçek hayatta insanlar birbirine karşı bu basit gibi görünen fedakarlığı bile yapabilecek kadar samimi mi sorusunu sormama neden oldu kendi kendime. Vardığım sonuç beni üzecek bir yere çıktı, ne yazık ki insanlar gerçek hayatta bu kadar fedakar olamıyor. Film, alışılagelmiş dram- romatik türündeki filmlerden çok farklı olmasa da duyguların izleyiciye aktarılması ve oyuncuların seçimi açısından oldukça başarılı olmuş. Kitabını okuduğum için filmin sonunu biliyordum; fakat filmde bu kadar etkileyici olarak yansıtılacağını tahmin etmemiştim. Bu noktada da ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi bir Kaya 3 kez daha fark etmiş oluyorsunuz ve yaşamın ve sevdiklerinizin ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz. Aynı Yıldızın Altında, sevdiklerimize karşı bazen göz ardı ettiğimiz; fakat olmasa daha iyi olacak hatalarımızı sorgulamamızı ve izledikten sonra onlara karşı tutumuzu iyileştirecek, yaşamın basit şeylere değmeyeceğini anlayacağımız, duygusal açıdan oldukça yoğun bir film. İzleyicinin olaylara bakış açısını değiştireceği ve onlara ilişkilerinde olumlu bir şeyler katacak bir film. SAKİN OLMAK GEREKİR BAZEN İnsanoğlu doğduğu andan itibaren kendisini bir yarışın içerisinde bulur. Modern hayat ile birlikte fark etmeden girdiği bu yarış insanoğlunun yakasını ölünceye dek bırakmayacaktır. Belli bir yaştan sonra da insan, kendini sorumluluk adı altında bir yerden bir yere durmadan koşarken bulur. Sakinliğini bir an bile olsun koruyamayan insanoğlu yorulduğunu er ya da geç fark edecektir. O anda ise kendisini hayatın içerisinde bir boşlukta bulacak ve kendisini tanıyamayacaktır. Kendisine hiç vakit ayırmadığını fark ettiğinde ise artık çok geç kalmıştır. Mesela -yirmi yaş ne ki diye düşünebilirsiniz ama- ben daha yirmi yaşımda olmama rağmen okullar, kurslar derken nasıl bu yaşa geldiğimi anlayamadım bile. Kendimi o kadar kaptırmışım ki hayatın bu akışına, çocukluğumun bittiğini yeni yeni idrak ediyorum. William Schmid buna Sakin Olmak adlı kitabında öyle güzel bir benzetmeyle değinmiş ki... Gündelik hayattan bahsetmiş; yani yeni bir güne uyandığımızda, o günkü rutin işlerimizi yaparak günü tamamladığımızda ve gün bittiğinde günün nasıl bittiğini anlamayız bile. Ki eğer, o gün kendimize zaman ayırmadıysak sanki boşa geçmiş bir gün oluverir. Yaşam da aynen böyle aslında, kendimizi o akışa bırakırken küçük molalar vermeliyiz. Hatta William Schmid' e göre, ellili yaşlardaki insanların bunalıma girmeleri ya da kendilerini şimdiye kadar nasıl bir hayat geçirdiklerine dair sorgulamaları da bu yüzdendir. Yani ölüme yaklaştıkça o ana kadar güzel bir hayat yaşayıp yaşamadıklarını sorgularlar sürekli. Kendimize sürekli yeni hedefler belirlediğimiz bu dünyada sakinliğimizi korumadan verdiğimiz kararlardan dolayı çok yıpranırız. Sadece belirlediğimiz hedeflere ulaşma odaklı yaşadığımız bu dünyada belli bir noktadan sonra, mutsuz olduğumuzu fark ederiz. Bunun tek sebebi modern dünyanın bizlere yüklediği hırstır. Hedeflerimizin olması kötü bir şey değil aksine bizleri hayata bağlayan, hayatı daha da yaşanabilir kılan zincirler bütünüdür. Fakat buradaki önemli nokta hedeflerimizin ne olduğu ve bunlara nasıl karar verdiğimizdir. Modern hayatın bizlere yüklediği hırs yüzünden sükûnetimizi kaybedip olur olmadık bütün hedeflere saldırır hale geldik. Aynı zamanda hedeflere ulaşma yolunda gösterdiğimiz gayret eğer ki yanlış bir hedefin peşinden gidiyorsak bizleri son derece kötü bir şekilde yıpratır. Yapmamız gereken ise kendi içimizdeki sese kulak vermektir. Modern hayatın içerisindeki girdapta kendimizi yokluğa sürüklememek için sakinliğimizi korumalıyız. Sakince içimizdeki sesi dinleyip nereye gitmemiz gerektiğine öyle karar vermeliyiz. Bir yarış halinde, koşarcasına bir hedeften diğerine kilitlenmek etrafımızda olup bitenin farkına varmamıza engel olur. Bu da bir noktadan sonra etrafımıza karşı kendimizi yabancı hissetmemize neden olur. Benim ilkokuldayken bir arkadaşım vardı, gerçekten çok başarılıydı ve başarı üstüne başarı elde ediyordu. Şimdi onunla aynı üniversitedeyiz ve gördüğüm kadarıyla pek arkadaşı yok, genelde yalnız zaman geçiriyor. Başarılı insanlar yalnız kalırlar gibi bir genelleme asla yapmıyorum ama bu arkadaşım gibi amacı sadece aklına koyduğu hedeflere ulaşmak olan ve gözü başka bir şey görmeyen insanlar bu şekilde yalnız kalabiliyor. Sonuç olarak da, mutsuz oluyorlar. Esasında hedefimize giden yolda da yine kendimize küçük molalar vermeliyiz ki hedefe odaklanırken gözlerimiz kör olmasın, hayatın diğer yönlerini de görelim, yaşayalım. Örneğin okula giden küçük bir çocuk olduğumuzu hayal edelim. O yaşlarda top oynayıp, sokaklarda koşup bunların yanında yeni arkadaşlıklar edinmemiz gerekirken bizlere yüklenen sorumluluklar yüzünden kendimizi bir maratonun içerisinde buluruz. Daha çocuk yaşlarda bile kendimizi tanıma fırsatını elde edemeyiz. Ve hatta daha o yaşlarda hedeflerimizi bizim yerimize başkaları belirler. Bizlere, o yaşlarda aktarılan tek şey ise hedefe ulaşma kaygısıdır. Hedeflerimizi, başkaları bizim yerimize belirlediği için kendi hedeflerimizi belirlemenin ne kadar önemli bir şey olduğunu öğrenemeyiz. Böyle yetişen bir çocuğun ileriki hayatında hırsından dolayı her yere saldırması gayet doğaldır. Ufak bir başarısızlık yaşadığında hemen umutsuzluğa kapılıp ne yapacağını şaşırır, eli ayağı birbirine dolaşır. Çünkü tek amacı ona öğretilen hedefe bir an önce ulaşmaktır. Kendinde ufak bir yavaşlama sezdiği an paniğe kapılır, daha büyük bir hırsla yoluna devam etmeye çalışır. Artık onun için hiçbir şeyin önemi kalmamıştır çünkü hedefe ulaşamayabilirim korkusu dört bir yanını sarmıştır. Her şey önemini yitirmiş, gözü sadece uzaklarda bir yerlerde olan hedefi görebiliyordur. Bu şekilde yaşanan bir hayat eninde sonunda mutsuzlukla ve pişmanlıkla sonuçlanacaktır. Bizlere her gün yüklenen sorumlulukların ne kadarını gerçekten taşımak istediğimizi kendimize sormalıyız. Hedeflerimizi başkaları mı yoksa kendimiz mi belirliyoruz her defasında gözden geçirmeliyiz. Hayatı, durmadan koşan bir yarışçı edasıyla yaşamaktansa bazı noktalarda küçük molalar vermeliyiz. Bu molalarda kendimizi dinlemeli, sakinliğimizi koruyarak etrafımızda olup bitenlere göz atmalıyız. Bu sayede hayatı daha rahat anlamlandırıp kendi yolumuzu bizzat kendimiz şekillendirebiliriz. Zeynep Bilgenur Doğan TURK102-15 21401307 Burak Sibirlioğlu Kayıtsız Kuklalar Uzun zamandır hayatın anlamını sorguluyorum ve aslına bakılırsa herhangi bir sonuca ulaştığımı düşünmüyorum. Zaten bu arayışa başlarken de bulabileceğimi düşünmüyordum. Ancak geçenlerde okuduğum bir roman bana hayatın anlamı yerine hayatı yaşanabilir kılmayı öğretti sanırım. Bahsettiğim kitap Milan Kundera’nın Kayıtsızlık Şenliği adlı kitabından başkası değil. Kitap ilk bakışta dört arkadaşın Prag’da geçen öyküsünü ve hazırlamaya çalıştıkları kukla gösterisini anlatıyor. Gösterinin başrolünü Stalin’e veren gençlerin, buradan yola çıkarak kendi hayatlarını değiştirmeleri dikkat çekiyor. Romana başlarken konuyla ilgili bir fikrim yoktu diyebilirim. Yalnızca uzun zamandır içinde bulunduğum mutsuz ve umutsuz hâl yüzünden bu kitabı seçtim sanırım. Belki de başlıktan yola çıkarak kayıtsız olmanın bir yolunu bulma umuduyla kitaba başlamış olabilirim. Kitabı okudukça daha fazla umutsuzluğa kapıldım diyebilirim. İlk olarak karakterlerin yaşamı beni etkiledi diyebilirim çünkü işgal altındaki bir kentte tam anlamıyla hayata tutunma mücadelesi veriyordular. İtiraf ediyorum bu noktada kendime birazcık kızdım, çünkü kendi hayatımla onları karşılaştırınca mutsuz olmaya hakkım yokmuş gibi geldi. Belki de pek çok kişinin benim yerime yaşamak isteyeceği bir hayattan bir parça bile haz almamak benim sorunumdu. Bunları düşünürken kukla gösterisi başlamıştı bile. Gösteri boyunca dikkatimi çeken tek şey aslında kukla kelimesi olmuştu. Düşününce hepimizin basit kuklalar olduğunu anlamıştım. Hepimiz bizim için çizilen sınırlar ve kalıplar içerisinde mutlu yaşıyormuş gibi görünmek zorundaydık ve benim gibi mutsuzluğu seçenlerin akıbeti sistemin dışına atılmak olacaktı. Bu düşünceler içerisinde kukla gösterisinin sonu geldi. Bu kısım beni romanda en çok etkileyen kısım oldu sanırım. Kukla Stalin her şeyi değiştirmek için üst bir irade olarak kendini görüp dünyayı düzene sokmak isterken, roman kahramanlarımız hiçbir şeyin Burak Sibirlioğlu düzelmeyeceğine dair sağlam bir inanç taşıyordular. İşte tam bu noktada kendimi sorgulamaya başladım. Aslına bakılırsa ben de hayatın berbatlığı konusunda sağlam bir irade sahibiydim. Bu durumu düzeltmeye çalışmak yerine yalnızca hayata lanet ediyordum. Bu açıdan bakınca açıkça mücadele etmeli hayatımı düzene sokmak için çaba harcamalıydım. Ancak harcadığım çaba beni hayatın anlamından uzaklaştırmayacak mıydı? Her fırsatta kaçıp kurtulmak istediğim bu hayat kafesine beni daha fazla bağlamayacak mıydı? Bilemiyorum, ne kadar düşünürsem düşüneyim sanırım bir sonuca ulaşamayacağım ve itiraf etmeliyim ki deneyip görecek kadar da ne cesaretim ne de gücüm kaldı. Kafam allak bullak şekilde romanın sonuna ulaştım ve her şey bir anda çözüldü diyebilirim. Roman bana hayatın şifresini vermişti aslında, her şeyin anahtarı kayıtsızlık. "Kayıtsızlık, dostum, var oluşun özüdür. Her zaman ve her yerde bizimledir. Soluyun dostum, etrafımızı saran bu kayıtsızlığı soluyun, bilgeliğin anahtarı o, gamsızlığın anahtarı o…”(s.102) İşte bu cümleden yaşamak zorunda olduğum hayatı tekrar değerlendirdim. Madem yaşamak zorundayım ve madem yaptığım ve yaşadığım şeyden zevk almıyorum, öyleyse yaşarmış gibi yapacaktım. Olmuş veya olacak olan pek çok şeye gözümü kapatıp her şeyi kendi istediğim, aslında daha az acı çektiğim yoldan yapacaktım. Şimdi romana dönüp tekrar bakınca gülümsüyorum. Aslında hayatın anlamını bulmaya gerek yokmuş çünkü hayat bizim kafamıza taktığımız kadar bizi etkiliyormuş. Şunu söylemeliyim ki şimdi daha az mutsuzum, hayata hala umutla bakamasam da, umutsuzluğu görmemeyi öğrendim. Romanı okuyalı birkaç gün oldu ve kayıtsızlık prensibini uygulamaya başladım. Gerçekten kafama taktığım şeylerin bazılarında kurtuldum sanırım. Bunu anlamak biraz zaman alacak çünkü şu anda romanın etkisiyle konuşuyorum ve hâlâ kayıtsızlığı deneme aşamasındayım. Ama kesinlikle eminim ki, roman hayatımın bir kaç gününe renk kattı en azından çektiğim acıyı bir nebze olsun azalttı. Son olarak unutmamamız gereken bir şey var Burak Sibirlioğlu ki, her zaman bilinçli olmak ve farkında olmak bizim için iyi olmayabilir bazen yalnızca bir kukla olmak en güzelidir. İnsanlıkSuçu:Tecavüz “Gece yarısı kız başına sokakta ne işi vardı?”, “Neden mini etek giyiyordu?” gibi sorularla karşılaşmaktır Türkiye’de kadın olmak. Kadın erkek eşitliği denilen kavramın yok sayılmasıdır, hor görülmek ve değersizleştirilmektir. Taciz edilen de tecavüze uğrayan da kadındır, ama suçlu bulunan yine kadın. Erkek egemendir, her koşulda haklıdır ve kadın başına gelenleri hak edecek bir şey mutlaka yapmıştır. Suçu işleyendearanmazadaletbuülkede,kadındaaranır.Peki,erkekegemenliğinisavunup kadını aşağılayan bu zihniyete ne zaman dur denilecek? Kadının kendini savunması bile engellenmeye çalışılırken ‘iyi hal indirimi’ diye bir kavram, bu davalarda önemli bir yer tutuyor. Mahkemeye çıkarılırken ‘asıl’ suçlunun sakal bırakması, takım elbise giymesi, davranışlarının sakin ve nazik olması cezasında indirime gidilmesine, hatta serbest bırakılmasına yol açabiliyor. Adaletin olmadığı bu ülkede gördüğü baskıdan dolayı korkan ya da kendi tecavüzcüsüyle evlendirilmek istemeyen birçok tecavüz mağduru kadın, kendisine yapılanları kimseye söyleyemiyor. Daha da acı olanı, devletinkadınaverdiği-vermediği-değerevegüvenesırtınırastlayamıyor. 21 Şubat 2016’da daha on sekizinde gencecik bir kızımız polis babasının silahıyla intihar etti. Nedeni ise daha önce de birçok kız öğrencisini taciz ettiği ortaya çıkan matematik öğretmeninin Cansu’ya tecavüz etmesi. Defalarca okul yönetimine şikâyet etmesine rağmen öğretmen hakkında hiçbir işlem yapılmaması ve üstüne üstlük olayın üzerinin örtülmeye çalışılması, Cansu’nun ölümüne yol açtı. Yani olan yine mağdura oldu. Cansu, binlerce mağdurdan sadece biri. Bu ülkede ‘namus’ adıyla öldürülen, rızası vardı denilen, hatta bakire olmadığı için cinsel saldırıyı hak ettiği düşünülen binlerce kadından biri. Cinsel saldırı suçlarında adaletin sağlanamaması durumu öyle vahim bir hal aldı ki artık suçlar azalacağı yerde inanılmaz bir hızla artış gösteriyor, çünkü suçlular hak ettikleri cezayı almadan kurtulabileceklerinin farkındalar.Kendisini inançlı, nüfuzlu, pişman ve tahrik edilmiş bir mağdur(!) şeklinde lanseeden herkes‘iyi hal indirimi’ denilenilletten yararlanabiliyor.Özgecan davasının örnek alınması ve devletin artık bu cinsel saldırıları durdurmak için önlemler alıp kanun çıkarılması gerekirken aksine, “Kadın tek başına dışarı çıkmasın.”, “Kadın erkeği tahrik edebilecek şekilde açık kıyafetler giyinmesin.” şeklindeki tepkiler kadını daha da çok baskılayıp toplumda ezili bir duruma sokuyor. Ancak baskılanması gereken, suçluolanbizkadınlardeğiliz.Kızına nasıl giyinmemesinideğil,oğlunabirkadınanasıl davranması gerektiğini öğretmeli anne ve babalar. Hiçbir koşulda bir erkek bir kadını taciz edemez, hiçbir şey onu haklı çıkaramaz. İnsanlık suçu olan tecavüz aklanmaya çalışılamaz. Toplumun empoze etmeye çalıştığı gibi tecavüz kadınların sorunu değil. Diana Scully’nin hapishanedeki tecavüzcü erkekler üzerinde yaptığı araştırma da zaten bu olguyu kırmak, tecavüzün erkeklerin sorunu olduğunu gözler önüne sürülmek için yapılmış. Araştırmadan da anlaşılacağı gibi cinsel şiddetin kökeni erkeklerin egemen olduğu kültürden kaynaklanıyor,yani kendini değiştirmesi gereken bizkadınlardeğil,erkekler.Peki bu ülkede devlet bile kadınları koruyamıyor ya da korumuyorsa kim koruyacak? Feminist kelimesinin hakaret olarak kullanıldığı Türkiye’de kadınların kendini savunması da engellenmeye çalışılıyor. Yani, kadın tek başına, yalnız bırakılıyor bu mücadelede. Sadece cinsiyetinden dolayı bir sıfır yenik başlıyor hayatına. Tecavüzcüsünü öldüren kadın müebbet hapis cezasına çarptırılırken on üç yaşındaki bir kıza tecavüzden yargılanan yirmi altı kişi ‘kızın rızası vardı’ denilerek serbest bırakılıyor. Adalet, nedense kadınların mağdur olduğu durumlarda işlemeyi bırakıyor. Erkek olmaktan gurur duyulurken kadın olmaktan utanç duyuluyor. Erkek egemenliğinin etkisi altında yaşadığımız bu hayatta biz kadınlar olarak her şeyi göze alıp kimseden korkmadan, vazgeçmeden kendi haklarımızı aramalı ve kendimizi korumalıyız. Bu ülkede biz kendimizi savunmazsak ve herkese suçlunun kadın değil erkek olduğunu göstermezsek kimse bunu bizim yerimize yapmayacak. İnsanlık suçu görmezdengelinmeyevecezasızkalmayadevamedecek. Mehmet Akif Tür VEFA MI UNUTMAK MI Eski bir dost hatrına gelir insanın. Gülümser ve içindeki özlemi hisseder. Görmemiştir, görüşmemiştir yıllardır ama ona duyudğu muhabbet de hiç azalmamıştır. Zaten görmeyince azalan sevgi de gerçek sevgi değildir zannımca. Beraber geçirilen zaman, edilen sohbetler, içilen çaylar hepsi bir hukuk oluşturur iki insan arasında. İşte bu hukuk arayıp sormadıkça kaybolan bir şey değildir, olmamalıdır. Bu hukukun devam etmesine aradaki sevginin kaybolmamasına sebep olan şeyin adıdır vefa. Eski bir arkadaş, arkadaş eskimez ya, eskiden tanıdığım bir arkadaş, söz arasında bahsi geçer. Şunu tanıyor musun, bunu tanıyor musun? Benim onunla aram çok iyidir, şu zaman hep beraber gezerdik. E böyle söylüyorsun da, aramamışsın konuşmamışsın ne zamandır. Dostluk kalmamış aranızda. Neden öyle olsun ki? Aramakla mı oluştu ki dostluk aramamakla kaybolsun? O muhabbet oluşmuş bir kere, kaybolması için de bir sebep yok ortada. Tabii ki arayıp sormak gerekir yakınım dediğin insanı. Ama bu olmadığında yıllar sonra görüştüğünde içindeki sevgi hiç azalmamışsa dostluktur zaten o. Vefa budur aslında. Kaybetmemektir aradaki sevgiyi. Herkes benimle aynı şekilde düşünmüyor galiba bu konuda. Yıllar sonra görünce bıraktığın gibi olacağını zannediyorsun her şeyin. Ama aynı dostluğu görememek karşındakinden, sadece bir tanış gibi muamele görmek dostluk anlayışının da farklı olduğunu düşündürüyor insana. Vefa bazen unutmaktır diyor Ergülen ama bunu kastetmiyor aslında. Şunu kastediyor mesela; dostunun dostluğunu unuttuğunu unutmaktır sırf aranızdaki hukuk sebebiyle. Duyduğun muhabbetin azalması karşıda muhabbet kalmasa bile. Şimdi, tamam, vefa azalmasına mânidir muhabbetin yıllar geçse bile. Ama kendini de unutturmamalı insan. Yok olmamalı sevdiklerinin hayatından. Elinde imkânı varken hep yanında, yakınında olmalı sevdiklerinin. Yıllar sonra görüp de ilk günkü muhabbeti hissetmek elbette özenilecek bir şey. Ama özenilecek kısmı yıllarca görüşmemek değil elbette. Tamam, görmedikçe azalmaz gerçek dostluk. Ama görmeyi istemek de bu dostluktan doğar. İmkan varken görmemek vefasızlık değildir belki, ama sadece dostluğu ve vefayı benimle aynı şekilde düşünenler için. Ve dostlarının dostluğunu kaybetmemek için, karşısındakinin vefa anlayışının gerektirdiği gibi hareket etmeli insan. Unutmak da vefadan bir parça. Unutmak gerekeni unutmak, dostluğa mâni olanı unutmak vefadan bir parça. Hatırladığımızda yüzümüzü buruşturduğumuz şeyleri unutmak, yüzümüzü güldüren anıların hatrına vefanın üzerimize yüklediği bir borç. Bu unutmak aslında insanı dost yapan, dost sahibi yapan. Çünkü hiç bir insan yok ki hatasız olsun, hiç yanlışı olmasın muhatabı olan insana karşı. Bu yanlışları görünce, dert edince, umursayınca, unutmayınca kısacası dost edinmek imkansız oluyor. Ama tabii ki senin gösterdiğin vefa karşıdan vefa göreceğini garanti etmiyor. Vefa gösterecek dost bulmak da kolay olmuyor. Zaman gerektiriyor öylesini bulmak. Beyit ne kadar da güzel ifade ediyor; Yâre ermez bir zaman yâr-i vefadar isteyen/ Yârsiz kalır meseldir kusursuz yâr isteyen. Vefa aramak, vefa istemek, vefaya talip olmak da bir vefasızlık aslında. Vefa istemeden, vefa beklemeden yaşamalı insan. Öbür türlüsü karşılık bekleyerek yaşamak aslında gibi aslında. Sadece öyle olması gerektiği için vefa göstermeli insan, karşıdan da vefa görmek için değil. Hem böyle olunca hayal kırıklığı da yaşamazsın vefasızlık gördüğünde. Herhalde şairin ifadesinden daha iyi anlatamam paragraf değil kitap yazsam bile; Ger görmemek dilersen resm-i cefa Fuzuli / Olma vefaya talip dünyayı bî- vefada. Vefa, adını Ebul Vefa Hazretlerinden alan, bozacısıyla ve bozasıyla meşhur İstanbul semti. Yolu tarihî yarımada civarına düşenin gidip bir boza içmesi İstanbul’a karşı bir vefa borcu. Gözde Hisarcıklılar 21301184 TURK 102-21 Kitap 5 Siyah ve Beyazın Oluşturduğu Bir Desen: Satranç Siyah ve beyaz renkli karelerin oluşturduğu desen adeta bir ruhu süslüyor. Kareler üzerinde oynanan her bir oyun ise bu ruhun içinde gizlenen iç çatışmaları, beklentileri veya ümitleri barındırıyor. Bu oyunda kazanma isteğinin yarattığı hırs ve odaklanılan tek nokta olan galip gelme düşüncesi, bu ruhu gitgide yok ediyor sanki. Siyah ve beyaz desenlerinin gittikçe belirsizleştiğini hayal edebiliyorum. Kazanma hırsı ile beslenen bir ruhun yavaş yavaş yok olmaya başladığını görebiliyorum. Ruhun yaşadığı çatışmayı, satranç tahtası üzerinde oynanan bir oyuna benzetiyorum. Fakat galibi asla olamayacak bir oyuna… Satranç adlı eserde, Stefan Zweig adeta yaşadığı dönemi, bir satranç tahtası üzerinde kurduğu maket ile anlattığı fikri beliriyor zihnimde, sayfaları çevirdikçe. Kazanma isteği ve hırsın tamamen ele geçirdiği Czentovic adlı karakterin ve onun ‘küçük dünyasının’ yansıtılması oldukça dikkatimi çekiyor. Çünkü bir satranç tahtası üzerinde oluşturulan, tek bir odak noktası üzerine temellendirilmiş küçük bir dünyayı ve bu dünyada yaşanan ruhsal karmaşayı Czentovic’in karakteri aracılığıyla zihnimde canlandırabiliyorum. Czentovic’in başka hiçbir konuda yeteneği olmamasına rağmen yalnızca satranç oyununa odaklanıp kendi küçük dünyasını kurması ve bu küçük dünyanın adeta katı yürekli bir hükümdarı haline gelmesi beni oldukça şaşırtıyor. Acaba yazarın böyle bir karakteri bize sunmakla dikkat çekmek istediği bir şeylerin olup olamayacağını düşünüyorum. Merakla siyah ve beyazın oluşturduğu desen ile bezenmiş sayfaları çevirirken, bu soruya en uygun cevabı Dr. B adlı karakterin verebileceğini düşünüyorum. Zihnini ve neredeyse ruhunu sıkıca kavramış satranç oyununun ellerinden kurtulmaya çalışan fakat tam tersine oyuna daha da bağlanan Dr. B, şaşırtıcı bir şekilde, oyunu hem kendisine karşı hem de kendisi olarak oynuyor. Hem siyah taşlarla hem de aynı anda beyaz taşlarla oynamasının, karakterin kendi kendisiyle olan içsel çatışmasını yansıttığını düşünüyorum. Bu durumda kişinin böyle bir içsel çatışmayı ruhunda hissetmesinin nedenini ararken, karakterin dış dünyasında maruz kaldığı baskıları veya kısıtlamaları da düşünmemiz gerektiğini savunabilirim. Böylece, bu düşüncem, yazarın, toplumsal bir çöküşün varlığına işaret ettiği fikrinin de kapısını aralayabilir. Czentovic adlı karakteri, hırs ile odaklanılmış tek bir amacın olduğu ve satrancın katı kuralları ile yönetilen küçük bir dünyanın hükümdarı olarak görürken, Dr. B adlı karakteri ise bu küçük dünyanın baskıları ve kuralları ile sınırlandırılmış siyah beyaz kareli zemininde, tahta bir piyon olduğunu hayal ediyorum. Böyle bir dünyanın karşı konulamaz hâkimiyeti, Dr B’yi adeta bir piyon gibi ele geçiriyor ve egemenliğini bu karakterin ruhunda da sürdürüyor. Stefan Zweig’in hem içinde bulunduğu toplumun yani dış dünyanın hem de kişilerin iç dünyalarının resmini çizdiğini düşünüyorum. Fakat bu resmi, iki zıt renk olan siyah ve beyaz ile bize sunuyor. Böyle bir resim, şu soruyu aklıma getiriyor: Dış dünyadaki çatışmalar, kişinin iç dünyasındaki çelişki ve ruhsal karmaşanın şekillenmesine bir neden olarak gösterilebilir mi? Stefan Zweig, Satranç adlı eserinde, kahramanın, baskılar ve kurallarla şekillenen içsel çatışması, kişiyi, toplumu ile birlikte değerlendirmemiz gerektiği fikrini zihnimde canlandırıyor. Böylece, baskılar sonucunda toplum içerisinde ortaya çıkan çatışmada, kendisi ile çelişen bir toplum var olabileceği gibi bu durumun yansımalarının, kişinin iç dünyasında yaşayabileceği içsel bir karmaşa ve çelişki olarak da şekillenebileceğini düşünüyorum. Kaynak Zweig, Stefan, Satranç, İstanbul: Can Yayınları, 2014. Berfin Su ÖZOĞLU Ölmekten Gülmek Hayatı yaşama gayesi, aldığımız nefesi geri verme sebebi bazılarımıza göre gülmek. Gülmeden geçen bir hayatı yaşanmış bile saymayız belki. Tebessümden biraz sonrası bazen. İçimizde bir anda oluşan ve büyüyerek tutamadığımız enerji topunu dışarıya atmak istemek bana göre. Gözlerin kısılması, üst dudak ve alt dudağın birbirine daha fazla tutunamamasıdır. Ne güzel şeydir gülmek, ne güzel şeydir hala gülebilmek günümüzde.Gülmek kadar rahatlatan, gülmek kadar yaşatan bir başka şey daha söyleyemezsiniz size sorsam. Çağlardan bu yana değişmeyen, değiştirilemeyen tek ortak dildir, en ortak dildir.Ufuğa açılan kollar dolusu nefes alıp sıkıntıları kocaman bir kahkayla koyvermektir. Zamanında zamanın eskitmek için çok uğraştığı, hala uğraştığı en sağlam kayadır insanoğlunun ülkesinde. Sayfaları sararmış mazinizden çıkagelmiş eski bir arkadaşı geçmişle bağlayan tek köprüdür bir gülüş. Gülmek sonsuz sayfalı bir romandır hiç kelimesi olmayıp kurulabilecek her cümleyi kuran. Farklı bir pencere açmak isterseniz eğer, ki ben her zaman manzarayı tüm açılarıyla, tüm yönleriyle görmek isterim, gülmenin arkasında saklanmış başka bir mimik fark edersiniz. Kitabın da belirttiği gibi iki bambaşka yönü vardır, çift yönlüdür gülmek. Bu saklanan taraf bazen hüzündür, bazen bir kaçış, bazen ise nereye gittiği belli olmayan bir tüneldir. Yıpranmışlıkların saklandığı ışıksız bir odaya girmiş gibi hissedersiniz bazen karşınızdaki insan gülümserken. Bazen bir his yakalar sizi kahkaha atarken,.Hangi his diye sormayın çünkü hepimiz iyi biliyoruz o hissi.Kahkahamızın üstüne koca bir sis bulutu gibi çöken o his. Bazı dinlere göre büyük bir günah ve karanlığın içinden çıkagelen bir dürtüdür. Tarih boyunca farklı çağlarda farklı gülüşlere sahip farklı beyinler bunun üzerine konuşmuş, yazılar yazmış, yaptırımlar uygulamışlar. Filozoflar dünyadaki tüm konuları bir kenara bırakmış ve bizim üzerinde durulacak bir konu olmadığını düşündüğümüz gülme eylemi üzerine düşünmeye adamışlar ömürlerini. Kitapta bu konunun altını en fosforlusundan bir kalemle çizen örnekler de görüyoruz. Orta Çağ’da tebessümü kaşlarının en çatık haliyle yasaklayan klişelerden Fransız Devrimi sonunda gülmeyi aynı çatıklıkla yasaklayan parlementoya kadar ceza yaptırımlarıyla, keskin çizgilerle yasaklanan bu yönü değerlendirmemek çok da gerçekçi olmaz herhalde. Bu eylemin temelinde, ya da bizi güldürecek kadar komik olanda, her zaman çarpık ve sağlam bir toplumsal kabulleniş, aslında olanı tüm gücüyle saklamaya çabalayan, derinden ve karanlıktan gelen bir güç yatar. Bütün bu yasakların nedeni budur belki de. Ya da insanoğlu herşeyde aradığı gibi kusursuz olanda, kusursuz hissettirende bir kusur aramıştır. Basit olanı karmaşıklaştırmaya meyilli bir yapımız var maalesef ve bu en eşsiz duyguların açığa vurumunu tahrip eden asıl kusur.Her iki yönüyle de doğanın bize biz olabilelim, insanoğlu kavramının içini en iyi şekilde doldurabilelim diye yeşillendirdiği bir ağaç gülmek. Önemli olan arkasında saklanan utangaç hüzün, ortaya çıkarılmaması gereken yasaklı hazlar veya dünya sahnesindeki baloya katılmak için oluşturulmuş bir maske olması değil. Önemli olan ruhumuzu en derinden besleyen, yüzümüzdeki çizgiler çekilirken ince uçlu bir kalemle, geçirdiğimiz güzel günlerin tuzu biberi olan bu eylemden ne pahasına olursa olsun vazgeçmemek. Hayatımızın en değerli yerine koymak demeyeceğim çünkü zaten gülme eyleminden uzak bir hayat, iki hecenin yan yana gelmesinden oluşan içi boş bir kelime olarak kalır, daha ileriye gidemez. Gülme eyleminden uzak bir hayat somurtmanın kelepçelerine takılmış, anlamını yitirmiş bir ömürden başka bir şey değildir. Kısacık ömrünü hapsetmemeli insanoğlu ifadesizliğe, ölmeyi bekleyen idam mahkumundan farkı kalmaz çünkü o zaman. Bolca gülmeli, gülmekten ölmeli ve aynı soğukkanlılıkla ölmekten gülmeli zamanı geldiğinde. Ancak bu şekilde zaman çizgisini tamamlar. Ancak bu şekilde yaşanamamışlıklarını yaşanır kılar insan. Kaynakça Batur, Enes. Gülmekten Ölmek. İstanbul: Sel Yayınları, 2016. AÇ GÖZLÜ PEMBELER / Deniz Akkaya Özgürlüğüne yeni kavuşmuş bir toplum, sorgulamaktan yoksun bir halk, aç gözlü yöneticiler ve daha fazlası... Türlü entrikalar ve bireyleri oyalama çabaları aslında her zaman tek bir amaç içindir; halkın refah düzeyini arttırmak(!)... Bir ülkenin düşmanlardan kurtuluşu ve sonrasında yapılan yenilikler, liderler arasında fikir ayrılıkları, yapılan haksız suçlamalar bu kitabın temel hatlarını oluşturmakta. Bir bakıma günümüzde yaşanan ya da yakın geçmişte yaşanmış olayların çok miktarda benzetme ve metaforlarla okuyucuya aktarıldığı bir kitap Hayvan Çiftliği. Aynı zamanda bir liderin koltuk sahibi olduğu zaman, nereden geldiğini ve ne olduğunu nasıl unutabileceğinden de güzelce bahsediyor. İhanete uğramış bir devrim tablosu çizmeye çalışan George Orwell, bu tabloyu hayvanlar ve çiftlik işleri üzerinden çok başarılı bir şekilde oluşturmuştur. Aynı zamanda karakterleri, hayvanları tanıdığımız çok belirgin (1) Hayvan Çiftliği özellikleri ile insanlara benzetmiştir: "Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakar at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri tüm hayvanların kardeş olduğunu söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir." (2) İnsanlar kovulduktan sonra, bir kargaşanın hüküm sürmemesi için domuzlar hemen kendilerini çiftliğin beyni ilan edip, diğer hayvanları bu ayaklanmanın güzel olduğuna inandırmak için marşlar yazıp, bayraklar çekerler. Aynı gerçek hayattaki gibi; koltuğa yeni oturan kişi, emelleri iyi ya da kötü olsun, öncelikle kendine bolca sempatizan toplamaya çalışır. Çoğunluk elde edildiği zaman, yöneticilerin sırtı yere gelmez. Tüm hayvanların eşitliğiyle başlayan bu tablo bir süre sonra domuzların lehine alınan kararlarla bozulmaya başlar. Domuzların bu eşitsizlik için çok yerli bir gerekçesi vardır; sürekli çiftlik hayvanlarının refahı için gece gündüz düşündüklerinden dolayı daha çok yemeğe ve dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Hizmetkar(!) insanların, nasıl zengin ve keyif içinde yaşadıklarını anlatan güzel bir örnek! Her zaman gireceğimiz işlere baştan kuralları koyarak adım atmak gerekir. Bu ileriki zamanlarda kimsenin canının sıkılmamasını ve haksızlığa uğramamasını sağlar. Ancak bazı akıllılar, kendi işlerini kolay yürütmek için bu kurallarda çok küçük değişikliklere giderek; her şeyi normal gibi gösterirler. Devlet yöneticileri bunu, yasalarla ufak ufak oynayarak; halka hissettirmeden yapar. Bir diğer ismi de "kılıfına uydurmak"'tır aslında. Domuzlar da zamanla üç beş yasayı kimse fark etmeden değiştirirler, bir süre sonra tamamen kaldırırlar. Böyle yöneticilerin gözünde, en sadık emektarının bile değeri yoktur. At Boxer, hayatını domuzların sözlerine harfiyen uyarak ve var (3) Tüm hayvanlar eşittir, ama bazı gücüyle çalışarak geçirir. Ancak ölüm döşeğine hayvanlar daha eşittir. geldiğinde emekli olacağı yaşa gelmek üzeredir ve bu hiç çalışmadan devletin kaynaklarından faydalanacak anlamına gelir. Bu yüzden domuzlar onu baytar yerine kasaba götürür ve manevi değer yerine, kasabın verdiği üç beş lirayı tercih ederler. Bir süre sonra bu aç gözlü pembeler, başlangıçta kurtulmaya çalıştıkları; içki içen, kıyafet giyen, yatakta yatan, evde yaşayan insanlara benzemeye başlarlar. Halkın kalanı bu durumu garipser ama artık onları hiçbir olay şaşırtmamaktadır. İktidar sevgisi, domuzları içten içe sarmıştır artık. Bir başkasının üzerinde olmanın verdiği ahlaksız keyif gözlerini bürümüştür. Artık ne kedi kedidir, ne de tavuk tavuktur domuzların gözünde. Kendileri dışındaki tüm diğer hayvanlar, çalışmak ve domuzları doyurmak zorunda olan alt sınıf vatandaşlardır. Yazar, romanı mutlu sonla bitirmeyerek bu tarz davranışların toplumlar üzerinde bıraktığı etkileri de okuyucunun aklına kazımıştır. Mutlu sonun hatırlanması yerine, çiftlikte hayvanların son gece gördükleri manzaraya karşı seslerini çıkartmaması daha keskin bir ders bırakıyor insanların hafızalarında. En çok etkilendiğim bölüme gelmek gerekirse; ters giden her şeyin, azman köpekler tarafından çiftlikten kovulan Snowball'a mal edilmesi adeta gerçek hayattan çekilmiş bir kareydi. Liderler bir günah keçisi ilan etmiş ve başlarına gelen her kötü durumu ona atıp, hakkında asılsız dedikodular yayarlar. Böylece tavuğun az yumurtlamasının sebebi bile önceden belli olur. Bu yazıyı okuyanlara, bu kitabı okumalarını kesinlikle tavsiye ederim. Öncelikle yazarın dili o kadar akıcı ki, yüz küsür sayfanın bir saatte bitmesine oldukça şaşırdım okurken. Bunun yanında, kitapta yazanlar belki bir gün bizim de başımıza gelebilecek olaylardan ibaret. Yayın yapan gazetelerimize ve televizyonlarımıza bakarak kavrayamadığımız sonu, bu kitapla bir şekilde aklımıza kazıyabiliriz. KAYNAKÇA  Orwell,George. Hayvan Çiftliği : Bir Peri Masalı. İstanbul : Can Yayınları, 2012.    (1) http://www.epubin.com/wp-content/uploads/2014/02/George-Orwell-Hayvan-  %C3%87iftli%C4%9Fi.jpg   (2) http://tr.wikipedia.org/wiki/George_Orwell   (3) http://i.radikal.com.tr/GaleriHaber/2013/03/19/fft22_mf1377382.Jpeg  Sevginin Öyküleri İnsanlar neden roman, şiir, öykü okur veya yazarlar? Neden müzelere, galerilere giderek tablolara uzun, uzun bakarlar? Neden soyut sanatçıların ne demek istediğini anlamaya çalışırlar? Çevrenizde neden emekli olduktan sonra resim yapmaya başlayan çok sayıda insana rastlarsınız? Neden konserlere gidip, Fazıl Say'ı, veya Pink Floyd'u dinlerlersiniz? Neden “Kuğu Gölü balesinin” mistik müziğinde kuğuların ölüm sahnesini izlerken kendinizden geçer gibi olursunuz? Tiyatrodan çıktıktan hemen sonra o güzel melodiyi mırıldanırsınız? Bu soruların ortak bir yanıtı vardır: İnsan, duyarlı ve akli bir yaratıktır. İnancı ile ahlakın, duyarlılığı ile güzelliğin, aklı ile doğanın gerçeklerini arar. Bu soruları çoğaltabiliriz, ancak ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım hepsinin ortak bir yanıtı vardır: İnsan dışa vurumcu özellikler ile donatılmıştır. Doğasında kendisini ifade etme eğilimi taşır. Bütün kültürel faaliyetlerin kökeninde yaşadığı çevre ile ilişki kurma çabası vardır. İnsan duygu ve düşüncelerini toplumla paylaşmadan edemez, bu insanın sosyal bir yaratık olmasının sonucudur. O.Henry’nin “Son Yaprak” adlı eseri 1954 yılında Türkçe yayımlanmıştır. O. Henry bana öyküleri sevdiren yazar olmuştur. Öyküler arasında beni derinden etkileyen, kitaba da adını veren “Son Yaprak” adlı öykü olmuştur. Konuyu özetlemeden öykünün özgün eleştirisini yapmak olanaksızdır. Olay fakir ressamların yaşadığı bir sokakta geçer. Johnsy zatürre olmuş zayıf mistik bir ressamdır, arkadaşı Sue ile birlikte yaşarlar. Sue da onun gibi dergiler çizim yapan bir başka ressamdır. Alt katlarında ise yaşlı diğer bir ressam Behrman yaşar. Johnsy hâlsiz hasta yatağından penceresinin karşısında duvara yaslanarak ayakta kalabilen ağacın yapraklarının sert sonbahar rüzgârı ile düşüşlerini sayarak izler. Her geçen gün azalan yapraklar onda son yaprak düştüğünde kendisinin öleceği gibi bir sabit fikir oluşturur. Esasında doktor yaşama şansının ancak yüzde on olduğunu, bunun da yaşamak istemesine bağlı olduğunu söyler. Durumu Sue yaşlı ressam Behrman'a anlatır. Ertesi sabah Sue perdeyi açınca Johnsy ağaçta tek bir yaprağın hâlâ durmakta olduğunu görür. Johnsy o gece bütün yaprakların döküleceğine ve yapraksız ağacı görünce öleceğine inanmıştır. Ama bir yaprak hala dalda durmaktadır. Bu kendisine bir yaşama sevinci aşılar. İhtiyar ressam Behrman o gece bütün soğuğa rağmen pencereye karşı gelen duvarda öğle bir yaprak resmi yapmıştır ki Johnsy onu gerçek bir yaprak sanmıştır. Ne yazık ki o sabah hastaneye kaldırılan ihtiyar ressam yaşamını kayıp eder. Öykünün dramatik özelliği insanlar arsında sevgi, yardımlaşma, özveri gibi duyarlılıkları ön plana çıkarır. Sonucu ne olursa olsun umut etmek önemlidir. Öykü insanların asla umutlarını kaybetmemeleri gerektiğini vurgular. Aynı zamanda kişilerin birbirine olan bağımlılığı, yardımlaşmayı çok güzel bir şekilde göz önüne serer. Aynı kitabın ikinci öyküsü “Magi'nin Hediyesi’nde” aynı özellikler farklı bir kurgu ile tekrar edilir. Magi saçlarının çok seven ve onlar ile gurur duyan bir eştir. Kocasına bir saat hediye almak ister fakat alacak kadar parası yoktur. Saçlarını satarak para temin eder ve saati alır. Eşi ise Mağı'nın saçlarını çok sever o da eşine bir saç tokası alır. Hediyesini Magi'ye verdiğinde artık eşinin toka takacak saçının olmadığını görür. Bu öyküde alışılmışın dışında 2 tesadüflerin dışa vurduğu sevgi, özveri gibi duyarlılıkları içeren ve bana göre kısa öykü türüne örnek gösterilecek bir yapıttır. O.Henry’nin bu öyküsü okuduklarım arasında beni en çok etkileyenidir. Yazar karşılıklı sevgiyi daha güzel anlatamazdı. Hüzünlü ancak okudukça insanın yüzünde gülümseme oluşturabilecek bir öykü bu. Sevdiği bir insan için sevdiği şeylerden kolayca fedakârlık edebilecek insanlar günümüzde çok azlar. Belki de öyküyü özel kılan unsurlardan biri de budur. GÜLÜMSETMEYİ UNUTMUŞUZ Hayatımıza her gün yeni insanlar girip çıkıyor. Dünya ve hayatımız, insanlar ve onların hayatımıza kattığı değerler olmadan cansız ve ruhsuz değil mi? Fakat Günlük yaşantımızın bitmek bilmeyen koşuşturmasında kendisinden başkasını düşünmeyen, bencil olan bir ruh haline bürünmekten kendimizi kurtaramıyoruz. Hayat adım adım ilerlerken çevremizdekileri unutmayıp onları gülümsetmek çok mu zor? Ben cevabı söyleyeyim hayır değil. Sadece tanıdığımız insanları değil, yolumuzun kesiştiği insanları da mutlu görseydik her şey daha güzel gelirdi belki gözümüze. Çoğu insan böyle düşünmüyordur bence ama başkalarını mutlu etmek benim için gerekli bir şey, ben yanındaki insan gülümsediğinde, onun gülümsemesine sebep olduğunda mutlu olan insanlardanım. İnsanlar hiçbir şey olmamış, hayatları mükemmel bir şekilde ilerliyormuş gibi davranmaya kendilerini şartlamış durumda. Peki neden? Çünkü her şey böyle daha kolay, ilgi beklentisi ve ilgisizliğin getirdiği hayal kırıklığı olmadan yaşamayı tercih ediyor herkes. Dertlerine bir de hayal kırıklığını eklemek istemiyor haliyle. Birbirimize nasılsın, neden üzgünsün, bir şey mi oldu demeyi unuttuk, kalpsiz ve soğuk olmayı öğrendik. “Herkesin derdi kedine” başlığı altında devam ediyoruz ruhsuz hayatlarımıza. Her insan gülümsetmeyi unutmuş değil tabii ki, böyle insanlar görünce biraz şaşırmıyorum desem yalan olur, tatlı bir şaşırma ama merak etmeyin. Bu şaşkınlığı bir gülümseme takip ediyor elbette. İnsanları iki dakikalığına da olsa sıkıntılarından uzaklaştırmayı başaran insanlar beni de iki dakikalığına da olsa gülümsetmeyi başarmış oluyor farkında olmadan. “Patch Adams” filminin beni etkilemesinin başlıca sebebini ana karakterin çevresine kayıtsız şartsız verdiği değer, sevgi olduğunu ayrıca bu değer verme, mutlu etme içgüdüsüne sahip olan kişileri daha fazla görme isteğim olduğunu düşünüyorum. Film boyunca ana karakter olan “Patch”in hastane odalarında ilaçlar ve doktor arasında hayatlarını geçiren çaresiz insanların da hayatlarını biraz daha çekilir kılmak uğruna yaptığı minik jestler insanın kalbini ısıtacak türden davranışlar. Kurallara uymayan tavrı ve görmeye alışık olmadığımız iletişim şekli bütün karakterler tarafından beğenilmese de yarattığı etkiden etkilenmediklerini söyleyemeyiz. Bir karakter bu kadar mı hayat dolu, iyi niyetli, öz verili olur demeden izlediğim sahne çok azdır, aynı zamanda gülümsemeden izlediğim sahne sayısı da az, bu beni de etkisi altına almayı başarmış olduğunu gösteriyor sanırım. “ Değer verirsen incinirsin”, “iyilik yap denize at” değer verip değer görmeme, iyi niyet süistimali ve bunun gibi yaraların kalıplaştırdığı tabirler aslında. Böyle şeyler asla olmaz diyemem size ama bu kadar da umutsuz olmalı mıyız, incinmemek için azıcık değer verip gülümsetmekten kaçmalı mıyız bilemiyorum. Genel olarak iyi niyet ve insanları mutlu etme üzerine kurulu bir film olan “Patch Adams” da bile “Bu da yapılır mı?” denilecek kadar büyük bir darbe vuruluyorsa zavallı Patch’e, herkes herkese her şeyi yapabilir sanırım. Filmin kendi içinde yarattığı çelişkinin de filmden etkilenmemde büyük bir rolü var. Gerçeklikten uzak bir karakter olan “Patch Adams”ın gerçekçi olmayan fakat içimizi ısıtan davranışları onu bir o kadar gerçekçi, bir o kadar hayatımızın parçası olmuş olan gülümsetip gülümseyememe, hassas noktadan vurulma durumuna itiyor. İnsanları gülümsetin, pozitif olun, her şey mükemmel diyecek değilim. Karşımıza çıkan herkesin kalbi pamuktan olmuyor. Hayatta değer vermek, mutlu olmak, mutluğa sebep olmak, üzüntü, hayal kırıklığı bir insanın yüzünden hayatımıza giriyorken bize haber vermiyor. Bu yüzden hayal kırıklıklarından, üzüntülerden korkmadan bencil olmamayı hatırlamalı insan. Kendisi de dahil hiç kimsenin derdi yokmuş gibi davranmazsa, böyle davranmaktan soğuyan kalpler taşlaşmadan hayata ve insanlara eskisi gibi, sıcak olmayı hatırlarsa, belki bir gün filmlerde arada karşılaştığımız farklı olarak gördüğümüz karakterler ruhsuz ve cansız olanlar olur, gülümsetebilenler gerçekliğe ve alışılmışlığa dönüşür. DEFNE ÇETİNKAYA Buğra Aydın Renkler Daha önce sizin kırmızınızla başka insanların kırmızısının aynı olup olmadığını düşündünüz mü? Renkler, belirli dalga boylarını beynimizin yorumlama şeklidir. Herkesin belirli bir dalga boyunu aynı yorumladığı görüşü üzerinde insanlar genel olarak hem fikir. Fakat düşündüğünüz zaman her bireyin beyninin renkleri yorumlayışı birbirinden farklı olabilir. Burdan çıkarabileceğimiz üzere, mutlak doğru olarak kabul ettiğimiz renklerin görünüşünü bile farklı yorumlayabilme ihtimalimiz var. Böyle bir durumda herkesin gerçekliğinin ve doğrularının farklı olması beklenilebilir. Genler, yetiştirilme şeklimiz, hayata bakış açımız gibi değişkenler farklılıklarımızı belirlerler. İnsanların en mutlak doğru olarak kabul ettiği renkler bile kişiden kişiye değişiklik gösterme potansiyeline sahipken, insanların arasındaki bu değişkenlerde bariz farklar olması kaçınılmazdır. Yapılabilecek en mantıklı şey bu değişikliklere saygı duymaktır. Toplum baskısı ve bazı diğer unsurlar, kişilerin sahip olabileceği bariz farklılıklara saygı duymadan, tek tip insan yaratmaya çalışıyorlar. Kişinin şahsi kararlarını vermesine, kendi doğrularına ve görüşlerine sahip olmasına izin vermeden onlara olmaları gerektiğini söyledikleri kişiye dönüşmeleri için baskı yapıyorlar.. Bu, oldukça yanlış bir tutum ve çoğunlukla psikolojik rahatsızlıklara yol açıyor. Baskıyla ve diretmeyle istemedikleri kişilere dönüşen bu insanlar, mutsuzlukla başa çıkmakta zorlanıyorlar. Pablo Picasso'nun Ayna Karşısındaki Kız tablosu, tek tip insan yaratmaya çalışan günümüz genel geçer sisteminin insan ruhuna etkisini gözler önüne seren bir eserdir. Ayna karşısında kendi görüntüsüne bakmakta olan, farklı perspektiflerde farklı tiplemelere dönüşen bir kız tasfir edilmiştir. Bu kız, Picasso'nun sevgilisi Marie-Therese Walter'dır. Sol tarafı oldukça modern gözüken biriyken sağ tarafı yeşil bir çarşaf giymiş olarak gösterilmiştir. Yüzünün çarşaflı tarafı, modern kısmının aksine, makyajlıdır. Yüzünün iki tarafı da mutsuz gözükmektedir. Ben bunu, aynada toplumun kendilerine dayattığı tiplemeden farklı bir kişi görmelerine bağlıyorum. Resimde, aynaya bakan kızın, anlık bir kişilik çatışması yaşadığını ve içinde bulunduğu ortamın kaotik bir yere dönüştüğünü fark edebilirsiniz. Kızın karşısında durduğu aynadaki görüntü ile ilgili iki görüşüm var. İlki, kızın genç ve güzel olmasına rağmen aynada yaşlı bir kadın figürünün resmedildiği. Kız, ne kadar güzel bir kişiliğe bürünürse bürünsün hayatın sonunda yaşlılık ve ölüm olduğunu fark ediyor ve iç çatışmalar yaşadığı bir zaman dilimine giriyor. Diğer düşüncem ise, toplumun yıllardır baskılar sonucu kişiliklerini yoğurmaya çalıştığı iki farklı tiplemenin, aynadaki karışmış iç dünyalarını görünce iç çatışmalar yaşadıkları bir anın içine girdikleri. Sağ taraftaki çarşaflı kız, dinin egemen olduğu ortadoğu coğrafyasında kendine seçim hakkı bırakılmayan genç bir bireyi andırıyor. Büyük ihtimalle bir okula gönderilmedi ve düşüncelerine, yaşadığı erkek egemen toplumda sırf cinsiyetinden ötürü değer verilmiyor. İyi bir eğitimle bir ressam, yazar, doktor olabilecek ve özgürlüğün tadına varabilecekken, doğduğu topraklardaki cahillikten ötürü böyle bir kaderi olmuş. Sol taraftaki modern görünümlü kız ise bana kozmetik ve moda sektörünün kurbanıymış gibi geliyor. Kendisine kilo almaması, modaya uyması, sürekli makyaj yapması konusunda bilinç altı mesajlar veren reklamlara ve toplum baskısına maruz kalmış. Aynadaki yansımaya gelecek olursak, kaos ortamı, olaya garip bir dramatizasyon katıyor. Görüntü ise, tiplemelerin gün yüzüne çıkmak isteyen gerçek benlikleri. Gözünden süzülen bir damla yaş, asla gerçek dünyada ortaya çıkamayacak olmanın verdiği ızdırabı temsil ediyor. Tek çeşit insan yaratmaya çalışmak, insanların doğuştan gelen özgünlüklerine vurulan bir darbedir. Harry Potter filmindeki Dumbledore karakterinin "Önemli olan benzerlikleriniz değil Harry, farklılıklarınız." repliğine katılıyorum. İnsanlar birbirlerine saygı duymayı, farklılıkları kabul etmeyi öğrenmeli. Bir Başınalık Murat Tüver En karanlık gecelerin bile yanında aydınlık kaldığı, en dondurucu soğukların yanında iç ısıttığı histir yalnızlık. En büyük kalabalıklarda bile bir başına olduğunu söyler sana. Diğer insanların seni umursamadığını, dışladığını vurur yüzüne pek çok defa da yaptığı gibi. Peki, tüm bunlar gerçek midir yoksa beyaz cevizin oynadığı küçük ama etkili bir oyun mudur? İnsanlar, küçük dünyalarında olan bitenleri başka küçük dünyalarla paylaşmak ister. Yaygın olarak bunun sebebinin başkaları tarafından onaylanmayı beklemek, başkalarının da görüşlerini işitmek olduğu düşünülür ama bana sorarsanız bunun en büyük sebebi yalnız olmadığımızı kendimize bir kez daha kanıtlamak istememizdir. Çünkü beyaz ceviz, her içe kapanılan minik anı saldırmak için bir fırsat olarak görür ve oyunlarına başlar: “Etrafındaki insanların sadece seni kullanmak için yanında olduğunu, hiçbirinin gerçekten dostun olmadığını göremeyecek kadar kör müsün yoksa bu acı gerçeği bildiğin halde görmezden gelmeyi mi seçiyorsun?” Kimi zaman bu oyunlar çıldırma noktasına sürükler kimi zaman da en diplerde bir nefret oluşturur. Bu acıdan, bu berbat hissettiren hislerden kurtulmak ister insan. Bunun için pek çok şeyi yapmaya da hazırdır. Geleceği için çok büyük bir hata olacağını bile bile yanlış kişilerle arkadaşlık yapmaktan, kendisini bu toplum için gereksiz bulup gözlerini son kez kapatmaya kadar hemen her şeyi. İşte ben bu ve bunun gibi pek çok sebepten yalnızlığın çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ben o sıcak arkadaş ortamından uzakta tek başına çimlerde oturan, yalnızlığını delicesine ağlayarak dışarı dökmek isteyen o kişiye bir merhaba denilerek onun yalnızlığın karanlığından çekilip alınılması gerektiği fikrindeyim. Belki o eli uzatan için çok bir şey değişmeyecek, sadece birkaç saniyesini alacak lakin belki de onu hayata bağlayacak. Onları bu teklikten kurtarıp istedikleri çokluğa katmak oldukça kolay ama yalnızlığın çok güçlü bir his olduğunu ve insanları çok kötü etkilemiş olabileceğini de unutmamak gerekir. "İyi niyetin kurbanı olmak" diye sık kullanılan bir söz vardır. Bu sözün olabilecekleri çok iyi özetlediğini söylemek yanlış olmaz. O yardım elini uzatırken karşıdaki kişinin ne gibi şeyler düşündüğünün bilinmesi imkânsız. Bu karanlık tarafından tamamen yutulmuş, diğer insanlara zarar vermek isteyen kalbi kararmış bir ruh da olabilir, hüznün çoktan kalbini paramparça ettiği masum bir ruh da olabilir. Bu yüzden karşının gururunu kırmamayı da göz önünde bulundurarak temkinli bir şekilde yaklaşmak iyi bir fikir gibi görünüyor. Bu güçlü hissin kurbanları bizlerden çok da uzaklarda yaşamıyorlar. Bir sabah erken kalkın ve dışarı çıkın her zaman yaptığınız yürüyüşlerden birini yapın tek bir farkla, algınızı daha seçici kılarak. Ağır adımlarla yürüyün, her gün geçtiğiniz sokaklardan geçin, her gün alışveriş yaptığınız marketin yanından geçin, hatta yemyeşil, ferah bir parka gidin ve etrafınıza bakın pek çok insan pek çok hayat... Kimi işine yetişmeye çalışıyor kimi en sevdiği grubu dinlerken artık rutinleşmiş sabah koşusunu yapıyor. Öğrenciler derslerine yetişmeye çalışırken bir yandan da biraz önce aldıkları sıcacık simitleriyle karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Şimdi daha derinlere bakın, kimsenin bakmadığı o ücra köşelere... İşte oradalar, hiç özenmeden giydikleri bir tişört ya da kapüşonlu bir hırka. Kapüşonlarının içinde kendilerini iç dünyalarının derinlerine gömüyorlar, kendilerini toplumdan soyutlamaya çalışıyorlar. Her gün yanınızdan geçen, artık sizin için çok sıradan olan o samimi arkadaş gruplarına kendilerinin de aralarında olduklarını düşleyerek bakıyorlar. Her ne kadar kendilerini gizlemeyi çok iyi başarmış olsalar da işte onlar da burada bizimle birlikte bu toplumda yaşıyorlar ve onlar bir oyundan, bir yanılsamadan ibaret değil. Demircan 1 Ayberk Demircan 21201664 TURK 102-Sec 14 Ahmet Kaya 26 Eylül 2014 Eleştirmek En Kolayıdır İnsanoğlu olarak yapmaktan kendimizi alamadığımız bir şeydir eleştirmek. Sebebini kesin olarak ortaya koymak zor. Ancak birkaç muhtemel sebepten söz edebiliriz. Bunların ilki kuşkusuz kolay olmasıdır. Burada bahsettiğim tabi ki yıkıcı bir eleştiri. Bunun haricinde edebi manada yapılan veya yapıcı amaçlar içeren eleştiriler de var elbette. Ben daha çok hiçbir temele dayanmayan ve sadece bir işin görünen yüzüne bağlı kalınarak yapılan eleştirileri kastediyorum. Bunlara eleştiri adını vermek ne kadar doğru o da ayrı bir bahis tabi. İkinci bir neden olarak bence dilin kemiğinin olmamasını söylemek de mümkündür. Bunu biraz açmak gerekirse dilimizle beynimiz arasındaki kopukluktan kaynaklanan bir sorun olduğunu söyleyebiliriz. En yalın ifadesiyle bizler insanoğlu olarak düşünmeden konuşuyoruz. Laflarımızın nereye gideceğini, ne gibi sonuçlar doğuracağını, ağızdan çıkan bir lafın adeta bir kurşun misali dönüşünün olmayacağını ve bunun gibi daha nice olguları düşünemiyoruz. Bütün bunların da ötesinde bence bizler kendimizle yüzleşmekten oldukça korkuyoruz. Bu korku da üçüncü ve benim açımdan en tehlikeli nedeni meydana getiriyor ki bu da kendi eksiklerini örtmek adına başkalarını eleştirmek. Reşat Nuri Güntekin tarafından kaleme alınan Acımak adlı eseri okurken kendinizi bir anda, yukarıda bahsettiğim sebeplerden kaynaklanan, bir eleştiri girdabının içinde bulmanız işten bile değildir. Çünkü eserin başkahramanı Zehra Öğretmen, işine duyduğu sevgi ve idealist oluşunun yanı sıra affetme duygusunu yitirmiş bir insan olarak okuyucuya sunulmaktadır. Burada bahsedilen yitirilmiş affetme duygusu öylesine keskindir ki; Zehra Öğretmen’in, bu huyundan vazgeçmesi için maarif müdürü tarafından birkaç kez ikaz edildiği belirtilmektedir. Ayrıca kitabın büyük bir kısmında, nerdeyse sonuna kadar, Zehra Öğretmen’in neden bu denli acımasız olduğuna dair bir bilgi verilmemektedir. Bütün bunlar Zehra Öğretmen’in okuyucu tarafından ciddi bir biçimde eleştirilmesine sebep olabilmektedir. Ancak kitabı bir bütün olarak ele aldığımızda, insanın ne kadar da kolay aldanabileceğini ve yanılgının insanoğlu için ne kadar sıradan olduğunu net bir şekilde görebilmekteyiz. Buradaki yanılgıyı diğer durumlardan farklı kılan ise çift taraflı bir yanılgı olmasıdır. Romanda hem Zehra Öğretmen kendi hayatıyla ilgili düştüğü yanılgıların farkına Demircan 2 varmaktadır hem de okuyucu hiçbir şeyin göründüğün gibi olmadığını, başka bir deyişle her mevzunun altında bilemeyeceğimiz bir takım nedenlerin yatabileceğini görebilmektedir. Bu bakımdan baktığımızda roman olay örgüsü ve sonlanışı itibariyle eğitici ve öğretici mesajlar içermektedir. Acımak bu yönüyle okunduğunda insanların daha naif bir şekilde düşünmesine ve daha hoşgörülü olmalarına katkı sağlayabilecek bir eserdir. Eğer fikirlerimi toplamam gerekirse şunu söyleyebilirim ki romanlar da aslında ucundan, kıyısından, bir yerinden hayatı tutarlar. Ona bir anlam vermeye hatta bazen de şekil vermeye çalışırlar. Bu romanda da bu gerçekliği görmek mümkündür. Romanın idealist bir öğretmene onun eksik yönü itibarı ile yaklaşıp, bu eksiği gidererek mükemmel bir kişiliğe kavuşmasını sağlaması bunun güzel bir örneğidir. Örneğin, romanda Zehra Öğretmenin olumlu yanları daha baskın bir şekilde işlenebilirdi oysa yazar onun eksik yönleri üzerine olay örgüsü kurgulamayı tercih etmektedir. Bu da aslında insanların hayata bakışıyla örtüşmektedir. Bizler de çoğunlukla olaylara bakışımızda aynı tutumu sergiliyoruz. Bir insanda veya durumdaki güzel yanların fırçasıyla kötülükleri örtemiyoruz. Hatta aksine daha da kötülükleri belirginleştiriyoruz. Bütün bunlara ek olarak kitabın sonunda acıma duygusu kazanarak mükemmel karaktere sahip bir insan konumuna erişen Zehra Öğretmen de insanların mükemmele ulaşma arzusunun bir parçasıdır. Ve bana göre hayatın tam da ortasından gelmektedir. Bundan dolayı kitapları bu bakış açısıyla okumak, okurlar için hayatı ve insanları anlamak, onları eleştirmeden önce daha temkinli olmak adına oldukça önemlidir. EZGİ KABADAYI DEĞİŞMEZ DEDİKLERİMİZ Asla kaybolmaz dediğiniz değerleriniz var mıdır hayatta? Ya da asla değişmez dediğiniz algılar? Aşkı düşünün mesela… Yıllar geçtikçe aşkın anlamı da aşıklar da değişir mi? Bu sorunun cevabını çekinmeden veren, belki de bu zamana kadar yazılmış aşk şiirlerine, romanlarına karşılık, acımasızca yaklaşan bir kitap Aldatmak… Aşkın nasıl da anlamının değiştiğini yüze vuruyor başkahraman Linda’yla… Çevremde çeşitli hayatlardan esinlenmiş ya da modern toplumdaki yozlaşmayı anlatan aşk romanı olmasına rağmen, bu kitabın beni içten etkilemesinin sebebi, yok olmaz dediğim değerleri derinine sorgulaması ve beni düşündürmesiydi. Duyguyu hor gören, sadece bir kavramdan ibaret kılan hatta tabiri caizse aşk dediğimiz kavramı ayaklar altına alan bu kitap, benim bu durumumu da destekledi. Kısacası hayallerim konusunda düş kırıklığına uğradım. Çünkü ben aşkı annemle babam gibi yaşamak isteyen biri oldum hep. Aşkı, annemin babamı gördüğü anda ayak parmaklarına kadar hissettiği heyecan gibi yaşamak istedim. Onu hiçbir maddi güç gözetmeksizin kabul ettiğini bildim. Küçüklüğümden beri hep bunu duydum, dinledim. Böyle bir aşkla büyüdüm. Zaman geçip büyüdükçe de ‘’Ya aşık olamazsam?’’ diye korkar oldum. Ya yaşayamazsam, annem gibi hissedemezsem, diye… Çevreme baktığımda da ilginç bir şekilde herkesin benim gibi yakındığını fark ettim. Bu noktada, insanların artık aşık olamadığını ve belki de sorunun biz insanlar olduğunun kanısına vardım. Çünkü aşkı anlamlandıran biz insanlarız… daha doğrusu insanlardık. Şimdi ise her şey değişmiş. Ne yazık ki günümüz insanları artık duygularına karşılık aramaktan ziyade, maddi beklentilerine karşılık veren insanlara aşkı yakıştırıyor. Anlayacağınız, insanlar aşık olmayı beklemiyor artık… Doğru kişi hayatlarında olsun olmasın umursamadan, sadece doğru şartları beklemeye başlıyor. Hangi insan onlara iyi hayat sunacaksa, onunla birlikte hayat ya da hayal kurmaya başlıyor. Zaman su gibi geçip sorumluluklar artınca anlıyorlar ne kaybettiklerini ya da neyi eksik yaşadıklarını. Kendilerini yalnız hissettiklerinde sorgulamaya başlıyorlar bir şeyler ters mi gidiyor diye. Sonra dönüp, bir daha asla yakalayamayacakları anların, duyguların ya da fırsatların gelip onları bulmasını bekliyorlar. Ama ne acı… Geriye bakıldığında koca bir hayat boşa geçmiş oluyor artık, üstelik yanlış insanlarla… Artık hiçbir zaman doğru bir an olmuyor onlar için… Çünkü o insanlar maddi çıkarlar uğruna hayatlarını sürdürüyorlardır. Hayatlarından nelerin geçip geçmediğini fark etmeden… Sadece karşı taraftan maddi ihtiyaçlarını karşılamasını beklemek, onlara bir ömür geçirilebilirmiş gibi geliyor ama yanılıyorlar. Yanıldılar da… Bana göre bir insanın gururunu yerler altına alan nokta tam da burada. Benim ailemden gördüğüm ilişki, eşler yeri geldiği zaman omuz omuza verip hayatı en kötü şartlarda birlikte göğüsleyebilmektedir. Para, güç dediğimiz değerler bir gün var bir gün yok… Yeter ki gönüller bir olmalı. Bu yüzden bu hayat sadece karşı tarafın bana sunacağı fırsatlardan ibaret değil. Bu yüzden de hiçbir şekilde yararlanacağım fırsatları düşünerek hareket etmem. O insana benim günlük ihtiyaçlarımı karşıladığı için bağlanmaya çalışmak değil de aşık olup bir ömür geçireceğim diyerek yaşamak kendi hayatımıza verdiğimiz değer olsa gerek. Oysaki aşkta sadece duygularımıza karşılık gözetmeliyiz. Aşkta tek çıkarımımız dünyalara değişmeyen bir sarılma, öpücük olmalı. Böylece bir ömür geçirirken bir an olsun pişmanlık duymayız ve her baktığımızda o aşık olduğumuz insana ‘’iyi ki…’’ demeliyiz şüphe duymadan. İyi ki bu hayatı onunla paylaşmayı seçmişim, demeliyiz. Sığlaşmış kavramlar yerine kendimizi özel hissettirecek bir amaç edinmeli, şu an bile hayatımızdaki insanların önemini farkına varmalıyız. Gün geçtikçe dillerde dolanan aşık olamama sorununu, kendimizden başlayarak çözmeliyiz. Her ne kadar mantıkla hareket eden bir insan olsam da aşkta mantığımı değil, kalbimi konuşturan taraftayım. Çağıl Kazancıoğlu 21401910 Başak Berna Codan TURK 101-13 18/11/2014 GEÇMİŞİN GÖLGESİNDE En Güçlü Silah, Nefret Geçmişin Gölgesinde, senaryosunu David McKenna’nın yazdığı 1998 yılında yapılmış bir filmdir. Film çıktığı günden itibaren sinema tarihinin efsane filmleri arasına girmiştir. IMDB adlı film, dizi, sinema sitesi bu filme 8.6 puan vererek 31. sırayı uygun görmüştür. Filmdeki konu hepimizin her gün duyduğu, karşılaştığı belki de dünyamızın en büyük ve en köklü sorunlarından olan ırkçılık ve nefret. Sinemanın en Kazancıoğlu Sayfa 1 mükemmel oyuncularından sayılan aktörlerin mükemmel rol kabiliyetleriyle ayrı bir güzelliği olan film, benim için asıl artısını aksiyon sahnelerinden değil öğreticiliğinden ve böylesine hassas, önemli bir konuyu böyle güzel işleyebilmiş olmasından alıyor. Derek filmde bir zenciyi öldürdüğünden dolayı hapse girdikten sonra hapiste kendi gibi faşist görüşlülerle tanışır, ancak bu kişiler sadece özentiliğine neo-nazi gibi davranırlar. Derek hapishanede bu kişiler tarafından tecavüze uğradıktan sonra ve zenci bir insanla çok yakın arkadaş olur ve yaptıklarından pişmanlık duyar ancak her şey için çok geçtir çünkü Derek hapisten çıktıktan sonra küçük kardeşi Danny intikam amacıyla zenci bir çete tarafından okul tuvaletinde öldürülür. Ben bu bloğu yazarken filmdeki Danny’nin filmde ağabeyi hakkında yazdığı blog yazışı aklımdan çıkmıyor. Bu filmi izlemeden önce dürüst olmak gerekirse bende de bazı ırklara karşı nefret, hafif bir ırkçılık yok değildi. Bu filmi izlediğimde beni en derinden etkileyen, nefretin hiçbir zaman iyi sonuçlara yol açmayacağını göstermesiydi. Babasının ölümüyle bu kadar kafayı bozmasaydı eğer en azından ailenin geri kalanını kurtarabilirdi Derek. Nefreti tüm ailenin parçalanmasına yol açtı. Ne olacaktı sanki? Tüm Amerika’yı zencilerden mi kurtaracaktı? Bu muydu çözüm? Önemli olan nokta, babasını vuran insanların ten rengi yüzünden bir ön yargı ile aynı ırka mensup tüm insanları suçlaması en büyük hatasıydı Derek’in. Bunu geç de olsa hapishanede fark ediyor. Tümevarım yöntemiyle insanlara ne sevgi ne de nefret duyulabilir. Bu yöntem duygularda işe yaramıyor ne yazık ki. Faşizmin, nefretin hiçbir zaman iyi sonuçları olamaz, hepimiz bir şeylere bitmek bilmeyen bir nefret duyarız, insan doğasında var bu ancak bu filmi de izleyerek anlamalıyız ki nefret duyguların en güçlüsü değil Kazancıoğlu Sayfa 2 aslında en güçsüzüdür. Hiçbir işe yaramaz hiçbir yarar sağlamaz nefret, döner dolaşır elbet bizi yaralayacak, üzecek bir sonuç doğurur. Derek’in kardeşini kaybetmesi gibi. 2.Dünya Savaşındaki Yahudi ırkına olan nefret, Amerika’daki zencilere duyulan nefret her zaman kötü sonuçları beraberinde getirmiştir. Bunun örneklerini her geçen gün görüyoruz. Film ne kadar bazı kesimler tarafından neo-naziliği eleştirmekten çok yüceltmiş diye eleştirilse de bence bu film, nefretin kötülüğünü insanlara nasıl en güzel biçimde kanıtlayabilirizin cevabıdır. Bu filmi izleyenlerin nefrete ve ırkçılığa karşı olan duruşunun ne kadar değiştiğini tahmin bile edemiyorum. Unutmamalıyız ki, nefret her zaman nefretle karşılık bulur,hoşgörü ise hoşgörüyle. Nefretin sonuçları hiçbir zaman iyi olmaz. Filmin bende yarattığı düşüncelerden başka bir tanesi ise, bu değişik görüşteki fanatik grupların aslında ne kadar özentilikten dolayı ortaya çıktığını da gözler önüne sermiş. Etrafımızda düşünmeden etmeden bir şeye körü körüne inanan, bir siyasi ideolojiyi , belki de hakkında hiçbir şey bilmemesine rağmen, hayatının odak noktası haline getiren insanlar çok fazla. Bunu herhangi bir görüş için söylüyorum, Atatürkçüyüm ben diye gezip, 6 ilkeyi sayamayan insanlar var. Derek’in kendi görüşünden sandığı insanlar tarafından cinsel istismara uğraması aklını başına getirmiş acaba bizim bu bilmeden sorgulamadan uygulayan insanlarımızın kim aklını başına, nasıl getirecek? KAYNAKÇA:  Vikipedi  American History X (Kitap) Akın Kalkan Bir Nefeste Deniz Gezmiş Kokusu Deniz Gezmiş'in idam edilmesinden bu yana onun gerek özel hayatını gerekse siyasi hayatını birçok yazar kaleme almıştır. Deniz ile Darağacında Üç Fidan isimli kitap sayesinde tanışmıştım. Kitap, ağırlık olarak o dönemin siyasi karmaşasını ve üç gencin yaşam mücadelesini anlatmaktaydı. Kitabı bitirdikten sonra her okur gibi kahramanları ve onların hayatlarını merak etmiştim. Ama dürüst olmalıyım ki Deniz Gezmiş bir başkaydı. Kararlılığı, duruşu ve boyun eğmezliği ile herkesin dikkatini çekebilirdi. Bırakalım siyasi tantanayı sahi Deniz âşık olmuş muydu ya da sevdiğine bir mektup yazmış mıydı, hangi takımı tutuyordu, adına kitaplar şarkılar yazılan Deniz'in el yazısı ve şiirleri nasıldı? Bu zamana kadar kendisini, abisi Bora Gezmiş'in anlattıklarıyla tanımıştık. Şimdi onu anlatma sırası Deniz'in küçük kardeşi Hamdi Gezmiş'te. Can Dündar imzalı bu kitap sayesinde Deniz Gezmiş ile uzun bir yolculuğa çıktım. Bazen katıla katıla güldük bazen ise birbirimize sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladık. Kitabı hiçbir siyasi görüş gütmeden, sadece bir insan olarak okumuştum. Bazen Deniz'in yerini ben aldım, aileme ve sevdiklerime veda ettim bazen ise Deniz'in yerini sevdiğim bir insana verdim. Türkiye'nin karanlık yüzü aslında Deniz'in kısa ve dopdolu hayatını da yansıtmaktaydı. O dönemde yaşanılan her şeyi ve herkesi değerlendirme fırsatım oldu. Deniz ve arkadaşlarına hak verdiğim noktalar da oldu, “keşke böyle yapmasaydın be Deniz” dediğim yerler de. Hepimiz ölümlüydük. Fakat ölen sadece bedenlerimizdi. Ama düşüncelerimiz her zaman baki kalabilirdi. Bulutlar bazen görünür bazen kaybolurlar. Gökyüzü ise her daim bizimledir. İşte fikirler de birer gökyüzüdür. Deniz Gezmiş bulutlar ile birlikte gitti. Ama onun sahip olduğu deniz mavisi gökyüzünde hala güneş doğuyor. Hiç kimsenin görmediği fotoğraf albümünü açtım Deniz'in. Beşiktaş taraftarlarının bu kadar birlik ve beraberlik içerisindeki duruşuna şaşılmamalı. Çünkü Deniz de Beşiktaşlıymış! El yazısı ile yazdığı son mektubunda, Hamdi'nin bilim adamı olmasını istemiş. Hemen ardından belirtmiş ki bilimle uğraşmak da insanlığa hizmettir. Bilinen mektupların içinde elbette bilinmeyenler de gizlenmişti. Deniz küçükken mektup arkadaşları edinmiş. Bunlardan biri de Almanya’da yaşayan Gabriela Kadenbach idi. Can Dündar'ın detaylı araştırması sonucu 50 yıl sonra kendisine ulaşılmıştı. Gabriela elbette Deniz'i hatırlıyordu ama sonrasına dair hiçbir şey bilmiyordu. Haklı olarak ona dair ne bir fotoğrafı ne de bir mektubu saklamıştı. Kimdi Deniz, onu bu denli önemli kılan neydi? Can Dündar cevabı biraz şaka ile gerçeği karıştırarak verdi; “Che Guevara ile mektuplaşıp sonra da o mektupları kaybettiğinizi düşünün”. Deniz'i tanımak isterseniz darbe dönemi çocukları ile konuşmanızı tavsiye ederim. Onların sık kullandığı bir cümle vardır; “Bir yanımızda Che Guevara var ise diğer yanımızda Deniz Gezmiş vardı.” Ayrıca o dönemde sokakta yürürken duvarlarda “Denizler Ölmez” yazısına rastlamanız da mümkünmüş. Doğruyu söylemek gerekirse, hepimiz yaşarken ölüm korkusunu duyumsarız. Genç veya yaşlı her ölümde de acı duyarız. Oysa Deniz ölüme dimdik yürümüştü, hiç tereddüt etmeden boynunu darağacına teslim etmişti. Deniz'in albümüne devam ederken uzun boylu, ellerinde kitaplarla fakülte bahçesinde poz veren güzel bir kıza denk geldim. Sayfayı çevirdim bir başka fotoğrafta da o kız ve yanında Deniz, birlikte aynı kareyi paylaşıyor. Eski siyah beyaz bir fotoğraftı gördüğüm. Deniz'in heyecanı ve asla bırakmam dediği mücadelesi yüzünden okunuyordu. Aşk temasını şiirlerinde, yazılarında ve şarkılarında en güzel işleyen solculardır. Aşk solcudur ve bu yüzden sol yanımızı hedefler. Ve yine bu yüzden sağ çıkamayız aşklarımızın içinden. Deniz 6 Mayıs 1972 sabahında aşklarından ve gençliğinden vazgeçerek bir sigara içimiyle gitti. Bildiğim tüm gerçeklikten uzak ve farklı yerdeydim. Olaylara daha yakından bakabilmek için bu kitabı okumuştum ve Deniz artık kaybettiğim bir evladım, kardeşim gibiydi. Geldik ve gidiyorduk. Deniz'in gidişinden bu yana onu tanıyan tanımayan herkes özlem içinde. Deniz, öldüğü günden bu güne doğan çocukların isimlerinde ve de ülkülerinde. Hatta giydiğimiz parkada bile o aslında bizimle. Devrim Türkiye'nin en uzun koşusuydu derler ya hani, işte Deniz, sen ışıklar içinde uyu ve bil ki bu koşuda en hızlı sendin, en güzeli de. Zorluk denen şey… İnsanlar hayatın zorluklarıyla karşılaşınca hemen pes edip kaçarlar mı? Hayatın bizlere sunduğu zorluklar karşısında kaç kişi dik durup, mücadele vermeyi tercih eder? Kimi insana doğuştan şanslı diye teşhis koyarız. Bu şanslı diye tabir ettiğimiz insanlar; özel hastanelerde doğup, malikânelerde büyüyüp, paranın verdiği güçle her istediğine kolayca ulaşıp zorluk çekmeden refah içerisinde yaşayan bireylerdir. Şanssız olarak gördüğümüz insanlar ise; geçim sıkıntısının derdine düşmüş, istediği şeyleri elde etmeyi başaramamış kişilerdir. Maddi açıdan yokluğu yaşayan insanlar, hayatın zorluklarına karşı şüphesiz daha güçlü olurlar. Varlık içinde yaşayan insanlar ise, işler kötü gitmeye başladığı zaman, içinde bulunduğu sıkıntılı durumla mücadele etmekte zorlanır. Peki, yaşantımızdaki bütün zorlukların temel nedeni maddi imkânsızlıklar mıdır? Maddiyatımızın iyi olmaması bazı zorlukları yaşamamıza etken olabilir. Ancak bana göre esas zorluğu; manevi değerlerimizde yaşadığımız kayıplardan dolayı yaşarız. Belki istediğiniz evi, arabayı ya da herhangi bir şeyi elde edememek sizi üzebilir. Fakat sevdiğiniz insanlardan birinin aranızdan ayrılışı sizin için yıkım olur. Şu dünyada hepimizin bir derdi var. Kimimiz kendine bir iş bulamaz. Kimimiz ev sahibi olmak ister olamaz. Kimimiz ise bakıma muhtaç olan sevdikleri için ömrünü tüketir. Ancak asıl önemli olan konu ise, dertlerimizin bize yaptığı baskıya dayanamayarak insanlığımızı yitirmemektir. 17 Ağustos 1999 tarihini hatırladınız mı? Evet, o büyük depremden bahsediyorum. Çoğu insan gerçek zorlukla yüzleşti. Evlerini, barklarını, işlerini ve her şeyden önemlisi sevdiklerini kaybettiler. Fakat bir şekilde hayata tutunmaya çalıştılar. Başka çareleri yoktu. Başka kimseleri de yoktu belki onlara yardım eli uzatabilecek. Aslında böylesi anlarda her kesimden insan bir araya gelip tek yürek olsa da çoğu zaman unutuyoruz etrafımızı, ailemizi ve hatta kendimizi bile… İlla bir felaket mi olmalı el ele tutunmak için? O günü mü bekliyoruz? Bu mu bize kendimizi ya da olduğumuz kişiyi hatırlatacak? Mesele bir de o değilmiş gibi hayat koşuşturmacası diyoruz ya kendimizi kandırıp, o daha da fazla yıpratıyor insanı. İnsanın kendinden çok sevdiklerini elbette… Düşünsene bir tarafta can bir tarafta canan… Nereye gitsen boğuluyorsun… Peki, neye bu çaba? Daha iyi bir hayat yaşamaya mı yoksa daha iyi bir hayat yaşatmak mı sevdiklerimize? Ve aslında onlar için çabalarken aynı zamanda onlardan vazgeçiş de oluveriyor bu çaba. Göremiyoruz daha iyisini isterken geçen zamanı, onun bize getirdiklerini kendimize kanıtlarken, onun bizden aldıklarını göremiyoruz. Belki de kabullenmek istemiyoruz çoğu zaman. Varlığını sırtımızda hissettiğimiz canımız annemizin yokluğunu kabul edememek tabi ki en doğalı. Ama unutmak en acımasız ve ürkütücü olan sanırım. Ne kadar da iç karartıcı bir senaryo. Ötelenmiş anne, onun için çabalayan iki kardeş. Biri kendini heba ederken diğeri de kendi derdinde… Yaşamışızdır bunları… Ve yaşanacaklar bunun gibileri ne yazık ki… Ailedeki babanın ölümü yıkar ya o bütünlüğü, yok olur anılar yaşanmamış gibi… Geride insanlar kalır sadece. Bakarsın düşman olmuş kardeşler. Ne yazık ki bu örnekler benim ailemde olduğu gibi her yerde… Bunun için insan seçmeye gerek yok, zengin fakir ayrımı olmasına da gerek yok… Yoldan çevirdiğimiz birçok kişiden duyarız bu ve bunun gibilerini. Peki, sonra mı? Sonrası tam bir felaket oluveriyor. Yaşanmamış gibi anılarda kalıyor anlar tazelenmemek üzere… Sonuç olarak neye sahip olursan ol, ne için çabalarsan çabala eğer öz benliğini ve sana değer katan kişileri yok sayarsan sen de o vicdan muhasebesi boşluğuna düşmeye mahkûm etmiş olursun kendini. Ve bu boşluk sana hayatının geri kalanı boyunca öyle bir yük getirir ki, sahip olduklarının bir değeri kalmaz artık. Demem o ki yatırım yapma meselesini daha çok manevi meselelere dayandırmak belki de maddiyattan daha çok getiri sağlayacaktır bizlere. Çünkü ancak o zaman var olabiliriz. Pelin BAŞPINAR 1 İpek Pelit RESİMDEKİ MÜZİK Adına şarkılar yazılan, filmler çekilen, hayranlık dolu konuşmalar, tartışmalar yaratan tablo; Yıldızlı Gece. Bu tablo Vincent Van Gogh’un en ünlü eserlerinden biri olmuştur her zaman. Herkesi etkilediği gibi beni de çok etkiliyor. Tabii bunu için özel nedenlerim de var. Nasıl etkilemeyebilir ki? Vincent renkleri öyle bir kullanmış ki benzersiz ve büyüleyici. Sanki bakarken biri kulağına fısıldıyor “Bir müzik var duyuyor musun? Bak, görebilirsin, dikkatli bak. Notaları takip et, onların ve oluşturdukları müziğin, ritimlerin gökyüzünde nasıl 2 döndüğünü görebilirsin. Sarılar, beyazlar karanlıkta dans ediyorlar. Kafanı tam olarak kaldırıp gökyüzüne bakınca başın döner ya öyle işte. Hem o heyecan hem de güzellik bir arada. Süzülüyor yıldızlar, renkler estetik bir şekilde gökyüzünde hareket ediyor. Gecenin yalnızlığı ve karanlığındansa güzelliğini gösteriyorlar sana. Geceye çağırıyorlar seni, müzikle, dansla, ahenkle büyülüyorlar. Bir piyanistin parmaklarındaki dansı görebileceğin, nefesindeki heyecanı tadabileceğin bir gökyüzü bu. Bak, gökyüzüne bak. Hisset onu.” diye. Dahası kaç tane eser vardır ki hem durağan olup hem de seni içinde duyduğun heyecandan, coşkudan hareketlendiren. Hiç değişmezken dakikalarca izlenebilecek kaç eser vardır ki? Yıldızlı gece yaşatıyor işte bana. Bahsettiğim tabloyu sevmemdeki özel nedenimse yıldızlarla ilgili. Küçüklüğüm boyunca korkularım vardı. Karanlık en büyük korkumdu. Daha küçücük çocukken dertleri olan bir baba gibi geceleri uyuyamazdım. Karanlığın içinde ışığı bulmak istermişçesine sürekli gözlerimi açık tutardım. Bulabildiğim en parlak ışık yıldızlar olurdu. Evet, biliyorum Ay da var ama yıldızları seçmiştim. Belki çok fazla oldukları için belki de küçük bir çocuk gibi küçük göründükleri için. Sürekli onlara bakar gözlerimi ışığımdan ayırmamaya çalışırdım. Bana ışık yayan koruyucularıma bakarak uyuyakalırdım. Küçüklüğümde birçok anlam yüklediğim yıldızlar benim için hâlâ özeller, daha yakınlar birçok ışıktan ve renkten. Tabloya bakınca eğer benim eskiden yaptığım gibi yıldızlardan gözlerinizi ayırmazsanız hareket ettiklerini görebilirsiniz. Dalgalandıklarını, titreştiklerini ve güzelliklerini görebilirsiniz. Vincent’ın onları nasıl tüm gökyüzüne yaydığını, ışıklarını nasıl incelediğini ve takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Rüzgârla birlikte çoğaldıklarını, döndüklerini, sadece parlak ya da beyaz diye tanımlayacağınız bir renkten çok daha fazlası olduklarını, beyazın yanında sarıyı ve turuncuyu da içerdiklerini 3 anlayabilirsiniz. İşte yıldızların ve gecenin tüm güzelliğini ortaya koyan bu eser, benim için küçüklüğümdeki yalnız ve özel anılarımı anlatıyor. Hepimiz yaşıyoruz, hepimiz görüyoruz. Hepimiz gecede, gündüzde gökyüzüne bakıyoruz. Rüzgârı hissediyoruz, yıldızların o gözünü kısınca yayılan açınca küçülen parıltısını hepimiz görüyoruz. Ama şunu kesinlikle söyleyebilim ki ben daha önce hiç Vincent kadar güzel ve etkileyici göremedim yaşamı ve gökyüzünü, hiç onun gibi yansıtamadım ne kelimelerle ne de boyalarımla. Daha da ilginç tarafı Vincent gerçeklikten de daha güzel bir şekilde yansıtmış geceyi. Rahat bir şekilde anlaşılıyor ki sıcak ama güçlü rüzgârlı bir yaz gecesini anlatıyor o tablo ya da bilmiyorum bana öyle geliyor. O yumuşaklığı ve uçuşmayı kolayca anlayabiliyorum. Mary Anne Stanizewski “Believing Is Seeing” kitabında sanatçıyı “deha” olarak tanımlamıştır ve bu tanıma göre sanatçı insanlığın ve gözün ilerisini görendir. Bana kalırsa Vincent Van Gogh bir deha. İnsanın ve gözün görebildiğinden daha fazlasını görebildiği için o bir deha. Eğer yıllar öncesine gidip Vincent Van Gogh’la konuşma fırsatım olsaydı ona söyleyeceğim şey “Her gün, herkesin gördüğü geceyi daha önce senin kadar güzel gören olmadı.” olurdu. Bunu sonuna kadar hak ettiği ve bana gecenin güzelliğini tanıttığı için. Çocukluk Yaşları Artık Sadece Rakamdan İbaret Günümüzün çocukları, yeni nesiller, şimdilerde artık sadece biyolojik açıdan çocuk sayılabilirler. Bizim yaşadığımız çocuklukla, şimdiki nesilin yaşadığı çocukluk arasında dağlar kadar fark var. Şu anki neslin yaşadığı çocukluğa çocukluk demek için bin şahit gerekir. Birçok insanın teknoloji çağı dediği dönemdeyiz. Her ne kadar çağ adlandırma işini tarihçiler aradan belli bir zaman geçtikten sonra yapıyor olması gerekse de. Böyle denmesinin nedeni tabiki de teknolojinin hızla gelişmesi ve bir günde bile devrim niteliğinde değişikliklerin olabilmesi. Yıllar hiç birbirine benzemez, kesinlikle bir şeyler değişir. Bu dönemde herhangi bir yılla önceki yıl arasındaki benzerlikleri bulmak, farkları bulmaktan daha kolaydır. Bu nedenle nesiller arası farklar da ,bu çağdaki yıllardaki değişim miktarının çok fazla olmasından dolayı, çoktur. Çok uzakta değil yaklaşık 10-15 yıl önceki, benim çocukluğumdan bahseyim. O dönemlerde sokaklarda oynardım. Bu bizden sonraki nesilde değişmeye başladı sanırım. Bizim nesil hep değişimden önceki son nesil olmuştur zaten. Neyse işte, çıkardık sokaklara, taşlardan kale yapıp futbol oynardık. Topu olan çocuk, oyunu mutlaka o kurardı. Bir kişi şeçerdi, onunla aldım verdim falan yaparak takımları oluştururduk. Takım oluşunca mutlaka içimizden biri çıkar siz çok güçlü oldunuz şu elemanı bize verin derdi. Bir şekilde 2 tarafında kabul ettiği takımları kurunca oyuna başlardık. 10'a ulaşan kazanır, 5'te devre arası falan olur. Kızlar öbür tarafta ip atlardı, evcilik oynardı. Topumuz mutlaka onların oynadığı tarafa kaçardı ,aramızda bir kazma mutlaka olurdu, ve topu geri almak için de az uğraşmazdık. O dönemlerde teknoloji çok büyük farklar yaratamadığından, bizden önceki nesillerle aramızda çok fark yoktu. Oyun oynadığımız grupta bizden 5-6 yaş büyük çocuklar da olurdu. Annem ve babamın da anlattıkları çocukluk zamanları da benimkiyle çok farklı değildi sanırım. Sokakta oyun oynamanın yanı sıra bir de hindi güdüyolardı galiba. Ama mesela kardeşlerimin yaşadığı çocuklukla (!) benimki arasından çok fark var. Peki şimdiki nesiller nasıl? Cevabı en iyi bilenlerden biriyimdir herhalde. Çünkü iki tanesiyle uzun bir süre yan yana yaşadım. Bahsettiğim kişiler tabi ki kardeşlerim. İkisinin arasında pek yaş farkı yok ama onlarla aramda çok yaş farkı var. Bu yüzden onların çocukluğu çok benzerdir, onların çocukluğu nasıl geçiyor uzun bir süre tanıklık ettim. Sürekli, neredeyse tüm günü bir ekrana bakarak geçiriyorlar. Dışarı sadece okula gitmek için çıkıyorlar. Okul da zorunlu olmasa gitmezler herhalde. Sokaklarda oyun oynamak diye bir kavram onlarda pek yok sanırım. Adamlar sanal alemin eğlencesine o kadar kapılmışki dışarıda ne var ne yok ilgilenmiyorlar bile. Deprem olsa şu oyunu bitireyim öyle kaçarım diye düşünürler o derece bir bağımlılıkları var. Sanki dünyaya bu aletleri oynamak için gelmişler. Anne karnından bu elektroniklerle çıkmışlar. Büyüyünce ne olacaksın? diye sorunca ''Bilgisayar oyuncusu olacağım ben'' diyorlar. Oynama demiyoruz kardeşim, hobi olarak yine oyna ama geleceğini bile buna adayarak yaşamak nedir arkadaş. Evet, bunlar benim kardeşimdi. Şu anki nesillerin çocukluklarına bence güzel bir örnekti. Kardeşlerim şu anki nesilin sadece bir kısmına bir örnekti. Şimdiki nesil düzgün yetişmiyor. Yıllar boyunca düzgün bir şekilde gün yüzü görmemiş bir çocuk ilerde nasıl rahat bir hayat sürdürebilir? Bence sürdüremez. Diğer insanlarla sadece telefon, bilgisayar tarzı aletlerle görüşen, yüz yüze yeterince insan görmemiş çocuklar ileride asosyal olup bağımlılıları daha da artıyor. Bu aygıtlar tabiki çok yararlı olabiliyorlar, ona şüphe yok. Fakat çocukların eline geçince onları kendilerine esir ediyor ve saatlerce başından kaldırmıyor. Çocuklar için genel olarak zararlıdır. Yani günümüzün çocuklarını dışarda çok göremezsiniz. Çocukların sokaklarda oyunlar oynayıp sokaklarda büyümesi ibağımlılık yapan teknoloji yüzünden, geçmişte kaldı. Artık onlar cam bir fanusta büyür gibi bilgisayarlarının ya da tabletlerinin başında büyüyorlar ve geleceklerini bile düşünmüyorlar. Çocukluk dönemi artık yok. Sadece yaş aralığı anlamına geliyor artık. Şimdiki çocukları Allah ıslah etsin artık ne diyim. Gelecek onlara emanetse. İleride nasıl bir geleceğimiz olacak? Bu yazıyı Elif Key'in yazdığı ''bize iki çay söyle...'' kitabındaki bir çok öyküden çocukluğundan bahsetmesinden esinlenerek yazdım. Kitabın öykülerinin tamamıya alaksı yoktur. Kaynak: Bize İki Çay Söyle/Elif Key Elif ERTEM AŞKA MANTIKLI BİR YAKLAŞIM Nafer Ermiş Hayat Böyle Bir Şey adlı romanında eski ve kırık dökük bir aşk hikayesini anlatıyor. Bu yazımda ben aşka mantık çerçevesinde yaklaşıp, doğrularıyla ve yanlışlarıyla ikili ilişkileri ele alacağım. Kimileri okurken kendi yaptığı hataları anımsayacak, kimileri düşüncelerime katılacak kimisi ise saçma bulacak belki. Ben yazdım, okuyup yorumlamak sizde. Aşk nedir, nasıl olmalıdır? Aşkı asla tanımlamaya çalışmadım. Hatta böyle bir şey olduğuna bile inanmadım; çünkü aşk benim için ateş gibi birşeydi. Ateş, tutuşur yanar ve söner. Benim için her zaman çok sevmek, çok değer vermek vardı. Bu modern aşk trendini kafalarına kazımış olan karşı taraflar için her ne kadar yeterli olmasa da eğer böyle bir basma kalıp tanım varsa karşı taraftakini kendi doğrularıyla yontup değiştirmeyi değilde, olduğu gibi kabullenip ona uyum sağlamayı amaçlıyor olmalı. Eski sevgililer neye yarar? Eski sevgililer deneyimlerimizden ders çıkardığımız takdirde bundan sonraki ilişkilerimizde neyi isteyip neyi istemediğimizi anlamamızı sağlarlar. Aşk sadece bir ten uyumu değildir. Belki en başında birşeyleri ateşler; ancak ilerleyen zamanlarda bu ateş sadece cinsellik ile yanıyorsa başka bir paylaşım olmadığı taktirde sönmeye mahkumdur. Bir çiçeğin büyümesini aşk olarak ele alalım. İlk akla gelen, hayatı başlatan sudur (suyu cinsellik olarak ele alalım); ancak hepimizin bildiği gibi bir çiçeğin büyümesi için suyun yanında güneş, oksijen, gübre ve hatta zararlı olarak düşündüğümüz böcekler bile çok önemlidir. Tüm bu güneş, oksijen, gübre ve böcekleri kurulan ortak arkadaşlıklar anılar ve paylaşımlar olarak nitelendirirsek, bu çiçeğe bunlar olmadan gereğinden fazla ve sadece su verirseniz unutmayalım ki bu çiçek fazla yaşamayacaktır. Aşk özünde ters düşen iki varlığın, kadın ve erkeğin ortak olarak yaşayabildiği bir duygudur. Aşk iyi ya da kötü değildir. Aşk nadirdir. Bu demek değildir ki herşeyinizi o kişiye bağlamalısınız. Geçmişinde kaybolmuş bir kişi sizde kötü hatıralar bırakabilir. Yaşadığı ve bitirdiği tüm aşklar kişiye yön verir. Beklenmedik elvadalar kişilerde güvensizliklere sebep olabilir. Bu da bünyenin kendini gelecekte korumak için geliştirdiği bir mekanizmadır. Hayat böyledir. Hoş bazen karşınıza öyle bir kişi çıkıverir ki yaşamış olduğunuz deneyimler ve dersler bile size onu gösterir. Bu koruma mekanizmalarına ihtiyacınız olmadığını hissettirir. Aşk da dahil hiç bir ilişkide karşı tarafı tam anlamıyla anlamadan onun vizyonunu kavramadan herşeyinizi verebileceğinizi ona göstermek sizi artık elde edilmiş gösterebilir ve karşı tarafa gereksiz bir özgüven kazandırarak paylaşımlarınızın hatta ilişkinizin devamının gelmemesine neden olabilir. Aşk bazı konularda kendinizi frenlemenizi size öğretirken aslında bir noktada değer verdiğiniz kişiyi kırmamak için size eğitim verir. Özünde size çok şey katabilir. Kitapta da dediği gibi harika başlangıçları sonsuzlaştırmak varken, mutlu son peşinde koşmak anlamsızdır. Bu harika başlangıçları koruyabilmenin yolu da deneyimden geçer. Hayatımızda yaşadıklarımızdan ders çıkarmadığımız durumlar sadece öylesine yaşanmıştır, ders çıkardıklarımıza ise başlangıçları koruyacak değerli deneyimlerdir. Yani aslında olaya deneyim kazanmak yönünden baktığımızda aldığımız iyi, kötü, saçma ve gereksiz olarak görünen kararlar şimdi bizim bu çok güzel başlangıçları devam ettirebilmemizde bize yol gösterir hale gelir. Hayatta bazı şeyler yaşanmalıdır ve ne yaparsak yapalım bunlar olacaktır, arkamızda sıradan bir geçmiş bırakmak yerine cesurca alınmış kararlar ve sonuçları bize çok daha fazla şey katacaktır. Aşk nedir? Toparlayacak olursak aşk ortak bir paydada buluşabilmek, yaşanmışlıklardan ders çıkararak daha güçlü bir ilişkiye emek verebilmek, sadece cinselliğe yönelmeden maneviyata önem vermek, birbirinin vazgeçilmezi olduğu havasına girmeden karşılıklı hayatları güzelleştirebilmektir. Bir İnsan Tanıdım Hayatım Değişti Bir insan düşünün; sizin hayatınızı binlerce kilometre öteden etkileyebilen, hayatınızı iyi yönde ilerletmek için bir sebep olan. Ve bu insanla hayatınızın yalnızca on gününü paylaştığınızı düşünün. Kamilla ile tanıştığım andan itibaren en ilgimi çeken yönü sakin ruhlu birisi olmasıydı. Sakinliği beni öylesine derinden etkiledi ki birlikte geçirdiğimiz on gün sonunda eve dönerken onun sakinliğinden bir parça Türkiye’ye getirmişim. İnsanların bu kadar kısa sürede birbirini çok iyi çözümleyip iyi geçinebilmelerinin mümkün olacağını zannetmiyordum. İyi geçinmenin de ötesinde karakterlerimizden bir parça koparıp karşımızdakine vermek olanaksız gibi gelse de öyle değilmiş. Bu demek değil ki kişi kendi özelliklerinden bir şey kaybetmeli. İyi huy; saf, temiz düşünceler sahibinden eksilmeden diğer insanlara yayılıyor ve mesafe gözetmeksizin insanları olumlu etkileyebiliyor. Bir insanla tanıştığımın ilk gününden çok yakın olabileceğimi hiç düşünmezdim. Ama fark ettim ki düşüncelerimizi, insanların üzerine yapıştırdığımız etiketleri bir kenara bırakınca, karşımızdaki kişiyi sadece olduğu gibi görünce her şey mümkün. İnsanların birlikte geçireceği zaman için belirli bir sınırlama konulunca her anı karşınızdakiyle uyumlu olacak şekilde değerlendiriyorsunuz. Uyum sağladıktan sonra ise her türlü eğlenceye açık oluyorsunuz. Zamanın kısıtlı olması ve sizin bunun bilincinde olmanız, karşınızdakiyle kavga etmeye, tartışmaya vaktinizin olmadığı anlamına geliyor. Belki de insanların birlikte geçirdiği zamanlara değer yükleyebilmek için yapılması gereken tek şey zamana bitiş süresi eklemektir. Sonuçta bir insan ne zaman öleceğini bilirse ona göre yaşar, siz de biriyle geçireceğiniz süreyi bilirseniz ona göre değerlendirirsiniz. Birlikte geçirdiğimiz zamanlar bitse de gözlerimizden ırak olsak da gönüllerimizden ırak olduğumuzu söyleyemem. Atalarımız yanılmış demek istemiyorum ama belki de geçen zaman, gelişen teknoloji sonucu birinin gönlümüzden ırak olması zorlaşmış diyebiliriz. Çünkü mesafe onsuzluk demek değil. Her günümde yaptığım en azından bir hareket bana onu hatırlatabiliyor. Beraber geçirdiğimiz zaman boyunca ayrıldıktan sonra hayatıma nasıl devam edeceğimi bilmediğimi söyledim durdum. Ama insanoğlu bu ya ve zaman kavramı göreceli ya yeniliklere alışmak düşündüğümüz kadar zor olmayabiliyor. Yeniliklere alışmamız geçmişi unuttuğumuz anlamına gelmiyor. Çünkü onu hatırlatan bir şey yaşanmasa bile bileğimizden asla çıkarmadığımız gemici ipi ile yapılmış bileklikler hatırlatıcı olma görevini üstleniyor. Seviyorum. Yüzünün detaylarını tam olarak hatırlayamadığım bir insanı seviyorum. Sesinin tınısını unutmaya başladığım bir insanı seviyorum. Onun detayları unutulmaya yüz tutsa bile beraber fırtınada çalkalanan gemide ıslanışımızı, saçlarımızın tuzlu su ile kuruyup sertleştiğini unutamıyorum. Yaşanmışlıkların detayları aklımdan çıkmıyor, onun detaylarını ise bir dahaki buluşmamızda hatırlatabilirim kendime. Sevgi kavramının bir kişinin fiziksel özeliklerinden ziyade bizde oluşturduğu hisse yüklenmesi fikri çok hoşuma gidiyor. Güzellik kavramı için de buna benzer bir şey söyleyebilirim. Bazı insanlar çok güzeller. Görünüşleri aklınıza gelen ilk şey olabilir ama demek istediğim şey bu değil. Her şeyiyle; kişiliğiyle, davranışlarıyla, düşünceleriyle yani bunların hepsi birden bir insanı güzel yapabiliyor. Günümüzde “güzellik” ve “sevgi” kavramının somutlaştırılmaya yüz tutması hoşuma gitmiyor. Bence bu iki kavram somut ve soyutun bir arada oluşturduğu bir bütünü niteliyor. Kısaca diyebilirim ki: Bir insan tanıdım, hayatım değişti, hayatımı yaşayış şeklim değişti. Bazı şeylerin mümkün olduğunu düşünmemem onların gerçekleşemeyeceği anlamına gelmiyormuş. İnsanlara bağlanma problemim olduğunu zannederken insanları ön yargılarımla uzaklaştıran benmişim. İyi şeyler gerçekten de değerini kaybetmeden bölünüp parçalanıp yayılabilirmiş. Mesafeler hiç ama hiç bir şeye engel değilmiş önemli olan insanlara düşüncelerimizde yer vermekmiş. Sevmek için birinin nasıl göründüğünü hatırlamak gerekmezmiş nasıl hissettirdiği önemliymiş. Bir insanla birçok şey öğrendim. İlayda Gümüş 21703759 SÖNMEYE YÜZ TUTMUŞ GÜNEŞ Nasıl yaşadığımı etkileyen önemli faktörler arasında hayatıma en çok yön veren etmen, içinde yaşadığım toplumdur. Toplumun kadın ve erkeğe bakış açısı ise bana göre üzerinde oldukça fazla durulması gereken bir durumdur. Bir erkeğin haklarıyla bir kadının haklarının ne dinsel ne de hukuksal olarak kısıtlanmaması yaşadığımız hayatı kökten değiştirir. Böyle bir ayrımcılık yadsınamayacak derecede kötü sonuçlar doğurabilir çünkü ülkemizi nüfusumuzun neredeyse yarısını kapsayan kadınların iş gücünden ve sosyal etkinliğinden mahrum bırakmış oluruz. Bazı insanların nasıl bir mantıkla böyle bir durumu kabullenebildiğine asla anlam veremezdim ve bu kadar üstünde durduğum bir konuyu doğrudan ele alan bir roman elime geçtiğinde bir dakika bile düşünmeden okumaya karar verdim. Bin Muhteşem Güneş bir ülkenin kaderini ve iki kadının bir ağacın her biri farklı yönlere giden ince dalları gibi değişik aşamalarda ilerleyen hayatlarının aynı yerde birleşmesini anlattı bana. Öncelikle yaşadığım ülkeyi düşündüm. Modern olarak nitelendirdiğimiz toplumumuzda bile büyük şehirlerin dışına çıktığımızda ne kadar vahim olayların yaşandığı aklıma geldi. Töre cinayetleri, insanların namus bekçiliğini yapmayı kendisine görev edinmeyi erkeklik sayan insanlar ve her durumda suçlu bulunan kadınların çektiği çileler bizim ‘’demokratik’’ ülkemizde bile insanın dikkatini çekebiliyor ne yazık ki. Büyük şehirleri de bu vahimiyetten ayrı tutmak isterdim lakin yaşadığımız çağdaş mahallelerin dışına çıkıp şehrin gerçek yüzünü görmeye gittiğimizde, kültür başkentimizde bile gördüğümüz olaylar iç karartıcı. Hali hazırda bildiğim gerçekler kafamı meşgul ederken, çok daha karanlık bir gölgenin toplumu tehdit ettiği bir coğrafyada buldum kendimi. Afganistan’da, Herat şehrinde başlıyor her şey. Babasının annesiyle yasak ilişkisinin bir tohumu olan, küçücük bir kulübede annesiyle beraber yaşamaya zorlanan ve babasının utanç kaynağı olan bir kız ise acıklı bir olay örgüsünün başrolünde bulunuyor. Annesini kaybettiğinde ve evlenecek yaşa geldiğinde babası tarafından hızla evlendirilerek kocasıyla Kabil’e doğru geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkan Meryem’in hayatı, tıpkı ülkesinde dinsel baskılardan muzdarip olan birçok kadın gibi asla aydınlığa kavuşamayacaktır. Eğitim alamamış ve kocasından sürekli cahil damgası yemiş bir kadın olarak yaşamına devam ederken, ülkenin maruz kaldığı siyasi çalkantılar ve savaş onun hayatını ufak ama etkili olarak değiştirmeye başlar. Tıpkı Meryem’in aksine eğitimli ve ailesi tarafından kollanan, parlak bir geleceğin hayallerini kuran Leyla’nın, bu savaşta ailesiyle beraber her şeyini kaybederek düşlediği yaşamın yavaş yavaş yadırgadığı ve istemediği bir hayata dönüşmesi gibi. Ülkedeki kadına yönelik baskılar, kadınların tek başına seyahat etmesine bile izin verilmemesi, kocası olmayan ve başı boş olarak nitelendirilen kadınlara tecavüz edilmesi gibi etkenler dolayısıyla ailesini kaybettikten sonra tehlikenin içine düşen Leyla, Meryem’in üstüne genç ve güzel bir kuma olarak getirilmeyi zorunluluktan dolayı kabul eder. Kocalarından yıllarca gördükleri ağır zulüm ve şiddete beraber göğüs geren iki kadın, sonunda canlarını kurtarmak için kocalarını öldürmekten başka çarelerinin kalmadığı bir anda, belki de haklı sayılabilecek bir cinayet işlerler. Açıkçası bir romanı okuduğumda içeriğindeki her şeyi anlatmak, paylaşmak ve konuyu kalbimin derinlerine işlemek isterim. Beni olayları bu kadar yüzeysel anlatmaya iten şey ise romanın çoktan içime işlendiği gerçeği dışında, farkına varmamızı sağladığı şeylerin anlattıklarından bile önemli olması. Ailesinden, evinden mahrum kalan, toplumsal dayatmalar sonucu eğitim almasına, okuma yazma öğrenmesine dahi izin verilmeyen bir kadın, başlıca görevi vatandaşlarının haklarını ve refah düzeyini korumak olan ülke kavramını kendisine sözde sıfat edinmiş bir toprak parçası tarafından, bu kadar aciz haldeyken bile korunamıyorsa ve o toprak parçasına hala vatanı olarak hitap edebiliyorsa, bana göre o kadın sınırları devasa boyutlarla çizilmiş kara parçasından çok daha büyüktür, yücedir. Ülkeyi yöneten insanların gerekli vasıflara sahip olmaması ve ileri görüşlü olmamaları doğal olarak kadın haklarına da darbe vurur. Sahip olunan ve vatanla özleştirilen değerlere kadın veya erkek olması farketmeden bütün vatandaşların katkılarıyla erişildiği asla unutulmamalı ve bir ülkenin en önemli görevinin vatandaşlarına eşit davranmak olduğu bilinmelidir. Aksi takdirde toplumsal çöküşle beraber, tıpkı Afganistan'daki gibi hem içten hem de dıştan gelen tehditlere açık olmak kaçınılmaz olur. Aynı zamanda yüzleştiğim bir başka rahatsızlık verici toplumsal sorun ise, nelere sahip olduğumuzun ve nerelere geldiğimizin hiçbir önemi olmaması. Leyla'nın güzel giden hayatının ailesini kaybetmesi ile nasıl tepe taklak olduğunu ve hiç hayal etmediği bir şekilde kocasının emirlerini yerine getiren bir kuma olarak hayatına devam ettiğini gördüğünde insan kendi hayatının asla bir garantisi olamayacağını anlıyor. Gerek dünyayla ilgili gerek kadınlarla ilgili sorunlara kayıtsız kaldığımız her gün dünya bizim de aleyhimize işliyor. Asla değişmeyeceğini düşündüğümüz hayatımız, umursamadığımız sorunların büyümesiyle müthiş bir hızla tersine dönebilir. Ateş düştüğü yeri yakmamalıdır. Ülkende bir kadının ezilmesine kayıtsız kalmak demek, günü birinde hayatında olup da değer verdiğin bütün kadınların başına gelebilecek kötülükleri de kabullenmek demektir. İnsanlar empati kurup toplumun her parçasına gerekli değeri verirlerse, toplumlarının yozlaşmasına ve dış güçlere karşı savunmasız kalmasına engel olurlar ve ellerine fark yaratma şansı geçer. Baskıların, ayrımcılığın ve zulmün olmadığı bir düzeni her gün düşlüyorum. Sadece çevremin değil, nefes alıp veren her bir çocuğun, kadının, insanın hayatı için. Tek başıma yeterli farkındalığı yaratamasam bile bana destek olabileceğini bildiğim insanların varlığı beni rahatlatıyor ve umudumu tazeliyor. Tıpkı Kabil’in üstüne bombalar yağdığını okurken bile aklıma gelen, bana Kabil'i anlatan bir şiir dizesinin beni rahatlattığı gibi: “Bu kentin ne çatısını aydınlatan aylarını sayabilirsin, ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi.”. Dönüm Noktası Hayatınızın Sehirini değiştiren dönüm noktasını ne olduğunu düşündünüz mü hiç? Bu dünya üzerinde yaşamış ve yaşayacak her insanını hayatlarının gidişatını değiştirecek bir nokta vardır.Öyle bir nokta ki sizi iyiye de götürebilir kötüye de.Öyle bir an ki geriye kalan hayatınız boyunca hiçbir zaman farkına varamayabileceğiniz.Şahsen ben kendi hayatımın gidiş hattını değiştiren noktayı hiç düşünmedim.Nedenini soracak olursanız size verebilecek hiçbir cevabım yok; belki şu ana kadarki hayatımda bir dönüm noktası olmadığını düşünmemeden dolayı belki de yeterince bilgi birikimimin olmamasından dolayı siz seçin.Ancak bildiğim bir şey var ki Fatih BALKIŞın baht dönüşü adlı kitabını okuduktan sonra olaylara ve insanlara bakış açım tamamı ile değişti.Kitabın başlarında bana sıradan bir öykü kitabı gibi gelse de her okuduğum sayfanın ardından bu yapıtın insanlar üzerindeki etkisinin ne olduğunu daha iyi anlamaya başladım ve öyle bir an geldi ki kitabı elimden düşüremez oldum. Peki neden her insanın hayatının belli bir anında her şey olduğundan farklı gitmeye başlıyor? Bence bu duruma sebep gösterebileceğimiz milyonlarca hatta milyarlarca sebep var belki içinde yaşadığımız toplum yüzünden belki de kendimizi bir şeyleri başarmaya adamamızdan...işte baht dönüşünde de tam olarak bu konu işleniyor.Eserde kahramanımız İstanbul’da gerçekleşecek bir müzik festivaline giden yolda hayatı ve kendi hakkında düşünceleri ile boğuşuyor . Hayatının başarısı olarak saydığı operasını yazmaya adanmış bir adam.Öyle bir adanmışlık ki kedini diğer insanlardan soyutlamış, zamanını sadece hayatındaki olayları ve müziğini düşünerek geçiren bir insan kahramanımız.Başlarda bu insanın aslında ruhsal olarak sıkıntıları olduğunu düşünmüştüm ama her sayfayı çevirişimde kahramanımızın geçmişinden gelen bir takım problemlerden dolayı kendini hayattan soyutlamış olduğunu anladım.İçinde bulunduğumuz toplum da bir hayli etkili kahramanımızın bu durumunda kitap’da da dendiği gibi ''Biz gerçeği haykırabildiğimiz için çevremizdeki insanlar kulaklarını tıkamak zorunda kalıyorlar ''.Yazar kahramanımız üzerinden şu anki toplum yapımızdaki sorunları eleştiriyor ki bence güzel bir yaklaşım .Kitabın büyük çoğunluğunda kahramanımızın kendisini birçok farklı yönden eleştirirken buluyoruz.Yazarın yazış tarzını biraz ilginç ve anlaşılması zor buldum .Ancak yinede kötü bir kitap diyemem okuması ve okuduklarının altından yeni anlamlar bulmaya çalışması benim için çok eğlenceli bir süreç oldu ki kitabı elinize aldığınız andan itibaren bırakamamanızın yegane sebebi de bence bu . Eseri ilk kez elime aldığım his ile okumayı bitirdiğimdeki hislerimi paylaşmak isterim; Fatih BALKIŞ'ın bü güzel eserini ilk kez elime aldığım zaman ilk yaptığım şey sayfa numarasına bakmak oldu.Bu da kendimce bir alışkanlığım ve sayfa numarasına baktığım zaman ilk düşündüğüm şey ''100 sayfa mı bayağı kısaymış'' oldu.Ancak kitabı bitirdiğim zaman sayfa numarasını ya da bir kitabın kalınlığının içerdiklerinin miktarı ile yakından uzaktan hiçbir bağlantısı olmadığını anladım.Kitap bir nevi sihirli bir kutu hacminin ne kadar olduğu tam olarak bilinmeyeceğin yine de uzaktan bakıldığında sıradan bir kutu gibi görünen.Böyle düşünmemin sebebi, kitabın herhangi bir sayfasına sıralanmış kelimelerin aslında gözüktüğünden daha çok anlamı olması. Aslına bakarsanız kitabı çekici kılan özelliklerden biri de bu bence. Kitabı bitirdiğim zaman ilk düşündüğüm ise benim dönüm noktamın ne olduğu idi çünkü ancak bu sayede hayatımda yanlış yaptığım davranışlarımı layıkıyla tarafsız bir şekilde eleştirebilecektim.Bana göre bu dünyadaki yapılabilecek en zor şey.Evet dünya üzerinde zor olan daha birçok şey var mesela başarılı bir insan olabilmek ki bu tamamen başarıyı nasıl tanımladığınıza bağlı bazı insanlar başarıyı hayatında karar verdiği işleri dünyaya getirebilmek olarak görebilir ya da bazıları için sadece mutlu olmak olarak.Ancak bana göre dünya üzerinde yapılması en zor olan şey kendiniz objektif bir şekilde yargılayabilmektir.Neden mi?İnsanoğlu kendini yargılamakta kendi kusurlarını görmekte her zaman zorlanır , belki atalarımızdan gelen bir özellik belki de sadece toplum bizi bu duruma getirdi kim bilir demen o ki kendiniz hakkındaki gerçekleri tüm çıplaklığı ile yüz üstüne çıkarabilmenin tek yolu nerede yanlış yaptığınız bulmaktır ki bu yanlışı sadece hayatlarımızdaki dönüm noktaları ile bulabiliriz.’’iyi diyelim ki hayatımızdaki dönüm noktalarını bulduk ve neler olduğunu tamamen farkındayız ama nasıl bu noktalardan ders çıkarabiliriz ?’’ diye sorabilirsiniz.Yapmanız gereken tek ve belki de en önemli şey bu noktalardaki hatalarınızı ortaya çıkarmak.Eğer hayatınızda bir bu tarz bir dönüm noktası var ise bilin ki yanlış yaptığınız bir şey vardır . Kitapta kahramanımızın yaptığı gibi yapmanız gereken kendinizi eleştirmek.Çünkü ancak hatalarınızın farkında iseniz bu hatalardan kaçınabilirsiniz. Peki sizin hayatınızdaki dönüm noktası neydi? Kaynakça: Baht dönüşü,Fatih BALKIŞ,2015 AYCAN ERGİN MUTLULUĞUN YALINLIĞI Neden buradasınız? Bir dakikalığına şu durdurulamaz akışa bir ara verip etrafınıza bakar mısınız? Neden olduğunuz yerdesiniz? Neden yaşıyorsunuz? Neden siz? Çıkmazların insanı bilinçsizce içine çektiği, onlara yanıt ararken, sizi var olan çıkmazların daha da derinine bırakıp usulca ve sinsice kaçan varsayımsal sorular... Peki ya farklı biri olamaz mıydınız? Farklı bir hayat yaşıyor olamaz mıydınız? Neler getirdi sizi içinde bulunduğunuz bu noktaya? Ben söyleyeyim; mutluluk hazzına ulaşma isteğiniz... Bu yolda sahip olduğunuz düşünceler... Bu uğurda aldığınız kararlar ve en önemlisi yaptığınız seçimler... Çoğu zaman hayatımızın en kötü, en zor hatta altından kalkılamaz olduğunu düşündüğümüz zamanlarına sırf sonundaki mutluluk anı için boyun eğmiyor muyuz? Mutluluk, sonsuzluğa uzanan çetin ve zorlu yolda aranan, oldukça kısa ama bir o kadarda unutulmaz duraklar mıdır o zaman? Yoksa sürekli olarak içindeki yerimizi anlamlandırmaya çalıştığımız bu sonlu ve mucizevi yol alışın sürdürülebilme nedenleri midir? Yani demem o ki; tanımlanabilir mi bu mutluluk, konulabilir mi bir kalıba, bir şekle? Çizilebilir belki, resmi yapılabilir veyahut. "Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" hatırladınız değil mi? (Hikmet, 2011, s.79) Ünlü bir Nazım Hikmet şiirinin dilimize pelesenk olmuş meşhur dizesi. Nazım sorar da Abidin resmedebilir mi acaba? Belki mutluluğun resminin tuvallere sığmayacağını düşündüğünden, belki de bu olguyu bir kareye sıkıştırıp tekleştirmek istemediğindendir bilinmez ama çağdaş Türk resminin öncülerinden Abidin Dino bilinenin aksine cevap olarak, mutluluğu sözcüklerle anlatma yoluna gitmiş ve “Mutluluğun Şiiri”ni yazmış. Bilinenin aksine diyorum çünkü Abidin Dino tarafından Nazım Hikmet şiirine cevap olarak yapıldığı sanılan, bazılarının “Mutluluğun Resmi”, bazılarının “Happiness” olarak adlandırdığı, ressamın ise “Home Sweet Home” adını verdiği; görenlerin içini sıcaklığıyla sarıp sarmalayan, sevginin en büyük mutluluk kaynağı olduğunu betimleyen bu harikulade resmin yaratıcısı aslında Dianne Dengel’dir. Mutluluğun resmi… Mutluluk; bu kadar yalın, saf ve ulaşılabilir işte! Farkındalığın gücüne inanır mısınız? Hayatınızda neleri nasıl değiştirebileceğine? Şimdi sizden beş yaşınıza dönmenizi istiyorum. Sorumlulukların olmadığı, mutluluğun çok küçük sahipliklere ya da ilgilere bağlı olduğu zamanlara. Belki de güzel bir çocukluk geçirmediniz, benim gibi. Ancak her şeye rağmen mutlu olmaya sebebimiz çoktu değil mi? Sebep arar mıydık ki çocukken mutlu olmaya? Bu yüzden hala “ah keşke yeniden çocuk olsam” demiyor muyuz? Şimdi biraz yakına gelelim; on yedi yaşımıza. Yaklaşık olarak on bir yıldır üzerinde çalışıp didindiğimiz gelecek projemizin nihai mutluluğa ermesine son adımların kaldığı yaşımıza. Neydi bizim için mutluluk? Üniversite sınavından umutla dönmek? Peki, ne kadar mutluyduk? Bu sefer, artık nedensel mutluluklar kendini gösteriyordu çünkü gelecek kaygısı, bağlı olmama isteği ve yaşam savaşına ilk adımlar başlamış oluyordu. Sürekli sorumluluklarımızdan, yapmak zorunda olduklarımızdan şikâyet ediyor ve mutlu olabilmemizi bir sonuca bağlıyorduk değil mi? Canla başla çalışıp ulaşmaya çabaladığımız nokta ise bize çok az dinlenip mutlu olabilme hakkı verdi; hemen ardından da yeni görevlere, yeni amaçlara, yeni savaşlara yönlendirdi. Bakın neredeyiz? Hayat bize adeta çemberdeki fare misyonunu yüklüyor, sürekli ve bir ömürlük kısır döngü içine hapsediyor; mutlu olacağımızı sandığımız birer amaç belirliyoruz ve hedefimizi gerçekleştiriyoruz sonra bunu tekrarlıyoruz, ardından tekrar ve tekrar… Bu sadece akademik veya hayattaki başarılarımızda böyle bir yol izlemiyor; ilişiklerimizde, sahip olduklarımızda, iletişimimizde de bu böyle. Ya şimdinin on yedi yaşımızdan farkı? Hala öyleyiz; şikâyetçi, mutsuz ve sebeplerle yol alan yetişkin on yedilikleriz. Ancak fark şu ki; o zaman geleceğimizi öngöremiyorduk ve bilinmezlik her zaman insanı korkutur, mutsuzluğa sürükler. Hala bitmek tükenmek bilmeyen, büyüdükçe çoğalacak sorumluluklara ve amaçlara sahip olmamıza rağmen artık geleceğimize dair mutluluk öngörülerimiz var değil mi? Neden? Neden mutluluk hep geleceğimizde? Neden şimdiye dönüp bakamıyoruz? Ya bunlardan, her türlü beklenti ve kaygıdan uzak salt mutluluk? Dianne Dengel’in her ne olursa olsun hayatın ne kadar güzel olduğunu benimseten, böyle bir durumda dahi gülümsemenin insanları nasıl güzel kıldığını gösteren, göstermekle kalmayıp duyumsatan resmindeki mutluluk... Büyük olasılıkla çatısı akan, penceresi dahi olmayan ama bu yokluktan bile bir güzellik yaratacak iki huzur tanesinin oracığa konuverdiği, gazete kâğıdından perdesi olan bir odada; ayağı kırıldığı için tahta parçalarıyla dengelenen, ağırlıktan eğrilmiş küçücük bir karyolada; bir anne, bir baba, altı çocuk, bir köpek ve bir kedi... Aynı yatakta, aynı yamalı yorganın altında sevgiyle ve gülümseyerek… Hapishaneyi andıran duvarları bile engel olamamış bu güzelliğe. Biz yapabilir miydik sahiden? Böylesine güzel gülebilir miydik? Böyle mutlu olabilir miydik? Sizi bilmem ama beni bu tabloda tam olarak etkileyen şey bu; ben bunu yapabilirdim, ben mutlu olabilirdim. Belki maddi anlamda onlar kadar değil ancak manevi anlamda, onlara nazaran biraz zorlu bir çocukluk geçirdim. Evet, belki evimiz böylesine eksik değildi ama sevgimiz eksikti, birlikteliğimiz, beraberliğimiz eksikti. Annem ve babam ayrıydı ve ben annemle birlikte yaşıyordum uzun yıllarda bu böyle devam etti bu yüzden o yaşlara dair babamla yaşanmış veya paylaşılabilmiş çok az an anımsayabiliyorum. Şu tabloya bakınca diyorum ki; keşke böylesine bağlı olsaydık birbirimize, böylesine güç alsaydık beraberliğimizden, böylesine sevseydik birbirimizi de bir şeyimiz olmasaydı. Bir de keşke böylesine savurganlaşmasak yaş aldıkça, böylesine yitirmesek, harcamasak sevgilerimizi. Ben size sahip olduklarınızla mutlu olun, bu kadar doyumsuz olmayın klişelerinden bahsetmiyorum. Ben size mutluluğun hazzı uğruna kaybettiklerinizden, kaçırdığınız anlardan, yiten ömrünüzden bahsediyorum. Farkına varın! Her geçen gün umursamazca yitip giderken sevdiklerimizden sonsuza dek ayrı kalacağımız günlere yaklaşıyoruz. Mutluluk yolunun insanları mutlu etmekten geçtiğinin farkına varın! Hayat amacımız; mutlu olmak değil, mutlu etmek, yardım etmek, sevmek çok sevmek olsun mu bundan sonra? Mutluluk uğruna yitirmeyelim koca ömrü. Sevelim diyorum sadece sevelim insanları, hayvanları ayırmaksızın her cânım varlığı sevelim! Yararlanılan kaynaklar Nazım Hikmet. Büyük İnsanlık Kendi Sesinden Şiirler. Haz. Ruken Kızıler ve M. Melih Güneş. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011. 5. Baskı. S.79 İnsanokur Edebiyat. “Nazım Hikmet’in ‘Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?’ sorusuna Abidin Dino’nun “Mutluluğun Şiiri”yle yanıtı.” Y.y. 14 Ekim 2015. Web. 10 Ekim 2016. http://www.insanokur.org/nazim-hikmetin-bana-mutlulugun-resmini-yapabilir-misin-sorusuna-abidin-dinonun- mutlulugun-siiriyle-yaniti/ Altas, Aysu. “Bir anekdot 2: Abidin Dino’nun hiç yapmadığı ‘Mutluluğun Resmi’.” 8 Şubat 2014. Web. 10 Ekim 2016. https://resimbiterken.wordpress.com/2014/02/08/bir-anekdot-2-abidin-dinonun-hic-yapmadigi-mutlulugun- resmi/#more-265 Resim The Official Website. http://www.diannedengel.com/dianne_dengel_art_for_sale.html 10 Ekim 2016 tarihinde erişildi. BARBARLAR DA SOMURTUR Barbar ben değilim. Çişi de ben yapıp kaçmadım. Peki Sema Kaygusuz neden Barbarın Kahkası’nda beni anlatıyormuş gibi davranıyor. Benim suçum yok! Bu küçük çocuğun ne suçu var? Ne yapabilir en fazla? Ben barbar ne onu bile bilmezdim bugüne kadar. Uzak durun o yüzden şimdilik benden. Biraz daha suçlanırsam intikam ateşiyle gerçekten dediğiniz şeyleri yapmaya başlayıp en azından boş yere suçlanmadığımı bilerek yaşamaya devam edebilirim. Çok insan öldürdü barbarlar, neden benim gülüşümü onlarınkiyle karşılaştırasınız ki? Yazdıklarımda bir kahraman olamaz, olmamalı. Ben kendime bakarak yazarım. Dışarıdan görmeye çalıştıkça içime giren gözlerimi suçlaya suçlaya, karanlığın önündeki pencerelere, duvardaki aynalara aldırmadan sadece kendimi ve etrafımdakileri yazarım. Ne kahramanı? Buralar hep benim! Tüm bu beyaz, boş sayfalar. Tüm bu harfler, tüm bu takırtılar... Ne yazdığımı en son okuyunca fark ediyorum belki ama olsun. Buralar benim ve suçlu olmadığımı bilmenin rahatlığıyla dolduruyorum tüm boşlukları. Barbar değilim, çişi yapıp kaçansa hiç değilim! Yılan derisi yiyerek uykusunu düzenlemeye çalışan alt ıslatan çocuklar gördü bu gözler. Öyle basitçe etrafa savuramazsınız bu kadar önemli bir olayı. Çiş önemli şey! Ben de önemli adamım işte. Tüm bu sayfalar benim. Bitirene kadar okumam. Okuyana kadar fark etmem yazdıklarımı. Sema Kaygusuz o yüzden özenir benim gibi kahramansız yazı yazabilenlere. Pencereler de benim aynalar da. Barbar ve çiş yapıp kaçan hariç herkes benim. İnanmazsanız devam edin okumaya, devam edin ki gerçek otorite neymiş görün. Tüm sayfalar itaat eder bana! Tüm harfler diz çöker önümde. Barbar olduğum için değil, zorladığım için falan da değil! Gerekeni bilirler. Nasıl bir insan olurum onları zorlayarak diz çöktürsem? Ne farkım kalır barbarlardan? Benim sayfalarımda farklı yürür işler. Barbarların kahkahalarını duyabilirsiniz belki ama kahramansız hikâyelerden taşar hepsi. Anlayamadığınız yerleri onlara sorun, benim okuduğum kitaplarla cevap verirler. Okuduklarımdan yazmak zorundayım çünkü. Diğer türlüsü imkânsızlıktan hiç çıkmadı. Duvarları zor yıkılıyor imkânsızlığın, kötü hissettiriyor bizim gibi güçsüzleri. Her trajedi başkaları için komediye dönüşebiliyor ya sonunda, başkaları komik bulabilir benim bu okumadan yazamama durumumu. Sorun bakalım onlar hiç yazmışlar mı? Hani barbar bendim? Yazmayanlar barbardır dedim, dedim ama arkasını o kadar da sağlam kuramam aslında. Gerisini getiremiyorsunuz her söylediğinizin, hayat zor yoldan öğretiyor bunu size. Özrünü dileyemediğiniz gibi bazı hataların, kendinizi kaybetmek daha kolay geliyor karşılık bulamadığınız kelimelerde. Yazarlar bu yüzden yazıyor, ben bu yüzden kendimle konuşmak yerine sizinle konuşuyorum. Bilinmezliğin çekiciliği okudukça kendine çekiyor sizi ve yazmaya zorluyor. Sadece Sema Kaygusuz’dan bahsetmiyorum. Çok insan geçiyor bu dünyadan. Neredeyse hepsi yazıyor okuyanının hiç tanımayacakları değerli anılarını. Bilmedikleri zaman okuyanı, değeri bir kat daha artıyor yazdıklarının. Yoksa ben kimim ki barbarlıkla suçlayayım hiç tanımadıklarımı? Onlar da yazıyorlardır. Mecburlar sonuçta. Başlarını et yiyen böcekler ayırmadığı sürece boyunlarından, onlar da yazar. Peki kim bu gülen barbarlar? Bu tanımadığımız abla bilinmeyenle tanıştırmaya neden bu kadar hevesli bizi? Anlayamadığım yerler var. Benzetmeler kolay, çürüyenlerde kendini görmek zor. Anlamazlıktan gelmek zorunda hissediyor insan kendini. Ben bu kadar kötü olamam! Hem ben barbarsam kim iyi insan olarak kalabilir ki dünyada? Sıradanlığa şükredeceğim hiç aklıma gelmezdi ama umarım sıradanımdır ve şükrederim. Ben barbar olamam. Ben değilimdir çuvaldaki ilk kurtlu incir! Boşverin kitabı, bana cevap verin. Ne zaman başladım ben siz olmaya? Ne zaman başladınız siz barbarlar beni okumaya? ARİF YASİN TÜRKOĞLU Zencirkıran 1 Giden Taraf “Ben hiç giden olmadım.” (French Oje, 10) deyince aslında benim aklıma ilk kadın- erkek ilişkileri geldi, nitekim de adından da doğru anladığım gibi Ben Hiç Giden Olmadım adlı kitap da onun üzerine yazılmıştı. Ama ben bu konu hariç başka şeylere de değinmek istiyorum. Kadın- erkek ilişkilerinde de olduğu gibi arkadaşlıklarda da bir tarafın gideceği algısı olmuştur her zaman. Sanki bir taraf hep kalacakmış, bekleyecekmiş gibi, diğer taraf da istediği zaman gidebilirmiş gibi. French Oje, kitabın ana karakteri Renda’nın ilişkilerde hiçbir zaman giden taraf olmadığını, hep bekleyen taraf olduğunu anlatmış kısaca. Arkadaşlık konusunda, mesela ben hiçbir zaman içindekileri tutmayan, yer ve zamana çok önem vermeden her şeyi insanların yüzüne söylemeyi seven bir insanım. Bunun her zaman işe yaradığını, iyi sonuçlar doğurduğunu söyleyemem tabii ki ama bana, içimden tutmaktan daha iyi gibi geliyor. Mesela söylediğim sözlerden dolayı arkadaşlarımla kavga ettiğimde ya da daha basiti, tartıştığımda, aradan birkaç saat geçtikten sonra sanki hiçbir şey olmamış yaşanmamış gibi davranabiliyorum. Karşı tarafla konuşup sorunlarımızı çözmek yerine sanki yaşanmamış gibi davranmak daha kolay geliyor bana nedense. Belki de bu yüzden ben hiç giden olmadım. Kavga edip gitmektense, sakinleşince olaylar yaşanmamış gibi davranıp kalmak daha iyi geliyor bana. Çok fazla yakın arkadaşa sahip değilim, ama sahip olduğum sınırlı sayıdaki arkadaşlarımla da çok iyi anlaşabiliyorum. Hepimiz birbirimizi olduğu gibi kabul ettik. Bu sayede arkadaş grubumda kimse giden olmadı yani. Arkadaşlık bağlarımızın bu kadar güçlü olmasının sebebi de bu. Bir arkadaşım ne yaparsa yapsın, onu o davranışıyla ve tavrıyla kabul ederim, haklı olsun ya da olmasın, önemsemem. Arkadaşlarımın yüzüne bazı şeyleri düşünmeden söylemek her ne kadar beni ve onları üzse de bence olması gereken şey bu. Onları kaybetme riskim artmış oluyor bu şekilde ama yine de doğruları söylemekten kaçmak istemiyorum. Sonuçta onlar beni olduğum gibi kabul etti, ben de onları oldukları gibi kabul ettim. Bu sayede hiçbir taraf giden olmuyor. Bu gitme olayı, bence, romantik ilişkilerde, daha doğrusu kadın- erkek ilişkilerinde bitmeyecek bir şey. Çünkü genelleme yaparsak, çoğu insan sabırsız ve bir insanın yanlışını onlara söyledikten sonra düzelmesini bekleyemeyecek kadar benciller. Mesela sevgilim bana bir Zencirkıran 2 yanlışımı söylese düzelmem için bekleyeceğini sanmıyorum. O, giden taraf olmayı seçecektir. Fakat ben ona düzeltmesi gereken bir davranışını söylesem, bekleyebilecek kadar sadakatliyimdir. Bunun insana verilen değerle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bir insana ne kadar çok değer veriyorsak, ona tanıdığımız zaman, duyduğumuz saygı da o kadar artıyor. Sevgi ve saygıda olduğu gibi, sadakat ve sabır da doğru orantılıdır bence. Giden tarafın hep erkek olduğu kanısının onlara yüklenmiş bir ön yargı olduğunu düşünüyorum ben. Neden hep erkekler gidecekmiş, terk edecekmiş gibi kabul görüyor bilmiyorum. Bence erkeklerin giderek bitirdiği ilişki sayısı, kadınların giderek bitirdiği ilişki sayısından fazla değildir, hatta eşittir bence. Tabii ki bunun oranlarını tutan bir şirket ya da bakabileceğimiz basit bir istatistik olduğunu sanmıyorum ama ben böyle düşünüyorum en azından ve benimle aynı fikirde olan insanlar olduğuna da eminim. Bu ön yargının nedenlerinin erkeklerden kaynaklandığını düşündüğümü söylemeden de geçemeyeceğim. Yaptıkları işi, terk etmeyi, övünerek anlattıkları için, sanki hep onlar ter ediyormuş, gidiyormuş gibi geliyor bana genel olarak. Bu ön yargıyı yok etmek onların elinde aslında. Sadece konuşurken dikkatli olmak, ya da en baştan terk etmemek lazım bence. Bir insanın hayatında yaşayabileceği en acı şeyin, birini kaybetmek olduğunu düşünüyorum. İnsanlar birbirlerine hoşgörü ve saygı ile yaklaştıkları sürece kimse kimseye zarar vermez. Ben insanları olduğu gibi kabul edip, kendimi de olduğum gibi kabul ettirebilirsem, bence huzur içinde yaşayabilirim, kimseyi kırmadan incitmeden. KAYNAKÇA French Oje, Ben Hiç Giden Olmadım, Okuyanus Yayınları, İstanbul; 2015. Çakır 1 Mustafa Cem Çakır 21201538 Berna Cordan TURK 101-18 25 Kasım 2014 Ödev 5 SOFRADA KONUŞULMAZ Geçen yaz üniversitemin bana sağladığı imkân sayesinde bir aylığına Fransa’yı ziyaret etme şansını yakaladım. Bu ziyaret süresince birçok şehir ve doğal güzelliğe de şahitlik ettim. Sırasıyla önce Lyon ardından Vichy ve son olarak Paris’i şehirlerini gezdim. Bu gezi benim açımdan eşsiz bir deneyim oldu çünkü bu benim yabancı bir kültürle kurduğum ilk temastı. Fransa’da kalacağım süre boyunca bir okulda Fransızca eğitim görecek, bu eğitim boyunca da beni ağırlayan bir ailenin yanında kalacaktım. Türkiye’den ayrılırken içimi kaplayan tatlı heyecanın sebebi de buydu. Farklı bir kültürde yetişmiş biri olarak bu aile içerinde bir kültür kargaşası yaşamaktan korkuyordum. Bu kaygı ile Ankara’dan ayrıldım ve ilk olarak Lyon’a daha sonra da seyahatimin büyük bir bölümünün geçeceği Vichy şehrine ulaştım. Vichy garında beni evin annesi Cathrine karşıladı ve bir ayımı geçireceğim evine götürdü. Orada ailenin babası Patrick ve kızları Camille ile tanıştım. İlk izlenimime göre bana farklı gelen şey evde, Türkiye’de neredeyse her odada bulunan televizyonun olmamasıydı. Tutuk bir Fransızcayla sebebini sorduğumda ise Patrick bana kütüphanelerini gösterdi. Aile evin bir odasını kitap okumak için ayırmıştı ve televizyon izlemek yerine kitap ve gazete okuyorlardı. İnsanların televizyon karşısında zamanlarını öldürmek yerine bu vakti bilgi edinmek için kullanmaları beni gerçekten etkiledi. Ardından Cathrine bana bir kitap hediye etti ve çatı katındaki odamı gösterdi. Odama Çakır 2 yerleştim ve dinlenmek için uzandım. Akşam olduğunda Camille beni akşam yemeğine çağırdı ve aşağı indim. Damak tadı konusunda biraz hassas olduğum için endişelendiğim diğer bir nokta da yemekti. Bu endişe yemekte yaşadığım sürprizle yerini şaşkınlığa bıraktı. Zira ana yemekte Patrick bir Yunan yemeği olarak bizlere musakka sundu. Musakka’nın Türklere ait olduğunu esprili açıklamalarımla kabul ettirmeyi başardıktan sonra içim rahatlamış bir şekilde odama döndüm. Genel olarak akşam yemeklerinde edindiğim izlenim ise yemeğin bütün aileyi bir araya getiren bir unsur olmasıydı. Evdeki herkes akşam yemeklerinde bir araya geliyor, yemek yemenin yanı sıra her birey söz alarak gününü anlatıyor yorum yapıyor veya belirli bir konu üzerine sohbet ediliyordu. Hâl böyle olunca da, yemekte geçen süre de uzuyor, Türkiye’de en fazla bir saat olan yemekte geçen süre Fransa’da iki buçuk saate kadar çıkıyordu. Ancak, sıcak sohbet ve paylaşım insana zamanın akışını unutturuyor ve insan yemekte saatlerinin geçtiğine inanamıyordu. Bu güçlü sohbet sırasında kişiler konuşarak sosyalleşiyor paylaşıyor, anlatarak deşarj oluyor ve rahatlıyordu. Bunun sonucunda da sofrada herkesin yüzü gülüyor, insanın giderek yalnızlaştığı günümüz dünyasında insanlar aralarındaki bağları korumayı başarıyordu. Yemekler böylesine verimli ve sıcak geçince özeleştiri yapmak da kaçınılmaz hale geliyor hâliyle. Geriye dönüp baktığımda, evimizdeki sıradan bir akşam yemeğinde babam maç başlayacağı için acele ediyor, annem daha önce yediği için yemeğe katılmıyor, kardeşim bir yandan telefonuyla oynarken, diğer yandan yemek yemeye çalışıyor, ben ise yemeğimi bir an önce bitirip çevirime başlama derdindeyim. Kurulan en uzun cümlenin “Tuzu uzatabilir misin?” olduğu böyle bir ortamda iletişimden bahsetmek maalesef mümkün değil. Günlük telaş içerisinde, belki de bizi bir araya getiren tek şey olan akşam yemeklerimizi böylesine verimsiz geçirerek aile yapısına zarar vermemiz ve bunu fark edebilmem için Fransa’ya gitmek zorunda olmam gerçekten üzücü. Çakır 3 Bu noktada, çocukken sıkça işittiğim bir söz aklıma geldi. “Sofrada konuşulmaz.” Yaşadığım bu etkileyici maceradan sonra, bu sözün değişmesi gerektiği kanaatindeyim. Okul ve iş gibi nedenlerle günlük hayatın keşmekeşi içerisinde ailemize ayıracak zamanımızın azaldığı şu günlerde en azından bizi bir araya getiren akşam yemeklerini aramızdaki iletişimi güçlendiren ve bizi mutlu eden bir araç olarak kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. BİR TABLODAN ÖTE “ Önce Kelime vardı diye başlıyor Yohanna’ ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık. Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenmeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu. ” ( Atay, 154 ) Frederic Leighton’un meşhur Yalnızlık tablosu. Birçoğumuz belki tabloyu bu şekilde tanımıyor ama eminim ki bir yerlerde karşılaşmışsınızdır. Yalnızlık deyince hepimizin kafasında oluşan resmin Frederic Leighton’un ellerinde can bulmuş hali adeta. Sanatsal açıdan estetikliği ve etkileyiciliği bir yana, insanda hissettirdiği o tanıdık ve boğucu his hakkında bir şeyler anlatmak istiyorum. Tabloyla ilk karşılaştığımda uzun bir süre tabloyu izlediğimi fark ettim, sanki gerçek dünyadan bir anlığına uzaklaşmışım da sadece tablo ve ben kalmışız gibiydi. Gerçek dünyadan uzaklaşmıştım, evet, ama tablonun bende çağrıştırdığı duygular o kadar gerçekçiydi ki gerçek dünya bu olmalıydı belki de. Kendi kendimi dinlemeye başladım sonra. Yalnızlık hakkındaki düşüncelerim belirdi kafamda ilk olarak. Neydi yalnızlık? Herkes hissedebilir miydi? Ya da kendimizi yalnız hissettiğimizde hepimiz aynı şeyleri mi düşünüp hissediyorduk? Bunları cevaplayamadım tabi ki. Etrafımda olan bitenler hakkında yorum yapamayacağımı fark ettim. Çünkü insan ne kadar çevresinde olan bitenin farkında olduğunu da düşünse aslında kendini bile tam olarak tanımayan ilginç bir varlık. Ben de kendi yalnızlığım hakkında düşünmeye devam ettim o yüzden. Önce tek başıma olduğum zamanlarda hissettiğim duygu geldi aklıma. Çok sessiz ve yorucu bir histi bu. Ama daha sonra kalabalığın içinde hissettiğim yalnızlık duygusu belirdi ki diğer durum bunun yanında oldukça sönük kalıyordu. Bu hissi tarif etmek çok zor oldu benim için ama basit bir şekilde tanımlamaya çalıştım. İçimde büyük bir boşluk açan ve ne kadar doldurmaya çalışırsam çalışayım asla dolduramayacağım o boşluğu durmadan büyüten bir hastalık gibi tanımladım kendimce. Etrafımda olan bitenin hiçbir şekilde bu boşluğa etki edememesi en acımasız yanıydı. Bazı zamanlar doldurduğumu düşünsem de, öyle bir an geliyor ki aslında daha da genişlediğini fark ediyorum. Kalabalığın içinde bile sadece kendimle olduğumu hissetmek, kendime olan sevgimi de azaltmıştı sanki zamanla. Hani birisiyle beraber çok vakit geçirdiğinde yaptığı hareketler, davranışları, konuşması daha çok ilgini çekmeye başlar ve kusurlarını ararsın ya, o şekilde kendimi sorgulamaya ve eleştirmeye başladığımı fark ettim. Kendi yalnızlığımdan kendimi suçluyormuşum gibi. Sanki ben olmasam yalnız olmama sebep olan ana etmen de ortadan kalkacakmış ve bu histen kurtulacakmışım gibi. Bir süre sonra en büyük düşmanım kendim oldum. Ve bu gerçekten o kadar kötü ve ağırdı ki, çünkü nereye gidersem gideyim kendimden kaçmak gibi bir seçeneğim yoktu. Hatta inatla kendimle daha çok vakit geçiriyordum, kendimden kaçamadığım için diğer insanlardan uzaklaşıyordum çünkü. Ki bu da aslında kendime yaptığım en büyük kötülüktü. Artık etrafımda o anlamsız kalabalık da olmadığı için daha çok kendi içimde boğuluyordum. O boşluk artık büyük bir kara deliğe dönüşmüş ve beni hızla içine çekmeye başlamıştı. Sanki asla öldürülemeyen büyük, korkunç bir canavarmış gibi. Bir kere o boşluğa tam olarak düştüğümdeyse, içimde bir şeylerin öldüğünü hissettim. Sanki bütün duygularım eriyip yok olmuştu. Sevgi, aşk, nefret, heyecan bunların hepsi gitmiş ve yerlerini korkunç bir sessizliğe bırakmıştı. İyi veya kötü, normal bir durumda olsam ayaklarımı yerden kesebilecek olaylar dahi aynı hisleri hissettiriyordu. Hissetmek kelimesi bile anlamsızdı aslında, tepkisiz kelimesi daha yerinde olurdu bu durum için. Etrafıma ve kendime karşı gittikçe duyarsızlaştım. Artık ne eskiden hissettiğim kadar üzüntü duyabiliyordum ne de kendimi bile unutacak kadar mutlu olabiliyordum. İnsan olduğumu unutmaya başlamıştım. Sanki etrafımdaki cansız, anlamsız varlıklardan bir farkım kalmamıştı. Aslında içimde ölmüşüm de bedenim hareket etmeye devam ediyormuş gibi. Sanki etrafımdaki herkes hayatın keyfini çıkarırken, ben bir daha yaşama şansım olmadığı bu hayatımı nasıl yaşamam gerektiğini çözememişim ve şansımı kaybetmişim gibi. İşte bu düşüncelerle doldu beynim tabloyu gördüğüm zaman. Hatta bu düşüncelerimin bir araya gelerek bu tabloyu oluşturduğunu bile düşündüm. Bana yalnızlığımı bu kadar derinden hissettirmesine rağmen, yalnızlığımı paylaşabildiğim ve beni anladığını düşündüğüm tek şey oldu. Sanki aynı hisleri paylaşan iki arkadaş olmuştuk. Benim için değerli olmasının tek sebebi buydu belki de. KAYNAKÇA Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. Türkiye: İletişim, 1972. GENÇLİK GERİ GELMİYOR Her şeyi zamanında yaşamanızı öğütleyen yaşlılar olmuştur hayatınızda. Ne var ki çoğumuz hayatı asla bitmeyecekmiş gibi görüp çarçur ediyoruz. Gençliğin enerjisi, hayatı toz pembe gösteren neşesi insanın çoğu şeyi ciddiye almamasına sebebiyet veriyor. Bense tüm bunların aksine, gençliğinin en güzel yıllarını yaşamakta olan biri olarak, son zamanlarda gençliğimi boş ve verimli olmayan bir şekilde yaşadığımı fark ettim. Ne çocuklarıma anlatacak anılar biriktiriyor ne de bugünümü doyasıya yaşıyordum. Bu da beni ömür denilen yolculukla ilgili kafa yormaya itiyordu. Tam da bu konuya yoğunlaşmışken Pamela Redmond Satran’ın Keşke Genç Olsaydım adlı kitabını okumaya başladım. Kitabı okuduğum süreçte kendimce yaşlılığı enine boyuna düşünmek, arada bir iç ürperten düşlere dalmak benim için oldukça güzel deneyimlerdi. Yaşlılık kavramını irdelemeye başladım bu kitapla birlikte. Derinin yer çekimine karşı koyamadığı, hafızanın insanı zorlamaya başladığı ve sevdiklerin hayattan bir bir göç ettiği zamanlara şahit olmaktır yaşlılık. Artık daha duygusal ve daha hassas olmak ama bunu kimsenin umursamamasıdır belki de. Her geçen gün ölüme daha yakınlaştığını hissetmek akıl sağlığına da iyi gelmeyecektir elbet. İşte, bu yüzden yaşlılık beni oldum olası korkutan bir kavram olmuştur. Satran da romanında gençliğini mutlu geçirmemiş ve yaşlanmaya başladığını anladığında gençliğe geri dönmeye çalışan bir kadının, Alice Green’in, hikâyesini anlatıyor. Romanı belki birçok genç yüzünde alaycı bir gülümsemeyle okuyacaktır. Bu gülümsemenin sebebi gençliğin verdiği vurdumduymazlıktır sanıyorum. Ben asla bu denli vurdumduymaz olamıyorum. Green’in hayatı öyle etkileyici ki yaşlanmakla ilgili tüm korkularımı kamçılıyor ve kitabı okurkenki empati kuvvetime lanetler okumadan demiyorum. Böylece eskilere gidiyor ve korkumun derinliklerine iniyorum biraz daha. Yaşlılığın korkunçluğunun farkına varmam aslında rahmetli büyükbabam ile geçirdiğim günlere tekabül ediyor. O zamanlar henüz bir çocuk bile olsam, bir yaşlının akıl almaz psikolojisini anlayacak kadar incelemiştim büyükbabamı. Onda gördüğüm şey neydi, tahmin edebiliyor musunuz? Ben söyleyeyim, pişmanlık. Gençlikte har vurup harman savurmuşluğun pişmanlığıydı bu. Arkasına baktığında gördüğü manzaranın yıkılmış köprüler olmasının ağırlığıydı belki de. Bu manzarayla karşılaşmış olmak bir çocuk için ne büyük bir hayal kırıklığıdır, bilirsiniz. Bu hayal kırıklığı ile yüzleşmek ise bir ömre bile sığmıyor. Satran’ın kitabı ise beni bir yüzleşme sürecine sürükledi diyebilirim. Kendimi başkahramanın yerine koymadan edemiyor, aynı durumları kendim yaşamışçasına üzülüyordum. Gençliğin coşkusu, heyecanı içimdeyken okuduğum bu kitap bana öğretti ki gençlik bir kere yaşanıyor ve asla geri gelmiyor. Bir gün nostaljik şarkılar eşliğinde güzel hatırlamak istiyorum gençliğimi. Dolu dolu yaşadım, diyebilirsem ne mutlu bana. Sıkı bir cilt, parlak saçlar, yıpranmamış duygular... Gençlik bir tazeliktir, güzelliktir her zaman. Bu yüzdendir ki her güzel şey gibi o da kısa sürer ve göz açıp kapayıncaya dek terk ediverir insanı. Onu bir kez kaybeden asla geri alamayacaktır üstelik. Aslında bu durumu kabul ettiğinde kişi daha huzurlu ve mutlu olabilir mi, bilmiyorum. Gençliğimi yaşlanma korkusuyla harcamak istemiyorum elbette ama kendime hâkim olmakta çok zorlanıyorum çoğu zaman. Satran’ın romanını okuduktan sonra bir şeyler değişti. Hayatımı Alice Green gibi yaşamak istemediğimden bir gün çok geç olabilir diye şimdiden tedbirlerimi almaya karar verdim. Öncelikle korkularımı yenmem mi gerekiyor? Yeneceğim. Aklımın ucundan geçmeyecek çılgınlıklar mı yapmam gerekiyor? Yapacağım. Çünkü ancak böyle tutunabilirim hayata ve doyasıya yaşayabilirim gençliğimi. Vardığım sonuç belli: gençlik geri gelmiyor. Faruk ŞİMŞEKLİ ERDEMLİ1 Yunus Kuthan Erdemli 21302438 TURK-101-018 Assignment:5 Final Instructor: Başak Berna Cordan 16.12.2014 İyilik ve Kötülük Otomatik Portakal Anthony Burgess’in yazdığı ve genel olarak modernleşmenin getirdiği birçok sorunu işleyen ve sorgulayan bir kitaptır. Kitap sistemin insanı köleleştirmesinden, toplumun vahşete açlaşmasından bahsederken, özgürlüğün bir toplum için ne derece gerekli olduğunu sorgular. Ayrıca gücün insanları değiştirmesinden de bahsedilmiştir. Kitapta güç olarak kaba kuvvet kullanılmıştır. Kitabın ana karakteri Alex’tir ve kendisi işlediği suçlar yüzünde hapishaneye girer ve rehabilitasyon görür fakat bu her şeyi daha karmaşık hale getirir. Nesillerdir insanlar savaş içinde büyüyorlar ve bunun etkisi gittikçe çok daha rahat bir şekilde görülebiliyor. Çevresindeki huzuru bozmak, yerine kaos getirmek için uğraşıyor insan ırkı. Güce sahip olmak için, diğerlerinden daha üstün olmak için yapmadığı şeyi bırakmıyor. Bazı insanlar günümüz Türkiye’sinde veya Avrupa’da savaşın, şiddetin o kadar çok olmadığını savunabilir. Eğer içinde yaşadıkları hayatı daha iyi sorgularlarsa aslında savaşın içinde olduklarını anlayacaklardır. Savaş sadece somut olmak zorunda değildir veya gerçek. Bilgisayar oyunları, filmler, diziler, birçok televizyon şovları şiddet ve savaş olgusu üzerine kuruludur, durum böyleyken insanların şiddete aç olması son derece normaldir. Bu durum da insanların yozlaşmasına neden olmaktadır. Birçok insan bir üst basamağa çıkmak için her şeyi yapmaktadır. ERDEMLİ2 Fark etmesekte dünyada iyi insan diye bir şey kalmadı artık. Herkes kendi hırslarını takip ediyor, etik yerine. Bizden önceki nesiller, bizi suçluyor bu durum için ama aslında biz onların şekillendirdiği dünya içinde büyüdük. Onların hayatlarına almaya başladıkları şiddeti bizler daha çok benimsiyoruz. Bu da insanın kurma bir bebek gibi her seferinde aynı şeyi yapmasıdır. Kimileri iyi veya kötü olmanın bir seçim olduğunu söyler. Peki, bu bir seçim ise kim karışabilir kötüyü seçenlere. Eğer iyi, kötü olmadan kötü de, iyi olmadan var olamıyorsa bu dünyada kötüyü seçmek bir özgürlük değil midir? Kitabı okuduktan sonra kafama takıldı bu soru. Biraz bu soru hakkında düşündükten sonra toplumların, her bireyin iyi olmasını beklediğini ve bunu uygularken iyi taklidi yapan kötü niyetli insanların ortaya çıkmasına sebep olduğunu fark ettim. Bu iki farklı olgu birbirine karışmış artık. Kimin iyi kimin kötü olduğunun belli olmadığı bir dünyada, birbirine güvenmeyen insan toplulukları yaşamaya çalışıyor umutsuzca. Belki de buna biraz da modernleşme sebep olmuştur. Modernleşmeyle gelen yeni imkânlar, yeni hedeflere yani elde edilmesi zorunlu şeyler oldular. İnsanlar bu kadar çok imkân içersinde hepsine ulaşamayınca birbirini kıskanmaya ve diğerlerinin ayağını kaydırmaya başladılar. Yavaş yavaş güven azaldı, şiddet arttı. İşte tam burada bir soru daha oluşuyor. İnsanları iyi olmaya zorlamak, özgürlükleri kısıtlamak mı yoksa kötü olmalarına izin vermek ve onları iyilerden ayırmak mı daha iyi toplumlar için. Modernleşme ve birlikte gelen toplum yönetme üzerine kurulu yeni sistemler insanları belli bir hedef doğrultusunda yaşamaya zorluyor. Bu da toplumu mekanikleştiriyor, belli kalıplar içinde yaşamaya zorluyor. Eğer kalıp dışına çıkarsanız ERDEMLİ3 yukarıdakiler kafanıza çöküyor. Belki de iyi ve kötü ayrımındaki problem bundan kaynaklanıyordur. Neyin iyi neyin kötü olduğunu insanlar değil, insanların takip ettiği kişiler karar veriyor. Şiddet ve savaş içimizde büyüyor. Modernleşmenin getirdiği bazı yenilikler insanların açlıklarına yenik düşmesine neden oluyor bu onları kötüye doğru sürüklüyor. Kötü veya iyi olmak eğer bir seçimse ve dünyada kötülük olmadan iyilik olamıyorsa kötü olanları suçlayamayız, bu onların yaptığı özgür bir karardır. Eğer insanlar kötü olmaya zorlanırsa, sadece iyi taklidi yapmaya başlayan insanlar ortaya çıkar bu da iyi ve kötünün birbirine karışmasına neden olur. Ayrıca modernleşme ve toplum yönetme sistemleri insanları belli bir amacı kovalatma üzerine kuruludur. İnsanları mekanikleştirir. Gül Turgut Adalet Nerede? Televizyonun karşısına geçtim, kumanda ile kanallarda geziniyordum. Genel olarak televizyonla da pek ilgilenmem ama bir bakayım dedim. Saçma sapan magazin programları, müzik kanalları, neyin doğru neyin yanlış olduğunu üstlerine vazife edinmiş bir sürü vasıfsız insan... Her şey şu ana kadar tamamdı, çünkü televizyon kanalları bunlar, pek bir şey beklemiyordum. O kanal senin, bu kanal benim diye gezerken, hiç görmek istemediğim bir haberi gördüm. İlk başta inanamadım ve haberi doğrulamak için geri döndüm. Keşke yanlış görseymişim dedim içimden, demek bu hallere de gelecekti bu ülke. Haberin başlığı şöyleydi; “Cinsel İstismar Düzenlemesi”. Açıklamak gerekirse, bu yeni yasa failin mağduru ile resmi nikah ile evlenmesi koşulunda cezasında bir indirim yapılması ya da ertelenmesi ile ilgili. Bunu görünce beynim durdu, elim ayağıma dolaştı. Yaşadığımı nasıl aktarabileceğimi inanın bilmiyorum. Zaten bu ülkede, bütün dünyada olduğu gibi, kadını ikinci plana almak yokmuş gibi bir de bu çıktı başımıza. Kadınların doğru düzgün akşam olsun, sabah olsun tek başına yürüyemediği, istediğini giyip kendini açıklayamadığı, kahkaha atsa hafifmeşrep sayıldığı ve hor görüldüğü bu ülkede... Bir de bu çıktı... Bu olayı ele almamın nedeni gündemdeki bu çirkin yasa ve ana karakterimiz Leyla’nın çektiği acılar. Leyla hem dövülüyor, hem cinsel istismara uğruyor. Bu kadar olayı yaşadıktan sonra kendini balkondan atınca arkasından denilen tek şey, üçüncü sayfa haberlerindeki başlık; “Kadın cinnet geçirdi kendini attı!”. Leyla’ya gelirsek; Leyla’yı güçlü bir kadın yapan yaşadıkları. Konfeksiyondan patronu Hayri abisi, abi dediği adam, tecavüz ediyor, yürek parçalayan kısmı bu bile değil. Leyla’nın babası bu olayı öğrenince olayın üstünü örtmek için gerekli miktarı alıyor ve çekiliyor. Bu kadın profili sadece Leyla değil, Ayşe’de olabilir, en yakın arkadaşınız, belki de yan komşunuz. Bu yapılan işkence her kadının başından geçebilir. Komik olan ise kurban da siz olursunuz, suçlu da. Bir de bu yasayı savunanlar var tabii, milleti salak belleyenler. “Tecavüzcüler bu yasadan yararlanamaz!”, “Hepsi muhalefetin kışkırtması!!” diyen insanlara sorarım; bu yasadan kimler yararlanıyor diye? Savunma hemen hazır tabii; on sekiz yaşından küçüklerin evlenmesi ile ilgili bir yasa imiş. Sonuç olarak Türk Ceza Kanununa göre on sekiz yaşından küçüklerin evlenmesi, evlendirilmesi de cinsel istismar. Ama kimse sormuyor on sekiz yaşından küçük bir kız ya da erkek çocuğunun evlendirilmesi ya da kendi rızası ile evlenmesi de mantık dışı değil mi? Çocuğunuz bir gün gelip ben sevgilimle evlenmek istiyorum dese, izin verir misiniz? Dediğim gibi çocuğunuz, çocuk daha... Aklı başında anne, baba adaylarının ya da düzgün insanların bu soruya verdiği cevap açık, hayır. Peki siz bu soruyu kendinize sorduğunuzda aldığınız cevap hayır ise; başka bir insanın kendine bunu yapılmasını istediğini nereden çıkardınız? Haberlere gencecik bir kız koymuşlar, elinde üç çocuğu, çok mutluyuz diyor. Kendinden yaşça büyük olan kocası ile on dört yaşında evlenmiş, suç tabii ki de bu durum. Hemen içeri almışlar çocuğu, kız da oğlanı bekliyormuş. Bu durumda üç bin aile varmış, bu uygulama bu sefere mahsusmuş. Bilmeden olsun ya da bilerek olsun, küçük yaşta evlenmede, evlendirme de suçtur, affı falan olamaz. Bilmeyerek ve istemeyerek birilerini öldüren insanlar cezasını paşa paşa çekerken bu insanlar neden çekmesin? Anne, baba rızası olsa da bunu kavrayacak yaşa gelmesi lazım bir bireyin. İsteği dışında harcanan küçük canlar da var, namus davası diye yok edilen onca hayat...On yaşında tecavüze uğrayan ve on iki yaşında çocuk sahibi olan T.A. gibi. Öğretmen olmak istemiş, en iyisini bilen (!) büyüklerine yalvarmış evlenmemek için. Namus söz konusu ama! Küçük, hayattan bihaber olan bir insan ne bilsin(!). Evlendiriyolar küçücük kızı ve hayatının yavaşça dağılmasını izliyorlar büyükleri. Rızası varmış, namus davasıymış. İnsan hayatı bu kadar değersiz mi gerçekten? Daha ne örnekler var bu konu üzerine verilebilecek... Kısacası namus meselesini, soyadlarının namını insan hayatından, küçük bir candan büyük gören insanlara karşı çıkmak için, Leyla gibilerin hayatlarını düzeltebilmek için bu yasanın ve bu yasanın destekçilerinin ortadan kalkması gerekiyor. Bu benim düşüncem tabii. Bu yazının adını neden “Adalet nerede?” diye koymama gelirsek de. Cevap basit; bu yeni çıkan yasayı destekleyenlerin %80’i erkek, karşı çıkanların da %72’si kadın. Şimdi sorarım size burada adalet nerede? Turhan Seçilmiş 1 21401181 Turk102-5/Başak Berna Cordan 13.04.2015 KANDIRILMAK Son birkaç yıldır içimde sinemaya karşı inanılmaz büyük bir tutku oluşmaya başladı. Öyle ki önceden boş zamanlarımı bilgisayar oyunlarının karşısında geçiren ben, biraz da olgunlaşmanın etkisiyle olsa gerek artık boş zamanlarımı film ve yabancı dizi izleyerek geçirmeye başlamıştım. Fakat şöyle bir huyum var ki filmi izlemeden önce onunla ilgili yorumlara bakmam gerekiyor, eğer film yeterince iyi yorum almışsa onu izlemeye başlıyorum. Peekay’i ya da kısaltılmış adıyla P.K.’yı izlemeden önce de bayağı bir araştırma yapmış ve bilgi edinmiştim. Şöyle ki film Hint sinemasının yani Bollywood’un bir ürünü ve bu filmi izleyene dek içimde gerçekten Hint sinemasına karşı inanılmaz bir ön yargı beslediğimi itiraf etmeliyim. Bu ön yargımın temelinde ise aslında çok saçma bir şey yatıyor, o da neredeyse her filmlerinde aşırı ve gereksiz bir biçimde, en duygusal sahne dahi olsa dans etmeleri. Rahatlıkla söyleyebilirim ki bir türlü Hint filmlerini ciddiye alamayan benim için bu film bir milat oldu.Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini Rajkumar Hirani yapmış, başrolde ise bana göre sadece Hint sinemasının değil tüm dünyanın en iyi aktörlerinden biri olarak gördüğüm Aamir Khan var. Daha fazla geçmeden filme değinmek istiyorum. Film daha sonra P.K. adını alan bir uzaylının bilgi toplamak üzere dünyaya gelmesiye başlıyor, daha indiği anda dünyaya bir yabancıyken ülkesine dönmesini sağlayacak aracın çağırma cihazı bir çoban tarafından çalınıyor, ana karakter P.K. ise dünyalılardan öğrendiği kadarıyla ona sadece tanrının yardım edebileceğini düşünüp onun gözüne girmenin bir yolunu arıyor. Neredeyse dinlerin hepsi aracılığıyla tanrıya ulaşmaya çalışan P.K. en son dinlerin aslında insanları sömürmek için çeşitli zümreler tarafından bir araç olarak kullanıldığına kanaat getiriyor. Yani film her ne kadar bir komedi filmi olarak gözükse de aslında altında inanılmaz derin bir konu barındırıyor. Aslında bu kadar derin olan bir mevzuyu işlemek her ne kadar riskli olsa bile film hakaret etmeden ve komedinin yardımıyla bu işi o kadar güzel kotarmış ki senarist büyük bir tebriği hak ediyor. Filmin bana göre en önemli noktası tanrının kendini ve dinini koruyacak güçte olduğunu açıkça belirtmesi. İnsanların tanrı adına, tanrının dinini korumak adına birbirlerini katletmesi, insanın din adına birbirine yaptığı acımasızlıkların ne kadar gereksiz olduğu ise filmdeki bir başka nokta. Film kendini ve haklarını korumaktan aciz ve sindirilmiş insanların hiç ihtiyacı olmadığı halde tanrının koruyuculuğunu yapması kadar komik bir şeyin olamayacağını da belirtiyor.Filmin vurguladığı bir başka nokta ise insanların dine bağlanma sebebinin dinin insanlar için bir çeşit umut kapısı olması ki bu yabana atılamayacak bir gerçek. Din insana umut verir, dayanma gücü verir ve insanın her zaman başvurabileceği bir kapı niteliğindedir; tanrıya inanmadığını açıkça söyleyen insan bile en zor anında tanrıya haykırır. Ne yazıktır ki dünyayı sanılanın aksine dinler değil, dine kör bir şekilde bağlanan insanları istediği gibi manipüle eden benim görüşümce dinsizler yönetmektedir. Ne yazık kı din günümüzde çoğu kitle tarafından bir kısıtlama,korkutma aracı gibi gözükmektedir. Bunun nedeni insanların kendi çıkarları,yararları için sömürmesi en kolay olan şeyi yani dini kullanmalarıdır.Bu durum zamanında Avrupa’da da yaşanmıştır ama bu kara düzenin üstesinden akıl yoluyla gelinmiştir fakat bu süreç esnasında bizim ülkemiz de dahil olmak üzere Doğu Seçilmiş 2 ülkelerinde bozulmalar meydana gelmiştir.Acıdır ki hâlâ uyanabilmiş değiliz çünkü din siyaset başta olmak üzere çoğu yerde alenen kullanılmaktadır. Her insan içinde bir inanç bulundurur ve kimi insan bu inanca körü körüne bağlanır işte bu insana yapılabilecek en büyük kötülük din yoluyla onu kandırmak,manipüle etmektir: onu komşusunu hatta kardeşini öldürebilecek seviyeye getirmektedir. Maalesef ülkemizde de her geçen gün insanlar din yoluyla sömürülmeye ve birbirlerinin inançlarını sorgulayacak seviveye getiriliyor.Bir insanın başka bir insanın herhangi bir şekilde yargılaması hatta ona zarar verecek seviyeye gelmesi gerçekten acınası.Sonuç olarak bence bu film bana göre insanlığın gelişmesi ve farkındalığı artırması adına bir ders kitabı gibi okullarda işlenmelidir.Umarım insanlık olarak aydınlık bir yola kavuşabiliriz. cekten Kara Haber Var: GDO’lu İnsan Uzak Gele Adalet diye bir şey yoktur. En azından ben temel insan hakları hariç -ki bunun bile sağlanamadığı pek çok yer bulunmakta bu dünyanın adaleti barındırabileceğine - inanmıyorum. İnsanın doğumundan başlar bu adaletsizlik: kimi zengin doğar kimi çirkin, kimisi savaşın içine doğar kimisi barışın sefasını sürer, kimi sevgi dolu ebeveynlerle kutsanmışken kimisi dayakçı bir baba ve alkolik bir anneyle lanetlenmiştir belki de… Hiç ar vermeyiz, veremeyiz. Aslında bu insanın aklına kader sorununu getiriyor. birine biz kar Hani ‘Kadere inanır mısınız?’ diye bir soru vardır ya, devamında da insanın geleceğini , yapacaklarını kendisinin mi belirlediği yoksa kader tarafından mı belirlendiği ile ilgili başka bir soru gelir. Şahsen ben kadere inananlardanım başta saydığım , ama bir yere kadar çünkü , oğduğum yer, bedenim vb. gibi d faktörlerin hiç birisi üzerinde etkim yok. Ama beraber doğduğumuz nitelikleri nicelik haline getirmek biz insanların elindedir diye düşünüyorum: bir insan güzel doğabilir, ama ileride dengesiz beslenme sonucu güzellik niteliğini şişmanlayarak azaltmak veya fit kalıp fizikselin üstüne bir de içsel güzellik ekleyerek güzelliğini taçlandırmak insana bağlı bir şeydir bence. Bu nedenle bizi biz yapanın yarısı doğuştan diğer bir yarısı ise ileride alacağımız kararlardan geliyor bence. Ama bu hafta sonu izlediğim adlı 1997 yapımı film Gattaca bugüne kadar inandıklarımı ezdi geçti resmen. İnançlarıma porselen diyel im Gattaca aynen o porselen üzerinden geçen dozer gibiydi, bütün kaidelerimi tuzla bu etti. Onları yeniden yapıştıracak bir tutkal arıyorum çünkü bu aşırı derecede gelişmiş teknoloji eseri olan hormonlu uzak gelecek te sevilesi değildi nın geleceği tamamen doğduğu genler tarafından pek . Filmde bir insa üstelik o genler bile Allah vergisinden ziyade genetik mühendisliğinin ürünü; belirleniyor, hatalı olan , ileride kusura yol açabilecek ne var hepsi mühendisler tarafından saptanıp yok sa ediliyor. Annesi babası tarafından Allah ne verdiyse onunla doğsun benim yavrum denilen çocuklar ise, ebeveynlerinin kararının yarattığı adaletsizliği bir ömür boyu sırtlarında kambur gibi taşıyorlar. O dünyada kusursuz olmayana hiçbir şey yok. Aman Allah’ım, ne rezil bir de aşırı gelişmiş teknolojinin ürünü… Zaten bu teknoloji ürünü hormonlu dünya. Hepsi gelecek şimdilerde bile soruna yol açıyor; ne yesek GDO’ lu ( genetiğiyle oynanmış) çıkıyor, bu genetiğiyle oynanmış gıdalarla beslenen hayvanlar yeni yeni hastalıklar türetiyorlar: deli dana hastalığı, kuş gribi… Bir biz kalmıştık genetiğiyle oynanamamış, sağ olsun senaristler ’den haber veriyorlar bizlere sıra size de gelecek diye. daha 1997 türlü öğrenemedik bir şekilde onu Biz insanlar bir , neye el atarsak bozuyoruz. Ellerimiz şifalı değil lanetli mübarek, yaptığımız ilaçların bile %49’u zarar. Masallardaki ifritlere, zalim cinlere, yalancı perilere, çocuk yiyen koca devlere bin basarız biz. Onlar b ir ayda iki düzine insan öldürse biz bir haftalık çabamızla ebediyen bir köyü sileriz haritadan. Köy demişken: Bir köy varmış, bu köydeki yılanlardan kurtulmak istemişler; malum yılan zehirlidir, tehlikeli hayvandır, insanı öldürür. O bizi öldürmeden biz onun öldürelim demişler kısacası. Sonra ne olmuş? Yılanın yokluğundan istifade eden sıçanlar basmış köyü, beraberlerinde vebayı da getirmişler tabii. En sonunda karantina altına alınana köyün yerinde yeller esiyor şimdileri. İşte karşımızda yüzde yüz insan etkisi, yüz yılanın zehrinden bile daha ölümcül, kesin yok etme garantili…Yani kısaca insan ve insan etkileri Allah vergisi niteliklerden fersah fersah uzak dursun, yoksa geride uzakta durulacak bir insan bile kalmayabilir maazallah. Büşra Mendi TOPLUM KURBANLARI Toplumun kültürel, geleneksel değerleri ile bu değerlerin fikirler üzerine yansıması bir kişinin karar alma mekanizmasını ne derece etkileyebilir? Bir insanın hislerini ve aklını, yaşadığı toplum ne kadar yönlendirebilir? Ana teması bu soruların cevabını temel alan, Yaşar Kemal tarafından kaleme alınmış eşsiz güzellikte bir roman “Yılanı Öldürseler”. Bir yandan toplum baskısıyla anne katili olmaya zorlanmış dokuz yaşındaki bir oğul... Öte yandan küçücük çocuğu kendi zulümlerine ortak olması için her türlü söz ve davranışlarıyla onu kamçılayan amcaları, babaannesi ve köy halkı... Ve haksız yere, vicdansızca, onursuzca işlenmiş bir namus cinayetinden hayatını kaybetmiş bir anne... Yazar, bu romanıyla eşine az rastlanır bir ana-oğul ilişkisinin öyküsünü anlatır biz okuyucularına. Bilhassa töre, namus cinayeti ve toplum baskısı gibi kavramların üzerinde durmuş kitap. Değişik kişilerce farklı şekillerde yorumlanan bu kavramlar, ülkemizdeki pek çok kişinin anlayışına göre ‘kadın’ ile ortak tutulmaktadır. Bunun başlıca sebebi, ailenin şerefini kadının namusuyla aynı statüye koyan, erkeği ise dilediğini yapma noktasında özgür bırakan anlayıştır. Namus demek kadın demek, ancak birisi gelip onu ellerinden aldığında, o andan itibaren cinayet anlamına gelir. Eğitimsizliğin ve cehaletin en doğru cevabıdır bu cinayetler. Törenin yaşadığımız bu coğrafyanın pek çok yerinde görüldüğü, ancak en fazla doğuda rastlanan bir olgu olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Çoğunlukla bu kesimde görülmesinin nedeni şüphesizdir ki, eğitimsizliğin yol açtığı cehalettir. Ekonomideki gelişememişlik sebebiyle okullaşma oranının düşük kaldığı bu bölgede bilgisizlik ve bu bilgisizliğin getireceği, töreyi de içeren düşünce tarzları da kaçınılmazdır. Okul olsa dahi kültürel yapıları, özellikle kız çocuklarının okula gidip, aydın ve ataerkil toplum anlayışından sıyrılmış birer birey olmalarına mani olmuş, erkek çocukları için ise eğitimi gelecek adına yapılan bir yatırım olarak görmekten çok, vakit kaybı olarak algılayan bir zihniyeti yaratmaya sebep olmuştur. Bu düzenle büyümüş insanlar da, kendi çocuklarına aynı muameleyi uygulamakta hiçbir kusur görmemişlerdir. Anlatmış olduğum sistemin tahlilini yapan bu kitabı okurken, toplum denen kalabalığın bir davranışa tepkisinin bu kadar zalimce olması ve cezaların en katısının uygulanması, düzenin ne kadar adaletsizce işlediğini bir kez daha gösterdi. Kanaatimce, törenin bir tiyatro gösterisinden farkı yoktur. Bir senaristmiş gibi oyununu kurgulayan toplum, dikte edilmiş bir seneryoyu sorgulamadan oynayan bir oyuncu olan kurbana yapılması gerekenleri buyurmuştur. Ona, o sahnede yer almasını emretmiştir çünkü. Yalnız bu oyunun sonunda bazen bir kadın, bazense koca bir köy halkı hayatını kaybeder. Kitapta ahlak olgusunun temsilcileri olarak yansıtılmış babaanne, amcalar ve köy halkı, dinlerine ve geleneksel yapılarına oldukça bağlı bir çizgide yansıtılmıştır. Ancak ne var ki, dinlerinin şartlarını sürekli yerine getiren ve yıllardan beri gelen alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı bu yapıları, düşünüş biçimleri ile hal ve hareketleri göz önünde bulundurulduğunda, aslında ahlaktan azami derecede yoksun bir yaşam sürdürdükleri görülmektedir. Töreleri esas alarak, kendi ahlaksal yapılarına ters düşen insanlara yaptıkları zulümlerin hiçbiri, kendi inanışlarıyla ve yaşam tarzlarıyla bağdaşmamakta, kötü bir inançlı insan portresi çizmektedirler. Dini inanışların, namus cinayetlerinin kaynağı olup olmadığı tartışmalıdır. Ancak bu kavramları oluşturan işleyişin de bir parçası olduğu söylenebilir. Namus cinayetlerinin meşrulaştırılması, inanışlarda öyle belirtildiği gerekçesiyle çoğu zaman din üzerinden gerçekleşir. Oysaki, ülkenin batısına bakıldığında töre cinayetleriyle hemen hemen hiç karşılaşılmaz. Esasında sevgiyi öğreten din, doğuda yanlış yorumlanarak, bu haksızlıkların ve adaletsizliklerin temeli olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki kitabın en trajik yönü, çocuğunun annesini öldürmesinden çok, bir annenin çocuğuna duyduğu sevgi sebebiyle ölümü dahi göze alarak hayatını umarsızca yaşaması olmuştur. Bu acımasız cinayeti işleyen görünürde Hasan olsa da, benim görüşüme göre sahici katil babaannesi ve ahlaktan yoksun olan toplumdur. Bu sebeptendir ki, romanın sonunda bu cinayetin cezasını çeken yalnızca Hasan değil, onunla beraber toplum da olmuştur. Töreler temel alınarak yapılan envai çeşit cinayetler, katliamlar, zulümler esasında tamamen ataerkil toplumların sürdürdüğü, affedilemez birer insan hakları ihlalinden ibarettir. Bu sebeple, romandaki Çukurova halkı ve yaşanılanlar, insanlık için büyük bir örnek teşkil etmektedir. Aydınlanma anlayışına oldukça ters olan bu anlayış, geri kalmışlığın bir göstergesidir. Törenin dayattıklarını yalnızca yapmak değil, bunu gündeme yeterince getirmemek ve itiraz etmemek de aynı ilkel zihniyetin ürünü olacaktır. KAYNAKÇA: Kemal, Yaşar. Yılanı Öldürseler. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014. Aysu Atılır/21300705 Neşe Çetiner/TURK-101-59 AKI 1 ARDA AKI 21400387 Section: 19 Başak Berna Cordan 4. Ödev 11.11.2014 TÜRK TARİHİ VARKEN Ahmet Ünver’in “Ege Kıyılarında Eski Zaman Masalları” adlı öykü kitabı, birbirinden ilginç ve güzel 8 adet öyküden oluşmaktadır. Öykülerin hepsi de Antik Yunan’da geçmektedir. Öykülerde bol bol masalsı ve mitolojik ögelere rastlayabiliriz bu bakımdan da fantastik bir kitaptır diyebiliriz. Öykülerde bol bol bilgiye duyulan aşk, çaresizlik ve zülüm gibi konuları görebiliriz, klasik bir Yunan mitolojisi kitabı yani. İlk olarak şunu merak ediyorum, bize bu kitabı 7. Sınıfta ödev olarak okutmuşlardı ama şu ana kadar hiç “Dede Korkut Masalları” nı ödev olarak okuttuklarını hatırlamıyorum, peki neden? Ödev olarak hiçbir zaman için Kurtuluş Savaşı’nı konu alan güzel bir tarih kitabı da okumadık. Peki, ne okuduk? Yunan mitolojisi. Nedir bu içimizdeki Yunan aşkı? Adamlar her fırsatta Türklerden nefret ettiklerini söylerken, Atatürk’e karşı kin beslerlerken biz ne diye halen onların mitolojilerini okuyoruz veya onların tarihleri hakkında dizileri ( bkz. Spartaküs) veyahut filmleri (bkz. 300 Spartalı) kanallarımızda yayınlıyoruz? Bizim olan toprakların üstünde yaşayan (bkz. Kıbrıs), bayrağımızı çiğneyen, bizleri hor görürken aynı zamanda hükumeti ekonomik yetersizlikten (fakirlikten) çökmüş bu milleti ne diye halen genç beyinlerimize reklam ediyoruz ki? “ Hepsi öyle değil onların, eğitim düzeyi iyi olanlar bizleri öyle görmüyorlar” diyebilirsiniz tabii ki ama derseniz de ben de size şu örneği veririm. 2009 yılında bir yaz günü Emin Çölaşan Yunanistan’da bir kafede otururken yanına Yunanlı bir aydın gelmiş ve başlamışlar konuşmaya. Aydın en sonunda Emin Çölaşan’a “Sizin orduyu da dağıtıyorlar iyice, gerçekten çok iyi oldu” demiş ve gülmüş. Türk ordusunun dağılmasından, komutanlarının içeriye atılmasından dolayı duyduğu hazzı ve mutluluğu dile getirmiş pişkin pişkin. Daha ne olsun? Biz bunların tarihlerini mitolojilerini daha ne diye okuyoruz ki? Soralım bakalım onlara Alpaslan ile ilgili, Göktürkler ile ilgili, Dede Korkut ile ilgili veya Fatih Sultan Mehmet ile ilgili ne biliyorlarmış. Gerçi Fatih Sultan Mehmet ile ilgili bayağı bir şey biliyorlardır ama… Öteki yandan bizim Türk gençlerine soralım, eminim ki hepsi Yunan mitolojisindeki tanrıları ezbere sayarlar veya Aşil’in kim olduğunu hemen söyleyiverirler. Bende söylerim, neden mi? Çünkü bize bunlar okutuluyor, bizim önümüze sürekli Yunan mitolojisi oyunları konuluyordu veya hep Zeus ile ilgili çizgi filmler yayınlanıyordu küçükken. Başta da söylediğim gibi neden? İşte bunu merak ediyorum cidden. Milliyetçi duyguları bir kenara bırakıp kitabın içeriğine bakacak olursak, aslında güzel konulara değindiğini söyleyebilirim. Bilgi uğruna canını veren Prometheus veya tıpta çığır açan Askleptios’u çok güzel yansıtmış yazar Ahmet Ünver. Kitabı okurken Prometheus’u cidden çok takdir ettim, her insan bilgiye bu kadar âşık olmalı dedirtiyor okura veya Askleptios’un tıptaki başarıları da aynı derecede yol 1 AKI 2 gösterici. “İşte bu yüzden okutuyorlar!” diyebilirsiniz sanki kendi kendimi çürüttüğümü düşündükten sonra bir an heyecanlanıp, ama derseniz de alacağınız cevap “ Neden 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan, kılcal damar sistemini ilk defa ortaya atan ve Yunan soyundan gelen ünlü tıpçı Hipokrat’ ın doğum olayı görüşünü kökünden yıkan Ali Bin Abbas’ın hayatını okumuyoruz da bir efsaneden ibaret olan Yunan tıp tanrısı Askleptios’u okuyoruz? “ olacaktır. Biz kendi değerlerimize sahip çıkmazsak, başkaları neden sahip çıksın ki? Yunanistan ne kadar modern, güzel, gelişmiş ve köklü bir tarihe sahip bir ülkeyse; Türkiye ondan çok daha fazla bu özelliklere sahiptir. Bizim tarih boyunca yetiştirdiğimiz çok daha fazla bilim insanı vardır ama mesele bunu sunmakta işte. Mesela Ali Bin Abbas’ı hiç duymamıştınız değil mi? Bende duymamıştım veyahut Amerika kıtasının varlığını Coloumb’dan 500 yıl önce keşfeden Beyruni’yi de ( Ben bu yazıyı ilk yazdığımda o malum tartışma daha başlamamıştı tesadüf oldu) daha şimdi tanıdınız. Oysaki Zeus’u daha 10 yaşındayken tanımıştınız, söyleyecek söz kalmıyor başka, biz daha Yunan mitolojisi okumaya devam edelim… 2 Melis KARACA 21502925 BAŞKALARI İÇİN DEĞİŞMEK Şöhret nedir? İnsanlar tarafından bilinmek, hakkında haberlerin yapılması, televizyonda veya radyoda isminin geçmesidir şöhret. Her insanın içinde bir parça da olsa ünlü olma isteği vardır. Televizyonlara, gazetelere çıkmak, herkes tarafından tanınmak, konuşulmak bunlar çoğu insanın isteyeceği şeylerdir. Peki ya ünlü olma yolunda ilerlerken insan, neleri gözden çıkarır ve kendinde neleri değiştirir zamanla? İsteyerek ya da istemeden, elbet bir şekilde insanın hayatı, kişiliği, değer yargıları, amaçları, hedefleri değişir. İyi yönde de olabilir bu değişiklik, kötü yönde de. Fakat ben insanların olumsuz yöne eğilimlerinin daha çok olduğunu, o yöne daha kolay kayıldığını düşünüyorum. Chuck Palahniuk’un Anlat Bakalım adlı kitabını okuduğumda şöhretin insana neler yaptırabileceğini, insanı nasıl değiştirebileceğini daha net bir şekilde anladım ve aklımda şu soru oluştu: Sırf ünlü olmak için ya da ünlü olduktan sonra insanlar tarafından beğenilmek için bir kişinin başka bir insana dönüşmesi, kendini olduğundan farklı göstermesi ne kadar doğrudur? İnsanlar özeldir, hepimizin birbirimizden farklı bir sürü özelliği vardır. Bizi biz yapan değerlerimiz, yaşam tarzımız vardır. Fakat şöhretin karanlık yüzü bu özellikleri alıp yerine klasik mükemmel insan özelliği koymak istemektedir. Şanın şöhretin tadına bir kez varanlar bir daha o camianın içinden çıkmak istemez, üstelik çıkmamak için kişiliklerini, hayatlarını değiştirip kendilerini diğer insanlara beğendirmek için başka biri olmayı göze alırlar. Toplumdan ters bir tepki alındığında mutlaka bir sonraki hamleleri topluma yaranmak olur. Benim anlayamadığım, bir insanın kendisini başkalarına sevdirmek için kişiliğinden ödünç vermesinin, kendisini başka bir insan gibi göstermesinin ne gibi bir açıklaması, ne gibi bir mantığı olabilir. Ben hayattaki en değerli şeyin insanın kendisi olduğunu düşündüm hep ve bir kişiye insanın kendisini sevdirmek için bir şeyler yapmasını tamamen saçmalık olarak gördüm bu zamana kadar. Eğer karşımdaki kişi beni sevecekse ben olduğum için sevmeli, sevmeyenler ise elbette bu konuda özgürdür ama ben kendimi onlara sevdirmek için kılımı kıpırdatmam. Ünlü insanların özel hayatları hiç görmediğimiz yönlerinden oluşur. Topluma yansıtmadıkları bir sürü özellikleri, bambaşka yaşamları vardır. Şöhretin izin verdiği kadarını dışarı yansıtırlar sadece. İnsanların ne görmesini isterlerse onları gösterirler. Fakat o yansıttıkları şey aslında kendileri değildir. Toplumu kendileriyle ilgili bir yalana inandırırlar. “Sorun şu ki, eğer insanların içinde hiç ağlamadıysanız… o zaman insanlar sizin hiç ağlamadığınızı düşünürler.” (syf. 32) Chuck Palahniuk’un Anlat Bakalım adlı kitabında geçen bu söz bir kişinin aslında içinde neler yaşadığını, yastığa başını koyduğu zaman neler hissettiğini ya da özel hayatının nasıl olduğunu kendisi göstermediği takdirde hiçbir insanın görmediğinden ve anlamadığından bahsediyor. Şöhret işin içine dahil olsun ya da olmasın insanlar birbirlerinin özel hayatını elbette bilemezler, kişiliklerinin nasıl olduğunu anlayamazlar karşıdaki insan yansıtmadığı takdirde. Arkadaşım dediğim insan bile bana gerçek kişiliğini yansıtmayabilir. O yansıtmadıktan sonra benim kendim çözme gibi bir seçeneğim zaten yok. Bu durum arkadaşlar arasında bile oluyorken, şöhretin insanı değiştirmesi aslında pek de şaşılacak bir şey değildir. İnsanın kendi aklı, düşüncesi, duyguları, kendi değerleri vardır. Kimsenin bizi değiştirmesine izin vermemeliyiz ve aynı zamanda da hiç kimse için değişmemeli, hiçbir kişi için kendi değerlerimizden vazgeçmemeliyiz bence. İnsanlar hayatımıza girip çıkar, para, şan, şöhret hepsi gelip geçer. Gece yatağa yattığımızdaysa kendimizle başbaşa kalırız. İnsan değer mi diye düşünmeli bence. Başkalarının beğenisini kazanmak için kendi değerlerimizden veya kişiliğimizden ödün vermeye değer mi? Kaynakça: PALAHNIUK, Chuck, Anlat Bakalım, 2. Basım, Ayrıntı Yayınları, 2014, İstanbul Can Ozan KAŞ Damardan Alınan Güzellik Güzel hissettiren her şey güzel midir? Güzel hissettiren her şeyin güzel olması gerekmez. Hatta zarar bile verebilir bize o güzellik. Sadece güzel hissetmek için hayatın kayar bazen. Bilirsin hayatının kaydığını ama o an düşünemezsin o hissettiğin güzellikten. Sarılırsın o güzelliğe çünkü artık sen değilsindir o kişi. Güzellik seni yönetiyordur artık, sen değilsindir yetkili. Saplantı haline gelmiştir o güzellik. On dört yaşımdayken bu güzelliğin ne kadar zararlı olabileceğini tecrübe etmiştim. Tecrübe ettim derken tabii ki kullanmadım. Kullanan birisine denk gelmiştim. Dershaneden eve metroyla dönerken yanıma biri oturmuştu ve konuşmaya başladı. Dedi ki “Ne zaman metroya bindiğimde ders çalışan bir öğrenci görsem bu konuşmayı yaparım. Okumak dünyanın en güzel şeyi. Ne olursa olsun oku. Ben çalışıyorum ve kazandığım parayla 3 kişiye yardım ediyorum okumaları için. Sağ olsunlar onlarda öneminin farkındalar ve okuyorlar. Kötü yola sapmamaları için elimden geleni yapıyorum.” İşte tam bu noktada iç çekti ve devam etti “Ben okuyamadım. Bunun için çok pişmanım.” Bunları söyledikten sonra cebinden bir şey çıkardı. Uyuşturucu çıkarmıştı. “İşte benim, hayatımı yaşamamı engelleyen sebep bu. Sen, sen ol asla bunu kullanma. Ben bırakamıyorum ama ne kadar lanet bir şey olduğunun farkındayım, o yüzden de ne zaman senin gibi metroda ders çalışan birini görsem bu konuşmayı yapıyorum. Ben kurtulamadım ama başkalarının başlamasını engelleyebilirim.” dedi. Sonra da metrodan indi ve gitti. Şüphesiz ki sadece bağımlıydı. Ne kadar kurtulmak istese de o kullandığına bağımlıydı ve bırakamıyordu bu yüzden. Ama bu güzellik onun gözünü kör etmemişti. Gerçekleri görebilen bir bağımlıydı o. O gün o kişiye içimden söz verdim elimi sürmeyeceğime dair. Ama bu durum “Bir Rüya İçin Ağıt” filmini izledikten sonra tamamen başka bir şeyi keşfetmeme yaradı. Ondaki çaresizliği gördüm ve eğer körü körüne bağlı olsaydı durumunun nasıl olacağını algıladım. O, güzelliğin sonundaki kötülüğü görebiliyordu ama bazıları bu kötü şeyleri onlar olana kadar anlayamıyordu. Bazıları kötü sonuçlarına rağmen durumun ne kadar kötü olduğuna uyanamıyordu bile. Bazı kişiler ise o güzelliğe bir insana duydukları sevginin aynısını hissediyorlardı. O olmadan yaşayamayacak gibi hissediyorlardı ve ona sahip olabilmek için her şeyi yapabilirlerdi. Bu noktada karşılaştığım kişi de böyleydi ama o uyuşturucunun kötülüğünün farkındaydı. Kör değildi. Ama bazıları körü körüne hayatını kaydırıyordu. Nitekim filmde de aynısı oldu. Dönüştükleri kişilerin ne kadar hastalıklı olduğunu göremiyorlardı. Çünkü o güzellik artık onları hayatta tutan son şeydi ve çok güzeldi. Sonunda eriyip gitmiş hayat çizgisine baktığında o kullandığı güzelliğin aslında onun sonunu getiren şey olduğunu anladığında ancak o zaman ne kadar büyük bir hata yaptıklarının farkına vardılar. Tabii ki farkına varamayan da oldu. Cidden o güzelliğin bu kadar kötü olduğunu anlamak için kör mü olmak lazım? Acaba hayatlarını bir film gibi gösterseydik vazgeçerler miydi? Ama öyle baştan sona doğru değil, sondan başa doğru gösterseydik. İşte bu elde etmek için uğraştığınız şey, gerçekte bundan başka bir şey değil deseydik. Acaba gerçek onların gözlerindeki perdeyi kaldırır mıydı? Ya da bütün bunlardan ayrı olarak aynı güzellik hissini veren başka bir şeye yönelselerdi onlar için şüphesiz ki daha hayırlı olacaktı. Kullanmadığım için bilmiyorum ama bir başkasına yardım etmenin de aynı şekilde bir etki bıraktığını düşünüyorum. Başkasına yardım ettikten sonraki o güzel histe de aynı etki var. Ama öyle yapmış olmak için yapılmayan, o iyilikten sonraki sevgi hissini içeren iyilikler içerir bunu. Ve işin en güzel taraflarından biri bu sevginin, o iyilikler yapıldığında güzel hissin ve sevginin kat kat artması ve bünyeye hiçbir şekilde hiçbir zararının olmaması, aksine yararı olmasıdır. Bu filmden de anlayacağımız gibi güzelliği damardan almamamız gerekiyor. Onun yerine daha güzel şeyler seçebiliriz. Alper Kağan Kayalı Kırgınlıklara Dair Yaşamak ne demektir sizce? İnsanlar eskiden hayatı gerçekten “yaşıyorlar” mıydı? Ya da biz şu anda hayatı gerçekten “yaşıyor” muyuz? Belki de yaşadığımızı zannediyoruz. “Yaşamak” derken neyi mi kastediyorum? Hayatı sorunsuz, kendi içinde mutlu ve huzurlu bir biçimde yaşamaktan. Fakat korkarım ki hayatı mutlu ve sorunsuz yaşamak için ilk önce mutlu ve huzurlu bir biçimde yetiştirilmek gerekiyor. Küçüklüğünde annenin o sonsuz şefkatini, merhametini, babanın ise o sonsuz sevgisini ve kol kanat germesini “yaşayamayanlar” maalesef bu hayatı da aslında “yaşayamıyorlar”. Ben küçük bir ilçede doğdum ve büyüdüm. Orada bir sürü arkadaşım oldu. Annem ve babam memur tabii, bir tayin çıktı mı o sevdiğin birlikte vakit geçirdiğin ve birlikte olmaktan mutlu olduğun o arkadaşlarını, her gün yeni bir şey öğrenmek için can atıp, öğretmenlerinin şefkatini kazandığın o okulu, seni kendi çocukları gibi sevmeye çalışan o komşu teyzeyi, şeker isteyip paran olmadığında sana o şekeri ikram eden bakkalı arkanda bırakıp gitmek zorunda kalıyorsun. Yani hayatında sana sevgi ve şefkat göstermiş herkesi bırakıp, yeni sulara yelken açıyor; o sularda sevgi ve şefkati arıyorsun. Ben aslında dünyanın en şanslı insanlarından bir tanesiyim. Çünkü nereye gidersek gidelim, hangi olaylar başımdan geçerse geçsin her zaman annem ve babam yanımda oldular. Hiçbir zaman durup, “ Acaba annem ve babam yanımda olmasaydı bugün ne halde olurdum?” diye düşünmemiştim. Bu kitabı okumamla bunu düşünmeye başlamam bir oldu. Kitabımızın ana karakteri Derman, kendini “piç”lik ile tanımlıyor. “Doğuştan piç” olduğunu söyleyerek hayatına devam etmeye çalışıyor. Öncelikle bu konu hakkında düşündüğüm zaman bir insanın kendini nasıl babasız olarak tanımlayabileceğini aklım almadı. Çünkü babam benim hayatımda her zaman en büyük destekçilerimden biri oldu. Onun hayatımda olmadığını düşünmek, onun desteğinin hayatımda olmadığını düşünmek bile istemedim. Fakat Derman’ın hikâyesini okumaya başladığımda onun kendine neden “piç” dediğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Derman babasından hiçbir zaman benim gördüğüm şefkati, hiçbir zaman benim gördüğüm desteği görmemişti. Bu okuduklarım beni düşünmeye itti. Gerçekten böyle babalar olabilir miydi? Gerçekten bir baba, çocuğunun neler yaptığını, çocuğunun hayatından neler geçtiğini umursamamazlık yapabilir miydi? Okuduğum bir yazı bir kız çocuğunun babası tarafından bir odaya 13 yıl boyunca kapatılmasını anlatıyordu. Babası kızın otistik olduğunu düşünüp adeta kızını bir kara leke olarak görmüş, onu 13 yıl boyunca bir odada kilitli tutup sadece ona yemek ve su vermişti. Böyle bir babanın olduğuna inanamamıştım. Kendi babamı düşünerek hayatımda bunun olamayacağına inanmıştım. Belki de ben çok saftım, naiftim. Belki de gerçekten bu kadar kötü insanlar vardı. Bazı insanlar gerçekten şefkat göstermek, sevgi beslemek ne demektir bilmiyorlardı. Belki de bu yüzden Derman o radyoda kendisi gibi olan onlarca kişiye destek olmaya çalışıyordu. Belki de kafasından “ Bana sevgi gösteren, şefkat gösteren kimse olmadı. Bari ben size şefkat ve sevgi göstereyim, daha fazla insanın canı yanmasın.” demişti. Fakat sonunda hiçbir şey değişmedi. Derman’ın çocukları onlara şefkat gösterecek birini bulamayacaklar artık. Onlarla oynayacak, sevecek, onlara şefkat gösterecek birisi olmayacak. Çünkü Derman dayanamadı. Derman babasının onda yarattığı kapanmaz yaraları daha fazla saramadı. İntihar etti, göçüp gitti. Belki doğruydu yaptığı, belki yanlış. Fakat Derman’ın yaşadıklarını okuduğumda, aslında Derman bana çok önemli bir ders vermişti. Bu dünyada sevgi ve şefkat var olan her şeyden daha önemliydi. Fakat en önemlisi ise anne ve baba sevgisiydi. Onların sevgisi çocukları kendi dünyalarının kralı bile yapabilirken, onların sevgisizlikleri çocukları kendi dünyalarının mahkûmu yapmaya yeterliydi. Derman belki de mutlu olabileceği bir diyara gitmişti, ama giderken de benim gibi babalık ve annelik yapmamış pek çok kişiye neden babalık ve annelik dünyanın en önemli görevidir mesajını verdi. Babamın ve annemin değerini anladığım gibi, çocuklarıma da babamın ve annemin bana davrandığı gibi davranmamı öğretti. Her şeyden önce, iyi kalpli olmayı öğretti bana. Derman gitti ama bana çok şey bıraktı. Uğurlar olsun Derman, umarım güzel dünyalarda görüşürüz. Demir Topaktaş Sığınağım Kaçmak gerek; sıkıntılardan, üzüntülerden ve özellikle insanlardan... Yavaş yavaş öldürüyorlar; içimi, dışımı her yerimi kemiriyorlar. Üzgün yüzlerle çevrilmişim; üzerime yapışıyorlar, beni kendi üzgüntüleriyle boğuyorlar. Onlara uyamam, uymamalıyım çünkü uyarsam sonsuza kadar kaybolurum. Hepsinin elleri kanlı ve umutsuz... Nasıl bu karanlığı kovabilirim? Nasıl kendimi bu akıntıdan kurtarabilirim? Masallardaki o hayatı istiyorum, çok mu şey istiyorum? İmkansızı, olamayanı ama olması gerekeni istiyorum. Ben bencilim, zayıfım; korkağım... Kaçmak korkaklara göre değil mi? Kaçıyorum ve istediğim dünyaya ulaşana kadar da kaçmaya devam edeceğim, kararlıyım. Dışarıda olamayacağını biliyorum, bunu öğrendim fakat belki de küçük bir umut vardır. Kendime ait özel bir dünya bulamam ama bir sığınak bulabilirim. Küçük bir sığınak, beni dışarının yağmurundan ve kasvetinden koruyacak bir yer. Bir durak olacak benim için ve büyük ihtimalle de hayatım orada geçecek. Sığınağımı buldum!!! Vincent van Gogh’un Arles’daki odasının resmine bakarken geldi aklıma. Resimdeki oda sıcaktı, davetkardı ve rahatlatıcıydı. Daha doğrusu bu resim bende bu duyguları uyandırmıştı. İşte o an geldi aklıma. En başından beri sığınağım hep yanımdaymış; fark edememişim. Dışarının boğuculuğundan kurtulduğumda soluğu odamda aldığımı nasıl fark edemem? Hatta evin kapısından içeri girdiğimde ilk baktığım yer odam olurdu. O an stresten ve yorgunluktan kararan gözlerim yavaş yavaş açılır; rahatlık ve üzerime sinen soğukluk yerini sıcaklığa bırakırdı. Ardından hışımla ve heyecanla kendimi odama atardım. Odam büyük bir mutlulukla kucağını açar ve beni sarardı. Orda rahattım, huzurluydum. Hiçbir şey olamazdı bana orda, ana rahminde gibiydim -var oluşumun başlangıcındaydım. Kimseyi alamazdım oraya, kuşatılmış dünyada bana ait tek yerdi kimseyle paylaşamazdım. Orda yalnız da değildim. Geceleri yorgun gözler kapandığında, odamla tamamen başbaşa kalırdık. Kendi hikayelerimizi anlatır, yalnızlığımızı paylaşırdık. O da benim gibi üzgündü, birbirimizin dert ortağıydık. Bunu duvarındaki lekelerden anlardım. Hüzünlü lekeleri vardı, göz yaşı izleriydi bu lekeler…Ona sorduğumda sessizleşirdi. Benden belki de daha büyük acıları vardı; hiçbir zaman öğrenemedim. Konuşmadığımız bu tür zamanlarda hayallere dalardım odamda. Gerçeklik ve düşün o en ince çizgisindeydim. Odam tamamen değişirdi; duvarlar en canlı renklere bürünür; hüzünlü lekeleri kaybolurdu. Duvarlar kahkahalar içinde masmavi olurdu; dalga ve martı sesleri birbirine karışır ve deniz senfonisini çalarlardı. Odamdaki halım, dalga gibi hareketlenir ahenkli bir ritim oluştururdu. Ayaklarım suya batar, serinlerdim ve kendimi canlı denize bırakır balıklarla beraber ayak basılmamış adalara gider, mercanlarla oyunlar oynardık. Deniz kabukları bize sessizce komik hikayelerini anlatırdı; katıla katıla gülmekten denizin yüzeyine balık sürüsü gibi baloncuklar çıkarırdım. Bazen de ormanın zümrüt yeşili kaplardı her yeri; egzotik çiçekleri koklar, maymunlarla boğuşurdum. Kaplanlara, domuzlara biner ağaçtan ağaca atlardım. Her şey o kadar hoştu ki bitsin istemezdim. Odam da benim komik hallerime gülerdi. Bir keresinde kafama meyve düşmüştü; o kadar çok gülmüştük ki küçük çaplı bir deprem olmuştu. Mutluluktan ve eğlenceden yorgun düşer; uykuya dalardık. Ama, o tam uykuya geçmeden önceki saniye, hüzün sarardı içimi çünkü uyandığımda gerçek dünyanın karanlığı tam karşımda duracaktı. Yaşadığım bu hayalleri ve patlayan duyguları nasıl fark edemedim bir türlü anlayamadım. O kadar canlıydılar ki!! Galiba dış dünya beni kör etti; duyularımı her şeye kapadım. Düşlerimi hissedemez oldum. Ama onlar gitmediler hep yanımdaydılar. Van Gogh bana bunu fark ettirdi işte. Resmi kaplayan o hüzünlü ama bir o kadar da coşkun fırça darbeleri, dış dünyayla ancak hayallerimizle, sığınaklarımızla ve duygularımızla baş edebileceğimizi anlattı. Ve sonra daha büyük bir şey fark ettim: sığınak aslında benim zihnimdi. Çünkü odam benim hayallerimle yaşıyor, nefes alıyordu. Düşlerimiz bizim sığınaklarımız, kaçışlarımız aslında... İşte ben, bunun bilinciyle her şeye karşı dimdik ayakta durabilirim. BEYAZ-­‐GRİ-­‐SİYAH     Yaşayan  herkesin  tıpa  tıp  aynı  olduğu  bir  dünya  hayal  edebiliyor  musunuz?   Örneğin  bir  sabah  okula  bir  gidiyorsunuz,  adeta  her  tarafa  ayna  yapıştırılmış  gibi  herkes  ama   herkes  sizinle  baştan  aşağı  aynı.  Aynı  yüz  şekli,  aynı  mimikler,  aynı  yürüyüş  yani  aynı  siz.   Çok  tuhaf  olmakla  beraber  çok  da  ürkütücü  olmaz  mıydı?  Hayat;  farklılıklarla,  zıtlıklarla   güzel.  Kimse  tamamen  aynı  olamayacağı  gibi  hiç  kimsenin  hayatı  da  aynı  güzellikte  ya  da   aynı  sıkıntıda  geçemez.    Hiçbir  olay,  hiçbir  kimse  ne  tam  beyaz  olabilir  ne  de  tam  siyah,  gridir   dünya.  Tatlısıyla,  acısıyla;  neşesiyle,  üzüntüsüyle.         Çoğumuz   hayatlarımıza   çeşitli   hayaller   ve   çeşitli   amaçlarla   başlarız.   Bebekliğimizde   daha   doğrusu   kendimizin   farkında   olmadığımız   küçük   yaşlarımızda   bu   hayalleri  bizim  için  ailelerimiz  kurar.  Bizi  en  iyi  kreşlerde,  en  iyi  anaokullarında  büyütmeyi   hayal  ederler.  İlerleyen  zamanlarda  bu  hayaller  okuyacağımız  okullara  ve  üniversitelere   doğru   yönelir.   O   zamana   kadar   sorumluluğumuz   bizim   dışımızda   birine   ait   olduğu   için   hayatın  toz  pembe  bir  renkten  ibaret  olduğuna  inanırız,  bırakın  griyi  daha  siyahla  beyazı  bile   ayırt  edebilecek  durumda  olamayız.  Ancak  zaman  ilerleyip  de  cam  fanuslarımızdan  teker   teker  çıkmaya  başlayınca  her  şeyin  o  kadar  da  tatlı,  o  kadar  da  toz  pembe  olmadığını  anlarız   ve  işte  o  zaman  yavaş  yavaş  renklerle  tanışmaya  başlarız.         Hayallerimizi  kurarken  ve  hayat  amaçlarımızı  belirlerken  araya  tatlı  sürprizler   girebilir.  Mesela  sevdiğiniz  adam  size  evlenme  teklifi  eder  ve  bir  anda  hiç  olmadığınız  kadar   mutlu   bir   insan   olursunuz.   Ya   da   sevdiğiniz   kız   bir   gün   ders   çıkışında   size   karşı   olan   duygularını  itiraf  eder  ve  dünyanız  bembeyaz  bir  yer  oluverir  ansızın.  Bunlar  hayatınızı   griden  beyaza  çekebilecek  olaylar,  günlük  yaşamınıza  renk  katarak  hayatınızı  olumlu  bir   yönde   şekillendirebilirler...   Bir   de   yaşantınızı   siyaha   götürebilecek   olaylar   var.   Tabii   ki   çoğumuz  -­‐hatta  hepimiz  diyebiliriz-­‐  hayatımızda  siyahlıkların  olmasını  istemeyiz.  Bembeyaz   yaşayalım,  her  şey  güllük  gülistanlık  gitsin  diye  çaba  sarf  eder,  dilekler  dileriz  fakat    hayat   bu,  kötü  şeyler  de  gelebilir  insanın  başına.          Hiç  birimizin  yaşamak  istemediği  o  kötü  olaylar  da  bizi  biz  yapar  ve  hayatımızı   en  az  toz  pembe  tatlılıktaki  durumlar  kadar  şekillendirir.  Başımıza  kötü  bir  olay  geldiğinde   yapılması  gereken  şey  hemen  üzülüp  hayata  karşı  tavır  mı  almaktır?  Hayır,  tabii  ki  çözüm  bu   değil.  Evet  hepimizin  başına  bir  sürü  hiç  beklenmedik  olay  gelip  hayatımızı  darmadağın   edebilir.   Fakat   kaçmak   bir   çözüm   değildir.   Size   kendi   anılarımdan   birinden   bahsetmek   istiyorum,  siyah  olanlardan.  Dört  sene  önce  bir  pazartesi  gecesi  okuldan  eve  gelmiştim.   Düzen  her  zaman  olduğu  gibi;  yemek  saati  20.00,  ardından  ödev  zamanı  ve  sonrasında  da   saat  23.00’  a  doğru  uyku  vakti.  Fakat  o  gece  evde  ters  giden  bir  şeyler  vardı.  Kardeşim  ve  ben   yatmaya  hazırlanırken  annem  gözyaşları  ile  kendisini  salona  kapattı.  Ben  ısrarla  olan  biteni   öğrenmek   istesem   de   babam   annemin   yanına   gitmeme   izin   vermedi   ve   ben   o   merakla   uyudum  o  gece.  Ertesi  sabah  kalktığımda  teyzemin  beyin  kanaması  geçirdiğini  ve  hayati   tehlikeyi   atlatamadığını   öğrendim.   O   an   gri   hayatımızın   içine   kocaman   bir   siyah   nokta   konuldu,  büyük  ve  derin  bir  yara.  Teyzem  aylar  sonra  iyileşti  fakat  yeni  doğmuş  bir  bebek   gibi   yürümeyi   hatta   konuşmayı   unutmuştu.   Fakat   pes   etmedi,   etmedik.   Sadece   o   değil   hepimiz  düşmüştük  yere  ama  o  siyah  noktanın  büyümesine  izin  vermeyip  düştüğümüz  gibi   yeniden  kalktık  onunla  beraber  ve  şimdi  teyzem  tekrar  eskisi  gibi.       Sonuç  olarak  sevgili  okuyucum,  hayatta  her  zaman  beyaz  dünyanızı  kirletecek   olaylar   olacaktır   çünkü   adı   üzerinde   hayat   bu.   Düştüğünüzde   kalkamayacak   gibi   hissedebilirsiniz  fakat  ‘’Her  yağmur  ardında  gökkuşağını  getirir.”  diye  bir  söz  vardır  beni  çok   etkileyen  ve  kalpten  inandığım.  Andrew  Miller  da   adlı  yapıtında  bana  bu  konuyla   ilgili  çok  güzel  bir  mesaj  verdi:  Bir  gün  sizi  üzecek  bir  olay  olursa  üzülün,  üzülmemeye   çalışmayın  ya  da  olaydan  kaçıp  kendinizden,  hayatınızdan  saklanmayın  çünkü  önemli  olan   tekrar  ayağa  kalkabilmektir.  Her  düştüğünüzde,  yeniden,  hiç  bıkmadan  doğrulabilmektir   Oksijen   hayat.  Sizi  siz  yapan  yalnızca  pembeler  ve  beyazlar  değil  siyahlardan  kendini  arındırmayı   başarmış  grilerdir  aynı  zamanda.                                                     KAYNAKÇA:   -­‐https://2.bp.blogspot.com/-­‐vIVu4GNt EN GÜZEL ARMAĞAN Öğrendiğimiz milyonlarca kavram var hepimizin hayatında hiç şüphesiz. Kimini tanımlayabilirken diğerini tanımlayamayız bazen. Ya da hissetmek bir hayli zordur bizler için. Ama aile kavramı doğumdan ölüme kadar ki olan süreçte bizlerle olan, asla kaybetmek istemeyeceğimiz türden bir tanesidir. Şöyle ki, asla haklarını ödeyemeyeceğimiz anne babalarımız herkes için en değerli varlıklardır. Bin bir zorluklarla evlatlarını dünyaya getirip, onlar için her şeyi göze alırlar. Evlatlarının tek bir kılına zarar gelmesin diye kimi zaman gözlerini dahi kırpmazlar. Her türlü fedakârlıkları yapıp, hiçbir zaman biz bunları yapmıştık demezler. Her şeyi bizim geleceğimiz için planlayıp, iyi bir hayat sürelim isterler. Örneğin, benim annem her zaman “ Ne yapıyorsan kendine, bizim senden hiçbir isteğimiz yok, sen kendini kurtar bize yeter.” der. Bu yüzden asla hakkı ödenemez anne babaların. Evlatlarıyla aralarındaki bağ öylesine kuvvetli, o kadar eşsizdir ki; ne bir kimse koparır o bağı, ne de birbirlerinden vazgeçerler. Eşsiz bir sevgidir anne babalarımızın bizlere beslediği sevgi. Ne başkalarınınki ile ölçülür, ne de zaman içerisinde azalır. Her şeyden önce güven ve huzur duygularını bulduğun yerdir aile. Fedakârlık kavramının öğrenildiği, karşılıksız sevginin yaşandığı yerdir. En kötü durumda bile birlikte göğüs gerersin zorluklara, oturup birlikte ağlarsın. Mezuniyetimizde anne babamız yanımızda olur, evleneceğimiz zaman onlardır elimizi sıkıca tutacak olan. Bu yüzdendir ki aile olmak emek ister, sabır ister, fedakârlık ister. “Hayat Güzeldir” filminde de Roberto Benigni beyaz perdeye bu söylemek istediklerimi en güzel şekilde aktarabilmiş. Bir anne babanın çocuklarının iyiliği için gözlerini bile kırpmaması ve bunun için kendilerinden bile ödün veriyor olmaları bunun en güzel örneklerinden sayılır. Kendi ailemden bahsedecek olursam, hemen hemen her ailede olduğu gibi belirli zorluklarla karşılaşmış benim ailem de. Yeri gelmiş aşmışlar, yeri gelmiş aşamamış ama hiçbir şeyimizi eksik etmemişler kardeşlerimin ve benim. O kadar gurur verici bir şey ki bu, benim annem ve babam hiçbir zorluktan kaçmayıp, benim bugünlere sağlıkla ve başarıyla gelmemi sağlamış. Bir bakıma, aldığım her nefesi onlara borçlu olmuşum yani. Anne babalar için “Yemedi yedirdi, içmedi içirdi, giymedi giydirdi.” tabiri vardır herkesin bildiği. Bu öylesine doğru bir cümle ki, bunun örneklerini herkes kendi ailesinde az bir parça olsa dahi bulup, böylesine eşsiz bir aileye sahip olduğu için şükredebilir. Hiç sorgulamadan yanınızda durandır aile. Zor günlerimizde sıkıntımızı hafifletip, mutlu günlerimizde mutluluğumuza mutluluk katandır. Kısacası, aile hayatın bizlere sunduğu en özel ve en muhteşem şeydir. Bizi bizden iyi tanıyan tek şey olsa gerek ki, tek bir göz kırpmanız veya tek bir kelimeniz yeterli olur. Düşünürsünüz hatta anne babam bile olsa birilerinin beni bu denli tanıması nasıl imkânlı olabilir diye. Bu da dediğim gibi hayatın bizlere gönderdiği en güzel armağanın ailelerimiz olduğunu kanıtlıyor. Bütün bu demek istediklerim tek bir noktaya varıyor aslında. Hayatta iyi kötü şeyler yaşanıyor. İyi zamanlarda herkes yanınızdadır, ama kötü zamanlarda yanınızda olacak kişilerin sayısı bir elin parmağı kadardır, belki de daha azdır. O parmaktaki iki kişi zaten asla değişmez ve yeri doldurulamaz olan anne babalardır ve hayatınız boyunca onların varlığından, sevgisinden asla şüphe duymayacağınız kişilerdir. Kötü yanlarınızı bile kusur olarak görmek istemezler. Sizi her yönünüzle kabul ederek, her zaman hayatınızda olmak için her şeylerini verebilirler. Tek istedikleri dışarıdan gelen zararlara karşı bizleri korumaktır. KAYNAKÇA: BENİGNİ Roberto. (1997). Hayat Güzeldir(La vita è bella). İtalya. MERVE TUĞÇE AYSAN 21502072 Şeyma Bağdat Tek Bir Kadın Sokakta yürüyorum. İnsanları, kendi türümden değil de yepyeni canlılarla ilk defa karşılaşıyormuşum gibi düşleyerek yürüyorum. Yanımdan geçerken onların konuştuklarını dinliyorum. Gençlerin, yaşlıların, erkeklerin ve kadınların… Özellikle kadınlara dikkat ediyorum. Onların yürüyüşlerine, kıyafetlerine, tavırlarına ve konuştuklarına… Tekrar insan olduğumu hatırlıyorum, sonrasında da kadın olduğumu… Tarihte her zaman karşımıza çıkan kadınları hayal ediyorum. Nasıl yaşadılar, nasıl yürüdüler, nasıl konuştular; hepsi kafamda bir çerçeve olarak canlanıyor. Peki diyorum kendime, dünyada yaşayan insanların yarısı kadınken benim gözümde canlanan bütün bu kadınlar diğerlerinin temsilcisi olabilir mi? Onların kıyafetlerine sahip, onların tavırlarına bürünmüş olabilirler mi kendi yaşadıkları dönem içerisinde? Yoksa bambaşka hayatlara mı sahipler? Hatırladığım kadınlara hayran ama ulaşamayacaklarından da bir o kadar emin. Belki haberi bile yok nasıl bir çağda yaşadığından. Arka planda kalmış, isimlerinin önemi kalmamış, sadece yaşamış ve ölmüş. Yaptığı bütün işleri canı pahasına yapmış. Neye elini atsa başarılı olmuş. Çocukları için her şeyi yapmış. Belki ölmüş, belki sürünmüş ama hiçbir zaman iyi özelliklerinden vazgeçmemiş. Bütün dönemlere ait tek bir kadın canlanıyor şimdi de gözümde. İnsanların birbirlerine ne kadar acı çektirdiklerini gördükçe o kadının mutlu yaşayamayacağına olan inancım daha da artıyor. Gücün tek egemenlik göstergesi olduğunu fark ettikçe o kadının fiziksel acılarını bedenimde hissediyorum. Her tarafından kuşatılmış ve doğduğu ya da evlendiği yere hapsedilmiş bir kadın. Neyin, neden olduğu kendisine izah edilmemiş kadın. Alınmış, satılmış, aşık olmuş, kırılmış, yıpranmış, korkutulmuş, sindirilmiş, zafer kazanmış, mutlu olmuş, ağlamış, gülümsemiş, bebek doğurmuş, her ay regl olmuş, tecavüze uğramış, yine de sevmiş, yine de şefkat göstermiş, yine de yaşamak için kendine bir dünya yaratmış o kadın. Ne kadar garip, bir kadın hepsini tek bir hayatta yaşayabilir. Memleketinde savaş çıksa kocası savaşmak için gitse ne yapabileceğini bilmediği halde sesini bile çıkarmadan bütün yükü omuzlarına alabilen bir kadın o. Memleketi işgal edilse bütün evini sırtlayıp yanına çocuklarını alıp hiçbir şey söylemeden başka bir yere giden yine o kadın. Yine garip olan başına gelen olay hakkında hiçbir etkisi olmamış olmasına rağmen ses çıkarmaması… Böyle mi alıştırıldık acaba? Yürüyüşüm sırasında yanımdan geçen bir kadın, evliliği devam ettirmek için alttan almanın gerekliliğini savundu. En azından bir tarafın… Bize kim yaptı bunu? Yoksa gerçekten kendimize ait bir odamız olsaydı her şey farklı olur muydu? Neden ses çıkarmayı öğrenemedik? Neden hep kabul ettik? Sanırım acı çekmekten başka şeyleri düşünmeye, idrak etmeye, yaşamaya fırsatımız olmadı. "Burada kadın olmak, sürekli kanayan bir yara olmak demektir. Görünüşte iyileşse bile altındaki sızı hiçbir zaman dinmez. " (Morrison, 2015) Yaraydık, yaraydı o kadın. Kendi içinde hangi sıkıntıyı çekeceğini bilemeyen, ama kendine bırakışmış, terk edilmiş kadınlardık. Özgürlüğü ve gerçekliği sorgulatan bir kadındı o. Elindeki tek güç de buydu. Eğer bir erkek ona saygı duyacaksa ya da sevgi gösterecekse sırf bu yüzdendi. Tavrındaki asaletti onun mutlu olmasını sağlayan. Duruşuyla bilge gibiydi. Dokunuşuyla parmaklarından zarafet saçardı. Farkında olamasa bile her şeye meydan okurdu. Muhafaza ettiği ve doğuştan kendine verilmiş olan güç ve merhamet hayran bıraktırırdı. Bir erkek bunu kavrayacak birikime sahipse değer verirdi bir kadına. Kendini şanslı olarak görürdü eğer bir efendisi varsa. Öyleydi de. Ait olduğu bir yer olurdu en azından. Bağlanabilirdi birine, sevebilirdi, yatağına girebilirdi. Çocuğu olabilirdi, kendini ona adayabilirdi. Dünyanın gidişatına aldırmaksızın geleceğini kurabilir, mutlu olabilirdi. Kadınca yaşayabilirdi. Hakkı olmasa da kendine bu imkanı sağlardı. Kaynakça Morrison, T. (2015). Merhamet. İstanbul: Sel Yayıncılık. Öğrencinin  Adı-­‐Soyadı:  Sena  ERCAN     Herkesin  ölmeden  önce  “bunu  mutlaka  yapmalıyım”  dediği  şeyleri  vardır     hayatta.  “Yok”sa  bile  “olmalı”  en  azından,  bence...    Bir  amacı  olmalı,  bir  yolu       Ankara’da  Bir  Ortaçgil  Mucizesi   olmalı,  bir  planı  olmalı  insanın.  Mesela  bazısı  rahatına  düşkün  olabilir;  evi,     arabası  ve  kazancı  iyi  olan  bir  işi  olsun  ister.  Bu  onu  tatmin  etmek  için  yeterlidir.   Ya  da  bazısı  adrenalin  düşkünüdür;  hayatında  hareket  olsun  ister.  Mesela  alsın   bir  bisiklet  ve  şehir  şehir  gezsin  bisikletiyle…  Mutluluk,  o  pedal  çevirdiği  yoldadır   belki.  Kim  bilir?  Bazısı  da  hayalperesttir;  kendini  ait  hissettiği  yeri  bulmak  için   çoklarının  tahmin  edemeyeceği  kadar  emek  verir,  birçok  şeyi  göze  alır,  birçok   şeyi  de  gözden  çıkarır  ve  belki  de  bir  sahnede  alkışlar  eşliğinde  karşısındaki   seyirciyi  selamlarken  bulur  kendini  bir  gün.  Ve  o  orada  bulunan  her  bir  elin   çırpılışından  çıkan  sestedir  onun  için  mutluluk,  huzur.  Aslında  söz  konusu   amaçlar,  hayaller  veya  istekler  birbirinden  ne  kadar  farklı  şeyler  gibi  gözükse  de,   öyle  ya  da  böyle  herkesin  bir  hayali,  yapmak  için  didindiği,  kalbinde  yer  etmiş,   gizlediği  istekleri  veya  planları  vardır  mutlaka.  Ve  bu  istekler  gerçekleştiğinde   insanın  ulaşabileceği  doyum,  o  huzur  hissi  ve  sımsıcak  bir  parça  mutluluk,  insana   hayatı  nasıl  yaşaması  gerektiğini  hatırlatabilen  yegâne  güzel  bir  hissiyattır  benim   nezdimde.     Bazen  düşünürüm;  her  ne  kadar  insanların  hayalleri,  istekleri  olduğunu   söylesem  de  belki  de  yoktu,  sadece  ben  öyle  sandım.  Kendi  içinde  bulunduğum   durumları,  hislerimi,  duygularımı  başka  insanlarda  görmek  istedim,  başka   insanlara  ve  aslında  başka  hayatlara  yüklemek  istedim.  Belki  de  bu  beni,  o   kalbime  saklayıp  etrafına  kozalar  ördüğüm  gizli  isteklerimi  ortaya  çıkarmaktan   alıkoyar,  tüm  o  isteklerimi  gerçekleştirmek  için  ne  kadar  can  atsam  da   kabuğumun  altına  çekilip  beni  tümüyle  saran  korkaklığı  saklayabilmem  için  bir   imkân  yaratırdı.  Bilemiyorum,  fakat  en  azından  kendimi,  saklandığım  kabuğun   altından  çıkarmak  ve  geride  bana  ait  hiçbir  şey  bırakmadan  tüm  parçalarımı   alarak  ait  olduğum  dünyaya  gitmek  üzere  yola  çıkmam  gerektiğine  ikna  etmem   gerektiğini  çok  geç  olmadan  anlayabildim.  Benim  ait  olduğum  dünyada,   küçüklüğümden  beri  bana  dünyanın  en  güzel  ezgisiymiş  hissini  veren  bir  parça   akustik  gitar  melodisi  vardı.  Ve  ait  olduğum  o  yeri  bulduğumda,  hayatımın  geri   kalanını  onun  peşinde  geçirmeye  karar  verdim.     Müziğin  insanlar  üzerinde  iyileştirici  etkisi  olduğuna  inanırım.  Bana  göre   ne  insanlar  vardır  ki,  kanseri  bile  müzikle  yenebilirler.  Aslında  tecrübeyle  sabit   olmak  üzere,  hayatımın  birçok  anında,  hatta  büyük  bir  kısmında  müziğin   iyileştirici  gücünden  yararlanmış,  hafifçe  kulağıma  çalınmış  gitar  melodisiyle  bile   ayaklanmış  bir  insan  olduğumu  söyleyebilirim.  Öyle  ki,  yorgan  döşek  yatarken   bile  o  müziğin  etkisi  altında    hiç  bilmediğim  dünyalara  gider  ve  kendimi  o  an  için   fiziksel  olarak  olmasa  da  mental  olarak  sağlıklı  ve  güçlü  hissederim.  Bu,  önce   beynimi  iyileştirir,  sonra  bedenimi.  Elimde  gitarım  varken  bu  dünyada  benden   güçlüsü  yoktur  desem  yeridir.     Beni  bu  dünyanın,  ait  olduğum  yerin  bir  parçası  yapansa  hiçbir  zaman   tanışmadığım,  ancak  yıllardır  tanıyormuşçasına  kendime  yakın  hissettiğim   Bülent  Ortaçgil’di.  Kendisi  asla  bilmese  de  sadece  beni  ait  olduğum  dünyayla   tanıştırmakla  kalmadı,  kendimi  o  dünyaya  ait  hissedebilmem  için  de  teşvik    etti.  Ben  onun  şarkılarını  söylerek,  onun  müziğini  dinleyerek  çocukluğumu  geçirdim   ve  belki  de  kendimi  mutlu  edebilmek  için  hep  yapmak  istediğim  müziğe  onun   etkisiyle  başladım.  Böyle  bir  adamı,  böylesine  hayranlık  duyarken  yıllarca  izleme   fırsatı  bulamamama  rağmen  çok  sevdiğim  şehrim  Ankara’nın  soğuk  bir   gecesinde  en  önden  izleme  fırsatı  bulabildim.  İzlerken,  dinlerken  onunla  birlikte   söyledim.  O  an  aslında  ben  de  sahnedeydim,  hep  olmak  istediğim  yerde…  Ancak   tüm  konser  boyunca  tek  bir  şey  vardı  kafamda:  “Şarkılarda  yaşamak”  diye  bir   söylem  vardır,  bilir  misiniz?  Ben  şarkılarla  büyüdüm.  Büyürken  de  hayatımın  her   anına  şarkılardan  kesitler  yerleştirdim,  tam  anlamıyla  şarkılarla  yaşadım  ve   yaşıyorum.  Ve  mutluyum,  huzurluyum,  hayatta  olmak  istediğim  yeri  biliyorum.   Teşekkürler  Ortaçgil’e;  bana  o  yeri  gösterdiği  için,  dünyanın  daha  güzel  bir  yer   olduğunu  gösterdiği  için,  yazdığı  o  sözler  için,  yaptığı  güzel  müziği  için  ve  son   olarak  da  canlı  canlı  izleme  şansını  bulduğum  o  son  Ankara  konseri  için… Mona Lisa Smile / Hande Salman 50’li yılların Amerika'sında toplumdaki düşünce tarzını, toplumun kadınlara biçtiği o zamanın genç kızları ile genç erkeklerinin eğitim hayatları ve geleceğe dair planları rolleri, hakkında fikir eğlenceli bir Mike Newell filmi. edinilebilecek Ataerkil yapıyı eleştiren ve feminizmin işlendiği filmde Julia Rob erts, Katherine Watson isminde feminist bir öğretmeni canlandırmakta. Toplumda doğru veya normal olarak nitelendirilen ve herkes tarafından kabul edilen kadın rolüne karşı olan Katherine, öğretmenlik yaptığı okuldaki kız öğrencilerinin kendi hayatlarına dair farkındalığını artırmayı amaçlıyor. Küçüklüklerinden beri gördükleri kadın profilini genç kız olunca evlenip çocuk n, sahibi olmak ve hayatı boyunca çocuklarıyla ve eşiyle ilgilenmek, onlara bakmak ve ev işi yapmaktan ibaret olduğunu gören her dişi birey bu sistemi olması gereken ve istese de değiştirilemeyecek bir şey olarak gördüğü için bu profili kendi rolü olarak benimsiyor ve bu yönde ilerliyor. Hiçbir genç kıza eğitim hayatlarını ileri safhalara hayattan tek beklentisi ilerletmek ve iş hayatında yer almak, kariyer yapmak gibi bir şans verilmiyor ve kadının toplumdaki rolü kısaca “evinin kadını olmak” sözüyle tanımlanıyor. Küçüklükten beri bu ataerkil yapıya sahip toplumda yetişen kız çocukları büyüyüp birer genç kız ve kadın haline geldiklerinde hayatlarını nasıl yaşamak istediklerini, ne yapmak istediklerini, aslında nasıl bir hayatın kendilerini mutlu edeceğini düşünmeden ve sorgulamadan toplumun kendilerine verdiği role bürünmeye çalışıyorlar. Filmdeki ana karakter Katherine gibi ben de kadının toplumdaki rolünü değiştirebilmenin ve kadın erkeğin eşit olabileceği bir toplum - nin kadının kendi varlığının, öneminin ve kişisel haklarının yaratabilmenin temeli isteklerinin farkında olmasından geçtiğini düşünüyorum. Bu farkındalığın öneminin artırılmasında en önemli etken ise eğitim. Eğitimin etkisi sadece kadınlar a değil aynı zamanda erkekler d de de ataerkil yapının bozulması ve kadının olması gereken rolünü alması için önemli yere sahip. Kadın, kendini erkeğin yanında ikinci sınıf olarak görmekten vazgeçip, kimseye bağlı olmadan kendi istediği gibi şekillendirebileceği özgür bir hayat sürebileceğinin ve hayatın her anında ve alanında en az erkekler kadar var olabileceğinin farkına varırken; erkekler de eğitim sayesinde ataerkillik düşüncesinin aslında ne kadar akla dayanmayan ve mantıksız bir şey olduğunu Elbette çoğu erkek, erkeğin kadına karşı bir üstünlüğü olmadığını fark ediyor. bildiği halde bu düşünceye karşı gelm . Bu davranışın temelinde ise iyor ve hatta destekliyor çoğu erkeğin içinde barınan kontrolü ve gücü kaybetme korkusunun olduğunu düşünüyorum . Geçmişten bugüne erkek her zaman toplumda yöneten, kontrol eden, karar veren ve hem taraf olmuştur ve bu algı yüzünden özellikle Türk fiziksel hem sosyal gücü elinde tutan toplumunda kadının erkeklerle eşit veya onlardan daha üstün haklara ve statüye sahip olması erkeğin gücünü ve kontrolünü kaybetmesiyle bağdaştırılıyor ne verdiği . Toplumun kendisi olan rolü korumaya çalışan erkek, kadının kendisinden aşağı yöneten ve otorite sahibi olmaması düşüncesinden korku ve endişe duymakta bu yüzden de ataerkil yapının devamında içbir rahatsızlık duym ve yeri geldiğinde erkek olmasını kendi çıkarları yönünde h uyor kullanıyor. Toplumumuzdaki kadına karşı edinilmiş bu yanlış algıyı kırmak için en büyük görev tabi ki biz kadınlara düşüyor. Hayatımızı şekillendirirken toplumdaki başta erkekler olmak üzere diğer insanların bizim hakkımızda ne düşüneceğini, ne diyeceğini umursamadan kendi istediğimiz şeyi yapmaktan yılmamalı ve bu düşünceyi hemcinslerimize de aşılamalıyız. Aksi takdirde biz kadınlar ikinci sınıf rolümüzü kaderimiz olarak kabullendiğimiz müddetçe, otoritesini kaybetme korkusu yaşayan ve kadınları ezmeye çalışan erkeklerin de desteğiyle toplumumuzdaki kadınlarımız ezilmeye ve hor görülmeye devam edecek diye düşünüyorum. Karanlığın Ardından Gelen Uyanış Tarihi biraz incelersek belirli dönemlerde bazıtoplumların ve coğrafyaların karanlığa gömüldüğünü görürüz. Bu toplumlar adeta cehalet bataklığında saplanıp kalmışhaldedir ve kendilerine yardım edecek veya çözüm üretecek herhangi bir dostu yoktur. İşte bu yüzden toplumların birbirleriyle ilişkileri önemlidir. Bazıtoplumların yüzyıllar önce bulduğu icatların zaman zaman, başka toplumlarıyüzyıllar sonra bu bataklıktan kurtaran aletlere dönüştüğü görülmüştür. Çin'de icat edilen matbaanın yüzyıllar sonra İngiltere'ye ulaşmasısonucu halkın üzerindeki karanlık perdeyi kaldırmasıbuna verilebilecek en güzel örneklerden biridir belki de. Tabii bu sadece matbaa geldiği için olmuyor, matbaanın gelmesiyle birlikte dini kitaplar çoğaltılıyor; bu sayede halk dinin aslında nasıl bir şey olduğunu kendisi kavrıyor ve bu yüzden dini kurumların halk üzerinde etkisi azalıyor. Yazar da kitapta genel olarak bunu anlatmış. Bu toplumların tarihini incelemişve önümüze koymuş. Bu sayede aslında toplumların birbirlerini düşündüğümüzden daha çok etkilediğini bize göstermiş. Birbiriyle ilişkisiz olduğunu düşündüğümüz bazıolayların aslında o kadar da ilişkisiz olmadığınıgösteriyor bu kitap bize. Örneğin coğrafi keşiflerin sonucunda kurulan koloniler sayesinde Doğu ve Batıülkelerinin birbiriyle ilişkisinin artmasıve bu ilişkilerin ticaret yaparak devam etmesi sonucu karşılıklıkültürel ve teknolojik etkileşiminin artmasıve bu etkileşim sonucunda iki tarafın da neredeyse yeni bir çağa girmişgibi değişmesi... Düşününbir gün sabah erken saatlerde limana gelen bir gemide bulunan bir aletin kaderinizi değiştirebileceğini. O gemi geldikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Sizden önce yaşayan jenerasyonların akıl bile edemeyeceği bir dünya görüşü ve bilgiye ulaşma imkanıelinize geçiyor. Fakat böyle bir aydınlanmayı, "uyanışı" yaşamak için önce okuryazar olmak gerekiyor. Okuryazar olmak, elinize geçen bilgileri değerlendirme gücüne sahip olmak demektir. Okuryazar olmayan insanın fikirleri sadece başkalarından duyduğu şeylerden kendine uygun olanıseçmeye odaklıiken sizin elinizde bu fikiri yaratma gücü bulunuyor. Fikirler bilgi sayesinde oluşur ve bu bilgi de güç demektir bence. Bir fikir sayesinde yüzlerce, binlerce belki de milyonlarca insanıetkileyip üzerlerinde hakimiyet kurabilirsiniz. Örneğin; 13. ve 14. yüzyıllarda kilise toplumun üzerinde neredeyse mutlak güce sahipti. Bunun en büyük nedeni de kutsal kitaplara sadece din adamlarının erişiminin olmasıydı. Sadece onlar biliyordu dinin nasıl bir şey olduğunu. O kitapta yazan şeylerle acaba o rahiplerin ve din adamlarının söyledikleri örtüşüyor muydu? Bunu bilmenin herhangi bir yolu yoktu. Bu sayede kilise insanların üzerinde etkin bir güç konumuna geçebildi. En azından matbaa sayesinde insanların kutsal kitaplara erişmesine kadar. İşte o zaman insanlık kilisenin etkisinden kurtuldu ve bu yüzden ikinci el bilgiden kaçınmalıyız. Tabii ki bu uyanıştoplumlarda doğrudan gerçekleşmedi. Çünkü bu insanlar cahillik bataklığında çok uzun süre saplıkalmıştı. Bu insanlar adeta yürümeyi unutmuş, yüzyıllar boyunca mağaradan çıkmışgibiydiler. Kendi fikirlerini işlemeyi bilmiyorlardıçünkü yüzyıllardır başkalarının fikirlerine uygun yaşıyorlardı. İşte burada bilim ve sanat devreye girdi. İnsanlar bilim ve sanat sayesinde doğayıdaha iyi anlamayıbaşladılar ve kendilerini daha iyi ifade etmeyi öğrendiler. Fakat bu demek değil ki sanat ve bilim sadece bu uyanış dönemlerinde yapılıyor. Bu uğraşlar o karanlık dönemlerde de vardıfakat bazısınırlamalar 1dahilinde. Örneğin dinin insanlarıbaskıaltında tuttuğu dönemlerde insanlar sadece din adamlarının izin verdiği kadarıyla ürün/eser verebildiler. Mesela İslam toplumları hümanist dönemlerde doğa bilimleri ile uğraşma şansınıelde etti. Fakat sadece saray ve bazıelit mektepler gibi sınırlıbir çevre bu şansa erişebildi. Dinler; ortaya çıktıklarıdönemlerde bu uyanışa, yazarın tabiriyle "rönesansa" sebep olan kurumlardıaslında ama yozlaşmalardan dolayıinsanların ihtiyaçlarınıkarşılayamaz hale geldiler. Bu yüzden bir dönem toplumu kalkındıran bu kurumlar bir süre sonra insanlığın gelişmesini frenleyen ve bilgiye ulaşımı engelleyen bir oluşuma dönüştüler. Bunlardan aslında şu sonucu çıkarabiliriz : Bütün bu sorunlarıkendimiz yaratıyoruz ve aynışekilde kendimiz yok ediyoruz. Tarihten ders alıp bu yanlışlarıyapmayıbırakmalıyız. Çünkü bir daha aynıbataklığa girersek kendi başımıza buradan kurtulamayabiliriz. Uğur Aydın Kaynakça : Goody, Jack. Rönesanslar. Çev. Bahar Tırnakcı. İstanbul: İşBankasıKültür Yayınları, 2015. 2 ÖZGÜRLÜĞÜN BUGÜNÜ Bu dönem aldığım Anayasa Hukuku dersinde hocamın tavsiye ettiği kitapların arasında Özgürlük’ü1 gördüğümde, tüm insanlık tarihinin ana konularından olmuş olan, üstüne binlerce kitap, makale yazılmış olan bir konuda, Polonya’da doğup sırasıyla faşizm, sosyalizm, anayasal monarşi gibi rejimleri görmüş olan yazarın görüşlerini merak edip kitabı2 okumaya başladım. Kitap bittiğinde aklımda yer edinen kavram heykelciklerinin yerlerinin biraz değişmiş olduğunu fark ettim. Özgürlük, insanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar da tartışmalı bir konu. Tarih, birey olarak mutlak özgür olan her insan evladının zorunlu ihtiyaçlarını daha kolay karşılamak amacıyla bir araya gelip özgürlüklerinden belli miktarda ödün vermek suretiyle bir toplum oluşturması5 ile başlar. Yani aslında tarih, özgürlükle başlar dersek yanlış olmaz. Küçük bir araştırmayla bulunabilir ki, tarihin farklı dönemlerinde bu iki olguya bir anlam kazandırma çalışması hep devam etmiş. Her dönemin filozofları, bu konu üzerine sayfalar dolusu3 -çok eski zamanlarda zihinler dolusu- sözler edip sahneyi sonraki dönemlerin düşünce yıldızlarına4 bırakmışlar. Yine de bugün hâlâ özgürlüğün tanımı tartışmalı bir konu. Peki, böyle bir ortamda özgürlüğün tanımını tartışmak mı daha doğru, yoksa daha realist bir bakış açısıyla günümüz dünyasındaki yerini mi? Bence, özgürlüğün tanımından daha önemli olan aslında onu bugün nasıl kullandığımız ve bugün bu kavramın ne manaya geldiği. Özgürlük, bugün hiç olmadığı kadar önemli. Çok geniş hacimli, her alanda var olan ve her duruma müdahale edebilen devletler çağından yeni yeni çıkan dünyamızda, bu önem, kendini, devletten boşalan alanlarda hissettiriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası, ‘‘Özgür Dünya’’ olarak adlandırılan ülkeler6, dünyanın geri kalanına nazaran bu alanların beraberinde getirdiği sosyal problemleri önce yaşadılar. 1960’lı yıllarda İngiltere’de Beatles grubu ile ortaya çıkan ve seksenlerde hippi akımıyla güçlenen akımların iddiası temelde, insanın özgürlüğünün sömürüldüğü yönündeydi. Yanıldıkları, anlayamadıkları belki birçok nokta vardı; ama bu akımlar, o dönemlerde birçok insanın desteğini aldı. Günümüzde ise bu akımların yerini, arkasında milyonlarca insanın desteğini barındıran daha kurumsallaşmış liberal akımlar almış durumda. Tüm bu akımların pek çok ortak noktası olduğunu söylemek zor, lâkin hepsi bugün özgürlüğümüzün kısıtlandığını iddia ediyorlar. Peki, bu noktada garip bir durum yok mu? Nasıl olur da Özgür Dünya’nın insanları, baskı rejimleri altında olan milyonlarca insan kadar kendini kısıtlanmış hissediyorlar? Bu noktada sanırım bu insanlar, özgürlük kavramını diğer toplumların insanlardan daha ayrıcalıklı ve somut olarak daha kolay erişilir olarak yaşadıklarından, insanın içindeki mutlak özgürlük isteğine erişmeye daha istekli oluyorlar. İşte bu istekleri de onları, herkesin hakkında söylenecek bir çift söze sahip olduğu, hayatın anlamı ve hürriyet konusunda daha çok düşünmeye yöneltiyor. Tarihsel olarak baktığımda da gördüğüm durum, 18. yüzyıldan beri aynı. Batı fikriyatı, özgürlük hakkında düşünüp yeni bir aşamaya ulaşıyor, ama öz fikrine sadık kalıyor. Örneğin; 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nden8 bu yana değişen çok fazla durum var fakat bir görüş o zamandan beri değişmedi: Hürriyet, ekmektir. Gerçekten bugün dünya düzenine baktığımızda özgürlük, birçok yolun anahtarını elinde bulunduran bir kavram. Örneğin bugün bir kredi derecelendirme kuruluşu, insan haklarını kısıtladığını iddia ettiği devletlerin kredi notlarını düşürebiliyor. Kendini insan hakları anlamında gelişmiş gören devletler, vatandaşlarının bu manada gelişmemiş ülkelerle ilişki içine girmesini yasaklayabiliyor. Yani Ortaçağ’da İslam dünyasında Antik Yunan çevirip fikirlerini tartışan feylesofların veya Yeniçağ’da büyük sütunlu üniversite binalarında düşünce tarihi dersleri veren Batılı düşünürlerin o zaman uygulanacak bir toplumsal ortam olmadığı için uygulanamayan fikirleri, kümülatif bir şekilde bugün demokrasi pratiğinde uygulanıyor. Sonuç olarak bu pratikte çıkan yanlışlardan rahatsız olanlar, çoğunlukla yeni bir akım ortaya çıkartıyor ve demokratik düzen her seferinde kendini yenileyerek adeta bir üst versiyona ulaşıyor. En önemli nokta ise, sabit kalanın ‘‘hürriyet çekirdeği’’ olması. Bugün insan hak ve hürriyetlerinin düşmanları elbette var ama önemli olan insanların hürriyetlerinin ve hukukun ekmekleri olduğunu unutmamaları. KAYNAKÇA VE AÇIKLAMALAR 1: Yazar, metinde özgürlük ve hürriyet kavramlarını birbirinin yerine ve eş anlamda kullanmıştır. 2: Bauman, Zygmunt. Özgürlük. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 2015. 3: http://www.bilgeler.net/ozgurluk-felsefesi/ozgurluk-felsefesi/ 4: http://felsefirar.blogspot.com.tr/2013/03/kant-ozgurluk-kavramna-baks-acs.html 5: https://tr.wikipedia.org/wiki/Devlet#Tan.C4.B1m.C4.B1 6: Batı Bloğu Ülkeleri: ABD, İngiltere, Fransa, Batı Almanya, Norveç, İsveç, Türkiye, İtalya, Kanada vs. 7: https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_ve_Yurtta%C5%9F_Haklar%C4%B1_Bildirisi Büyük Bir Hayal Kırıklığı: Lucy Merhaba sevgili takipçilerim! Bu yazımda sizlere yakın geçmişte sinemalarda gösterime giren ve büyük bir yankı uyandıran bir filmden bahsedeceğim: Lucy. Eminim hepiniz hakkında iyi ya da kötü bir şeyler duymuşsunuzdur, duyduğunuz iyi şeylere inanmayı an itibariyla bırakmalısınız bence. Öncelikle filmle ilgilenme sebebimle başlayarak filmi neden izlememeniz gerektiğine ikna etmeye çalışacağım sizi. Film uzun süre Scarlett Johansson’un ismi üzerinden tanıtıldı, kendisini 2008 yılında yayınlanan ve çok severek izlediğim iki filmi “Vicky Cristina Barcelona” ve “The Other Boleyn Girl”den bu yana takip ederim. Dolayısıyla “Lucy” vizyona girdiğinde izlememek gibi bir seçeneğim yoktu. Fakat gitmek için bir süre beklemeyi tercih ettim çünkü bir bilim kurgu filmi olması ve bilim kurgu tarzından pek hoşlanmamam sebebiyle büyük bir ikilemin içindeydim. Sonrasında giden arkadaşlarımın sevip sevmedikleri yönünde yaptıkları birbirinden farklı yorumlar ve uluslararası güncel film listelerinde de yayında kaldığı her hafta en çok izlenilen film olması da merakımı iyice arttırmıştı. Bütün bunların yanında “International Media Database”te sahip olduğu ortalama skoru da göz önüne aldığımda filme çok kararsız bir şekilde gitmiştim. Gittiğim salonun nispeten boş olması da işime yaradı ve filme çok rahat bir şekilde konsantre olmuştum. Eğer filmi izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız, yukarıdaki uyarıma rağmen, yazının bu kısmından sonrasını okumamanızı tavsiye ederim çünkü filmle ilgili ayrıntılara girebilirim. Eleştirmeye öncelikle filmin yazımından başlayacağım: Filmin senaristleri her ne kadar ilginç bir fikre sahip olsalar da bunu iyi bir şekilde yansıtamamışlar. Sinema filmlerinde de senaryo kötüyse oyunculuk ne kadar iyi olursa olsun filmi kurtarmak zor olur ama bu filmde öyle olmadı. En azından şu ana kadar milyonlarca insanın izlemiş olması filmin maddi açıdan başarılı olduğunu gösteriyor. Fakat yeni geliştirilen bir uyuşturucu maddeyle beyninin tamamını kullanmaya başlayıp “süper insan” olan ana karakter Lucy’nin filmin sonunda bir harici “flash”belleğe dönüşmesi yazım esnasında bir şeylerin ters gittiğini ya da yazım işinin fazla aceleye getirildiğini düşündürüyor bana. Filmin genel olarak topladığı eleştiriler de senaryosunun mantıklı olmamasından kaynaklı zaten. Açıkçası yaklaşık bir buçuk saat boyunca oturup olayların bu şekilde gelişmesini izledikten sonra kendimin bir süreliğine aptal yerine koyulduğunu düşünmeden edememiştim. Şahsen film daha çok “süper insan” yönünde ilerlese ve “beynini kullanıyor yok olacak” hikayesini kullanmasa daha izlenilebilir bulurdum diye düşünüyorum. Ayrıca filmle ilgili olan ayrı bir şikayetim de özellikle başlarda gereğinden sık bir şekilde yer alan tecavüz/tecavüze yeltenme sahneleriydi. Ayrıca çok gereksiz ve klişe bir şekilde gelişen “yardım eden erkeğe” aşık olma sahneleri olmadan da film herhangi bir şey kaybetmezdi. “Hiç olumlu tarafı yok muydu bu filmin?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevap vermem gerekirse; vardı tabii ki. Scarlett Johansson’un oyunculuğu tek kelimeyle muhteşemdi. Böyle saçma şartlar altında yaratılmış bir karakteri elinden geldiği kadar iyi canlandırılabilmeyi başarıp ne kadar iyi bir aktris olduğunu bir kere daha kanıtladı bence Johansson. Kendisinin yanında kelimenin tam anlamıyla bir efsane olan Morgan Freeman da vardı filmde ve o da tabii ki tartışılmayacak bir şekilde iyiydi. Fakat ikisi de zaten yeterince iyi oyuncular olduklarından onları görmek için daha iyi filmlerini izleyebilirsiniz ikisinin de. “Lucy”nin bende yarattığı bu hayal kırıklığını siz de yaşamayın diye ısrar ediyorum fakat yine de size kalmış bir şey, “çok boşum, bir buçuk saatimi ayırabilirim bir şey olmaz” diyorsanız izleyin ve hatta izledikten sonra yorumlarınızı benle paylaşırsanız da çok sevinirim. Burak Yörük Hey! Farkında Mısın Dünyanın? Ne kadar güzel değil mi hayat bizim için? Sorun yok, açlık yok, ihtiyaç yok… İstediğin her şey yapılır, yediğin önünde yemediğin arkanda olursa bir sorun olmaz senin için. Hiç oturup düşündün mü senin görmediğin yerlerde hatta görüp de umursamadığın bazı yerlerdeki insanların hallerini? Hiç düşünmediysen George Orwell’in “Paris ve Londra’da Beş Parasız” adlı kitabını okursan iyi edersin. Bu kitabı okuduğumda yoksulluğun ne olduğunu o insanların durumunu iliklerime kadar hissettim. Kitabın otobiyografik olduğunu bilmene bile gerek kalmıyor gerçekçiliğini anlamak için. Bunları anladığında da haline şükretmen gerektiğini… George Orwell toplumun “sefil” olarak tanımlanan fakir kesimini o kadar güzel kaleme almış ki etkilenmemek elde değil. Hani şu hep ezilen, kenara itilen, toplumdan soyutlanan insanları. Paraları olmadığı için, görünüşleri için dışlanan o insanların içindekini bize bir ayna misali yansıtıyor George Orwell. “…Yine de iyi bir adamdı, cömert bir doğası vardı ve son lokmasını bile bir arkadaşla paylaşmaya hazırdı; gerçekten de kelimenin tam anlamıyla son lokmasını benimle birden fazla defa paylaşmışlığı vardı.” (177) Ön yargıların kurbanı olan bu insanların kalbinin aslında bir çoğumuzdan sevgi dolu olduğunu bir tokat misali yüzümüze vuruyor. Biz bu insanları dışlarken asıl dışlanması, horlanması gerekenlerin bizim olduğumuzu kitabın içine bütün ustalığıyla yedirmiş kendisi. Bu kitabı okuduktan sonra bir yerlerden eski ben olarak bir şeyleri görmezden gelmeyeceğim kararını aldıysam, ki bu kitabı okuyan herhangi bir kişi taş kalpli değilse her türlü alır bu kararı, George Orwell anlatmak ve yapmak istediğine en iyi şekilde ulaşmış demektir. Hep “biz” ve “onlar” diyoruz ama bizim de onlardan biri olmayacağımız güvencesini kim veriyor bize? Günün birinde o toplumdan soyutladığınız, uzaklaştırdığınız kişilerden birisi olmayacağınızı nereden biliyorsunuz? İşte burada George Orwell’in usta kalemini bir daha görmüş oluyoruz. Baş karakterimizin ve arkadaşının isimleri yok. Yazar onları özelleştirip bir kalıba sokmak yerine onları “sen”, “ben”, “biz” yapmış. Bizim “onlar”dan, onların da “biz”den olduğunu etkili ve gerçekçi bir dille gözler önüne sermiş. Hele ki bunların sadece bir tecrübeye baktığını söylerken, “Ben yoksulluk hakkında yazıyorum ve yoksullukla ilk temasım bu varoşta gerçekleşti. Varoş, sefilliği ve tuhaf hayatlarıyla her şeyden önce yoksulluk konusunda bir ibret, ardından kendi tecrübelerim için bir arka plandı. İşte size oradaki yaşamın neye benzediğini bu yüzden anlatmaya çalışıyorum.” cümlesi insanın aklında öyle bir yer ediyor ki başta da dediğimiz gibi haline şükrediyor. Kitapta yazanlara kayıtsız kalmak neredeyse imkânsız. Her yeni cümlede içimden bir şeyler aldı götürdü George Orwell. Her yenisinde yeni bir burukluğu, yeni bir üzüntüyü, yeni bir derdi canlandırdı gözümde. “Onun insanlığını yok eden, doğuştan gelen bir karakter bozukluğu değil, yetersiz beslenmeydi.” (178) cümlesindeki çaresizlik insanın bam teline dokunuyor. O restorandaki çalışanların hallerini, karnını doyurmak için on yedi on sekiz saat çalışanları, kaldıkları yerleri betimlerken yazar, insan üşüyor sanki. Biz burada bollukta yaşarken onların bir sigara için yerdeki izmaritleri toplaması, açlıktan bertaraf olması insanı kendinden nefret ettiriyor ama bir yandan da güzel oluyor. Gözümüzü açıyor George Orwell. Etrafınıza bir bakın neler var, neler oluyor, kim ne halde diyor. “İnsan diye geçiniyoruz ama gerçek insanlık nerede?” diyor ve anlatmak istediğini “Yine de çulsuz kalarak kesinlikle öğrendiğim bir-iki şeye değinebilirim. Bütün berduşların ayyaş pislikler olduklarını asla düşünmeyeceğim, sırf bir peni verdim diye hiçbir dilenciden minnet beklemeyeceğim, işsiz bir adamın yorgun olmasına şaşırmayacağım, Selamet Ordusu’na yardım etmeyeceğim, giysilerimi rehine vermeyeceğim, sokakta dağıtılan bir el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir lokantada keyifle yemek yemeyeceğim. Bu da bir başlangıç” (224) cümleleriyle tam anlamıyla kusursuz bir şekilde aktarıyor. Kendisinin tecrübe ettiklerini gösterirken bize de neler yapmamız gerektiğini gizli bir mesaj halinde sunuyor. İnsana, insan olmayı öğretiyor George Orwell. Toplumun dışlanan insanlarının ne halde olduğunu, çektiği sıkıntıları, hayatlarını gözler önüne seriyor. Onların da bizden olduğunu insan olduğunu anlatırken bir de küçük uyarı yapıştırıyor yüzümüze. Dikkat edin bir tecrübeye bakıyor onlardan olmak diyor. O kadar etkili ve akıcı bir kitaptı ki anlattıklarını gözümde canlandırabilirken her cümlesi tek tek işledi iliklerime. Aynı zamanda bir o kadar utandım bu isimsiz kahramanları, onları, hallerini görmek için bu kitabı okumayı beklediğim için. Teşekkürler George Orwell bizden biri olmadığın için. Bizi uyandırdığın için. Muhammet Emin Aygün 21602745 ŞEYTANIN BİLE AKLINA GELMEZDİ İnsanlık nereye gidiyor sorusunun cevabını bulamıyoruz. İnsanlar olarak biz bir şekilde bu gezegende var olduk ve uzun bir süredir bu güzel gezegende sanki tek başımızaymışız gibi yaşıyoruz. Bu gezegeni paylaştığımız diğer yaşam formlarını umursamaz olduk. Bencilce “her şey sadece kendi çıkarlarımız için” düşüncesi ile çıktığımız bu yolda daha ne kadar bencil ve umursamaz olabiliriz diye düşünmemiz gerekirken bir noktadan sonra artık “her şey sadece kendi çıkarım için” düşüncesine kapıldık ve yalnızca diğer yaşam formları için değil insan olarak bir birimize bile bir tehdit haline geldik. Kitapta, şeytan dünyaya gelir, milyoner bir insanı öldürür, ardından onun kılığına bürünür ve insanların arasına karışır. Ancak bir süre sonra kitabın, bence, vermek istediği mesaj olan “insanlar şeytandan beter olmuş” ortaya çıkar. Şöyle dönüp kendimize bir baktığımız zaman aslında bunun ne denli doğru olduğunu anlamamız gerekir. Gerekir dedim çünkü gerçekten bunu anladığımızı düşünmüyorum. Ulaşabildiğimiz en uzak tarih bilgilerinde bile insanların yaşantılarının arasındaki tek farkın sosyal hayat standartları olduğunu görebiliriz. İlk medeniyetler kurulduğu zaman insanların istediği tek şey daha fazla toprak oldu. Bu amaç uğrunda sayısız savaşlar verildi ve sayısız insan katledildi. Çağlar boyu süren bu düzenden sonra, gelişen hayat standartları ile birtakım değişiklikler geldi ancak yaptığımız bu barbarlığa bir son vermektense tüm bu olanlar sadece görünürde değişiklikler yapılarak süslendi ve gizlendi. Belki artık eskisi gibi her gün savaş ile geçmiyor, belki de sadece bizim için geçmiyor gibi ancak, o savaşı hala bir yerde birileri devam ettiriyor. Kendi bencil çıkarları uğrunda nice hayatlar mahvoluyor. Durumun sadece bu yüzü de yok maalesef. Kendi kendimizi kemirdiğimiz yetmiyormuş gibi yaşadığımız dünyayı etkiliyor olmamız da cabası. Her konuda olduğu gibi yine insanlık tarihinin başından beri bulduğumuz, sahip olduğumuz her şeyi sonrasında ne olacağını düşünmeden kendi çıkarlarımız doğrultusunda kullandık. Bu, o çağlarda yaşayan insanlar için pek, belki de hiç sorun teşkil etmiyordu ancak şimdi ceremesini biz çekiyoruz. Her gün edindiğimiz yeni bilgiler ile ırkımızı bu gezegende en üst noktaya taşırken arka planda olanları pek çoğumuz umursamadı. Tabii ki bunu yapmanın bir getirisi vardı ama etkilenen sadece biz değil başkaları da oldu. Doğayı katlettik, ekosistemi çökertecek duruma geldik. En basitinden bu sorunların başında gelen küresel ısınmaya sebep olduk ve ne yazık ki henüz bu felaket için aldığımız ya da almaya çalıştığımız önlemler yeterli değil ve durum gittikçe daha vahim bir hal alıyor. Bunu belki kasıtlı olarak yapmadık, yada öyle düşünüyoruz, fakat ya kasıtlı olarak yaptıklarımız? Kendimize yaptıklarımız? Savaşlar bir yana savaşma fırsatı olmayanlar da oldu. En basitinden, geçenlerde Nazi kampları ile ilgili bir belgesel izledim. Herkesin kaldırabileceği şeyler içermiyordu ancak gördüğüm şeyler gerçekten görülmeye değerdi, çünkü insanların bilmesi lazım, fark etmesi lazım. “İnsan insana bunu yapar mı?” sorusunu kendimize sorup dehşete düşmeliyiz. Nazi gibi örnekleri günümüzde hala görebiliriz. Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaşlar en uygun örnek olur. Kim bilir görmediğimiz başka ne yüzü var? Öyle bir duruma geldik ki ve bunun öyle farkındayız ki, bu durum için bir de deyim oluşturmuşuz “Şeytanın bile aklına gelmezdi”. Eğer olurda şeytan bir gün gerçekten Dünya’ya gelirse, durumu gördükten sonra korkup geldiği yere geri dönmesi çok olası bir durum. Belki de tanrı bizi cezalandırsın diye bizi şeytana değil, şeytanı cezalandıralım diye onu bize yollar. Ecem İlgün  21502157    CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİNİN HAD SAFHAYA ULAŞTIĞI BİR DÜNYADA...     Katharine Burdekin’in feminist distopyası benim bu ders sayesinde tanıdığım ve  sevdiğim iki kitaptan biri. Burdekin’in feminist görüşlere sahip olduğu halde kimliğini  açıklamadan takma bir adla kitaplarını yazmış hatta kitaplar tanınıp da insanlar yazarın  kimliğini öğrenmeyi talep ettiğinde dahi yaşadığı süre boyunca bunu reddetmiş. Yazarın  kimliğini açıklamaya çekinmesini o dönemlerde de kadın erkek arasında eşitliğin  sağlanamamış olmasına bağlıyorum. Burdekin belli ki bazı sebeplerden ötürü korkmuş ve  kendi fikirleri üzerinde hak iddia edememiş. ​Swastika Geceleri’​nde Burdekin “Kadın ve erkek  arasından bu uçurum artarsa neler olurdu?” sorusuna ve daha pek çok soruya yanıt arıyor.  Kitap nazizmin hüküm sürdüğü hayali bir dünya üzerinden fikirlerini işliyor. Ben de bu fikirler  üzerine düşünüp başka sorulara vardım ama açıkçası bu sorular üzerinde tatmin edici  cevaplara ulaşamadım.    Kitaptaki temalardan biri kadınların değersizleştirilmesi. Hitler yönetimi dünyayı ele  geçirdikten sonra zamanla kadınlar değersizleştirilmiş ve cinsiyetler arası uçurum artmış.  Buraya kadar tahmin edemeyeceğim ya da açıkçası beni şaşırtan bir şey yok: Burdekin’in  yaşadığı döneme ve daha önceki dönemlere baktığımda görüyorum ki kadınların erkekler  kadar önemi yok, yazar durumun daha da kötüye gidebileceğini öngörmekte haksız  sayılmaz. Ama bunun nasıl olduğunu sorgulayıp da “E kadınlar karşı çıkmamış mı?”  dediğimde hayal kırıklığına uğratıcı bir sonuçla karşılaşıyorum. ​Swastika Geceleri​’nin son  hür kadınları, karşı çıkmak bir yana, kadının indirgenmesini kendi elleriyle yürürlüğe  sokmuşlar. Bunu kendileri seçmişler. Erkeklerin bu isteğini yerine getirdiklerinde değer  göreceklerini sanmışlar. Ama bu kabulleniş onları insanlıktan çıkarmış. Günümüz  Türkiye’sinde de siyasette kadınları aşağılayan ya da kısıtlayan düşünce ve kararların  azımsanmayacak bir büyüklükte kadın destekçiye sahip olduğunu görüyorum, kadınların  daha ‘usturuplu’ olmasına dair söylemler pek çok kadın tarafından onaylanıyor. Sanırım  kadınların içinde bir itaat etme güdüsü var. Uç bir örnek verecek olsam da BDSM  topluluklarında da edilgen olan, teslim olan taraf genelde kadınlar oluyor. İnsanlarda belli ki  bir güç aşkı var ve erkekler “erk”i elinde bulundurmaya çalışırken kadınlar güce sahip olan  taraf olmak yerine güçlü birini, çoğunlukla da bir erkeği, takip eden taraf oluyorlar.    Kadınlar erkeklerin üzerlerindeki mutlak  hükmünü kabul ettiğinde tüm hakları, güzellikleri  ellerinden alınıyor ve sevilmeye layık olmayan  köpekten, pireden farksız görülen canlılar haline  getiriliyorlar. Bu kadar alçalmış bir varlığı  sevemeyen erkeklerse diğer erkeklerin  dostluğuna, aşkına yöneliyorlar. Toplumda  eşcinsellik yaygınlaşıyor. Aslında bu durum daha  önce antik Yunan’da yaşanmış, kadınlar eksik bir  insan formu olarak görülürken erkekler diğer  erkeklerle dostluklar kurmuşlar. Burada dostluk dediğime bakmayın, dostluk derken kast edip durduğum şey şimdiki eşcinselliğin aynısı, sadece adı farklı, o da antik Yunan’da  eşcinsellik gibi ayrımlar olmadığı için. Kadınlar küçük görüldüğünde dahi erkekler aşık  olmaya devam etmiş çünkü başka bir insanla bir şeyleri paylaşmak insan doğasında var.  Aşık olmak insanların sadece üremeye kılıf uydurmak için yaptığı bir şey değil. Bir insan, bu  bir kadın ya da erkek olsun, bir başka insana hayran oluyor ve onunla hayatının belli bir  bölümünü paylaşmayı istiyor. Tek eşli canlılar olup olmadığımızı bilemiyorum, ancak bir eş  kavramımızın olduğu kesin. İnsanlar, yalnız dolaşan kurtlar değiller ve bulundukları  toplumun, sürünün içinde de küçük gruplar halinde bulunuyorlar. Bence bu sebepten insan  sevecek birini arıyor. Belki de yalnız kalmaktan korkuyor.    Swastika Geceleri’​nde kadınların alçaltıldığı bir toplumda neler olabileceğini  görüyoruz. Kadınlar insanlıktan çıkıyor ama bunu kendileri seçiyorlar çünkü her nedense,  pek çoğumuzun içinde bir erke boyun eğme güdüsü var. Ve erkekler, kendilerini böyle küçük  düşürmeyi seçen kadınları sırf onlara boyun eğiyor diye sevmek yerine, bu kadar düşük  varlıklar oldukları için onlardan tiksinmeyi seçiyor. Açıkçası kendini böyle bir duruma düşüren  bir varlığı niye sevemediklerini anlamakta güçlük çekmiyorum. Böyle bir varlığa kim hayranlık  duyar, kim ona aşık olabilir ki? Ancak erkekler burada aşık olmayı tümden elden bırakmıyor.  Başka erkeklere aşık oluyorlar. Çünkü biz, doğamız gereği yalnız kalmak istemiyoruz,  kendimize bir yoldaş arıyoruz. KAZANMA HIRSI Christopher Priest'ın aynı adlı kitabından uyarlanan Prestij Christopher Nolan tarafından beyaz perdeye taşınmıştır. 2006 yılında gösterime giren bu film büyük sükse yaparak otoriteler tarafından dünyanın en iyi filmleri arasında gösterilmiştir. Film dönem filmi olmasına karşın dönemin özelliklerini pek fazla içinde barındırmadığı için birçok eleştiri almıştır fakat Christopher Nolan filmin felsefesinin dönemin özelliklerinin önüne geçtiğini ve bu yüzden herhangi bir dönem konsepti oluşturmak istemediğini söylemiştir. Filme baktığımız zaman ünlü yönetmenin ne kadar haklı olduğunu anlıyoruz çünkü film, ilk bakışta iki sihirbazın çekişmesinden bahsediyormuş gibi görünse de aslında temelinde çok derin anlamlar barındırıyor. Bence asıl olarak kararlılığın ve başarı tutkusunun önemini aynı zamanda fazla hırsın insanları nasıl değiştirdiği ve onlara neler yaptırabildiğini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Takdir görme, beğenilme arzu su ve en iyi olmak gibi insanların doğuştan öz benliklerinde taşıdıkları kavramlar genel olarak insanların hayatına yön verir çünkü insanlar atacakları adımları, verecekleri kararları bu hissiyatlar doğrultusunda verirler. Bir insan bir hedefe ulaşıp en iyisi olmayı isterse bu kavramlar doğrultusunda birçok şeyi göze alabilir. Filmde Alfred Borden sırf en iyisi olma arzusu yüzünden ikiziyle ortak bir hayat sürer ve bunu kimse bilmez. Bu durum iki kardeş için de çok zordur fakat kabullenmelerinin tek sebebi müthiş kararlılıkları ve hırslarıdır. Nitekim bu azim ve fedakarlık onları başarıya götürür. Bu durum iki kardeşin tek bir insanın başarısını paylaşmasına sebep olur. İnsanların bu denli büyük fedakarlıklar yapmalarının ve bu denli kararlı olmalarının altında hep kişisel tatminkarlık yatıyor çünkü kişi böylece kendine müthiş bir saygı duyuyor ve bu geri kalan hayatına yansıyor. Günümüzde başarının ölçütü para olarak görülse de görüyoruz ki zengin olan insanlar daha iyi olmak için daha çok çalışıyorlar ya da bir alanda en iyi olan insan herkesten daha fazla çalışıyor. Çünkü bu durum artık parayla ilgili değil tamamen kişisel tatminkarlıkla ilgili. Filmde de Borden çok başarılı bir kariyere sahip olup yoluna devam edebilicekken tamamen Angier'ı hedef alıp onu alt etmeye çalışıyor çünkü onu yenerse en iyisi Borden olacak. Bu hırslar ve arzular insanları başarıya götürebiliyorken aynı zamanda çok büyük zararlar da verebiliyor çünkü bu hırslar bir süre sonra takıntı haline gelip hem kişiye hem de çevresine çok büyük zararlar verebilir. Bu sepeble hırsın hassas dengesini sağlamak çok önemlidir. Hırs başarıya giden yolda çok önemli olsa da dengesi sağlanmadığı takdirde insanı her geçen gün hedefinden daha da uzaklaştırabilir. Borden ve Angier bu hassas dengenin kurbanı oluyor. Borden hırsları yüzünden kardeşini kaybediyor, Angier ise hayatını … Aslında insanlar özlerinde taşıdıkları egolarından ne kadar arınabilirse başarıya veya hedeflerine de o kadar yaklaşabilirler. Çünkü ego ve hırs bir süre sonra insanın gözünü kör ediyor ve herhangi bir olayı veya karşılaştığı durumu sağlıklı eğerlendirememesine sebep oluyor. Böylece başarılı olması gittikçe zorlaşıyor. Halbuki hırsını bir motivasyon kaynağı olarak kullanıp yoluna devam etse hırsı onu, zorluklar karşısında dik durmasını sağlayacak bir destek haline gelecek. Prestij bu hırsın iyi ve kötü taraflarını, insanın egolarını karmaşık bir yapıda olsa da çok güzel bir biçimde anlatmıştır. Eğer bir film insanı konu alıyorsa ve amacı insanı anlatmaksa bence hırs ve ego çatışmalarından daha iyi bir konu bulunamazdı çünkü insanoğlu doğduğu andan itibaren bu duyguların ve isteklerin içerisinde kendi hayatını kurar ve kişiliğini oluşturur. Bu durum birçok insana zarar veriyorken birçok insanın da başarı hikayesinin temellerini oluşturur. İnsan iç dünyasında, kendi bencilliğini hırslarını ve egolarını ne kadar iyi kullanırsa hedeflerine o kadar çok yaklaşır. Prestij bunları kullanamayan iki yetenekli sihirbazın hazin sonunu anlatırken bunu vurgulamış ve çok da başarılı olmuştur. Orhun Ersoy En İlginç Ad, En Samimi Film Dışarısı buz gibi, yorgunluktan ölerek kendinizi eve atmışsınız, hayatınızda bir şeyler belki de yolunda gitmiyor ve yapmanız gereken tonla işi bir kenara bırakarak bugünü kendinize ayırmaya karar vermişsiniz. İşte bugün yapmanız gereken sıcak çikolatanızı almak ve kendinizi bu huzurlu ve içinizi ısıtacak filmin kollarına bırakmak. Kendimi bildim bileli idolüm olan Emma Watson’ın bana bu filmi kazandırdığını düşünürsek idol seçimi konusunda kendimi tebrik etmek isterim. Üstüne bir de en sevdiğim aktörlerden biri olan Logan Lerman ve her izleyişimde ayakta alkışlamak istediğim Ezra Miller eklenince film tadından yenmiyor. Stephen Chbosky’nin aynı adlı kitabından uyarlanan Saksı Olmanın Faydaları, uyarlamaları ölürcesine eleştiren bendenizin elini kolunu bağladı. Günümüzde çıkar ilişkisine dönüşmüş, içi bomboş olan çirkin şeyin, arkadaşlık kavramının, aslında ne kadar harika, önemli ve insanı hayata bağlayan bir şey olduğunu bir kez daha yüzümüze çarpıyor. Önyargının aslında ne kadar utanç verici bir şey olduğunu da bolca hatırlatıyor filmimiz. Sır saklamanın, verilen sözün arkasında durmanın, değer verdiğiniz kişinin her zaman yanında olmanın kısaca günlük hayatımızın artık klasikleştiği için önemini kaybeden her şeyi düşünme fırsatı buluyorsunuz. Tabii ki sevginin, sevmenin ve sevilmenin hatta karşılıksız olacak olsa bile beklemenin saflığı bütün yüreğinizi kaplıyor, boğazınız düğüm düğüm oluyor. Aile içinde yaşanabilecek belki de en çirkin şeylerden biri olan taciz de filmin son dakikalarında anladığınız ve yüreğinizi paramparça eden bir başka kısım. Bir çocuğun bu yükü nasıl taşımaya çalıştığını irdeleyip sinirleriniz hoplarken aynı zamanda daha başka iğrençliklerin de olacağı bir hikâye bu. Charlie’nin belki de hayatını değiştiren İngilizce hocasına da takdirler yağdırıyorsunuz bütün film. Hele de o güzel “We accept the love we think we deserve.”(Herkes hak ettiğini düşündüğü aşkı kabul eder) sözüne. Şu zamana kadar duyduğum en iyi sözlerden biriydi belki de. Filmin diğer harika yanlarından biri de bu: her cümlesi ayrı anlamlı, her cümlede hayatınızdan bir parça daha buluyorsunuz. Edebi olsun kaygısıyla uzun ve karışık hâle getirilmiş cümleler de değil bunlar. Gayet basit, düzenli ve nokta atışı yapmış sözler. Sam’in Charlie’yi öptüğü sahnenin saflığından ötürü gözyaşlarım birazcık akmış olabilir. Basit bir öpüşme sahnesi değildi bu, izleyince siz de anlayacaksınız. Aslında her şeyin çaresinin ufacık da olsa sevgi olduğu bu kadar güzel ifade edilemezdi. Normalde bir kitabı okumadan filmini izlemekten nefret ederim ama böyle bir kitabın varlığından maalesef haberim yoktu, filmden sonra kitabı okudum ve ilk defa önce filmi izlediğim için çok mutlu oldum. Karakterler o kadar güzel yansıtılmış, oyunculuklar o kadar muhteşemdi ki yazarın bu karakterleri, bu oyuncuları düşünerek yazdığını ya da bu oyuncuların küçüklüklerini yazdığını düşünme raddesine geldim. Ve son olarak da olağanüstü güzellikteki şarkı seçimine gelelim. The Smiths’i bana tanıtan ve Asleep şarkısını tam ihtiyacım olan zamanda bana vermekle kalmıyor, tünel sahnesinin kilit noktası olan şarkıyı daha güzel seçemezlermiş dedirtiyor insana. Yazarken de düşündüm “Aslında beni bu kadar çok etkileyen, bu filme bağlayan neydi, yoksa abartıyor muyum?” diye. Bu kadar basit bir konunun bu kadar güzel işlenişi, bu kadar içinin dolduruluşu, harika oyunculuklarla ve harika müziklerle harmanlanınca bunu sorgulamanın aslında çok da doğru olmadığını fark ettim. Şu an filmde Emma Watson’ın taktığı kolyeye sahibim ve ona her baktığımda bu filmin beni ne kadar etkilediği ve hayatımda izlediğim belki de en özel film olduğunu düşünüyorum. Samimiyetinden başlayarak beni soktuğu duygu karmaşasını çok az filmde tatmışımdır. Filmi önerdiğim istisnasız her arkadaşımdan harika geri dönüşler aldım. Gerçekten sayfalarca yazabilirim, üstünde saatlerce konuşabilirim, bıkmadan yorulmadan övebilirim. İzleyin, izlettirin. Birkaç gün ve aklınıza her geldiğinde sarsılacaksınız ama emin olun vaktinizi bu filme harcamak en sevdiğiniz hobiniz hâline gelecek. Balcı1 Ceren Balcı 21202487 Turk102-024 Gönenç Tuzcu Harikalar Diyarı “Bir bebek anne karnında bir sıvı veya su içerisinde ve bir hortum yardımıyla beslenerek kendini geliştirir.” der bütün uzmanlar. Öyleki bir bebeğin hayatta kalmasında en önemli faktördür ‘su’. Kendi bedenine uygun, cildi kadar hassas ve bakışları kadar berrak olanı ister bir bebek. Eminim ki kendimi ilk doğduğum anlarda da şimdiki kadar rahat hissettiğim tek su Didim Altınkum’un deniziydi. Yaklaşık yirmi bir yıldır her yaz gitmek için kışın hazırlıklara başladığım ve Ankara ile mesafesi on iki saat olsa da o yolu tepmekten hiç sıkılmadığım bir eğlencedir benim için Altınkum. Elbette ki sadece eğlence arayanların uğrak mekânı değildir. Birçok emekli teyze ve amcanın huzuru aramak için gittiği hatta bir süre sonra yerleşmeye karar verdiği de bir yerdir. Birçok turiste hizmet eden, ağırlayan ve aslında herkesin kendine ait bir yer bulabileceği veya bir çevre edinebileceği çok sıcak bir atmosfere sahiptir. Gündüzleri altın renkli kumuna ayaklarınızı sürdüğünüzde size sıcağından dolayı horon teptirebilen ancak bu durumdan rahatsız olmanızı engelleyebilecek kadar da berrak ve masmavi bir denize de sahiptir. Benim dilimde cennet olan suyu kimileri için tedavi niteliğindedir. Dünya çapında yapılmış olan ve sadece kırk dört ülkenin alabildiği ‘Mavi Bayrak’ ödülünü kazanmış bu kumsal, uzmanlar tarafından da onaylanmış ve bütün bir yılın yorgunluğunu atmak için ideal bir seçim haline gelmiştir. Plajın hemen yanında gülümseyen esnaflarıyla sizi bir cadde selamlar. Bu caddelerde gündüzleri denizde harcadığınız enerjiyi geri kazanmak için Balcı2 karnınızı doyurabileceğiniz birçok lezzeti bir arada bulabilirsiniz. Burası ne yiyebileceğinizi düşünürken sizi mutlaka kararsız bırakacak ve sadece kokuyu takip etmenizi isteyecektir. Geceleri ise adeta açık hava eğlencesi sunan bu yer gençlerin cep harçlığı çıkarmak için grup olarak önlerinde bir şapka eşliğinde hünerlerini sergilediği konser alanına dönüşmektedir. Türkiye’nin batısından doğusuna birçok gencin ülkemizi tanıtmak amacıyla restoranların içinde animasyoncu olarak çalışmasının Türkiye ekonomisine dolaylı yoldan da olsa katkıda bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Altınkum sizleri hem doğal güzellikleri hem de içinde barındırdığı esnaf sıcaklığıyla kucaklamaktadır. Doğal güzellikleri ise elbette ki sadece berrak denizi ve sapsarı kumundan ibaret değildir. Apollon Tapınağı, Batı Anadolu kıyılarının bağımsız ve en büyüleyici anıtı olma niteliğine sahiptir. Hiçbir dış etki olmaksızın sadece tarihin dokunduğu ellerle parçalanmış ve üst üste yığılmış olan anıtsal kalıntıları barındırmaktadır bu etkileyici zaman makinesinde. Altınkum, limanında çeşitli özelliklere sahip tekneleri barındırır. Kimisi eğlencesiyle ün yapmıştır kimisinin de büyüklüğü ve görseli dillerde dolanmıştır. Şu da bir gerçektir ki, Didim’de bulunan tüm koyların güzelliği sapsarı saçları olan mavi gözlü şirin bir kızı anımsatır. Martı Koyu, Cennet Koyu, Cennet Adası, Akademi Koyu, Akvaryum Koyu ve belki de daha ismini hatırlayamadığım onlarcası gözlerinize görsel şölen yapabilecek kadar ihtişamlıdır. Cennet Adası’nda ziyaretçilerine sunduğu çamur ile size kendinizi pamuk gibi hissettirebilecek çamur banyosuyla kendinizi şımartırken, Akvaryum Koyu’nda su altındaki güzellikleri net bir şekilde görebilirsiniz. Üstelik renkleriyle kendilerine hayran bırakan balıklarla birlikte yüzme şansını da yakalayabilirsiniz. Balcı3 Didim bir tatil beldesi olarak size çok fazla seçenek sunacaktır. Ancak, eğer orada kalıcıysanız kışın sessizliğine de hazır olmalısınız. Sezonluk işler ve çalışanlar nedeniyle yazın hareketliliğinden kışın pek bir iz kalmaz. Yine de bir kere görüldükten sonra bununla yetinemeyip her yıl alışkanlık haline gelerek sizi kendisine çekecek bir doğaya ve sıcaklığa sahiptir bu yer. Tarih kokan tapınağı, gençler için çeşitli eğlenceler sunan mekânları ve aynı zamanda da huzuru ayaklarınızın altına seren ender yerlerden biridir Didim, Altınkum. Betül GÜNDOĞDU TUHAFLIKTAN ALIŞILMIŞLIĞA BİR YOLCULUK Size tuhaf gelen bir duruma karşı ilk tepkiniz ne olurdu? İğneleyici bakışlar ve küçümseyici sözlerle mi karşılık verirdiniz yoksa insanları oldukları gibi tuhaflıklarıyla mı kabul ederdiniz? Zaman zaman bize zıt görüşte olan insanlarla ve durumlarla karşılaşıyoruz ve “Bana göre çok tuhaf!” ,”Hayatımda bu kadar tuhaf bir şey duymamıştım!” ve benzeri cümlelerle karşılık veriyoruz. Oysa kime göre ve neye göre tuhaf? Bu noktada oturup biraz düşünmemiz gerekiyor, sanırım. Siz mesela, hayatınızdan binbir zorluk geçmiş ve bütün sıkıntılara rağmen hala ayakta dimdik durabilmiş birisiniz, ben ise ailem tarafından hangi koşulda olursa olsun el üstünde büyütülmüş ve sıkıntı nedir bilmeyen bir insanım. Bu durumda benim dert ettiğim küçük şeyler size ne kadar tuhaf gelecektir öyle değil mi? Oysa yaşam koşulları ve hayatın bize sunduğu acı tatlı olaylar insanların hayatını şekillendirir. Bence bu kabullenilmesi gereken önemli bir nokta. Maalesef ki bu duruma değinen çok fazla yapıt bulunmuyor edebiyatımızda ve gerçekten elle sayılabilecek kadar azınlıktalar yaşamdaki tuhaflıkları ele alan türdeki yapıtlar. Ne mutlu ki elime yeni geçen ve kısa bir sürede biten Alper Beşe’nin Birtakım Tuhaflıklar adlı öykü kitabı tam olarak da tatmin edici oldu benim için. Çünkü gerçek hayatın tuhaflıklarını kimi zaman açık bir şekilde kimi zamanda kendimizi sorgulatan bir üslupla ele almış. Asıl tuhaf olan ne bilmek mi istiyorsunuz? Bu kitap tam da size göre. Hayatlarımız tuhaflıklarla nasıl da bütünleşmiş, henüz fark etmediniz değil mi? Çünkü evet, fark edilemeyecek kadar yok saymaya başladık tuhaflıkları. Öylesine alıştık ki onlara, artık neyin tuhaf olması neyin olmaması gerektiğini kestiremiyoruz çoğu zaman. Sizden etrafınıza bakmanızı istiyorum. Öyle gelişi güzel değil, sorgulayıcı bir şekilde, analiz ederek bakınız. Her gün, hiç aralıksız her gün binlerce insan ölüyor. Peki neden? Savaş! Çünkü insanlar sırf kendi menfaatleri için başkalarının hayatlarını hiçe sayabilecek kadar açgözlü oldular. Bu duruma belli bir yere kadar katlanılabilir, belki. Peki ya seyircilere ne demeli? Artık insanlar o kadar alışmışlar ve alıştırılmışlar ki ölüme, bir hiç uğrana insanların öldürülmesi tuhaf olmaktan çıkıp, klasik ve her gün gündemde olan bir olay haline geliyor. Artık isyanlar yok sokakta, savaşa, adam yaralamaya ve kavgaya hepimiz sessiz kalıyoruz. Çok ufak bir azınlık kaldı belki de hala savaşa karşı “tuhaf!” diyebilen. Evet, “tuhaf” kelimesi size de ürkütücü görünüyordu değil mi bu yazdıklarımı okuyana kadar. Peki, şimdi biraz da olsun fikrinizi değiştirebildim mi? Birtakım Tuhaflıklar kitabında da değinildiği gibi tuhaf olan her şey alay edici ve gülünç olmayabilir. Kimi zaman insana insani değerlerini hatırlatır. Tıpkı savaşlara karşı isyan bayrağını çeken o azınlık topluluğun yaptığı gibi. Ç oğumuz farkında olmadan veya bilerek başkalarının dış görünüşü, düşünceleri ve konuşmaları hakkında çokça “Tuhaf” kelimesini kullanıyoruz. Karşı tarafın penceresinden bakmayı denediniz mi hiç? Cevabınızın “Hayır.” olması muhtemel. Zaten karşı tarafı düşünseniz, onu tuhaf olarak yargılamazdınız, kabul edelim. Yüzünüzün çoğu insan tarafından tuhaf bulunduğunu varsayalım. Kendinizi dışlanmış hissedersiniz değil mi? Böylece “Tuhaf” olarak yargılanan ve bu şekilde etiketlenen insanlar gün geçtikçe kendilerini değiştirme çabalarına giriyorlar. Yavaş yavaş kendi benliklerini kaybediyorlar istemeyerek. Kısacası kendilerine yabancılaşıyorlar. “Tekli koltuklar tehlikeliydi. Bencil olduğum sonucuna varabilirdi. Kanepenin, yastıkların yığıldığı köşesine geçsem ana rahmini özlediğimi düşünebilirdi. Sandalyeyi gerçekten belim ağrıdığı için değil muzipliğimden istedim.”(14). Karşındaki insanın seni tuhaf bulmaması için, insanın kendi rahatlığından ödün vermesi en basit örneklerinden birisi belki de. Buradan ne kadar da aciz bir insan gibi gözüküyor değil mi? Ve bence bu sadece karşınızdaki insanı kandırmak değil, hayata ve kendi benliğine savaş açmak aslında. Peki, bunun sonucunda ne mi oluyor? Bir insan daha kaybediyoruz. Kendi benliğini kaybeden, korkularına boyun eğen bir insan daha… Büyüdükçe farklılıklarımızı tuhaflıklar olarak adlandırıyoruz. Fakat zamanla bu tuhaflıklar birer alışılmışlıklar olarak karşımıza çıkıyor. Alıştıkça önemsememeye ve bizi biz yapan parçalarımızı kaybetmeye meyilli hale geliyoruz. Açıkça ayarlanmış bir robot gibi geziniyoruz ortada. Diğer insanlara yaşattıklarımız umurumuzda bile olmuyor mesela. Bunun suçlusu kim diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Cevap çok basit: Bu hale gelmemize sebep bizleriz. Bu yüzden tuhaf yanlarınızı serbest bırakın artık! Başkaları ne düşünür diye düşünmeyin. Her zaman mükemmeli oynayamayız sahnede. Bazen “Ben buyum işte. Tuhaflıklarımla ve farklılıklarımla karşınızdayım, özgürüm!” diye haykırmak gerek hayata. KAYNAKÇA Beşe Alper, Birtakım Tuhaflıklar, Alakarga Yayınları, İstanbul, 2014 HAKKARİ’DE BİR ÖĞRETMENİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI Her insan kendine yabancılaşır, her seferinde aynaya baktığı zaman, kendisinde, son gördüğü zamandankinden hiçbir eser kalmadığını hisseder. Özellikle ruhsal derinliklerinde kayboldukları zamanlarda kendilerine dönüp baktıkları zaman hiçbir insan kendisini eskisi gibi görmez, kendisi ile yeniden tanışır. Kendisini ilk kez görmüş gibi olur çünkü o insan yediği yoğun darbeler sonucu kendisindeki değişimleri göremeyecek kadar yoğun olur. Yepyeni bir kişiliği ile kendisini gördüğü zaman ise kendisini kendisine yabancı hisseder, kendini tanıyamaz. Hakkari’de Bir Mevsim adlı romanda adını öğrenemediğimiz odak figür aynı duyguları paylaşır. Her gün aynaya bakıp her seferinde aynada farklı birini görmektedir. Roman, odak figürün fırtınaya kapılıp soluğu Hakkari’de alması gibi ironilere sahip olduğu için düşündürücü bir kitaptır ve odak figürün ne geçmişi, ne de ismi öğrenebilir ve bu durum aslında hayatın ironilerine ve bilinmezliklere dolu olduğunu gösteriyor bence. Herkesin hayatı aslında ironilerle, çelişkilerle dolu bence çünkü kurcalanan her şeyde bir mantık hatası söz konusu. Bu çelişkilerden bahis açıldığı zaman aklıma siyasilerin içinden kurtulamadıkları çelişkiler geliyor. İstisnasız her siyasi bu çelişkilere istemeden de olsa düşüyor çünkü siyasetlerini her zaman birbirlerine göre yapmak istiyorlar. Bunun dışında aklıma gelen bir başka çelişki ise insanoğlunun sürekli kendine zaman ayırmak için çalışıyor olması. İnsan ömrünü çalışarak geçiriyor ve çalışmalarının tek amacı ise rahat bir yaşam sürme isteği oysa ki bir süre sonra insanlar bu rahatı elde etmeye çalışırken rahatlarından ödün vermeye başlıyor. Bence bu insan hayatındaki en büyük çelişki. Hakkında yazmak istediğim bir başka konu ise belirsizlik, bu konu aslında çok uzun bir konu ama benim değinmek istediğim belirsizlikler insanların kafasında oluşturulmaya çalışılan belirsizlikler. İnsanlar kendi tarihleri konusunda bile bilenmeze sürüklenmeye çalışıyor. Haddini aşan televizyon proglarında tartışmalar görüyoruz, insanların en hassas oldukları konularda uydurma delillerle belirsizlik yaratmaya çalışıyorlar. Bütün üst düzey siyasiler bu konuda aynı politikayı izliyorlar bence, insanların doğru bildiklerini belirsizleştirip kendi fikirlerini empoze etmeye çalışıyorlar, böyle yapıyor olmaları insanların benliklerinden, tarihlerinden şüphe etmelerine yol açıyor bu yüzden bu durumu çok zararlı buluyorum. Kitapta gördüğüm, bahsetmek istediğim bir başka konu ise yoksulluk. Türkiye’de iki farklı durum var bana sorarsanız. Biri insanların barış ve varlık içinde yaşadığı, eğitimini alıp güzel bir yaşam sürdüğü bir yaşam. Diğeri ise insanların sefalet içinde, savaş durumunda, tehditler altında yaşadığı bir durum. Türkiye’nin bir bölümü iki dakikalık elektrik kesimine sinir olurken Türkiye’nin diğer bölümü elektriğin ne olduğunu dahi bilmiyor, bence Türkiye’de birbirini görmeyen iki farklı toplum var. Bu roman ise yoksul toplumu elit kesime tanıtmaya çalışıyor bence ve bu açıdan bu romanı takdir ettiğimi itiraf etmeliyim. Bu kitabın içeriğinde en dikkatimi çeken kısım ise Suryani olan kitap satıcısı ve bu kitapcının betimlemesi. Ben, romanın bu kısmının hiçbir ironiye, hiçbir abartıya sahip olmadığını, doğrudan gerçekleri yansıttığına inanıyorum. Bence kimsenin Türkiye’nin kütüphanelerle sağlamaya çalıştığı imkanlardan faydalanmak gibi bir derdi yok. Toplum olarak özeleştiri yapmamız gerekiyor ise bence ilk sırada gelen şey tembelliğimiz, keşfetme arzumuzun olmaması. Gözlerimiz kapalı, açmamak için diretiyoruz, televizyon dizilerindeki toz pembe hayatları görmek için gerçek hayattaki tozları görmemek için kendimizi zorluyoruz. Ayrıca romanın sonlarında, hatırladığım kadarıyla, Suryani tüccarın bütün kitaplarını yakıyorlar, buna dünya üzerinde yüzlerce farklı örnek bulabiliriz, Türkiye’de ise hatırladığım bir tane örneği var ancak hepsinin en üzücü yanı, toplumların bu kitaplara hiçbir zaman sahip çıkmamış olması. Gerek olağan üstü olaylara sahip, anlaşılması ve algılanması zor bir roman olması, gerek gerçekleri sorgulatmak konusundaki başarısı ile, çoğu olgulara ayna tutan bu romanın gerçekten çok güzel bir roman olduğunu düşünüyorum. Sılanur Şahin 21502501 EN BÜYÜK ÇARESİZLİK Dün gece üç buçuk yaşındaki kardeşim doğrulmak için kalkarken kış evinde yaktığımız sobaya dalgınlıkla iki elini de yapıştırdı. Daha o ne olduğunu bile anlamadan bir çığlık koptu annemden. Elindeki yangıyı o henüz duymamışken, içimizden bir şey koptu sanki. Hissettiğim acıyı tarif dahi edemem. O küçücük, gözünüzden sakındığınız bebeğin bu sefer şımarıklıktan değil acıdan feryat figan ağlaması ama sizin hiçbir şey yapamamanız… O ağladıkça biz de ağladık sanki acısını alacakmış gibi. Ve ben, hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Saatler geçti, kardeşim ağlamaktan ve elinin zonklamasından yorgun düşüp uyuyakaldı da bizim gözyaşlarımız dinmedi bir türlü. Sonra fark ettim ki bir tek ona ağlamıyorum. Suriye’de, Irak’ta çocuğunun elleri kopan annelerin çaresizliğine ağlıyorum durup durup. Annem, babam doktor olmasına rağmen biz ne yapacağımızı bilemezken; sobanın değil de bir havan topunun yaktığı eller… Nasıl bir durumda o anneler? Hiçbir suçun yokken, bir sabah vakti, belki kahvaltıda yakalanmak kör bir kurşuna… Ya da sapasağlam okula gönderdiğin çocuğunun bir bombalı eylem yüzünden kanlar içinde kalmış bedenini soğuk bir hastane odasında kucaklamak zorunda kalmak… Fakirlik, kimsesizlik… En kötüsü: çaresizlik. Uğruna canımı veririm dediğin çocuğunun, canından bir parçanın acıyla kıvranması ama ne acıyı dindirebilmek, ne de bunu yapandan hesap sorabilmek… Hükumetler kirli politikalarıyla bir adamı daha bir makama oturtmak, bir damla daha fazla petrol kazanmak için filleri tepiştirirken; çocuklar, kadınlar, analar ve babalar, bir nesil çimen gibi eziliyor altlarında. Bu insanların durumları ne savaşlardan önce öyle çok iyiydi, ne de savaş bittikten sonra çok parlak olacak. Filler tepinecek, petrol bölünecek ama Kerküklü küçük Yusuf kör, Halepli güzel Zahra hep kolsuz kalacak. Üstelik onların kalkınması için yapılan yatırım ve bağışlar, yeni yönetimlerce sümen altı edilecek; başkalarının açgözlülüğü yüzünden açılan yaralar, yeni açgözlüler yüzünden sarılmadan açık kalacak. Maalesef bu dram yalnızca bu yüzyıla ait değil. Savaşlar hep en çok çocukları vurdu. Ya babasız kaldılar, ya gözleri önünde tecavüz edildi annelerine. Ya da savaşçı filler bir adım daha öteye gidip zarar verdiler çocuk bedenlerine. Vietnam savaşında napalm bombasıyla vücudu eriyen Kim Phuc, Çernobil’den yıllar sonra kanserden ölen Sadako, Akdeniz’in kıyılarına vuran Aylan, çocuk ellerinin tuttuğu kalemle hayata tutunmaya çalışan ama başaramayan Anne Frank… Farklı savaşlar, farklı sebepler; ama sonunda hep acılar içinde ağlayan çocuklar ve başuçlarında en büyük çaresizlikleriyle öylece duran anne ve babalar… İşin tuhaf tarafı hiç durmaksızın süren savaş silsileleriyle, bu çocuklara bu vahşeti yaşatan savaşları başlatmış adamların da bir zamanlar bomba seslerinden ürküp masanın altına saklanan çocuklar olmaları. Acaba böyle büyüdükleri için normal mi geliyor şehirlerde havai fişek yerine el bombaları patlatmak? Yoksa kendileri o yaşta savaş yaşamışken şimdi huzurla ailesinin dizinin dibinde oturabilen masumlardan bir çeşit öç mü alıyorlar? Sebebini bilemiyorum. İki seçenek de o kadar aşağılık cevaplar saklıyor ki içlerinde, bir adım sonrasını sormak istemiyorum. Ama bu zincir kırılmıyor bir türlü işte. Savaşın bebekleri büyüyüp “adam” olunca savaşlarıyla kan bulaştırıyor başka bebeklerin yüzlerine. Her çocuk kendi şehrinde olmasa da komşusununkinde olan terör saldırılarını, sınır çatışmalarını izliyor ana haberlerde. Ve sonra günün birinde, “Bizde hiç olmaz.” derken birden bir ses duyuyor çocuklar. Alfabenin yirmi dokuz harfinden beşini seçip bir isim takıyorlar bu sesi çıkaranlara: Terör, savaş… Bir şehir kül oluyor o yavruların gözü önünde. Onlar ki gök gürültüsünden ürken minik ceylanlardı, şimdi çoğu bomba sesinden bile irkilmiyor belki de. Sılanur Şahin 21502501 Savaşı çıkaranlar kendi evlatlarını, torun, torbalarını en yüksek güvenlikli evlerde kadife yataklarda yatırıp atıveriyor diğerlerini kül ve duman kokusunun ortasına. “Bugün ne yiyeceğiz?” sorusunu sormak bile lüks geliyor anne babalara, bugün yemek vaktini görebilecekler mi ki? Para, iktidar ve diğer varlıklar bir bebeğin masum bakışından daha ağır geliyor dünyanın kantarında. Canlar biçilip kesiliyor, bir kefeye konuyor da yüz kişilik bir köy bir petrol kuyusu etmiyor. Her bombadan sonra bir çığlık kopuyor. Ya anne-babasını gözü önünde kaybeden çocuk bağırıyor, ya çocuğu gözü önünde parça parça olan anne… Ne büyük talihsizlik, ne büyük acizlik… Ne canının parçasının acısını dindirebilmek, ne de bunu yapandan hesap sorabilmek… İşte bu, en büyük çaresizlik. Gülsoy, 1 Berk Gülsoy 21000889 TURK102-7 Ahmet Kaya 14.12.2014 Aradığınız Her Şey Gezi yazılarımın devam niteliğinde olan bu yazımda sizlere Ege’nin önemli duraklarından bir tanesi olan Aydın’ın ilçesi Kuşadası’ndan bahsedeceğim. Kuşadası, tatil meraklılarının iyi bildiği sahil yerleşimlerinden bir tanesidir. Hem tertemiz ve berrak denizi hem de upuzun uzanan sapsarı kumsallarıyla tatilinin keyfini dolu doluya çıkarmak isteyenlerin uğrak yeridir. Kuşadası’nda başta Kadınlar Denizi olmak üzere Güvercin Ada, Yılancı Burnu, Pigale ve Papaz Hamamı gibi isimlerle bilinen ve hepsi birbirinden güzel olan birçok plaj bulunmaktadır. Bu plajların bir diğer özelliği ise diğer tatil yörelerindeki şezlong ve şemsiye sorunlarının buralarda bulunmamasıdır. Çok geniş plajlar olduğu için herkes istediği yerden, istediği şekilde ve ücretsiz bir şekilde yararlanabilmektedir ve rant peşinde koşanlara da fırsat verilmemektedir. Aslında birçok tatilcinin tatil yapmak için ilk seçimlerinin Kuşadası olmasının temel sebeplerinden bir tanesi de bu durumdur. Bu plajların yanı sıra civarda bulunan Milli Park da tatilciler için güzel bir seçenek olabiliyor. İçeriye girerken cüzi bir ücret alınmaktadır fakat parkın içine girdiğinizde bu ücretin karşılığını katbekat haz olarak geri alabiliyorsunuz. Yemyeşil ağaçlarla çevrili incecik bir yoldan geçerken yan tarafınızda kalan ve giderek yaklaştığınız denizi izlemek paha biçilemezdir. Aracınızın camlarını sonuna kadar açıp doğanın size sunduğu tertemiz oksijeni de depolayabileceğiniz bu yolda nadir de olsa zaman zaman ormanda gezinirken yollarını Gülsoy, 2 kaybetmiş ve yola çıkmış olan yaban domuzlarıyla karşılaşabilirsiniz. Bu parkın bir diğer özelliği ise dokuz farklı koydan oluşmasıdır. Bu da hem günün geç saatlerine kadar suyun temiz kalmasına olanak sağlıyor hem de sıkış tıkış plajlardan sıkılmış tatilciler için doğayla iç içe huzur dolu bir gün geçirmelerini mümkün kılıyor. Ben okuyucularıma eğer bir gün Milli Park’a yolları düşerse dokuzuncu koya gitmelerini tavsiye ediyorum. Adından da anlayabileceğiniz gibi parkta toplamda dokuz koy olduğu için parka girdikten sonra en uzaktaki koy olan dokuzuncu koy, tatilcilerin mükemmel bir gün geçirmeleri için ideal bir yerdir. İsteyenler doğaya zarar vermeyecek şekilde etrafta mangalını ve pikniğini yaparken, arzu edenler de biraz soğuk ama kavurucu sıcaklarda bir nebze de olsa serinlemeye olanak sağlayan, metrelerce derinliğin çok net bir şekilde görülebileceği berraklıkta ve temizlikte olan suyun tanıdı çıkarıyor. Kuşadası’nın tercih edilmesinin ana sebeplerinden bir diğeri ise hem hala yöreselliğini ve doğallığını koruması hem de yaşamanın gayet kolay olduğu bir yerleşke olmasıdır. Kuşadası, Aydın’ın ilçesi olmaktan çıkmış, gelişmiş bir kent olma yolunda hızla ilerlemektedir. İlçenin önemli kilit noktalarındaki alışveriş merkezlerinde bölge halkı her türlü ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabilmektedir. Kuşadası’nda özellikle yazlıkçılar diye bilinen uzun süreli tatile gelen insanların zorluk çekmemesinin temel nedenlerinden bir tanesi de budur. Hiç cimri davranılmayan ve bolca dikilen palmiye ağaçlarıyla çevrili yemyeşil yollarıyla çevredeki yakın diğer ilçelere de çok rahat ulaşım olanağı sunulmuştur. Sabah erken saatlerden başlamak üzere özellikle gençlere ve gece hayatını seven tatilcilere geç saatlere kadar yerleşim olan yakın ilçelere hareket eden minibüs seferleriyle, ulaşımında bir o kadar rahat olduğu bir ilçedir. Gülsoy, 3 Kuşadası’na gelince yapılmadan dönülmemesi gereken şeyler de yok değildir. Mesela, adalılar iyi bilir, akşam yemeklerinden sonra sahile inip meşhur dondurmacılardan dondurmanızı aldıktan sonra sahilde turlamak müthiş bir keyiftir. Bunun yanı sıra, akşam saatlerine kadar devam eden merkezdeki fayton turları da nostaljiyi seven tatilciler için güzel bir imkandır. Tabi en önemli şey ise Kuşadası’na geldiyseniz bir kere de olsa Zeus Mağarası’na uğramaktır. Onlarca merdiveni indikten sonra dağın dibinde bulunan göle benzeyen ufak bir su birikintisiyle buluşursunuz. Bu su o kadar soğuktur ki çoğu insan girmeye cesaret edemez, zaten girenler de saniyeler sonra kendini sudan dışarı atar. Hem doğayı hem huzuru hem eğlenceyi hem de daha sayamadığım birçok şeyi bir arada isteyen tatilciler için ideal bir yer olan Kuşadası’nı şiddetle herkese tavsiye ediyorum. Eğer yolunuz Ege sahillerine düşerse Ege’nin incisi sayılabilecek bu yerde tatil yapmadan tatil yaptık sanmayın. TURK 102-10 SERBEST(1) 26.09.2014 21200610 Ezgi Kayar Mutluluk / Zülfü Livaneli Hayatın kısır döngüsünde, refah seviyemizi yükseltmek amacıyla her ne kadar kendimizi geliştirmeye ve çağdaşlaştırmaya çalışsak da değişmeyen tek bir şey vardır. O da zihniyetlerimizdir. Bu durum bir bakıma da kişinin yaşadığı toplumdaki tabuların getirileriyle de alakalıdır. Zülfü Livaneli'nin Mutluluk adlı kitabında da Meryem kült tabuların, diğer bir deyişle törenin kurbanı olmaktan kıl payı kurtulmuştur. Töre dediğimiz kavram, sert bir ifadeyle, cahil insanların kendi ayıplarını örtmek ve çözüm bulamadıkları ya da bulmaya yeltenmedikleri olaylara getirdikleri bakış açılarıdır. Böyle kimselerin zihniyetlerine göre eğer bir kız tecavüze uğradıysa bu onun suçudur, yanlış yerde yanlış zamanda bulunmuştur. Yani Nasreddin Hoca'nın da deyimiyle hırsızın hiçbir suçu yoktur. Bu durumdan da anlaşılacağı gibi töreler suçluyu bulmaya çalışmaz ya da cezalandırmaz, töre kızın kirlendiğini ve böyle bir lekeyle yaşıyamayacağını emreder. Ne acıdır ki her yıl bu şekilde yüzlerce kızımızın hayatına sessiz sedasız son verilmektedir ya da hayatlarına son vermeleri için zorlanmaktadırlar. Mekanlar, olay örgüsü, zaman ve kişiler değişse de sonuç her zaman aynıdır. Ayşe, Fatma, Meryem ya da ismini hiç duymadığımız başka bir can, asıl madur ve yardıma muhtaç olan aslında onlar ancak bazı insanlıktan yoksun kimseler onları sadece birer cinsel obje olarak görüp öyle davrandıkları için kızlarımızın çoğu daha 20'li yaşlarını göremeden hayata gözlerini yummaktadırlar ya da hiç tanımadıkları insanlarla evlendirilip namusları temizlenmeye çalışılmaktadır. Meryemler'in, Ayşeler'in ne hissettikleri ne yaşadıklarını düşünmek kimsenin aklına gelmez çünkü onlar birer birey olmayı bile hak etmezler. Aslında bu ataerkil bir toplumdan gelmemizin de bir sonucudur. Çağdaş toplumların çağdaş insanları her ne kadar bu tabuyu yıkmaya çalışsa da bazı bireylerin zihniyetlerini değiştirmek deveye hendek atlatmaktan da zordur. Başkalarını bilmem ama ben Mutluluk'u okuduktan sonra kapağını kapatıp kendi içimde düşüncelere daldım. Aslına bakarsanız kendimi bi nebze de olsa suçlu hissettim çünkü çok uzakta değil bu yaşanan olaylar, bu hayatlar , bu insanlar... Kadının toplumda dışlanan, ezilen, zulmedilen, erkekle aynı kefeye bile konulamayan bir varlık olarak görülmesi ne yazık ki acı ama gerçek. Hangi devir olursa olsun sanırım insanlar bu düşünceyi kafalarından söküp atamayacaklar. Oysa ki o hor görülen kadınlarımız, bu ülke için gelecek nesillerimizin temelini oluşturacak bilinçli, hoşgörülü, saygılı ve güzel evlatlar yetiştireceklerdir. Bu yüzden de onların eğitimlerini tamamlayıp kendilerini geliştirebilecekleri özgür alanlara sahip olması hayati önem taşır ancak özellikle Anadolu'daki kadınlarımızın büyük çoğunluğu en temel hakları olan okuma yazmayı dahi bilmemektedirler. İronik olan şudur ki bunun onların hakkı olduğunu bile bilmezler. Çünkü buna izin verilmez. Onların deyimiyle kadın dediğin evinin hanımı ve çocuklarının anasıdır. Yani kadının toplumdaki tek görevi çocuk doğurmaktır. Bunu da söylemeden edemiyeceğim ancak bu zihniyetle devam edildiği sürece bu ülke hiçbir şekilde ilerleyemez. Bu tabuların bir şekilde yıkılması, kesinlikle yerine yenilerinin konulmasından bahsetmiyorum, tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir. Ayrıca; "Neden kadın? Neden bu şekilde davranılan cinsiyet erkek değil de kadın?" işte bu sorulara cevap bulmak gerçekten de çok zor. Aslında bu soruların birer cevabının olması düşüncesi bile korkunç. Van Gölü'nün kenarında ya da herhangi bir yerde yarı baygın bir halde bulunan, söylemesi bile korkunç ama ben, kardeşim ya da bir arkadaşım da olabilirdi. Kim olduğunun hiç bir önemi yok, önemli olan yapılan yanlış. Sonuç olarak bu konuda bir önlem almak, insanları bilinçlendirme çabasına girmek, doğru olanı ve yapılması gerekeni anlatmak elbette ki benim ya da başka bir bireyin tek başına altından kalkabileceği bir sorumluluk değil. Bu suçun düzeltilmesi her ne kadar zor olsa da en azından suçlunun yargı tarafından cezalandırılması bile omuzlarımızdaki yükü biraz olsun hafifletecektir ancak varlığından bile haberdar olmadan yitip giden kadınlarımız için artık çok geç! NEDEN SAVAŞLAR BİZİ ESİR ALDI? İnsanlar iktidar olma heveslerini daha ne kadar en yüksek seviyede tutabilirler? Hayatlarımız, kurulu olan düzende, daha yükseğe tırmanmakla geçmiyor mu? Kutsal iktidar, kültürel iktidar hatta ırklara dayalı iktidar kurmaya zorlanmıyor muyuz? Bunlar değerlendirildiğinde iktidar mücadelesi insanlığı yıpratmıyor mu? İnsanlar, bilimin iktidarını kurduğundan beri tüm insanlık tarihinin yaşamadığı acıları, son yüzyılda,​ ​maalesef acı bir şekilde yaşadı. İktidar olma ve komut verme zevki, insanların düşünce yapısında eziyet etme, tahkir etme ve öldürme çılgınlığını ön plana çıkardı. Cinayetler, nefret suçları, savaşlar ve daha berbat bir sürü unsur sırf ademoğlunun daha fazla refah içinde yaşaması için katlanılan bilimin iktidarında artarak devam ediyor. Savaşlar, tarihçinin ekmeğidir ve bence tarih aslında geçmişi yorumlayıp geleceği okuma sanatından çok geçmişte akan kanları mumyalama hevesidir. Tarih insanlara çok büyük şahsiyetler ve seçebilmeleri için kimlikler verdi. Ancak kötü şeyler tarihin içerisinde saklanıp kalamadılar çünkü insan fıtratı nedeniyle kötü olana meraklıydı. Cinayetler ve savaşlar kutsal dayanaklara göre insan yaşamının başından beri süregelen olaylardı. İnanılması zor olsa da cinayetle beraber dünyanın en eski problemi olan kölelik insan yaşamının son yüz yılında yerle yeksan edildi. Ancak cinayetler bir türlü sonlandırılamadı hatta son yüzyılda hiç olmadığı kadar fazla gerçekleşti. Modern çağ bize her şeyi kurgulatabilirken, her şeyi sorgulatabilirken sürdürülebilir bir barışı tesis etmeyi başarabilmeyi hatta düşünebilmeyi sunamadı. İktidar ve iktidarın sahipleri bizi ölümlerin, savaşların çemberinden çekip alamadı. Ya da onlar mıydı bizi kendi iktidarları için kırdıranlar? Düşmanlar oluşturuldu, bu düşmanlara nefret etme yolları oluşturuldu, bu düşmanları katletmek için araçlar oluşturuldu ama cinayetleri ortadan kaldırabilecek insanlık altyapısı bir türlü oluşturulamadı. Çünkü insanlar kendi iktidarlarını koruyabilmek ve düşmanlarını yok edebilmek için önceleri tarih, günümüzde de bilim dolmasını yutmakla meşguller. Bilim iktidarını güçlendirdikçe insan gibi düşünebilme yetimizi kaybettik ve o iktidarı insanlığın yeni putu haline getirmeye başladık. Peki bilim neden iktidarını bu kadar korumak istiyor? İnsanın Taşrası kitabında“​Bilim din olmaktan hoşlanıyor ve insanlar onu tahtından indirmek cesaretini göstermeden insanlığın kökünü kur​utabilmek için acele ediyor” (41) diyen Elias Cannetti bu probleme dikkat çekiyor. Aynı zamanda insanların da bilimi yüceltişini “Şimdi bilim gerçekten bir iktidar ama çılgına dönmüş ve kendisine utanmazcasına tapılan bir iktidar” (46) sözleriyle açıklığa kavuşturuyor. Ne denli bir düşünme özgürlüğüne sahip olduğumuzu tartışmaya gerek duymuyorum. Her şeyi konuşabiliyoruz. İstediğimiz her konu hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Ancak şu soruyu cevaplanamayacağını fark ettiğimiz için soramıyoruz: Cinayetler ne zaman son bulacak? Artık bu konu hakkında çözüm odaklı düşünmenin vakti gelmedi mi? Modern dünyanın bize sunduğu olanakları kullandığımızdan beri savaşları, çocuk ölümlerini, pazar yeri bombalanan kentleri görmek daha fazla yaşanır oldu. İnsanların itiraf etmesi gereken şeyler var. Savaşlar yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendisine açıklayamadığı sürece savaşla gerçek anlamda mücadele edilemez. Tüm değerlerimizin ortak olduğu, fiziksel olarak aynı yeteneklere sahip olduğumuz, aynı gök kubbeyi paylaştığımız insanlar olarak kurguladığımız bu düşmanlıkları sona erdirmeliyiz. Aksi takdirde gelecek tarihçilerin ellerini ovuşturacağı bir tablo ve o tablonun içerisindeki rakamlardan öteye geçemeyeceğiz. İnsanlar kendi düşünce hafızalarının dışına çıkmak zorunda ve oradan kendi manzarasını hayal etmek zorunda. Neden bu dünyada iktidar mücadelesi altında ezilen sinekler olmayı kabul ettik? Ben korkmaktansa nefret edilmeyi tercih ederim yeter ki bu hegemonyayı kırmak için mücadele edeyim. İnsanı üstün kılan, insan temelli olan, herhangi bir ayrım gözetmeksizin oluşturulan toplum sözleşmesinin imza atanı olmak beni deli gömleği giymek zorunda bıraksa da razıyım. Gelecek kuşaklara öldürülen hiçbir çocuğun hesabını veremeyeceğimizi biliyorum, iktidara tapanların bu dünyayı oluşturduğunu bildiğim gibi.... İnsan sadece kendi benliğini yüceltebilmek için yaratılmış bir varlık değildir. İnsan kendi dışındaki varlıkların da kendisi kadar önemli olduğunu anlayabilmekle mükelleftir. Bizlere öldürmeyi sunan her yolu sorgulamalıyız, bizleri katil yapan her türlü aleti reddetmeliyiz. İşte o zaman insanlığın iktidarını kurabiliriz ve bu dünyada herhangi bir ırksal, düşünceye, dine dayalı ayrıştırmalara maruz bırakılmayız. Kaynakça: Canetti, Elias. Çev. Ahmet, Cemal. İnsanın Taşrası. Sel Yayıncılık, 2015 DÜNYA CAN Bir Medeniyetin Kaderi Milletler kendi kaderlerini milletçe birlik olarak mı yazar? Yoksa tek bir insanın yaşamının iplerini eline alması mı medeniyetleri baştan yaratan? Stefan Zweig’ın, Dünün Dünyası adlı kitabını okurken hep bu düşünceler geçti kafamdan. Kendi hayatını anlatıyor olmasından ve şu anda içinde bulunduğum toplumun siyasi, kültürel yapısından kaynaklanıyor olsa gerek epey canlı sahneler geldi gözümün önüne. Daha üstünden bir asır bile geçmemişken, şu an yaşadığım ortamı, dünyanın gidişatına üzüldüğü ve bu zulme daha fazla katlanamadığı için eşi ile birlikte intihar eden birinden okumak oldukça ilginç bir deneyimdi benim için. Ben ise, hiçbir siyasi olaya bulaşmadığım gibi, herkesin görüşüne saygı gösterdiğimi düşünerek bu konularda çok fazla fikir beyan etmedim şimdiye kadar. Herkes eşit oldu benim gözümde. Herkesin kendini savunup, haklı çıkarabileceği yanları da vardı. Fakat fark etmediğim nokta ise toplumdaki (bana göre) yanlışları, yolunda gitmeyen hadiseleri bile hoş görmüş ve yanlış olmadıklarına kendimi ikna etmeye çalışmış olmam. Kendi hal ve tavırlarımın farkına vardığımda, ‘’Tarih tekerrürden ibarettir.’’ sözünün de anlamını kavramış oldum. Demek ki sadece ben değil bir bütün olarak milletler bile toplumda bozulmuş yapılara fazla hoşgörü göstermiş ve sonucunda büyük yıkımlarla karşılaşmış ve bu böyle süregelmiş. Zweig’ın, anlattığı Habsburg İmparatorluğu da aynı kaderi paylaşmış, tarihin tozlu sayfalarında belirgin bir iz bırakmadan yok olup gitmişti. Ama sorun imparatorluğu oluşturan bireyler miydi? Belki de sorun toplumdaki fikirleri özgürce dile getirten o karşı çıkışın ateşinin eksikliğiydi. Şimdilerde haberlerde okuduğum bazı olayların asla benim başıma gelmeyeceğini düşünmem, yaşadığım toplumda bir süredir hüküm sürmüş huzurun eseri ve aynı zamanda da geleceğimin güvence altında olduğunun bir kanıtıydı benim için. Dolayısıyla ortada konuşacak, isyan edecek ya da düzeltilecek bir yanlış yoktu. Fakat geçmişe göz attığımda tüm büyük savaşlar ya da akımlar böyle durgunluk anlarında ve kimsenin sesini çıkartmadığı zamanlarda meydana gelmemiş miydi? Bu soru, benim o çok güvendiğim huzurun sadece fırtına öncesi sessizlik ve kelebek etkisi denilen mekanizmayı başlatacak olan o küçük kıvılcımın habercisi olduğunu fark etmeme sebep oldu. Bir zamanlar sadece gazete sayfalarında okuduğum çatışmalar şimdi benim kapımın önünde gerçekleşebilirdi ve bunun nedeni ise sadece kimsenin olan biten hakkında konuşmaya yanaşmaması, dahası kimsenin konuşulacak çok da büyük bir olay olduğunu düşünmemesi olurdu. Oysa tek bir kişi çıkıp ortada ne sorun olduğunu çıkıp söylese her şey çözülür müydü? İnsanlar bir tek insana inanıp adımlarını ona göre atar mıydı? Ben atar mıydım? Birilerinin adım atmasını beklemek yerine, ben çıkıp konuşur muyum herkesin önünde? Bu sorular Dünün Dünyası’nı okurken kitabı elimden bırakmama ve içinde bulunduğum durum üzerinde detaylı düşünmeme yol açtı ve beni tekrar ‘’Milletler kendi kaderlerini milletçe birlik olarak mı yazar?’’ sorusuna getirdi. Dünyayı kasıp kavuracak parlak fikirler, ortaya atılmadan pek de olağandışı bir etki yaratmıyor bu dünyada. Aksine biri çıkıyor, tam olması gereken zaman ve yerde, kısa bir cümle kuruyor. O cümle kitlelere ulaşıyor ve bir insanın bir fikri olmaktan çıkıp bir millete mâl oluyor. İşte o zaman millet olmak da bir anlam ifade ediyor. Eğer o cümle yüksek sesle söylenmemiş olsa ne bir kimsenin hayatını değiştirecek, ne de bir milletin kaderini. Bu da beni şu cevaba götürdü: Evet, bir millet o cümleyi sahiplenmedikçe hiçbir şeyi değiştirmiyor belki ama düzeni asıl değiştiren toplumlar değil de toplumda şimdiye kadar süregelmiş rejime karşı gelebilen bireyler oldu tarih boyunca. Bir Çin atasözünün de dediği gibi ‘’Terazideki tek bir pirinç tanesi tüm dengeleri değiştirir’’. Köpekten İnsan Yaratmak Gerçekten Bilim Kurgudur Bilim kurgunun, önemli fikirlerle harmanlandığı eserler her zaman ilgimi çekmiştir. Isaac Asimov’dan H.G. Wells’e, elime geçen ilginç ve gerçekçi bilim kurgu türündeki eserleri okumanın, eserlerin üzerine düşünmenin ve günümüz dünyasının dinamikleriyle ilişkilendirmenin verdiği zevkten dolayı edindim belki de bu uğraşımı. İlginç biyolojik deneylerin sonucu olan yaratıklar, evrenin ısı ölümünün vaktini hesaplayan devasa bilgisayarlar, görünmez adamlar ve zaman makineleri… Bunların hepsi ilgi çekici olsa da mümkün olan kurguların arasından en can alıcıları, bana sorarsanız, insan hayatının toplumsal sorunlarını saf bir şekilde yansıtan Kafka ölçeğinde absürt biyolojik değişikliklerin yer aldığı bilim kurgu yapıtlarıdır. Bulgakov’un Köpek Kalbi adlı eseriyle bu ilgim sayesinde tanıştım. Köpek Kalbi, betimlediğim türdeki bilim kurgu tanımına tam olarak uyuyordu: Bir cerrahın bir sokak köpeğine, ölü bir lümpen proleterin vücut parçalarını takmasıyla köpekten oluşan yeni bir insanın 1920’lerin SSCB’sindeki başından geçenlerin anlatıldığı bir eserdi. Belirli edebi çevreler tarafından Rus Devrimi’nden sonra ortaya çıkan sosyoekonomik konformizmin bir metaforu olarak görülse de kitap, bence bununla sınırlı değildir. Bu yazıda, size bu alegorinin genişliği hakkındaki düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım. Köpek Kalbi, kolektif toplumlarda konformizmin ne kadar yaygın bir sorun olduğunu ana tema olarak işlese de bence, kullandığı bilim kurgusal ögelerin davranışta ve bilinçte keskin değişiklikleri imkânlı kılması nedeniyle basit bir mecaz olmaktan ötedir. Sadık bir köpek olan Sharik’in ameliyat masasına yatırılmasını ve Chugunkin adlı bir alkoliğin ve hırsızın büyümeyi sağlayan endokrin bezleriyle bir insana dönüştürülmesi hikâyesini, tıpkı bir gün uyandığında ansızın bir “canavarımsı haşarata” dönüşen Gregor Samsa’nın başından geçenlere benzeterek başlayalım. Her şey kendi doğal akışında ilerlerken, tamamen rastgele ve tahmin edilemez mekanizmaların etkisiyle varlıkların gerçek özlerinin açığa çıkması, iki kurgunun da önemli bir noktası. Samsa’nın dönüşümü, Samsa’ya onun aslında bir üretim aracı dışında bir şey olmadığını gösterir. Sharik’in dönüşümü ise özünde eğitimsiz ve aylak bir birey arketipinin ortaya çıkabileceği koşulların sağlanması üzerine konformizmin bilinçli bir şekilde öğrenilebileceğini anlatır. Kısacası, daha ilk adımda eser “Yeni Sovyet İnsanı” fikrini metaforik bir yaklaşımla eleştirmekten öte, anî değişimlerin toplumun baskıladığı kişilik özelliklerinin, baskı çekildiğinde bir anda ortaya çıkması fikrini sunuyor okuyucuya. İşte tam burada durup düşünmeli: Eğer cerrahın -Doktor Preobrazhensky’nin – uyguladığı tıbbi metotlar bir köpekten insan yapabiliyorsa, aynı uzam ve koşullarda, neden daha fazlasını yapamasın? Bu soruyu sorduğumda, soru bana da biraz garip gelmişti; Bulgakov’un bahsettiği bu değişim bir metafordu ve bu tür edebi metaforların somutlaştırılarak başka durumlara genişletilmesi/uyarlanması çoğu zaman saçma sonuçlar doğuruyordu. Kafka’nın Dönüşüm ‘ü üzerinden devam edecek olursak bu saçmalığa “Sokaktaki bir insan da ‘canavarımsı haşarata’ dönüşebilmeli!” gibi bir örnek verebilirim. Evet, metaforların bu şekilde genişletilmesi bu tür durumlarda gayet saçmadır ve iki eserin keskin değişikliklere olan yaklaşımı benzer olduğundan, paragrafın başında sorduğum sorunun da cevabı saçma olmalı! Bu garip soruya cevap verebilmek için üçüncü bir eser üzerinden düşünce üreteceğim: Daniel Keyes’in Algernon’a Çiçekler‘i. Bu eser de tıpkı Köpek Kalbi‘ndeki gibi ameliyatla keskin biyolojik değişikliklerin insanı radikal bir şekilde değiştireceğini işler. Zihinsel engelli Charlie Gordon’un, zekâsını büyük miktarda artıracak bir ameliyata alınmasından sonra başından geçenleri işleyen eser de Dönüşüm ve Köpek Kalbi ile aynı tekniği kullanır: Bireylerin ulaşılması imkânsız olan özlerini fantastik ögeler ve değişimler aracılığıyla açığa çıkararak sosyal eleştiri yapmak. Buradaki eleştirel yaklaşım, davranış ya da toplumsal nişlerden farklı olarak bireyin sahip olduğu zekâ seviyesinin toplumsal yaşama nasıl yansıdığıdır. Zekânın toplumsal sistemlerdeki ve davranış şekillerindeki önemi, Gordon’un ameliyattan sonra, bir süre boyunca topluma ayak uydurmasındaki rahatlama üzerinden ele alınmıştı eserde ve bu fikir bana garip gelen soruya bir cevap niteliğindeydi. Bunun üzerine diyebiliriz ki Doktor Preobrazhensky, Sharik’i insana çevirdikten sonra, Algernon’a Çiçekler ’dekine benzer bir teknikle “zekâsı bir köpeğinkine eşdeğer” insanları ameliyat ederek kolektif konformizme karşı savaşabilirdi ve “Yeni Sovyet İnsanı” fikrinin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynayabilirdi. Peki, Bulgakov neden böyle bir yaklaşım izlememişti eserinde? Zekânın ve atılganlığın önemli olduğu toplumsal organizasyonlarda zekâ ve atılganlık bakımından eksik bireylerin ameliyatla ortalama üstü seviyelere çıkarılması fikri, ameliyatla köpekten insan yaratma fikrinden daha gerçekçi değildi. Doktorun daha fazlasını yapmaması işte tam da bundan dolayıdır: Gerçekçilik. Metaforik ya da somut, bir köpeğin insana kendi zekâ seviyesini koruyarak dönüşmesi fikri hiç gerçekçi değildi ve aynı şekilde herkesin zeki kılınması da bu fikirden fantastik olamazdı. Bu aşamada Köpek Kalbi, ironik bir şekilde, bir metafor olmaktan çıkıp gerçekliğin sularına doğru yelken açar: İmkânsız yöntemlerle oluşturulabileceği iddia edilen “Yeni Sovyet İnsanı” fikrinin hayata geçirilmesi, imkânsız yöntemler elde değilse imkânsızdır. İmkânsızlığın tanımı gereği bu yöntemler elde olmadan gerçek hayatta “Yeni Sovyet İnsanı” fikri de ütopik bir düşünceden farksızdır. Bir köpeğin insana dönüşmesi nasıl imkânsızsa, lümpen proletaryanın “Yeni Sovyet İnsanı”na dönüşmesi de imkânsızdır. Dolayısıyla Bulgakov’un eseri bir satirik eleştiriden öte, bir ütopyayı, bir imkânsızlığı gerçek kılmanın saçmalığını ortaya koymaktadır. Ünsal Öztürk Kaynaklar Bulgakov, Mihail. Köpek Kalbi. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, İstanbul, 136s. Kafka Franz. Dönüşüm. Can Yayınları, 2016, İstanbul, 104s. Keyes, Daniel. Algernon’a Çiçekler. Koridor Yayıncılık, 2015, İstanbul, 325s. Said Sattarov Acı Dersler Almanca hocam bir gün bana şu soruyu sordu, ailemizin onunla olan ilişkisinden bahsederken: “Bu kadar iyi arkadaşlarınız [yani kendisi] var – bu ilişkiyi ne yapmak lazım?”. Cevabım “Kullanmak” idi. Kötü, “karşıdan alıp hiçbir şey vermemek” gibi bir niyetim yoktu diye düşünüyorum – sadece 10 yaşındaydim. Yine de hocam beni düzeltti – sorusunun (hocamın istediği) cevabı “değer vermek” idi. Amacı bana kızmak değildi, ona bir kötülük yaptığım da yoktu – amacı sadece bir ders vermekti, ve, yaklaşık on yıl sonra bunu hatırladığıma göre, gayet etkili bir ders olmuştu. Lisede başka bir olay: bir arkadaşımla birlikte League of Legends oynuyorduk. Birlikte oynamak çok zevkli olduğu için, oyuna gerektiğinden fazla zaman harcıyorduk; derslerimiz için zaman ayırmamımızdan başarımız düştüğünde oyunu daha boş olduğumuz zamana kadar silmeye karar verdik. Ancak, bir iki hafta sonra ben biraz boş olunca oyunu yeniden kurdum ve arkadaşım olmadan oynamaya başladım. Bunu kendime nasıl açıkladığımı ve nasıl savunduğumu hatırlamıyorum, ama sonunda arkadaşım yeniden oynadığımı öğrenmişti. Ondan beri arkadaşlığımız bir daha hiç aynı seviyeye yaklaşmadı. Lisenin son sınıfını arkadaşımla çok az konuşarak geçirdim. Bunun en acı tarafı, onun karşılaştığım, ruh ikizimi en yakın insan olması – böyle bir arkadaşı kaybetmek anlatabileceğim bur durum değil. Daha kötüsü – arkadaşı kaybetmeyip, onu her gün görmek, ve her gün eskiden ne kadar yakın olduğumuzu hatırlamak. Her şey saçma bir oyun yüzünden de değil – mesele güven ve Said Sattarov dürüstlük. Kuprin’in ana karakteri, “Mishika” da, benim gibi, bunun farkında. Kendisinin sevgilisini ne kadar sevdiğinin farkında, ve onun geçmişi ve sırları hakkında da ne kadar kıskanç olduğunun farkında. Kıskançlığa yenilmeyip dürüst kalmak için elinden her geleni yapıyor – bu, yaptığı her yanlıştan sonra üzerine düşünmesinden anlaşıyor. Ancak sonunda sevgilisi, ondan uzaklaşmanın ikisi için de daha iyi olduğuna karar veriyor; giderken the Mishika’ya yaptığı tavuskuşu dikmesini bırakıyor – kendisine yansıtması için. Hikaye ilginç tartışmalara yol açabilir aslında – kadının geçmişinin sırlarını gizlice öğrenmek ihanet ise, sırlarını anlatmamak da ihanet değil mi? Demek istediği, sevgilisinin kendi geçmişini örendikten sonra kendisine aynı gözle bakmıyacağından mı korkuyor? “Geçmişimi geride bıraktım” derken aslında geçmişimizden korktuğumuzu mu kabul etmiş oluyoruz? Yoksa kadının demek istediği, kendisine biraz olsa da dürüst olmamısına izin veren Mishika daha yüksek seviyeye çıkabilir mi? Yani arkadaşım da beni affedebilirmiydi? (Aslında öyle düşünmüyorum, çünkü o olay sadece son damla idi, yoksa ondan önce da ikimizin (daha çok benim, sanırım) yaptığımız yanlışlar vardı.) Bu hikaye kendi fikirlerimi de düzgün bir hale getirmeme yardımcı oldu – böyle bir durumda yapabileceğim en iyi şey, arkadaşıma (partnerime, vs.) şans tanımak. Artık biliyorum ki dürüst olmak o kadar kolay iş değil; belki bazen dürüst olmamak dürüst olmaktan daha az zarara yol açabilir. Tabii bir de “Acı gerçek, tatlı yalandan daha iyidir” diye bir şey var... Hatta daha geniş bir çözüm de üretebilirim – ilişkiyi korumak için ne gerekirse yapmam lazım. İlişkimizin değeri, arkadaşımın anlatmak istemediği birkaç sırdan daha yüksek omasını düşünüyorum. Sonuç olarak artık öyle bir arkadaşım yok. Almanca hocam da bu bahar vefat etti – onu bir yıl aramamıştım, ve bir daha da teşekkür etmek ya da ders almak için komuşmam mümkün değil. Said Sattarov Arkadaşımla ise hala çok yakın değiliz – haftalarca konuşmadığımız oluyor. Bu dersi çıkarmak o zaman neden bu kadar zor idi ki? BİR DİSTOPYADAN KAÇMAK İÇİN “V” veya orijinal adıyla “V for Vendetta” Andy ve Lana Wachowski kardeşlerin çektiği bir distopya öyküsü. Aksiyon sahneleri ve gizem dolu kurgusuyla izleyiciyi kendisine bağlayan film, işlediği konunun felsefi boyutu ve derinliği sebebiyle bir aksiyon filmden çok daha fazlasını sunuyor izleyiciye. Aşırı baskıcı rejimlerin nasıl var oldukları ve toplumun demokrasi için ne yapması gerektiği gibi konular filmde çok güzel bir şekilde incelenmiş. Her distopya gibi, “V for Vendetta” da anlattığı olaylar üzerinden izleyiciye bir uyarı niteliği taşıyor. Korku, filme göre totaliter rejimleri ayakta tutan en büyük etken. Filmde istihbaratın başı konumundaki Bay Creedy oluşturulan bu korkuyu temsil ediyor diyebiliriz. Gerçekten de eğer tarih boyunca var olmuş diktatörlükler incelenirse, ordunun ve polislerin toplumda oluşturduğu korku göze çarpacaktır. İnsanların en ufak bir başkaldırıda hapsedilip işkencelere maruz kaldığı bir toplumda bireylerin devlete karşı harekete geçmemeleri anlaşılabilir bir durum. Ancak filmde de hatırlatıldığı gibi, toplumun devletten değil devletin topumdan korkması gerekir. Çünkü bireyler tek başlarına zayıf olsalar da birlik olduklarında ne ordu ne de devlet onların karşısında durabilir. İnsanların korkularını yenmesi elbette çok zorlu ve uzun bir süreç istiyor. Ancak demokrasinin varlığı da ancak kişilerin haklarını koruması ve her türlü baskıya karşı çoğunluğun gücüne dayanması ile mümkün olabilir. Bu tarz devletlerin elinde bulundurdukları bir başka güç de basın. Basını tamamen elinde bulunduran bir yapının toplumu etkilememesi mümkün değildir. Sansür ve asparagas haberlerle toplumun duygu ve düşünce yapısının istenilen şekle sokulması çok kolay bir şekilde gerçekleştirilebilir. Basının önemini anlatmak için filmde “V”, ilk hedef olarak bir basın binasını seçiyor. Devlet başkanı olan Satler da olaylar kontrolden çıkarken ilk olarak basın gücüne sarılıyor. “İnsanlara neden bize ihtiyaç duyduklarını hatırlatın!” sözü Satler’ın ve totaliter rejimlerin basını nasıl kullandıklarını özetliyor. Önce felaket haberleriyle insanlara korku aşılayan basın, daha sonra da kurtarıcı olarak devleti sunarak, insanların devlete olan itaatini artırır. Filmde işlenen en ilgi çekici konulardan biri de yine basınla ilgili. Filmdeki toplum her ne kadar içinde bulunduğu durumun vahametinin farkında olsa da birisinin bunu söylemesine ihtiyaç duyuyor. Yazılı veya sözlü basın tarafından organize edilmedikçe bireyler toplum olma bilincine çok zor erişiyor. Basında özgürlük olmadıkça toplumun haksızlıklar karşısında organize olması çok zor olduğundan basın özgürlüğü demokrasinin şartlarından birisidir denebilir. Totaliter rejimlerin bir başka özelliği de toplumu sürekli olarak bölmeleridir. İnsanları tek tip halinde yönetmek her zaman daha kolay olduğundan, baskıcı rejimler farklı olanı her zaman yok etmeye çalışırlar. Tarih boyunca gerçekleşen birçok soykırımın, zulmün ve baskının temelinde bu azınlıkları yok etme duygusu vardır. İnsanlar eğer bu tarz rejimlerin oluşmasını engellemek istiyorlarsa, herhangi bir ayrımcılıktan ve bölünmeden kaçınmalıdırlar. Filmdeki “Londra’nın Sesi” gibi programların halkı galeyana getirmek için sarf ettiği sözler karşısında bireyler sükûnetini koruyabilmelidirler. Demokrasi için gereken bütün şartlar yerine getirilse bile bazen insanlar yine de harekete geçemeyebilir. Çünkü toplumlar bazen “V” gibi kendilerine öncülük yapacak, ilk taşı atıp olayları başlatacak, halkı ateşleyecek birisine ihtiyaç duyarlar. Domino taşlarının düşürüldüğü sahnede gösterildiği gibi, aslında yapılan eylemlerin çok büyük bir çoğunluğunu liderler değil halkın kendisi yapar. Fakat kendilerini organize edecek ve ne yapılması gerektiğini söyleyecek birisine ihtiyaç duyarlar. Bazen domino taşlarının düşmesi için, bir liderin gelip ilk taşa vurması gerekir. Tarih boyunca ortaya çıkan liderlere bakıldığında onların fiziksel olarak yaptığı işler belki de bir askerin yaptığı işten çok daha azdır. Ancak orduları zafere ulaştıran askerler değil liderlerdir. Kurtuluş Savaşı sırasında eğer Mustafa Kemal gibi bir lider halkı örgütlemeseydi, belki de halk sahip olduğu gücün farkına varamayacak ve esaret altına girecekti. Bunun gibi pek çok örnek bize liderlerin önemini gösteriyor. “V” kurgusu ve işleniş biçimiyle seyirciye heyecan dolu bir hikâye sunarken, demokratik toplumlarda bireylerin yerine getirmesi gereken şartları da inceliyor. Kurgulanan bu distopyadan kaçabilmek için üzerimize düşen sorumlulukları bir kez daha hatırlatıyor. Hüdaverdi Alperen Demirok 21600470 TURK102-14 HAYALLERİMİZDEKİ MUTLULUKLARIMIZ Dünyada birbirinden farklı özelliklere sahip bir çok kavimler bulunmaktadır. İnsanoğlu sayılarının artmasıyla birlikte çeşitli kavimlere ayrılmıştır. Bu gruplar zaman içerisinde huzurlu bir toplum oluşturabilmek için kendilerine özgü yönetim şekli ve buna uygun kurallar geliştirmişlerdir. Toplumun düzeni ve mutluluğu için gerekli olan bu kurallar, bazen beraberinde insanları mutsuz edecek şekilde yasaklar ve kısıtlar, yasalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyanın bir çok ülkesinde değişik yasaklarla veya kısıtlamalarla karşılaşmaktayız. Bu ülkelerden bir tanesinde, dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin’dir. Çin, nüfus artışını sınırlamak için uzun yıllardır ‘tek çocuk’ politikasını uygulamaktadır. İnsanoğlunun yaratılış gayesine ters olan bu uygulamanın toplumsal hayatı olduğu gibi, bireylerin kendi yaşamlarını da doğrudan etkilediği. Toplumlardaki yasakların ve kısıtlayıcı kuralların, insanların hayatlarını nasıl etkilediğini ve bunun doğal sonucu olarak hayal alemleri üzerindeki etkilerinin en güzel örneğine Eric-Emmanuel Schmitt’in “Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu” adlı eserinde şahit olmaktayız. Her ne kadar bu kurallar ve yasaklar toplumun mutluluğu veya düzeni için de olsa da insanın doğası gereği onu baskıcı hayat şartları altında tutmak doğru değildir. Tabii ki, toplumda kurallar olacak, ancak insanoğlunun yaratılış şekline aykırı yasaklar ve kurallar, o toplumun mutsuzluğuna neden olacaktır. “Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu” adlı kitap, toplumsal kuralların, insanların yaşamlarını nasıl etkilediğini anlatan güzel bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bit toplum ve bireylerin toplumsal yapılarını, değerlerini, mutluluklarını, üzüntülerini, beklentilerini, bireyler arası ilişkilerini o insanlarla birlikte yaşayarak anlayabilirsiniz. Ben bir büyükelçi çocuğu olarak 7 farklı ülkede yaşadım. Hepsinde kültürel olarak farklı olduklarını, onların yaşamlarına şahitHüdaverdi Alperen Demirok 21600470 TURK102-14 olduğum zaman anladım. İnsanları yakından gözlemleyerek ve dinleyerek, onların yaşadığı hayata onlar ile birlikte tanıklık ederek, onları daha iyi tanıyabilir ve anlayabiliriz. Bazı toplumlarda bazen hoşumuza gitmeyen durumlar, o toplumlar için normal veya onların kültürleri ve toplumsal kuralları gereği bu durumdan memnun olmasalar da yapmak zorunda kaldıkları davranışlar mevcuttur. Bayan Ming’in hikâyesinde de Çin’in ‘tek çocuk’ yasası ile Çin halkı üzerinde yaratmış olduğu o baskıcı ve kısıtlayıcı toplumsal kurallarının olumsuz etkisini görmekteyiz. Aslında, “Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu” adlı eser, hayattan ne beklediğini bilmeyen, hiçbir şey ile mutlu olmayan, sahip olduğu şeylerin öneminin farkında olmayan kişilerin okuması gereken bir eser. Bir nefes alabilmek, özgürce sokaklarda yürüyebilmek, istediğimizi yiyebilmek-içebilmek, hayatımızı kısıtlayan birşeyin olmamasının kıymetini bilmiyorsak, bu bizim kendi kendimize “ben hayattan ne istiyorum ki mutlu olamıyorum” diye sormamız gereken bir sorudur. Hayatta hepimiz için herşeyin mükemmel gitmesi mümkün değildir. Ama önemli olan, sahip olduklarımızın kıymetini bilelim ve onları kaybetmemeye çalışalım. Bu sağlığımız, sevdiklerimiz, eşya veya buna benzer şeyler olabilir. İnsanlar her zaman sahip olmadığı şeylerin özlemini duyar. “Ah ben o durumda olsaydım” diye söylenirler, hayalini kurarlar. Bayan Ming’in hikâyesindeki on çocuk gibi. Bayan Ming’in hikâyesinin tamamı yalan ve uydurma kelimelerden oluşuyor olması onu dinleyen Fransız iş adamını rahatsız etmiyordu. Çünkü hikâyede Bayan Ming’in yapmak isteyip de yapamadığı özlemini duyduğu yaşam şeklinin resmini görüyordu. Fransız iş adamı, Bayan Ming’in hikâyesinden çok etkilenmişti. Çünkü onun için önemsiz gelen şeylerin aslında ne kadar önemli olduğunu anlamıştı. İnsanoğlu olarak birşeylerin önemini anlamak için başkalarının yaşam hikâyelerine veya durumlara şahit olmaya ihtiyaç duymayalım. Mutlu olmak için gayret sarf edelim.Hüdaverdi Alperen Demirok 21600470 TURK102-14 Toplumsal yapılar ne kadar farklı olursa olsun, sonuçta hepimiz insanız. Unutmayalım ki, kuralları koyan da biz insanlarız. Önemli olan, elimizdekilerinin kıymetini bilip, mutlu olabilmenin yollarını keşfetmektedir. Hayatımızı sınırlayankurallar ve şartlar olsa dahi, bu olumsuz durumlar karşısında yılmadan hayallerimizi ve hedeflerimizi gerçekleştirebilmek için elimizden gelen çabayı göstermemiz gerekir. KAYNAKÇA Schmitt, Eric-Emmanuel. Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu. Çev. Yaşar İlksavaş. İstanbul: Doğan Kitap, 2016. Baskı. Ege Alkım Şahin Tek Taraflı Aşk, yazıldığı kadar kolay anlatabilecek bir kavram değil ne yazık ki. Aşkın tanımını yapmak bile çok güç aslında. Sözlüğe bakarsak eğer; “Aşırı sevgi bağlılık duygusu” olarak tanımlanmıştır aşk ancak bu, aşırı derecede basitleştirilmiş bir tanım bana sorarsanız. Yaşanılanların, hissedilenlerin, mutlulukların, mutsuzlukların herkes için farklı olduğu bir duyguya evrensel bir tanım bulmak haksızlıktır zaten. Tek bir evrensel gerçek vardır benim çıkarabildiğim; aşk, sevdiğinden bir şey bekleyerek yaşanılan bir duygu olamıyor, aşk sadece size bağlı bir duygu olarak karşımıza çıkıyor. Eğer bana inanmaz ve bir kanıt görmek isterseniz; Orhan Veli Kanık, Yalnız Seni Arıyorum adlı eserinde aşkın ne denli tek taraflı bir duygu olduğunu anlatıyor. Cemal Süreya demiş ki, “Aşk eskidikçe aşktır, sevgi eskidikçe sevgi...” Budur belki Orhan Veli’nin altmış iki farklı mektupta çizgisini hiç kaybetmeden aynı aşkı yazabilmesinin sebebi. Eskidikçe artan ama belki de hiçbir zaman hak ettiği değeri bulamayan bir sevgiymiş onunki. Aslında ender rastladığımız bir durum değil bu, onu diğerlerinden ayıran şey ise aşkını bile anlatabilecek kuvvette bir kaleminin olması… Yıllar, asırlar geçse bile her ortamda her durumda şahit olabileceğimiz bir durum aşkın karşılıksız kalması. Hatta derler ki, “İmkânsızsa adı aşk olur.” Trajikomik biraz ama doğruluk payı da yadsınamaz bir gerçek. Zaten eğer aşka dair tek evrensel gerçek, aşkın tek taraflı olma durumuysa, her zaman her yerde karşılaşıyor olmamız pek de enteresan olmasa gerek. Bazen üçüncü şahsılar neden oluyor bu duruma, bazen gurur, bazen cesaret eksikliği ve daha nice sebep. Aman ha! Sakın bu sebepleri küçümsemeyin çünkü bu sebeplerin her birisi uğruna binlerce söz, şarkı, şiir, mektup yazılmış, milyarlarca gözyaşı dökülmesine sebep olmuş durumlar. Madem yazımıza Orhan Veli Kanık ve aşkını şahit göstererek başladık, o zaman onun yaşadıklarının üzerinden gidip aşkın mesafe engeli hakkında konuşalım biraz. Gerçi Can Yücel der ki, “En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan.” Mesafeler sevmeye engel mi? Ya da biraz değişiklik yaparsak soruda; Sevmeye engel olan şey gerçekten mesafeler mi? Sefalet içinde, beş kuruş parası olmasa bile sevdiği kadına mektup yazabiliyorken Orhan Veli, aşkının karşılığını alamamasının sebebi Ankara İstanbul arası dört yüz elli kilometre olamazmış gibi geliyor açıkçası bana. Sonuçta insan kalbinde taşımıyor mu sevdiğini? Yoksa çok mu romantik bir yaklaşım bu? Belki de gerçekten aşkı aşk yapan, tek taraflı olmasıdır, buradan gelir büyüsü. Hiç olmayacağını bildiğin halde vazgeçmiyor olmaktır belki de şiirler, şarkılar, mektuplar yazdıran. Ulaşamadığın her şeyin daha değerli olduğu bir dünyada en çok değer verdiğin şeyin, en ulaşılamaz olmasıdır normal olan. Bazen yanı başında olsa bile mesafeler varken aranızda, bazen dünyanın öbür ucunda olduğu için de mesafe girer aranıza. Sonuçta demiyor muyuz baştan beri, tek bir evrensel gerçeği var ise eğer aşkın; tek taraflı olduğu gerçeğidir. Aşkın binlerce tanımına bir tane de ben katkı yapacak olursam eğer; bir futbol maçı düşünün mesela. Günlerce, haftalarca, aylarca çalıştığınız, emek harcadığınız, düşündüğünüz bir maç olsun. Çıkıyorsunuz sahaya, doksan dakika elinizden geleni yapıyorsunuz, koşuyorsunuz, mücadele ediyorsunuz, çabalıyorsunuz ama bir gol yiyorsunuz ve kaybediyorsunuz. Maç bitiyor, insanlar yanınıza geliyor ve iyi oynadığınızı, kaybetmeyi hak etmediğinizi, üzülmemeniz gerektiğini söylüyor. Ama ne fark eder ki, sonuçta kaybetmişsiniz. Eğer her yazımın sonunda bir tavsiyede bulunuyorsam, bu yazımın tavsiyesi de şu olsun; siz güzel sevmeye bakın, yenmişsiniz yenilmişsiniz çok fark etmez. Sonuçta aşk sizin, karşınızdakinden bir şey beklemek olmaz. Alperen Efeoğlu 21702334 İnsandan Daha İnsan Devam filmleri için söylenen birçok söz vardır; bu filmlerin genelde para için yapıldığı, özgün içerikli eski filmdeki temaları tekrar ettiği söylenir. Hatta, Hollywood’un eski filmlerin devamlarını çekerek bu filmlere havalı görsel efektler ve heyecanlı savaş sahneleri ekleyip bir zamanlar yalnızca sanat kaygısı ile yapılmış, derin felsefi düşünceler içeren kült filmlerin o eksi büyüsünü bozduğu çokça rastlanan bir durumdur. Hemen söyleyeyim Blade Runner, bu filmlerden biri değil. Her ne kadar film, 2049 yılında geçse dahi film, içerdiği temalar ile günümüz insanına sesleniyor ve izleyicisinden kendisi hakkındaki farkındalığını, toplumun kendileri üzerindeki etkilerini yeniden değerlendirmesini sağlıyor. Blade Runner 2049, öncülünden miras aldığı varoluşçuluk, bireysellik gibi temaları genişletirken bunu zengin bir olay örgüsü ve iyi yazılmış karakterler ile yapıyor. 2049 yılında “Tyrell” şirketinin deyimi ile “İnsandan daha insan replikantların1” çıktığı filmde kapitalist bir distopya anlatılıyor fakat film her ne kadar gelecekte geçse dahi günümüz insanı hakkında değerlendirmeler bulunuyor. Bir 21.yüzyıl insanı olarak kendimi düşündüğümde, kendimi özel hissettirmemi sağlayan çoğu etmenin aslında toplumun bir diktesi olduğunu fark ettim. Sonra kendime, filmin de merkezinde ola, o soruyu sordum “Eğer tüm yaşamımız toplumdan etkilenerek gelişiyorsa o zaman nedir birey olmak, farklı olmak?” Cevabı aslında Ridley Scott, benimde katıldığım şekli ile veriyor: Kişinin fikirleri, inançları onu farklı kılar ve birey haline getirir. İnandığı değerler için çabalayan kişilerdir insanlar. İnsan türünün, dünyada yaşayan en eşsiz varlık olduğu düşünülür, öyle ki her insan yaşamışlıkları ile farklıdır. Blade Runner, dünyasında bu düzeni replikantları tanıtarak bozuyor. Belirli bir yaşa gelmiş çoğu insan, şu an olduğu kişiliği yaşadığı olaylar ile ilişkilendirir. Küçükken yaptığı hatalar, tanıştığı insanlar, şu anki düşünce yapısına doğrudan katkı sağlamıştır. Film bu noktadan hareket ediyor çünkü şirket replikantlara sahte anılar yüklüyor ve bu anılar onları gerçek bir insan gibi hissettiriyor. Günümüzde aynı durum farklı bir olgu üzerinden gerçekleşiyor. Nitekim Günümüz dünyasında insanların kendilerini farklı hissetmek için gittikleri yerler, zihinlerindeki anıları değil, alışveriş merkezleri. Scott’un düşüncesinin aksine günümüzde insanlar öylesine bir tüketim toplumu haline geldiler ki; içlerindeki boşluğu ilginç telefon kılıfları veya süslü fincanlar ile dolduruyor. Çoğu telefon reklamında “tarzınızı ortaya koyun, farklı olun” gibi sloganlar kullanılıyor. Gözden kaçırdıkları nokta ise, kişiyi özel biri haline getireceği inanılarak tüketilen birçok ürün aslında o zamanın modası tarafından kontrol edilmekte olup, zaten kitlelerce takip edilmekte olması. Yani kişiyi özel kıldığı düşünülerek tüketilen ürünler aslında kişiyi özel kılmıyor, aksine belirli bir kalıba sokuyor. Bir bağlamda bu kişiler belirli bir kitleye bağımlı birer tip haline getiriyor. Scott, bireyin kişisel farklılıklarının özgün anılar ile sahip olunabileceğini söylerken günümüzde insanların tüketimi bir farkındalık aracı olarak kullandığı görülüyor. Çoğu insan yeni aldığı spor ayakkabılarının veya lise anılarının kendini özel kıldığını düşünüyor. Gerçekte ise bu iki etmene de sahip olan çok kişi var. Filmde bu konu hakkında iyi bir analoji var; insan basit bir canlı sadece dört genden oluşuyor. Filmdeki K ise sahte anılara sahip işinden başka bir amaca sahip olmayan bir replikant. Bu bağlamda Scott, insan olmanın ne demek olduğunu K üzerinden anlatıyor. İnsan olmak, bir kişiliğe sahip olmak sadece nefes almak, görevlerini yerine getirmek demek değildir. İnsan olmak belirli ideallere sahip olmaktır. Zaten insanın farklı düşünebilmesi onu diğerlerinden ayırır. Düşünme eyleminin, insana özgü olduğu söylenip durulan bir ifadedir ancak düşünmekten kasıt burada dogmalara ve toplumsal normlara bağlı kalıp yaşamak demek değil bazen de kutunun dışını düşünebilmektir. İşte bu 1 Filmde bahsedilen ve iş gücü olarak tasarlanan yapay insanlar Alperen Efeoğlu 21702334 noktada Scott ikinci bir kavram olan “inanç”ı tanıtıyor. Bir insanın belirli bir ideali olabilir ancak politik ve sosyal hayatta kişilerin idealleri de çoğu zaman toplum tarafından şekillenmektedir. Nasıl şirketler, insanlara her birinin farklı olduklarını hissetmelerini sağlayacak bir ürünü on binlerce kişiye satıyorsa, bazı gruplar da fikirlerini dogmatik bir biçimde insanlara aşılıyor. Bunun sonucunda ise insanlar, tam olarak bile anlayamadıkları düşünceleri destekliyor ve bir amaca sahip olduklarını iddia ediyorlar. Gerçek şu ki insan olmak, ideallere körü körüne inanmak değil, bu düşünceleri benimsemek ve içselleştirmektir. İnsanlar, gerçekten arkasında durabileceği ve kalpten inandığı düşüncelere sahip olmalıdır. Büyük bir inançla sahip olunan idealler ise kişinin prensipleri haline gelerek, onu özgün bir birey haline getirir. Her insan, kendi varoluşunu bir nedene bağlamak ister. Kendi farklılıklarını bularak, evrendeki önemini ve eşsizliğini ispat etmeye çalışır. İnsanın eşsiz bir varlık olduğu söylense de bir kişi için kendini diğerlerinden ayıran tek farkı dahi bulmak zordur. Çoğu insana şirketler materyalist bir bakış açısı ile içindeki boşluğu kapatmaya sevk eder. Ne yazık ki bu insanları kategorileştirmekten başka bir işe yaramaz. Düşünceler de benzer şekilde çalışır, kitlelerce insan ne olduğunu dahi anlamadan bir izm’in peşinden koşar. Aslına insanı farklı kılacak etmen ise söylemesi basit ama uygulaması zordur. İnsanın arkasında durabileceği fikirleri olmalı ve bu düşüncelere kalpten inanmalıdır. Zaten bu şekilde kişinin kendi kuralları olur ve bunlara uyarak yaşar, böylece içselleştirebileceği bir düşünce yapısına sahip olur, hayatı boyunca yapacağı seçimler ise bu noktadan hareketle gelişir. K gerçek bir insan olmasa de yaptığı seçimler ile izleyicinin gözünde gerçek bir insana dönüşüyor. Yine filmde Freysa bu durumu etkili bir şekilde özetliyor “Gerçek bir gaye için ölmek bazen yapılacak en insancıl şeydir.” Kaynakça Blade Runner / [yaz. Hampton Fancher Michael Green, Philip K. Dick ; haz. Scott Ridley ; yön. Villeneuve Denis] / prod. Scott Ridley. - Warner Bross, Columbia Pictures, Sony, Alcon, 2017. Suçluyum! “J’Accuse”, yani suçluyorum... Ne kadar güçlü bir kelime değil mi? “İddia ediyorum” ya da “belki” den farklı. Direk, isabetli ve kızgın. En son ne zaman kullandınız bu kelimeyi? Öyle şakasına ya da birinin arkasından değil, direk suçlunun yüzüne söylemekten bahsediyorum. Belki de benim yumuşak doğamdan kaynaklanıyordur ama ben hiçbir zaman bu kelimeyi Emile Zola kadar kızgın ya da haklı kullanmadım, kullanamadım. Güçlü bir adam için güçlü ve haklı bir kelime. Başlığı okuduğumda Zola’nın beni de suçladığını düşünmemiştim ama mektubun sonunda suçlamanın bir tek zamanın hükümeti ve ordu yetkililerine yönelik olmadığını fark ettim. Bu mektup herkese yazılmış, suçsuzları suçlayan, haksızlıkları gizleyen, adaleti engelleyen ve bütün bunlara susan herkese yazılmış. Muhtemelen siz de suçlusunuz. Ben suçlu olduğumu biliyorum. Emile Zola kadar cesur olmadığım için suçluyum, sokaklara çıkmadığım için suçluyum, o sloganı atmadığım için, o pankartı hiç yazmadığım için... Emile Zola nasıl bu kadar cesur? Yoksa asıl soru, “ben nasıl bu kadar korkağım” mı olacaktı? O kalkıp zamanın hükümetine, ordusuna, generaline ‘’ Sizi adaleti engellemekle, insanlığa leke sürmekle suçluyorum!’’ diyebiliyorken biz niye kuyrukta önümüze geçen kişiye bile tavır sergileyemiyoruz? Neden ben onun kadar cesur değilim? Neden bu kadar suçluyum? Üzülerek söylüyorum ki günümüz Türkiye’sinde de bu mektupdaki şikayetler mevcut. İnsanlar, generaller, masumlar saçma suçlamalar ve sahte deliller ile göz altına alınıyor. Peki buna kim üzülüyor, kim bir şeyler yapıyor? Aile ve yakın arkadaşlar... Peki bizim ülkemizde Emile Zolalar nerede? Hiç tanımadığı biri haksız yere tutuklanınca gazetenin ilk sayfasına, ülkenin liderine yazdığı mektubu bastıran yazarlar nerede? Bütün suçluları teker teker suçlayan, hepsinin adını söyleyenler nerede? Tamam diyebilirsiniz; o tür yazarlar çoktan susturuldu ya da işlerinden oldular. Bazıları gazetenin beşinci sayfasındaki küçük köşesinden sesini duyurmaya çalışıyor, kimisi çoktan emekli oldu ve ülkeyi terk etti. Hiç kimse böyle büyük otoritelere karşı çıkmanın kolay olacağını söyleyemez. Hatta demokrasinin gelişmediği ülkelerde bu canınıza bile malolabilir- belki aklınıza bir gazeteci gelmiştir! Emile aldığı riskin farkındaydı. Bizzat mektubunda “ Bu suçlamalarda bulunurken, 29 Temmuz 1881 tarihli basin yasasinin 30 ve 31. maddelerine karşı geldiğimi, bu yasanın lekeleme suçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek kendimi tehlikeye atıyorum“, diyor. O tehlikeyi göğüsledi. Vatan haini olarak anılmayı, ömür boyu hapise mahkum edilmeyi göze aldı. Sürgüne gitmek zorunda kaldı. Biz niye sesimizi duyuramıyoruz? Başkalarını cesur olmamakla suçlamak kolay tabii ki. Ben kendime de bakıyorum ve utanıyorum. Bizim sesizliğimiz suça ortaklıktan başka bir şey değil. Zola bu suça ortak olamayacağını gayet açık ve net söyledi. Vicdanının buna el vermeyeceğini söyledi. Peki biz niye hükümetimizin işlediği suçlara ortak olurken bu kadar rahatız? Kimi sadece ekrana veya gazeteye bağırıyor, kimi haber izlemeyi, günceli takip etmeyi bırakıyor. Cehalet mutluluktur. Belki de sebep budur. Gözlerimizi yummak, sonsuz bir rüyaya dalmak ne kadar tatlı değil mi? Rüya âlemi, her istediğimizin gerçekleştiği, her acının sahte olduğu bir mekan. Uyumayı mı tercih ederdiniz, yoksa sabah erken bir saatte soğuk ve karanlık yatak odanıza geri dönmeyi mi? Ben suçluyum çünkü ben pes ettim. Ben gözümü yummayı tercih ettim. Umudumu yitirdim, ne halleri varsa görsünler, dedim. Haberleri, gazeteyi bir yana bıraktım. Bu yüzden suçluyum. Sesimi duyurmamaya karar verdim. Bir sesim olmazsa onu duyurma ihtiyacım da olmaz dedim. Ben susarsam, hayatları kabusa dönen insanları görmezden gelirsem her şey yolunda gider diye düşündüm. Fakat gel gör ki Türkçe dersi için bu mektubu seçtim ve bu mektup işlediğim en büyük suçu büyük bir dalga gibi yüzüme vurdu. Türkiye’de suçlu çok, dünyada daha da çok. Bu haksızlıkları yapanlar bu kadar cesur, daha doğrusu yüzsüz olabiliyorken haklı olanlar niye Emile Zola kadar cesur olamıyorlar? O zamandan bu güne kadar neler değişti? Teknoloji insanlığı cidden koyunlaştırdı mı? Niye bu kadar çekingeniz. Niye hakkımızı aramıyoruz, niye başkalarının haklarını savunmuyoruz? Herkesin bir cevabı vardır ama bahaneleri bir kenara atıp işe koyulana, sesimizi yükseltene kadar hepimiz suçluyuz. İsmet İnönü’nün de dediği gibi: “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur”. Babaoğlu, 1 Beste Babaoğlu ID: 21300881 Section:14 Tarih: 2.12.2014 Öğretmen: Başak Berna Cordan Ödev numarası:4-2 Hayata Dokunan Tarifler Yekta Kopan’ın ‘’Aşk Mutfağında Yalnızlık Tarifleri’’ yaratıcı adıyla bende merak uyandırmasının yanında beni kitaba çeken insanların yorumları ve öykülerdeki karakterlerin yalnızlıklarından şikayet eden tipler olması oldu. Ben de bir nevi etrafımdaki kalabalıkların beni ittiği yalnızlıktan şikayet eder dururum. Bu sebeple yazarla güzel bir bağ kurdum. Kitapta birbirinden farklı on tane olay yer alıyor ve bunların her biri başka ilişkiler üzerine yazılmış olsa da bizi tek bir noktaya çıkarıyor. Pek yaratıcı öyküler diyemem ama çok içten, hayata dair, insana dokunan cinsten bir eser olduğunu söyleyebilirim. Genel olarak kitapta işlenen tema ve benim üzerimde yarattığı etkiyi iki başlık altında toplayabilirim: yalnızlık ve hüzün. Öncelikle kitaba da adını veren ve ilk kısımda yer alan öyküden başlamak istiyorum. Kitapta ayrı ayrı yazılmış ve hepsi kendince adlandırılmış olan tam dokuz öykünün içinde hiç şüphesiz söyleyebilirim ki Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri en çok beğendiğim kısımdı. Bu öyküde yazar, zamanın da sağlamış olduğu kolaylıkla aslında unuttuğunu sandığı eski sevgilisini tesadüfen görmesiyle yaşadığı duygu karmaşasından bahsediyor. Karşılaştıkları an, tabi ki tek taraflı olarak, kaybettiğini düşündüğü tüm hisleri ve yaşadıkları acı tatlı bütün anıları resmen aklını esir alıyor. Daha çok kendi kendine yapmış olduğu iç konuşmaları okurken bunlara hayran olmaktan kendimi alamadım. Öncelikle, herkesin yaşamış olduğu veya olabileceği duygulardan kaynaklandığını düşünüyorum ama kesinlikle kendi hayatımla çok fazla benzerlikler buldum. Beni en çok bu nedenle etkiledi çünkü satırları okurken daha cümlenin sonunu görmeden neler geleceğini tahmin edebiliyordum. Şu an düşünebilirsiniz bunun neresi etkileyici diye? Hiçbir orijinalliği yok. Sonunu bildiği bir şeyden insan zevk alamaz ki… Evet, dışarıdan ben de böyle düşünürdüm fakat benim bahsettiğim olay tam olarak öyle değil. Dikkat çekmek istediğim nokta: Yazarın benzer olaylara göstermiş olduğu farklı yaklaşımı sayesinde benim hayatımı da o yöne çekmesi. İnsan hayatının bazı dönemlerinde Babaoğlu, 2 etraflarındaki kalabalıktan sıkılır ve uzaklaşmak ister. Yalnız kalmak, sadece kendiyle olmak… Bu durum hiç beklemediği anda ve en son düşündüğü kişiden geldiğinde ise afallar. Bunalıma girebilir, tüm hayat enerjisi azalabilir ve etrafından soğuyabilir. Artık yalnız kalma isteği yoktur. İşte bu noktada, yazar bana yalnızlık duygusunun tarifini kendimce tekrar tekrar sorgulamam gerektiğini verdiği kendine has ‘’Yalnızlık Tarifleri’ ’yle göstermiş oldu. Farklı farklı ilişkiler işlenmiş öykülerde ve yine beni başka bir açıdan etkileyen yazısı ‘’Düş Eş’’ oldu. Baba-oğul arasında geçen konuşmalardan yola çıkılarak aslında ailenin, çocukların hayatları üzerindeki etkisi çok güzel kaleme alınmış. Eski dönemlerdeki baba figüründen yola çıkılarak bir babanın kendi oğlunun geçmişten günümüze tüm hayatını etkileyecek olan davranışlarına dışarıdan bir göz olma ayrıcalığı yaşadım. Karakterimiz, kendisinin babasıyla olan benzerliklerini sorgularken ben de kendimi düşünmekten alıkoyamadım. Şu an beni ben yapan şeylerin tümünün mimarisi ailemmiş meğerse. Olaylara verdiğim tepkilerin, seçtiğim doğruların sadece kendime ait olduğunu düşünürken hepsinin yazarının ailem olduğunu fark ettim. Bu öyküyle yolum kesişene kadar tüm kontrolün bende olduğunu sanıyordum. Hayatımı ne de güzel idare ediyordum aslında. Tabi ki etkileri olduğunu biliyordum ama bu denli bir senaryonun içinde olduğumu hiç düşünmemiştim. Bundan kaçış yok. İsteyerek ya da istemeyerek bir şekilde aile kavramı hayatımızı şekillendirmeye devam ediyor. Zor bir seçim olmuştu benim için, fazla seçenek vardı fakat çok doğru karar verdiğime eminim. Bu kitabı bir şekilde hayatıma katmalıydım ve o zaman şu anmış. Resmen hayata dair bir yapıt olmuş. Dokunaklı, içten… Belki de çok basit, bilindik dediğimiz olaylar kaleme alınmış. Eğer kitabı tam anlamıyla hissedebilirseniz, yazar hayatınızın fark etmeniz gereken taraflarıyla yüzleşmenize olanak sağlıyor. Her daim size yol gösterebilecek, sizi siz yapan tarifler bulabileceğiniz bir eser. Başucumdaki yerini aldı bile. Kitabın arkasında da yazıldığı gibi: Kahkahası ve gözyaşlarıyla doyasıya yaşanan yalnızlıkların kitabı… Kaynakça Kopan,Yekta. Aşk Mutfağında Yalnızlık Tarifleri. İstanbul: Can Yayınları, 2014. Babaoğlu, 3 AİT OLMA GEREKLİLİĞİ Aidiyetsizlik… İlk ne zaman tanıştım bu duyguyla bilmiyorum. Biraz aykırı ve belki de anlamsız bir şekilde çekici kimine göre bu duygu. Sonsuz bir özgürlük, hep bir çekip gitme hali belki de ilk çağrıştırdıkları… Benim aidiyet duygum daha 3 yaşındayken babamın işi için kısa süreliğine de olsa Almanya ya taşınmamızla bozuldu. Doğduğum, kısacık 3 yılımı geçirdiğim, az çok dilini konuştuğum ülkeden, kalabalık akraba yemeklerinden, o çok sevdiğim anneannemin ve dedemin huzurlu kollarından bir anda kopup ne olduğunu anlayamadan kendimi Hamburg’da buldum. Gerçekten de ne olduğunu anlayamamıştım. Babam iki yıl boyunca Hamburg Üniversite’sinde misafir profesör olarak çalışacaktı, annemle ben de babamın peşinden gitmiştik. Daha ilk günlerden sevememiştim sanki bu yeni ülkeyi. Yaz olmasına rağmen hep yağmur yağıyordu, oysa ben yaz diye tıpkı İzmir’deki gibi yazlığa gideriz, plajda kova kürekle oynarım sanmıştım. Konuşulan hiçbir şeyi anlamıyordum, Dünya da yaşayan herkesin bir tek dil konuştuğunu sanmıştım oysa burada herkes Almanca diye bir dil konuşuyordu. Mavi gözlü, sarışın devlerin dünyasına gelmiştim ben. Bambaşka benim ait olmadığım bir dünyaya… Orada bir yabancı olduğumu bilerek, oraya ait olmadığımı bilerek Almanya da iki sene geçirdim. Ait olduğunu sandığım ülkeye geri döndüğümdeyse tek hissettiğim duygu yine ve yine aidiyetsizlikti. Almanya’daki düzenden, sakinlikten sonra Türkiye çok gürültülüydü, sokakta dilenciler, yüksek sesle bağıran ağlayan çocuklar… Sanki hep korkunç bir şey olabilirmiş hissi vardı bu ülkede. Akşamları haberleri izlerken bu korkunç şeylerin gerçekten de olduğunu görürdüm. Ölen insanlar, trafik kazaları, vatandaşını çok düşünen belediyelerin adeta bubi tuzaklarıyla kuşattığı sokaklarda o tuzakları aşamayıp, yaralanıp, ölen insanlar. Ben bu korku hikâyesi ülkeye de ait olamazdım, olmamalıydım. Orta sınıf dramına çevirmek istemem bu kısa hikâyeyi. Aslında beraberinde getirdiği tatlı huzursuzluğun dışında ait olamamak aslında bir şanstı… Daha küçük yaşlardan itibaren eleştirel bir göz kazandım, hiçbir ülkeye, düzene, gruba ya da arkadaşa körü körüne bağlanmadım. Daha küçük yaşlarda ülkemde olan bitenlerden haberdardım. Eşitsizliğin, ayrımcılığın, tabulaşmış düşüncelerin farkına ne kadar şanslıyım ki üniversite sıralarında değil daha çok önceden vardım. Daha 15 yaşımda, sınıf arkadaşlarım anne babalarıyla paket turlarla güvenli Avrupa ülkelerini gezerken, tek başıma, cebimde çok az bir parayla Doğu Avrupa’yı keşfe çıkma cesaretini gösterebildim. Amacım ait olabileceğim bir düzen ya da ülke aramak değildi, zaten hayattaki en büyük amacı tüm ülkeleri ve kültürleri deneyimlemek olan biri için kendini bir ülkeye ya da topluma ait hissetmek ne kadar gereklidir ki? Bu yüzdendir ki Esmahan Aykol’un Türkiye’de doğup büyüyen, babasının işi nedeniyle 10 yaşında Almanya’ya dönmek zorunda kalan, tüm dünyayı gezdikten sonra İstanbul’da yaşamaya karar veren Alman vatandaşı Kati Hirşel’in başından geçenleri anlattığı Kelepir Ev adlı romanını tekrar tekrar okurken kendimi hiç de yalnız hissetmiyorum. Kati’yi neden bu kadar çok sevdiğimi biliyorum. İkimizin de hayatını özetlemeye yetiyor bir kelime : ‘aidiyetsizlik’. “Beş yaşındaki kızını birtakım köklü okulların, mesela Alman Lisesi’nin anaokuluna yazdırmak için çırpınan bir kadın olmak istiyordum deli gibi. Böyle dertlerim olmasını istiyordum hayatta. Yaşıma uygun dertlerim.”(Kelepir Ev ,20) Kati’nin ağzından yazılmış bu sözler ait olmadığı bir toplumda yaşarken Kati’nin yaşadığı gelgitleri ve bu dertlerine espriyle bakışını özetliyor. Kendimin de çok yoğun yaşadığı gelgitler bunlar. Bazen, herkes gibi olabilmek, gördüğün yanlışların, saçmalıkların bir parçası olmak en kolayı… Ancak insanın bir kez ait olamadığını hissettiğinde ait olmak için çabalamak boşuna. Güvenli yuvasından çıkmaktan korkmayan , “Kral Çıplak” diye bağırma cesaretini gösterebilen, öğretilen gerçeklere körü körüne bağlanmayı reddeden, tüm yaşamları, ülkeleri, kültürleri kucaklama isteğiyle yanıp tutuşanların, çevresinde olup bitenin farkında olan ve buna rağmen hayatla, düzenle dalga geçmeyi bilenlerin tutkunu olacağı bir roman Kelepir Ev. Romanın birinci ağızdan yazılmış olması daha da samimi kılıyor hikâyeyi ve sanki Kati ile karşılıklı dertleşiyormuş hissine kapılıyorsunuz. “Şüphesiz Türkleşiyordum. İnsanların kalbini kırmamak, dostlukları bozmamak, başıma dert almamak için gerçekleri de söylemek istemiyordum artık. Kadın arkadaşlarımın inek yalamış gibi duran kafalarına bakarak ‘Yeni saçın harika olmuş’ diyor, oturunca kucaklarına düşen göbeklerini göre göre ‘Yok canım senin neren şişman’ diye iltifat ediyordum” (Kelepir Ev, 169)Romandan bu alıntı, okurken hem düşünüp hem de güleceğinize dair küçük bir ipucu. Herkese ait olduğunu hissettiği yaşamda mutluluk ve huzur dileyerek yazımı bitiriyorum. Turhan Seçilmiş 21401181 EMEKLER VE UMUTLAR Nobel ödüllü Gabriel Garcia Marquez ile edebi anlamda tanışmam,bildiğiniz üzere ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı romanı ile olmuştu. Bu büyük yazarın hiç düşünmeden başka bir kitabını alıp okuyacağımı biliyordum. Kitapçıda yaptığım kısa turdan sonra,Marquez’in ‘Albaya Mektup Yok’ adlı uzun öyküsünü buldum. Sırf kitabın arkasında bulunan tanıtımı bile beni çok etkilemişti. Daha o dakikadan itibaren,günümüzde aktif olarak görev yapan ve emekli olmuş askerlerin hayatlarını düşünmeye başladım fakat kitabı okudukça kitabın aslında sadece emekli bir albayın hayatının yanında Kolombiya İç Savaşı’ndaki hayatı resmeden bir tablo olduğunun da farkına vardım. Kitap, Bin Günlük Savaş sonrasında kaotik bir hal almış Kolombiya’da geçiyor. Peki nedir bu ‘Bin Günlük Savaş’? Bu savaş: Yeni kurulmuş olan Kolombiya Cumhuriyeti’nde liberal ve muhafazakar parti ile radikal gruplar arasında gerçekleşmiş olan ve liberal parti karşıtlarının iktidarı kaybetmesiyle sonuçlanmış, Kolombiya ekonomisini ise berbat hale sokmuş bir iç savaş. Sonrasında yaşananlar ise ülkemizde de yaşanmış, ülkenin geriye gitmesine de neden olan 12 Eylül ve 27 Mayıs darbelerinden pek farklı değil. Gerek ülkede sıkıyönetimin uygulanıyor olması gerekse akşam belli bir saatten itibaren uygulanan sokağa çıkma yasakları ,bu benzerliği yaratan etmenlerden bazıları. Yazar değindiği bu konularla savaş sırasında ülkede uygulanan,bizim ise 21. yüzyılda bile hala maruz kaldığımız baskı ve sansür politikasını gizliden gizliye ele alıyor.’’ En iyisi Avrupalılar buraya gelsin biz de oraya gidelim, böylelikle herkes kendi ülkesinde neler olup bittiğini öğrenebilir’’ derken,albay sansürü açıkça vurguluyor. Emekli olmuş bir albayın hissettiği değersizlik ve içinde beslediği milliyetçi duyguların boşa çıkmış olduğunu anlaması ,kitabın anafikrini oluşturuyor.Yıllarca ülkesi için savaşmış,bireysel olarak büyük fedakarlıklar yapmış kahramanımız,ülke genelindeki yozlaşmanın ve problemlerin kendi özeline de yansımasıyla kendisini büyük bir açmazın içinde bulmuştur.Ülkesi için büyük hayallerinin yerini zaman içinde kendi geçimini sağlayabilmek almıştır. Ülkesi ise ona bu fedakarlıklarının karşılığını vermemiş ve onu umutsuzluğa sürüklemiştir. Albay onbeş yıl boyunca bıkmaksızın her cuma, verdiği emeklerin karşılığı olan aylığını alabilmek umuduyla şehirden gelen gemiyi beklemeye gider ve her seferinde eli boş döner;fakat umudunu hiçbir zaman yitirmez. Gabriel Garcia Marquez albayın her cumaki yılgınlığını öyle bir yaşar ve yaşatır ki bir dahaki cumayı okumak istemezsiniz ama o limana gitmekten hiç vazgeçmez. Bu da umudun hayatımızdaki önemine yaptığı bir vurgu bence.Peki, nedir umut? Umut; beklemektir, sabırdır, heyecandır,unutmamaktır,inanmaktır bağlanmaktır. Kısacası umut yaşıyorum demektir, hem kendisi hem ülkesi için. “Umudun bittiği yerde herşey biter.” der ünlü filozof Friedrich Nietzsche. Marquez umudu, kitapta oğullarından kalan ve onlar için manevi değeri yüksek olan horoz ile vurgular. Albay ve karısı içinde bulundukları büyük sıkıntı nedeniyle horozu satmak veya dövüşlerde kullanmak arasında bocalar. Horozla ilgili yaşadıkları çıkmaz sadece kendileri için değil tüm toplum içindir aslında… Horozu öldürmek veya satmak ülkelerini yok edip satmaktan da farksızdır onlar için. Hikaye boyunca sansür ve baskı rejimini oldukça etkili vurgulayan yazar, ülkemizde de basın özgürlüğünün yok olması ve özgür düşüncelerini bizlere aktaran gazetecilerin hapislerde yatması gibi senaryoların yüzyıllar boyu aynı olduğunu acı biçimde bizlere yansıtıyor. Bundan önce hazırlamış olduğum ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı eserinde işlenen tema ülkemizin de kanayan yaralarından biri olan töre cinayetiydi. Marquez’in bu kitabı ise yine ülkemizin bir başka kanayan yarası olan sosyal adaletsizlik ve demokratik yaşam haklarımızdan her geçen gün biraz daha mahrum bırakılmamızı anımsatıyor. Umarım bu evrensel problemler dünya döndükçe dillendirilmek durumunda kalmaz. Modern Çağın Kızılelma’sı Konuşurken kendisinden tek bir “Iıı…” sesi duymadığınız, ağzından çıkan her kelimenin yerli yerinde olduğu bir kimse biliyor musunuz? Ben biliyorum. Kendisini defalarca dinlememe rağmen şimdiye dek konuşurken ne bir duraksadığını gördüm ne de dilimizi yanlış bir şekilde kullandığını. Tahmin etmesi belki zor ama tertemiz Türkçesiyle Yavuz Bülent Bâkiler’den bahsediyorum. Kendisini sözlü şekilde ifade ederken üstün bir belagat örneği sergileyen bu zatın yazdıklarını varın siz düşünün! Peki kimdir Yavuz Bülent Bâkiler? Kendisini, bir asırdır süregelen köklü Turan mefkûresine adamış bir dava adamı… Davasını Türk – İslam coğrafyasına ve Türkçeye dair eserleriyle, hazırlayıp sunduğu pek çok radyo ve televizyon programıyla ve verdiği sayısız konferansla temsil eden Bâkiler, Altaylardan Tuna’ya uzanan uçsuz bucaksız sahada kök salmış millî tarih ve kültürümüzün Anadolu’da yetişmiş mümtaz evlatlarındandır. Her bir eseri Türk dili ve coğrafyası bakımından ayrı bir kıymete sahip olan bu aydınımızın, ismi bile Anadolu kokan Harman kitabına bir göz atalım isterseniz. Harman’da bazen ana özlemi dile getiriliyor bazense gençlik aşkları. Şair kimi zaman yalnızlığından kimi zaman da İstanbul sevgisinden dem vuruyor. İçerik yelpazesi geniş sayılabilecek bu eserin ağırlık merkezini ise şairin Türkiye sevgisi ve Turan ideali oluşturuyor. Bu temalara tek tek dokununca bakalım neler çıkacak? Ne güzel hayatı analarla yaşamak Yürekleri temiz, alınları ak. Duyguları bile haramdan uzak, Sıcak analar bilirim. Yurdumuzun, yuvamızın orta direği… Dünyadaki varlıkların en mübareği. Elimize diken batsa yüreği, Yanacak analar bilirim. (Bâkiler, s.10) mısralarında çok yalın ve içten bir dille anaya atfedilen kutsiyet, kendi anamdan epeydir uzak oluşumdan mıdır bilmem yaşarttı gözlerimi. Aah analar! Yine şairin ifadesiyle “duaları üzerimizde olmasa, sırtımızı verdiğimiz duvarların yıkılacağı” şefkat abideleri… Pek dışa vuramam hislerimi. Bu yüzden nasıl desem bilemedim ama hislendirdi beni bu ana bahsi. Neyse… Şairin kalbinin biraz daha derinine inip sevdalandığı güzele Ne derse aldırma şimdi artık el. Gel bir akşam yine türkülerle gel! İstanbul seninle çok daha güzel İstanbul’dan güzel hayal sen misin? (Bâkiler, s.99) diye seslendiğini duyar duymaz Uğur Işılak’ın bir o kadar güzel dörtlüğü geliyor hatırıma: Ah nergis bakışlı yâr Gözünde İstanbul var En az gözlerin kadar İstanbul’u özledim Sevdiği kadınla İstanbul’u özdeşleştirip aynı satırlarda zikretme, edebiyatımızda az görülen bir şey değil aslında. Bu dizelerse türünün en güzel örneklerinden. Öte yandan şairin içe dönüklüğü, bazen de yalnızlık ve ölüme değinmesiyle gösteriyor kendini. Siz de bizim gibi bir gün öleceksiniz: Garipçe, yetimce, dulca… (Bâkiler, s.169) diyerek kabre götüren o tahta atın tek kişilik olduğunu vurgularken Arzularınız kadar güzel, arzularınız kadar sıcak Bir ölüm meleği gülecek pırıl pırıl Ağzınız açık kalacak. Allah’ın rahmeti yağacak üstünüze Avuç avuç, kucak kucak Ve sessiz sedasız yolculuğunuz Fatihalarla başlayacak… (Bâkiler, s.169) derken de tıpkı üstad bellediği Necip Fazıl gibi ölümün hiç de korkulası bir olgu olmadığını anlatır. Zaten edebiyat, insanoğlunun üzerinde istisnasız hemfikir olduğu en büyük hakikat olan ölümü sevimli kılmak için en tesirli vasıtalardan biri değil mi? Evet, asıl değineceğimiz kısımlar olan Türkiye sevgisi ve Turan idealine gelelim. Kitabın ilgili bölümüne isim veren “Türkiye’m, ana yurdum, sebebim, çarem!” hitabı, bir insanın vatan sevdasını en samimi şekilde özetleyen bir ifade. Bu başlık altında yer alan şiirler de çocukluk hatıralarından olgunluk çağının acı tatlı pek çok tecrübesine uzanan yaşanmışlıkların son derece candan, sıcak ve duru bir şekilde resmedilmiş hâli aslında. Kalender Anadolu insanının yoksul sofrasından nesiller boyu süren kan davalarına, köy akşamlarının sessizliğini bozan kurbağa seslerinden zaten fakir olan insanımızın sırtına askeriyle, vergisiyle bir de devletin vurduğu ağır yüke kadar pek çok gerçeklik süzülüyor kâğıda şairin yüreğinden. Zaten Bâkiler’i “sözün ressamı” olarak gören Azerbaycanlı mütefekkir Sabir Rüstemhanlı ve şiirlerini “yaşantı şiiri” olarak niteleyen Mehmet Kaplan da bunun muteber tasdikçileri. Turan ve milliyetçilik ekolüne gelince; başta kuru Türk(çü)lük nutukları çeken Nihal Atsız’ın düşüncelerinden etkilenen Bâkiler, devamında Atsız’ın sığ ve batıl fikirlerini olması gereken potada eritip onlara İslam libası giydirerek gerçek milliyetçiliğin, gerçek Turancılığın destanlar şairi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’yla beraber, Cumhuriyet devrindeki en büyük temsilcilerinden olduğunu Yeniden inanmak Yaradan’a huzurla En son elçisini şahdamar bilmek Bir Hun türküsüyle, Selçuklu yüreğiyle Yeniden Türklüğe eğilmek. (Bâkiler, s.49) gibi pek çok mısralarda ispatlıyor. Lakin ne acıdır ki günümüzde özellikle de milliyetçi/Turancı camianın genç kuşağında Bâkiler ve onun gibi birçok mütefekkirin iyi bir ihtimalle yalnız adı biliniyor. Ne doğru dürüst bir eserini okuyan var ne de fikirlerini irdeleyen. Hâlbuki böyle olmamalı. Zaman denen büyük müfessir, eşya ve hadiseler üzerinde baş döndürücü bir hızda pek çok inkılaba sebep olurken bütün bu değişim ve dönüşümlerin atisi içinde en gür sese sahip olmayı gaye-i hayal edinmiş modern çağın alperenlerinden beklenen; ızdırap dolu ve fikir sancısıyla yoğrulmuş dimağlar olmaları, ecdadın faziletlerini anlatmakla yetinmeyip onların ahvalini hedeflerinin alt sınırı olarak belirlemeleri, hak ve hakikatin ihyası ve şairin tabiriyle cihanı “Yunus Emre gibi atsız pusatsız fethetme” gayretinde olmalarıdır. Son derece ümitvarım ki Anadolu toprakları, böyle bir diriliş neslini yetiştirme potansiyeline sahiptir ancak bu cevheri açığa çıkarma adına biraz titreyip kendimize dönmek gerekmektedir. Bu da kanaatimce, modern çağın Kızılelma’sıdır. Muhammed Ebubekir Celayir Korkularımı Yenmeyeceğim Biz daha doğmadan, anne karnında suyla haşır neşir oluyoruz, suyun içinde yaşıyoruz âdeta. Bunu öğrendiğimden beri insanların suya, denize olan korkusunu hiç anlamam. Belki de beni 5 yaşımda denize bırakıp artık kendi kendine yüzeceksin alış artık buna demelerindendir. Suya, denize olan bağımlılığım, sevgim bir başkadır benim. Asla korkmadım, korkmamda bir sürü kötü tecrübe yaşamama rağmen. Yaşayabilir, şu an bende sudan korkan ve saatlerce denizde kalmayı bırakın, ayağını bile sokamayan bir insan olabilirdim. Ama ne yazık ki insanlar birbirlerini korkularıyla yargılarlar. Çünkü korkularıdır insanları güçsüz kılan. Aynı zamanda korkularıdır insanları insan yapan. Defalarca sevdikleri tarafından kırılan, en yakını tarafından dolandırılan ya da en basitinden geçmişte yaşadığı kötü bir anısı yüzünden yavru bir kediden bile korkan insanın ne kadar üstüne gidip ‘korkularında yüzleş, onları yen artık’ diye emir verebiliriz ki? Aldatılan bir kadının tekrar aldatılma korkusunu yenip size körü körüne bağlanmasını nasıl sağlayabilirsiniz mesela siz erkekler? Ya da küçükken onu terk eden kedisi yüzünden kazandığı terk edilme korkusunu nasıl bir anda silip hayatına devam etmesini isteyebiliriz bir düşünsenize. Bunlar verebileceğim en basit örnekler elbette. Daha önce de dediğim gibi korkular insanı hem güçsüz kılar hem de insanı insan yapan en önemli şeylerdir, hayatı şekillendirir, yönlendirir. Balık Öyküleri kitabında Grey’in şöyle bir notu var; ‘’ Önemli olan, balığın peşinde denizler, dalgalar açmaktır, onları öldürmek değil...’’(syf.53). Bu cümlede geçen balıkları korkularımıza, denizleri ve dalgaları da bizlerin hayatına benzettim ben. Korkularımızı yenmek, dahası onları öldürmek zor ve zaten böyle bir şeye de gerek olduğunu sanmıyorum. Önemli olan korkularımızı yenme safsatasından kurtulup onlarla yaşamayı ve onları kabul etmeyi öğrenmek. En azından daha basit ve sancısız bir yol bu bana göre. Çünkü insanların bana neyi yapmalıyım ya da neyi yapmamalıyım diye verdikleri gereksiz öğütlerden ve korkularımla var olup onları kendi çapımda kabullenmeme rağmen insanların hâlen bu korkularıma aşina olmak istememelerinden aşırı bunaldım. Uçsuz bucaksız denizlerde, sonsuz okyanuslarda korkusuzca yaşamak, beni ben yapan, zayıflıklarımla, hatalarımla, kusurlarımla var olup kimseye hesap vermeden uzun ve huzurlu bir uykuya dalmak istiyorum artık. Her ne yaptıysam ve neyin bedelini ödüyorsam bu cezanın bir sonu olmalı artık. Çünkü ben çok yoruldum ve bu yorgunluğun getirisi olan asık suratım ve zehirli kelimelerimle insanları daha fazla incitmek ve onlara laf yetiştirmekle harcadığım zamanımı beni hak eden ve bana değer veren kişilere veremediğim için pişmanlık yaşamak istemiyorum daha fazla. Bazı insanlar etrafındaki güzellikleri göremeyecek kadar kör, bazı insanlar ise fazlasıyla acımasız ve gereksiz geliyor artık. Zamanında hayatımı ne kadar mahvedecek, korkularımla alay edip güçlü yanlarımı değersiz kılacak ve zayıflıklarımı gün yüzüne çıkarmayı görev bilecek insanları hayatıma soktuysam, bunun cezasını yeterince çektiğimi düşünüyorum. Artık ben de mutlu olmak, etrafa ışık saçmak, yaptığım ufacık hatalardan pişman olup bedel ödememek ve iç huzurumun eski hâline dönmesini istiyorum. Bunların gerçekleşmesi için de en ufak bir çaba sarf etmek istemiyorum açıkçası. Çünkü ben bunları çoktan hak ettim! Herkesten çok hak ettim hem de. Sadece bana uygun en mavi okyanusta beni seven ve bana değer veren, beni korkularımla kabul eden ve bu korkularımın başıma açtıkları sorunlarda bana destek olan insanlara ihtiyacım var. Artık bu dünyada yaşamaya değer ve yaşadığım her dakikaya minnet duyacağım anlara ihtiyacım var. Özgürlük Sokakta “Başkaldırıyorum öyleyse varım.”1 diyerek Descartes’ı anan Albert Camus geliyor aklıma. Hayatım boyunca, toplumun bana öğretmeye çalıştığı tüm değerleri kabul etmeden önce sorgulamam gerektiğini küçük yaşta öğrendim. Üç yaşımda elime oyuncak olsun diye süpürgeyi tutuşturup bana kadın olarak yerimi öğretmeye çalışan toplum, bana kendisine güvenmemem gerektiğini küçük yaşımda öğretmişti. Bir baskı altında büyüyen insanları düşünüyorum. Bu insanlara üzülüyorum ancak bir noktadan sınra karşı koymadıkları için bu insanlara kızmaktan kendimi alı koyamıyorum. Belki de ben şanslı bir insandım, bunun yanlış olduğunu küçükken kavradım. Ancak, “ben babamdan böyle gördüm” diyerek at gözlükleriyle dörtnala koşan insanlar her yerde, bunun farkındayım. Son zamanlarda izlediklerim gördüklerim yaşadığım çevreye dayanma eşiğimi giderek düşürmeye başladı. Kırk beş çocuğun tacize uğramasını “bir kereden bir şey olmaz” diyip sineye çekenlerden, devletin yarattığı terörü meşru görenlere kadar o kadar çok şeye kızıyorum ki. Öfkem bana sürekli bir şey yapmam gerektiğini söylüyor. Ancak öyle bir zamandayız ki bir katliamın hesabını sorarken başka bir katliama kurban gider olduk. Peki, bu şartlar altında Camus’nün öğütlediği gibi canımız pahasına başkaldırmaya devam edebilecek miyiz? İşte La Haine, canından başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan üç gencin her şeye rağmen devlet terörüne karşı ayaklanmasını anlatıyor. Film, zamanında ırkçılığı ve sosyal sınıf farklılıklarını eleştirmesiyle büyük ses getirmiş. Bu ses yıllardır hor görülen, ezilen azınlıkların çığlığı desek hiç yanlış olmaz. Filmde en sevdiğim sahne şüphesiz ki Said’in billboarddaki “Bu dünya sizindir.” yazısını “Bu dünya bizimdir.” diye değiştirmesi. Çünkü biliyorum “siz” dili her zaman ötekileştirir. Direnişin dili ise her zaman “biz” olacaktır. Devlet mi birey için vardır, birey mi devlet için? Bu yıllardır süregelen bir tartışma. Benim için bu sorunun cevabı apaçık ortada. Daha büyük amaçlar için kendini feda eden daha doğrusu başkalarının kendisini feda etmesini isteyen insanları bir türlü anlayamıyorum. Son zamanlarda belki de duyduğum en doğru düşünceyi tekrarlıyorum “Uğruna ölünecek davalar vardır, ama hiç biri uğruna öldürmeye değmez.”2 Takım tutar gibi fanatikçe insanı değil devleti tutan insanlar var çevremde. Bu insanlar her yerdeler. Benim gibi düşünen insanlar da azınlıkta ve delirmenin eşiğindeler. Azınlığın haklı sesini fütursuzca bastırmaya çalışan bu kalabalığa inat bizi ayakta tutan tek şey ise öfkemiz. Belki de filmle aramdaki bağı en çok ana karakterlerde kendi öfkemi görmem kurdu. O haklı öfkeyi ben her gün yaşıyordu. Gözü dönmüş bir devlet tarafından katledilen kardeşlerimi düşünüyorum. Bu insanlar şuan aramızda olsalar bize ne derlerdi bu soruyu her gün kendime soruyorum. Bu insanlar neden öldü? Aklıma Cemal Süreya’nın şu dizelerinden başkası gelmiyor: “Yaşayanlar unutmuştu bizi /Biz öldüğümüzle kalmıştık” Gerçekten, biz bu insanları neden unutuyoruz? Biz bu insanların hesabını niye sormuyoruz? Niye sorgulamıyoruz? Niye çocuklarımızın da böyle yetişmesine izin veriyoruz? 1 Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014. 2 Camus, a.g.e. La Haine bana kendi toplumum gibi düşüş halinde olan bir toplumu gösterdi. Bir sahnede polislerin, protestocuları dövmek için sokağa çıkan kalabalığa müdahale etmemesi filmdeki nefretin benim ülkemdekiyle tıpatıp olduğunu kavramamı sağladı. Filmdeki insanlar aslında benim her gün sokakta yanından geçtiğim insanlardan farklı değildi. Bu yüzden filmin sonunun bizim yaşayacağımız son olduğundan emin oldum. Filmin en zekice kurgulanmış noktası ise şüphesiz ki Vinz’in "Önemli olanın düşüş değil, yere çarpıştır." sözü. Çünkü film, anlatmak istediğini dolandırmadan, açık seçik bir şekilde anlatırken insanoğlunun düşüşünü çok net bir şekilde göstermiş ve inişte yere ne kadar sert çakıldığımızı gözler önüne sermiş. Film belki izleyenin canını yakıyor hatta ciddi bir umutsuzluğa sürüklüyor ancak izleyici izlediğinin gerçekliğinden şüphe duymuyor. Kaynakça Kassovitz, Mathieu. Protesto. 1995 Camus, Albert, Başkaldıran İnsan. Can Yayınları, İstanbul, 2014. Ata Çeviker Perde Arkası Chuck Palahniuk Anlat bakalım'da her zaman olduğu gibi kaybedenleri, kazandığını sanıp yokuş aşağı gidenleri ve kentin “sahte yüzlerini” anlatıyor. Bu kitapta da film setleri, kamera ve oyuncular üzerinden bunu yapıyor. Parlak Hollywood dünyasının aslında ekrandan gözüktüğü gibi olmadığını anladım. Aslında Palahniuk bütün kitaplarında bunu yapıyor demek istediğim şaşalı dünyaların kirli ve gerçek yüzünü biraz abartılı bir dille okuyucuya tasvir ediyor.Sanırım Palahniuk bu yüzden sevdiğim yazarlardan. Günümüzde artık herkes bu sahte kusursuz ve şaşalı dünyanın bir parçası olma peşinde. İnsanların egosu bu nedenden gitgide rahatsız edici biçimde büyümekte. Bana göre aşırı abartılmış benlikler yüzünden günlük hayatımız ve özel hayatımız daha zor ve yorucu hale geliyor. Örneğin;ilişkilerde her geçen gün insanlar önceliklerini tamamen değiştiriyor ve birbirlerine karşı tahammülsüzler çünkü herkes aynaya baktığında kusursuz birini görüyor.Bu duygusal veya sosyal ilişkileri çok aşağı çeken bir tutum. Öncelikler aşk, sevgi veya karşıdaki kişinin kültür seviyesi gibi daha temel şeyler olması gerekirken şuan insanlar tamamen dış görünüşe yönelmiş durumdalar. Tabi biri güldüğünde dişlerinin inci beyazı olması onu Nazım HİKMET okuyan birinden nasıl daha değerli veya özel yapabilir bilmiyorum. Beni çok rahatsız eden bir şey bu. İnsanlar kusurlarıyla hatalarıyla var olur bana göre ve kusurlar farklılıklarımızı ortaya çıkarır. Ama bugünlerde herkes aynı fabrikadan çıkmış gibi belli başlı sığ değerler çevresinde var olmaya çalışıyor. İşte bu sınırlar içinde var olmaya çalışan insanların perde arkasında kirli veya sıradan yaşantıları var. Zaten bu kadar sahte yaşantılar arkasında temiz ve düzgün bir şey barındıramaz. Doğallığın güzelliği ve ahengi göz ardı edilir olmuş bu da işin en üzücü kısmı.İnsanlar bunu tamamen unutmuş durumdalar. Bir insanın içten doğal gülüşünün değeri neyle karşılaştırılabilir? Özellikle duygusal ilişkilerde yapaylık insanı resmen çıkmaza sürüklüyor. Demek istediğim mesela siz bir insanı en doğal içten haliyle tanımak isterken o etrafa sahte duvarlar örerek bambaşka bir profil çiziyor. Bu yüzden içtenlik ya da sevgi gibi duygular değersizleşti. Yapay ve keyifsiz hayatlar yaşıyoruz. Özellikle Bilkent'te bu duruma o kadar çok maruz kalıyoruz ki son zamanlarda beni çok bunalttı. Okulda insanlar birbirlerine tamamen dış görünüş ve sonrasında maddiyat odaklı bakıyorlar. Mesela biri için "sen ondan daha iyisine layıksın" cümlesinin altında sen daha çok kitap okuyan veya müzikten anlayan biriyle birlikte olmalısın gibi bir anlam yok. Sen daha güzelini/yakışıklısını bulursun. Zamanımızı ve hayatımızı bu kadar ucuzlaştırmak şok edici. Nasıl tarif edilebilir tam olarak bilmiyorum ama tam doğru kelime olmasa da 'sevgisiz' hayatlarımız var. Önceliklerimiz sadece mükemmel olmakla kısıtlanmış ama bana göre doğallık çok daha değerli bir şey. Yapaylık nasıl bu kadar tercih edilir bir şey oldu anlaşılabilir gibi değil. İşin garip yani bu 'mükemmel' insanlar kendileri gibi olmayanları dışlama ya da küçük görme gibi bir davranışa sahip. Bunun ana nedeni sanırım insanların rol model olarak gördüğü ünlü insanlar. Kitapta da bu yeriliyor. Peki bu ünlü insanlar parlak ışıklar altında değilken nasıl hayatlar yaşıyor? Bence bu iyi düşünülmeli çünkü günlük hayatları gayet sıradan ve normal. Hatta belki de daha yorucu ve karamsar hayatları olabilir çünkü dışarıya kusursuz bir profil çizmek yorucu ve bunaltıcı bir iş. Her saniye herkes sizi izliyormuş gibi yaşamak yıpratıcı bir durum. Sanırım ben onların yerinde olsam kimlik çatışması yaşardım. Bu normları boş verip günlük yaşantılarına bakma şansları da pek yok. Halkın beklentisi karşılarında olağan üstü bir insan görmek. Sürekli olmadığın gibi biri davranmak büyük bir psikolojik baskı. Sonuçta günün sonunda hepimiz insanız. Basit kısacık ömrü olan varlıklarız. Şişkin bir egoyla yaşamak yerine daha gerçekçi bir hayat yaşamak bana daha değerli gözüküyor. Hayatın koşuşturması içinde böyle gereksiz ve amacı olmayan bir şeyle uğraşmak yerine daha mantıklı verimli şeylerle uğraşmalı insanlar. Sahte ve kişiye hiçbir katkısı olmayan bir uğraşa bu kadar efor sarf etmek sadece zaman kaybı üstelik hayata bakınca en değerli şey zamanken. Kitabı bu yüzden severek okudum, tüm bu absürtlük göze sokuluyor ve şahsen ben bunların farkında olsam bile kitap sayesinde bu durumun ne kadar da gereksiz ve yorucu bir şey olduğunun daha da farkına vardım. Kitap etrafımızda örülen sahte duvarların varlığını fark etmemi sağlarken birazda kendime dönüp bakmama da neden oldu. Her ne kadar sahte bir yaşantının yorucu olduğunu bilsem de toplumun bir parçası olarak bundan kendimi tamamen soyutlayamıyorum. En azından şimdilik öyle... KAFKA VE İNSAN İLİŞKİLERİ Franz Kafka’nın ölümsüz eseri Dönüşüm, Gregor Samsa adlı ana karakterin bir sabah böcek olarak uyanmasıyla başlıyor ve Samsa’nın aklını kurcalayan ilk sorulardan biri ise işe yetişip yetişemeyeceği. Gregor, ailesi için zor şartlar altında ve huysuz bir müdürün idaresinde çalışıyordu, işini de sevmiyordu. Ailesi tarafından bir para kaynağı olarak görülüyordu. Samsa ailesi (Gregor’u dışarda tutarak) rahatına çok düşkün bir aileydi ki, evde çalışan tek kişi Gregor’du ve bu beş kişilik aile hizmetçilerine hatırı sayılır miktarda bir meblağ ödüyordu. Ailenin tek gelir kaynağı kesildiğinde ise bu aile hizmetçi lüksünden vazgeçmek istemediği için daha az para ödeyecekleri başka bir hizmetçiyi işe alıyordu. Benim bu yazımda konuşmak istediğim şey Gregor’un maruz kaldığı ekonomik sömürü, ailesinin Gregor’u bir para kaynağı olarak görmesi ve insanların gereksiz lükslere çok para harcaması. Ekonomik sömürü, işverenlerin daha çok para kazanmak veya şirkete daha fazla para kazandırmak uğruna çalışanlarına zulüm etmesiyle ortaya çıkar. Sömürünün söz konusu olduğu yerlerde çalışanlar emeklerinin karşılığını alamazlar. Gerektiğinden fazla çalışırlar, daha fazla, çok fazla çalışırlar. İşverenler ellerindeki para denen bu iğrenç gücü sadece şirketinin ya da firmasının çıkarlarını düşünerek kullanır. Emek önemli değildir bu tür insanlar için, çalışanlarının psikolojisi de. Bu sömürüye maruz kalan insanların sesini kimse duymuyor, duymak istemiyor açıkçası. Diğer insanların da bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantalitesi ve yine bu insanların umursamazlığı, sömürünün devamını getiriyor ve Gregor gibi insanlar da bu ekonomik sömürüye maruz kalıyor. Bir de ailelerine para götürememe korkusu konuyu başka bir boyuta taşıyor ve bu zulme boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Zaten bu zorunluk değil midir birçok arkadaşının öldüğü maden ocağına ekmek parası kazanmak için tekrar giren ve canını hiçe sayan madencinin yaşadığı? Üstünde konuşmak istediğim diğer husus ise Samsa ailesinin Gregor’u para kaynağı olarak görmesi ve artık bir süre sonra Gregor’u evlatları olarak değil sadece iğrenç bir böcek olarak görmesi. Burada ailesinin Gregor’a olan çıkar odaklı ilişkisini görüyoruz. Günümüz insanlarında da sıklıkla görebileceğimiz bu bağımlı ilişkiler, bence bu insanların ikiyüzlü olduğunu gösteriyor. Bir insanla sırf onun parası veya bir başka özelliği nedeniyle ilişki kuran insanlar, gerçek arkadaş veya dost değildirler. Bir gün o para veya özellik gittiğinde arkasını dönen ilk insanlar bu ikiyüzlü insanlar olacaktır, fakat insanlar bu gerçeği sonuç olmadan göremiyor belki de görmek istemiyor. Samsa ailesinin gereksiz lükslerine bu kadar düşkün olması da beni rahatsız eden diğer husuların arasında. Yine etrafımızdaki insanlarda da görebileceğimiz bu duruma en güzel örnek olarak küçücük çocukların elinde gördüğümüz akıllı telefonlar olabilir .İçindeki sebzelerin toplam maliyeti üç lirayı geçmeyecek bir salataya yüz lira vermek saçmalıktır, o parayla evinin bir aylık mutfak masrafını karşılayan insanlara , asgari ücret uğruna canını tehlikeye atan insanlara büyük saygısızlıktır. Bu kitap aslında Gregor’un hayatının monotonluğundan ve ailesinin ona bu iğrenç bakış tarzından bahsetse de, yazar o küçük aileden tüm dünyaya bir kapı açıyor. Bu kitap insanlığa dair çoğu pek gurur duyamayacağımız sağlıksız anlayışlardan ve düşüncelerden bahsediyor. Sizi Gregor olarak düşünmeye ve bu anlayışları eleştirmeye sevk ediyor. İnsanların aslında çıkarlarına ne kadar düşkün olduklarını ve aile bağlarının bile bazen bu çıkarların üstüne çıkamadığını gösteriyor. Her insana şüpheyle yaklaşmak veya aile kavramının saçmalığını göstermek değil anlatmak istediğim, etrafınızdaki bu ikiyüzlü insanlara dikkat etmeniz gerektiğinden bahsediyorum ayrıca bu sistem tarafından ezilen ve sömürülen insanların seslerinin duyulmasında her insanın rolünün büyük olduğunu vurgulamak istiyorum. Zehra BELDAĞ 21301315 TURK 102-56 Vedat YAZICI 18.04.2015 FIRTINAYI DİZGİNLEYEN GÖRÜNMEZ SİLAHLAR Khaled Hosseini, Bin Muhteşem Güneş adlı kitabında, kadınların zayıf ve her zaman haksız görüldüğü bir toplumda, yaşanan acımasız savaşın yanında, kendi içlerinde de yaşadıkları buhranlara karşı mücadelelerinde, yolları kesişen iki güçlü kadının, Leyla ve Meryem’in hayatını anlatıyor. Rüzgâr hep eser. Bazen bir meltem kadar hafiftir, yüzünüze her değdiğinde yaşadığınızı hissettirir. Bazen yaşanmışlık kokusu getirir başladığı yerden, herkesin yüzüne farklı çarpar, saçlarınızı, yaşadıklarınızla okşar ve size özel koku yayar. Bu koku beyaz renktedir, bütün renkleri taşır, bütün sevdiklerinizden oluşan güzel bir parfümdür ve elinizde olsa onu bir şişeye saklamak istersiniz, ihtiyacınız olduğunda umut kokar ve asla uçmayacağını bildiğiniz tek kokudur. Bazen de ters eser, yaşadığınız kötü şeyleri getirir rüzgâr, yüzünüze sertçe çarpan yeşil pis bir koku getirir, saçlarınızı savurur, hatta bazen o kadar sert eser ki gözünüzü açamazsınız çünkü bilirsiniz ki açarsanız size zarar verecek. Savrulursunuz, duruşunuzu ve yerin sizi çektiği kadar olan ağırlığınızı sarsmaya çalışır, üşütür çünkü sevmedikleriniz kadar soğuktur. Önemli olan rüzgâr bize ne kadar ters eserse, o kadar sağlam durabilmektir. Fırtınalar koparıyorsa, ne kadar sizi savurmak ve dengenizi bozmak istiyorsa o kadar sağlam basmayı öğrenebilmektir. Her kötülüğün içinde bir iyilik vardır ya, belki o amacı size zarar vermek olan, siz sağlamlaştıkça hırslanıp şiddetini daha da artıran fırtına, içinde taşıdığı pis kokuları sizden uzaklaştırır, belki sizin içinizdeki sevmediğiniz kokuları söküp sizi o kokulardan da kurtarır, yok olmasını istediğiniz varlıkları sizden çok uzağa götürür. Yere çivilenmiş gibi duruşunuzu ve asla kımıldamayacağınızı gösteren ve zamanla da bu inat kaslarınızı geliştirdikçe, büyük bir kopma noktasından sonra, havası kaçan bir balon gibi, içinde taşıdıklarını azalarak kaybeder ve siz onu patlattıktan sonra hızla savrularak sizden uzaklaşır. Bu sizin başarınızdır; siz, size karşı olan bir şeye esmeyi öğretmişsinizdir ve bundan sonra yüzünüze sadece güzel anılar çarpacaktır. Meryem ve Leyla başta onlara karşı gelen fırtınaya karşı gözlerini kapatıp, dayanmaya çalışmışlardı, fırtınanın şiddeti dayanılmaz bir noktaya geldiğinde ise her şeyden vazgeçip, gözlerini açıp, onu alt etmeyi başardılar. Sonrasında artçı rüzgârlar esse de, Meryem o rüzgârlardan birlikte gökyüzüne çıksa da, artık meltemler, Leyla’nın saçlarını sadece güzelce dalgalandırdı, ona hep güzel kokular getirdi, Tarık gibi. Bir daha asla şiddetini artırmadı, çünkü rüzgârını eğitti o, onu dizginleyebildi ve rüzgârın şiddetini sadece rüzgârgülünü hareket ettirmek için kullandı. Bütün bu fırtınaya karşı olan dayanıklılık savaşında Leyla yalnız değildi, hiç kimse rüzgârın getirdikleri karşısında savaşırken yalnız değildir. En önemli olan şey o büyük kırılma noktasında fırtına artık yağmur da getirmişken, ya o sizi yutacakken ya da siz onu dizginleyecekken, yanınızda sizin kadar ayakları sağlam basan, gözlerini artık açmış kararlı biri olmak zorundadır. Meryem tam da öyleydi, tam bir kadın dayanışması vardı. Kadınlara bu kadar kötü davranılan bir toplumun içinde, suçlayan parmaklar, haklı ya da haksız, daima kadınlara çevrilmiş olsa da, kadınlar sadece çocuk doğurmak işine yarıyormuş gibi gösterilse de, Leyla ve Meryem bana 1 Zehra BELDAĞ 21301315 TURK 102-56 Vedat YAZICI 18.04.2015 gerçek gücü, cesareti ve sevgiyi çok güzel bir şekilde gösterdi. Onların sahip olduğu güce sahip olmayan ama toplumun onu güçlü sandığı bir fırtınayı alt ettiler. Savaşı kazandıklarında, doğdukları andan itibaren yaşamak zorunda oldukları simsiyah dünyadaki bataklıkta, hep güçlü görülen erkekler, zayıf ve düşük gördükleri kadınlar batsın diye bastırırken; o zayıf ve her daim haksız gördükleri ve haksız yere eziyet çeken kadınlar tarafından yenildiler. Onlar şiddetli fırtınaları ve kara bulutları geri dönmemek üzere uzaklaştıran, kendi dünyalarını aydınlatan muhteşem güneşler. Leyla ve Meryem’e, bana güç verdikleri için, aslında cinsiyet ayrımı olmaması gerektiğini hatta “cinsiyet körlüğü” olması gerektiğini gösterdikleri için, bütün basmakalıp görüşlere karşı geldikleri için ve görünmez silahların, savaşta kullanılan ve güç sahibi olduğunu sanan insanların kullandığı en gelişmiş silahlardan daha güçlü olduğunu kanıtladıkları için teşekkür ediyorum. Kaynakça Hosseini, Khaled. Bin Muhteşem Güneş. Everest Yayınları (2007). 2 BÜKEM MORKOÇ 
 21501308 NEYE BENZER Kİ GERÇEK DÜNYA? Hiç gerçek bir sokağı adım adım tükettin mi? Normal bir mahallenin sokaklarından bahsetmiyorum, gerçek sokaklardan bahsediyorum. Gündüz bir başka olan, karanlıkta bir başka olan sokaklardan... İlkokulda yazdığımız paragraflarda betimlediğimiz, duvarlarında güzel sarmaşıkların olduğu ve mis gibi çiçek kokularıyla bezeli sokaklardan değil, esrar kokusunun yükseldiği sokaklardan bahsediyorum. Köşe başlarında kedilerin birbirleriyle oynaştığı sokaklar değil, hayır, kedilerin hırsızlık amacıyla kullanıldığı sokaklar... Yağmur suyunun kaldırım taşları arasından çizgiler oluşturarak aktığı sokakları bilirsin muhtemelen. Peki ya o çizgilerden kanla karışıp aktığı sokaklara aşina mısın? Rüzgar çanlarının çıkardığı o melodiler çok güzel, değil mi? Peki ya şarap şişelerinin birbirine çarptıklarında çıkardığı çınlamalar? Bazı sokaklar böyle işte. Pek düşlediğimiz gibi değil. Ben de isterdim çocuklarımızın top peşinde koştukları sokakları anlatmak ama çocuklarımızın bir nefeslik duman için torbacıların peşinde koştuğu sokaklarımız da var. Değil sayılarla, rakamlarla dillendirdiğimiz yaşlarında, gerçek sokaklarla tanışan çocuklarımız var. Ceplerinde misket değil, muşta taşıyan çocuklar var. Malum gece çöktüğünde sokaklar -gerçek sokaklar- biraz tehlikeli oluyor. Yabancı mı geldi yoksa anlattıklarım? Bana da öyle olurdu eskiden. Ankara’da yaşıyorum, çok güzel bir şehir derdim; modern, gelişmiş, tarihi dokusu var, müzeleri var, alışveriş merkezleri var. Bir yere kadar da doğru ama gün gelir her insan büyümek, gerçeklerle tanışmak ister. Benim ilk tanışmam da kulaklığımdan içime işleyen Sansar Salvo sayesinde oldu. Böyle bir dünyanın da var olabileceği ihtimali geldi aklıma, takdir edersin ki biraz ilginç ve tereddütlü bir andı. Sonra aldım üstüme montumu çıktım sokağa, ama yaşadığım muhitin sokaklarına değil, gerçek sokaklara çıktım. Yeni bir dünya vardı, ama öyle hemen kabul edilebileceğin bir dünya değil. Başlarda sana, yabancı olduğunu bakışlarıyla hissettirenlerin seni karşıladığı bir dünya... Olanı biteni anlayabilmen için önce dilini öğrenmen gereken bir dünya... Ne dili diye düşündün değil mi? Dur anlatayım hemen. Mesela dolandırıcılık diye bir şey yok, “gafticilik" diyeceksin ya da birisi öldüğünde Hakk’ın rahmetine kavuştu dersen dik dik bakarlar yüzüne, o yüzden “mortingen şıtrazze” diyeceksin. Malum racon bunu gerektiriyor. Racon? Buna dikkat et, çok önemli bir mesele çünkü kendisi. Uymayanın kulağını keserler mesela, böyle de ağırdır cezası. Erkeksen eğer biraz daha zor işin, malum bu sokaklarda kimseye kulluk etmeden yaşayabilmek için “delikanlı” olmalısın. Delikanlılık? Bir çok gerekliliği var bu makamın da. Abi demeli sana insanlar. Yanında gezdiklerin eskilerin hakiki kabadayıları olmalı. Omzuna ceket atabilmeli, elinde tesbih sallayabilmesin. En önemlisini unutuyordum az daha; sustalı ya da kelebek olmalı kemerinde. Yoksa sallama ve satırların dans ettiği sokaklarda, ıssızda sıkıştırıldığında savunamayabilirsin kendini. Bir de sevdalı olmak lazım tabi ama imkansız bir aşk olmalı ki racona uysun. Önünden geçtiğinde o güzel varlık, sen kaçamak bir bakış atarsın, senin yanında kim varsa yere dikerler bakışlarını. Sonra gidip de seni seviyorum diyemezsin genelde, yoktur böyle şeyler gerçek sokaklarda. “Hastayım sana.” dersin. “Sana tapıyorum.” dersin. Düşünürsün onu esrar dumanını havaya gönderirken, düşünmek, dikkat et buna, incelikli bir harekettir. Çık sokağa, al üstüne ceketini, çık sokağa. Çık ki gerçek dünyayla tanış. Çık ki sadece güzelliklerini değil, pisliklerini de gör bu dünyanın. Sadece karanlıktan korkan insanları değil, aydınlığa çıkınca gözleri kamaşan insanları da tanı. Güzel hayalleri olan çocukların başını okşama sadece, hayali olmayan çocukların da başlarını okşa. Dudak tiryakiliğinden dolu sigara içen amcaların elini öpme sadece, bu dünyaya başka bir şekilde tahammül edemedikleri için boş sigara içen amcaların da elini öp. Sadece internetten okuyup takdir etme cinsel yönelimleri farklı insanların mücadelelerini, çık sokağa ve cinsel kimliklerinden ötürü kendilerine meslek hakkı bile tanınmayan travestileri de takdir et. Bir öğretmenin meslek zorluklarını dinlediğin ilgiyle dinle bir hayat kadının sorunlarını. Sen kabul etsen de etmesen de var başka bir dünya. Hemen yanı başında, hiç hayal etmediğin bir şekilde. Düşün biraz neye benzer bu dünya diye. Bana mı soruyorsun “Sence neye benzer?” diye. Sansi’nin yeraltı konserlerinden birinde sahnede haykırdığına benzer dostum: “Filmdeki gibi dünya benzer ağır romana.” Selen Özkan “The Breakfast Club”. (1985). ​http://www.imdb.com​/ ÖLÜMLÜ YÜREK “Büyüdüğünüz zaman kalpleriniz ölür​.” (​The Breakfast Club 1985) Hepinizden birkaç saniyeliğine durup düşünmenizi istiyorum. Çocukluğunuzu hayal edin. Boyunuz istediğiniz şeyleri uzanıp almaya yetmediği için yardıma muhtaç olduğunuz, sizden çok az şeyin beklendiği altın yıllarınızı… En azından benim için böyleydi o yıllar. Ufak bedenimin ötesinde uzanan dünya kocaman bir hayal sahnesinden ibaretti. Gökyüzünde anlatılacak masallar, salon mobilyalarının gölgelerinde canavarlar görürdüm. Karanlık kapı deliklerinde ufak cinler yaşar, evimizin çelik kapısının gözetleme deliği nereye gitsem beni seyrederdi. Erişebildiğim her şeyin kendi hikâyesi vardı benim zihnimde. Sadece yatağıma uzanarak bütün o hikâyeleri birleştirir, dünyanın henüz tam anlamıyla çözemediğim gerçekliğinden uzaklaşır ve yeni diyarlar yaratırdım. Elime bir ağaç dalı alsam dünyayı kötülüklerden koruyan bir şövalye, soğuk kış günlerinde nefesimi üflesem görkemli bir ejderha oluverirdim. Attığım her adım, Ay’da atılan bir ilk adımdan daha değerliydi benim için. Gittiğim her yeri ilk ben keşfetmiş, dudaklarımdan dökülen her soruyu ilk defa ben sormuş olurdum. Zemin karolarının çizgilerine basmamayı başarmak benim Nobel ödülümdü. Her şeyi yapabilecekmiş gibi hissettiğimi anımsıyorum. Herkes olabilirdim. Zihnim hudutları olmayan bir hayal makinesiydi. Öyleyse yapmak istediklerimin önüne kim geçebilirdi? Her şey olabileceğim inancından ne zaman vazgeçtiğimi bilmiyorum. Gerçekten de büyüdüğümüz zaman kalplerimiz ölüyor mu? Küçük bir çocukken bedenime sığdıramadığım bir ruhum vardı. Sanki bana kısacık bir bakış atan herkes görebilirdi onu. Bana bakan herkes, geleceğe ve çevresinde olup biten her şeye duyduğu kaygıyla iki kaşının arası erkenden kırışmış bir genç değil, saf umudun ve neşenin toplandığı birini görürdü. Çoğu yetişkin, ortada biraz karışık bir konu olursa ve bir çocuk merakla sorular yöneltmeye başlarsa “Sen daha çocuksun, anlamazsın.” diyerek geçiştirir onu. Oysa şimdi, bir soru yönelttiğimde kimse cevapları benden sakınmıyor. Cehaletin mutluluk olduğu söylemi doğru sanırım çünkü çocukken alamadığımız yanıtlar, dünyayı anlamaya başlayınca geleceğe atılan korku dolu bakışlara dönüşüyor. Eğer şimdi elime uzunca bir ağaç dalı alırsam, ismi dilden dile dolaşan bir şövalyeye değil, ara sokaklardan birinde tedirgin bir ruh hâlinde dolaşan genç bir kız olacağım. Bir kış akşamında bıraktığım nefesimin buhara neden dönüştüğünü artık biliyorum. Yaşadığım bu dünyada ne şövalyelere ne de ejderhalara yer var. Çocukluğum sahnesi kapandı ve ruhumu çevreleyip zincirlerini kıran büyü bozuldu. Yine de bütün suçu gerçeklere ve topluma atamıyorum. En az bizi tanımlamaya çalışanlar kadar ben de suçluyum sanırım. Bütün baskıların, aldığım iç karartan yanıtların altında yeterince dik duramıyorum. Yüreğimin etrafına hayallerden bir koza öremiyorum karamsarlığa kapıldığımdan ve içimdeki çocuk da kalbimle birlikte bir yerlerde kaybolup gidiyor. Etrafımdaki somut varlıkların ötesini görmeyi umursamıyorum artık. “Büyüdüm.” diyorum, “Artık hayalciliği bırakma zamanı. Peri masalları karın doyurmuyor.”. Doğru, hayaller bana bir iş, bir ev vermez ya da iyi bir gelir sağlamaz ama onların da doyurduğu bir şey var: ruhum. Tıpkı bünyemizi üç öğün yemekle tatmin ettiğimiz gibi gibi ruhlarımız da her gün hayallerle beslenmek ister. Olgunlaşmak, yalnızca somut gerçekleri tüketmek değil, o somut gerçeklerin ötesine geçebilmek ve bunları benliğimize katıp diğer milyonlarca insandan farklı bir kişilik geliştirebilmektir benim gözümde. İşin özü bunu unutmamakta sanırım. O vakit, her şeye rağmen, yaşadığımız ve karanlık köşelerini artık tanıdığımız bu dünyada, hayallere tutunabilir miyiz hâlâ? Yazımın en başında sizlerden çocukluğunuzu düşünmenizi istemiştim. Şimdi ise o zamanlarınızın hayalci kahramanı olan çocuğu bulmanızı istiyorum. Onu sakladığınız ve üzerini endişelerinizle örtüp varlığını silik bir anıya dönüştürdüğünüz köşeden çekip çıkartın. Çocukluğumu düşündüğümde hayallerimin zincirlerinden kurtulmak istediğini hissediyorum. Zaman zaman anlamını yitirdiğim, günlük hayatın monotonluğunda kaybettiğim bir his bu ama hep orada. Bazen ulaşması zor, bazen ise imkânsız ama onsuz bir hayatı nasıl düşleyebilirim? Bu yüzden, gelecek sizden o hissi alıp götürmeden önce, uzanıp sizi bu günlere getiren çocuğun elinden tutun ve bütün masumiyetiyle size anlattığı hikâyelere kulak verin. Hayal edin ki dünya sizi köşeye sıkıştırdığında bile özgür olabilesiniz. Kaynakça ​ Hughes, John. ​The Breakfast Club. 1985. ABD: A&M Films. Film. Fotoğraf. “The Breakfast Club”, ​http://www.imdb.com/title/tt0088847/mediaviewer/rm1439302912 adresinden elde edildi. Eğlence Kültürünün Kurbanları Katerina Plotnikova, 1987 doğumlu Moskovalı bir fotoğraf sanatçısı. Onu diğer fotoğrafçılardan ayıran özelliği ve çoğu fotoğraf severin ilgisini çeken yönü ise fotoğraflarında hayvanları kullanması. Kullandığı hayvanlar arasında ayılar, tilkiler, geyikler, develer,yılanlar gibi vahşi hayvanlar yer alıyor. Kimileri onun yürek yediğini iddia etse de, aslında Plotnikova eğitimli veya sakinleştirilmiş hayvanları kullanıyor fotoğraflarında. Aldığı övgüler, çektiği dikkatler oldukça fazla. Sadece Rusya’da değil, dünyada da ün yapmış bir fotoğrafçı Plotnikova. Katerina Plotnikova’nın yaptığı şeyi doğru bulmayanlar da azınlık bir grup oluşturuyor ve ben de bu grubun içerisinde yer alıyorum. Ne kadar huzur dolu fotoğraflar olursa olsun, ne kadar masumlaştırılmaya çalışılsa da hayvanların insanların eğlence zevkine hitap etmesine karşıyım. Fotoğraflarında kullandığı ayılardan biri yirmi yıldır eğitilmiş ve çeşitli filmlerde rol almış bir ayı. Hayvanların eğitim sürecinde maruz kaldığı yaklaşımlardan her olgun bireyin az çok haberdar olduğundan eminim. Kırbaç, kanca, sıkı tasma ve elektrik şoklarının sıkça kullanıldığı bir eğitim sürecinden geçen hayvanlar, doğal yaşamlarından ayrı kalmakla birlikte bir de acı dolu bir süreçten geçiyorlar. Buna dur demenin vakti gelip geçse de çoğu insan eğlence kültürünün önlerine sunduklarından zevk almaya ve arkaplanı göz ardı etmeye devam ediyor. Ne yazık ki izleyici olmaktan başka hiçbir şey yapmıyoruz ve bir birey olduğumuzu unutuyoruz. Hep bir başkasından bir şey yapmasını bekliyoruz ancak o “başkası” bir türlü biz olamıyoruz. Yakındığım şeyler Platnikova’nın fotoğraflarından ibaret değil elbette. Sirkler, hayvanat bahçeleri bu eğlence kültürünün başını çekiyor. Ne yazık ki artık eğitimli bireyler dahi bu eğlence kültürüne ortak olmaya devam ediyor. Her ne kadar hayvan hakları aktivistleri bu tarz eylemleri durdurmaya çalışsa da sesleri gittikçe kısılıyor, sayıları gittikçe azalıyor. Farkında olmak dışında ellerinden başka bir şey gelmemeye başlıyor. Onlar dur dedikçe, bu süreç hızlanıyor. Dünyadaki çoğu ülkede, Türkiye de dahil olmak üzere, devletin ileri gelenleri bu tarz eylemleri kulak arkası etmeye devam ediyor. Rusya’da ise Platnikova’nın eylemlerine dur diyecek bir hayvan haklarını savunan bir kuruluş olmadığı için bu tarz eylemler yapılmaya devam ediyor. Belki de bu, hayvanların suistimal edilmesinin masum bir tabana dayandırılmasından kaynaklanıyor. Gözlüklerimiz artık netleştirmiyor görüşümüzü, ya gözlerimiz daha çok bozuluyor ya da gözlüğümüz artık işlevini yerine getiremiyor. Asıl sorun da bulanık görmeyi alışkanlık haline getirmiş olmamız. Detayları görememiz artık bir sorun teşkil etmiyor. Artık internetin de büyük bir kitleye hitap etmesiyle, çoğu şikayet veya öneri daha fazla insana ulaşabiliyor. Bu tarz eylemleri sosyal medya, blog gibi birçok internet kullanıcısına hitap eden yerlerden duyurmak bizim yapabileceğimiz en basit eylemlerden biri olur. Ben dur diyorum ve dur demeye devam edeceğim. Benim dur dememle durmayacağını bildiğim halde devam edeceğim çünkü dur diyenlerin sayısını fazlalaştırmak benim asıl görevim. Ben bir bireyim ve ben bir izleyici olmayacağım. Platnikova ve diğer eğlence için hayvanları suistimal eden insanların da hayvanların nasıl eğitim gördüğünden haberdar olduğundan eminim. Onları bu tarz eylemleri yapmaya devam etmeye teşvik eden tek şey, gördükleri ilgi. Eğer biz bu ilgiyi azaltmayı, hatta hiçe indirmeyi başarabilirsek dur dememiz bir anlam kazanmış olur. Hayvanları kırbaçlardan, elektrik şoklarından kurtarabiliriz belki de. Doğal hayatlarına geri dönmelerini sağlayabiliriz. Onları türlü yetenek (!) gösterileri yaptıkları için değil, var oldukları için sevmeyi başarabiliriz. M. Ezgi Altınöz Kaynakça https://gaiadergi.com/bu-fotografci-gercek-ustu-cekimlerinde-gercek-hayvanlarla-birlikte-calisiyor/ http://petapixel.com/2016/02/03/this-photographer-uses-real-animals-for-her-surreal-portraits/ Fotoğrafçı: Katerina Platnikova Hazel Ecem Özyol 21602534 YILDIZLARDAN DÜŞMEK “Paralel Evren” (2017, 11 Nisan) http://cdn1.ntv.com.tr Hayallere dalmak ne kadar da toz pembe geliyor kulağa. Öyle büyülü öyle masum görünen bir kelime ki daha dudakarınızdan dökülürken sarmalıyor sihri sizi. Kiminin içini ısıtan bir bakış, kimisi için yüzünde minik bir tebessüm uyandıran günlerin fikri... Dünyanın bir ucunda hiç bulunmadığınız bir şehirde maceraların peşine düştüğünüz anlar ya da tüm işlerden güçlerden kurtulup kendinize izin verdiğiniz dakikalar... Olabildiğince masum ve alabildiğine umut dolu. Karanlığa atılan adım tam da burada başlıyor işte. Sizi en sakin sessiz gecede, en beklenmedik anınızda içine çeker hayalleriniz. Siz hayallerin size sunduğu güzel ihtimallere aldanırken kalbinizi saran o heyecan bedeninizi ele geçirmeye başlar. Hayalleriniz sizi öyle güzel dünyalara sürükler ki ayaklarınız yerden kesilsin istersiniz. Havada süzülmeye başlar, hatta iyice küçülür ve belki de yok olursunuz. Bir bakmışsınız yarım kalan işiniz önünüzde size kaçamak bakışlar gönderiyor. Aradan dakikalar akıp kaybolmuş ve siz oracıkta, gözleriniz boşluğa dalmış, öylece kalmışsınız. Çok üşüdüğünüz bir anda bir fincan sıcak çayı alıp avuçlarınızın arasına, pencerenin pervazına başınızı yaslayıp camdan dışarı izlediğiniz bir kış gecesi... Dışarıdaki soğuk havaya inat yürüyen insanlar görüyorsunuz. Aralarından bazıları işlerine koşturan insanlar, belki işten çıkmış ailesinin yanına gidiyor. Birkaç tanesiyse anlaşılmayan bir sebepten yaşamaya ara vermiş; sizin onları izlerken dalmak üzere olduğunuz hayal aleminde, bir gezintinin tam ortasındalar. Ardından onlardan birinin elindeki kitaba takılır gözünüz, bir müddet de o kitabı düşünürsünüz. Adımlarını hızlandıran kadın acaba üşümüş ve bir an önce evine varmak için mi çabalıyor? Yoksa bu karanlık havada evinde onu bekleyen çocuğu için mi endişelenmiş? Sokak lambasının sarı loş ışığında parıldayan tüyleriyle böbürlenircesine adımlar atan bir kedi görünüyor. Yukarıda yıldızlar o kadar parlak ki... Bir tablodaki farklı fırça darbeleri gibi birleşmeye başlar soğuk kış gecesinin sizin için özenle seçtiği ipuçları. Düşünceleriniz birbirini kovalarken kendinizi bambaşka bir dünyanın içinde bulursunuz. Ruh halinizin en önemli şahidi olarak kendini gösterecek olan yüzlerce, binlerce fırça darbesiyle bezenmiş tablonuz artık hazırdır. Hayalleri tuğla tuğla inşa etmesi midir insanı çeken, yoksa sonunda yarattığı şaheseri parlayan gözlerle izlemesi midir anlaşılmaz, herkes için bir başka nedeni var muhakkak. Tıpkı herkesin vurduğu fırça darbelerinin, yarattığı tablonun farklı olması gibi hayal kurmayı sevdiren neden de başkadır herkes için. Oysa iten, kaçıran, uzaklaştıran tek bir sebep var. Neyin korkutup ittiğini ise o an gelip o sebeple yüz yüze gelene kadar kimse bilemiyor, ne yazık. Bazı şanslı insanlar hiçbir zaman o sebebin gözlerinin içine bakmak zorunda kalmıyorken bazıları henüz kelebek bile olamamışken karşılaşabiliyor. Hayal kurmak denilen bu meselenin bir de tuhaf yanı var üstelik, karşılaştığın korkunç manzaraya rağmen yeni manzara resimleri yapmak ister insan. Tüm uyuşturucu maddelerden daha güçlü olabilir ve siz onun gerçek yüzünü gördükten sonra canınızı yakacağını bile bile hayal kurmaya devam edersiniz. Yaptığınız her yeni tablonun birgün yırtılabileceğini, umut bağladığınız her parlak yıldızın birgün gökyüzünden kayabileceğini bile bile... Siz karşılaşmadan hayal kurmanın acı yanıyla, uyarmak isterim naçizane deneyimimle sizi. Bilirsiniz, “her şeyin bir sınırı olmalı” denir ya hep. Hayal kurmanın da sınırları olmalı. Kendini gerektiğinde durdurmayı öğrenmeli insan. Bir akşam vakti, pencereden dışarıyı izlerken ve sokaktan geçenlere dalmışken oradan geri dönmesi gerektiğini hatırlatmalı kendine. Yıldızlara bakarken sonsuzlukta kaybolmaya başladığında o yıldızlardan kendi gezegenine mutlaka dönmesi gerekeceğini unutmamalı. Çünkü her ne kadar sevsek de hayal kurmayı, o yıldızlarda değil burada yeryüzünde akıyor hayatımızın hakiki kısmı. Yıldızlara çıkmak en az güzel olduğu kadar tehlikeli ve yıldızlardan düşmek hiç tahmin etmediğiniz kadar acı verici olabilir. Kaynakça Moore, L. (2016). Havlama. İstanbul: Everest Yayınları. Fotoğraf. “Paralel Evren”, http://cdn1.ntv.com.tr/gorsel/teknoloji/paralel-evren-kesfedildi- mi,z8QOBvUvcUG6XyFKJHWA2Q.jpg?width=620&mode=crop&scale=both&v=20150424091126851& meta=rectangle adresinden elde edildi. SEDA SAYAR YENİ İCADIM: BAKIŞ AÇIM Kaçıncıya duyuyorum şu ‘Takma kafana!’ lafını belli değil… Her arkadaşım bir teselli robotuna dönüşüyor sanki. Her zaman olaylar istediğimiz şekilde gelişecek diye bir şey yok, sanırım bunun farkına vardığımdan kabullenişim kolay oluyor. Tüm tanıdıklarımda aynı düşünce: çok üzülüyorum, kendimi hırpalıyorum ve depresyona giriyorum. Alakası bile yok! O günler geride kaldı. Artık hayata çok farklı yaklaşıyorum. Hayallerimin suyun dibini boylamasına veya boş ümitlere kapılmayı pek de umursamıyorum. Çünkü onlar benim için başımdan geçen kötü olaylar yerine tecrübe adını aldılar. Peki, tüm bunlar nereden çıktı? Neden aniden radikal değişikliklere başvurdum? Bu karara varmamdaki en önemli etken bıkkınlık sanırım. Sonu gelmiyor hiçbir şeyin, ne düşüncesiz insanların ne de depresif vakaların… Kendi kendime madem üzüntülerin ve hayal kırıklıklarının bir sonu yok o hâlde onları geri dönüştürmeliyim diye düşündüm. Nereden aklıma gelirdi bir gün tüm bu kötü olaylara minnettar kalacağım? Hâl böyle olunca ister istemez bir ders çıkarma süreci devreye giriyor. Hatalardan ders çıkarma, daha profesyonelce tabir etmek gerekirse: tecrübe. Artık daha zor güveniyorum, daha sorgulayıcı yaklaşıyorum ve her zaman daha temkinliyim. Bazı durumlarda elbette bu özelliklerin de olumsuz taraflarını yaşıyorum fakat diğer taraftan eskisinden daha iyi olduğum konusunda hiçbir şüphem yok. Hatta bu bakış açısını herkese tavsiye ederim. İbrahim Coşun Akyüz’ün Hayal Kırıklıklarıma Teşekkür Ederim adlı eserinin hayat bulmuş hâli gibiyim. Tüm bunların üzerimdeki etkisini daha iyi anlatmak için kendi hayatımdan başıma gelen bir olayı örnek olarak göstereceğim. Uzun zamandır güvendiğim en yakınım dediğim bir arkadaşımı başka bir yakın arkadaşımla tanıştırdım. Zaman geçtikçe birbirleriyle benimle olduklarından daha yakın arkadaş oldular ve git gide beni buluştuklarında çağırmamaya başladılar. Sonradan öğrendiğime göre artık benimle bilerek buluşmak bile istemiyorlarmış ve şu an ikisiyle de hiç konuşmuyorum… Elimden bir şey gelir mi? Hayır. Zamanı geri almak mümkün mü? Hayır. O zaman geriye –bana mantıklı gelen- tek bir çözüm kalıyor. Her şeyden önce olanları iyice sindirmek, devamında da bardağın dolu tarafını görmeye çalışmak. İnsan duygu karmaşası içindeyken bunu yapmak daha da zor oluyor, ancak bir kere üstesinden gelindiğinde devam etmek daha basit geliyor. Tüm bu olanlardan tecrübe kazandım. Hayatımın geri kalanında nasıl bir yol izleyeceğimi hâlâ bilmiyorum ancak belki bazı kararlar alırken daha çok düşünürüm ya da en azından çok daha uzun süre sabredebilirim. Sabır benim gözümde bir canlının sahip olabileceği en önemli özelliklerden biridir ve kendimde bu özelliği geliştirebilmemin en etkili yolu da tecrübelerim. Artık hiçbir arkadaşımın tesellisine ihtiyaç duymuyorum, çünkü bana en iyi gelen bakış açısını buldum. Belirtmem gerekir ki böyle bir yöntem izliyorum diye üzülmüyorum veya kalbim kırılmıyor diye bir şey yok… Sadece süreçler daha kısa sürüyor ve de kendimi daha az hırpalıyorum. Değişim dışarıdan bakıldığında ne kadar az görünse de içten içe bambaşka biri olduğumu hissediyorum. Talihsiz olarak nitelendirdiğim her olay aslında bana artılar şeklinde geri dönüyor. Belki çok havada kalacak belki de abartı gelecek ama doğruya doğru… Başımdan geçen iyi ya da kötü- ama özellikle kötü- her olay, hepinize teşekkür ederim. Her geçen gün bir önceki güne oranla daha güçlü daha pozitif bir insan olarak kendimi geliştirmemi size borçluyum. Ve tabii ki tecrübelerim… Öyle ki onlara beynimde özel bir yer ayırdım, bir nevi kütüphane gibi. Gerektiği zaman girip istediğim bilgiye ulaşıyorum ve kalan zamanlarımı onun ışığında yaşıyorum. İşte mutluluk böyle bir şey… Naz Özarı YIK KALIPLARI VE KIR ZİNCİRLERİ Kalıplaşmış düşünceler hayatımızı nasıl kontrol altına alıyor farkında mısınız? Bir an için o bugüne kadar inandığınız bütün klişelerin var olmadığı düşüncesiyle baş başa kalın. Eminim ki kalıplar olmadan, deneyimlediğiniz her şeyin çok daha farklı yaşanmış olabileceğinin farkına varmışsınızdır. Çocukluğumuzdan itibaren birtakım klişeleşmiş düşünceler, aileler ve medya gibi pek çok unsur tarafından aklımıza yerleştiriliyor ve hayal gücümüzü kısıtlıyor. İsteklerimizi, beklentilerimizi, hayallerimizi bu kalıplara göre şekillendiriyoruz. Evren tarafından bize sunulan gerçeklik bu kalıpların birazcık bile dışına taştığında ise hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor. Aşk kavramını ele alalım. Hepimizin aklına az çok peri masallarındaki gibi bir aşk gelmiştir herhalde. Bir ejderha tarafından korunan şatoya hapsedilmiş güzeller güzeli bir prenses ve onu kurtarmak ve ona sahip olmak için zorlu engelleri aşmayı göze almış beyaz atlı bir prens ve onların ölümsüz aşkı… Peki ya güzeller güzeli prensesi, beyaz atlı prensten önce, bataklıkta yaşayan, gri eşekli, yeşil, çirkin bir dev kurtarsaydı? Bu da yetmiyormuş gibi, bir de güzeller güzeli prenses de yeşil çirkin bir deve dönüşseydi? Ve kusursuz olmasaydı aşkları, yine ölümsüz olur muydu? Cevabım: Evet olurdu. Hatta monotonluktan kurtarılmış ve sıkıcılıktan arınmış olurdu. Beklenmedik sürprizlerle ve maceralarla dolu olurdu. Belki bir peri masalı olmazdı ama anlatması keyifli, mutluluk verici bir hikayesi olan bir aşk olurdu. Bu ik kişi yine birbirinden ayrı düşünülemezdi. Shreksiz Fiona olabilir mi? Demek istediğim o ki, hayatı anlamlı kılan bazı kavramlarda mükemmeliyete o kadar takılıyoruz ki işin özünü yakalamayı unutuyoruz. Aşk örneğinden devam edecek olursak, “Aşkın özü nedir?” sorusunun cevabı “Güzeller güzeli prenses ve beyaz atlı prens” olmamalı, “İki insan arasındaki sevgi bağı” olmalıdır. Eğer iki insan arasında güçlü bir sevgi bağı varsa geriye kalan her şey –dış görünüş, mesafe, karakterlerin uymaması, ruh eşi olmama vesaire vesaire- teferruattır. Onların zaten mükemmel, masalsı bir aşkı vardır. Masalsılık, nesnel, somut kalıplara oturtulmamalı fikrimce. Hayal kavramının herkes için aynı şeyi ifade ettiği düşünülebilir mi? Sadece aşk için demiyorum, yanlış anlamayın lütfen. Bu sadece bir örnek. Aynı kalıplaştırma, sistematikleştirme hayatın, iş, arkadaşlık, sosyal yaşam gibi pek çok unsuru için de geçerli. Bu sefer de arkadaşlığı ele alalım. İlla ruh eşi olmak gerekir mi arkadaş olmak için? Aynı ilgi alanlarına sahip olmak? Ortak zevklere sahip olmak? Bunlar sadece bize dayatılmakta olan kalıplardır. Esas olan ve arkadaşlığın özünü açıklayan kavram yine sevgidir, zor anlarda birbirini kollamak ve hayatın acı tatlı her bölümünü paylaşabilmektir veya aynı anda atılan bir kahkahadır. Yani, bataklıkta yaşayan yeşil bir dev, bir eşek ve çizme giyen bir kedi ile arkadaş olabilir pekala. Açıkça görülmektedir ki arkadaş olmaları ortak ilgi alanlarından ve zevklerinden kaynaklanmamaktadır. Evet, belki kafamızdaki arkadaşlık kavramıyla çelişmekte ve kalıpları yıkmaktadır bu görüntü. Ancak gerçek temellere oturtulduysa hayatımıza zenginlik katacak, bize bir şeyler öğretecek ve ufkumuzu genişletecektir bu tip bir arkadaşlık. Naz Özarı Demek istediğim, kendinizi kısıtlamayın klişeleşmiş saçmalıklarla. Hayatta en güzel şeyler, en beklenmedik şekilde, en beklenmedik kişilerden gelebilir. Bunun bilincinde olursak ve her şeyi usulune göre yaşamak için kendimizi zorlamayı bırakırsak çok daha faydalı, duygusal anlamda çok daha fazla olgunlaşabileceğimiz olaylar çıkabilir karşmıza. Kalıplara bağlı kalmak bizi zihnimizin yarattığı zindana hapsederek mutsuz olmamıza neden olurken kalıplarımızı yıkmak ufkumuzu genişletir ve yeniliklere açık olmamızı sağlayarak bizi özgürleştirir. Hadi bakalım, kırın zincirlerinizi, yıkın kalıplarınızı. Daha iyinin çok kısa sürede sizi bulacağından emin olabilirsiniz. YOKSULLAR ve UMUTLARI Ülkemizde taşra genellikle yoksullukla eşdeğer tutulur. Ben de ülkemizin en doğusunda yer alan ve yoksulluk diye tabir edilen mefhumun kendini fazlasıyla gösterdiği bir taşra kasabasında doğdum. Yaşadım ve büyüdüm. Sokaklarında yürürken bile yoksulluğun kokusunu rahatlıkla alabilirdiniz. Derme çatma gecekondu evler mi dersiniz, bakımsızlık içinde çürümeye yüz tutmuş kamu binaları, kırık dökük parklar ve asfalt yüzü görmemiş çamur deryası yollar mı dersiniz. Memleketim yoksulluğun her biçimiyle adeta içselleştirdiği şarkısını mırıldanırdı insanın yüzüne her mevsim. Hele bir de eskimiş, yamalı entarileriyle her şeyden bihaber kendi dünyasında mutlu yaşayan masum çocuklar yok mu? İşte sadece onların varlığı bile yoksulluğun tanımını bir kez daha yaptırıyor, sorgulatıyor insana. Ben küçüklüğümde yoksulluk yaşamadım. Kendimize ait sıcak bir yuvamız, bize yetecek , bizi mutlu edecek aylık gelirimiz vardı. Babam memurdu ancak gelin görün ki herkes benim kadar şanslı değildi; okuduğum ilkokulda buna çok kez şahit oldum. Öyle bir hikayeye tanıklık ettim ki sabır taşına anlatsam inan ki dayanamaz çatlayıverir. Esma isimli bir sıra arkadaşımın hikayesidir bu. Esma'nın ve ölüme gün sayan felçli dedesinin hikayesi. Annesi ise evlere temizliğe gidiyordu bu yüzden evin tüm yükü Esma'nın üzerine binmişti. Bir yandan evin bulaşıklarını yıkıyor, yemeğini ve temizliğini yapıyor, diğer yandan yatalak dedesine bakıyordu. Bu yüzden ne ders çalışabiliyor ne de dışarı çıkıp yaşıtlarıyla oyun oynayabiliyordu. Babası ise evde kazanın kaynamasına yetecek kadar gelir sağlayan günübirlik işlerde çalışıyordu. Asıl mesleği inşaat işçiliğiydi ama kış mevsimi memlekette biraz sert geçtiği için inşaat yapılmıyordu; o da bu süre zarfında hamallık yapıyordu ya da tren istasyonunda su satıyordu. Bir gün babasının bir arkadaşı onun aklını çeler; Alakarga denilen bir köyde, bir dağın tepesinde Ermenilerden kalma harabe bir kilisenin bodrumunda bir manda postunun içine konulmuş çil çil altınlar varmış diyorlar lakin kimse kazmaya cesaret edemiyor. Gündüz gözüyle kazmak kolay, jandarma tepende bitmese... Gecenin karanlığında kazayım desen, dağın her yeri türlü yırtıcı hayvanlarla dolu. Bu işi yapsa yapsa senin gibi bileği kuvvetli, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri yapar, diyerek cesaretlendirir onu. Adam düşünür her gün saatlerce el alemin yükünü sırtlayarak, her gün pirinç pilavı ve kuru ekmek yiyerek, iki göz evin kirasını bile denkleştiremeyerek bu iş daha nereye kadar sürecek böyle? Bir gece gider kazmayı vururum,bulursam krallar gibi yaşarım bulamazsam ne kaybederim ki der kendi kendine. Ertesi gece sabaha karşı yola çıkarlar ve çok geçmeden varırlar denilen yere ve hemen işe koyulurlar. Heyecanla ve umutla kazmayı vururlar toprağa. Kaç metre olduğuna dikkat etmeksizin iki fenerin ışığıyla kazarlar da kazarlar ancak ortada ne bir bodrum vardır ne de o efsanevi define. Bir süre sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlar. Çıkmaya niyetlenirler ama çukur çok derindir toprak ise tırmanılıp çıkılamayacak kadar çamurlaşmıştır sağanak yağışla. Derin çukur suyla dolup taşmış adamlar oracıkta boğulmuşlar. Dağın başı olduğu için duyan da olmamış. Daha sonradan öğrendim ki koruyup kollayabilecek tek akrabası, yani Esma'nın amcası da 12 Eylül darbesinde gözaltına alınmış ve bir daha da kendisinden haber alınamamış. Yani bu hayatta hiç bir yakını kalmamış annesinden başka. Esma ise bu olayın duyulmasının ardından bir daha okula gelmedi. Kendisinden bir daha hiç haber alamadım, şimdi nerededir? Ne yapar? Ne yer, ne içer? bilmem ama şunu biliyorum ve filmi izlerken de yeniden anladım bunu; yoksulluk olgusunun anılarımda bıraktığı en derin iz Esma'dır. Peki tüm bunların sorumlusu kim? Esma'nın babası mı? Bahtsızlık mı? Bence her ikisi de değil. Bu kirli düzendir fakirliğin asıl sebebi. Bugüne kadar pek çok meslek grubundan ve yaştan fakir insanlar tanıdım. Yoksulluk neden var diye ne vakit sorduysam onlara bana her defasında, kader yanıtını verdiler. Üstüne üstlük bir de;" ...bugünlere de şükür, yeter ki devletimiz, bayrağımız vatanımız var olsun. Allah devlet büyüklerimize uzun ömürler versin edebiyatından dem vururlar. Ben ise artık bunları duymaktan sıkıldım ve yoruldum. Vatan, millet Sakarya. İtiraf etmeliyim bu klişe, benim için bir anlam ifade etmiyor; hele birde yoksullar tarafından dillendirildikçe. Beni filmde en çok etkileyen sahne arabacının atının öldürülmesine rağmen karakolda devletin zengin adamın yanında durması oldu. Cahit Sıtkı Tarancı ustanın o güzel dizeleri aklıma geldi. "/Memleket isterim/ /Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;/ /Kış günü herkesin evi barkı olsun."/ Otobüs / Fatma Dilara İŞLER Adımımızı atsak bir insana çarpıyoruz! Çarpıyoruz ve bazen dönüp bakmadan geçiyoruz. Her köşe başı onlarca yeni yüz görüyoruz. Peki hiç merak ediyor muyuz kimdir bu insanlar? Şimdiye kadar neler yaşadılar, nereden geliyorlar, nasıl geçiniyorlar, acaba mutlular mı yoksa çok büyük acılar içindeler de belli mi etmiyorlar? Bu soruların cevaplarını bilmiyoruz. Hepsinin bir hikayesi var ve bizim hangi hikayenin kahramanı olduklarından haberimiz yok. Mavi Kuş kitabında kahraman yok, kahramanlar var. Her insanın bir hikayesi ve geçmişi olduğunu çeşitli karakterlerle örneklendirerek hepsini kahraman yapıyor yazar. Şirinyurt kasabasından kalkan bir otobüs, içinde 20, bilemediniz 30 yolcu. Herkesin kendine ait bir sırrı var ve kimsenin birbirinden haberi yok. Tam anlamıyla her gün yaşadığımız durumu anlatıyor. Kalabalıklar içinde hiç fark edilmeyen ama öyle ağır hikayeler taşıyanlar var ki aramızda, ancak kitaplarda buluyoruz onları. Beni etkileyen kahramanlardan biri Avcı Bilal’di. Aslında Şirinyurt köyünde herkes onun namını duymuştu ama hikayesini bilen azdı. Otobüs silah sesiyle durunca yolcular hemen Avcı Bilal diyorlar ama çok da iyi tanımıyorlar. Avcı Bilal deyince yazar, üstü başı toz toprak içinde, cahil, duygusuz, otobüsün önünü silahla kesen bir adam canlanmıştı gözümde. Adı üstünde Avcı Bilal! Dağlar onun meskenidir. Avcılık yapar, avladığı hayvanlarla beslenir, dağlarda gezinmekten mağara adamı olup çıkmıştır diyorsunuz kendi kendinize ama onun bu düşündüklerinizle uzaktan yakından ilgisi yok. Onda ne acılar gizli, yüreği nasıl yanıyor bilemezsiniz. Eşi ve çocuğu ölünce çareyi dağlarda yalnız başına gezmekte bulan Avcı Bilal, dağlarda avcılık yaptırmamak için dolaşıyormuş, yaralı hayvanları tedavi ediyormuş ve silahı da sadece avcıları korkutup kaçırmak için ateşliyormuş. Keşke düşündüğünüz gibi olsaydı ve böyle acı bir hikayesi olmasaydı değil mi? Evet, biz insanlar birini görünce kılığından kıyafetinden hareketle bir kulp bulup hakkında yanlış düşüncelere kapılıyoruz. Kendimize göre ölçüp biçiyoruz yaşadıklarını hesaba katmadan. Açıkçası ben de bu yanlışı kitabı okurken yaptım ve bir iki sayfa sonra anladım hatamı. Yazarın vermek istediği mesajı tam anlamıyla o zaman aldım. Kitaptaki kahramanların hikayesini büyük bir şaşkınlıkla ve merakla okurken sona pek de yaklaşmak istemiyordum açıkçası. Mavi kuş dağ bayır demeden, derelerden geçerek, bir rüya gibi tozu toprağa katarak biraz da gürültülü bir şekilde gideceği menzile doğru yol alıyordu. Nihayetinde otobüs istasyona gelmişti ve ben hayretler içerisinde karşılaştığım sonu düşünüyordum. İstasyon bir film seti, kahramanlar da birer oyuncuymuş. Kitabın bu sonu bende bir hüzün uyandırdı. Ne yani, hepimizin yaşadığı o güzel şeyler, biriktirdiğimiz anılar, bizim için asla unutulmayacak ama bizden sonra da hatırlanmayacak hikayelerimiz, senaryosunu kendimiz yazıp oynadığımız yaşamlarımız bir film gibi bitecek miydi? Hikayelerimizin filmlere konu olabilecek kadar iyi olması bizi teselli edebilir miydi? Bu gerçekle yüzleşmeye çalışırken fark ettim ki hepimizin hikayesinin bir gün sonu gelecek. Belki kitaptaki gibi ansızın, belki de yıllar yıllar sonra. Evet, üzerinde yaşayan insanları bir menzilden başka bir menzile taşıyan bu fani dünya ne kadar da çok benziyor Mavi Kuş’a! Hepimiz bir yolcu değil miyiz bu dünyada? Bugüne kadar milyarlarca insan geldi geçti dünya istasyonundan. Su gibi akıp geçen zamanda hepimiz amaçlarımızın peşinde sürüklendik. Tıpkı mavi kuşa aynı yerden farklı nedenlerle binen ve tek bir istasyona ulaşmayı dileyen yolcular gibi. Bırakmak istiyoruz ardımızda hoş bir sada ‘Benim sadık yarim kara topraktır’ diyerek. KAYNAKÇA Şatıroğlu, Aşık Veysel. Benim Sadık Yarim Kara Topraktır. Web. 19 Şubat 2007. BU DÜNYADAN BEN GEÇTİM Ölümün kıyısı ölümden daha sarsıcı bir şeydi. Ben, ölümle hayatı ayıran bir çizgi olmadığını anladığım vakit bir vasiyetname yazmaya karar vermiştim. Sahip olduğum her şey üzerine düşünmemi gerektirecek bir eyleme girişmiştim yani. Kitaplarım, dostlarım, ailem ve sözcüklerim… Dolunay zamanıydı, Fransız balkonun kenarına bir sandalye çekmiş ve saatlerce bir şeyler yazmaya çalışmıştım. Bazı şeyleri yazdığım için, bazı şeyleri ise sildiğim için ağlıyor, göğü içime çekerek biraz nefesleniyor ve sonra gözlerime silik bir yıldızı doldurup devam etmeye çalışıyordum. Bir giriş cümlesi sığacak kadar yeri boş bıraktıktan sonra üç sayfa kadar yazabildiğimi hatırlıyorum. İlk defa bu kadar sancılı bir düşünme sürecinden geçiyordum. Ben vardım, bana ait olanlar vardı. Bir gün ben olmamaya başlayacaktım ama bana ait olanlar var olmaya devam edecekti. Tuhaf değil mi? Sanırım bu vasiyet benim “Bu dünyadan ben geçtim, buralardan surları yıkmak hevesinde bir kız çocuğu geçti.” deme şeklim olacaktı. Yahut ben öyle arzu etmiştim. Burada kalmayı istemememe karşın buradan geçtiğimi unutturmamaya gayretim ne ile açıklanabilir bilmiyorum. Günlüğüme “Ah benim sevgili ölümüm, sana ne çok sarılmak gelir içimden bir bilsen.” yazan da bendim, bir vasiyetle ayak izlerimin üzerine ışık tutan da ben. Günlerin devrilmek üzere olduğu demlerde o üç sayfayı tekrar elime alıp değişiklikler yapıyor, sonra yaptığım değişiklikler üzerine düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordum. Çok şeylerden vazgeçip çok şeylere niyetleniyordum. Sahi ne çok eksiliyor ve ne çok artıyordum. Dahası bunu fark etmek neden 18 senemi almıştı? Neden ölüm ile yaşam arasındaki bir çizginin varlığına inandırmıştım kendimi? Neden birini umutla beklerken diğerinde olup bitecekle -veya bitmeyecekle- ilgilenmeyi aklımdan bile geçirmemiştim? Bilmiyorum. Uzun bir yolda yürüyordum. Umulmadık zamanlarda umulmadık yönlere sapıp kendimi dahi hayrete düşürüyordum. Bu vasiyet işi bende bir şaşkınlıktan ziyade derin bir hayret bırakıyordu. Zihnen ve kalben yorulmama karşın her gece yaptığım değişikler bende gözyaşının yanında derin bir memnuniyet de bırakıyordu. Zamandı, evveldi, güzeldi. Sonra dünya telaşı girdi araya. Kırmızı kutumun içindeki bir zarftan ibaret kaldı hayretim. Hayret edecek hiçbir şey bulamadığım -belki de aramadığım- bir gece yürüyüşünün bittiği yerde, yıllardır takip ettiğim edebiyat dergisinin son sayısına uzanıyorum. Telaşsız bir şiirin gölgesinde nefeslenmek niyetiyle, her zamanki gibi ince uçlu kırmızı kalemimle bazı sözcüklerin yanlarına mim harfi iliştirerek okumaya devam ediyorum. Tebessümümü donuk bir bakışa çeviren o resme rastladığımda kalemi, elime izinin geçtiğini sonradan fark ettiğim betona bırakıp bakakalıyorum. Resmin yanına irice bir mim iliştirmeyi düşünsem de elimle yokladığım yerde kalemi bulamıyor, gözlerimi resimden ayırıp kalemi aramak gibi bir gayrete de girmiyorum. Taceddin Dergâhı’nın hemen yanındaki kabirleri kaç zamandır ziyaret etmediğimi anımsıyorum önce, sonra sol köşesindeki bankın üzerine oturup bir mezar taşına saplanıp kalmayalı ne kadar uzun süre olduğunu. Toprağın altının kalabalıklaştığı yerde toprağın üstünün nasıl da tenha olduğunu fark ediyorum. “Neden ölüm ile yaşam arasındaki bir çizginin varlığına inandırmıştım kendimi?” demiştim ya, dünya telaşı dediğim şeyin çizgi sandığımın ta kendisi olduğunu anlıyorum o vakit. Ölüleri, ölümlülerden ayırmak için inşa edildiğini düşündüğüm duvarın üzerinde gezdiriyorum parmaklarımı. Elleri cebinde bir çocuğun, iki arkadaşlı heveslerinin sol yanında duran duvardan bahsediyorum. Kaldırım taşlarını saymayı bıraktığımız yerde başlayan ve ardındakilere rahmet okumayı anımsatmayan o duvarı da yıkmak istiyorum. Ne zamandır zarfından çıkarmadığım vasiyetimin başındaki koca boşluk gözlerimin önüne geliyor. İki sayı arasına iliştirilmiş bir çizgiden ibaret kalacak olan ömrümün bir giriş cümlesini hak ettiği kanaatine varıyorum. Böylece bir heves yeniden diriliyor. Buralardan söz söylemiş olarak geçmeye karar veriyorum yeniden. Eda Nur Küçükkahveci KAYNAKÇA Şakar, Enes. Dünyanın İki Yüzü. İtibar, 62. 2016. (Fotoğraf) Köklem Seren Sahte Sonsuzlar İnsanlar kaybetmekten ölesiye korktuğu, korkularıyla yüzleşemedikleri için grilerde gezmeye o kadar hazırlardı ki... Siyah ve beyaz hiç kimseye gerçek bir mutluluk veremiyordu. Herkes, grinin sigara dumanı mayhoşluğunda sarhoş olmaya adeta can atıyordu. Zehirli bir tılsım olan gri insanların yok olmaya çoktan hazır duygularını acımasızca sömürüyordu, daha acımasız olanı ise bu büyüde kaybolan insanlar ruhlarının yok olduğunu fark bile etmiyorlardı. Kötülüğün ve yalanın hakimiyeti eline aldığı dünya ise gri ile kurduğu bu sahte dostluktan oldukça tatminkardı. Sahte hevesler uğruna hayatlar bir bir yok olurken, kötülüğe daha büyük kötülükle cevap vermenin doğru yol olduğu sanılıyordu. İnsanlar, ruhlarını parayla satın almak isteyenleri onların gerçek sevenleri, doğru yolda olmalarını öğütleyenleri ise can düşmanları ilan etmişti. İki yüzlülük, sahnede rolünü hiç olmadığı kadar iyi oynuyordu. Bahisler bir kere açılmıştı ve kötülüğün kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Çetin bir savaş, durdurulması imkansız bir fırtına gibi üzerimize doğru geliyordu. Aldatmak, çalmak, hem fiziksel hem de ruhsal olarak zarar vermek, nehirler kadar derin ve karanlık sırları ortaya dökmek, kullanılmaktan çekinilmeyen hatta insanlığa haz veren kozlardan sadece birkaçıydı. İnsan hayatının kumar parası gibi harcanması fikrinin akla mantığa gelir bir tarafı yokken, şeytanın pazarında çok satanlar listesindeydi insan hayatı. Kan kırmızı akan damarlarla hayatını sürdüren insanoğlunun kalbi kömür karasından beter kararmıştı. Gözümüzü ne zaman bu kadar nefret bürüdü? Biz neyi yanlış yaptık, neden kaybettik? Hayatlarımız hala neden avuçlarımızın arasından kaymaya devam ediyor? İnsanoğlu neden daha güzel bir hayatın hayalini bile kurmaya bile korkar oldu? Sadece yaşadığımız dünya bizim ki o da ödünç. Zamanın geri akmasının mümkün olmadığını unuturken, bu dünyanın bize ödünç verildiğini bile bile neden bu riyakarlık? Dövme gibi önce akla sonra vücudun her santimine kazınması gereken gerçekler vardır; bir kere yaşam hakkımız olduğu, onun hakkını vermemiz gerektiği en önemlisidir ve bu gerçek her an hatırlanmalıdır insanın aklı ve kalbi tarafından. Siyah güllerin dikenleri ile mücadele edemeyenler, taze çiçek kokulu bahar günlerinin tadını çıkaramazlar. ‘Seni seviyorum’ diyen taraf olmaktan korkmamalıdır insanoğlu. Bir saniye öncesinin tekrarının, bir saniye sonrasının ise garantisinin olmadığı bu hayat sevinçle karşılanmalıdır. Hala nefes alıyorsak eğer, kendimizi çıkışı olmayan mezarlara koyup, üzerimize toprak atmanın anlamı nedir ki? Başka bir yerde olmaya değişmeyeceğimiz yerler, bizi pek kıymetli ama sahte şeylere değişmeyen dostlar, günün sonunda başımızı yastığa koyduğumuzda içimizde, kalbimizin en derininde hissettiğimiz sıcaklık duygusu olmalı hayatımızda... Yaşanmaya, anlatmaya ve paylaşmaya değer kılınmalı hayat. Günler ayları ve aylar da yılları kovaladığında, eğer yeteri kadar şanslıysak uzun bir hayatımız olduğunda; geri dönüp bakınca, ‘iyi ki yaşamışım’ demeliyiz ve asla ‘keşke’ ele geçirmiş olmamalı hayatımızı, çünkü her keşke bir tecrübeyi beraberinde getirir hayatımıza, dersler çıkarmayı unutmamalıyız. Eğer olurda hayatımız içinde çok yıllar barındıracak kadar uzun olmazsa ‘dolu dolu yaşamışım, iyi ki her saniyemi deli dolu geçirmişim’ demeliyiz. ‘İyi ki kararımı değiştirmişim de iyi ki o çılgınlığı yaşamışım’ demeli ve yapılacaklar listesine bir çentik daha atarak devam etmeliyiz. Siyah ya da beyaz olmaktan korkmamalıyız çünkü hayatı siyah ve beyaz yaşamış olanlar, hayatın hakkını vermiş olanlardır. Kalplerine saplanan her keskin bıçağı çıkarmış, hayatlarına sıkılan her kurşundan zarar görmüş fakat ayakta kalabilmiş kişilerdir. Grinin zehirli dünyası karşısında dimdik durmuş, asla kendilerinden ödün vermemiş, iç hesaplaşmalarını yaşarlarken oldukları gibi kalabilmiş, başkasının hayatı uğruna kendi hayatlarını değiştirmemiş insanlardır. En dibi görmüş insanlardır, hayatlarındaki en büyük kötülüğü en yakınlarından görmüş ama gerçeklerle en acı şekilde yüzleşebilmiş olanlardır. Kör bir intikam hevesi ve bencilce hırsları gözlerini kör etmemiş, tam tersi gözlerini daha da açarak büyük resmi, hayatın kendisini görmüş olanlardır. Bir şeylerin yeterince büyük, mükemmel ya da yeterli olmasıyla ilgilenmeyin, onları istediğiniz formlara siz sokun, hayatını şekillendirmekten ve hayatınızın iplerini elinizi almaktan çekinmeyin. Hayatların en güzelini kendiniz için siz yaratın. Bunu bugün hemen şimdi kendiniz için yapın. Hayatınızda bir kez olsun, ‘bunu sadece ve sadece kendim için yaptım ve mutluyum’ demenin zevkini yaşayın. Çünkü ne o anı ne de hayatınızı yaşama fırsatınızı bir daha bulamayacaksınız. Mutsuzluğu asla hoşgörü ile karşılamayın ve hayatınızı ele geçirmesine izin vermeyin. Tatlı bir meltem gelip sizi hayattan aldığında, köklerinizi toprağa sıkıca sarmış bir çınar ağacı gibi görkemli ve asla solmayacak bir hayat yaşamış olmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşayın. Sahra Hilal Şenşar 21202700 TURK 102- 13 Ahmet KAYA İSKENDER’İN YIKAMADIKLARI İnsan için ailenin önemi yadsınamaz. İlk eğitim yuvasıdır. Anne ya da baba ilk sevgilidir. Baba çoğunlukla kahramanıdır çocuklarının. Hep ilklerini ailesiyle yaşar bir çocuk. Bu sebeplerden midir bilinmez ama çok değerlidir aile. Mesela hiç anlaşamasa bile insan kardeşiyle, hep bir yanı sever onu ya da berbat bir babası varsa insanın yine de hep bir özlem duyar ona karşı. “Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikaye içten içte...” demiş Elif Şafak kitabının bir bölümünde. Aslında burda söylenmek istenen var olan kan bağları yaşanmışlıklarla da birleşince görülmez bir bağ oluşturuyor aile içinde. Sonrasında bu kadar acıtmayla kalmıyor o aile birde üstüne başlıyor hayatını şekillendirmeye. Söylendiği gibi belki de gerçekten geçmişte yaşadıkları insanın gelecekte olması gereken insana dönüştürüyor ya da olmaması gereken. Baba faktörü de en önemlilerinden bir tanesi. Hikayenin karakterlerinden biri Adem, çocukluğunda içkiyi sihirli bir içecek olarak düşünürmüş çünkü nasıl kurbağa prense dönüşüyorsa içkiyi içince de babası farklı bir adama dönüşürmüş Adem’in. Bu yüzden Adem’in iki babası varmış: ayık babası ve sarhoş babası.Sanki aralarındaki fark iyi ile kötü arasındaki fark kadar netmiş bir yandan çocuklarını seven iyi baba bir diğer yandan kaşları çatık sürekli küfreden bir adam. Adem ne yazık ki hiçbir zaman geçmişiyle barışamayan bir adam olmuş ve sürekli geçmişe dönüp hatalarını, pişmanlıklarını tekrar tekrar yaşayan. Ne yazık ki babası bunun en önemli sebebi. Adem bu sebepten hiç bir zaman iyi bir baba da olamamış, kumar bağımlılığından kurtulamayan karısını aldatan mutsuz bir adam haline gelmiş. Bu da onun çocuklarını etkilemiş en başta da İskender’i. Hikayenin bu kısmı aslında ailenin insanları ne kadar etkilediğini gösteren örneklerden bir tanesi. Eğer hatalar yapılmasaydı, Adem iyi bir baba olsaydı belki de İskender büyük bir suç işlemeyecekti. Ailenin, aile için eğitimin en önemli örneklerinden bir tanesi de ataerkillik. Ataerkillik ne yazık ki Türkiye’nin göze çarpan sorunlarından. Özellikle ailenin yetiştirme şekliyle doğrudan ilgili. Ataerkilliği sorun yapan durumlardan biri kadının ataerkil toplumda ezilmesi. Ailenin bu sorunları ortaya çıkarmada rolü epey büyük çünkü yeni doğan henüz hiçbir fikri olmayan bir çocuğun fikirlerini şekillendirebiliyor, herhangi bir bilgiyi ona empoze edebiliyor. Buna örnek verirsek şiddet gören kadınlardan bir kısmı bunu kocalarının yapabileceği birşey olarak görüyorlar çünkü onlar kendilerini zayıf hissediyorlar ve hayatları boyunca ikinci sınıf insan muamelesi görmüşler. “İskender” adlı kitapta da kadın erkek eşitliğinin olması gerektiği halde eksikliğinin yaşandığı vurgulanıyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri aile içi eğitim. Bunun en önemli örneği kitabın vurgun yeri, İskender’in annesini öldürmesi. İskender’in annesini öldürmesinin sebebi onu başka bir adamla görmesi ama ilginç olan İskender’in aynı zamanda babası Adem’in de başka bir kadınla ilişkisi var. Ama İskender annesinin başka bir kadınla ilişikisinin olmasını kaldıramıyor. Çünkü İskender’in gözünde birkadın ve erkek eşit olamaz. Çünkü ailesi, çevresi ona böyle olması gerektiğini öğretmiş. İskender bunu üstelik hiç sorgulamadan yapıyor. Yaşadığımız yüzyılda hala kadın erkek eşitliğinin sorgulanması bile kabul edilemez. Bu roman özellikle Türkiye gibi gelişmiş olduğu halde olmaması gereken hataların yaşandığı bir ülkede okutulması gereken bir kitap. Birşeyleri en azından sorgulayabilirsek bile onları değiştirebilecek güce sahibiz demektir. Kaynakça: Şafak, Elif. İskender. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık Ve Yapımcılık Tic.A.Ş., 2011. NERDEYMİ Ş MUTLULUK? Hayatın her ayrıntısına dikkat eden, en minik olayda, hatta bir kelebeğin kanat çırpışına bile devasa anlamlar yükleyen biriydim ben. Günlük hayatta bu minik olaylar karşıma çıkmayacak dahi olsa, kendi kendime senaryolar yazar ve oradaki her ayrıntının nasıl hikayenin seyrini değiştirdiğini, kelebek etkisi dediğimiz o kocaman mekanizmayı nasıl çalıştırdığını irdelerdim. Fakat haliyle bir süre sonra yorgunluk, bıkkınlık yaratıyor insanda böyle düşünceler. İkincil etki olarak da uzunca bir dönem sürecek melankolik ruh halinde olurdum genellikle. Kendimden bile sıkılır ve bazen can sıkıntım öyle boyutlara ulaşırdı ki, kendi kendimi sustururdum. Bile bile mutsuzluğu seçiyordum sanki. Halbuki insanın iç dünyası sadece kendine mahsus bir saklanma yeri değil midir? Ben bana tahsil edilmiş bu zırhı adeta ellerimle parçalıyor, barınılmaz bir hale getiriyordum. (Eğer kendi kendimden de rahatsız olacaksam ben olmanın ne alamı kalır?) Tam da bunları sorguladığım bir dönemde ‘’Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’’ adlı kitaba rastlamamı da hep kaderin küçük bir cilvesi olarak değerlendirmişimdir. Hayal gücümü de hayli çalıştırarak bu kitabın hayatımda neleri değiştirdiğine göz atarsam sanırım bu sefer sadece kuruntu yapmış olmam. Çünkü az önce bahsettiğim kelebek etkisi kendini ben bu kitabı okurken de gösterdi ve içimde geri dönüşü olmamak üzere çok fazla şeyi değiştirdi. Her zaman kendinden emin olan ve bu emin olma halini de her durumu bin bir farklı olasılıkla düşünmüş olmamdan alan ben, bu sefer sağlam bir kayaya toslamış olmalıydım çünkü karşımda tıpkı benim gibi kendinden asla şüphe etmemenin gururunu yaşayan başka biri vardı. Bir insan önce iç sesine kulak vermeli, haklılığını doğrulamalı. Kitabın başkahramanı da benim gibi düşünüyordu. Ama Gerhard’ın yaşantısını ve iç çekişmelerini okumaya devam ettikçe benimle benzerlik gösteren ve aslında üçüncü bir göz olarak baktığımda beni rahatsız eden bu olay hayata karşı duruşumu sorgulamama neden oldu. Artık emindim, ben bir insanın önce bir suç işleyip hapishaneye atıldığında bedava yemek veriyorlar diye sevinmesinden daha iyi bir durumda değildim. Önce kendimi düşüncelere hapsediyorum, sonra da kendimi eğlendiren en ufak bir tesadüfte aslında hayatımın ne kadar eğlenceli olduğuyla övünüyordum. Kendimi mutsuz ederken bulduğum mutluluk anları tabii ki beni uzun vadede asla mutlu etmedi. Sadece kendimi kandırdığımı anlamam neyse ki fazla uzun sürmedi. Lakin bu dönemim haliyle ruhumda ciddi yaralar bıraktı. Önceleri pek insanları yargılamadan sadece hayatımdaki etkilerine göre değerlendirirdim. En ufak bir sohbette bile konunun ne olduğuna aldırmaksızın, karşımdakinin hal ve tavırlarına bile dikkat etmeden konuştuğumuz konuyu irdelerdim örneğin. Söylediklerim hakkında da insanların tutumunu (insanlar bana anlatmaya çalışsa bile) göz ardı ederdim. Şimdilerde ise insanların neden melankolik bir ruh halinde olduğunu anlayamıyorum ve etrafımda böyle ruhlar olması beni son derece sinirlendiriyor. Negatifliklerini bana da bulaştırıyorlar gibi geliyor. Böyle insanların eninde sonunda delirip bu deliliklerini bana da yansıtmalarından korkuyorum resmen. Bir süre önce kendim de böyleyken şimdi düşüncelerimin bir başka insanda yansımasını görüp de bu tür inşalardan kaçacak delik aramam da bir garip olaylar sillesi. Kendini yalnızlaştırmanın ne kadar kolay olduğunu bildiğimden, bahsettiğim bu tür olaylarında nasıl geliştiğini ve nasıl sonuçlandığını biliyorum. Kendi mutsuzluğun için başkalarını suçlamak en kolayıdır. Sorunun sende olduğunu değil de dünya düzeninde olduğunu iddia edersin. Bunlara daha fazla katlanamayacak hale geldiğinde de Gerhard gibi işlevsiz bir birey olursun. Kendin yerine en minicik olayların senin hayatına yön vermesini izler, arada da dikkatini çeken bir şey bulursan kendini mutlu zannedersin. Fakat gerçekler bunlar değildir. Gerçeklerin farkındalığına erken varabildiğim için kendimi şanslı olarak görüyorum. Artık biliyorum ki gülümsemek için doğru an, içinde bulunduğum an. Gerhard günlük düzenin sadeliğinde sıkışıp kalmış, yapacak bir şeyler bulamayana kadar, deliliğe her gün biraz daha sürüklenmişti. Ben, günlerimin sadece sadelik ve monotonlukla dolu olmadığını biliyorum artık. Yaptığım en ufak hareketin, bütün hayatımı yeniden yazdığını değil de, hayatın karşıma çıkardığı güzelliklerin beni ve dolayısıyla benim hayatımı şekillendirdiğini görebiliyorum. Bulunduğumuz anın, içinde sıkışıp kaldığımız bir kapsül olmadığını anlamak sadece kendimizin elinde. Bunu yapmak için de harekete geçmek ya da sadece oturduğun yerden bir kitap okuyarak kendine bir adım geriden bakmak yeterli. DÜNYA CAN Melih Hasbi Ekinci Başak Berna Cordan 21400373 TURK102 -6 Ödev 3 02.03.2015 Sorgulayan Denemeler BİR TOPLUM Bir toplum düşünün rekabet halinde insanlarla dolu. Açgözlülük yüzünden hem birbirleriyle hem bir olup diğerleriyle yarış halinde olan bir toplum. Bir toplum düşünün kendilerinden başka ahlaklı olmadığını sanan insanlarla dolu. Onlar anlamıyorlardır başka kesimlerin, başka toplumların, başka devirlerin de ahlak ölçütleri olduğunu ve kendi ahlak ölçütlerini seçme haklarına sahip olduğunu. Yalnız onların yegânedir ahlakları. Yoktur başkalarının hayatlarına saygıları. Bir toplum düşünün ruhban sınıfının peşinde giden. Körlerdir, göremiyorlardır. Onlardır hasedin, gaddarlığın ve nefretin kaynağı. Bir toplum düşünün ahmaklar tarafından yönetilen insanlarla dolu. Ne yazık, aynı zamanda kendileri seçer ahmakları. Ömürlerinin sonlarına gelince anlarlar bu değildir milenyumu getirecek parti, başka partilerde ararlar umudu. Ne yazık, oğlu devralır bu işi. Çark döner gider böylece. Bir toplum düşünün çocuklarına öğrenmeyi öğretmeyen insanlarla dolu. Onlara ezberlemeyi öğreten, sorgulamayı değil biat etmeyi öğreten insanlarla dolu. Russel’ın tarif ettiği bu toplum hiçbir zaman mutluluğa ulaşamayacaktır. Eminim ki hangi ülkeden olursa olsun bir insan, bahsedilen toplumda kendi toplumunu az çok görecektir. Bertrand Russell Sorgulayan Denemeler kitabında ahlaktan eğitime, psikolojiden felsefeye birçok konu hakkında düşüncelerini belirtmiştir. Dünyamızı neden mutlulukla dolduramadığımızın sebeplerine değinmiş, aynı zamanda bu sorunlara çözüm bulmaya çalışmıştır. Arzularımız maddi olarak görünür ilk bakışta. Aslında amacımız başkalarını etkilemektir. Başkalarının önüne geçmek. Sürekli rekabet halindeyiz. Hem bireysel olarak, hem de milletler olarak birbirimizle yarışmaktayız. Bu da ihtiyacımızdan fazla şeye sahip olmak için çabalamamıza yol açıyor. Dahası, başkalarından üstün olmaktan sonra en çok zevk aldığımız ikinci şey ise başkalarının zevk almasını engellemektir. Toplumlar ve bunların içerisinde gruplardan biri olan özellikle muhafazakârlar kendilerinin yapmaktan alıkoydukları şeyleri başka grupların veya toplumların yapmasına katlanamazlar. Bunu engellemek için ellerinden geleni yaparlar. Ekinci 2 Russell’ın çözümü açıktır. Rasyonalizm ve şüphecilik ile kötülüklerin çoğunu yok edebiliriz. Başta kendi davranışlarımızı sonra çevreyi sorgulayarak ve en sonunda akılcı kararlar alarak mutluluğa ulaşabiliriz. Birbirimizi etkilemek için ihtiyaçtan fazla harcamalar yapmak, akıl süzgecinden geçirildiğinde hiçbir artısı olmayan bir şeydir. Böyle bir yarış içinde olmasaydık, belki de dünyada yoksulluk diye bir şey olmayacaktı. Aynı şekilde, engin bir bilgeliğe sahipmişiz gibi başkalarını sırf bizle aynı ahlak ölçütlerine sahip olmadığı için yargılamakta mantıksızdır. Nesnel bir ahlak yoktur. Eğer birbirimize karşı hoşgörülü ve saygılı olsaydık, yeryüzündeki savaşların -özellikle dinler yüzünden çıkanlar- hiçbiri yaşanmayacaktı belki de. Bütün partiler veya iktidarlar bir diğerine nefret kusar. Başkalarını kötüleyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Bizlerse onların peşinden koşarız, birbirimizden nefret etmeyi öğreniriz. İnsanlar bu partilere oy verirler ama yine de mutsuzdurlar. Beklediklerini bulamayınca bir diğerini desteklemeye başlarlar. Ömürleri biter, oğulları devam eder ama sorgulamazlar. Ellerinde sorunları, haksızlıkları çözebilecek güce sahip olanlar, onlardan en çok yararlananlardır. Sorunun kaynağı partilerin tamamıdır. Bize lazım olan şey yaşam sevinci, hoşgörü ve saygı üzerine kurulmuş bir ahlaktır. Her bilgiyi, her olayı ve her davranışımızı sorgulamaktır. Dinlere dayalı baskıcılık ve yasaklar yerine akılcılık ile kurulmuş kurallardır. Dünya kötülüklerle doludur ama bunları sonlandırabilecek güce sahip olanlar bunlardan en çok faydalananlardır. Bu yüzden politikada da şüphecilik elden bırakılmamalıdır. Birbirimizden nefret etmeyi öğütleyen parti ve ideolojiden uzak durmalıyız. Birbirimizi sevmeliyiz ve irrasyonel yarışmamızı bitirip birlikte uyum içinde yaşamalıyız. Gelecek nesillere sorgulamayı ve öğrenmeyi öğretmeliyiz. İnsanlar sürekli kötülülüklerden, adaletsizlikten şikâyet ederler ama dünyada var olan kötülüklerin büyük çoğunluğunun nedeni insanlardır. Russell bize cevabı çok basitçe göstermektedir. Sorgulamak ve akılı kullanmak. Böylelikle dünyadaki sorunların büyük çoğunluğunu çözebiliriz. “Kurumları haksızlık ve nefrete dayalı bir dünya, mutluluğu yaratma olasılığı en fazla olan bir dünya değildir.” (119) Ekinci 3 KAYNAKÇA Russell, Bertrand. 2014. Sorgulayan Denemeler. İstanbul: Say. Bir Alman Aydının Gözünden Konstantinopolis Türk 101 dersini ikinci bloğumun konusu, Alman bir aydın olan Friedrich Schrader’in 20. yüzyılın başlarında yazmış olduğu Konstantinopel yani İstanbul’dur. Kitabı değerlendirirken yazarın hayatını ve ilgi alanları hakkında bilgi sahibi olmakta oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Böylece yazarımızın İstanbul aşkını daha kolay kavrayabilir,ona bu kitabı yazdıran çevreyi daha kolay anlayabiliriz. Yazarımız Schrader Osmanisches Lloyd gazetesinde yönetici, yazar ve tam bir İstanbul Aşığıdır. Bizans ve Bizans öncesi İstanbulla ilgi makaleler okuyup yazılar yazmıştır, yani İstanbul’u gününün koşulları ile değil tüm katmanları ile seviyordur.Yazarın Bizansa ve Sanat Tarihine duyduğu özel ilgi ve sahip olduğu bilgi birikimi, yazarın yapılanmayı ve mimariyi dönemsel olarak değil çok daha geniş bir yelpazede inceleyip okurlarına aktarmasını sağlamıştır. O, coğrafyaya her dönemi ile sevdalıdır. Bu açıdan kitabının her satırı İstanbula duyduğu hayranlık ve aşkla doludur. Yazar kitabını sık sık dolaştığı Beyoğlu ve diğer semtlerde yaptığı röportaj derlemelerini, İstanbul üzerine yazılan denemeleri, Abdülhak Hamid’in yazdığı Merkad-ı Fatihi Ziyareti’nden aldığı gibi manzumeler eklemesi,başka insanların bakış açılarına da ışık tutarak kitabı tekdüzelikten uzaklaştırdığını düşünüyorum. Doğu dillerinde uzmanlaşmış olması yazarı, halktan biri hâline getirmiş, kültürle daha iç içe geçmesini sağlayıp hayranı olduğu şehrin yerli halkıyla daha da bütünleşmiştir. Böylece Friedrich Schrader’i halktan biri hâline gelmiştir. Friedrich Schrader’in beni üslubu oldukça etkiledi. Yazarın etkileyici betimlemeleri dönemin insan portrelerini adete kalemle çizmişti. İstanbul’un o dar sokaklarını, puslu gecelerini ve ahşap evlerini gözümüzde candırmıştır ki kendimi İstanbul’un yüz yıl önce unutulmuş o saklı sahnesinde buldum. Böylece kendimi yüz yıl önce yaşamış halktan bir gibi hissettim. Yazar İstanbul’u sadece görsel olarak resmetmemiş İstanbul’u İstanbul yapan efsanelerini, türbelerini ve camiilerini de teker teker ayrı başlıklar altında toplamış, Şehzade Mustafa Camii gibi önemli yerlerin mimarisinin arkasında kalmış hikâyelerini de anlatarak yapının tarihi ile ilgili bilgi de vermiştir. İstanbul’un evliyalarının hikayelerini kısaca anlatılmıştır. Türbeler teker teker incelenmiştir. Bence kitap tam anlamıyla dönemin turist rehberi niteliğindedir. Çünkü İstanbul hakkında bir yabancıda merak uyandırabilecek tüm yapılara yer verilmiş ve yapıların geçmişinden de bahsedilmiştir. Hatta yazar “Meraklısı İçin Notlar” bölümünü eklemiş ve dönemin İstanbul haberlerine kısa kısa yer vermiştir. Benim için kitabı çekici klan diğer bir öge ise kitabın yazıldıktan sonra bizim tarihimizi anlatmasına rağmen çevirilmesinin yüz yıl kadar sonra gerçekleşmesidir. Bu açıdan kitabı okurken tavan arasında kalmış gizli tarihimizi okuduğumuz hissine kapıldım. Çevirmene göre bu durumun iki açıklaması olabilir. Bunlardan biri,Friedrich Schrader’in 1918’de İngiliz İşgali yüzünden çok sevdiği İstanbul’dan kaçmak zorunda kalmış olmasıdır. İkincisi ise yazarın ölümünden sonra siyasi görüş farklılığından dolayı kimsenin ona sahip çıkmaması yani kitabını diğer dillere çevirtip yayınlayacak kimsenin olamamasıdır. Bloğum için Friedrich Schrader’in İstanbul’unu okumayı seçmemin nedeni İstanbul’u bu seferde bir yabancının gözlerinden izlemek istememdi. Çünkü bu güne kadar hep Aşk-ı Memnu’daki Göksu betimlerini ve Çalıkuşu’ndaki Fatih anlatılarını okumuştum. Dönem gözümde hep bir yerlinin ışığıyla aydınlanmıştı. Bir Alman’ın bakış açısıyla yüz yıl önceki İstanbul’u izlemek oldukça heyecanlıydı. Kitaptan ve yazarın hayatıdan anladığım kadarıyla da İstanbul’un her dönemde sadece yerlilerin değil yabancılarında gözbebeği olduğudur. Verdiği önemli bilgilerden ötürü okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Kendi tarihimizi, özellikle de önemli yapıların ardına gizlenmiş hikayelerini bir yabancıdan dinlemek oldukça etkileyiciydi. Ceren Alganatay Başka Şehir İki Hayat Kızlar soruyor adlı blog sitelesinde dolaşırken üniversite hayatına yeni başlayan insanların sıkça sordukları sorulara rastladım. Aralarında benimde kafamı oldukça kurcalayan bir soru vardı. Okumak için başka bir şehre gidersem eve mi çıkmalıydım yoksa yurtta mı kalmalıydım? Başka bir şehire gitmeyi istiyordum, ancak kalacak yer konusu benim için büyük bir problemdi. İki durumda bana cazip görünmesine karşın annem ikisine de oldukça karşıydı. Yurtta kalmak istememin en büyük nedeni arkadaşlardı. Doya doya, istediğim saate kadar arkadaşlarımla olabilecek ve oda arkadaşım başta olmak üzere yurt hayatım boyunca birçok kişiyle tanışabilecektim. Yeni insanlar tanımayı, onlarla arkadaşlık kurup zaman geçirmeyi çok sevmeme rağmen çekingen bir insan olmam nedeniyle hep insanlarla tanışmak konusunda sıkıntı yaşadım. Üniversite hayatıma başlarken de bu konuda ciddi kaygılarım vardı. O nedenle yurtta kalmanın benim için çok güzel bir fırsat olcağını düşünüyordum. Ayrıca, alışık olamadığım bir yaşam olduğu için kulağa çok heyecan verici geliyordu. Okulun içinde olacağı için ulaşım da kolay olacaktı. Yurtta kalan birkaç arkadaşımla konuştuktan sonra gerçeğin, hayal ettiğim kadar güzel ve eğlenceli olmadığının farkına vardım. Oda arkadaşı kafa dengi çıkmayan birçok kişi bu durumdan çok muzdaripti. Konuştuğum bir arkadaşım oda arkadaşının dağınıklığından şikayet ederken, bir diğeri çok ses yapmasından yakınıyordu. Tabiki herkes aynı durumu yaşamıyor ve çok iyi anlaştıkları insanlar da buluyorlardı ama ya bir yıl boyunca hiç hoşlanmadığım biriyle aynı odada kalmak zorunda olsaydım, nasıl olurdu? Hayal bile edemiyorum. Odaya gitmemek için bölümde uyumayı bile düşünebilirdim. Oda arkadaşımın alışaknlıkları da önemliydi. Mesela sigara içmeyen biri olarak, sigara içen biriyle aynı odada yaşamak biraz zor olabilirdi. Odada sigara içtiği anda odanın halini hayal bile etmek istemiyorum. Koku bütün kıyafetlerime sineceği için, durum korkunç bir hal alabilir ve bu bir kavgaya bile sebep olabilirdi. Sigara konusunu bir şekilde hallettik diyelim. Dışarıda içip gelmeye başladı ve odada sigara kullamamaya özen gösterdi. Peki ya çok dağınık bir insan olduğu için her yerden onun eşyaları çıksa nasıl olurdu? Küçücük bir alanda her yere yayılmış eşyalarını toplamak eminim beni hiç mutlu etmezdi. Her insanın özel bir alana ihtiyacı vardır, ancak bu oda arkadaşıyla kaldığım sürece hiçbir zaman sahip olamayacağım bir şey olacaktı. Oda arkadaşımın kafa dengi bir insan olduğunu ve bu problemlerin hiçbirini yaşamadığımı düşünelim. Onun dışında da yurt yaşamını bir kez daha düşünmeme neden olan sorunlar vardı. Ortak tuvaletler beni en çok düşündüren faktörlerden biri oldu. Ortak bir tuvalet kullanmak okulda ya da bir alışveriş merkezinde tuvalete gitmekten farksız olurdu. Tuvalet bir insanın özel bir alana sahip olması gereken bir yerdi ve bu özel alan yurttaki tuvaltlerde sağlanamazdı. Ayrıca hijyen konusunda da büyük sorunlar olabilirdi. Bildiğiniz gibi tuvaletten bulaşabilen birçok hastalık var. Sırf bu nedenle günlerce tuvalete gitmemezlik yapabilirdim. Bir diğeri yemekler... Her yurtta ortak mutfak tarzı bir şey olduğunu öğrendim, ancak tembel bir insan olduğumu düşünürsek ve derslerimin yoğun olacağını; o yoğunlukta yemek yapmak için uğraşacağımı hiç sanmıyorum. Bu durumda geriye iki seçenek kalıyor. Birincisi okulun yemekhanesi, ikincisi ise fast food siparişi vermek. Yemekhane değil ama fast food oldukça pahalıya patlayabilirdi. Ayrıca her hafta, haftanın üç dört günü fast food yemek, kilo açısından da kötü sonuçlara Ceren Alganatay yol açabilirdi. Çamaşır yıkama konusu bir diğer zorluk olurdu, ancak bunlar bir şekilde halledilebilirdi. Ceren Alganatay Halledilemeyecek en önemli sorun ise aile özlemi... Yıllarca aynı evde yaşadığım ve her akşam görmeye alıştığım ebeveynlerimi çok uzun bir süre boyunca göremeyecektim. Dersler yoğun olduğundan belki haftalarca evime gidemeyecek ve onlara karşı bir özlem duyacaktım. Bütün sorunların bir şekil çözümü olabilirdi ama çözümü olmayan tek sorun buydu. Yurdun zorluklarını gördükten sonra acaba eve çıkmak daha mı zekice olur diye düşünmekten kendimi alamadım. Oda arkadaşı problemim olmazdı, çünkü ev arkadaşımı kendim seçerdim. Yeni insanlarla tanışmak için çok sansım olmazdı ama evde arkadaşlarımla çok güzel zaman geçirebilirdim ve odam, yani kendime ait özel bir alanım olurdu. Dağınıklık ve sigara problem olmazdı, çünkü onun odası dağınık olurdu ve o beni ilgilendirmezdi. Sigara konusu da, balkon sayesinde çözülebilirdi ya da sigarasını kendi odasında içerdi ve sorun çözülürdü. Yurtta olan diğer bir çok zorluk halledilebilirdi. Örneğin evde tuvaleti sadece iki yada üç kişi kullanacağından temizlik sorun olmadı. Bulaşık, yemek ve çamaşır işleri ortaklaşa halledilebilirdi. Ancak aile konusuna yine bir çözüm bulmak çok mümkün olmazdı. Farklı şehirde okumak, bu konuya alışmayı gerektiriyordu. Malesef eve çıkmanın da yurtta yaşamaya göre dezavantajları vardı. Ev ne kadar kampüse yakın olsa da, ulaşım için daha çok uğraşmak, belki de bir araba edinmek gerekecekti. Evin bir çok gideri olacaktı; örneğin mutfak giderleri, su, elektrik, internet faturası... Bunları ödemek gerekecek ve belki bu giderler yurttaki masraflardan çok daha fazlasına mal olacaktı. Evin de yurdun da avantaj ve dezavantajlarını düşündüğüm zaman hangisinin daha iyi olduğuna karar vermekte oldukça zorlandım. Kabul etmeliyim ki ikisi de gözümü korkuttu. İkisinin de iyi ve kötü yönleri vardı fakat başka bir şehirde yaşayacak olsam arkadaşlarımla eve çıkmayı tercih ederdim. Bu kararı vermemde tabiki rahatıma düşkün olmamın büyük ölçüde etkisi var. Evin yurda oranla daha az problemi var ve bunlar bir şekilde halledilebilecek problemler. Ecenur  Uyanık         SATİRİK  KAÇIŞ  MANİFESTOSU       Kaçmak  istiyorum.  Neyden  kaçmak?  Zorunluluklardan,  sorumluluklardan,  gereksiz   merasimlerden,  ikiyüzlülükten,  bencillikten  kaçmak  istiyorum.  Ben,  doğanın  bize  sunduğu   her  şeyi  karmaşıklaştırmış  olmamızdan  rahatsızım.  Hiçbir  şeyi  doğal  halinde  bırakamama   takıntımızdan,  her  şeye  burnumuzu  sokup  yönetmeye  çalışmamızdan,  güzel  olanı   çirkinleştirmeye,  çirkin  olanı  iğrençleştirmeye  olan  meylimizden  rahatsızım.  O  kadar   rahatsızım  ki  midem  bulanıyor.  Doğaya  dönmek  istiyorum.  Doğanın  basit  düzenine,   huzuruna,  ilkel  ama  dinamik  yaşam  tarzına  dönmek.  Her  şeyin  birbiriyle  uyum  içinde  olduğu   ve  kimsenin  diğerinin  işine  burnunu  sokmadığı,  bencilliğin  değil  de  bireyselliğin  hüküm   sürdüğü  bir  yere  kaçmam  gerek.       Doppler  insanlardan  hoşlanmıyor.  Ben  de  hoşlanmıyorum  onlardan.  Sanat  dışında   insanların  yaptığı  hiçbir  şeyi  beğenmiyorum.  İnsanların  kurduğu  düzende  her  şey  çok  “fazla”   geliyor  bana.  Her  şey  çok  abartı.  Doğa  sade,  biz  de  doğanın  bir  parçasıyız,  neden  biz  de  sade   olamıyoruz?  Bin  yıl  önceki  basit  yaşam  tarzımızın  nesini  beğenemedik  de  teknoloji  denen   mereti  yarattık?  Esiri  olacağımızı  bildiğimiz  bir  şeyi  neden  var  ettik?  Andreas  Doppler  gün   boyu  kafasının  içinde  televizyonda  çıkan  çocuk  programlarının  aptal  jenerik  müzikleri   tarafından  işkence  görüyorsa  televizyonun  insanlığa  yararlı  bir  şey  olduğunu  kim  iddia   edebilir?  Ve  küçük  oğlu  Gregus’un  televizyon  saati  geldiğinde  fiziksel  olarak  uyarılma   belirtileri  göstermesi,  yarattığımız  şeylerin  doğamızı  alt  üst  edip  bizi  mahkûm  ettiğine   yeterince  geçerli  bir  kanıt  oluşturmuyor  mu?  Doppler  diyor  ki,  “Benim  için  televizyon   izlemek,  insanları  neden  sevmediğim  konusunda  bir  kaynak  kitap  okumak  gibi”  (52).  İşte   insanlar  her  şeyi  bu  şekilde  çok  abartıyor.  Bir  zamanlar  ortada  iyi  bir  amaç  varsa  bile,  artık   orada  olmadığından  hiç  şüpheniz  olmasın.  İyi  amaçları  saptırmak  konusunda  insanların   üstüne  yoktur.     Kaçabilecek  bir  yer  de  yok  ki.  İnsanlar  ve  iflah  olmaz  hırsları  koskoca  gezegende   kimseye  ait  olmayan  bir  karış  toprak  parçası  bile  bırakmadı.  Doppler  Oslo’yu  çevreleyen   ormanlara  gitti,  fakat  o  ormanlarda  üç  günden  fazla  kamp  kurmama  yasağı  var.  Birileri   kontrole  gelse  pılını  pırtısını  toplayıp  göç  etmek  zorunda  kalacaktı.  Görüyoruz  ki  insanların   koyduğu  iflah  olmaz  kuralların  kilometrelerce  uzanan  kolları  orayı  da  sarmış.  Doğa  her  yerde   birilerinin  mülkiyeti  altında.  Bizi  var  eden  şey  doğa,  gücü  bizimle  kıyaslanamaz  ama  biz  ona   hükmetmeye  çalışıyoruz.  Daha  doğrusu  onu  yerle  bir  ederek  ve  yok  etmeye  çalışarak  ona   hükmettiğimizi  zannediyoruz.         Her  yer  çok  kalabalık.  Ve  gün  geçtikçe  daha  da  kalabalıklaşıyor.  İnsanın  sadece  kendi   düşünceleriyle  yalnız  kalacağı,  her  şeyden  bağımsız  bir  hayat  sürmesi  imkânsız  gibi  bir  şey.   Evet,  insan  sosyal  bir  varlıktır,  fakat  artık  öyle  bir  çağa  geldik,  öyle  değişti  ki  her  şey,  insanın   başka  insanlarla  birlikte  yaşaması  gerektiği  gerçeği  bile  pek  geçerli  gelmiyor  bana.  İlla  bir   canlıyla  sürdürmem  gerekiyorsa  yaşamımı,  dürüst  olmam  gerekirse  bu  canlının  bir  hayvan   olmasını  tercih  ederim.  Hayvanlar  en  iyi  yoldaştır.  İnsanların  anlamadığını  onlar  anlar,   hisseder,  onların  içindeki  iyilik  saf  bir  iyiliktir.  Ama  insan  insana  iyilikten  çok  kötülük  ediyor  artık.  Herkes  kendi  çıkarının  peşinde  diğerlerini  ezip  geçmeye  çalışıyor.  Hobbes’un  dediği   gibi,  “İnsan  insanın  kurdudur”.       Doppler  de  insanlardan  kaçmak  için  ormana  yerleşiyor  fakat  orada  da  kurtulamıyor   insanlardan.  O  onları  orada  istemiyor,  ama  insanlar  kendi  istediklerini  yapma  konusunda  o   kadar  ısrarcılar  ve  bir  o  kadar  da  düşüncesizler  ki,  Doppler’i  yalnız  bırakmaları  gerektiğini   anlamıyorlar  hiçbir  zaman.  En  sonunda  başka  ormanlara  göç  etmek  zorunda  kalıyor  Doppler   geyiğiyle  beraber.  Geyik  Bongo,  Doppler  için  duygu,  düşünce  ve  deneyimlerini   paylaşabileceği  ve  asla  yargılanmayacağını  bildiği  bir  yoldaş  gibi.  Onunla  birlikte  yaşamak  bir   insanla  birlikte  yaşamakla  aynı  şey  değil.  Bongo,  Doppler’in  sığındığı  doğanın  ve  basit  yaşam   tarzının  vücut  bulmuş  bir  simgesi  adeta.       Evet,  insanlar  binlerce  yıl  süregelen  bir  çaba  sonucunda  bir  düzen  kurmuşlar   kendilerine,  tabi  kendi  çıkarlarına  hizmet  edecek  bir  şeyi  yapmalarını  engelleyen  her  şeyi  -­‐ne   kadar  gerekli  ve  dünya  düzeninin  bir  parçası  olursa  olsun-­‐  yakıp  yıkarak  iflah  olmaz  kişisel   amaçlarına  ulaşmalarını  sağladıkları  bir  düzene  düzen  denilebilirse…  Ve  bu  düzeni   değiştirebilmek  ne  Doppler’in  ne  de  onun  gibilerin  elinde,  onlar  da  bunu  biliyorlar.  İşte  bu   yüzden  geriye  kalan  tek  çare  kaçmak.  Ve  orman...           KAYNAKÇA       Loe,  Erlend.  Doppler.  İstanbul:  Yapı  Kredi  Yayınları,  2016. Enise Kartal GÖZLERİNİ “SIMSIKI” AÇ Dünyada bitmeyen bir koşuşturmaca hâkim. İnsanlar her gün sabah kalkıp işlerine, okullarına gidip akşamına evlerine geri dönüyorlar ve rutin bir şekilde bu her gün devam ediyor; “aptal kutusu” olduğunu kabul edip çılgıncasına izlemeye devam ettikleri televizyonları ise yalnızca haber saatlerinde izlemeye fırsat bulabiliyorlar genellikle. Ve akşamları izleyip sindirdikleri haberler uykuları boyunca yer ediyor zihinlerine, ertesi gün duyduklarıyla –bilinç altına yer edinen, katılmasalar dahi sahip oldukları fikirlerle- devam ediyorlar hayatlarına. Habercilik, gazetecilik dünyanın en kritik meslekleri bence. Çünkü haberi aktaran insanlar hangi dili ya da hangi psikolojik yönetim biçimini kullanırsa okuyucular veya izleyiciler buna göre günlük hayata dair düşüncelerini şekillendiriyor ve buna göre insanlarla ideolojik tartışmalara giriyor; buna göre günlerini yaşıyorlar ta ki bir sonraki habere kadar. Sonrasında aynı rutin devam ediyor, akşam zihinlerine giren hayatı yorumlama biçimi ertesi günkü konuşmalarını oluşturuyor insanların. Evet, bu durumda haber yapan insanlar çok büyük rol oynuyor. Bu yüzden ben hep çok ilgilenmişimdir habercilikle. Hep merak etmişimdir gazeteciler nasıl haber buluyor, bunları nasıl yazıyorlar diye. Birkaç yıl önce televizyonda The Newsroom diye bir diziye denk gelmiştim ve çok ilgimi çekmişti. Çünkü bir kanalın haber yapma aşamalarını anlatıyordu dizi, senarist ve oyuncu kadrosu o kadar mükemmeldi ki insanı sıkmadan konunun içine alıyordu. O diziyi izlerken gördüğüm şeyler beni o kadar etkilemişti ki dünyaya karşı yeni bir bakış açısı kazanmış, insanların haber yaparken yaşadıkları ve yaptıkları şeyleri gördükçe gözüm açılmıştı. Bu diziden sonra üzerinde düşünmeye başlamıştım artık haberciliğin ve dili kullanım biçiminin insanları nasıl etkileyebileceğinin ve manipüle edebileceğinin. Türk televizyon kanallarına bakılırsa bu bahsettiğim çok açık bir biçimde görülebilir diye düşünüyorum; her kanalın aynı haberi anlatma şekli öylesine farklı ki. Aslında evet hepsi aynı olayı anlatıyor fakat nesnellik bitip de iş yoruma gelince hepsi insanların bu konuda nasıl düşünmelerini istiyorlarsa öyle konuşuyorlar. Belli bir zaman zarfında (mesela birkaç haftalığına) insanların aklına hangi algının yerleşmesini istiyorlarsa ülkeyle, dünyayla veya herhangi bir şeyle ilgili; bunu göz önüne alarak haber yapıyorlar. Bunu yapmak içinse olayın temel hatlarını sabit tutup geri kalan kısmını tamamen kendi yorumlarına açıyorlar ve ne etki vermesini istiyorlarsa ona göre küçük yalanlar serpiştiriyorlar yazılarına. Bu bahsettiğim Umberto Eco’nun Sıfır Sayı’sında öylesine gözler önüne serilmiş ki okurken haberciliğin gücüyle ilgili yeniden bir aydınlanma yaşadım ve notlar aldım. Bahsedilen şeylerden bazıları bilinmesi çok önemli şeyler bence. Mesela “Kurnazlık önce sıradan bir görüşü, sonra daha mantıklı ve gazetecininkine yakın ikinci görüşü tırnak içine almakta yatar. Böyle olunca okur iki bakış açısından da haberdar olduğu izlenimine kapılır ama aslında ikna edici olanı kabullenmeye yöneltilmiştir.” Kabullenmeye yöneltilmek… Dünya basınında yapılan şey de tam olarak bu. Gerçekten yıllardır haberler bu şekilde yapılıyor ve biz de bunca zamandır bu şekilde bir şeyleri öğreniyor, ideolojimizi oluşturuyor, yaşam tarzımızı şekillendiriyoruz. Bu konuyla ilgili bir şeyler öğrenmekle ilgilenen biri olarak bu kesit çok hoşuma gitmişti ve kitap bana bu konuda çok faydalı oldu. Bir kez daha anladım ki haber izlemek veya okumak günümüzde yapıldığı gibi basit bir şey değil, doğru haberi bulup öğrenmek için iyi araştırmaların yapılması ve bu araştırmaya rağmen haberi olduğu gibi kabul etmek yerine özgünce kendi yorumlarımızı ekleyebilmemiz gerekiyor. Bunun gözler önüne serilmesinde yazarın kitabı birinci kişi ağzından yazmış olmasının etkisi çok büyük çünkü duygular çok samimi ifade edilmiş ve okuyucu bu yüzden durumu rahatça kavrayabiliyor. Sonuç olarak denilebilir ki dili kullanış biçiminin hayatımızdaki yeri çok büyük, hayal ettiğimizden de fazla. Özellikle kitle iletişim araçlarının ve sosyal medyanın kapsamının genişliğine bakacak olursak, günümüzde bu konuya bilhassa dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizmek çok yerinde olur. Bu yüzden halkı manipüle etmeye çalışan habercilere pabuç bırakmamalı, gündemi takip etme konusunda bilinçlenmeli ve bu bilinci herkese yansıtarak dünyaya yayılmasını sağlamalıyız. Böylece en azından doğruluk bakımından daha temiz bir dünyada yaşama şansını elde etmiş oluruz. Kaynakça Eco, Umberto. Sıfır Sayı İstanbul: Doğan Kitap, 2015. Baskı. Batuhan Araslı 21400963 Turk 101-20 Başak Berna Cordan 5-2 16/12/2014 Araslı 1 BENCİLLİĞİ YENMEK Dönüşüm, Franz Kafka'nın 1915'te yayımlanan bir öykü kitabı. Dönüşüm'de Kafka bize Gregor Samsa'nın bir gün sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulmasını ve sonrasında ölümüne kadar geçen kısa süreci anlatıyor. Ailesinin geçimini sağlamak için yorucu bir işte çalışan Gregor'un sadece bedensel olarak bir böceğe dönüşmesi ve sonrasında aile bireylerinin ve diğer insanların ona karşı tutumunun ne kadar bencilce ve tiksinti dolu olarak değiştiği kitapta çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Samsa'nın değişen tarafı sadece bedeni olsa da aile bireyleri başta olmak üzere diğer insanların ona karşı değişen tavırları ile Kafka bizlere insanların ne denli bencil varlıklar olduklarını gösteriyor. Her ne kadar Dönüşüm'de gerçek hayatta karşılaşılması imkânsız bir durumdan bahsedilse de aslında aynı durum gerçek hayatta karşılaşılması hiçbir insan için çok da uzak olmayan bir durum gibi düşünülebilir. Elbette bir sabah kalktığımızda kendimizi bir böceğe dönüşmüş olarak bulamayız; ancak bir anlık dalgınlık sonucu gerçekleşen trafik kazaları, elimizde olmayan sebeplerle başımıza her an gelebilecek kazalar ve hastalıklar gibi birçok olay sonucu hepimiz bir gün uyandığımızda eski yaşantımızdan çok farklı bir yaşam sürmek zorunda kalabiliriz ve eski yaşantımız için oldukça sıradan sayılabilecek birçok şeyi yapamayacak durumda olabiliriz. Gregor Samsa'nın ilk uyandığı gün kapısını açamaması gibi biz de her gün kolaylıkla yapabildiğimiz şeyleri yapamayabiliriz ve bu durumda Samsa'nın maruz kaldığı muamele ile karşı karşıya kalmamız da çok uzak bir ihtimal olmaz. Her ne kadar biz hâlâ aynı biz olsak da bedenimiz, kabiliyetlerimiz ve başka insanlara sağlayabileceğimiz faydalar iyice kısıtlanmış olacaktır. Sonrasında ise diğer insanlar Araslı 2 zamanla bizi hâlâ aynı biz olarak görmemeye başlar; sadece biz hâlâ aynı biz olduğumuzun farkında oluruz. İnsan tam anlamıyla bencil bir varlıktır. İnsanların kendi aralarında bencil olarak nitelendirdiği kişiler sadece “daha bencil” olanlardır. Her insanın yaptığı en az bencillik içeren davranış olarak nitelendirilebilecek iyilik yapma bile aslında karşılık beklenmeden yapılıyormuş gibi görünse de bir şekilde karşılık beklenerek yapılır. Gerek dini inanışlar gereği sonunda ödüllendirilme beklenmesi, gerek iyilik yapılan insandan daha sonra iyilik yapmasının beklenmesi veya sadece vicdanlarımızın rahatlatılması ve kendimizi iyi hissetmemiz amacıyla yapılır aslında tüm bu iyilikler. Son durum, yani içsel rahatlama amacıyla iyilik yapma durumu, belki de en az bencilce olanıdır; çünkü iyilik yapma olayı öncesi vicdanımızın bizi harekete geçirecek şekilde kötü hissettirmesi aslında insanca diye nitelendirebileceğimiz değerli bir olgudur. Ne yazık ki her zaman ve her durumda insana yol gösteren vicdana çok az kişi sahiptir. Kısacası insanlar bencil varlıklardır ve yalnızca az sayıda olan kısmı daha az bencil olmalarını sağlayacak, işler durumdaki bir vicdana sahiptir. İşte bu yüzden insanlar için çevresindeki insanlar yalnızca sahip oldukları unvanlar ve onlara faydalı olma dereceleridir genellikle. Bu nedenle bir gece ansızın çeşitli yetilerimizi kaybetmiş olarak ya da dış görüntümüz insanları bir şekilde rahatsız edecek şekilde uyandığımızda biz hâlâ eski biz olsak da çevremizdeki insanlar için eski bizden bambaşka bir biz oluruz; çünkü onlar için biz işe yaradığımız ve onlara fayda sağladığımız kimliğimiziz, onlara fayda sağlamadığımız zaman yalnızca onlar için bir yük anlamına geliriz. Peki, insan gerçekten de bencillik kavramı kapsamında düşünüldüğünde bu kadar nefret edilesi bir varlık mı? Elbette ki değil, her canlı gibi insan da bir şekilde hayatta kalma çabası gösteriyor ve bu çabanın doğal sonucu olarak bencil davranması aslında gereklilik oluyor; ancak medeniyet geliştikçe bu bencillik gereklilik olmaktan gitgide uzaklaşıyor. Bencillik duygusunun Araslı 3 körelmesi de modern zaman Fransız İhtilali gibi bir hareketle oluşabilir. 1789'da nasıl insancıl duygular olan bağımsızlık, özgürlük gibi duygular önem kazandıysa ve olağanüstü güçlere sahip bir yöneticinin varlığına gereklilik köreldiyse, modern zaman devrimi ile de “insancıllık” önem kazanabilir. Bu durumun Fransız İhtilali'nden farkı ise her insanın içinde zamanla gerçekleşecek bir devrim olmasıdır. İşte o zaman ihtiyacımızın gitgide azaldığı bencillikten uzaklaşabilir ve insanlara işe yararlılıkları ölçüsünde değil de yalnızca insan oldukları için değer verilen bir dünyada yaşayabiliriz. KAYNAKÇA Kafka, Franz. Dönüşüm. 33. Baskı. İstanbul: Can Yayınları, 2012. İÇİNDE KAYBOLDUĞUM BAHÇE Bir gün yolunuz Madrid’deki Prado Müzesine düşerse yaşayabileceğiniz en güzel deneyim şüphesiz “The Garden of Earthly Delights”a ,Hieronymus Bosch, büyülenmişçesine kendinizi kaptırdığınız dakikalar olacaktır. Yaşlı genç, yetişkin çocuk her yaştan hayran kitlesi olan bu capcanlı eserin önünde beş dakikadan az vakit geçirene rastlamadım.Türkiye’ye döndüğümde yaptığım küçük araştırmalarda Hollandalı ressam Hieronymus Bosch'un 1503 ve 1504 yılları arasında yaptığı şaheserin 1939’dan beri bu müzede yer aldığını öğrendim. Beş yıl önce yaptığım bu kültürel gezi ve tanıştığım bu şaheser beni öylesine etkilemiş olmalı ki tablonun bir kopyasını bulup, satın aldım. Şaheserimize gelince, bu ünlü tablo dış kapakları kapandığında kare biçimli farklı bir eser karşımıza çıkar. Dış kapağında Dünya’nın oluşum aşaması resmedilmiştir. Kristal bir küre şeklinde betimlenmiş dünya halen oluşmakta ve yeşillikler dünyanın üzerinde yer almaya başlamaktadır.Tanrı üst kısımdaki yazıda İncil’den bir alıntı olan “O konuştu ve oldu; o emretti ve durdu” yazmaktadır. İç ve ana kısmına geldiğimizde burada üç bölmeye ayrılmış olması göze çarpar.. Bölmelerden sol kısımda, Adem ile Havva ve harikulâde hayvanlar eşliğinde cennet tasvir edilir. Orta kısımda pek çok çıplak figür, eşsiz güzellikte meyveler ve kuşlarla birlikte dünyevi zevkler; sağ tarafında ise günahkârların değişik biçimlerde cezalandırılışının gösteridiği cehennem resmedilmiştir. Tamamen somut figürlerle hayal gücünün buluştuğu bu eser insanoğlunun zaaflarını, güçlü yanlarını ve zayıf noktalarını kısaca insana ve doğaya ait herşeyi bir arada barındırır. Kolay yorumlanabilmesinin yanı sıra, eserden yapacağımız sayısız çıkarım ve incelerken aldığımız zevk eserin sanatsal niteliğini yüceltiyor. Eserin çarpıcı figürlerinden, cennet ve dünya panelinde yer alan, çeşmelerden bahsetmek istiyorum. Tamamen şahsi fikirlerimden yararlanarak, bu iki çeşme figürü cennet ve dünyanın yeşillikler içinde oluşu ve yaşamın suyla olan ilişkisini temsil ettiği kanısındayım. Su duruluğu ve güzelliği sembolize ettiği için cehennemde yer almamış. Aynı zamanda Adem, Havva ve Isa’ya da rastlıyoruz bazı kısımlarda. Yasak elmayı yemeleri üzerine ve dünyaya gelişleri anlatılmış ve ressam elmaya tabloda sık sık yer vermiştir. Bana göre ana tema bu üç kavram üzerinde yoğunlaşmıştır; Adem, Havva ve yasak elma... Eserin adından da anlaşılacağı üzere, Adem ve Havva dünyevi bir zevk uğruna sonsuz güzelliklerden mahrum bırakılıp, cezalarını dünyada çekmişlerdir. Sayısız çocukları olmuştur dünyada. İnsan tasvirleri tablonun her noktasında farklı bir duygu farklı bir eylem anlatmaktadır bize.Genel bir bakışla incelediğimizde, ilk insanların hemen hemen hepsi çıplaktır. Aynı zamanda toplum kavramı yeni yeni oluşmaya başlamış, birbirlerini manipüle eden, hayvanları farklı amaçlarda kullanan ve vücutlarını keşfetmeye başlayan insanlara rastlıyoruz. Bakışlarımızı kaydırdığımız her karede zaman zaman bizi güldüren, zaman zaman düşündüren, zekice vurgulanmış figürlerle karşılaşıyoruz. Tabloda hoşuma giden bir nokta ise, nadiren zenci insanlar kullanılmış hatta mümkün olabildiğince ön kısımlarda kullanmış ressamımız bu siyah insanları. Zenciler köle olarak değil, tam aksine ayrım olmadan diğer insanlar gibi eşit ve özgür olarak kullanılmıştır.Hatta eserin en sevdiğim özelliği budur diyebilirim . Cehennemin karanlık dünyasına inecek olursak, müzik enstrümanları ve teknolojik aletler gözüme ilk çarpan şey olmuştu. Eskiden Katolik kilisesinin uyguladığı ağır kurallardan biri olarak düşündüm bu müzik aletlerinin cehennem kısmında yer almasını. Öyle ki arp çalgısı bile, genellikle cennet ile bağdaştırılırken, cehennemde arp görmek beni şaşırtmıştı. Yukarı kısımlarda ise kocaman bir kulak ve yanında bıçak figürü o zamanlarda kapılar ardında gizlice dilenen sırların ortaya çıkması üzerine dedikodunun günah olarak algılanmasını açıklıyor olabilir. Her kareyi tek tek yazmak istesek bile anlatamayacağımız öyle çok ayrıntı kalır ki, bu eşsiz eser karşısında… İlerde bir kafe açsam duvarlarını bu tabloyla süslerdim. Müşterilerim arkadaşlarını beklerken yada yalnızlıklarının keyfini çıkarırken bu tabloya bakarak belki gülümseyip, belki de alınlarını kırıştırarak kahve içişlerini seyretmek keyifli olurdu. Fulya Akbaş Ben Canavar Değilim Düşünme, sana söyleneni yap. Yaratma, yaratılana itaat et. Biz sana bu hayatta yapman gerekenleri zaten belirledik. Senin yegane görevin bunlara uyum sağlamak. Önce aileni sevmen gerektiğini bileceksin, kol kırılsa da yen içinde kalacak. Sonrasında okula gideceksin. Burada yapacaklarını sorgulamana gerek yok. Ayrıca buna zamanın da yok. Çünkü durursan dost olman dayatılan ama aslında rakibin olan diğerleri üzerine basıp geçecekler. Bizim zeka dediğimiz şey aslında sana dayattıklarımızı ezberleyip kağıda dökebilmen. Bu yüzden sınırını bil ve ezberle. En iyi notları alıp, en iyi okuldan mezun olduktan sonra da evlenmen gerekecek. Çünkü sen de senin yetiştirildiğin şekilde bireyler yetiştirmek zorundasın. Seçmediğin anne, baba ve kardeşlerin gibi o bireyleri de yani çocuklarını da seveceksin. Eğer yaşın biraz ilerlemişse ve bu dediklerimizi yapmamışsan seni ayıplarız. Çünkü toplumda ahlak diye bir şey var, rica ederiz bozma! Kuracağın bu küçük toplum parçacığına bakmakla mükellefsin. Her gün sabah yedide kalkacak, emirler almak ya da kurallarımıza harfiyen uymuşsan emirler vermek üzere yollara düşeceksin. Hayat bir çember, zamanla başladığın noktaya geri döneceksin. Nihayet artık dinlenebilirim dediğinde ise sonsuz istirahatine çekileceksin. Ve sen hep bu çemberde durmak zorundasın. Dışına çıkarsan diğerlerine kötü örnek olma diye seni etiketleriz ve hastane duvarlarına hapsederiz. Cümlelerimle çizdiğim bu tabloya baktığınızda hayır bu ben değilim diyebiliyor musunuz? Ben diyemiyorum. Evet, bu benim. Bu sizsiniz, bu sokakta yürürken yanımızdan akan her bir insan. İşin aslı ben ait olduğum bu sistemi seviyorum ya da sevdiğimi düşünüyordum. Ta ki Holden Caufield ile tanışana dek. Kendisiyle geçen sene tanışmıştım, çavdar tarlasında öylece durmuş çocuklara sakın diyordu, gelmeyin bu tarafa. Göz göze geldik. Nereye gidiyorsun dedi. Onun beni oyalamasına izin veremezdim. Hızlı hızlı yürüdüm bu yüzden kitabın sayfaları boyunca. Her bir sayfayı geçtikçe ardımdan seslendiğini duyuyordum. Gitmek zorunda değilsin, koşmak zorunda değilsin, bu hayatta kendinden başka yetişmen gereken hiçbir şey yok diye bağırıyordu. Bak bana ben özgürüm, sizlere tiksinerek baktığım, size dahil olmadığım ve hiçbir yerde tutunamamakla küçümsediğiniz ben sizin boyun bağlarınızı taşımıyorum. Bunları söyleyen daha on altı yaşında bir çocuktu ve ben ona ne kadar güvenebilirdim. Holden’ı okudukça inkar ettim ama bir yandan da seviyorum dediğim hayat çemberini sorguladım. Fakat hayır, yanılıyordu. Elbette ki sevecektim insanları ve elbette ki çalışacaktım gelecek güzel günler için. Holden bizim masumiyetimizi kaybettiğimizi iddia ediyordu. Hayır, yanılıyordu. Beni hiç tanımayan bu şımarık çocuk, bana sen masum değilsin diyerek ithamlarda bulunuyordu. O zaman açıklasana Holden masumiyet ne demek? Ben sistemin itaatkar bir parçasıyım, evet. Ama senin yalanlarından söylemedim hiç ben. Senin insanlara yaşattığın hayal kırıklıklarını ve küçük düşüşleri hiç yaşatmadım. Şimdi hangimiz masum? Sisteme aidiyetim nedeniyle gözünde canavar addettiğin ben mi? Yoksa zincirin halkasını kırmayı başardığını düşünen ama sürekli yalanlardan beslenen sen mi? Bu bahsi bir kenara bırakacak olursak, Holden’ın düşündüğünün aksine biz ötekileştirmiyorduk onu. O kendini ötekileştiriyordu. Ve inanın bana bizler çavdar tarlasındaki Holden’ın sandığı gibi çocukların masumiyetinden beslenen canavarlar değiliz. Sistemin bir parçası olmayı bu kadar istemiyorsa ve hayatı bu kadar sevmiyorsa neden kontrolü eline alıp yaşamına son vermiyordu Holden? Bu soruyu düşünmüştüm kitabın sayfaları boyunca. Cevabı bulduğumda fark ettim ki bizim güçlü bir ortak noktamız vardı bu çocukla; kardeşlerimiz. Holden bu hayatta bir tek masumiyetine sıkı sıkıya bağlandığı kız kardeşini seviyor ve onun için hayatını sürdürüyordu. Haklıydı. Eğer bu hayatta kalınacaksa sizi bağlayan bir şeylerin olması gerekir. Tıpkı benim gibi oda kendinden çok kardeşini seviyor, onu kolluyor ve gözetiyordu. Bu cevabı bulduğumda eskisi gibi şiddetle inkar edemedim onu, eskisi gibi şımarıklıkla itham edemedim. Evet, belki anlayamadım ne istiyor bu hayattan ama yüreğinde bir parça olsa da sevgi taşıdığını gördüğüm bu insana kayıtsız kalamadım. Bu nedenle sana saygı duyuyorum Holden Caufield. Bir gün yine aynı çavdar tarlasında görüşmek dileğiyle… Oğuz Mert SAVAŞIN GÖTÜRDÜKLERİ Savaş ve çocuk.. Birlikte okunduklarında insanların tüylerini diken diken eden iki önemli kavram. Televizyonlarda sürekli karşımıza çıkar bu iki kavramın kaçınılmaz çatışması.. Irakta Suriye'de hayatları çalınmış umutsuz gözler kulaklarımızı çınlatır âdeta bir yardım çığlığı gibi.. Mültecilerin savaşta yıkılan evlerinin altında kalan hayatları bütün umutlarını çekip götürür kalplerindeki geleceğe dair. Nasıl bekleyebiliriz ki zaten savaşın çocuklarının umut dolu bakabilmesini bu acımasız ve gaddar dünyaya? Vatanını ve biricik babasını kaybeden küçük bir kız çocuğundan umut dolu bir gülümseme beklememeli hiçbir insan. Hayat bunu reva görmemeli masum yüreklere. Ivana Bodrozic "Hiçbir Yer Oteli" isimli romanında işte böyle bir kız çocuğunu kaleme almış. Kitap insanı savaş ve onun zulmünden etkilenen kurbanları hakkında düşünmeye itiyor ve savaşın nasıl da korkunç bir olgu olduğunu resmediyor her satırda. Tarihimiz boyunca dünya birçok felakete ev sahipliği yaptı binlerce kurban verildi ama hiçbir felaket dünyaya savaşların yaptığı kötülüğü yapamadı, hiçbir deprem Yahudiler ile Müslümanları düşman etmedi, aksine insanları birbirine kenetledi, acıma ve minnet duygularını üst seviyeye çıkardı. Düşman gözüyle baktığımız bazı devletler Türk halkının canını kurtarmak için çadırlar ve kurtarma ekipleri gönderdi Van, Erciş'e. Geleceğe karşı umut ve barış dolu beklentilerimizin kapısı aralandı dünyanın kenetlenmesiyle. Fakat ne yazık ki bu beklentinin sadece ütopik bir düşünceden ileri gidemediği son dönemlerde ispatlanmıştır. Konak meydanında denize karşı otururken Suriyeli küçük bir mültecinin bana söylediği ''keşke ben de denize karşı oturduğumda senin gibi geleceğim hakkında kararlar alabilsem..'' sözü kafamın içinde dolanıp durur ve bu söz umudun yok oluşuna âdeta bir kanıttır.. Geleceği inşa edecek olan mühendislerin, doktorların savaşlar yüzünden tutunacak bütün dalları kesilirken gelecek hiçbir zaman iyiye gidemeyecek maalesef. Suriye'deki dram ve dünya genelindeki terör saldırıları geleceğin bize bir uyarısı gibidir sanki . Peki bu uyarılara kulak asan var mıdır bilinmez.. İnsanlar evlerinde oturmuş terör eylemlerini sadece "vah vah!" diyerek izleyip umursamazlıklarını sürdükleri sürece Vukovarda bir anne ağlamaya devam edecek küçük kız çocuğunun hayatı için. Savaş ile ilgili bir özlü söz vardır "Kaybedilmiş bir savaş, kazanılmış bir savaşın yarısı kadar hüzün vermez" işte bu söz savaşın en hüzün verici yanının tehlikeli ve yıkıcı etkilerinden dolayı bir kaybedeni ya da kazananı olmayışı olduğunu gösterir. Savaşı kazanmış gibi gözükenler bile bunlardan kurtulamamaktadır; yıkılmış okullar, üniversiteler yok olan alt yapılar ve savaş için harcanan askerî harcamalar en önemlisi de parçalanmış aileler. Kitapta kızın kardeşinin yazdığı mektupta bu yıkımı rahatça görebiliriz. Savaş başlamadan önce yoksulluk çekmeyen aile savaş ile birlikte her şeyi kaybedip yoksulluğu tattılar. Ne kadar alt yapıyı düzeltecek ekonomiye sahip olsa bile hiçbir ekonomik yardım baba sevgisinden mahrum bırakılmış bir çocuğun hayatını ona geri veremez. "Hiçbir Yer Oteli" kitabında da savaş sebebiyle babasını kaybetmiş bir kız çocuğunun yaşamını gördüm annesinin her gece ağlayışını yüreğimde hissettim. Onu okutmak için verilen çaba kitabı okuyacak anneler için bir gurur kaynağıdır âdeta. Bir daha anneler ağlamasın küçük kız çocukları babasız kalmasın diye savaşa hayır demeliyiz, barış içinde yaşamayı öğrenmeliyiz sonda verilen muhteşem mesaj gibi '' Nefes al, nefes ver, nefes alıp ver. Görüyor musun ne kadar kolay?''. "Hiçbir Yer Oteli" bana savaşın korkunç sonuçlarını gösterdi savaşın ortasında kalmış masum bir ruhun yaşadığı zorlu süreçleri görmemi sağladı. Barışa ihtiyacımız olduğu bu dünyada inanıyorum ki bir gün o masum ruhlar sadece top oynarken düştükleri için ağlayacak ve anneler sevdikleriyle birlikte mutlu bir şekilde yaşlanacaklar. Kaynakça: Bodrožić, Ivana, and Zeljka Milanko. Hiçbir yer oteli: roman. İstanbul: Aylak Adam, 2015. Print. Gamze Gani KUŞ OLDUM GİDİYORUM 1930’ların Almanya’sından 2000’lerin Türkiye’sine uzanan bir ailenin dört kuşak hikâyesidir “Kanadı Kırık Kuşlar”. Toplumsal çöküntü içerisinde olan ve yer yer yıkılmaya yüz tutmuş Almanya ve bu harabeden kendini kurtarmaya çalışan pek çok insan. Adolf Hitler döneminde faşist baskılara ve politikaya boyun eğmek zorunda bırakılan Almanlar, din, dil ve ırk gözetilerek farklı zulümler görmeye başlamışlardı. Doğdukları ve hatta büyüdükleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakılmışlardı. Almanya dostu olan pek çok ülke Alman vatandaşlara kapılarını kendi çıkarları doğrultusunda kapamışlar ve bu insan dışı soykırıma göz yummuşlardır. Tek bir devlet yardım elini esirgememişti. Önderliğini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yapıyor olduğu Türkiye Cumhuriyeti, bir saniye düşünmeden yapılması gerekeni yapmış ve zulüm gören ve ülke topraklarından kaçmak isteyen herkesi Türkiye topraklarına buyur etmişti. Gerhard Schlimann ve ailesi ise göç etmek zorunda bırakılan kıdemli ailelerden yalnızca bir tanesiydi. Shlimann ailesinin Türkiye’ye sığınmasıyla başlayan roman, evlenen Alman ve Türk ailesinin dört kuşak boyunca yaşadıklarını gözler önüne seriyor. Roman boyunca, dört kuşak üzerinden bizlere Türkiye Cumhuriyeti’nde neler ne yönde değişmiş veya hangi alanlarda gelişmeler ve gerilemeler olmuş gösterilmek isteniyor. Her kesimden insanın zarar gördüğü ve halkın, doğduğu topraklardan uzaklaşmak zorunda bırakıldığı yıllar… Hayal kırıklıklarıyla başlayan süreç, başka bir toplumda yaşama korkusu ve tereddütlerle şekillenmeye başlamıştı. Mülteci olarak geldikleri topraklarda yüzyıllar boyunca huzur içerisinde yaşayan göçmen insanlar zamanla üzerlerindeki tozu attılar. Çünkü sağlanan özgürlük, eşitlik ve saygı ortamında yaşamaya başlayan Almanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin onlara sağladıklarıyla mutlu oldular. Büyük erdem ve anlayışın hüküm sürdüğü Türkiye topraklarında her dinden insanın refah için de yaşayabildiği gibi tüm vatandaşlara eşit haklar ve imkanlar sunulmuştur. Eğitimde, sağlıkta, hukukta eşitlik ilkesini benimseyen Türkiye, eğitimi her şeyden önce tutmuş ve göçmen vatandaşlara dahi eğitim imkanı sunmuştur. Ayşe Kulin’in sözleri de buna kanıt olacak nitelikte. “Türklerin çağdaş bir ülke yaratmanın, bina inşa etmekle değil, ancak doğru eğitimle mümkün olabileceğini bilen bir liderleri var!” (Kulin, 2016, sayfa 74). Ne zaman bir sorunla karşılacağımızı bilemiyoruz ve sorun kapımızı tıkırdatmadan bizlerin de sorunlar yaşayabileceğini unutuyoruz. Kendimize öncelik veriyoruz ama kişinin kendisini önemseme duygusu ne zaman kıskançlığa ve bencilliğe dönüşüyor işte o zaman kendi ellerimizle ateşiyoruz barutu. İnandıklarımızla, sahip olduklarımızla üstün olduğumuza inanmak insanlık duygusunu süpürüyor kalplerden zamanla. Giydiğimiz kıyafetten yediğimiz yemeğe, ten rengimizden yüz biçimimize ve inandıklarımızdan inanmadıklarımıza kadar eleştiriliyor ve eleştiriyoruz. Hep unuttuğumuz bir şey var. Aynı tanrıya inanmasak da, aynı görüşleri savunmasak da hep bir noktada buluşuyoruz. Hepimiz bu evrenin bir parçasıyız ve daha da önemlisi insanız. İyi olma hali, toplumun özgürlüğüdür. Her zaman doğduğunuz yer, sizin vatanınız olmayabilir. Doğduğunuz yerden ziyade, nerede yaşadığınız, nerede huzur içinde yaşadığınız sizin vatanınızı belirleyebilir. Hor görüldüğünüz, dini farklılıklardan ötürü dışlandığınız ve belki de ülke topraklarından kovulduğunuz bir yeri yurdunuz olarak görmeyebilirsiniz. Zamanın akışı gibi düşüncelerimiz ve inançlarımız değişebilir. Din, dil, ırk gözetmeksizin tüm insanları eşit görmektir zor olan. Düşüncelerinizde özgürseniz, yargılanma ve dışlanma korkunuz yoksa eğer, iyisiniz demektir. Tüm satırlarında, tüm hecelerinde vurgulamak istediği şuydu Ayşe Kulin’in, bazen doğduğunuz yer değil yaşadığınız yer, vatanınızdır. Bir gün geldiğinde kanadınız kırılıp yere çakılabilirsiniz. Yaralarınızı sarıp sadece iyileşmesini beklersiniz. Bu süre çok uzun da sürebilir ama şunu unutmamanız gerekiyor. Siz kanatlarınızı gökyüzüne doğru uzattığınızda, kanatlarınız sizi nereye götürürse oraya gideceksiniz. Mavi bulutlarla arkadaş olup özgürce uçacaksınız. Ayşe Kulin. Kanadı Kırık Kuşlar. 2016. Everest Yayınları. Yahya ASANOĞLU CAHİLLİK TOPLUMDA MI AYDINDA MI? Cahillik ne kadar da göreceli bir kavram. Ben, topluma zarar vermemek koşuluyla; hiçbir şahsi fikrin kısıtlanmaması, aşağılanmaması gerektiğine inanıyorum. Toplum bir gemi gibidir. Bu gemide hepimiz bulunuyoruz. Alttakilerin su içmesi için geminin altını delmesi hepimizi batıracağından, toplumu zararlı yönde etkileyen bir fikir parazit olarak görülür ve engellenmesi gerekir ancak insanların kendi şahsi hayatlarındaki fikirlerine karışmak veya toplumsal faydası olan fikirlere kısıtlama getirmek özgürlüğe getirilen bir darbedir. İstibdattır. Yazar Özdemir İnce’nin, Cehaletin Rönesans’ı adlı kitabı beni böyle bir giriş yazmaya itti. Yazar; “ İslamcı” diye nitelendirdiği toplumun, kız ve erkek ayrı mekânlarda okutulmasına yönelik düşüncelerini “Ben ilk, orta ve yükseköğretimde kız arkadaşlarımla aynı sıraları paylaştım. Bu yüzden hiçbiri hamile kalmadı benden”(İnce,12) sözleriyle basite indirgeyen bir üslupla karşı fikri alaya alıyor. Toplumun fikrini aşağılayıcı bir üslupla dile getirmek de topluma manevi bir baskıdır yani manevi istibdattır. Yazımın devamında toplumun görüşünün ne kadar isabetli olduğuna dair açıklık getirmeye çalışacağım. Üniversitelerde kadın erkek karma eğitime sıcak bakıyorum çünkü yaşını başını almış, irade sahibi bireyler farklı cinslerle gerektiği ölçüde etkileşime geçmeyi öğrenmeli ve nerde duracaklarını öğrenmeli. Üniversite de, bu öğrenme için gayet uygun bir zemin ve üniversite çağı da uygun bir zamandır. Nitekim dünya üzerindeki üniversitelerde de durum budur. Aynı zamanda evlenme çağına gelen bireyler karma eğitimin olduğu ortamda, kendi karakterlerine ve hedeflerine uygun, yardımcı eş adayını bulmakta da kolay bir ortama erişmiş olacaklardır. Ek olarak kadınlar fıtraten nazik olduklarından, kadının bulunduğu sosyal ortamda nezaket havası hâkim olmasına esas katkıyı kadın sağlayacaktır, elbette ki bireyler ahlaki bir eğitimden geçmişse. Ancak üniversitedeki bu durum lise çağındaki gençler için genellikle aynı değildir. Ergenliğin başlangıç devrelerinde olan gençler hem tecrübesiz halleriyle hem de bu dönemde baskın olan hisleriyle birçok su-i istimâlâta sebebiyet vereceklerdir. Özellikle de karma olan liselerde iki cinsiyetin gayet özgür ve yakın ilişkileri bu durumu daha da körükleyecek ve toplumu bozan, aileleri üzen durumlar meydana gelecektir. Bununla birlikte, sürekli etrafında olan karşı cinse odaklanmaktan kendilerini alamayan gençler, kafa yorması gereken derslerine gereken önemi ve çabayı gösteremeyeceklerinden, başarı oranları da düşecektir. Nitekim üniversitelerden farklı olarak liselerde dünya üzerinde nice devletler bu sisteme geçtiği son yirmi yıldır gözlemleniyor. Mesela, Amerika’da 1991 yılında 20 yaş altı, evlenmeden hamile kalan kadın oranı yaklaşık her onda iki kadına çıkınca (guttmacher institude), bu durum üzerinde derinlemesine araştırma yapan yetkililer, ibret alarak o zaman üç adet olan kadın erkek okullarının sayısını son yıllara kadar beş yüz elli üçe çıkarmıştır(Toplu). Yine, İngiltere’de de bu durumu görmek mümkün. Ek olarak, İngiltere’deki Eton Koleji’nden son asırda 19 İngiltere başbakanı çıkmış ve mezun öğrencilerin yarısına yakını Oxford, Cambridge gibi gözde üniversitelere yerleşmiştir. İlginçtir ki bu lise okulu sadece erkek öğrencilerden oluşan bir okul. Daha bunlar gibi özel veya genel örnekleri çoğaltmak mümkün, kısa geçiyorum. Bu örnekler de beni lisede kız erkek ayrı okulların olmasına yakınlaştırıyor. Önceki paragrafla, toplumumuzda fikirsel ve fiziksel istibdadın bitmesinin sonucunda ne gibi yararların, gelişmelerin meydana gelebileceğini somut bir örnekle göstermek istedim. Yani ne yazık ki toplumumuzun eğitim seviyesi düşüktür ama bu, aydın kimlikli insanların toplumun fikirlerini cahilce görüp aşağılayacak bir tarzda tepki vererek topluma fikirsel istibdat uygulamaya sebep olmamalı. Durum böyle olursa fikirsel olarak bastırılan toplumdan yeni fikirler ortaya atılmayacak, yenilikçi bir kültür toplum düzeyinde meydana gelmeyecektir. Unutulmaması gerekir ki cahil de olsa bir toplum güzel bir fikri savunurken, aydın da olsa bir insan cahilce bir fikri savunabilir. KAYNAKÇA: American Teens’ Sexual and Reproductive Health." Guttmacher Institude. June 2016. Web. 21 Haziran 2016. İnce, Özdemir. Cehaletin Rönesansı. İstanbul: Kaynak, 2014. Print. TOPLU, Mustafa. "Karma Eğitim Mi Cinsiyetli Eğitim Mİ?" Mihraphaber. T.y Web. 21 June 2016. Mehmet Erkin Şahsuvaroğlu SIRLARLA DOLU ZAMAN SEYAHATİ Genellikle insanlar sinema salonlarından çıktıkları zaman izledikleri film hakkında yorumlarını paylaşırlar, hatta kimi zaman tartışırlar. Eğer film yeterince başarılı olamamışsa bu yorumlamalar beş dakikadan az sürer. Eğer beklenilen düzeyi karşılamış bir film ise bu süre ikiye katlanabilir, dahası yakınlara filme gitmesi için haber salınır. Bazı filmler vardır ki film bittikten sonra seyircisini suskunluk kaplar ve düşünce dünyasına iter. 12 Maymun bu filmlerden biridir. Öncelikle filmin 1995 yapımı olduğunu söylemek gerekir çünkü film, zaman kavramını titizlikle kullanmış ve her ne yılda olursak olalım 1995 yılındaymışız gibi izlememiz gerekir. Filmin başında 1996’da büyük bir virüs salgını olacağından, 5 milyar insanın öleceğinden ve hayvanların yeniden dünyayı yöneteceğinden bahsediliyor. Sanki bu söz bile insanoğlunun doğaya ve hayvanlara vermiş olduğu zarara dikkat çekmiş gibi… Hikâyemiz 2035 yılından başlıyor. Yeryüzünün tamamen hayvanların kontrolü altında olduğu mikroplar yüzünden hiçbir insanın hayatta kalamadığı bir dünyada; yaşamayı başarmış insanlar, yerin altında kendilerine yeni bir medeniyet kurmuşlar. Yönetici konumundaki insanlar ise ne yapıp edip zaman makinesini faaliyete geçirmişler ve geçmişe yani virüsün yayıldığı sene olan 1996’ya birini göndermeyi düşünmüşler. Filme göre zaman yolculuğu yapan kişinin zihnen kuvvetli olması gerekiyor. Bundan dolayı James Cole adlı mahkûmu seçiyorlar ve toplayacağı bilgilere karşılık serbest bırakılacağını söylüyorlar. Fakat olaylar istenildiği gibi gitmiyor, işin içinden işler çıkıyor, cevap arayan sorularla baş başa bırakıyor film bizi adeta. Ana karakter olan James Cole’un her bilincini kaybettiğinde gördüğü rüyanın aslında gerçek olması ve hayatının sona erişinin o sahnede gerçekleşmesi hatta ölüp ölmemesinin belirsizliği bile bizleri gerçekten zihnen yoruyor. Belki de kendisinin genç hali ile karşılaşması sonu olmuş olabilir ki bazı zaman yolculuğu meraklılarına göre seyahat eden kişi kendisiyle başka bir zaman diliminde karşılaşırsa zaman kayması yaşanır. Doğal olarak günümüzdeki bilgilerle bu sorulara kesin cevap vermemiz mümkün değil, ancak benim takdir ettiğim tarafı da bu… Zaman yolculuğu yaparak bir şeyleri değiştirmemizin imkânsız olduğu teorisi bence güçlü bir kavramsal tasarı… Filmde de görüldüğü gibi aslında virüs salgını, zaman yolculuğu yaparak geçmişe giden Cole’dan kaynaklanıyor. Eğer bu adam 1990 yılında insanlığı yok etme fikrini Joeffry’e aşılamasaydı, yine 12 maymun ordusu kurulacak mıydı? Şüphesiz ki kurulacaktı. Çünkü gerçekleşmiş bir olayı değiştiremeyiz, eğer bunu yapabilseydik o olaydan hiç haberimiz olmazdı. Şöyle açıklığa kavuşturalım: virüs salgını olduğu sırada, yani Kasım 1996’da James sekiz yaşındayken salgın meydana geliyor ve o yıldan itibaren yer altında yaşıyor. Kahramanımız geçmişe gönderilmek için seçiliyor. Bir çözüme ulaşmak için öncelikle problem gerekir. Fakat burada problemin kaynağının aslında çözüm olduğunu görüyoruz ve zaman paradoksu ortaya çıkıyor. Bana kalırsa bu paradoks tek başına zaman yolculuğunun var olmadığını kanıtlar ya da en azından sıradan insanları ümitsiz bırakmayacak gerçekçi bir kader anlayışına götürür. Harry Potter serisindeki muggle denilen büyünün içinde yaşayan ama büyünün sesini ruhu bile duymayan karakterlere benzetirsek; her şey sanki önceden yazılmış bir alın yazısıdır ve zaman yolculuğundan bihaber şekilde hayatımıza devam edeceğimiz açıktır. Yukarda anlatmaya çalıştığım gibi; 12 Maymun, kurgusal olarak gerçekten başarılı bir bilim kurgu. Bruce Willis sanki oynamamış adeta yaşamış gibi, Brad Pitt ise zaten açıkça görülüyor ki, kariyerini bu filmdeki performansı sayesinde parlatmış. Film olması gerektiği gibi yönetilmiş, kamera açıları güzel yakalanmış ama ne yazık ki kostüm tasarımları ve android robotlar vasatın altında. Ayrıca bir bilim kurgu filminde olması gereken efektler yok denecek kadar az. Velhasıl izlemeye gerçekten değen, hatta iki kere izlenilmeden tam anlaşılmayacak bir film 12 Maymun. İyi seyirler dilerim… Doğru Soruyu Sorabilmek “Eskilerden beri ileri sürüldüğü gibi, evren tedirgin edici büyüklükte bir yerdir ve pek çok kişi sakin bir hayat uğruna bu gerçeği görmezden gelmeye meyillidir”. (Adams, 187) Arthur Dent de bu genellemeye uyan birkaç milyar insandan sadece biriydi. Kırmızı röpdöşambırıyla o sabah en büyük arzusu olan bir fincan çayını doldurmaya giderken sakin hayatının tadını çıkarıyordu. Sakin, sıradan ve mutsuz hayatının… O sabahın bundan önceki binlerce sabahtan bir farkı olmadığı düşüncesi içini mutlulukla doldursa da dozerlerin sesini duyması çok da uzun sürmedi.Evini yıkmamaları için önlerine yatacağı dozerlerdi bunlar. Atıl bir belediye binasının eksi üçüncü katında aylardır duran belgeyi ısrarla sallıyordu yıkım ekiplerinin amiri. Büyük çevre yolu inşaatı için koca İngiltere‟de ve hatta koca galakside Arthur‟un evini seçmişti yıkım ekipleri. Bu Arthur‟un sıradan hikâyesini, akıl almaz deliliklerle dolduracak olaylar serisinin sadece ilkiydi. İkincisi ise Galaktik Hiper Uzay Yolu için dünyayı yıkmaya gelen istimlâk ekibinin dünyayı yok etmesiyle başlayacaktı; Arthur kendini bir uzay gemisi içinde bulmadan hemen önce. Artık kahramanımızı dünyadaki milyarlarca mutsuz insandan ayıran tek şey röpdöşambır ve çaya olan müthiş tutkusu değildi, koca galakside yaşayan son insandı. Bundan sonrası ise tamamen karmaşa ve deliliklerle dolu bir evrende Arthur ve arkadaşlarının hayatın anlamını bulmak için dizayn edilen „Derin Düşünce‟ adlı bilgisayara ulaşmasını anlatan en az insanlığın kendisi kadar mutsuz bir hikâyeydi. Beş ciltlik bu büyük macera depresif robotlara, evrenin sonundaki restoranda, konuşan kanepelere ve bolca kaosa ev sahipliği yapsa da yüzümüze vurduğu tek büyük gerçek; sonsuz evrendeki sonsuz buhranımızdı. “Bu gezegenin şöyle bir sorunu vardı - daha doğrusu eskiden vardı- : üzerinde yaşayan halkın büyük bölümü çoğu zaman mutsuzdu. Bu sorun için pek çok çözüm önerilmişti, ama bunların çoğu genellikle yeşil renkli küçük kâğıt parçalarının hareketleriyle ilgiliydi. Bu tuhaftı, çünkü aslında mutsuz olanlar yeşil renkli küçük kâğıt parçaları değildi.”Böyle söylemişti Douglas Noel Adams kitabının arka kapağında. Dünyayı tanımlarken azottan, oksijenden ve mutsuzluğumuza engel olamayan diğer binlerce elementten bahsetmek yerine, bu büyük ve mavi gezegenin en büyük sorununu anlatmıştı. Peki, önerisi neydi? Hayat, evren ve her şey hakkındaki o nihai sorunun cevabını vermek için dizayn edilen „Derin Düşünce‟, yedi buçuk milyon yıllık düşünce maratonunun ardından bu soruya ne cevap vermişti? Cevap gülünçtü. 42. Evet, hayat, evren ve her şey hakkındaki nihai sorunun cevabı sonsuz sayı dizisindeki basit bir sayıydı. İşte büyük İngiliz yazarın toplumsal eleştirisi de tam olarak bu iki rakamdan ibaretti. İnsanlar derin mutsuzluklarını dindirmek için yüzyıllarca bir cevap aramışlardı, filozoflar, din adamları, şairler… Peki, binlerce yıllık bu uğraşa rağmen neden hâla mutsuzduk? Neden bulduğumuz tüm cevaplar en az kırk iki kadar anlamsızdı? Noel Adams‟ın iddiası şimdiye kadar hiç ele alınmamış bir dehâlığı barındırıyordu içinde. Aldığımız binlerce cevabın hepsi anlamsızdı, hepsi kırk ikiydi, çünkü şimdiye kadar hiç kimse doğru soruyu soramamıştı. Hayatın anlamını aramak için belki de yanlış yere bakıyorduk. Plato, Buda veya Neruda hepsi yanlış sorular yöneltmişti evrene ve evren her defasında „kırk iki‟ diye haykırmıştı insanlığa. Bilgece cevaplar almak için daha bilge sorular sormak gerekirdi belki de, belki de bu yüzden evrenin en zeki bilgisayarı yedi buçuk milyon yıl sonra kodlarının seslere dönüştüğü hoparlöründen “ Cevap 42. Ama soruyu bilseydim bulmak daha kolay olurdu, Sorunun tam olarak ne olduğunu bildiğinizde cevabın ne olduğunu anlayabilirsiniz.” (Adams, 316) diye cevap verdi galaksi halkına. Kim bilir belki parkta sarhoş bir şekilde yıldızları izlerken gelen ilhamla yazılmış bu kitap binlerce yıllık anlam arayışımıza ve mutsuzluğumuza dair gelmiş geçmiş en iyi tavsiyeyi veriyordu. Binlerce kırk iki içinden sıyrılarak hepimize ışık tutacak nihai cevabı istiyorsak; önce nihai soruyu sormamız gerekir. Enes Tay KAYNAKÇA Adams,Douglas. Otostopçunun Galaksi Rehberi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010. GÜLEÇ 1 Nurben Güleç 21202701 TÜRKÇE 101-37 Vedat Yazıcı Başkalarının İç Dünyasına Aralık Yusuf Atılgan modern Türk edebiyatının başarılı yazarlarındandır. Çok fazla eseri bulunmamasına rağmen günümüze kadar gelen eserleri, sanatta başarısının kanıtıdır. Bu sanat eserlerinin içe dönük olan yapısı, yazarın gözlem yeteneğinin öne çıkmasına neden olmuştur ve böylece yazar, daha çok karakterlerin iç dünyasına kapıları aralayan eserleri ortaya çıkarmıştır. Bana göre yazarın başarısının nedenleri arasında bu özellik ön plandadır. Yusuf Atılgan’ın öykülerine göz attığımızda, dikkatimizi çeken ilk şey mekân seçimleri olabilir. Bir yazarın büyüdüğü çevreden nasıl etkilendiğini rahatça anlayabiliriz. Hayatının büyük bir kısmını köyde geçirmiş olmasından dolayı öykülerinde de olayların geçtiği mekânlar genelde buna benzer çevrelerde geçmektedir. Bir öyküde en sevdiğim özellik, kısa hikâyeleri kısıtlı mekânlara yoğun duygularla sığdırılmış olmasıdır. Yusuf Atılgan ise bunu başarmış ve öykülerinde o zamana ve mekâna ait insanların yaşamlarından ziyade hislerini bize aktarabilmektedir. Köy çevresinde geçen hikâyeler tahmin edeceğiniz üzere oradaki insanların o koşullarla birlikte oluşan ve mahalle baskısı temelli duygularıdır. Okuduğumuz bu duygular normal bir insanın yaşayabileceği türden değildir. Özellikle bu insanların bulduğu çözümler ve bundan dolayı yaşadığı sonuçlar okuyucunun dikkatini çekmektedir. Karakterlere baktığımızda ise genelde toplumun diğer bireylerinden sıyrılmış, uyumsuz kişiler karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığı hayattan sıkılmış bir bireyin neleri göze alabileceğini gösterir bizlere. Gerçek hayatta normal olarak nitelendirdiğimiz insanlar hayatının amacını bulabilmek için yeteneklerini takip ederlerken, Yusuf Atılgan’ın öykülerinde insanlar bu arayış için hırsızlık, öldürme gibi suç barındıran eylemlere başvururlar. Buradan da anlayabileceğimiz üzere öykülerin genel teması ya hüzün ya da suçtur. Genel olarak beni karamsarlığa iten öykülerden pek hoşlanmasam da, gözlem ve karakter tasviri bu kadar güçlü olan bir yazarın eserlerini okumaktan kendimi alamadım. Soyut düşüncelerin gerçekleri farklı açılardan yansıtması beni en çok etkileyen özelliği olabilir. Genelde köy mekânını temel alsa da kasaba ve kenti de unutmayan yazar yeri gelir bu üç mekân arasındaki geçişin bireyi nasıl etkilediğini de anlatmıştır. Değişmeyen duygunun karamsarlık, yalnızlık, sıkıntı olduğunu da vurgulamaktadır. Yazarın hayatının eserlerini nasıl etkilediğini bir başka öyküsünde de görebiliriz. Üniversite yıllarında yer aldığı siyasi eylemlerden dolayı ileri yıllarda öğretmenlik görevinden menedilmiştir. “Eylemci” adlı öyküsünde de yine siyasi eylemde bulunan yaşlı bir karakter vardır. Sadece isimlerinden dolayı iki yayınevini bombalayan yaşlı ve ülkücü bir bireydir hikâyenin kahramanı. Eylemcinin yayınevini hedef alması belki de bir çelişki olabilir. Bombalama eylemi genellikle cahil bireyler tarafından yapılması muhtemelken, ülkücü kahramanın eğitim, sanat ve kültürlenmeye aracı olan iki merkezi hedef alması sizce de bir GÜLEÇ 2 Nurben Güleç 21202701 TÜRKÇE 101-37 Vedat Yazıcı çelişki değil midir? Yusuf Atılgan’ın bu şekilde bir olay seçmesi bana göre yine sıradışı çözüm arayışını işlemesini kanıtlar niteliktedir. Daha önceden de bahsettiğim gibi yazarın çok fazla eseri yoktur. Bunun nedeni ise yazarın eserlerine titiz yaklaşımıdır. Yazar özgünlüğe çok önem verdiğinden ötürü en ufak bir şüphesinde yazdığı eseri yok etmekten çekinmez. Bu sayede yazarın eserleri benim fikrime göre büyük bir sanat değerine sahiptir. Özgünlüğü ve titiz çalışmalarının sonucunda yazarın eserlerinden önce yazılmış bir benzere rastlamamız biraz zordur. Kısaca eğer kendinizi başkalarının toplum tarafından anlaşılmayan dünyalarına girmeye hazır hissediyorsanız Yusuf Atılgan’ın hikâyelerini okumaktan çekinmeyin. Çoğu zaman öykülerin karakterlerini kendinize benzetebilirsiniz. Bu durum ise Yusuf Atılgan’ın öykülerindeki gerçeklikle alakalıdır. Öykülerindeki başarının diğer bir sırrı ise gerçeğe yakın duyguların anlatılmasıdır ki bu durum da eserlerin inandırıcılığını destekler niteliktedir. Gerçeklikle hayal dünyasındaki dengeyi başarıyla kurmuştur yazar. Tüm anlattığım unsurlarla birlikte öyküleri okunmaya değerdir. KAYNAKÇA Atılgan, Yusuf. “Bütün Öyküleri”. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008 Mustafa Turan 21302404 15.06.2015 Turk 101-3 Bir Gariptir Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali’yle bire bir tanışma imkânı bulduğum bir eser. Çünkü ona dair bilgilerim lise edebiyatıyla sınırlıydı o yüzden kendisi hakkında derin bilgiler edinememiştim. Bir türlü fırsatım olmamıştı. Fakat şimdi onu daha iyi tanıyorum. Neden mi? Bu kitap şimdiye kadar okuduğum kitaplar arasında büyük ihtimalle en dramatik en acıklı aşk hikâyesini içeriyor olabilir. Hikâye diyorum çünkü kitap bazı edebiyat zümreleri tarafından uzun hikâye olarak değerlendiriliyor her ne kadar Sabahattin Ali bunu roman olarak değerlendirmiş olsa da. Kendi yaşam sınırları arasında kaybolmuş, herhangi bir başarısı olmayan hatta başarısız bile diyebileceğimiz bir karakterden ortaya öylesine yüreklere dokunan ve etkileyici bir aşk çıkarmıştır ki yazar adeta okuru kahramanlar arasındaki aşka siz de ortak olun, siz de yer alın duygularınızla diyor. Ayrıca bilinenin ötesindekine ve hayatın dokunaklı tarafına da değinmeyi bir türlü unutmayı becerememiş, bunu her daim hatırlatmayı adeta bir görev olarak bilmiş. Kitabı okurken de hissettiğim üzere yazar ara ara metinler arasına toplumun karşılaştığı sorunları, sahip olduğu ideolojileri sanki bana ‘’ Sevgili okurum, genel olarak bu kitapta aşkı anlatıyorum ama toplumu da çaktırmadan yansıttım, bunu da hissetmeyi unutma’’ dercesine aktarmış. Zaten bunu yansıtmasındaki başarısıyla da edebiyatımızda toplumcu gerçekçi akımın öncülerinden kabul etmiyor muyuz? Kitabı okurken bir şey çok dikkatimi çekti. Kitabın ilk sayfasında yazar kitabın ne anlatacağını ve ne gibi bir macera izleyeceğini anlatıyor yani bir nevi bana kitabın sonuyla ilgili ipucu veriyor fakat asla aklımda kitabın değeriyle ilgili bir soru işareti olmadı. Çünkü yazar kitabı öyle güzel bir olay örgüsü içinde kurmuş ki daha ikinci sayfasında benim merakımın odak noktası kitabın sonunun ne olduğundan çok nasıl o noktaya geldiği oldu. Yine fark ettim ki okurken Raif Bey’le benim o kadar çok ortak yönümüz var ki belki anlatacaklarım bunun için yeterli kalmayacak aktarmaya. Öncelikle onda(kahramanda) kitabın her satırını okurken kendimi fark ettim ve yahut fark etmek istedim fakat kesin bildiğim bir şey var ki onun duygularını hissederken ya da onun yaşamına ortak olurken hiç zorluk çekmedim. Küçük bir çocukken sahip olduğum utangaç ve çekingen bir tavrımla, herhangi bir sosyal ortamda koruduğum sessizliğimi en iyi savunma aracı olarak görmemle kahramanı en iyi anlayan kişi oldum yer yer. Hatta gün olur bazı olaylarda haklı olsam bile kendimi savunamayacak kadar aciz kaldığım durumları kahramanın da yaşamış olması yazarın sanki beni anlattığını bile düşündürdü. Hani başta demiştim ya bu kitap benim yazarla tanışacağım kitap diye zaten yazar buluşmamıza benimle ilgili bilgiler edinerek gelmiş. Bu buluşma sadece bana onu daha yakından tanımam için bir fırsat olmuş. Bazı durumlarda bile yazar kendini aşarak benim ruhuma dokunan tasvirler yapmış kahramanın aşk çerçevesini oluştururken ya da kahramanın aşkını hak edecek kadın figürünü yaratırken. Ama bunu sadece kendime mal etmedim çünkü büyük ihtimalle bu istek, bu arayış her insanoğlunun hatta her canlının mutlak ve tek ortak umududur. Yazarın kullandığı anlatım teknikleri ya da dili olsun beni bir kez daha etkiledi doğrusu. Neden mi? Çünkü püsküllerinden, incik boncuğundan, kısaca anlatımı süsleyecek her şeyden ırak olmasıyla, yalın ama edebiyatımızın öz 1 kaynağı olan aşkın özünü yansıtırken verdiği içsel mesajlarla edebiyatımızın temel taşları arasında sayılabilecek bir eser. Sözün özü şu ki Sabahattin Ali’yle tanışmam çok harika geçti. Beraber kısa da olsa fevkalade bir ilişki kurduk. Umarım tekrar buluşuruz, görüşmek üzere Sabahattin Ali… 2 Göksu Büyükkahraman 21502201 HAYATTAN FARKLI TATLAR ALMAK VARKEN Eminim pek çoğumuz yeni bir şeyleri tecrübe etmek konusunda pek de cesur değildir. Pek bir çekingen olur insan. Normaldir aslında bu çekingenlik, sonuçta öyle kolay olmaz yeni şeyler denemek. Herkesin kendini güvende hissettiği bir alanı vardır mutlaka. Odası, arabası, okulu, arkadaşının evi... Günlük yaşantısında sıklıkla gittiği bir yerdir orası. Orada daha mutludur, başı sıkıştı mı soluğu orada alır; kısacası iyi günde kötü günde oraya uğrar. Ancak sanılanın aksine bu güvenli bölgede sıkışıp kalmak insanın kendine olan güvenini geliştirmez, aksine yerle bir eder. Düşünsenize, her gün karşılaştığınız zorluklar ve imkanlar birbirinin aynısı. Her gün aynı olaylarla meşgulsünüz. Siz her geçen gün kendinizi daha da güçlü hissedersiniz ancak ya bulunduğunuz çevre değişirse o zaman ne olur? Bana sorarsanız insan yeniliklere cesaret edebildiği kadar hayattan keyif alır. Sonuçta dünyada tecrübe etmeye bir ömrün yetemeyeceği kadar çok çeşitli durum var. Neden her günümüzü bunlardan farklı birini tecrübe etmeye harcamayalım ki? Kendini yeniliklere kapatmak, her sabah farklı bir şey içebilecekken her gün sadece kahve içmek kadar yavan bir durum. Bu örnekte tat anlamında kendinizi geliştirmek yoksun kalırsınız çünkü bildiğiniz tek bir tat vardır o da kahve! İşte kitaptaki Louisa da her gün kahve içenlerdendi, William ile tanışana kadar... William ile tanışmak Louisa için bir dönüm noktası olmuştur diyebiliriz. Onunla tanıştıktan sonra güvenli limanlarını terk edecek cesareti toplayıp yeni şeyler öğrenmeye kendini adamıştır. Louisa’nın bu takdir edilesi cesareti benim de hayatıma bakıp kendi William’ımın kim olduğuna dair biraz düşünmeme sebep oldu. Belki hayatımda William’ın Louisa’nın üzerinde olduğu kadar büyük çaplı bir etkisi olmamıştır ama benim dünya görüşümü değiştiren, ufkumu açan insan şüphesiz dayımdır. Dayımı 7li yaşlarımda daha yakından tanımaya başladım. O zamanlar sadece satranç oynardık, onun hakkında öğrendiklerimin çoğunu satranç tahtasının karşısında öğrendim. O zamanlardan beri hayran kalmışımdır dayıma. Çoğu durumdaki soğukkanlılığı, her zamanki tutarlı düşünceleri, lafını tartıp konuşması benim yaşlarımdaki küçük bir çocuk için fazlasıyla büyüleyici gelmişti. Dayım, kırsal yaşamdan gelip şehir hayatına sıfırdan ayak uydurmuş bir insandır. Filmlerdeki gibi zamanında köyden şehre cebinde beş kuruş para olmadan gelmiş, çalışıp hayatını kazanmış ve yerleşmiş Ankara’ya. Ben bunları öğrendiğimde 14 yaşındaydım ve dayıma olan hayranlığım gün geçtikçe artıyordu. Artık dayımla daha fazla beraber zaman geçirmeye başlamıştık. Artık beni yetişkin bir birey gibi karşısına alıp güncel olaylar hakkında görüşlerimi dinler, benimle tartışır olmuştu. Bu beni gururlandırıyordu, ben de onunla daha çok sohbet etmek için kendimi geliştiriyor, sürekli okuyordum. Dayımın bana nasihat ettiklerinden en önemlisi de korkuların üzerine gitmek olmuştur. “Yapamam” dediğimde çok kızar, “başaracağım” dedirtirdi hep. Onun bu konudaki sert tavırları çocukluk yıllarımda kişiliğimin şekillenmesindeki en önemli etken olmuştur. Onun bu nasihatlerinin ışığında artık “yapamam” dediğim hiçbir şey yok. Tabii ki başaramadığım şeyler olmuştur ama en azından denemişimdir. Bunun için dayıma minnettarım. Dayımla geçirdiğim onca yıl boyunca dayım ufkumu genişletmem konusunda epey yardımcı olmuş ve beni desteklemiştir. Bana yıllar boyunca, insan bir şeyi yapmak istedikten sonra önünde hiçbir engel olamayacağını anlatmış ve bunu birçok kez ispatlamıştır. Benim dayım ya da Louisa’nın William’ı gibi umarım sizin de hayatınızda dünya görüşünüzü genişleten, sınırlarınızı yıkan bir insan vardır. O insanlara sahip çıkın, size çok şey katacaklardır. Eğer henüz böyle bir insanla karşılaşmadıysanız hiçbir şey için geç değil, o insanı bulana kadar yazdıklarımın size rehberlik etmesine izin verin ve hayattan keyif almaya çalışın! Aysu ÇETİN BAŞARIYA GİDEN YOLDA ENGELLERE YER YOK İnsanların yıllardır arayıp kesin bir çözümünü bulamadığı bir soru: Başarının anahtarı nedir? Planlı ve programlı yani düzenli çalışmak mı, iyi bir eğitim mi, geniş bir çevreye sahip olmak mı yoksa sadece istemek yeterli mi? Bana kalırsa bunların her biri farklı bir şeyi başarmanın anahtarı olabilir. Örneğin okulda, derslerinde başarılı olmak isteyen bir öğrencinin düzenli çalışması uygunken; iyi bir şirkette işe girmek isteyen bir kişinin geniş çevreye sahip olması onu başarıya götürebilir. Peki, ulaşmak istediğimiz her farklı şey için farklı bir yöntem mi denemeliyiz, bütün bu yöntemlerin bir ortak noktası yok mu? Bence var. Bence bütün yöntemlerin ortak noktası, çalışmanın asıl sırrı başarmayı istemekten geçiyor. Bir şeyi başarmayı, bir şeye ulaşmayı gerçekten isteyen ve bunun için elinden geleni yapmaya hazır olan bir insanı hangi engel durdurabilir ki. Bunun doğruluğundan da izlediğim film sayesinde emin oldum, diyebilirim. Evet, bir film sayesinde emin oldum çünkü bu film sadece kurmaca bir senaryoya sahip değildi, gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştı ve beni oldukça etkilediğini söylemeden geçemeyeceğim. Akıl Oyunları filminde ünlü matematikçi John Nash’in hayat hikâyesi anlatılıyor. Nash, çok zeki bir matematikçi olmasının yanı sıra tüm hayatını etkileyen, başarılarına gölge düşürme potansiyeli olan bir hastalığa sahiptir: Şizofreni. Bu hastalığı onun gerçekte olmayan şeyler, insanlar görmesine sebep olmaktadır. Hayal ile gerçeği ayıramayan Nash, hastalığının çocuğuna da zarar vermeye başlaması üzerine hastaneye yatıp tedavi olmaya karar verir ve bu sırada akademik çalışmalarından, ailesinden ve belki de hayatta en sevdiği şey olan matematikten uzak kalır. Her ne kadar tamamen tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmış olsa da bunun kendisini hayattan koparmasına izin vermez çünkü o üretken ve çalışkan bir adamdır ve matematikten uzaklaşmanın onun için hiç de iyi olmayacağının farkındadır. Bu sebepten dolayı hastalığıyla yaşamayı öğrenir ki bunu başarmayı gerçekten istemese ve engelleri aşmayı kafasına koymasa yapamazdı. Elbette ailesinin hiçbir zaman eksik olmayan desteklerinin de bunda büyük bir rolü var. Tekrar tam olarak aynı olmasa da eksi hayatına geri döner ve ailesiyle zaman geçirip, matematikle uğraşmaya devam eder ve bu alanda büyük başarılara imza atar. Şizofreni gibi ciddi bir hastalığın başarısını engellemesine izin vermeyen John Nash bizim için bir ilham kaynağı değil de nedir! Başarıya giden yolun asla dümdüz ve engelsiz olmasını bekleyemeyiz. Tabii ki bir şeyleri başarmak, bir şeylere ulaşmak emek ister ve inerek çıkarak, alçalarak yükselerek, gerektiğinde düşüp tekrar kalkarak, hiç yılmadan devam etmeyi gerektirir. Her zaman bütün bu engelleri aşmak sanıldığı kadar olmayabilir, bunun için yapılması gereken şey ise, az önce de belirttiğim gibi, gerçekten istemek ve kalpten inanmaktır. Fark etmemiz gereken yegâne şey ise aslında önümüzde kafamızda oluşturduğumuz engellerden başka hiçbir engel yok, en azından yolumuzu kesecek kadar önemli değil. Bu yüzden aklımızdan engelleri kaldırıp, doğrudan başarıya odaklanmak bizi istediğimiz yere götürür. Bunu hayatlarında uygulayan onlarca insan var ve hepsinin başarı hikâyeleri de oldukça etkileyici. Dünyanın en ünlü bestecilerinden olan Beethoven’in duyma yetisini kaybetmesini kaybetmesi, buna rağmen müzik hayatının bundan hiç etkilenmeyişi ve etkileyici besteler yapmaya devam etmesi; karanlıktan korkan Edison’un binlerce deneme yanılma sonucunda yılmadan sonunda ampulü bularak başarıya ulaşması ya da doğuştan tek eli olmamasına rağmen bunu bir engel olarak görmeyen Jim Abbott’un tutkuyla bağlı olduğu beyzbol ile uğraşması hatta Amerika’nın en ünlü takımlarında profesyonel olarak oynaması Aysu ÇETİN bize aslında her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor. Bu insanlar böyle büyük engelleri aşıp, başarıya ulaşmışlarsa, şimdi engellerimizi aşma sırası bize gelmiş demektir. İnanarak, isteyerek ve azimle çıktığımız her yolda başarı zaten bizimdir, engellerin bizi yolumuzdan döndürmesine izin vermeyelim. Deliduman / Emrah Serbes Emrah Serbes’in bu romanı olay ağırlıklı bir roman. Ancak içinde insanı oturup düşünmeye teşvik eden ve karamsarlığa iten bazı konular yer almakta. Bunlardan biri insan hayatının genellikle kötü bir şekilde ilerlemesi ve buna bağlı olarak hissizleşmemiz. İşlerin biraz yoluna girmesiyle de hislerimizin yeniden harekete geçmesi. Hayatın beni çok zorladığı ve yorduğu son birkaç haftada bu durumun doğru olduğunu söyleyebilirim. Hatta biraz daha ileriye bile götürebilirim bu durumu. İnsanın hayatı kötü giderken beklentileri o kadar düşüyor ki en kötü hissedilen anda ufacık bir olumlu şey bile bizi çok mutlu edebiliyor. İnsan keşke hep böyle olsa diyor ancak insanın nankörlüğünden olsa gerek düzgün gittiği zaman mutlu olmak için büyük şeylere ihtiyaç duyuyoruz. Bunu da çok üzücü bir şey olarak görüyorum. Çünkü bu beraberinde doyumsuzluğu ve huzur ortamının kesintiye uğramasını getiriyor. İç huzurumuzu bozuyor, bizleri karanlığa sürüklüyor. Hayatın kötülüğünü kanıksıyor, kendimizi tatmin edebilmek için ucuz ve değersiz şeylere yöneliyoruz. Bazen birer robot gibi hareket ediyor, kendimizi hayatın rutinine kaptırıyor ve yalnızca komutlara itaat ediyoruz. Evet, bence kesinlikle hissizleşiyoruz. Hayatımızın küçücük bir kesiminde o rutinden çıktığımızda ise aklımız karışıyor. Hayatın yaşadığımız şeyden ibaret olmadığını görüyoruz ve küçük bir an bile olsa umutla doluyoruz. Gözümüzün önünde olan hayatın dışında kalanları fark etmemizle beraber hissizliğimizden bir nebze de olsa sıyrılabiliyoruz. Görüyoruz ki bir çıkış var, başka bir seçenek var. Fakat sonra yine hayat sarpa sarıyor ve biz tekrar kanıksamaya, tekrar hissizleşmeye, tekrar sıkıcı hayatlarımıza geri dönüyor ve sorgulamayı bırakıyoruz. Döngüye tekrar katılıyoruz. Hayatlarımız hissizlik ve uyanışla geçip gidiyor ve böyle ilerliyor. Kitapta beni düşündüren bir diğer konu ise çaresizlik. Yorulmuşluğun ve bıkmışlığın getirdiği çaresizlik. Kaçış yoluna bizi götürecek bir ışığın olmaması. Elimizin kolumuzun bağlandığı çok an olmuştur hayatlarımızda. Ya da elbet bir gün olacaktır. Fakat sonradan fark edeceğiz ki ellerimizi kollarımızı bağladığımız anlar da vardır. Belki hâlimiz, belki umudumuz, belki inanç ve belki de isteğimiz kalmamıştır. Fark edemeyiz bazı şeyleri. Fark etsek de göz ardı etmeyi tercih ederiz. Her şey gözümüzde büyür ve hayat zifiri karanlık olur. Gözümüzün önündeki gökkuşağını göremeyiz. Bize her şey siyah ve anlamsızdır. Bize sunulanın dışında hiçbir seçenek göremeyiz kendimiz için. Sadece o yolda yürür, olacaklar için hiçbir sorumluluk almayız. Hedeflerimizden, geleceğe dair dileklerimizden vazgeçerek kendimizi akışına bırakırız. Heyecan duyabileceğimiz ve uğruna mücadele edebileceğimiz hiçbir şey bulamayız. Uyandığımız her gün “Bugün hiçbir şey yapmak istemiyorum ya.” dediğimiz günlere dönüşür çünkü bir amacımız yoktur. Güneşin var olmadığı bir hayatta bizi yeni güne uyandıracak şevki nereden bulabiliriz ki? Bir ışık. Bize güç verecek ve hayatımıza anlam katarak ellerimizdeki ipleri çözecek bir kurtarıcı. İhtiyacımız olan şey tam olarak bu. Belki bir insan, belki bir kitap ve hatta belki de bir kedi. Bize yaşamak için sebep verecek herhangi bir şey. İşte o şeyi bulduğumuzda kaçış yolunun tabelalarını görebilmeye başlayacağız. Hayatın acı tatlı yönlerinin bazılarını önüme seren bu kitap bana düşünmem için bir şans verdi diyebilirim. Doğru karışımlarla ve doğru tercihlerle acıyı biraz da olsa tatlandırabileceğimi fark ettim. Umutsuzluğa düştüğümde yalnız olmadığımı, çaresiz ve hissiz kalsam da yine de hayatın bir şekilde devam edeceğini fark ettim. Dibe battığım her an beni güneşi tekrar görebilecek kadar yukarı çıkaracak sebeplerin olduğunu gördüm. Rutinimize bağlı hissiz makineler olmak zorunda değiliz. Çaresiz değiliz, olmamalıyız da. Nefes aldığımız sürece hayattayız. Bize sunulan ve kendi çizebileceğimiz hayatı yaşamak zorundayız. Yalnızca bize eşlik ederek hayatımızı renklendirecek o ışığı bulmalıyız. Umarım hepimiz kendi ışığımızı buluruz. Güney Özdemir ECE ÇANGA 21600851 ırmızı Saçlı Kadın Adlı Kitaba K Dair İçerisine dahil olduğumuz, yeryüzünde bulunan milyarlarca canlıyı “ canlı ” olarak anmamızın sebebi bünyelerde barınan elementlerin muazzam bir şekilde organize olmasından ibaret değil. Elbette bu sistematik düzen ve işleyiş bizim var olduğumuzu temsil ediyor. Fakat, bizi tam anlamıyla biz yapan soyut gerçekliğin -ruhumuzun- temelindeki başrol oyuncusunun duygularımız olduğunu düşünüyorum. Duygular, insan hayatına yön verirler. Korku, insanın kollarını bağlamıştır, ileriye yönelik adımlarınızı atmak için güç bulamamanıza neden olur. Memnuniyetsizliği kaba bir şekilde dile getirmek için tercih edilen duygu ise “ öfke ” idir. Ne yazık ki öfke, sebebinde olduğu üzere sonucuyla da yaşamımızı memnuniyetsizliğe sürükler. Gözyaşlarının geleceği görüşümüzü engellediği an ise anlarız ki üzüntü hakimdir zihnimizde. Mutluluk, özgürlüğün aynasıdır. Zamanın ilerleyişini hızlandırır böylece koşar adımlar atarak çağı yakalarız. Ömrümüzü dolu dolu geçiren bireyler olarak, bu duygularla birlikte, sadece geçmişi ya da anı temsil eden değil, çağları aşan bir duyguyu tadabilme şansına sahibiz. Yalnızca üç harf, tek bir hece… Hayatın akışı ve yaşanan olayların sonucunda bizi derinden etkileyen ve sevginin en yüksek safhada hissedildiği duygu olan aşk, en aramadığımız zamanda çıkıp gelir karşımıza. Kimi zaman farkına varmazsınız kapınızı çaldığının. Bir de bakarsınız ki, o en tatlı davetsiz misafiriniz olmuştur. Tüm mantığınız elinizden alınır, midenizdeki kelebekler gibi amaçsızca ama büyük bir şevkle kanat çırparsınız. Kanat çırpmanın ya da bir şeyler uğruna çırpınmanın bir gayeye dayanmadığını, karşılıksız ve içten oluşunun insanlığa -malesef- aykırı olması, aşkın pek çok olgudan baskın oluşunu vurguluyor. Lakin, böylesine dev bir duygunun yalnızca üç harfli bir sözcükle -aşk- anılması sizce de düşündürücü değil mi? Tanımlaması neredeyse mümkün olmamakla birlikte “ Anlatılmaz, yaşanır. ” diyebileceğim hisleri Orhan Pamuk şu satırlarda dile getirmiş: “ Dönüş yolunda mezarlığın yokuşunu çıkarken yıldızların hepsinin kafamdaki bir düşünce, bir an, bir bilgi, bir hatıra gibi olduğunu hissettim. İnsan hepsini aynı anda düşünemiyor ama görebiliyordu. Aklımdaki kelimelerin, aklımdaki hayallere yetişememesi gibi bir şeydi bu. Kelimeler duygularıma yetişemiyor ve yetersiz kalıyorlardı. ” Kırmızı Saçlı Kadın romanında yer verdiği bu kesitte kitabın ana karakteri olan Cem, tiyatroculuk yapan esrarengiz bir kadına - Gülcihan Hanım- aşık olmuştur. Engin duygularını ifade etmek için ise, gökyüzünden yola çıkarak, her bir yıldıza Kırmızı Saçlı Kadın ( Gülcihan Hanım ) ile yaşadığı anıları kodlamıştır. Öyle ki bu anılar, hayaller, canlanmasa bile Cem’den bağımsız hiçbir şeydir. Çünkü aşk denilen duygu, insanda hayat bulur. İnsanoğlu dışındaki başka hiçbir canlıya özgü değildir aşk. Bitkiler ya da hayvanların bizler gibi pek çok temel ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçları karşılayabilmelerini sağlayan tek özellikleri, sahip oldukları içgüdüleridir. Fakat bizler, içgüdülerimize ek olarak düşünebilme ve duygusal algılarımızı kullanabilme yetisine de sahibiz. Böylece temel ihtiyaçlarımızı rahatlıkla karşılayabiliyoruz. Düşünebilmemiz ve duygusal algılarımızın açık oluşu sonucu hayatımıza renk katabiliyoruz. Öyle ki aşk denilen hissi sadece bizler tadabiliyoruz. Bu sayede insanlar, yeryüzünde geçirdiği her güne dair güzel bir anıya sahip olabiliyor. Anılar ise biriktikçe “ tecrübe ” başlığı altında derleniyor. Çünkü aşkın, insanı olgunlaştıran bir duygu olduğunu düşünüyorum. İçinde aşka dair bir şeyler taşıyan her birey, değişime ve yeni fikirlere açık olma eğilimi gösterdiğinden dolayı, kendi sabit fikirlerinden uzaklaşıp olayları farklı bakış açılarından gözlemlemekte ustalaşıyor. İçgüdülerin ve mantığın yanında, insanlık için olmazsa olmaz olan duygusal zekanın gelişimi ise kaçınılmaz oluyor. İşte bu nedenle bizler oldukça özeliz, duygularımız aracılığıyla diğer canlılardan farkımızı ortaya koyabiliyoruz. KAYNAKÇA Pamuk, Orhan (2016), Kırmızı Saçlı Kadın, Yapı Kredi Yayınları. Beril TAYFUN 21502696 1 Gördüğümüz Halde Fark Etmediklerimiz Hayatta bize sunulan bilgilerin belli bir amaçla önümüze getirildiklerini düşünüyorum. Empoze etmek kelimesini eskiden çok nadiren kullanırdım, bir ülkenin sömürgesine kendi kültürünü empoze etmesi gibi… Ancak günümüz dünyasında her saniye yeni bir bilgiye maruz kaldığımı fark etmemle kelimeye olan bakış açım değişti. Kelimenin kendisi bile İngilizcedeki “impose”dan türemiş durumda. Ne yazık ki “empoze” kelimesini bile bizlere empoze etmişler… Bu yüzden belki de artık “empoze etmek” yerine daha doğru olan dayatmışları kullanmaya başlamalıyım. Evet, her saniye beynime yeni bir uyarı gönderen bilgisayar, televizyon ve telefon üçlüsü sürekli yeni bilgilerle zihnimde yer kaplamaya çabalıyor. Ve daha kötüsü önüme sunulan bu bilgilerin çoğunun bir alt benliği, arka planda saklı bir amacı var; bu yüzden arka planda bana dayatılmaya çalışılan bu bilgi yoğunluğuna ve bilinçaltıma işlenen adaletsizliğe karşı bir tepki verebilmeliyim. Yıllardır görüp de fark etmediğim ve ancak bugün izlediğim TED konuşmasından sonra aydınlanmış hissetmemi sağlayan konuya, bilinçaltımıza işlenen cinsiyetçiliğe, dair bir şeyler yazabilmeli ve umuyorum ki bir farkındalık yaratabilmeliyim… Colin Stokes isimli bir babanın “Filmler erkekliği nasıl öğretiyor?” isimli TED konuşmasıydı daha önce fark etmediklerimi görmemi sağlayan. Eskiden filmlerin üstümde bıraktığı etkilerini “çok etkileyiciydi, başarmak için azimle çalışmak gerektiğini hatırlamamı sağladı…” veya “asıl mutluluğun elimizdekinin değerini bilmek olduğunu çok güzel anlatmış…” gibi tanımlardım. Bakış açım yüzeysel bir şekilde önüme sunulanları benimsiyor, bana dayatılmaya çalışılan bilgileri çabucak kavrayıp kabulleniyordu. Benim hatam bu filmin arka planında yaratılan özellikleri fark etmeden kabullenmemdi. İzlediğim filmlerdeki sosyal yapıyı, kadın erkek ilişkilerini çok bariz bir adaletsizlik olmadığı sürece sorgulamıyordum. Filmlerin ana kahramanının kadın veya erkek olmasına dikkat etmiyor ve klişeleşmiş başarı öyküsünün tüm dikkatimi tüketmesine izin veriyordum. Filmdeki karakterlerin kaçının kadın olduğunu veya kadın karakterlerin filmdeki rolünün, görevinin ne olduğunu kendime hiç sormamıştım ki! Colin Stokes’da benimkine benzeyen dikkatsizliğini baba olana kadar fark etmeyecekti, daha sonra kızı ile birlikte “Oz Büyücüsü”nü izlediği zaman filmdeki bütün iyi ve kötü olan ana karakterlerin kadın olduğunu ve filmde şiddet sahnelerinin olmadığını görecek bu sayede de filmleri birbirleriyle karşılaştırmaya başlayacaktı… Beril TAYFUN 21502696 2 Stokes’ un filmleri karşılaştırırken kullandığı Bechdel testini öğrendiğim anda ikinci bir uyanma yaşamış ve testi severek izlediğim bütün filmlere uygulamaya karar vermiştim. Bechdel testi çok basit üç sorudan oluşuyordu. İlk soru hikâyede en az iki kadın karakter olup olmadığını sorguluyordu, ikincisi bu kadınların birbiriyle konuşup konuşmadığını soruyor ve üçüncü olan son soru ise konuşuyorlar ise erkekler dışında bir şey konuşup konuşmadıklarını soruyordu. Üç basit soru… Birçok film için cevabın olumlu olmasını, neredeyse bütün filmlerin rahatlıkla bu testi geçmesini beklerken beni şaşırtacak olan gerçeklikle karşılaşmıştım. Acı gerçekler bilinçaltıma işlenen cinsiyetçiliği haykırıyordu… Örneğin tam 2 buçuk saat süren “Harry Potter Ateş Kadehi” filmi bu basit testi geçemiyordu! Filmde ya yeterli sayıda kadın karakter yoktu ya da karakterler erkekler dışında başka bir şey konuşmuyorlardı. Ya da konuşamıyorlardı… Film endüstrisinin şekillendirdiği kadın figürü ne yazık ki yüzeysel ve sığ olmanın ötesine nadiren geçebiliyordu, bu yüzden Stokes’ un sorusu “Filmler erkekliği nasıl öğretiyor?” çok yerinde bir soruydu. Aslında Bechdel testinin dışında birçok istatistik de film endüstrisindeki bu kadın ayrımcılığını çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. En popüler 100 filmin sadece 11’indeki ana karakterin kadın olması buna iyi bir örnekti. Bilinçaltımıza erkek egemen filmlerle biz farkında olmadan bu adaletsizlikleri işliyorlar, gerçek ve doğru olmayan klişeleşmiş kadın betimlemeleriyle bizleri şekillendirmeye çalışıyorlardı! Hikâyelerdeki kadın kahramanları artırmadan ve kadınları adilce betimlemeden cinsiyetçiliği ortadan kaldırabileceğimize gerçekten inanıyor muyduk? Bilinçaltımıza işlenmiş bir cinsiyetçilik olduğu doğruydu; okuduğumuz hikâyelerle, izlediğimiz filmlerle belli bilgiler bilinçli veya bilinçsiz olarak bizlere dayatılıyordu. Ben şans eseri Stokes’ un konuşmasını dinlediğimde uyandığımı hissetmiştim, fark etmek ilk adımdı belki de… Bu adımı bilinçaltımıza itilen cinsiyetçiliğe karşı tepki vermek izlemeliydi, en azından daha fazla insanın fark etmesini sağlamalıydım; belki de Stokes’ un da konuşmayı yaparken dilediği buydu, daha fazla insanın görüp de kaçırdığı ayrıntıları fark etmesini sağlamak… Öyle ya da böyle, gördüğüm halde fark etmediğim bu adaletsizlikten dolayı rahatsız olmuştum, bir şekilde tepki vermek zorunda hissediyordum kendimi. Bende bir kadındım ve her şeyden önce adalet istiyordum bu yüzden de bilinçaltımıza dayatılan bu gerçekleri fark edersek bir değişim yaratabiliriz diye düşünüyordum. Artık izlediğim her filmde kendime soracağım üç basit sorum olacaktı, böylece eskiden görmediklerimi şimdi görebilecek ve adaletsizlikleri fark edebilecektim. Belki gişe rekorları kırmakla övünen “Avatar” filminin bile bu basit testten kaldığını öğrendiğimde öfkelenecektim ama en azından gerçekleri gördüğüm için sevinecek ve bu konuda tepkimi dile getirebilecektim. Dilerim bilinçsizce maruz kaldığımız bu adaletsiz sistemde sizler de benim gibi bir zamanlar görmediklerinizi fark edersiniz. Beril TAYFUN 01.02.2016 Beril TAYFUN 21502696 3 KAYNAKÇA:  https://www.ted.com/talks/colin_stokes_how_movies_teach_manhood/citations  http://www.sanatblog.com/filmler-erkekligi-nasil-ogretiyor/ (Bu iki adreste Colin Stokes ’un konuşmasını bulabilirsiniz.)  http://bechdeltest.com/search/ (Bu adresten sevdiğiniz filmlerin Bechdel testinden geçip geçmediğini öğrenebilir, testi geçememiş filmlerin listesini görüp benim gibi şaşkınlık geçirebilirsiniz) Geçmiş, geçmiş midir? “Bilmediğim bir şeyi nasıl affedeyim?” Paulo Coelho ve insanı düşüneceğini hayal dahi etmediği fikirlere sürükleyen romanları… Okundukça içine çektiği insanlarla dolup taşan bir roman daha. Bir kitabı satın almak için onun popülerliğini kaybetmesini beklerim, ancak o zaman alıp okur ve sadece kendi düşüncelerimin ışığıyla kitap hakkında yorum yapmaya çalışırım. Kimi kitaplar tam bir hayal kırıklığıdır, kimileriyse haklarında o kadar yazılmasına ve konuşulmasına rağmen kendilerini sadece var edilmiş olmalarıyla bile onurlandırırlar. İşte bu kitap, benim için tam da öyle. Yazarını onurlandıran kitaplardan biri, aynı zamanda okuyucusunu da onurlandırıyor. Kimi zaman yolculuklar çeker içimiz, uzayıp giden yollarda kaybolurken kendimizi bulmak isteriz. Bu öyle bir histir ki, sanki eyleme dökülmezse insanı için için yiyip bitirecekmiş gibi gelir. Sahip olduğumuz her şey bize yetiyor olsa bile, evimizden kopmak istemesek bile, sevdiklerimizi özleyecek olsak bile o yolculuk gerektir, zorunluluktur. İnsanı içine çeken şehirler vardır, içinde kayboldukların… Bilerek, isteyerek kaybolmaktan ve keşfettiklerinde kendini yeniden yaratmaktan, büyümekten ve artmaktan daha güzel duygu var mıdır? İnsanların birbirini gerçekten tanımasının en iyi yolunun bir yolculuğu paylaşmak olduğu söylenir. Buna bütün kalbiyle inananlardanım. “Yol arkadaşlığı” çok farklı bir kavramdır, bütünleyen ve parçalayandır, hangisinin gerçekleşeceğine karar vermekse yolun kendisine kalmıştır, bu karar verme hakkını yolcuların kendileri bilerek ve isteyerek yolun kendisine bırakmışlardır. Yollar geçmişle gelecek arasındaki o an, “şimdi” nin en somut hâlidir. İnsanların şimdiki zamanı yaşadıklarını anlayabildikleri en saf hâli olmasından ötürü yollar önemlidir belki de, yolculuğun kendisinden ya da sebebinden bile önemlidir. Varmak istediğimiz yer ya da arkamızda bıraktığımız şehir, ikisini bir arada tutan tek şey “yol” dur. Yollar bize zaman kavramını bu kadar derinden irdelettiğine göre, şu anda geçmişten ve gelecekten bahsetmek kaçınılmaz bir durum oluyor. Belki de geleceğin bilinmezliği hakkında düşünmekten korktuğum için, geleceğim hakkında plan yapmaktan vazgeçeli çok olduğu için ya da gelecek hakkında kurduğum her hayal elimde patlayan bir el bombasının hasarını verdiği için geçmiş benim için daha önemlidir. “Hatalardan ders almak” ya da “keşke” ve “belki” ler gibi bana göre saçmalıktan başka bir şey olmayan laf salatalarına pabuç bırakmayacağım, hayır. Benim “geçmiş” anlayışım, bir insanın sağır olmasına benziyor. Geçmiş de sağırdır. Ne kadar bağırsanız da, çığlık atsanız ya da haykırarak ismini söyleseniz veya fısıltılı dualarda ismini geçirseniz de, sizi duymaz. Üstelik de aradaki mesafelerden kaynaklanmaz bu duymazlık, hayır. Mesafe kısa ya da uzun olsun, bir insan ömrü kadar uzun ya da bir nanosaniye kadar kısa olsun, fark etmez onun için. Geçmişin mesafe kavramı yoktur. Aslında hakkında bu kadar düşünülmesine de gerek yoktur; geçmiş geçmiştir işte, hepsi bu. Lakin geçmiş hakkında böylesi rahat bir tavrı benimseyemememizin nedeni insanoğlunun içinde bir yerlerde barındırdığı o “her şeye hükmetme” isteğinin geçmiş zaman üzerinde hiçbir etkisinin olamamasındandır. Bu zamana kadar hiçbir canlının geçmişe hükmetme, zamanı geri döndürme ya da olayları değiştirme gibi lüksleri olmamıştır ve bu durumdur bizleri esas düşündüren. Geçmişte yaşanan, geleceğe yansıyan sonuçları olan ve şimdiki zamanı bile cehenneme çevirmeye yeten olaylar yüzünden çektiği acının yarattığı etki her bir insanın üzerinde farklıdır. Ancak biz bu olayları hatırlarsak geleceğimizin peşine düşebiliriz, peki ya hatırlamazsak? Ya işlediğimiz suçun ya da günahın ya da bizi bugün rahatsız eden şeyin ne olduğunu bilmiyorsak? O zaman ne yaparız? İnsan geçmişinde yaptığını hatırlamadığı ve buna rağmen yaşadığı şimdiki zamanda acısını çektiği suçların cezasını ödeyebilir mi? Ya da ödemeli mi? Doğamız gereği herhangi bir olayda yaptığımız yanlışın hissettirdiği suçluluk duygusundan kurtulmaya meyilliyizdir ve belki de bu yüzden geleceğimizi bu hisse göre yönlendiririz. Belki suçumuzun cezasını çekerek değil ama bir şekilde affedilmeyi kesin olarak isteriz. Sebebi insandan insana değişse de, suçluluk duygusunun yarattığı his hepimizde aynıdır ve eğer geçmişimizi arındırma şansı bugün elimize geçerse, sırf bu histen kurtulmak için yapamayacağımız şey yoktur. Benliğimizin geçmişte kaybolmuş parçalarının yerlerini saptadığımız ve ruhumuzu bu parçalarla bütünlediğimiz için, o değerli “affedilme” duygusuna sahip olabileceğimiz için, ve geçmişimizin bizi dinlemeye karar vereceğine dair umudumuzu hiç kaybetmediğimiz için yolculuklar önemlidir. Bengi  Özbek       KİM DEMİŞ ŞİİRDEN DOST OLMAZ DİYE? Ali Lidar, Tumblr hesabından tanıdığım ve Alengirli Şiirler isimli şiir kitabıyla yatak odama giren şairdir. O yalnız internette yazdıklarıyla ve paylaştıklarıyla kitlelere ulaşmış bir şair değil, aynı zamanda başarılı bir öğretmen olarak da mesleğine devam eden bir insan. Yapaylıktan uzak ve benim düşüncelerimi sanki şiire dökmüşçesine yazması, Ali Lidar’ın sıkı bir takipçisi olmama sebep oldu. Alengirli Şiirler adlı, ilgi çekici, merak uyandırıcı bir kapağa sahip olan ve birbiriyle benzer ruh halini yansıtan şiirlerin arka arkaya sıralandığı şiir kitabı çıktığında da koşa koşa gidip almıştım. Ama şiir bu, öyle roman gibi bir oturuşta, haldır huldur okuyarak bitirilmemeli. Şiir sindire sindire okunmalı. Önce şiirleri şöylece bir okuyup genel olarak bilmelisin, sonra o önceden okuduğun şiiirler arasından o anki ruh halini yansıttığını düşündüğün şiiri, bir daha okumalısın. Hele şair Ali Lidar gibi kıvrak bir zekâya sahipse tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışmalısın. Ben de bu sebeplerden ötürü Alengirli Şiirler’i ancak aylar geçtikten sonra biraz çekinerek de olsa bitirdim diyebiliyorum. Ali Lidar şiirleriyle zaman zaman aşk problemlerime ortak olmuş olsa da asıl gecelerime kendimi yalnız ve suçlu hissettiğim zaman katıldı. İstisnalar kaideyi etkilemez diye düşünürsek, her insan başını yastığa koyduğunda kendi vicdanının sesini duyar. Benim vicdanımsa yerli yersiz kendimi suçlamama sebep olur. Ben, çevremdeki neredeyse herkesten çok kendimi haksız bulur ve çabucak kendi kabuğuma çekilirim. Kendim ve kendime olan nefretimle baş başa kalırım. Çevremdeki herkesten soyutlamak kendimi daha da kötü hissetmeme sebep olmaktan başka bir işe yaramayacağını bilsem de yalnızlığımla arama kimseye sokmam. Daha Bengi  Özbek     doğrusu düşüncelerimi, hissettiklerimi neredeyse tam anlamıyla anlayabilecek birini buluncaya kadar sokmazdım... Birçok diğer yazarların şiirlerinin aksine, Alengirli Şiirler isimli şiir kitabında yer alan birçok şiir, beni o içinde bulunduğum depresif ruh halinden kurtarmaya çalışmıyor. Ali Lidar hissettiklerimin yanlış olduğunu düşündürüp beni yargılamıyor. Alengirli Şiirler kitabında yer alan o satırlar sayesinde hissettiğim ama anlatamadığım şeyler dillendi. Düşüncelerim kelimelerine kavuştu. Ve tüm o şiirler; yalnızlığıma, kendimle kavgama ortak oldu. Kısaca o şiirler, benim yeni dostum oldu. Örneğin, benim hayatta en çok değer verdiğim insanlardan biri ve lisenin ilk günlerinden beri en yakın arkadaşım olan kişiyle küstüğüm gün, içime oturmuş bir yumru vardı. O yumru, küsme nedenimizde haklı olduğum hâlde, ruhuma ağırlık yapar durur. Ben bilirdim içten içe, içimde mutsuzluğumun sebebini ama soranlara anlatamazdım. Değersiz ve yalnız hissediyorum derdim, çevremdekiler sebebini anlamazlardı. Artık cevabım hazır yeni dostum sayesinde. Soranlara: “Kirli ve yorgun, yıpranmış ve yaşlanmış bir kent gibi kimsesiz ve herkesin zaman zaman değerli genellikle çöp! Ruhum gel sen de vazgeç benden.” ( s. 45) derim. Ali Lidar yazar: “ Ben şimdi bu acıyla nerelere giderim, hangi taşa vururum bu akılsız başımı, ettim ne buldum ne benim bununla nasıl baş ederim.” (s. 36)Ben genellikle her pişmanlığımın ardından kendime kıza kıza ve kalbim sıkışarak okurum bu dizeleri. Okudukça kendime olan sinirim dinmeye başlamaz. Aksine tıpkı benzer tüm şiirlerinde olduğu 1gibi daha da öfkelenirim kendime. Ama öfkem sözcüklere dökülmüş olur ve bir anlam kazanır. Onun kelimeleri, kelimelerim olur. İşte bu benim için, diğer tüm şiir kitabından Alengirli Şiirler’i ayıran en önemli farktır.                                                                                                                  LİDAR  Ali,  Alengirli  Şiirler,  Ithaki  Yayınları,  İstanbul,  Ekim  2015   1 Yaşar Canberk Tuğral 21201680 TURK 102-23 Eğitim Şart Yıllarca eğitim görüyoruz. Belki çok işlevsel belki de asla işimize yaramayacak eğitimlere tabi tutuluyoruz. Dilimizi, konuşma ve yazma kurallarını öğrenerek başladığımız bu eğitim serüveni kısa bir süre sonra önceleri bizim için hiçbir anlam ifade etmeyen sayılarla karmaşık bir hâl alıyor ve matematik giriyor hayatımıza. Toplumsal hayata adapte olmamız için hayat bilgisi, vücudumuzu öğrenmek için biyoloji, doğayı ve kâinatı anlayabilmek için fizik, kimya, coğrafya, tarih, beden eğitimi derken yüzlerce gerekli-gereksiz bilgi ile zihnimizi dolduruyor var olan eğitim sistemi. Zorunlu olarak aldığımız bu eğitim (!) bize yetmiyor olacak ki, sınavlara girip üniversitelere yerleşmeye çalışıyoruz zorunlu eğitimin bize kazandıramadığı yeterli bilgiyi -ilgimizi çeken alanlarda- edinebilmek için. Neredeyse her lise mezununun ilk hedefi iyi bir üniversitede ilgisini çeken bölümü kazanıp o alanda uzmanlaşmak oluyor. Ama gelecekte, o üniversite eğitimi sonlandığında ne olacağını hiçbirimiz ne tahmin edebiliyoruz ne de gerektiği kadar üstünde duruyoruz. Hiç kimse kendisine kötüyü yakıştıracak değil. Hepimiz gelecekle ilgili çok parlak hayaller kuruyoruz. Özellikle iş hayatımızla ilgili. Üniversiteden mezun olduğumuzda acı gerçek birdenbire suratımıza çarpıyor. İş bulmanın zor, bulduğumuz işte başarılı olmanın daha da zor olduğunu o zaman anlayabiliyoruz. Elbette sıkıldığımız, bunaldığımız anlar oluyor. Zaten fazlasıyla memnuniyetsiz bir neslin bir işte uzun süre çalışması ve başarı elde etmesi de kolay olmuyor. Maalesef istisnai bir azınlık haricinde kimse ne işini beğeniyor ne de o işte bir başarı sağlayabiliyor. Onca yıllık zorunlu eğitimin ardından ilgimizi çeken alana yönelip üniversitede en az iki yıl daha eğitime zaman ayırıp kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz ama çoğu zaman işten çıkıp akşam eve “keşke”lerle dönüyoruz. Üniversiteden yeni mezun olmuş veya bir işi bırakmış ve yeni bir işe başlamak isteyen herkesin korkusu mülakatlardır. Başvurduğumuz iş için -özellikle büyük şirketlerdeki önemli pozisyonlar- işverenlerin karşısına geçip “mülakat” denen sınavı vermemiz gerekir. Özellikle büyük şirketlerde, işi alabilmek için belirli kriterlere uyduğumuzu gerekli belgelerle kanıtladıktan sonra yeterliliğimizi göstermek için bu mülakattan başarıyla çıkmamız gerekir. Bazı şirketler bu mülakatı bir “karşılıklı tanışma” olarak görüp iş arayanları fazla stres altına sokmadan gerçekleştirse de uluslararası firmalarda bu pek mümkün değildir. Çünkü onlar yalnızca bir çalışan değil, o makamı en iyi temsil edecek, işin ehli olanı ararlar. Geçtiğimiz günlerde Büyük Tiyatro’da (Bana göre Türkiye’nin en etkileyici tiyatro sahnesidir.) izlediğim ve izlerken gerçekten çok ama çok büyük keyif aldığım, evde, okulda herkese tavsiye ettiğim, Jordi Galceran tarafından yazılan Grönholm Metodu adlı oyun, yıllardır içinde bulunduğum ve türlü zorluklarla karşılaştığım iş dünyasıyla ilgili bu “mülakat” konusunu baştan aşağı gözden geçirmemi sağladı. Oyun hakkında diyebileceğim tek şey tek kelimeyle “mükemmel” olduğu. Oyunun son sahnesinde bütün salonun yüzünde çok büyük bir şaşkınlık ifadesi vardı. Elbette ben de en az herkes kadar şaşkındım. Oyun başlıca bir iş için başvuru yapan dört kişi arasında geçen çatışmayı anlatıyordu. Daha doğrusu biz oyunun sonuna kadar böyle düşünüyorduk ki oyunun son sahnesinde aslında yalnızca “Fernando” isimli adamın gerçekten işe başvurduğunu, diğer üç kişinin ise o şirkette çalışan ve işe alımları gerçekleştiren psikologlar olduğunu anladık. Oyunu izleyen herkes gibi ben de bu metoda hayran kaldım ve gerçekten dünyadaki tüm şirketlerde bu metodun uygulanması gerektiği düşüncesindeyim. Yazımın en başında belirttiğim ve çok uzun süren eğitimin ardından iş hayatına atılıyoruz. İş hayatında başarı sağlamak, daha çok para kazanmak, daha iyi bir hayat standardına sahip olmak ve itibar sahibi olmak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Hatta başkalarının haklarını yiyerek, omuzlarına basarak başarılı oluyoruz. İş hayatında başarıyı elde etmek için neredeyse bütün değerlerimizi gözden çıkartıyor, her türlü kurnazlığı yapar hâle geliyoruz. Oyunun vermeye çalıştığı mesaj da bence tam olarak buydu. Fernando o işi alabilmek için her şeyi gözden çıkarmıştı. Dışardan baktığımızda rakiplerini elemek ve o işte başarılı olabilmek adına her şeyi yapıyordu. Bizler de farkında olmadan bunu yapıyoruz. Hem de yalnızca iş hayatında değil, hayatın her alanında başarılı olmak -ya da öyle gözükmek- için. Gerekirse yalan söylüyoruz, gerekirse karşımızdakinin duygularını sömürüyoruz. Fernando’nun yaşadığı gerçek hayata döndüğümüzde ise onun aslında para ve başarıdan başka hiçbir şeyi önemsemediğini, hiçbir insani değerinin kalmadığını görüyoruz. Fernando’nun mülakatta yaptıkları, söyledikleri iş dünyasında en yakınlarımızı bile ezmeyi, görmezden gelmeyi, unutmayı göze alacak kadar yozlaşan, değerlerini yitirmiş bir toplum olmaya doğru gittiğimizi hatırlattı bana. Onca yıl eğitim görüyoruz, binlerce formül, binlerce terim öğreniyoruz. Bir üçgenin iç açılarını, trigonometriyi, iç organları, izohipsleri, zaman zarflarını öğreniyoruz. Ama yaklaşık yirmi yıl süren bir eğitim sürecinin ardından ahlaki değerleri öğrenememiş, hak yemenin ağırlığının farkında olmayan yalnızca nicel başarılarla mutlu olan bireyler hâlinde atılıyoruz hayata. Hepsinden daha önemlisi eşcinsel bir kardeşi olmasına, annesi ölmüş ve babasını yıllardır görmemiş olmasına, karısı tarafından aldatılmış olmasına rağmen, aynı durumları yaşayan diğer üç kişiyle empati kuramayan Fernando gibi empati kurmayı unutuyoruz. Başarının yalnızca parayla, maddeyle değil bir gülümsemeyle ölçülebildiğini anladığımız gün, empati kurabildiğimiz, insanlara değer verdiğimiz, bir başkasının hakkını gasp etmekten çekindiğimiz gün yalnızca işte değil hayatın her alanında başarılı olacağımızı unutuyoruz. O güne kadar, eğitim şart! Thema Regium, Johann Sebastian Bach’ın Müzikal Sunu’sunda kullandığı melodi. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/The_Musical_Offering Bir Bestenin Arka Yüzü: Bach’ın Müzikal Sunu’su Bu yazıya, müziğin hepimizin hayatının bir parçası olduğunu belirterek başlamak istiyorum. Serviste, molalarda, metroda, otobüste, kısacası bulabildiğimiz her boş vakitte müzik dinlemeyi seviyoruz. Dinlediğimiz müziğin türü farklı olsa da, ortak paydada müzik, hepimizin kişiliğini şekillendirmede önemli bir rol oynuyor. Şehirde yaşayan çoğu insan gibi, ben de bulabildiğim bütün boş vakitlerde müzik çalarımdan müzik dinlemeyi ihmal etmemeye çalışırım. Zaman zaman müzik kütüphanemi güncellerim ve bu güncellemelerde dinlediğim müzik türünü olabildiğince değiştirmeye çalışırım. Geçmişte dinlediğim müzik türlerine baktığım zaman, müzik anlayışımdaki değişimin, günümüz müziğinin tekniklerine ve melodilerine katkıda bulunan klasik müziğe doğru olduğunu söyleyebilirim. Farklı dönemlerden farklı bestecilerin farklı stillerini dinlemenin ve bunları karşılaştırmanın ilgi çekici olduğunu fark ettiğimde, klasik müzikle bir dinleyici olarak ilgilenmeye başladım. Barok dönem bestecilerinin günlük hayatımızda yer etmeyen bestelerini böylece tanımış oldum. Bu tür besteler, Barok müziğin özelliklerinin radikal bir boyuta taşınması dolayısıyla ortalama insanların estetik algısının sınırlarının dışında kalıyordu ve bu sebepten dolayı bu besteleri anlamak için biraz müzik bilgisinin yanında bestenin arka planındaki hikâyenin bilinmesi gerekiyordu. İşte Bach’ın Müzikal Sunu’suyla böyle tanıştım. Müzikal Sunu’yu küçük çaplı araştırmalarım sonucunda bulduğumda Müzikal Sunu’nun daha önce dinlemediğim bir beste olmasından ötürü içimde bir heyecan vardı. Besteyi baştan sona dinledikten sonra bu heyecanın söndüğünü ve yerini şüpheye bıraktığını söyleyebilirim. Aklıma hep aynı soru takılıyordu: Bach bu bestesindeki kanonlarda ve füglerde neden sadece bir melodi kullanmıştı? Herhâlde daha önce bir melodinin bestenin parçalarında bu kadar çok ve benzer şekilde kullanıldığı bir beste dinlemediğim için Bach’ın bu fikri bana biraz garip gelmişti. Bir melodinin ya da parçanın varyasyonlarının paketlenerek çalındığı diğer bestelerin (örneğin Brahms’ın Paganini’nin Yirmi Dördüncü Caprice’i üzerine yazdığı varyasyonlar) aksine, Bach’ın bu sunusu aynı melodinin neredeyse aynı şekilde tekrarı gibi geliyordu kulağa. Bu, bende bir araştırma isteği uyandırmıştı ve bu araştırmanın sonucunda bestenin aslında duyulduğundan çok daha derin ve karmaşık olduğunu fark etmiştim. Bestenin yapılma sebebini kısaca anlatmakla başlamak hiç de fena olmayacaktır. Bach, 1747’nin baharında Potsdam’da Prusya kralı, Kral Büyük Friedrich’i ziyaret eder. Bu ziyaret Bach’ın oğlunun kralın sarayında müzisyen olması ve Bach’ın doğaçlama müzik yapmadaki uzmanlığı dolayısıyla gerçekleşir. Bu ziyaret sırasında, aynı zamanda müziğin gelişmesini destekleyen bir kral olan Friedrich, Bach’a doğaçlama müzik yapması için karmaşık bir melodi verir ve Bach’ın çalması gereken füglerin ve kanonların zorluğunu gitgide artırır. Bach, altı sesli füge kadar başarıyla çalar ve son beste için Kral Friedrich’ten izin ister. Leipzig’e döner ve Müzikal Sunu’nun ana melodisini, Thema Regium’u, besteler. İki ay içinde sunuyu tamamlar ve sunuya Latince “Regis Iussu Cantio Et Reliqua Canonica Arte Resoluta” notunu düşer. Bu not, “Kral tarafından verilen tema eklemeler yapılarak kanonik stil bağlamında çözülmüştür.” anlamına gelir ve bu dönemin müzikal bir türü olan “ricercar”ın bir akrostişidir. Bundan anlaşılacağı üzere, Müzikal Sunu, estetik bir standardı yakalamaktan çok müzikal bir yapbozun parçalarını doğru yerlere koyan bir bestedir. Bach’ın düştüğü notun bile bir kelime oyunu olduğu dikkate alınırsa, bestede estetik güzellikten çok akıllıca düşünülmüş müzikal oyunlar olduğunu anlamak kolaydır. Bu müzikal sunuda bu düşüncemi anlatan örneklerden biri canon canrizans formatında bestelenen bir kanondur. İlk dinleyişte gayet basit duran bir melodiyi anımsatan bu kanon aslında ilginç bir özelliğe sahiptir: Aynı melodi aynı anda hem düz bir şekilde hem de tersten çalınmaktadır. Bu bilgi ışığında kanon tekrar dinlendiğinde, tersten aynı anda çalındığında kendisiyle harmoni yapacak bir melodinin özel bir durum olduğunu fark etmek, insana güzel bir estetik haz veriyor. Dolayısıyla bu kanonu tekrar tekrar dinliyorsunuz ve her seferinde, bir öncekine kıyasla daha az olsa da, o estetik hazzı yaşıyorsunuz. Vermek istediğim bir diğer örnek ise Canon Per Tonos olarak adlandırılan başka bir kanondur. Bu kanon öyle bir ayarlanmıştır ki ses, kulağa, sürekli inceliyormuş gibi gelir. Hatta ses, kanon aynı yapıda devam ettirildiği zaman da aynı etkiyi devam ettirir. Bu müzikal numara, bazılarının bu kanona “bitmeyen kanon” ismini vermesine de yol açmıştır. Ben bu kanonu, “Shephard Tone” olarak bilinen ve sürekli incelen bir ses izlenimini veren bir dizi sinüs dalgasıyla ilişkilendirdim ve parçayı bu ilişkilendirme sonrasında bir daha dinledim. Uygulanan müzikal tekniğin karmaşıklığının böyle basit bir duyusal yanılsama doğurmasını o günden beri şaşırtıcı bulurum. Müzikal Sunu, küçük çabalarım sonucunda bana sadece estetik haz vermekte kalmamış, aynı zamanda önemli bir şeyin farkına varmamı da sağlamıştı. Müzik her zaman sadece kulağa hitap etmek zorunda değildi; müziğin içine saklanmış entelektüel yapbozlar ve referanslar da bir parçayı estetik olarak güçlü kılabiliyordu. Bunun farkına vardığım zaman bütün müzik kütüphanemi de gözden geçirdim. Bütün besteler üzerine okudum, bestelerin bestelenme amaçlarını ve tarihlerini, müziğimi dinlerken dikkate aldım. İnsan bunu yapınca, müziği sanki başka bir seviyede dinliyormuş gibi hissediyor. Müzikal Sunu hakkındaki izlenimlerimi olabildiğince aktardığımı umuyorum ve sizin de bu sunuyu bir gün dinleyeceğinizi umarak yazımı bitiriyorum. Ünsal Öztürk Kaynak: Bach, Johann Sebastian. “Musikalisches Opfer, BWV 1079 (Bach, Johann Sebastian).” - IMSLP/Petrucci Music Library: Free Public Domain Sheet Music, http://imslp.org/wiki/musikalisches_opfer,_bwv_1079_(bach,_johann_sebastian). Fatma Sıla Çakmak Cambaz Olma Rehberi Doğduğumuz andan itibaren yeryüzünde henüz yazılmamış boş bir kitap peyda olur birden, son sayfayı tamamladığımızda bizle birlikte kapanır kapağı ancak. O zamana kadar satır satır işleriz kitabı, şansımız varsa kapak kapandıktan sonra da okunmaya konuşulmaya devam eder. Kimi zaman birçok insanla tanışır kitabımıza buyur eder, kimi zaman da giden karakterlerin ardından bir maşrapa suyu döküveririz. Gün gelir biri girer hayatımıza, merkezimiz yapar etrafında döneriz ama kitap daima komodinin üzerinde kalır. Başkahraman olarak her gelene, gidene, güzele, çirkine uzaktan bakar kendi kitabımızı kendimiz yazarız. İşte her şey tam da bu noktada başlar: Nasıl kitap kahramanı olunur? Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’ i okuduktan sonra düşünmeye başladım ben kendi kitabıma ne kadar kahraman olabildim diye? Sahi bir kitap kahramanını kahraman yapan aslında nedir? Kendi başına hareket edebilmesi mi, her zorluğa göğüs gererken korkusuzca dünyaya kafa tutabilmesi mi? Bence bir hikâye kahramanının sahip olması gereken en önemli özellik (ki sanılanın aksine gerçekten zor bir meziyettir) kendisi olabilmesidir çünkü ancak bu şekilde okunmaya değer olabilir. Bizler işte tam burada bir saniye durmalı, derin nefes almalı ve düşünmeliyiz; bir hikâye yazıyoruz evet ama o hikâye bizim mi gerçekten? Neticede herkes hikâye kahramanı.(Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 26) Bence bir hikâye kahramanı ilk önce kalbini takip etmeyi bilmeli, onun götürdüğü yola adım atarken içini kaplayan dinginliğin rehber olmasına izin verebilmeli. Kitap kapandıktan sonra elbet bir gün kitabınıza dâhil ettiğiniz kim varsa öyle ya da böyle ilişiğini kesecek sizden ve kalbinizi dinlemediğiniz kaç yaşanamamış anınız varsa hepsini peşlerinden sürükleyip yok olacaklar. Kim bilir belki de kalbinizi dinleseydiniz harika bir ip cambazı olabilirdiniz ve hikâyeniz alışılagelmiş kalıplardan çıkıp sizi gerçek bir kahraman yapabilirdi ancak siz yapmamayı seçtiniz. Cambaz olmaya cesaret edemezseniz kimseye (kendiniz de dâhil) ipin üzerinde olmanın neye benzediğini anlatamazsınız. Sonuçta bu sizin hikâyeniz ama ben kendi hikâyeme dünyayı gezmeden ya da bir uçurtma festivaline katılmadan nokta koymak hiç istemem mesela. Sonuçta kitap, hikâye adına ne dersek diyelim sadece bir hayatımız var ve onu şekillendirecek olan biziz. Bir hikâyeye kahraman olmak için ne mükemmel olmak nede dillere destan bir güzelliğe sahip olmak gerektiğini düşünmüyorum. Bence kahraman olabilmek için en önemli olan şey kendi yolumuzu çizmekten ve adım atmaktan korkmayacak kadar cesur olabilmek. Çünkü hayat anılardan, anılarsa kalbimizin sesine kulak verdiğimiz ufak kahramanlıklardan oluşur. Günün sonunda beş yıl önce öğlen vakti yediğiniz yemeği hatırlamazsınız, ya da o sizi özel kılmaz, ama ani bir kararla, sırf içinizden geliyor diye apar topar en iyi yemeği yemek için başka bir şehre gitmek… Emin olun o günü unutmazsınız. Albayım Beni Nezahat ile Evlendir’den sonra farkına vardım ki kendi yolumu nasıl çizeceğim konusunda bir el kitabı aramak ya da damdaki bir ustaya danışmak, beni olmak istediğim kişi yapmak için sönük kalacak. Çünkü adı üstünde kahraman olabilmek için bir şeyleri başarmak lazım, bu da ancak içimizden gelenlerin sorumluluğunu alıp hayata geçirmekle mümkün olur. Hepimiz tıpkı yolunu bulamayan bu adam gibi kendi yolumuzu bulmaya çalışıyor, kendi hikâyemizin kahramanı olmak için bir el kitabı arıyoruz. Ama korkmaya, endişelenmeye gerek yok Fatma Sıla Çakmak kitap kahramanları da zaman zaman çıkmaza girebilir. Kahraman olmak her zaman en doğru, en kusursuz olmak değildir. Peki nedir? Yani demek istediğim o ki “Mesele nedir? Ana soru bu. Sence nedir?”( Algör, Albayım Beni Nezahat ile Evlendir, 97). Kokuşmuş Kurallar ve Çürük Peynirler “Vay, vay, vay, vay! Sonsuz mutluluk veren bu beklenmedik ziyareti kime borçluyum?” Alex, Otomatik Portakal İnsanlık, daha doğrusu Homo Sapiens, ilkel atalarında da olduğu gibi günümüz ahlaki yargısına uymayan birçok davranışı göstermeye eğilimliydi. Sapiens, hâlâ bu davranışları doğası gereği saklayamamakta ve uygulamaya dökmektedir. Toplumsal ahlak kurallarına dayanarak yazılmış genel dünya hukuku; şiddet, zorbalık ve tecavüz gibi birçok davranışı cezalandırma amacındadır. Şiddet; bunu takip eden diğer davranışlar ve düşüncelerden daha farklı, ilkel ve daha normal durmaktadır. Halbuki toplumsal ahlak normlarının, tekil bireyin, hatta gençlerin, düşüncelerini ve ideolojilerini bir taş edasıyla sertçe yontması; günümüz döneminde şiddet düşüncesinin oluşmasına kaz tüyü yastık komforunda bir zemin hazırlıyor. ““Sınırlamak her zaman güçtür. Dünya bir bütündür, hayat bir bütündür. En hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir. Örneğin sevişme eylemi, örneğin, müzik.” Alex, Otomatik Portakal Yanlış anlaşılmasın, ben burada şiddeti övmek için değil, sadece bazı toplumsal ahlak normlarını eleştirmek için bulunuyorum. Sistemin; insanları düşünmemeye itmesi, sorgulamanın yanlış olduğunu empoze etmesi, toplumsal ahlak kuralları ile, arasına dondurma koyulmuş kağıt helva gibi bir uyum ve entegrasyon göstermektedir. Bu kurallar ne kadar insanlığın barış ve huzur içerisinde yaşaması gerektiğini savunsa da, süregelen bir asrın ne kadar “barış ve huzur” içerisinde geçtiği konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu kuralların amaçladığı sınırlandırma ve yönlendirme, her zaman başkaldırmanın sebebi olacaktır. Basmakalıp dayatmalar, dogmatik ideolojiler ve biraz Adıyaman tütünü ile harmanlanmış bu kuralların; kullanım süresi en az 50 sene önce bitmiş, buzdolabının bir köşesinde ölüm kokan bir kalıp peynirden farkı yok. ““Yetişkinlerin savaştığı, bombalar attığı, birbirini kesip doğradığı, acımasızlığın kol gezdiği bir dünyada gençlerin yurtsever, dine bağlı, uslu, terbiyeli olmaları söz konusu değildir.” Anthony Burgess, Otomatik Portakal Hâlâ giymemiz için dayatılan bu eski, yırtık ve kokuşmuş gömlek, aslında sınırlamaya çalıştığı fikirlerin daha da güçlenmesini sağlıyor. Barışın ve huzurun temel simgesi olarak görülen bu gömlek aracılığıyla tonlarca savaş baş gösterdi. Anthony Burgess’in de söylediği gibi, böyle bir ortamda kimsenin o gömleği paşa paşa giymeyeceği açık. Zorla yaptırılan bir etmene karşı tutum, daima sert olmaktadır. Bu da en nihayetinde şiddeti açığa çıkartmaktadır. 1. ve 2. Dünya Savaşları, insanların toplumsal ahlak kurallarına uymayıp sömürge arayışı, emperyalizm gibi birçok etken ile beraber hareket edip, birbirlerini sürekli suçlayan politikacılar yüzünden ortaya çıktı. Bunları feyz alıp devam eden birçok tatsızlık, olay ve isyanlar; gömleği giymeyen büyüklerimizin(!), bizim giymemiz için ısrarcı tavır göstermesinden dolayı çıkıyor. Bu devam ettikçe, şiddet de oluşmaya devam edecektir. “Şiddet, şiddeti doğurur.” Anthony Burgess Biz gençlerin birçok konuda reddedici tavır göstermesi, onaylamaması; yanlış bilgiden dolayı kaynaklanmamaktadır. Bakınız ki gelenekselci yaklaşım gösteren, güncel olmayan birçok yönergeyi uygulamayı reddetmekteyiz. Eski ile yeni daima değişmektedir. Dünya değişmektedir. Yeni buluşlar yeni keşifler, yeni düşünceler... Yeniliklere ayak uydurmak zorundayız. Büyüklerimiz, yasaklarla, kısıtlamalarla bu yeniliklere erişimimizin önünü kesmeye şiddetle devam ettikçe; birçok insan, şiddetle karşı çıkmaya devam edecektir. Her ne kadar şiddet hiçbir şeyin çözümü olmasa da, büyüklerimiz bu dille anlatıyorsa, bu dilden anlıyorlardır demektir. “İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçemezse, insanlıktan çıkar.” Alex Otomatik Portakal Harman, yemekte veya tütünde olduğu gibi iyi yapıldıkça hoş bir olaydır. Yenilenen dünyada, eski görüşler, eski kurallar ve eski alışkanlıkların değişmesi, eski jenerasyon yaşadıkça tamamen mümkün değildir. Zaman durmadan ilerlemekte ve yeni keşifler daha toz bağlamadan eski olarak değerlendiriliyor. Büyük bir yenilik devrimi asla kesin bir çözüm değildir. Eski ve yeniyi harmanlayabilmek ise, devamlılığı olan ve büyük değişimlerden çok daha faydalı görünen bir seçenektir. Toplumsal ahlak kuralları olmadan sistemin düzeni devam edemez. Düzensizlik ise, sürüdeki koyunların huzurunu bozacaktır. Harman; her kesim için hem yenilenme, hem de eski olanı korumayı amaçlar. Bu sayede insanlık, ideolojik azınlıklarıyla beraber varlığını sürdürebilecektir. “Ne pis dünyaymış burası.” Alex, Otomatik Portakal Berkcan Yalçın Bilkent Üniversitesi – Moleküler Biyoloji ve Genetik berkcan.yalcin@ug.bilkent.edu.tr DAMLA ARSLAN Kanlı Ankara Sabahından Bugün 10 Ekim… Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı, en ölümcül bombalı saldırısı olan 2015 Ankara Garı patlamasının yıldönümü. Gördüğünüz fotoğrafta o günün yine kanlı kanıtıdır. O gün, “Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi” yapılacaktı. Bu yüzden de Demokrasi Meydanı olarak geçen Ankara Tren Garı’ nın önünde toplanıldı. İnsanların ellerinde bayrakları, pankartları vardı. Davullar zurnalarla halay çekilmeye başlandı. Ama çok geçmeden saat 10.04 sıralarında ilk bomba, üç dört saniye sonra da ikinci bomba patlatıldı. Yani, kan dursun, barış olsun demek için toplanan insanların kanlarını akıttılar. Vahşice katlettiler. Mitinge her kesimden insan gelmişti. Kimi ülkenin kötü olan gidişatına dur demek için oradaydı, kimi çocukları, torunları kan dökülmeyen bir ülkede yaşasın diye, kimisi ise çocuk yaşına bakmaksızın, geleceğine yön vermek, ülkedeki patlayan bombaların kararttığı gökyüzünü tekrar görmek için gelmişti. Birçok saldırıda olduğu gibi yine gençler hedef alınmıştı. Birçoğu üniversite öğrencisiydi. İdealleri, hedefleri, hayalleri vardı ama hiçbirini gerçekleştiremeden hayatları ellerinden alındı. Ülkemde gençler sevilmiyor artık anlamıştım. Terör örgütleri, siyasi partiler; hiçbiri gençleri sevmiyordu çünkü korkuyorlardı. Gençler bir ülkenin taze kanıdır, geleceğidir, geleceğe yön verenidir. Onlar öldürülürler, çünkü, düşüncelerini özgürce ifade etmekten korkmazlar, gelişmek, ilerlemek isterler; çünkü onlar diğer insanların düşüncelerine saygılıdırlar, onlar bu yüzden kan dökmek istemezler. İşte bu yüzdendir ki ülkemde her yıl yüzlerce genç insan ölür. O kadar ölen insanların arasından kurtulmuş iki insanı görüyorsunuz fotoğrafta. Peki; gözlerinde gördükleriniz nedir? Fiziksel acıları mı? Mitinge gelmenin pişmanlığı mı? Korku mu? Yoksa yine patlayan bombalardan, akan kanlardan olan bıkkınlık mı? Hiçbiri değil… Orada kızını kaybetmiş ve yaralarını unutmuş, ağlayan bir anne, kayıplarını sindirmeye çalışan, vahşeti izleyen bir baba ve aynı zamanda bir abi var. Ölen insanlar yani kayıplarımız sindirilebilir mi? Unutulur mu sizce? Unutulmuyorlar, çünkü bu acılar ciğerlerimizi parça parça ediyor ve her parçasını da barış bayrağına sarıp kaldırıyoruz. Peki kim bu ciğerimizi paramparça edenler? Bu patlayan bombaların, terör saldırılarının, yaşanılan acıların, verilen kayıpların tek sorumlusu yine insanoğludur. Onlar; kimi zaman meşhur siyasetçiler, kimi zaman tüm dünyaya sahip olma çabası güden hükümet başkanları, kimi zaman ise düşüncelerini insanlara aktarıp, onların beyinlerini yıkayan ve illegal yolla çalışan örgütler ve yapılanmalardır. Yani hırsları olan, insana ya da herhangi bir canlıya önem vermeyen, saygısı olmayan egoistlerdir. Ama farkında değiller ki sadece can yaktıklarıyla kalıyorlar; anneleri ağlatıyor, birçok çocuğu anne babasız koyuyorlar. İşte 10 Ekim günü olan da tam olarak buydu. Anne babalar ağladı, tren garının sahipleri güvercinler ağladı, hatta cansız bedenleri taşıyamayan asfalt bile kan ağladı. Peki ne oldu da biz insanoğlu bu duruma geldik? Yoksa eskiden de böyle miydik? Eski zamanlarla kıyaslarsak; o zamanlar kolaydı, insanlar sadece yaşayabileceği bir toprak parçası, yiyeceği ekmek veya özgürlüğü için savaşırdı ama şimdilerde tek renk olmak için savaşıyor herkes. Herkes aynı şeyi düşünsün, herkes belirlenen kurallara uysun, herkes aynı mezhepte olsun, herkes; her zaman güçlü olayım, hep ben kazanayım istiyor. Farklı düşünen insanları, kendi düşüncelerine karşı olanları, okuyarak öğrenen, kendi fikirleri olan – konuşan- insanları sevmiyorlar. Sahi ne ara bu kadar düşüncelerimizin fanatiği olduk? İnsan canını almaya değecek kadar önemli mi? Ne ara bu kadar uçlarda yaşar olduk? Ne zaman oldu bilinmez belki ama sonuç olarak günümüzde sözüm ona mürekkep yalamış ülke yöneticileri alenen can alır oldu. Bugün tam bir yıl oldu herkes ağlayalı. Maalesef, 10 Ekim son katliam, son gözyaşı olmadı. Birçok insan öldü, ölmeye devam ediyor ve edecekte. Çünkü bizler susmayacağız, ‘NEDEN’ diye sormaktan vazgeçmeyeceğiz ve onlar da öldürmeye devam edecekler. Ne onların sayısı azalacak ne de biz susmayanların. Kaynakça Fotoğraf: Tümay Berkin, Reuters / Ankara 10.10.2015 https://tr.wikipedia.org/wiki/2015_Ankara_sald%C4%B1r%C4%B1s%C4%B1 http://www.radikal.com.tr/turkiye/ogretmen-izzettin-cevik-kizini-ve-kardesini-topraga-verdi- 1450379/ http://bianet.org/bianet/toplum/168240-ankara-da-hayatini-kaybedenlerin-hikayeleri Venedik Taciri Üzerine Notlar 25.09.14 Hukuk fakültesinde okuyan bir öğrenci olarak metnini okuduğumda, bana ne kadar önemli ve incelikli bir sistemin çarkı olabileceğimi çarpıcı bir şekilde göstermiş olan, Venedik Taciri adlı tiyatro oyunu hakkında iyi ve kötü bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim. İngiliz ozan ve oyun yazarı William Shakespeare’in yaygınca bilinen tiyatro oyunlarından birisi olan Venedik Taciri, konusu bakımından oldukça ilgimi çekmiş fakat türü yüzünden aklımda kuşkulara sebep olmuştu. Oyunlarda çok sayıda karakter olabildiğini bildiğim ve Shakespeare’in zengin betimlemelerinden korktuğum için oyunun başları tedirgin ediciydi fakat karakterleri tanıdığımda ve onlarla ilişki kurabildiğimde her perde, her diyalog beni oyuna daha fazla bağladı. Oyun metninin sonlarında, korktuğum diyaloglar arasında kendimi, zalim Shylock karşısında çıkar yolu arayan Antonio’nun bir arkadaşı olarak görüyordum. Bir arkadaş… Aslında hukuk eğitimi aldığım için olsa gerek, Antonio’nun yanında ona destek veren bir arkadaştan daha fazlası olmak istemiştim, belki avukatı ve hatta onu yargılayan yargıç olmak… Kuşkusuz, oyunda adalet olgusunun dışında aşk ve dostluk gibi birçok önemli unsur yer alıyor fakat benim için bu oyunun ana kavramı kesinlikle adaletin yerini bulması olmuştu. Eserde kendimi, yaptığı sözleşme gereği Antonio üzerinde hak iddia eden Shylock’a karşı bir savunma yapmaya çalışırken buldum ve Antonio’yu yargılayan yargıç olsam ne yapmam gerektiğini sorguladım. Aklımı sürekli şu soru kurcalıyordu;“Antonio’ya acıyarak verdiğim karar adaletsizlik olur mu?” Oyunun sonunda Shakespeare’in bana gerçek adaleti göstermesini dileyerek Shylock’un iddialarını okudum; “Ondan istediğim yarım kilo et parçası çok pahalıya patladı: O et benim malım ve alacağım. Eğer buna karşı çıkarsanız, yazıklar olsun yasalarınıza!” (Shakespeare,92) Karakterlerin özellikleri sebebiyle eserin başından beri taraftım aslında ve hukukun sınırlarını doğru kararın verilmesi için zorlamaya hazırdım. Hukuk düzeninin bu sözleri söyleyen birinin yanında olmasını kaldıramıyordum. Oyunun sonunda yaşadığım şaşkınlık ise olayların ne kadar iyi kurgulandığını gösteriyordu. Tam olarak bu şaşkınlığı yaşadığımda, eserin toplumlar ve onları ayakta tutan günümüz dünyasının hukuk düzeni ile ilgili yüzyıllar önce verdiği dersi aldığımı fark ettim. İşte bu önemli dersi, adaleti istemenin bedelini herkesin görmesi gerektiğini biliyordum artık. Oyunda adalet kavramı dışında başka değerli unsurların da varlığından bahsetmiştim. Derine inmek gerekirse, imkansız görünen bir aşk ve bu aşk uğruna gelişen koca bir dostluk da yer alıyor oyunda. Aslına bakılırsa, aşk ve dostluk gibi güçlü kavramların romanlarda verildiğine çok kez şahit olmuştum fakat bir oyunda bu kavramları, diyaloglar vasıtasıyla bu denli gerçekçi hissedebileceğimi düşünmüyordum. Eserin dilinden de biraz bahsetmek istiyorum çünkü okurken en çok takıldığım noktalardan biriydi. Oyun, tiyatroda izlenirken dekorlarla ve güçlü bir oyunculukla insanları kendine çekebilir fakat metni okurken sadece diyalogların olması konuya ısınmamı zorlaştırır diye düşünüyordum. Neticede bir oyun metni ve zamanının çok ilerisinde yaşamış fakat yine de biz gençlerin modern dünyasını görememiş bir İngiliz oyun yazarının betimlemelerle dolu eserinin çevirisi… Böyle söylendiğinde okumak zor gibi görünebiliyor fakat diyaloglardaki karakterleri tanıdıkça ve alıştıkça kendimi bir arkadaş topluluğunda sohbet eder gibi hissettim. Eser hakkında olumlu yorumlarımı yaptıktan sonra yakınabileceğimi düşündüğüm ufak bir noktayı da eklemek istiyorum. Usta oyun yazarı ve ozan William Shakespeare çoğu insanın da bildiği üzere betimlemelere çok önem vermiş ve İngiliz diline yeni sözcük öbekleri katmıştır. Bu derin betimlemeleri, anlamak zor da olsa, tecrübe etmeyi çok isterdim fakat gerek anlamın bozulması gerekse anlamanın zorlaşması sebebiyle çeviride Shakespeare’in dil özelliklerinin basitleştirildiğini gördüm. Anlaşılabileceği gibi bu yorumu, çevirinin zorluklarını bilmeden, sadece metinde aradığım tadı yansıtabilmek adına yapıyorum. Adalet kavramını bu kadar güzel ifade ederken ve okuru şaşırtırken, aşk ve dostluk kavramlarını da derinden hissettirebilen bu oyunun zaman kaybedilmeden tecrübe edilmesi gerektiğine inandığımı da eklemeden geçemeyeceğim. Çelik Emre YAZICIOĞLU 21403877 Tolluoğlu  1   Irmak TOLLUOĞLU Section 18- Türkçe 102 Ebru ONAY 09.12.2014 Aal izz well J Geçtiğimiz hafta stresli, yoğun tempolu derslerime ara verip film izlemek için bilgisayarımın başına oturdum. Beni rahatlattığı için film izlemeyi çok seviyorum. Çoğu zaman film izleyeceğim derim ama ne izleyeceğimi bilemem. Çeşitli internet sitelerine girip film araştırması yapıp ondan sonra karar veririm. Özellikle Cuma akşamları okuldan döndüğümde, Cumartesi günü ders olmadığı için mutlaka bir tane film izlerim. 3 Aptal’ da sürekli karşıma çıkıyordu. Üstelik en beğenilen filmler arasındaydı. Ama ben izlemek istemiyordum. Bana saçma esprilerin, dansların ve şarkıların olduğu bir Hint filmi gibi geliyordu. Aslında Hint filmi değil Türk yapımı bir film olduğunu zannediyordum. Ablamın arkadaşı Senem ablamın evine ziyarete gitmiştik. Filmi ilk orada gördüm. Ne zamandır bize izletmek için uğraşıyordu ama ablamla ben oralı olmuyorduk. Aradan aylar geçti. Tek başımda odamda sıkılmış bir şekilde otururken filmi izlemeye karar verdim. Bir de baktım ki film tam tamına 2 saat 40 dakika. Sonra biraz vazgeçer gibi oldum çünkü süresi çok uzun geldi. Başka yapacak bir şeyimde olmadığı için izleyeyim bari dedim. Şimdi iyi ki izlemişim diyorum. Ne kadar ön yargılı olduğumun farkına vardım. Filme hayran kaldım. İki gün üst üste izledim. Uzun bir film olmasına rağmen hiç sıkılmadım. İzlemeye başlayınca öyle bir sarıyor ki o 2 saat 40 dakika nasıl geçti anlamıyorsunuz bile çünkü filmin sonuna kadar hep sır kalan bir şeyler var. Ne olacak acaba derken bir de bakmışsınız ki film bitmiş. Aslında Hindistan’ın eğitim sistemine eleştiri olarak yapılmış bu filmde, eğlence kısmını es geçerler diye düşünmüştüm ki filmin dram komedi iç içe geçmiş yapısıyla baş başa kaldım. Verdiği mesajlar inanılmaz, müzikler çok keyifli ve Hint filmlerindeki komik, abartılı dans sahneleri de çok güzeldi.                                                                                                                                                                                                                                                                              Tolluoğlu  2   Ana karakter olan Ranço’yu söylemeden geçemem. Zaten film tamamen onun üzerine kurulu. Filmde de zekiliğiyle, eğitim sistemine olan tavrıyla diğer arkadaşları tarafından çok seviliyor. Ne yalan söyleyeyim o üç arkadaşın dostluklarını kıskandım. Birbirleri için yapmadıkları şey yok. Şimdilerde öylesine saf, temiz bir dostluk kurmak zor. Genelleme yapmak istemem ama günümüzde çoğu kişi kendi çıkarları için arkadaşlık kuruyor. Birinin herhangi bir problemi diğerini ilgilendirmiyor. İşte filmde hayran kaldığım Ranço’nun arkadaşları için elinden gelenin en iyisini yapmasıydı, her zaman onların arkasındaydı, en büyük destekçisiydi. Bir zorlukla karşılaştığında filmin ana felsefesinde yer alan “Aal iz well” kelimelerini söylüyordu. “Aal iz well” her şey yolunda demekti. Ne yaşarsak yaşayalım bir gün her şey çok güzel olacaktı. Ranço, bize hayallerimizin peşinden gitmemiz gerektiğini öğretiyordu. Sanki filmde tek oyuncu varmış gibi tamamen Ranço’ya odaklandım. Âdeta filmi onun için izledim. Filmin senaristleri de böyle olmasını istemiş gibiydiler. Aamir Khan gerçekten harika bir oyunculuk sergilemiş. Bu filmi izleyene kadar böyle bir oyuncunun olduğunu bile bilmiyordum. Meğer Bollywood (Hint) sinemasının en iyi aktörlerindenmiş. Filmin öğreticilik yanı çok fazlaydı. Bir çok film izleriz, o filmlerden ders çıkarmayabiliriz ama bu film insanın içine öyle bir işliyor ki tekrar tekrar izlemek istiyorsunuz. Hindistan’ın eğitim sisteminin çok katı olduğunu biliyordum fakat öğrencileri intihara sürükleyecek kadar değil. Bir intihar sahnesi oluyor çok üzülüyorsunuz, gözleriniz doluyor sonra çok komik bir olay oluyor gülmeye başlıyorsunuz. Filmde olan olaylar anlatmakla bitmez. Nereden başlayacağımı ne yazacağımı bilemiyorum. Son zamanlarda bu kadar akıcı, sarsıcı, sıcak ve beni kendine bütünüyle bağlayan bir yapıt izlememiştim. Mükemmel ötesi bir film olmuş. Bu filmden sonra insanın hayata bakış açısı değişiyor. Belki öğrenci olduğum için çok                                                                                                                                                                                                                                                                              Tolluoğlu  3   etkilenmişimdir ama Senem ablam da her akşam evinde deli gibi filmi tekrar tekrar izliyorsa var bunda bir şey J Ölmeden önce mutlaka izlenmesi gereken bir film ve son olarak, Ranço’nun da dediği gibi; hayata her zaman “aal izz well” penceresinden bakmak lazım. J Kaynakça Hirani, Rajkumar. 3 Idiots. 2009 • BİR SÖZ, BİR BAKIŞ Sabah en sevdiğim sesle ve güzel bir bahar havasıyla uyandım. Alarmımı akşamdan ayarlamıştım. Yatmadan önce “Her uyku ölümün kardeşi, yarın yeni bir hayata uyanacaksın.” diye kendimi telkin etmiştim. Hep okuyordum kitaplardan, yeni bir gün yeni bir başlangıçtır diye. Havalı, kendinden emin sözlere önceler önem vermezdim. Sırf söylenmek için söylenen sözler gibi gelirlerdi. Süslü ve haddini aşan laflar mı benim hayatımı değiştirecekti? Evet, bence de “Hedefi olmayan gemiye, hiçbir rüzgar yardım etmez.”(!) Ne kadar da güzel diyorlar: “Kendine iyi davran, çünkü ömür boyu kendinlesin.”(!) O kadar kolay mı sahiden? Hedef dediğin ne? Kendim mi? Ama dün akşam düşüncelerim öyle değildi. Kaybedecek bir şeyim yoktu ve sahiden yeni bir nefese ihtiyacım vardı. Kapattım gözlerimi ve evrenin beni dinlediğini düşünerek, yarının güzel bir gün olmasını diledim. Hava, şubat ayında olmamıza rağmen mayıs ayından haberler veriyordu. Dün eve gelirken ağaçların çiçek açtığını görmüştüm. Zamansız açıyorlardı yazık. Güneş yüzüme doğdu. Hemen açtım gözlerimi. Güzel ve yeni hayat şimdiden beni çok harika karşılamıştı. Derin bir nefes aldım, nefesi verirken bütün karamsarlıkları dışarı attım. Bugün “geri kalan hayatımın ilk günüydü”. Hazırlanıp okula gittim. Hayata güzel bakınca, güzel görüyormuşsun sahiden. Sanki, o kasvetli, toplama kamplarını andıran, herkesin mutsuz olduğu okul gitmiş; yerine insanları geleceğe hazırlayan, genç ve mutlu insanların bulunduğu bir okul gelmişti. Güneşler, içime doğuyordu. Uzun süren bir kış yerini nihayet bahara bırakmıştı. Hayata artık başka bir gözle bakmaya karar verdim. Başta, biraz zorlardım kendimi ama daha sonra artık bu, karakterimin parçası haline gelirdi. Samimiyete giden her yol, riyaya uğrardı nasılsa. Bundan sonra, önce içimi güzelleştirecektim. Anladım ki, hayat biz ona nasıl bakıyorsak öyle şekilleniyor. Yaşam, bir ayna hükmünde adeta. Biz ruhumuzun filtreleriyle görüyoruz gördüklerimizi. Huzurluysak eğer kuşları daha çok duyuyoruz. Mutsuzsak, bozuk kaldırım taşları takılıyor gözlerimize. Sabırsız olduğumuzda, dünya daha bir ayağımıza dolanıyor. İnsanların davranışları değişiyor mesela. Sinirliyken, bütün insanlar bize karşı çıkıyor. Evrende, her bir atomun da bizim gibi bir ruhu var. Tanecikler birbirlerine güzel ya da kötü bir enerji gönderiyor. Belki de eski simyacılar haklıydı. Atomları birbirine bağlayan sevgi; ayıran nefretti. Belki de protonlar, nötronlar, elektronlar bu gerçeği gizliyordu. Biz de evrenin minyatürü olarak elbette enerji yayıyoruz çevremize. O yüzden, önemli olan içimize dönüp negatif hisleri nötrleyebilmek ve bir dengeye ulaşabilmek. Hayattan ne istiyorsak, ona onu vermeye çalışmak. Çünkü biz bir adım attığımızda hayat on adımla cevap veriyor bize. Başımıza gelen felaketlere bile başka gözle bakmaya başlıyoruz. Yaşlı amcalar vardır nur yüzlü; acıların insanları olgunlaştırdığını söylerler. Yaşlanmaktan bile hoşlanırlar. Çünkü artık kendilerini, yanlış gördükleri şeyleri yapmaya iten gençlik heveslerinden kurtulmuşlardır. Zorluklar, demiri şekillendirmek içindir diye sabrederler. Sabrederler, ama şikâyet etmeden. Hoşlukla karşılarlar başlarına gelen her şeyi. Bilirler ki, başa gelen her şeyin bir sebebi var ve hayatımıza onları biz çağırdık. O halde, hoş geldiler ve başımızın üstünde yerleri var. Havalı ve büyük sözlerden hoşlanmadığını söyleyen ben, bakıyorum ki aforizmalarla konuşur olmuşum. Fena da olmadı hani. Önceden o tür lafların benim işime yaramadıklarını düşünüyordum meğer bu, ben onlara “Sen bana yaramazsın.” dediğim içinmiş. Bir önyargıdan kurtulup, sözlere ve yaşama açık hale geldiğimde, sözlerin ve yaşamın da beni aralarına aldığını fark ettim. Kötülükler dışarıda değil, içimizde. Hayat bizi yormuyor, bizi yoran kendimiziz. Bu hayattan lezzet almak da bizim elimizde. Güzel düşünüp, güzel görüp, güzel yaşamanız dileğiyle… MERVE NUR AŞKAR TARİHİN SAMİMİ DİLİ Haldun Taner’in Devekuşuna Mektuplar kitabının kapağı (2003), Herkes, her konuda farklı fikirlere sahip olabilir. İllâ tek bir konuda anlaşmak yerine, hem hakim düşünce hem de muhalif düşünce aynı toplumda can bulabilir. Her insanın, yaşanmışlığı ve düşünce yapısı birbirinden farklıdır. Çünkü uyanıp hayata katıldığımız andan, başımızı yastığımıza koyana kadar geçen sürede yaşananlar herkes için biriciktir. Çok düşük bir ihtimalle birden fazla insan, birebir aynı şekilde gelişen bir günü yaşayabilir. Mesela; ben evden çok mutlu çıkmışken, soğuk havada üşüyen ve ısınmasına yetecek şekilde giyenemeyen bir çocuk görürsem günüm mahvolur. Aklımdaki tek şey bu çocuk ve onun durumunda olanlar için ne yapabileceğim olur. Fakat bir başkası evinden ağlayarak çıktığı halde, ona kendini sevdirmeye çalışan sevimli bir köpek gördüğü için günü güzel geçebilir. Yani her birimizin deneyimleri değişiktir; aynı olayları yaşasak bile, bizde bırakacakları etkileri de farklıdır, ki sağlıklı ve "her renge sahip" bir toplum olmamız için de gereken budur. Bu değişik düşünceler, günlük hayatta olduğu kadar siyasi fikirlerde de karşımıza çıkar. Bir başkasının benimsediği siyasi görüş, benimkinin tam zıttı olabilir. Biraz da böyle bir dille yazmış usta yazar Haldun Taner, Devekuşuna Mektuplar kitabını. Devekuşuna mektup yazmak hangimizin aklına gelir? Haldun Taner'in gelmiş; ama bildiğimiz devekuşuna değil, kendine bu ismi mahlas edinmiş başka bir yazar arkadaşına. Zaman zaman kızmış, zaman zaman sıcaklıkla yanıtlar vermiş arkadaşı Devekuşu'na. Böyle bir mahlasa ihtiyaç duyulması nedendir bilmem, ama yazıların olumlu etkisini artırdığını söyleyebilirim bu kitabın bir okuyucusu olarak. Kitabı elime alıp ilk mektubu okuduktan sonra, bir sonraki mektupta Devekuşu'nu hangi haberler bekliyor diye meraklandım. Haldun Taner bu sefer memleket meselesini mi eleştirecek, yoksa toplumumuzda sevdiği özelliklerden birini mi bize hatırlatacak diye ilgiyle okudum. Kitabın bütün bu gerçekliğinin dışında, "devekuşu" kelimesini her gördüğümde adeta bir hayvanat bahçesindeymişim gibi, gözümün önünde bu hayvan canlandı. Açıkçası bu ismin bir lâkap olması fikri beni hep güldürdü ve kim olduğunu bile bilmediğim bu gizemli yazara sempati beslemeye başladım. Aslında böyle bir yazarın olup olmadığından bile emin değilim, belki de Haldun Taner'in monologları okuyucuya garip gelmesin diye eserlerine eklediği hayali bir karakterdir. Haldun Taner’i, onun monolog alışkanlığından dolayı garipsememeliyiz bence. Hangimiz kendi kendimize konuşmuyoruz ki? Okuduğum her kitaba kendimden bir parça, inanç ya da düşünce eklemeyi hep sevmişimdir; bu yüzden bu karakter hayâli de olsa, ben gerçek olduğunu kabul ederek okudum bu eğlenceli kitabı. Sıkıcı ve düşünmeye yer vermeden okunan bir kitabın pek de bir anlamı olmadığına inanıyorum, kitabı kendi dünyamıza eklemek açısından. Okurken hayaller kurabildiğim, meraklandığım, bazı paragrafların devamını kendim tamamlayabildiğim kitapları hep daha çekici ve okunası/hatırlanası bulurum. Eserin soru-cevap ya da tez-antitez şeklinde ilerlermesini sağladığı için Devekuşu'na bir teşekkür borçluyuz, eseri eğlenceli yapan en büyük faktör kendisi. Yazar Haldun Taner, bu yazıları aslında Milliyet gazetesindeki köşesinde yayımlamıştır ve bir nevi tarihin fotoğrafını çekmiştir yazılarıyla. Bu mektuplardan 1950-1960 seneleri ile alakalı bir hayli bilgi edinebiliriz. Siyasetten sanata, eğitimden kadın-erkek ilişkilerine kadar geniş bir çerçevede yazıların kaleme alındığı bu kitap, yazıldığı dönemdeki hayatın içine girmeme katkıda bulundu. Eseri film izliyor gibi değil, bir tiyatro oyunu oynuyormuşum gibi okudum, içselleştirdim. Yazı yazabilme yeteneğim olduğunu pek düşünmem, ama “Yazar olabilseydim Haldun Taner gibi olmak isterdim.” diye düşündüm bu kitabı okuduktan sonra. Bana, günlük olaylarla ilgili bile ne denli samimi ve okunası yazılar yazılabileceğini öğretti. Esprili ve akılcı bir dile sahip yazılar okumaktan keyif alan kişiler için bir ‘başucu kitabı’ olabilir bu eser, hele ki tarihe de merakınız varsa… Simay YILMAZ Rüya Dağıtan Çocuk-Luca Di Fulvio AŞKLAR VARDIR Aşk bana göre insanların hayatları boyunca sahip olabilecekleri en güzel duygudur. Öyle güzel bir şeydir ki her yerde karşımıza çıkar. Günümüzde televizyonlarda, dizilerde gördüğümüzü aşk sansak da asıl efsanevi aşklar kitaplarda anlatılır, şiirlere ve destanlara konu olur, şarkıların büyülü tınılarında dilden dile dolaşır... Kimi divane âşıklar çöllere düşer, kimileriyse dağları deler onların aşklarına herkes imrenir, saygı duyar. Birçoğumuz da âşık olduğumuzu sanırız ama aslında sevmekle âşık olmayı karıştırırız. Ne yazık ki bence herkes de aşkı bulacak kadar şanslı değildir ya da aşkı hak edecek insanlar değildir. Âşık olmanın çok kolay olduğunu düşünürüz ama hiç bilmeyiz ki mantığımızla, düşünerek, tartarak ve istediğimize âşık olmayız. Belki de doğru insanı bulamadığımızdan belki de kalbimizi sevgiye ve aşka kapattığımız için şansımızı kaybedip âşık olamayız. Aşklar vardır destanlara konu olur, sevenler çok mücadele verir ama her zaman kavuşurlar. Romanlardan, efsanelerden ve hatta dizilerden hep böyle görürüz ve âşık olduğumuzda da hep kavuşacağımızı sanırız. Peki ya imkânsız aşklar, hiçbir zaman kavuşamayacak olanlar? Aşk kavuşamayacağını bile bile birinden vazgeçememek midir yoksa şartlara ve imkânsızlıklara boyun eğmek midir? Aşk kavramı ve aşktan anladığımız herkese göre farklıdır ama imkânsız aşk deyince aklımıza çoğu zaman sevenler arasındaki sınıf farkı ve ekonomik durumlar yüzünden insanların kavuşamadığını düşünürüz. İmkânsızlığı maddiyata bağlarız. Kavuşamayanları hep zengin ya da fakir diye sınıflandırırız ama gerçek aşkın herhangi bir engel karşısında yıkılacağını ya da son bulacağını düşünmüyorum. Aşk her zaman galip gelir ama engeller de bitmek bilmez. Bazen de sevdalıların kavuşamamasının nedeni milliyet farklılığıdır. Hep aynı ülkeyi paylaştığımız, aynı ülkede vatandaş olduğumuz insanlara âşık olmamız gerektiğini düşünürüz ama aşk gerçekten de nerede ve ne zaman geleceği belli olmayan bir tutulmadır. Rüya Dağıtan Çocuk, birçok eser gibi kavuşamayanların aşk romanıdır ve imkânsızlıklar üzerine kurulmuş bir aşkı konu alır ama bir farkla bu sefer sınıf farkından ve milliyet farklılığından başka araya din farklılığı da girmiştir. Benim duymaya pek alışık olmadığım ve hiç karşılaşmadığım bu din farklılığından kaynaklanan kavuşamama durumu beni son derece etkiledi. Bir kez daha insanları ekonomik, kültürel ve dini sınıflara koymanın ve hatta âşık olduklarında bile bunları engel olarak önlerine koymalarının ne kadar saçma olduğunu fark etmiş oldum. Bence âşıkların önüne engel çıkarmak yanlıştır ama dini görüşlerini engel olarak göstermek ne kadar doğrudur? Farklı özelliklere sahip olsak da aynı dünyada yaşadığımız için eşit olmamız gerekirken son derece doğal olan âşık olmayı sınırlamak bence son derece insanlık dışıdır. Aslında bence imkânsız aşk diye bir şey yoktur. Sevgisine ve sevgilisine güvenmeyip her şeyi gerisinde bırakan ve pes eden insanlar vardır. İster imkânsız olsun ister sevenlerin önlerinde engeller olmasın aşkları aşk yapan bence âşıkların her ne olursa olsun etraflarına kulaklarını tıkayıp aşkları ve sevdikleri için emek saf etmek ve mücadele etmektir çünkü emeksiz sevgi bile olmaz. İmkânsız bile olsa insanlar sevgilerine tutunarak her şeyin üstesinden gelirler ve emeklerinin karşılığını alırlar. Öte yandan ilk engelde sevdiklerine sırtlarını çeviren insanlar ne yazık ki bence hayatlarında hiçbir zaman aşkı yaşayamayacak olanlardır. Onlar aşkın büyüsüne kapılıp etraflarına aşkla bakamayacak ve hiçbir şeyden zevk alamayacak olanlardır çünkü aşk ve dolayısıyla sevgi her güzel şeyin nedeni ve başlangıcıdır. Evden Çok Uzakta “Bütün gerçek yolculukların başladığı bir an vardır. Bazen evden çıkarken, bazen de evden çok uzaktayken yaşanır.” Ayaklarımın altında benle beraber sürüklenen çakıl taşları, yanndan geçtikten sonra benden başka bir zamanda başka bir yerde kalan ağaçlar, evler… Evden çok uzakta, yabancı bir odadayım. Nereye yaklaşıyorum sorusu hep aklımda. Nereden uzaklaştığımsa hiç açılmasını istemediğim bir defter. Özlediklerim bile bir zaman sonra belirip kaybolmuş bir imgeden ibaret olacak sadece. Damon Galgut’un Yabancı Bir Odada eseri de o belirip kaybolmuş imgelerden kalpte en yer bırakanlarının anlatıldığı bir eser. Herkesin yaşadığı hayat serüvenini bir yol hikayesi ile somulaştırmış, adımlarını kelimelere dökerek bizi de hikayesinin bir parçası yapmış. Galgut’un kendini tanıması için attığı adımlar ve kişinin kendi canına kıymayı kafasına koyduğu an için bile Yabancı Bir Odada aslında hepimizin hayatında parçalarını barındırdığı bir eser. Damon’ın sözcüklerini dünyadan bağımsızlaştıran yol arkadaşı ile başlıyoruz yürümeye. Anlamlandıramadığı, ama kaçamadığı bir bağ var aralarında. Damon, Reiner gibi değildi. Damon kalbinin ait olduğu bir yer olsun istiyordu. Belki de bundandı defalarca arkasını dönüp onu yalnızca bir hatıraya dönüştürmek istediği anlarda vazgeçmesi. Tüm farklılığıyla Reiner kimseye çok uzak değil aslında. Bir yere, bir insana bağlı kalamadığında herkes aslında bir süre için birinin, bir yerin Reiner’ı oluyor. Anlık yaşıyor. Gittiği yerler o orada olduğu sürece var. Olduğu yer dışındaki her yer yarın haberlerde görebileceği, ilerde kitaplardan okuyabileceği bir hikaye sadece. Tarih hep başka bir yerde yazılıyor, onunla ilgisi yok. O ne kadar hızlı tüketirse olduğu yeri, birlikte olduğu insanı o kadar iyi. Ne kadar hızlı atarsa adımlarını yeni bir yola çıkarken, o kadar kalbinde yer açtırmaz, o kadar hatırlamaz orayı. Adımlarını hep yeni bir yere atıyor ama “asla bir şeye doğru değil, sürekli ondan uzağa, uzaklara gidiyor”. Reiner çok şey değiştiriyor Damon’da. Yolun devamını yürüyen Damon’ın yanında Reiner’dan bir parça hep onunla beraber yürüyor. Onun bıraktığı izler, üzüntüleri hep kalbinde. Ama güzel anıları hep sözcüklerde kilitli kalıyor. Bir daha açılmamak üzere. Reiner’dan sonrası hep bir farklı. İnsan kendini birisinde, o kişiyle anılarında bırakınca hiç bir şey aynı olmuyor. Geride bıraktığı sevgi olmadan hiç bir şey değerli, hiç bir şey fazla önemli değil. Böyle anlarda başlıyor aslında yolculuklar. Evinden, kendinden en uzak hissettiğin anlarda. Yanındaki tanımadığın yüzleri garipsememeye başladığın anda. Yanından geçen her insan, kulaklarının işittiği her ses, havada seninkiyle karışan her nefes seninkine teğet geçen yaşamlardan kareler yalnızca. Ne zamanki o seslerden biri sana sesleniyor, o zaman her şey yeniden başlıyor. Yeni hayal kırıklıkları, yeni üzüntüler, yeni kırgınlıklar seni bekliyor o seslenişte, biliyorsun. “Günlerdir ucunda durduğunu o anda farkettiği bir yerin kenarından itilmek gibi”. Tüm olanlardan sonra yeni bir yola çıkabilir mi insan? Damon çıkamıyor. Çünkü onun hikayesinde “tek bir karakteri anlatan, tek bir olay örgüsü” var. Yalnızca kendini yazabiliyor, bir başkasına yer yok. Yalnızca Damon değil, biz de çıkamıyoruz. Ne kadar severse sevsin insan, yollar tek kişilik. Anılar hep tek bir kişinin gözünden, ikinciye yer yok. Yakında bir yere, birisine ait olacağız. Ama başka bir zaman. Ve o başka bir zaman hiç gelmiyor, ama hep var. “Her şeyin farklı olacağı bir gelecek ay, gelecek yıl” Kısacası hepimizin hayatı Damon’ın yolculuklarından farklı değil aslında. Sürekli birbirinin yerini alan yüzlerden, yerlerden oluşan bir dizi yol aslında. Kimi asfalt kimi çakıl. Aynı kalan biziz yalnızca. Sadece sahneler değişiyor. “Dün geçtiğiniz yollar hep başka insanlarla dolu, hiç biri sizi tanımıyor. Dün gece uyuduğunuz yatakta bir yabancı yatıyor.Toprak ayak izlerinizi kaplıyor, parmak izleriniz kapıdan siliniyor, yere ve masaya düşürmüş olabileceğiniz ufak tefek kanıtlar süpürülüp çöpe atılıyor…” Ve orası da tarih oluyor sizin için. Hayat değişen sahneleriyle sizin olduğunuz yerde yaşanmaya devam ediyor. Evinizin aklınızda daha da bulanık bir imgeye dünüşüyor her seferinde. Göknil TOKGÖZLÜ Aşk Ve Aşkı Hissettiren Şehir Aşk, kırmızı, İstanbul. Bu üç kelime kendisini dışarıdan çok da belli etmeyen derin bağlarla bağlı ve birbirleriyle ilişkili. İstisnalar olmasına rağmen aşk denince akla gelen rengin kırmızı olduğu görüşü birçok insan tarafından benimsenmiştir. Ya İstanbul? Onunla aşk arasında nasıl bir bağlantı vardır sizce? Bana kalırsa İstanbul, içinde yüz binlerce gizli hayat taşıyan bir tutku şehri. İşte İstanbul’un aşkla en büyük benzerliği bütün tutkuları içinde barındırmasıdır. Aşkı yaratan hammaddedir tutku. Tutkuyu vücudunun her bölgesinde, derinin her gözeneğinde, her nefes alışında hissettiğin zaman aşkı tadar insan bana göre. Karşıdaki insana baktığın zaman gördüğün tek şey onun yüzü değilse o insanın yüzünde çok nadir beliren gamzeyi, her mimiği ya da yanağındaki belli belirsiz beni sadece fark etmiyor, tüm vücudunda hissediyorsan o insana büyük bir tutkuyla âşıksın demektir. İşte İstanbul da böyle bir aşk. Tüm havasını içine çekmek ister bencilce, her taşına toprağına dokunmak ister. Hem çılgınca âşık olduğu şehri milyonlarla paylaşır hem de bu şehri kıskanmaktan kendimizi alamayız. İstanbul’un tutkusunu, aşkını, kırmızısını sadece kendimize saklamak isteriz ama bu umutsuz bir hayaldir herkes için. Ferzan Özpetek son kitabı İstanbul Kırmızısı’nda içine yerleştirdiği küçük dostluklar ve sonu belirsiz büyük sırlarla, aşkı ve İstanbul’u kendisini içine sürükleyen tutkuyu farklı bakış açılarından işlemiştir. Aşkın herkes tarafından farklı yorumlanmış binlerce tanımı ve kuralı vardır. Tabii kimilerine göre de kuralsızdır aşk. Bana göre sadece iki kuraldan oluşan bir histir aşk. Bu kurallardan birisi tutkuya sahip olmak zorunda olmasıdır. Kimilerine göre yanlıştır, geçicidir, yanıltıcı bir duygudur aşk. Asıl önemli olan karşılıksız sevmektir onlar için. Hâlbuki bana göre fazlaca yanlış bir düşünce. Çünkü karşılıksız sevmenin altında yatan ana kaynak aşktır. Aşk karşılıksız kendini kaptırır tutkuya. Eğer gerçekten bir aşka sahipsen, kırmızıyı tüm vücudunda alev alev hissediyorsan, cam kırıklarının üzerinde yürüyorsan aşkın için ve buna rağmen mazoşistçe zevk alıyorsan zaten karşılıksız seviyorsun demektir. Yoksa kuru kuruya aşksız ve tutkusuz birini sevmenin altında gizliden gizliye bir mantık ilişkisi yatar. Söz konusu aşk olduğu zaman bir martı kadar özgür olacaksın ve kendini sadece tutkuya bırakacaksın. Bana göre aşkın diğer kuralı ise cinsiyetsiz olmasıdır. Âşık olduğun kişinin cinsiyeti ne olursa olsun, aşk için bu önemli bir özellik değildir. Bir erkek bir kadına nasıl delice âşık olabiliyorsa bir erkek yine bir erkeğe ya da ne fark eder bir kadın başka bir kadına âşık olabilir. Bunun günümüz dünyasıyla ya da modern düşünce tarzıyla hiçbir alakası yoktur. Aşk, insanoğlunun varoluşundan beri olan bir duygudur. Âşık olmak, âşık olduğun kişiyle arandaki cinsel bir ilişki değildir sadece. Arzuların farklı bir cinsiyete karşı olsa da kendi cinsiyetinden birine âşık olman çok doğal bir şeydir benim gözümde. Çünkü aşk vücudunun belki de farkında bile olmadığın derinliklerinde o kişiyi hissetmektir. Bu hissin ne zaman geleceğini bilmek imkânsız gibidir, İstanbul sokaklarında dolaşırken aşkın bir gün kapımızı çalacağının farkına varamayız. Oysa İstanbul’da dolaşmak kime âşık olacağını bilememenin merakıyla yaşamaya benzer. Her sokağında, her taşında başka bir anı, başka bir aşk ve başka bir hayal kırıklığı içeren bir şehirdir İstanbul. Gece sönmüş olan son lambanın altında toplanan ateş böcekleri gibi İstanbul da içinde bulundurduğu her insanın üzerine kendi ışığını ve tutkusunu yayar. Daha sınırlarından içeri girer girmez hissedersiniz, yıllardır beklediğiniz aşk İstanbul’un bir köşesinde sizin için saklanmıştır. Vapurların üstünden hiç eksik olmayan martıların, sokaktaki bir sürü karmaşanın, tüm trafiğin gürültüsü ve sinir bozucu halleri içerisinde sizi İstanbul’a hâlâ bağlayan şey ne işiniz ne de akrabalarınızdır. Sizin orada kalmanızı sağlayan ve farkında bile olmadığınız bağlılık duygusu İstanbul’un sizi içine hapsettiği tutkusudur. Bu yüzden İstanbul’da, tutkunun bu kadar fazla olduğu ve hissedildiği yerde, tutkunun başka bir türünü, aşkı, yaşamak bambaşkadır. Eğer İstanbul’da âşıksanız ve bir de üstüne İstanbul’a tutkuyla bağlıysanız, o zaman oradaki martıların sesi kadar yüksektir sesiniz, denizler kadar derin, dalgalı ve huzurlusunuzdur. İstanbul’un dipsiz kuyularında aşk yaşayacak kadar cesaretli ve tutkulu olmak insana verilmiş en büyük hediyedir. İstanbul, anıların gizlice kırmızının içine saklandığı aşkı yaşamak için yaratılmış bir şehirdir. Bu yüzden İstanbul kırmızıdır, aşk kırmızıdır ve hayatımızda hiç kırmızı yoksa hayatımızın en önemli ve zevk veren parçası yoktur demektir. Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 27.09.2015 Başak Berna Cordan TURK 101/7 YALNIZLIK KUYUSU 2013 yılının sıcak ve pek de sıradan olmayan bir temmuz günü. Odama kapanmış gözlerimden seller boşalmakta, yalnızlığım yanaklarımdan süzülmekteydi. Dünyanın en yalnız insanı olmalıydım belki de evrenin en yalnızı. Penceremi aralayıp yıldızların yalnızlığından ilham almak için kafamı kaldırdığımda gerçekten yalnız bir adamın ayak izlerini seçebiliyordum aradan 44 yıl geçmesine rağmen. Kendisi için küçük, insanlık için büyük bir adım atan bir adam vardı dünyamızın etrafında tek başına dönmekten sıkılmayan ayın üzerinde. Gurur verici, acı verici… Gururluydum, yalnızlık artık bu dünyada yaşanmıyordu sadece. Acı çekiyordum, çünkü benden daha yalnız birileri vardı artık hem de ulaşılamayacak bir kara parçasındaydı, aydaydı. Yalnızlık rüyasını gören insanlar benim gibiydi biraz, kafasını çevirdiği her yerde bir parça insan ve yalnızlık kırıntıları görüyordu. O kırıntılardan eser olmadığı zamanlar içinde kök salmış koca bir ağaç devriliyordu. Evet, yalnız olmadığını görmek istiyordu yalnızlık çekerken. Onun gibi insanların olduğunu görmek istiyordu. Böylece yalnızlığın kötü bir şey olmadığını düşünüyordu. Ne de olsa onun gibi onlarca, binlerce vardı. Ama onlar ondan o kadar uzaktaydı ki yalnızlık, içine düşülen bir kuyu gibi olmaya başlıyor; toplumdan uzaklaşıp öylece çekip gitmek, yer yarılıp içine girmekti kuyuya düşmek ama yalnızlığa düşülmezdi ki yalnızlığa atlanırdı. Şerbetçi 2 Sanat icra ettiklerini düşünüyor olmalı yalnızlık kuyusuna atlayanlar. Tıpkı bir seri katilin düşündüğü gibi… Nasıl bir seri katil günlerce, aylarca hazırladığı korkunç planını hayata geçirirken yakalanma hırsına yenik düşüp kendini gösterme arzusunda bulunuyorsa yalnız insanlar da böyleydi. İnsanlara yalnızlığını göstermek istiyordu yalnızlar. Kuyunun tepesinde aralarından sıyrılıp atladığı insanlara… Ünlü mahkûm Charles Bronson’ın dediği gibi “…yaşamıyordum, sadece var oluyordum.”. Sanki diğer insanlarla beraber yaşamıyordu, sadece nefes alıp veren, damarlarında kırmızı bir yaşam sıvısı akan bir varlıktı ne eksik ne de fazlaydı. Yaşamak çok farklı bir şey olmalıydı, en azından kuyunun içinde bir yerlerde var olmalıydı. Hepimiz demedik mi biraz yalnız kalmak istiyorum, uzaklaşmak istiyorum diye? Neydi sebebi bunun, neden kuyuya atlamak istiyorduk öylece? Kuyunun dışındayken bize ismimizle seslenebilecek yakınlıktaki insanlar ellerine aldıkları kalemle çiziyorlardı dünyamızı, onlar şekil veriyordu; sürücü koltuğuna değil yan koltuğa oturtuyorlardı bizi. Bazen bizdik onlar için dünyayı resmeden, arabayı istemedikleri şehirlere süren. Onların çizdiği dünyadan kurtulmak, gitmek istemediğimiz bir yola çıkmamak ve başkalarının hayatını öylece etkilememek için atlamayı seçiyorduk kuyuya. Kuyuya atladıktan sonra fırça elimizde, direksiyonda biz varız ve araba boştu artık. Ne istersek onu çizebiliriz, nereye sürmek istersek oraya gidebiliriz. Ama içimizde bir korku var ya boyamız biterse ya arabamız bozulursa? Araba tamir etmeyi bilmezdi ki bu yalnız adam, bilse bile tek başına yapamayacağını da biliyordu. İşte o anda kuyunun buzlu duvarlarının soğuk nefesini hissediyor, dünya denen o görkemli ağacın dalları ellerimizin arasından kayıp gidiyordu. Sesimizi duyurmaya çalışmak o kadar zordu ki… Yanımızda istemediğimiz, yalnızlığımızı bile paylaşmadığımız insanlardan bize yardım etmelerini beklemek şu hayattaki en zor şeylerden biriydi. Yardım bekliyorduk ama bize intihar gibi geliyordu bu bekleyiş. Bu tezatlığı Hasan Ali Toptaş(2013) şu dizeleriyle özetliyordu: Şerbetçi 3 “Silahını kendinden yontar yalnızlık; her şeyden koptuğu için her şey olan kendinden. — Peki, namlunun ucunda kim var? — Kim olacak; tetikteki ben.” (s. 108) Sanki bütün bunlar ters geliyor insan doğasına. Hayata gözlerini açmayı bırakın açmadan bile onu karnında taşıyan bir anne ve her zaman yanında olmasa da kalbinin derinliklerinden gelen bir sesle yanımızda olmaya çalışan bir baba vardı. Bu insanları bile bir kenara koymak ne kadar doğru ve mantıklıydı ki? Kuyunun içinden çıkan sessiz çığlıklarımızı duyan insanların var olduğunu bilerek atlıyor olmalıydık başka açıklaması olamazdı bu intihar girişimlerimizin. O dallar ailemiz, dostlarımızdı ama dalların sağlamlığıydı bizim hayatımıza, ailemize ve dostlarımıza kattığımız. Ve dalların sahibi olan, ismini dünya koyduğumuz, ağacın tohumlarını biz ekmiştik ya da öyle olduğunu hissediyorduk çünkü başka açıklaması yoktu bu yardımının. O kuyudan çıktıktan sonra da en acısı geliyor yalnız değilmişiz, hiç olmamışız. Neden bu kadar acı veriyor ki başka insanlarla yaşamak, onlardan yardım almak? Neden küçük bir çocuğun aynı taşa defalarca takılması gibi neden sürekli yalnız olmak istiyorduk ki? Çünkü yalnız olmadığımız, kuyunun içinde olmadığımız her an etrafımız aynalarla kaplıydı. Ve biz yalnız olmak isteyenler aynalara bakmaktan hep korktuk. Kime, neye baksak kendimizi buluyor; hayallerimizle, rüyalarımızla, söylediklerimizle ve yaptıklarımızla ilmek ilmek ördüğümüz insanları, dünyayı görüyoruz. Hayal etmelisiniz bunun ne kadar zor olduğunu, elinizi attığınız her yerde, bakış attığınız herkeste bıraktığınız izleri görmenin. Maalesef hiçbiri ustalık eserimiz değildi. Çirkin ve acı verici izlerdi bunlar. Aynaya bakmaya Şerbetçi 4 korkanların dünyasıydı bu kuyu. Bu dünyayla hayal kırıklığına uğrayıp kendininkini inşa eden insanlarındı. Acı çekmeyi, acı çektirmeye tercih edenlerindi. Kaynakça Toptaş, H. A. (2013). Yalnızlıklar. İstanbul: İletişim Yayınları. Batuhan F. Karabacak Yürek Bilir Aşk, ne uzun kelime değil mi? Yüzyıllardır konuşuluyor, şiirler yazılıyor hakkında, filmler çekiliyor, şarkılar besteleniyor... Bu dünyadan gelip geçen herkes onun peşine takılıyor, belki de ömrünü adıyor bu kelimenin ardında. Herkes aşkı farklı yaşıyor, farklı tanımlıyor fakat bu yüzden ölümsüz olabiliyor aşk, herkesin filtresinden ayrı ayrı süzülebildiği için. Bejan Matur da yeni kitabı Aşk/Olmayan’da tamamen kendine özgü bakış açılarında gezdiriyor aşkı, bazen felsefik sohbetlere dalıyor, kışkırtıcı sorular soruyor, terletiyor aşkı. Bazense şehir koşturmasının içinde bir metrobüsten bir metrobüse geçerken can sıkıntısıyla sınıyor onu. Kimi zamanda alıyor şefkatli bir avcun içine, bağışlıyor onu, kendinden alıp ona vererek. En kendine has yanıysa bu yepyeni şiir kitabının, şair aşkı dört sürece ayırıyor: heves, bekleyiş, kırgınlık, kabulleniş. Heves, her şeyin başlangıç noktasında bir yerde saklanıyor. “Ah! O benim olsa ne güzel olur! Nasıl bir duygu acaba onunla sevgili olmak? Peki ya, bir kere öpsem nasıl hissederim kendimi?” gibi cümlelere sebep oluyor heves ve zihindeki en büyük gücü tetikliyor, hayal kurma gücünü. Heves edindiğimiz her şeyde mutlaka geleceğimize dair bir umut yatar, bu umudu düşünmekse durumu detaylandırır, detaylanan ve derinleşen şey de bizleri içine daha kolay çeker. Hiçbir aşk yoktur ki, anlatımı basit olsun, bir hissin, sürecin aşk olması için altında yüzlerce kara delik olan onlarca karmakarışık fikir gerekir. Yani heves hayali fısıldar, hayaller ise karmaşıklığı, çözülemeyen cümleler ise aşk çıkarır ortaya. Ardından bekleyiş geliyor, şefin sunduğu yemek gibi, yönetmenin sunduğu film gibi biz de hevesimizi, hayallerimizi, aşkımızı sunuyoruz ve şefler gibi, yönetmenler gibi karşı tarafın tepkilerini bekliyoruz. “O da benim gibi sevecek mi beni? Anlayacak mı bu hissettiklerimi veya anlamak isteyecek mi?” Bu süreç hevesin sunduğu hayaller gibi bizlerin kontrolünde değil çünkü beklemek karamsarlıktır, umutta tutar içinde ancak ne yaparsa yapsın karanlıktır. Hayallerinin gerçekleşmesinin başka birinin gönlünde, aklında tutuluyor olması nasıl rahat verebilir ki? Tıpkı annesinin ölmemesini dileyen bir oğlan çocuğunun hastane koridorlarındaki yürüyüşleri gibi. Heves ve bekleyiş... İlk gündeki pespembe hevesin üzerine gri karamsarlıklar yağdı bekleyişle birlikte, attı rengi, soldu, o giden anneden sonra babanın yıkadığı çamaşırlar gibi. Kırgınlık hissi, “Olmadı!” cümlesinin etrafında kuruluyor. Buruklukla, hayallerinin çıt etme seslerini duya duya, bütün bir bedeni ele geçiriyor. Adeta bir mizaç hali buluyor kendine kırgınlık, bir yaşama tavrı gibi, estetik harikası bir maske gibi. Gülümseyişinin bile adı kırgınlık artık. Bu dakikadan sonra kim görse sizi anlar ki kırılmışsınızdır bir şeye. Heves, bekleyiş, kırgınlık... Ne gelebilir sonrasından? Yeniden başlamak için de ona ihtiyacın vardır, en şiddetli hislerden biri olan intikam duygusunu yaşamak için de. Yeni yolun o yola geri dönmek bile olsa mecbursundur bir çizgi çekmeye kendine, ne oldu, ne bittinin hesabını yapmaya. Ceketinin ceplerini dolmuştur bi yandan da, hevesin, bekleyişin ve kırgınlığın yığın yığın tecrübe getirdiği o son noktadasındır. Kabullenmek adı... Bembeyaz bir başlangıç da değildir öyle, anlık bir durum değildir, hani var ya İngilizcede kısa bir an süremeyen fiiller, öyledir işte, ağır ağır yutkunmak gerekir. Asfalttan almak zorunda bırakır nefesi. Yeni bir yol bundan sonrası, elma armudu seviyor diye armut elmayı sevmemiştir, belki gitmesi, uzaklaşması gerekir elmanın, belki de armutun etrafında tekrar dolanması gerekir yeni bir renk bularak kendine. Bu durumda da en iyisini heves eden, bekleyen, kırılan, kabullenen yürek bilir. Anlaşılan o ki, Bejan Matur’un yüreği de en iyisini bildi bu dört süreçten sonra, şiirler bıraktı ardında. GÜLEÇ 1 Nurben GÜLEÇ 21202701 Türkçe 101-37 Vedat YAZICI Başka Gözlerden Açılan Dünya Günümüzde filmleri pazarlayabilmek için insanları şaşırtmanın yolları aranır oldu. Bazen alakasız sonlarla insanları etkileyebileceklerini düşünen yönetmenler, hiçbir ipucuna yer vermeden önümüze tepe taklak gelen sonları koyuyorlar. Ben izleyiciye düşünme payı vermeyen filmleri pek sevmiyorum. Bir filmin inandırıcılığı tutarlı ve mantıklı işleyişinden geçmektedir. İnandırıcılık, tutarlılık, mantıklı bir senaryo olduğunda o filme ve filmi yapanlara saygım artmaktadır. Bu söylediğim ölçütlere uyan bir film dendiğinde aklıma Zindan Adası gelmektedir. Filme ilk baktığımızda klasik bir öyküsü vardır. Bir adada bulunan akıl hastanesi, kaçması imkânsız görünmesine rağmen kaçan tehlikeli bir hasta ve çaresiz kalan hastane görevlilerinin polisleri aramasıdır konusu. Filmin konusuna baktığımızda aklımıza korku ve polisiye türleri gelebilir. Başlangıcı da öyledir zaten fakat iki polisin adaya yaklaştığı sahnede çalan müzik, yönetmen tarafından dikkatlice seçilmiştir çünkü izleyiciyi psikolojik gerilim filmine hazırlayan ilk sahne burasıdır. Filmin başrolünü Leonardo Dicaprio canlandırmaktadır. Bu filme başka bir oyuncuyu düşünemezdim zaten. Klasikleşen Hollywood filmlerinin aksine film, olayları dışarıdan izleyip yorum getirmemize değil olanlara kahramanın gözünden bakıp onları başka dünyadan seyretmemize imkân sağlamaktadır. Böylece izleyici, kahramanın dünyasında gezinirken yönetmenin bizlere sunmuş olduğu ipuçlarını kaçırabilmektedir. Aslında yönetmen filmin sonunda beklenmeyen bir şeyin gelmekte olduğunu farklı ipuçlarıyla bizlere sunmaktadır fakat bizler, filmin kahramanının tuhaflaşan dünyasına o kadar dalarız ki bize sunulan ipuçlarını kaçırabiliriz. Örnek vermek gerekirse, doktorların ve hemşirelerin tutumundan bahsedebiliriz. Her ne kadar polisleri kendileri çağırmış olsalar da yardımcı olmayan hatta engel olan tutumları göze batmaktadır. Kahramanımız onların samimiyetine inanmaz hâle gelir. Farklı bir örneği ele almak gerekirse, iki polisin tanışma anlarını düşünebiliriz. Eminim sizler de bu ikilinin aralarında geçen ilişkisini göz önünde bulundurursanız onların arasındaki garipliği fark edebilirsiniz. Zaman zaman haklı bulduğumuz ve zaman zaman deli olarak gördüğümüz karakterin dünyasından çıkınca filmin sonunda takındığı tavır insanın kafasında soru işareti bırakmaktadır. İzleyiciyi ikileme sürükler. Acaba deli miydi? Deliydi fakat akıllandı mı? Filmde hoşuma giden başka bir yön de bu olmuştur. Filmin sonunu film GÜLEÇ 2 Nurben GÜLEÇ 21202701 Türkçe 101-37 Vedat YAZICI bittikten sonra da düşündüm. Doktorlara takındığım tavır değişmişti fakat başrole karşı düşüncelerim hâlâ aynıydı. Acaba haklı olabilir miydi? Bütün bu sorulara yanıt bulabilmek için belki de tekrar izlemem gereken filmler arasında Zindan Adası. Başarılı bir yönetmenin ve iyi oyuncuların elinden çıkmış bu film, insanın olaylara üç taraftan bakmasını sağlamaktadır. Polis, doktorlar ve hasta... Filmde asıl konu paranoyaklıktır. Filmin başında söylenen “Delilik bulaşıcıdır.” lafı ilk başta izleyiciye bir şey ifade etmiyor gibi gelse de filmin sonunda izleyici bu delilikten ve paranoyaklıktan nasibini almaktadır. Gerilim türüne başarılı bir örnek olan bu film insanın gerçek olarak bildiği şeylerin nasıl da değişebileceğini göstermektedir. Bunu kabullenmenin ve bu durumla başa çıkabilmenin zorluğuna şahit oluruz. Kabullenmeden biz olmayanı mı yaşamak daha zordur yoksa benliği kabul edip ölmek mi? Filmin bir kere izlendikten sonra tam anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Aralara gizlenmiş gerçekleri görebilmenin verdiği hazzı yaşamak ikinci defa izlemekten geçiyor olabilir. İzleyici, filmde görülen nesnelerden bir şey anlayabilme umudunu yaşarken filmin paranoyak havasının nasıl da kanımıza işlediğini görebiliriz. Tutarlılığı sayesinde bizi içine alan bu film ve ana karakteri, klasikleşmiş Hollywood filmlerinin de arasından sıyrılabilen sayılı yapıtların arasında kalıcı yerini aldığını söylemekten çekinmeyeceğim. Martin Scorsese gibi bir yönetmenin elinden çıkmış bir filmin böyle bir başarıyı yakalamış olması hiç kimse için şaşırtıcı olmamıştır. KAYNAKÇA Shutter Island. Dir. Matin Scorsese. Icon, 2010. 1 Ali Akyüz 21101499 Türkçe 101-26 Cemil Kavukçu-Uzak Noktalara Doğru Bugünkü yazımda size Cemil Kavukçu’nun “Uzak Noktalara Doğru” isimli kitabından bahsedeceğim ama ilk başta yazarımızı tanıyalım. Cemil Kavukçu denilince akıllara ilk önce öykü geliyordur şüphesiz. Benim bu başarılı yazarın kitaplarıyla tanışmam Türkçe 102 dersine dayanıyor bu kitaptan önce bir, iki öyküsünü okumuşluğum vardır. Yazılarını genellikle sade ve akıcı bir Türkçeyle yazan yazarımız, kentleşme, kültür farklılıkları, yabancılaşma gibi konuları ele alıyor sürekli ve Kavukçu yazılarında sıradan yaşantıları zenginleştirerek öykülerine aktarıyor. Uzak Noktalara Doğru Cemil Kavukçu bu eserini 1995 yılında ustalıkla yazmıştır. 1996’da Sait Faik Hikaye Armağanıyla da ödüllendirilmiştir. Yazarımız bu eserini “Perişanız Gecenin Karanlığında ve Uzak Noktalar olarak iki bölüme ayırmıştır. Perişanız Gecenin Karanlığında Yazarımız bu bölümü Raci’ye Selam, Yosun Tuttu Gözlerim, Cemse Ölüyor ve Ormanın İçlerinde Doğru olarak dört farklı hikayeden oluşturmuştur. Yazarınız bu bölümde Anadolu’daki insanlarının perişanlıklarını işlemiştir. Birbirinden farklı gibi görünse de bir hikâyede ki karakterler diğer hikâyede de karşımıza çıkabiliyor mesela Raci’ye Selam’da ki Raci, Cemse Ölüyor da tekrardan karşımıza çıkıyor. Nerede geçtiği ve tam olarak sonuca varılmayan bu kısımda yazarımız insanların şehir hayatından sıkıldıklarını ve kültürlerin artık yol olduğunu. Eski geleneklere verilen önemin azaldığını vurgulamıştır 2 Uzak Noktalar Kitabın isminden esinlendiği bu bölümü yazarımız Kargalar Rotası, Susunuz Kuşlar Susunuz, İlla ki, Beşinci Uzak Nokta, WLO Üyesi, Ben Poyraz olmak üzere 6 hikayeye ayırmıştır. Bu bölümde ise yazarımız, insanların sebepli veya sebepsiz olan yolculuklarını anlatmıştır. Bu yolculuklar ya başlamadan bitmiştir ya da yarım kalmıştır. Kitabı çok beğendiğimi söyleyemem aslında büyük bir hayal kırıklığı yaşadım çünkü olaylar biraz karmaşık geldi. Bir hikâyedeki karakterin diğerinde de karşımıza çıkması normal bir şey olabilir ama kitabı okurken Raci’ye Selam’da ki Raci’nin karakteri ve davranışlarıyla sanki Cemse Ölüyor ’da ki Raci’nin davranışları pek örtüşmediği fark etmiştim. Bunun nedeni ise Raci’nin kendi ismini aldı öyküde gaddar, sert, alkolik bir karakterde olduğu vurgulanıyor fakat diğer öyküde ise Raci’nin Cemse ye acıdığını açıkça fark edebiliriz. Kitabın ilk bölümünü ikincisine nazaran daha çok sevdim hatta kitap kısa olmasaydı yarıda bırakmayı bile düşünüyordum ama tamamladım. Kitapta en çok hoşuma giden hikaye ise Ormanın İçlerine Doğru adındaki hikayeydi. Yazar bu öyküsünü 1. Tekil şahıs olarak anlatmaktadır. Beni derinden etkileyen bu hikâye, benim de örnek aldığım bir düşünceyi savunuyor. Bu düşünce hikayede “vitesten atma” olarak geçiyor. Orta halli bir kamyoncuyla fakir bir insanla karşılaşmasıyla başlıyor. Zengin olan fakire nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun diye sorduktan sonra “vitesten atma” cevabını veriyor. “Vitesten atma” aslında dünya benim etrafımda dönüyor havasından çıkıp etrafındaki diğer insanları umursamak ve başkalarına da önem vermek gibi anlatılıyor aslında sadece bizim derdimiz varmış gibi davranmayı durdurup, bencil olmamaktır. Cemil Kavukçunun ise bu öykü hakkında söyledikleri ise şunlardır: “Evinin arka bahçesinde kendi başına oyun oynayan bir çocuk gibiyim. Yazarken bir endişe duymuyorum. Bir öyküm hariç. 3 'Ormanın İçlerine Doğru' öykümü son derece huzursuz ve endişeli yazdım. Bu bir coşkuysa, daha öncekilere benzemiyordu. O öyküden sonra da benzer bir sarsıntı yaşamadım. Onu bana başkası yazdırıyormuş gibi tuhaf bir duyguya kapıldım. 'Ormanın İçlerine Doğru' öyküm 1995 yılında yayımlanan Uzak Noktalara Doğru kitabımda yer aldı. Bir daha o öyküyü okumadım, okumayı da düşünmüyorum.” Yazarın röportajında böyle demesi beni baya bir şaşırttı çünkü onun hikayeleri arasında en sevdiğim olanı aslında onun en sevmediği hikayeymiş. Biraz ironi gelebilir ama anlaşılan Cemil Kavukçuyla edebi zevklerimiz uyuşmuyor. İtiraf etmek gerekirse kitabı okurken çok sıkılmıştım aslında kitabın ne kadar gereksiz olduğunu düşünüp duruyordum okurken ama sonra baktığımda sanki kentleşme ve modernleşmenin zararlı yanları üzerine yazılmış bir makale gibiydi. Kaynakça http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=4056 Dünyanın Çivisini Çıkaran Roman: Cesur Yeni Dünya Edebiyat beni lise yıllarımdan beri çok etkiler. Bana göre, yıllar önce farklı bir ülkede, toplum düzeninde, politik anlayışta yaşayan insanların izlenimlerini, bir kurgunun içinden bulup çıkarmanın keyfi bambaşkadır. Edebiyatçılar okurların kendi algılarını yönetmelerinde yardımcı olmak için eserleri türlere ve sınıflara ayırmıştır. Bence bu durum algı yönetimine katkının ötesinde okur toplulukları oluşturmuştur. Bende anlatıma bakış açım ve okuma alışkanlığıma göre kendimi yakın hissettiğim distopya türünün sıkı bir takipçisiyim ve bu türün en önemli eserlerinden biri olan Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya kitabını mercek altına almak istiyorum. Kitapta üzerine söyleyecek çok sözümün olduğu üç unsur var; ötekileştirme, yapaylık, totaliterliğin güzellemesi. Öncelikle ötekileştirmeden başlamak istiyorum. Bu unsurun sadece bu kitapta değil insanlık tarihi boyunca karşılaşılan bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bana göre kişi ya da kişiler, kurumlar ya da kuruluşlar mutlak gücü elinde toplamak ve ardından bu gücü tutmak için her zaman kendilerini tanımlama gereği duymuşlardır. Kendilerini tanımlamanın aslında ne ve kim olduklarından öte, ne ve kim olmadıklarını içerdiğini düşünüyorum. Buna zaman zaman ideoloji maskesi de taktıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Toplumun sağduyulu bireyleri gerçeği ,–ve bu kişilerin genellikle sanatçılar ve edebiyatçılardan oluştuğuna inanırım- bu kişi, kurum ve kuruluşların yüzüne vurduklarında onlar tarafından ötekileştirilerek yandaşlarının hedefi haline getirilirlerdi. Son dönem Türkiye’sini de bu duruma örnek vermek yanlış olmaz sanırım. Huxley kitabında, bu durumu Cesur Yeni Dünya’da yaşayan medeni ve vahşi insan ayrımını yaparak okuyucuya verdiğini sanıyorum. Medeni insanlar vahşi olarak nitelendirilip ötekileştirilmiş bireyleri kitabın başında asla ciddiye almamasını ve onların yaşadıkları yerleri turistik amaçlı ziyaret etmelerini de yazarın bu düşüncesinin kurgusal boyutuna bağlıyorum. Bu durumu değiştirecek atılımın kitabın kırılma noktası olduğuna inanıyorum. Yani burada, Vahşi John’un Bernard Marx’ın eşliğinde medeni dünyaya adım atmasından bahsediyorum. John’un annesinin medeni, babasının bir vahşi olmasından kaynaklı olarak hem iki tarafa ait olması hem de hiç bir tarafın yandaşlığına soyunamamasından dolayı başına gelenlerin, kitabın dinamiğini oluşturduğunu düşünüyorum. Yapay deyince çoğumuzun aklına olumsuz şeylerin geldiğini biliyorum. Özellikle içinde yaşadığımız dünya koşullarında doğaya daha çok hasret kalıyoruz. Fakat dikkatimi çeken başka bir durum var: Yüzde yüz doğal olunduğunda korunmasız hissediyoruz. Cesur Yeni Dünya’yı yaratan insanların da böyle bir histen yola çıkarak insan neslinin devamını mekanikleştirdiğini düşünüyorum. Yazar kitabında alfa, beta gibi sınıflandırmaları çarpıcı bir şekilde işlerken insanoğlunun en büyük zaaflarından birine parmak bastığına inanıyorum: tek tip olmanın özerkliğe tercih edilmesi. Bu durumda, kişinin daha az sorumluluk hissettiğini ve hata yapma ihtimalinden uzaklaşmış olduğu sanıyorum. Toplumsal düzen bu önerme üzerine kurulmasına rağmen zaman zaman yetersiz kalıyorsa Huxley elinde somayla hem karaktere hem okuyucuya yetişiveriyor. Bu kitabı okurken heyecanın doruk noktasına çıktığı yerlerden değil de karakterlerin uyuştuğu yerlerden daha çok keyif almamı bu şekilde yorumluyorum. Son olarak totaliterliğin güzellemesine dikkat çekmek istiyorum. Bana göre yazar kitaptaki baskıcı yönetime sarkastik bir tavrı olduğunu daha başlıkta vermiştir. Kitabı sağduyulu bir şekilde değerlendirdiğimde hiç bir cesaret örneğine rastlamadığım gibi korkaklıkla liderliğe gelen bir çok karakteri saptadım. Örnek olarak Bernard Marx’ı verebilirim. Sevdiği insana tamamen sahip olamayışına tepkisi sadece içsel bir boyuttadır. Tepkisini koyup sesini yükseltmeye kesinlikle cesareti yoktur. Fikrimce bu eziklik duygusunu farklı yönden nötrlemek için John gibi bir vahşiyi topluma kazandırarak üne kavuşmaya çalışır. Toplumun yöneticilerinin bu atılımıyla hedefi haline geldiğinde aynı korkaklığına devam ederek tabanları yağlamayı denemeye başlar ve beni kitapta en çok irite eden karakter olmasının nedeni de kesinlikle budur. İlerleyen sayfalarda Huxley’in de benle aynı fikirde olduğunu gördüğümü söyleyebilirim; çünkü yazar, kitabın sonuna gelirken Bernard Marx’ın yol arkadaşlarına merhametli davrandığı kadar Bernard Marx’a merhametli davranmadığını hissettim. Sonuç olarak Cesur Yeni Dünya’nın benim edebiyat yolculuklarımda başka bir yeri olduğunu söyleyebilirim. İnsanlığın bitmeyen kavgasına dalgacı bir anlatımla yaklaşan Aldous Huxley’in bu eseri politik, sosyolojik ve demografik görüşlerimde oldukça etkili olmuştur. Bu eseri her okuyuşumda farklı bir tarafını keşfettiğimi hissediyorum ve kitabın türü göz önünde bulundurulduğunda bu beni karamsarlığa sürüklemiyor. Aksine içinde yaşadığım ve devinimi asla bitmeyen dünyaya daha farkındalıkla bakmamı sağlıyor. Ayrıca belirtmek isterim ki, cesur olmak bazen bu dünyanın derdine derman olduğun anlamına gelmiyor. Esas çivi doğruluktan saptığında çıkıyor. Beren Beliz Öztekin İLLETİN ŞİFASI Dünya üzerinde en karmaşık yaşayışa sahip olan biz insanoğulları hayatlarımızın mutlak belli bir noktasında neden orada olduğumuzu sorgulamaya başlarız. Bu, reflekslerimiz gibi içimizde taşıdığımız ama varlığını fark etmediğimiz bir dürtüdür aslında. Dünyada aldığımız ilk nefes ile var olduğumuz ilk andan itibaren bilinçsizce yaptığımız bu davranış zamanla körelir ve içimizdeki görünmez duvarların arkasına sığınır. Fakat bu unutulan özellik aniden çarpılan bir dirseğin uyardığı sinirler gibi sıradanlığın hayatlarımızda hüküm sürdüğü bir anda acıyla karşımıza çıkıverir. Bu uyarım, acının uyandırdığı beynimize ani bir uyanış gibi gelse de bu, olanı fark ediştir ve o andan itibaren beynimize bir yerlerde asla kapanmayacak olan bir kapının kapıları ardına kadar açılmış, sıradanlığı benimseyen nöronlarımız rotalarındaki bu ani değişime ayak uydurmaya çalışmaktadırlar. Bu fark ediş ile artık kapısı açılan bu yol bizi tek bir anı sorgulamanın da ötesine itmeye başlar. Artık geçmiş, an ve gelecek de sorgulamanın kapanmayan kapılarından içeri girmeye başlamışlardır. Önce etrafıyla başlar insan. Doğruluğunu kafasında defalarca teyit ettiği her bir karenin tekrar fotoğrafını çeker. Gördüklerini görebildiğinden bile emin olamaz çoğu zaman. Kendimizi gökyüzüne bakarken yakaladığımız anlar bunlardan çoğunluğunu oluşturur belki de... Kafamızı kaldırır ve gözlerimizin sınırlarının alabildiği kadar mavi, mavinin içinde sayabildiğimiz kadar bulut olduğunu düşünürken bu mavinin hiçbir yerde bitmeyen ve hiçbir yerde de başlamamış olan kocaman bir battaniye gibi dünyayı sardığı gerçeği ile yüz yüze geliriz bir anda. Veyahut evimizin dönüş yolunda ilerlerken, o an etrafımızda var olan her şeyi bir bir kafamızdan geçirip gerçekten var olup olmadıklarını sormayan var mıdır hiç? Ayak seslerinden ürken bir kedi arabanın altına kaçarken, bir ağaç rüzgârdan sallanırken veya… Kedi de sorguluyor mudur neden ürktüğünü? Belki o da sorguluyor. Kaçmıyor bizler gibi kendini sorgulamaktan. Ya da ağaç sorgulayıp durduracak mı sallanmayı? Belki o da sorgulamıyor. Sadece hayatının getirilerine tepki vererek devam ediyor yaşamaya, birçoğumuz gibi… Yaşlı bir çift birbirlerine dayanmış ağır ağır evlerinin yokuşunu çıkarken… O çifti sorgulamaya da başlamaz mı akıllarımız? Nasıl ikiyken bir gibi olur insanlar? Aynı cinsiyeti taşıdığımız o yaşlı teyze hissedebiliyorsa benim de böylesine hissedebileceklerim var mıdır? Benim hislerim var mı? Ben varsam, ağaç da kedi de var. Hislerim de… Fakat ya ben yoksam? Sonraları bu belirsizlik içimizde bir alışkanlık duygusuna dönüşür. Artık kafamızda var-yoktan çok varlığından az şüphe ettiklerimiz ve çok şüphe ettiklerimiz vardır. Belki de var oluşumuzun bir gereği olarak en çok şüphe ettiğimiz kendi varlığımızdır. Bizler, belki de zamanla çevremize verdiğimiz sorgulama tepkisine alışmaktan dolayı önce etrafımızla başlarız sorgulamaya. Çevremizdeki olguları sormak daha kolay gelir çünkü çoğu bizden bağımsız gelişir. Gökyüzünün rengi, uğur böceğinin desenleri, çocuğuna bağıran bir anne, bakkalda çalışan çocuklar… Hepsi sorgulamanın kapılarından girip bizi ayrı ayrı yerlere götürebilse de en zoru aynada kendini görebilmektir. İşte o an, en iyi bildiğimizi sandığımızın aslında hiç bilmediğimiz dipsiz bir kuyu olduğunu anlarız. Bu fark ediş, içimizde bir yerlerde bir sentezci bir de sualci meydana getirir zamanla. Bir bakımdan içimizde adeta bir doktor gibi sürekli yaptıklarımızı sorgulayan bir taraf ve olanlardan bir sonuç çıkarmaya çalışan ama asla sorulara kesin bir cevap bulamayan diğer bir taraf oluşur. Bu sorgulama bazen o kadar durdurulamaz olur ki hayatımızı bir hastalık, verebildiğimiz cevapları ise teşhisler olarak görmeye başlarız. Tıpkı Zeno’nun sorgulamasının yaşamı bir hastalık, hastalığı ise “yaşama illeti” olarak görmesi gibi… “Gerçi yaşam biraz hastalığa benziyor benzemesine; nöbetleri, ayılmaları, kendine göre bir seyri var, bir günlük iyileşmeleri, kötüleşmeleri var. Öteki hastalıklardan ayrı olarak, her zaman ölümcül. Tedavisi yok. Böyle bir şey bedenimizdeki delikleri yara sanıp tıkamaya benzer; tedavi olduk derken boğulup ölürüz.” Zeno’nun sandığının aksine belki de bu yaşama illetinin sonu boğulup ölmek değil hiç ölmemeye alışmaktır. Belki de onun kendisini öldürdüğünü sandığı bu sorgulama illeti onu iyileştirebilecek tek güçtür. Bana göre yaşam, onun görüşünün aksine sorgulanmayı hak eden bir döngüdür. Çevremizle başlayan bu fark ediş bize geldiğinde ise bizi her soruyla yaralayıp hastalandırabilecek ve hatta öldürebilecek bu güç bizi ölümün kıyılarına değil, yaralandıkça şifâlanacağımız yaşama götürmeli. Bu sorgulama, yaşamın içimizdeki doktor ve hastaya sorgulaması için sunduğu anlarla bizi iyileştirirken, bu zorlu yolculukta geçmişten geleceğe değişen bakış açımız yeni boyutlar kazanmaya başlar. Kendimizin doktoru ve hastası olmak da zamanla kendimize koyacağımız teşhislerde bize başarı kazandıracak tek olgu olarak hayatımızda yerini sürdürmelidir. Buse YAMAN 21502237 ŞEHRİN GÖLGELERİ Yaşadığımız dünyayı ve yaşayanları keşfedebilmek için önce iyi bir gözlemci olmak gerektiğini kim inkâr edebilir? Sakince, dikkatle ve saygıyla bakıldığında görünenin ötesine, daha derinlere inecek kapılara ulaşabiliyoruz. O halde ben de önce gözlemleyerek başlıyorum arayışıma. Etrafıma bakıyorum. İnsanlar gelip geçiyor. Hayatın akışına dalmış onlarca yüz görüyorum. Her birinin başka bir dünyası, başka bir amacı, başka bir yolu var. Yuvaları dağıtılmış karıncalar misali hızlı hızlı dört bir yana koşuşuyorlar. Yolları kesişiyor mudur, kişilikleri benziyor mudur, hikâyeleri birbirlerine yakın mıdır? Bilemiyorum. Görüş alanımı biraz daha genişletiyorum. Yalnızca yakın çevreme değil, bu kez şehre bir göz gezdiriyorum, görebildiğim en uzak noktaya kadar. Kadınlar, erkekler, çocuklar… Belki bir mühendis takılmıştır gözüme. Bir doktor olabilir, bir hâkim, satış danışmanı, kuaför, garson veya bir öğretmen… İnsanları ilk olarak mesleklerine göre sınıflandırmak aklıma geldiği için böyle düşünüyorum. Yoksa oğlunun okuldaki başarısıyla az önce gururlanmış bir anne olamaz mı gördüğüm? Bir başkası da sevdiğinden yeni ayrılmış kalbi kırık bir delikanlı olabilir pek tabii. Aslında bakıldığında dışarıdan hemen anlayamadığımız bu insan görünümleri, üzerine uzun uzun düşünebileceğimiz yeterince zaman ve tanıdığımız yeterince insanın getirdiği tecrübeyle çözümlenebilir. Fakat şu an ne zamanım ne de yaşanmışlıklarım doğru tespitleri yapmak için yeterli. Bu dünya üzerinde tanrısal bir bakış açım da olmadığına göre insanların hikâyeleri hakkında yalnızca tahminde bulunabilirim. Gözlerimi kapatıyor ve şehre kulak veriyorum. Elbette ilk duyduğum şey boğucu trafik gürültüsü. Birbirlerine bir dakika daha tahammülü olmayan sabırsız insanların sabırsız korna sesleri… Biraz sonra gülüşerek geçen genç kızları duyuyorum, bir kadının hızlı adımları ve kulaklarımda çınlayan topuk sesleri geliyor ardından. Daha derinlerde bir şeyler arıyorum, dinliyorum, dikkatle dinliyorum. Yalnızca yaşayan, modern ve bir o kadar da monoton olan bu yüzden ibaret olmamalı bu şehir. Tanık olduğu milyonlarca hikâye olmalı. Birileri anlatmadan nasıl öğrenebilirim ki hayatlarında olup bitenleri? Belki de artık rutin koşuşturmalarını bir kenara bırakmış ve yalnızca hikâyelerinin bir özetiyle kalmış ölülerin sesini duyabilseydim modern dünyanın insanını da anlayabilirdim. Çünkü tarihin, sürekli kendisini tekrar eden bir döngü olduğunu düşünüyorum. Çağlar değişiyor, teknoloji gelişiyor, günlük koşuşturmaların sebepleri modern dünyayla beraber çoğalıyor belki ama insanlar her çağda karakterlerine uygun bir yer bulabiliyor sanki. Geçmişin kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden aristokratlarıyla, günümüzün kitleleri yönlendirerek zenginliğine zenginlik katan iş adamları gibi… Ölülerle sohbet edebilmek şehrin değişmeyen dokusunu gözler önüne serebilirdi. http://www.simurgsanatevi.com/asp/product/3824/Tuncay-Sevketoglu Gerçek dünyanın esintileri eşliğinde farklı dünyalar yaratma konusunda oldukça başarılı bulduğum Zülfü Livaneli de Konstantiniyye Oteli eserini kaleme alırken İstanbul’un ölülerine kulak vermiş sanıyorum. Bir şehri anlatabilmek için insanlarını anlayarak başlamış işe ve dünün insanlarıyla birlikte bugününkülere birer hikâye yazıp bir eserde harmanlamış geçmişi ve şimdiyi. Livaneli’nin İstanbul’u yerine ben Ankara’yı koydum ve izledim insanları. Çizdiği resimden farklı değildi burada da insanlar. İki şehrin kültürel dokusu farklı olsa da insanların zamanla aldıkları şekiller aynıydı. Her çağ ve her mekânda farklı görünen ama özünde aynı koşuşturmanın peşinde, aynı kaygılarla hareket eden insanlar... Ortak bir amaç uğruna hareket etmeseler de ortak özellikler altında sınıflandırılmış, farklı hikâyelerin ardındaki insanlar… Düşünüyorum da, beni yaşadığım şehrin çözümlenmemiş insanlarına farklı bir gözle baktıran Konstantiniyye Oteli belki de bir şehrin değil, bütün şehirlerin hikâyesidir ve belki de bütün şehirler, insanlarına farklı bir gözle bakarak onları anlayacak birilerini beklemektedir. Kaynakça Livaneli, Zülfü. Konstantiniyye Oteli. İstanbul: Doğan Kitap, 2015. Baskı. Şevketoğlu, Tuncay. Yağlıboya. Simurg Sanatevi. İstanbul. YANLIŞ BİLDİĞİMİZ DOĞRULAR Hani hep denir ya ‘doğru bildiğimiz yanlışlar’ diye ben de ‘yanlış bildiğimiz doğrular’ var diyerek başlamak istiyorum yazıma. Gündem olarak sunulanlarla gerçekler aslında birbirinden farklı ancak, bunu dikkatli izleyen ve kurgulayan zihinler fark edebilmekte. Yaşamda gerçeklerin ipuçları vardır ama bütünü kavramak için izini sürmek ve bütün süreçleri irdelemek gerekiyor. Her gün yeni gelişmelere uyanan insanoğlu olup bitenlere genel bir algılama düzeyinde yaklaşırken çoğu defa gerçeklerden habersiz durumda. Belki sadece inanmak, araştırarak öğrenmekten daha kolay olduğu için böyle yapıyor olsa da bundan fazlasını beklemek de ne derece doğru? Zira medya bize hayatı kendi tercihlerine göre gösteriyor, asıl söylenecekleri ise gizliyor. Kısacık hayatımızda, etrafımızda çeşitli olaylar ve oyunlar dönüyor. Kaç kişi doğru bilgiye güvenilir kaynaklardan ulaşıyor? Ancak herkesin gerçek habere erişmesini de bekleyemeyiz. İnsanlar medya organlarını kullanarak bilgilere kolay yoldan ulaşıp çevreleriyle paylaşıyorlar. Örneğin; yaşadığınız mekâna pek de uzak olmayan bir yerden duman yükseldiğini görünce eğer yerleşim yeri içindeyse bunun bir ev yangını olduğunu düşünürüz fakat gerçekte o dumanların yanmakta olan bir otomobilden yükseldiği bilgisine haber kaynakları sayesinde ulaşabiliriz. Ama sadece yanan bir araba olarak kalan haberin asıl haber değeri taşıyan özelliğini bilemeyiz. Görülen neden arabanın bir anda alev aldığıdır. Ama neden alev aldı? Yanan otomobilde ölen kişi kim? Bu bir basit kaza mı yoksa suikast mı? Eğer bu adi bir vaka değilse ölen kişi hangi gerekçeyle suikaste uğradı? Maalesef, medya kaynakları her zaman her bilgiyi vermiyor, eksik veya olduğundan farklı olarak olayları gözler önüne seriyor. Çoğu kez hakikatler toplumdan gizleniyor. Haber kaynakları, çeşitli maksatlarla gerçeği gizliyor. İnsanları asıl gündemden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Bu bilgilere, ortalama insanlardan oluşan grubun ulaşması zaten beklenmiyor. Yani çoğu kez insanlar sadece gördüklerine inanmakla yetiniyor. Bu gerçeklere sahip olan güçler ise bilgileri şantaj aleti olarak kullanmaktan geri kalmıyorlar. Toplumun olaylara getirdiği bakış açısı ne yazık ki çok sığ kalıyor. Sadece madalyonun bir yüzüne bakıyorlar. Olayların perde arkasını sorgulayanlar yok denecek kadar az günümüzde. Aydın ve entelektüel kesim, toplumla paylaşılan gündemle sınırlı kalmayıp, haberin izini sürüp gerçek ajandaya ulaşmaya çalışıyorlar. Tabi ki bu o kadar kolay olmuyor. Az önce de bahsettiğim gibi gücü elinde bulunduranlar gerçekleri gizlemek için yollarına engel çıkartıyor. İşte tam burada pes etmeden devam edenler hakikatlere ulaşabiliyor. Leonardo da Vinci’nin de dediği gibi ‘Engeller beni durduramaz, her bir engel kararlılığımı daha da güçlendirir.’ diyerek doğru bilgiye ulaşmamız için kendimizi motive etmeliyiz. Sonuçta kimse yanlış bilgilerle kandırılarak hayatını devam ettirmek istemez diye düşünüyorum. Umberto Eco’nun da romanında, medyanın gerçek yüzü ortaya konuluyor. Medya asıl gelişmeleri sürekli halktan gizliyor. Gazeteler günlük olayların farkında olduğu hatta bir köşeye not aldıkları halde gelişmeler gün yüzüne çıkmıyor. Yanlış bilgilerle toplum uyutuluyor. Zaten kitapta bahsedilen toplumun yapısından anlaşılacağı gibi yazar onların olayların derinliğine ulaşmasını beklemiyor. Halk ancak elde ki verilerle bu gelişmelerin bir komplo teorisi olduğunu ileri sürüyor. Romanda ki ‘Yarın’ gazetesinin sahibi Commendatore Vimercate elinde tutmuş olduğu gerçek bilgileri kendi çıkarı için toplumdan uzak tutmaya çalışıyor. Gelişmeleri ileriki zamanlarda başkalarına şantaj aleti olarak kullanmak istiyor. Buradan çıkardığım sonuçla da gazeteciliğin önemini bir kez daha anlamış oluyorum. Çünkü topluma yön veren ve toplum yapısını derinden sarsan o güç haber kaynaklarıdır. Elbette ki bunları yönlendirenler de gücü elinde bulunduranlardır. Bugünlerde daha iyi anladığımızı söyleyebilirim, dürüst ve güçlü gazeteciliğin önemini. Gelişen olaylara karşı tepkimizi ortaya koymalıyız. Zaten bir birey olarak bu bizim en doğal hakkımız. SENA ELİF UĞURLU Hayatımızdaki Dil Gerçeği İletişimimizin neredeyse tamamını sayesinde sağladığımız diller ya olmasaydı diye hiç düşündünüz mü? Bunu düşünmemize bile kafamızın içinde dönen kelimeler yardımcı oluyor değil mi? İnsanlığa verilmiş en büyük hediye dil olsa gerek. Dil olmadan diğer hiçbir şeyin anlamı olmazdı. Hayat çekilmez bir hal alırdı herhalde. Kendimizi en sosyal varlıklar olarak nitelendirdiğimiz bu koskoca dünyada hislerimizi, duygularımızı kimseye anlatamasaydık tahmin edebileceğimizden daha kötü bir durumda olabilirdik. Belki de olmazdık bile. Neyse ki hastalıkta da, mutlulukta da, iyi günde de, kötü günde de kısacası hayatımızın her aşamasında adeta bir kurtarıcı görevinde kendimizi ifade etmemize olanak sağlayan dile sahip olduğumuz için şanslıyız ve bunları düşünmemize gerek yok. Ayrılmayan bir parçamız olan dil hayatımızın birçok noktasında yaşamımızı sürdürmemiz için zorunluluk olsa da yeri gelince usta bir şairin kaleminden mısralara dökülen kelimelerle ruhumuzu okşayan, en derin duygularımıza ve hislerimize dokunan, tüylerimizi diken diken eden bir halde de karşımıza çıkabilir. Dilin yetmediği yerlerde kelimelerin derinliklerine inip onlara yeni anlamlar yükleyerek adeta bir heykeltıraş titizliğiyle işleyip hislerimize tercüman olan insanlardır şairler. Şiir, şairinin duygu derinliklerinde yoğrulup çıktıktan sonra okuyucusunun derin dünyasında bambaşka şekiller de alabilir, derinliğini pekiştirip daha güçlü anlamlara erişerek şairini bile şaşırtması olasıdır. Aynı şiiri okuyup hüzünlenen de olur, yüzünde güller açan da olur. Şiir bizi tek bir dörtlükle tarihin tozlu sayfalarındaki destansı milli zaferlere de götürebilir, duygularımızı kabartıp yakın tarihteki milli beraberliklere de, sevgilimizle ilk tanışma anındaki mutlulukla karışık heyecanlı hislerimize de, ayrılırken yaşadığımız o hüzünlü uzun mu uzun gecelere de, çocukken yaşadığımız o masum mutluluklara da, kaybettiğimiz bir yakınımızla yaşadığımız artık gerçeklik hissini kaybetmiş anılara götürüp onları bizim için tekrar da canlandırabilir. Şiirin gücü kelimelerle sınırlı değildir. Gücünün sınırı insanların düşünce dünyasının derinliğiyle doğru orantılıdır. Bu derinliğin kişiden kişiye göre değişmesi şiiri güçsüz kılmaz sadece yanlış zihindeyken gücünün doğru bir zihinde işleninceye kadar gizli kalmasını sağlar. Hayattayken eserlerinin hak ettiği değere eriştiğini göremeyen Picasso misali… Picasso eserlerine ölümü ile değer katmadı, attığı fırça darbeleriyle kattı bütün değerini ama insanlar hak ettiği değeri geç verdi. Geç anlaşılan bu eserler nasıl değer kaybetmediyse şiir de aynı bu şekilde sabrıyla doğru kişiyi bekler ve kendinden hiçbir şey kaybetmez. Şiir, dilin en güçlü yanıdır ancak dil bize somut anlamda şiirden çok daha fazlasını katar. Bilgi birikimi dilin bize sunduğu en büyük imkanların başında gelir. Dilin yazıya dökülüp kendini saklayabilme özelliği kazanmasından sonra başlayan bilgi birikimiyle birlikte bilimin de temelleri atılmış oldu. Bilimde kaydedilen her bir ilerleme önceki adımdaki bilgi birikimini kullanarak gerçekleşir ve sistematik olarak ilerleyen bu adımlar birbirinden bağımsız düşünülemez. Binlerce yıllık bu bilgi birikimi olmasa bugün hayatımızın her alanına uzanan bir gün hatta birkaç saat bile ayrı kalamadığımız bilimin ürünü olan teknoloji bu seviyeye erişebilir miydi? Teknoloji bilimin bir ürünü olduğu gibi bilim de dilin akılla harmanlanmasının bir ürünüdür. Binlerce kilometreyi bir iki saatlik mesafeye düşüren uçakları da, dünyanın öbür ucunda olan akrabalarımızla iletişim kurduğumuz telefonlarımızı da, izleyip eğlenceli vakit geçirdiğimiz dizi ve filmlerimizi de bilimin sistematik bir şekilde bugünlere gelmesini sağlayan dile borçluyuz desek hiç de haksız sayılmayız. Dün ve bugün olduğu gibi yarın da dilin bu nimetlerinden sonuna kadar faydalanmaya devam edeceğiz. Yaşamın Adaleti Adaletin terazisini dengede tutmak için yıllarını harcamış Fiona adlı kadın karakterin kendi evlilik yaşamındaki dengenin, hiç ummadığı bir anda, kocasının tensel zevk arayışı yüzünden alabora oluşunu öyküsünü anlatır Ian McEwan’ın Çocuk Yasası adlı kısa romanı. Adaleti sağlamak için hüküm vermekle görevli kadın, ikisinin yaşamlarını ilgilendiren evlilikleri konusunda kocasının hükmüyle sarsılmıştır. Profesyonel yaşamında başkalarının kötü giden evlilikleri, mal paylaşımları, haklar ve yükümlülükler, çocukların velayeti gibi konular üzerine son sözü söyleyen, hatta yaşam-ölüm ikiliği üzerinde dahi söz sahibi olan bu güçlü kadın, özel yaşamında boyun eğmek durumunda olduğu kocasının seçimi nedeniyle bir anda çaresiz ve yapayalnız kalmıştır. Adaletin tam ve mükemmel olmasının, düzgün işlemesinin, sürekliliğinin zorluğu gibi soru işareti dolu sözcük gruplarını düşündüm Çocuk Yasası’nı okurken. Sonuçta yüksek yargı hâkimi bile olsanız, İngiltere gibi hukuk ilkelerinin asırlardır çok güçlü işlediği bir ülkede oldukça prestijli bir konumunuz bile olsa, yine de yaşam diye bir şey var ve yaşamın belirsizliklerle dolu zemininde her an ayağınızın kayması ihtimali var; yaşamın adaleti hiçbir hukuk ilkesinin garanti altına alamayacağı denli çok katmanlı, karmaşık şeylere, olasılıklara dayanıyor. Romanı okurken Fiona’nın kocası olan Jack’in eşini yaşam denen oyunu fazla ciddiye almaktan ileri gelen bir tür muhafazakârlıkla nitelediğinde ne demek istediğini düşündüm. O ayrılık anında Jack ve Fiona iki ayrı kişiydiler, evlilik bağı onları bir arada tutamayacak denli zayıflamıştı: Jack yaşamdan keyif almak için yabancı bir deneyime girişmeyi kafasına koymuş, Fiona ise onun deneyim yaşama arzusunu kendisi için bir hakaret olarak algılamıştı. Bu kırılma anının adli değilse de etik bir mesele olarak düşünülebileceği fikrindeyim. Bir yanda yaşamın farklı zevklerini tatmak için onlarca yıldır süren evliliklerinin güvenli sığınağını terk etmekten endişe duymayan bir adam varken, diğer tarafta da yaşamın farklı zevkleri olabileceğini dahi hatırlamayacak kadar uzun süredir işine ve evliliğine son derece bağlı bir kadın var. Kadının zevk aldığı şey kocasıyla birlikte inşa ettikleri düzen; adamsa pek çok şeyin yıkılmasını göze alarak bu düzenin dışına çıkmak, yeni heyecanlar yaşamak arzusunda. Kimin haklı olduğu konusunda bir ayrım yapabileceğimi zannetmiyorum. Sonuçta yaşam kaygan bir zeminde ilerliyorsa ve kimin başına ne geleceğinden asla emin olunamazsa hem Jack’in hem de Fiona’nın kendince haklı sebepleri çokça vardır. Çocuk Yasası adlı romanın pek çok bölümünde yaşamın kırılma anları denilebilecek öyküler, davalar konu edilmiştir yazar tarafından. Bence romanın ironik tarafı şudur ki, kırılma anlarında adalet adına bir seçimde bulunan ana karakter de hâkim elbisesini çıkardıktan sonra bu kırılmalardan muaf değildir. Yaşamımız ciddi bir depreme maruz kalıp da kırılma riskiyle karşı karşıya geldiğinde ne yaparız? Bu sorunun yanıtının kişiden kişiye değişeceğini sanıyorum. En tercih edilir olan şey bu kırılmalarla hiç karşılaşmamak olsa gerek. Oysa yaşamın belirsizliği ve olasılıklar deryası içinde kırılmalardan kaçmak nafile bir çabadır. Yine bana göre kırılma anları bir şans olarak da işlev görebilir: Kritik bir karar yaşamımızın o karar anına kadarki kısmını yeniden değerlendirmemize, yaşamımızı ölçüp tartmamıza yol açarak etik bir muhasebe imkanı tanır. Yanlış karar alsak ve yaşamımız onulmaz şekilde yaralansa dahi sonuçta özgürlümüzün bir yansımasıdır yaşamımız üzerinde karar verme yetkisine sahip oluşumuz. Böylesi kritik karar anlarının sayısı çoğaldıkça yaşamımız konusunda söz söyleme şansımızın da artacağı kanaatindeyim. Zannetmiyorum ama yaşamının hiçbir anında kritik kararların sorumluluğunu üzerinde hissetmemiş biri varsa bile o kişinin yaşamı çok da zengin değildir. KAYNAKÇA Ian McEwan. Çocuk Yasası. YKY. 2015 Arif Topçu AYAKKABI ÇILGINLIĞI Çok fazla ayakkabım ancak sadece iki ayağım var. Buna rağmen ayrı ayrı her ayakkabımın varoluĢ sebebini haklı çıkarabilirim. Günlük kullanım için Oxford, egzersiz için spor ayakkabı, akĢam gezmelerine stiletto, evde pofuduk terlik, karda kıĢta bot, yazın sandalet, sahilde parmak arası, okula giderken Loafer, yağmurda çizme, partide topuklular… Zaten “Yeterince ayakkabım var, alıĢveriĢe çıkmama gerek yok” diyen kadın gördünüz mü hayatınızda? Giyinmek temel gereksinimdir ve ayakkabı bir kıyafetin ana unsurlarındandır diyerek kendimi ayakkabıların ihtiyaç olduğuna inandırmamı bir kenara bırakırsak bir hayli ayakkabı sahibi olmamın sebebi var: Her çift bir tavır yansıtır. Topuklu ayakkabı giyen kadın özgüveniyle hayran bıraktırır. Eski ama lekesiz ayakkabı giyen biri ise titizliğiyle kuralcı olduğunu düĢündürtür. Rahat ayakkabıları tercih edenler daha evhamlı kiĢiler olduğu izlenimi bırakır. Yani ayakkabı karĢımızdakine kendimiz hakkında görsel bir mesaj ileterek bizi tanımasına yardımcı olur. Aynı zamanda onun tercihleri, onun hakkında bizim öngörüde bulunmamızı sağlar. Ta Osmanlı‟da sadece hünkârın kırmızı çizme giymesi ile baĢlayan sınıf farklılığını ayakkabıda somutlaĢtırma modası günümüzde de markalaĢma ile devam eder ve ayakkabı, sahibinin gelir durumu hakkında dahi yorum yapmamıza katkıda bulunur. ĠletiĢimde „göz teması‟ kurmadan önce „ayakkabı teması‟ kurun! ġakayı bir kenara bırakırsak, ayakkabıya dikkat edip onu yorumlayabilenler, iĢin içine konuĢma veya beden dili bile girmeden karĢılarındakinin ruhunun kapılarını aralarlar ve usta iletiĢimci olurlar. Atalarımız dost baĢa düĢman ayağa bakar demiĢ. DüĢmanlar ayakkabıdan ipucu yakalamaya çalıĢtıkları için mi acaba? Tablo, fotoğraf ya da heykel koleksiyoncuları olduğu gibi ayakkabı da toplanır. Özenle ayakkabı seçmek ve pul seçmek arasında fark yoktur. Ayakkabı alıĢveriĢi emek, beğeni ve yaratıcılık isteyen kiĢisel bir süreçtir. Bana göre Picasso‟nun Guernica‟sını ele geçiren koleksiyoncunun yaĢadığı duygusal değiĢim, koleksiyon amacı gütmeseniz bile vitrinde gördüğünüzde sizi çarpan, „al beni‟ diye bağıran bir Louboutin‟e eĢdeğerdir. Ayrıca ayakkabı satın alıp eve götürmeye de daha elveriĢlidir. Heykelin heykeltıraĢı olduğu gibi ayakkabının da tasarımcısı vardır. Hiçbir detay nedensizce koyulmamıĢ, bütünün güzelliği için özgünce yerleĢtirilmiĢtir. Bu, alınan her ayakkabıyı bir nevi sanat eseri yapar. Modern külkedisi olsa camdan yapılmıĢ eserine bakıp “prensi unut, ayakkabıyı tut” felsefesiyle hareket ederdi. Hangi kız çocuğu aynanın karĢısına annesinin ayakkabılarıyla geçip „prensesçilik‟ oynamamıĢtır? El sürülmemesi gerektiğini bildiği özel ayakkabıları gizli gizli kaçırmamıĢtır? Ayakkabı dolabı her açıldığında hayran hayran bakakalmamıĢtır? Ben ayaklarım büyüsün, annemle aynı numaraya gelsin diye yüz yıl bekledim! Her artan numaramda geride bıraktığım ayakkabıları değil, kavuĢmaya yaklaĢtıklarımın hayalini kurdum. Annemin ayakkabılarını giymek materyal bir Ģey değildi sadece çünkü giyince ayakkabılarını doldurabilmek, anneme yakıĢır olmak gerekiyordu. Ayakkabıları annemi, onun tutku ve zevklerini en önemlisi kiĢiliğini temsil ediyordu. 37‟den 38‟e geçtiğim gün dolabına dalıĢ hakkımı kazanmıĢ olmadım yani. Önce kendi zevkimi buldum, sonra (aylarca süren ikna çabalarım ve maksimum yağcılığım sonucu) dolapları birleĢtirdik. Bir nevi olmaya baĢladığım genç kızın onaylanma seremonisiydi bu. Yıllar içinde annem benden ayakkabı çalmaya baĢladı. Gerisini siz düĢünün… Ayakkabıya bu kadar anlam yüklenebiliyorken neden çok ayakkabısı olanı eleĢtiriyoruz? KiĢiyi doyumsuz olmakla suçluyor, konuĢmamıza ayakkabının yapımı için harcanan kaynaklardan baĢlayıp tüketim çılgınlığının toplum üzerindeki felaket etkilerini sayarak bitiriyoruz? Sonra çoğu ev gibi bizim evde de sonucunun gerilim yarattığı matematiksel hesaplar konuĢmaya baĢlıyor; “ayakkabının tanesi ortalama 200 TL olsa, dolapta Ģu kadar ayakkabım olsa…” diyoruz. Babamın gerekenden fazla gömleğe sahip olması sorun olmuyor, benim ayakkabılarım fazla olunca evde kriz çıkıyor. Mantığımızda fazladan ayakkabı ile fazladan gömleği ayıran büyük fark ne, bilemiyorum. Ancak ne benim ne de dünya kadınlarının kuru tehditler eĢliğinde ayakkabı çılgınlığının kolay kolay bitmeyeceğinin garantisini verebilirim. Kaynakça: Tanrı Ayakkabılarımı Korusun. Yönetmen. Julie Benasra, Caid Productions, 2011. Ezgi Temiz 21302634 TURK 101-17 Başak Berna Cordan 02.12.2014 DELİRTEN YALNIZLIK Gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e büyük bir yolcu vapuru kalkar. Bu yolculuğu diğerlerinden ayıran özellik, dünyaca ünlü satranç şampiyonu olan Mirko Czentovic’in de bu vapurda olmasıdır. Bunu duyan bir milyoner, para karşılığı satranç turnuvası düzenler ve tam yenilmek üzereyken gizemli bir yolcu gelip on hamle sonraki matı tahmin ederek oyunu berabere bitirmeyi başarır. Bunu gören yolcular heyecanlanır ve başka bir turnuva daha düzenlerler. Bu arada bu gizemli yolcunun savaş yıllarında bir odaya hapsedildiği ve satrancı aklının en derinlerine inerek oynadığı, en sonunda delirdiğini öğrenirler. Beklenildiği gibi Dr. B. son turnuvada aklını yitirmeye başlar ve oyunu yarıda bırakarak geri çekilir. TEMİZ 2 Satranç, Stefan Zweig’ın intihar etmeden önceki romanı olmasıyla ilgimi çekti. O dönemde ülkesinde yaşanan savaş sıkıntıları ve sürgün edilmesi, karakterin sürgünde yaşadığı bunalımı ve yalnızlığı en iyi şekilde yansıtmasını sağlamış. Kendi ülkesinden ayrı yaşamaya mecbur edilmesi ve kitaplarının halkı tarafından yasaklanması onu bu kitabı yazmaya itmiş. Kitapta akıl oyunları oynayarak Hitler’i, satrançtan başka hiçbir yeteneği olmayan fakat her oyunu kazanan Czentovic’e, kendini ve dünyayı ise kazanmaya çok yaklaşmışken mat edilen Dr. B.’ ye benzetir. Dr. B.’nin kendine karşı satranç oynaması ise insanların mat edilen özgürlük için uğraşmalarını temsil eder. Bunun haricinde, tüm dünyada -özellikle Avrupa’ da- popüler olan satrancın basit bir oyun olarak görülse de aslında müthiş bir düşünce gücü ve zekâ gerektiren bir oyun olduğunu belirtir. Dr. B.’nin küçük bir otel odasına kapatılarak işkence edilmesi etkileyici bir şekilde anlatılmış. Birkaç nesne dışında bir kâğıt, kalem dahi bulunmaması karakteri aklına yitirmeye kadar zorlamış. Kullanılan bu işkence taktiği diğer yöntemlerden çok daha etkilidir. Çünkü insan kendiyle baş başa kalınca düşünmemek ve delirmemek elde değil. Bu yüzden hep bir arkadaşımız, eşimiz, dostumuz olsun isteriz. Dertlerimizi onlara anlatmak ve daha fazla düşünüp delirmemek için. Yalnız kaldığımız zaman hep geçmişte kalan olayları, dediklerimizi ya da diyemediklerimizi düşünüp dururuz. Bir süre sonra öyle bir yere gelir ki bu düşünceler, artık onları aklımızdan sıyırıp atamayız. Dr. B.’nin de düşüncelerini anlatacak kimsesi olmadığı için delirme noktasına gelmiştir. Yalnızlık, insanın doğasında bulunmayan bir kavramdır. Bazılarının birçok arkadaşı vardır, bazılarının ise arkadaşları kitaplar, enstrümanlar ya da hayvanlar olur. Fakat insanlar hiçbir zaman yalnız kalamazlar. Düşüncelerini aktaracak bir şeyler her zaman bulurlar. İlk insanlar bile düşüncelerini, buluşlarını aktarmak için taşları oymuşlardır veya resimler çizmişlerdir. İnandıkları dine göre, yaptıkları iyilikleri veya kötülükleri anlatmak için camiler, kiliseler, sinagoglar inşa etmişlerdir. Görüldüğü gibi insanların her zaman bir dayanak noktası vardır ve onu elinden aldığınız zaman düşünceler içinde boğulur ve aklını yitirir. Satranç gerek akıcılığı gerek konusuyla bir çırpıda okunabilecek bir eser. Yazarın, eseri yazdığı dönemde de devam eden Birinci Dünya Savaşı hakkındaki düşünceleri yüzünden TEMİZ 3 ülkesinden sürgün edilmesi kitaptakiyle çok benzer duygular içeriyor. Ayrıca, Dr. B.’nin odaya hapsedildiği zaman çektiği yalnızlık ve satrancın onu yaşama bağlaması ama en sonunda yaşamdan koparması çok güzel anlatılmış. Satranç, Stefan Zweig’ın intiharından önceki düşüncelerini ve psikolojisini yansıttığı için mutlaka okunmalı. Kaynakça Zweig, Stefan. Satranç. Çev. Ayça Sabuncuoğlu. Can Yayınları. Ağustos, 2014. Emel YAVUZYAŞAR Bilinmeyene Yolculuk “Uzay.” Ucu bucağı olmayan, karanlık ve soğuk bir boşluk. Sonsuzluğun ve bilinmeyenin zihnimizdeki karşılığı. İlk çağlardan günümüze kadar herkesin merak ettiği, yüzlerce bilim insanının içindeki gizemi çözmek için uğraştığı yer, çoğu çocuğun kaçıp gitmek istediği hayal dünyası ya da çoğu yetişkinin gelecek için tek umudu. İçinde sayısız galaksi, milyonlarca yıldız, milyarlarca gezegen ve onların uydusunu bulunduran birlik. Ve tüm bu kocaman yerin içinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir gezegen. Dünya. İnsan yaşamı için en uygun ve içinde yaşam olduğu bilinen tek gezegen. İnsan yaşamı için gerekli oksijeni, sıcaklığı, suyu ve yiyecekleri sunan tek gezegen. Ne yazık ki biz insanlar, yaşayabileceğimiz tek yer olan bu gezegeni yaşanamayacak bir yer haline getiriyoruz. Sayımız giderek artıyor. Doğaya sığamıyoruz. Doğal olan ne varsa yıkıp yerine betondan binalar inşa ediyoruz. Oksijen kaynağımız ağaçları kesiyoruz. Kirli atıklarla suları mahvediyoruz. Havaya her gün daha fazla zararlı gaz salıyoruz. Kaynaklarımız giderek tükeniyor ve bu durumla başa çıkmak için hepimizin aklına tek bir yol geliyor. Yaşayabileceğimiz başka bir gezegen neden olmasın? Bu sebeple birçok bilim insanı ve uzay çalışmalarından sorumlu grup yıllardır çalışıyor. Uzaya pek çok hava aracı gönderip uzayın derinliklerini keşfetmeye, insanoğlu için en uygun bir başka gezegenin varlığını bulmaya çalışıyor. Yapılan bu çalışmaların sonunda da herkesin aklına en çok yatan gezegen Mars oluyor. Dünya’daki gibi çöllere, kutuplara sahip ve dönme periyodları Dünya’nın dönme periyodlarına çok benzer bir gezegen. Bu yüzden özellikle NASA bu konuda pek çok araştırma yapıyor. Mars; dünyadaki gibi bir atmosfere sahip mi, içilebilir su elde etmek mümkün mü, dünyadaki gibi bitki yetiştirilebilir mi gibi pek çok soruya yanıt bulmaya çalışıyor. Bu çalışmalar, neredeyse her gün yazılı ve görsel basında yer buluyor. Pek çok insan bu durum karşısında sadece seyirci kalırken, kimisiyse fazlasıyla bu gelişmelerden etkileniyor ve tüm bunlar filmlerin, kitapların birer parçası oluyor. Bu kitaplarda ve filmlerde pek çok çocuğun hayali olan bir gün uzaya gitme düşüncesi ve pek çok yetişkinin yaşamak için yeni bir gezegen umudu birleşiyor. Ortayaysa akıl almaz derecede güzel hayatta kalma mücadeleleri çıkıyor. Düşünsenize bilmediğiniz bir gezegende, uzay denilen sonsuz boşluğun içinde tek başınasınız. Elinizde hayatta kalabilmek için sınırlı sayıda kaynağınız var. Dünya’daki herkes sizi yok sayıyor ama siz varlığınızı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Hem de milyonlarca kilometre ötede. Ya yenildiğinizi kabul edeceksiniz ya da küçük bir umuda tutunup yaşamak için çaba göstereceksiniz. Eğer yenilgiyi kabul ederseniz sizin için hiç uygun olmayan bu gezegen sizi zaten yok edecek. Peki ya siz aksine çabalamayı seçerseniz ne olacak? Hayatta kalıp ait olduğunuz gezegene geri dönmek için çabalamayı seçerseniz nasıl zorluklar sizi bekleyecek? Bu yolda size sadece bilim eşlik edecek. Tüm evrenin kabul ettiği tek dil, bilim. Yapacağınız matematiksel, fiziksel hesaplamalar hayatta kalmanızı sağlayacak. Belki çabalamanıza rağmen yenileceksiniz. Belki de bir mucize olacak ve çabalarınızı karşılığını alacaksınız. İşte Marslı isimli kitapta da bir botanikçinin bilimin ışığında, hiç bilmediği bir gezegende hayatta kalışı çok akıcı bir dille anlatılıyor. Yine de dediğim gibi, uzay uçsuz bucaksız bir boşluk. Binlerce yıldır pek çok bilim insanı hakkında araştırmalar yapıyor. Kim bilir? Belki de uzaya daha önce hiçbir canlı adım atmadı. Biz insanlar sonsuz kainatın, var olan tek akıllı canlısıyızdır. Dünya, milyarlarca gezegenin Emel YAVUZYAŞAR içinde canlı yaşamına uygun olan tek gezegendir. Belki de tam tersi. Bizden binlerce ışık yıl ötede bizim daha önce adını bile duymadığımız bir gezegende başka canlılar da yaşıyordur. Yine başka bir gezegen Dünya kadar canlı yaşamına elverişlidir. İşte bunların hepsi yıllardır olduğu gibi hala birer soru işareti. Bu soru işaretlerini çözmek için hala insanlar çalışıyorlar. Bizeyse sadece bu bilinmeyenler hakkında hayal kurmak düşüyor. Eğer siz de birazcık bu dünyadan uzaklaşıp Mars’a yolculuk yapmak isterseniz bu kitap tam size göre. KAYNAKÇA  Weir, Andy. Marslı. Çev. Emre Aygün. İstanbul: İthaki Yayınları, 2014. Baskı EKSİK'SİZLİK Hayatınızda eksik şeyler mi var? Heyecan, monotonluk, 10 kuruşluk bir sakız, almanız gereken o pahalı ruj, daha fazla sevgi, ya da ilgi. Yoksa her şey tamam fakat koskoca bir boşluk mu?.. Dışarıdan bakıldığında her şeye sahip bir kadının ruhsal bunalımını, kendi labirentinden çıkış yolunu arayışını anlatan bir kitap; ''Aldatmak''. Paulo Coelho'nun kaleme aldığı bu kitap sadece Linda'nın içinde olduğu bir hayatı anlatmıyor, aslında hepimiz aşinayız bir şeylerin eksik olduğunu düşünüp hissetmeye. Herkesin elinde olmayanı arzuladığı, mevcutla mutlu olunamayan bir dünyada, eksikliğin huzursuzluğunu en içten duygularla vurgulayan yazar, yazılan yorumlara benzer şekilde beni de oldukça etkiledi. Çoğu şeyi yeniden düşünmeye itti beni... Eksik olarak gördüğüm şeyleri sorguladım ve anlamsızlığının farkına vardım. Sonraki gün ne giyeceğime bakmak için açtığım dolapta tek baktığım boş askılar, dolabımda olmayanlar... Zihnimde canlandırdığım, bir yerde gördüğüm kıyafetler bana daha cazip geliyor. İşin kötüsü, bazen de elimdeki kıyafetleri kesip yeni parçalar ekliyorum, onları boyayıp değiştiriyorum. En sevdiğim de bu: elimdekileri değiştirmek. Çayımda biraz daha su olsun istiyorum, bazen suyu fazla koyuyorum çaydan soğuyorum. Fark ediyorum ki her şeyde bir eksik arıyorum. Her şeyin kusursuz olması bana yakışmayacakmış gibi... Beni seven insanların neden daha çok sevmediklerini soruyorum. Yemekte tuzu, aşkta huzuru eksik buluyorum. Eminim ki çoğu insan da benim gibi hayattaki bu boşlukları doldurmaya çalışıyordur. Peki nedir bu eksiklikler? Gerçekten eksik midir? Hayatımızda olsalar tüm boşluklar dolacak mı yoksa mutsuzluk serüvenimize devam etmek için yenilerini mi arayacağız. Bu arayış kimine göre memnuniyetsizlik, kimine göre şımarıklık, hastalık... Benim içinse insanın doğası. Ya da böyle olsun istiyorum, kim kendine hasta der ki(!)? Gözümüze batan ve dillendirdiğimiz her eksik parçanın birer kanser hücresi olarak bizlere geri döndüğüne inanıyorum. Yeni dertler ediniyor, devasını bulunca bir yenisini daha katıyoruz. Mutlu olduğumuz pamuk bir buluttan yağmaya hazır yağmur damlaları gibi elimizde olmayan nedenlerden ötürü mü? Sürekli olarak bir şeylerin eksikliğinden yakınmak bizlere ne kazandırıyor? Hasta mıyız yoksa ilgi çekmeye mi çalışıyoruz? Bu soruların kesin bir yanıtı yok fakat eksiklik kavramının bu denli üstüne gitmenin kişiye zarar verdiğini düşünüyorum. Yukarıda dediğim gibi kanser hücreleri... Her şeyden yakınıyor, çevremizdekilerin üstümüzde söz hakkı olmasına izin veriyoruz. Etrafımız devamlı ufak şeylerden yakındığımızı söyleyip bizi hasta olarak nitelendiren insanlarla dolu. İşte kanser hücreleri bunlar. Bizi bulunduğumuz durumdan daha da kötüsüne sürükleyen profesyonellikten uzak yorumlar. Kişiyi en iyi kendi tanır, bir başkası değil. Bu nedenle de tüm dertlerin çözümünü kendinde aramak en doğrusudur. Eksiklikler dahil. Bir psikologla olan görüşmede bile bizim anlatacağımız şeyler vardır. Karşıdaki insan anlattığımız kadarını bilir ve konuşmaya devam ederiz. Biz bunları zaten biliyoruz, daha da önemlisi anlatılanları birebir biz yaşadık. Eksiklik duygusunu bu denli yoğun yaşıyorsak nedeni de çözümü de bizde gizlidir. Küçükken teyzelerimizden birinin bizi biraz daha az sevmesinden ya da ailelerimizin sen yanlışlıkla dünyaya geldin söylemlerinden örnek verebilirim. Sevgi eksiklikleri ileriki zamanlarda insanları agresifleştiriyor, bir daha sevilmeyeceğin duygusuyla insanlara yaklaşıyorsun. Bir de eksiklikten yakınıyorsun tabii... Sonuç hasta, memnuniyetsiz olduğuna inanıp geri dönüşü olmayan işlere girişen bir birey, tıpkı Linda gibi. Eksiklikleri tamamlamanın yolu üstüne düşmemek, düşünmemektir. Gerçekten eksik olup olmadığı meçhul olan bu olgular hayatımızı bulanıklaştırır, elde edemediğimiz her şey için kendimizi huzursuz eder dururuz. Eğer bir şeyin eksik olduğunu sürekli kendimize hatırlatırsak gitgide büyütür, çözümü daha da zorlaştırırız. Bu nedenle eğer dopdolu üzüm salkımının bir kısmı boşsa bunu dert etmemeliyiz. Elden gelen bir şey yoktur çünkü... Linda'nın da dediği gibi ''Belki de mantıklı olan tek şey şu dünyada hoşça vakit geçirmektir''. (Coelho, 74) KAYNAK COELHO, Paulo, Aldatmak. Çev. Emrah İmre. Can Kitabevi, 2014 Umur Çetin Sanatın Verdiği Tatmin Müzik dinlemeyi sever misiniz? Sanırım hepimizin sevdiği en az bir müzik tarzı vardır. En sevdiğimiz müzik grubu ve favori şarkımız da vardır muhtemelen. Belki de bazılarımız bunun ilerisine gidip sevdiğimiz müzik gruplarını oluşturarak müziğin parçası olmuşlardır. Zaten küçükken müzik enstrümanları ile ilgilenmek çoğumuzun hoşuna giderdi. Kimilerimiz için basit bir çocukluk hevesinden ibaretti müzik fakat kimilerimiz için de bir tutkuydu ve hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı. Müziği sadece dinlemekle yetinsem de beni büyüleyen ve ruhumu alıp derinliklere götüren müzik parçalarına hep hayran kalmışımdır. Böylece bu büyüleyici parçaları besteleyenlere olan hayranlığım katbekat artmıştır. Bir insan böylesine görkemli parçaları nasıl besteleyebilir ki? Kimi müzisyenlerin parçalarını çalarken kendilerinden geçtiklerini görmüştüm. Çalarken böyleyse, bestelerken kim bilir hangi duyguları yaşıyorlar. Muhtemelen yaşadıkları duygular eşsiz ve müzisyen olmayanların anlayamayacağı türden. Çalarken acaba dünyayı nasıl görüyorlar? Çalmaya başladıklarında dışarıdan tamamen çaldıkları parçaya odaklanmış gibi gözüküyorlar ama bana sorarsanız beyinlerinin içinde tam bir parti oluyor. Müzik dinlerken biz de o partiye katılmaya çalışıyoruz işte, belki o duyguları biraz olsun hissedebiliriz. Bu doygunluklara ulaşanlar yalnız müzisyenler olmasa gerek. Muhtemelen şairler de şiir yazarken bu duyguları tadıyorlardır. Şairler, bizlere üzerinde düşünüp kendi durumlarımıza uyarlayabileceğimiz bilmeceler verirler. Onlar, içinde kaybolacağımız labirentlerin yaratıcılarıdırlar. Sanırım şiire olan hayranlığımız, şiirin bilinen ile bilinmeyen arasında gezinip pek çok anlama gelmesinden gelmektedir. Biz de zannederiz ki şiirleri okuyunca şairlerin dünyalarına açılan kapıları aralayabiliriz ve o kapılardan sızan ışıklar bedenimizi hafifletir. O kapıları açmak için şiir okumak yetmez, şair olmak gerekir. Ancak içimize sinen bir şeyler yaratınca o derece mutlu olabiliriz. Yaratılan bir şeyin yaratıcının içine sinmesi oldukça zordur, bu yüzden o kapılar öyle kolay aralanmaz. Belki de bazı müzisyenler aradıkları ritmi bulmakta zorluk çekip hayallerideki şarkıyı besteleyemiyorlar ya da bazı şairler duygularını tam manasıyla ifade edecek kelimeleri bulmakta epey güçlük çekiyorlar. Sanırım en çok zorluk çekenler ressamlar. Kafalarının içindeki yarısı silik resmi tablolarına aktarmak için o kadar çok çaba harcıyorlar ki tablolarında anlatılmak istenenlerden çok bu kutsal çaba gözüme çarpıyor. O görüntüleri uzun uğraşlar sonunda resme dökebilen ressamlar da yeterli tatmini almış oluyor sanırım. Bizler de o tablolarda ressamların kafalarındaki resmi görmeye çalışarak yaşadıkları duygulara erişmeye çalışıyoruz. İki ay önce tablolarında çok derin mesajlar olan bir ressamın sergisini gezdim, buna ihtiyacım vardı. Bir tabloya takılıp bakarken yarım saat geçirdim. İlk başta uzun bir süre tabloda neler olduğunu anlamadım. Kendime sorular soruyordum tabloyu anlamak için. Sağ taraftaki insanlar onları ürküten bir şeye korku dolu gözlerle bakıyordu. Bakışlar tablonun ortasında toplanıyordu ama ortadaki sırtı dönük adama bakmıyorlardı. Sanki rastgele çizilmiş bir karakterdi ortadaki adam, sanki orada olmaması gerekiyordu. Uzun bir süre o adamın orada ne işi olduğunu anlamaya çalıştım sonra birden kendime baktım ve o adamı gördüm. O adam bir sanat galerisinde bir tabloyu inceliyordu tıpkı benim gibi ama tabloya bakmaktan fazlasıydı onun yaptığı. Tablo sınırlarını aşmış ve adamın dünyasına girmişti adeta ve adam tabloyla bütünleşmiş, o büyüleyici atmosferi yaşıyordu. Tablodaki o adama hayran kaldım çünkü benim yapmak isteyip de yapamadığımı yapmıştı, tablonun içine girmişti. Aslında tablodaki o adamın yaptığı şey o kadar da büyütülecek bir şey değildi. O adam sadece algılarının ötesine geçmişti. Belki biz de algılarımızı özgür bırakırsak görünenin ardındaki esrarengiz şeylere ulaşabiliriz. Karanlığa bile yeterince uzun bakarsanız, emin olun, orada neler olup bittiğini görmeye başlayacaksınız. Kaynakça Beşlioğlu İ. (2013, 22 Nisan). [Fotoğraf] http://www.kollu.net/2011/06/29/usta-ressam-ve- cirak/ adresinden elde edildi. (y.y). (t.y). [Fotoğraf] https://www.youtube.com/watch?v=cluSxS-g_cU adresinden elde edildi. (y.y). (t.y). [Fotoğraf] https://twitter.com/sairmavisi adresinden elde edildi. Kollu C. (2012, 29 Haziran). [Fotoğraf] http://ademozbay.com/irfan-yildiz-beslioglu-derki- sair-ozgur-olmali/ adresinden elde edildi. Sinan Yağız Sucu BÜTÜNŞARTLARIN OLGUNLAŞMASINI BEKLEMEDEN İlkokula başladığımız zaman hiçbirşeyin farkında değildik, doğal olarak. Yedi yaşımıza geldiğimizde böyle bir olaya girişmemiz gerektiğini biliyorduk yalnızca, bizim adımıza söz sahibi olanlar annelerimiz ve babalarımızdı, onların kararlarını sorgulamak gibi bir yetimiz yoktu yaşımızdan dolayı. Benim, askeri bir eğitimin anaokulu olarak adlandırdığım, liseye kadar olan süreç, gömlek ve kumaş pantolon giymek zorunda olduğumuz, sıraya girdiğimiz, toplu olarak marşlar okuduğumuz o mutsuz yıllar, bizleri hizaya mı soktu yoksa köreltti mi bilmiyorum ama zamanla hapishanede olduğuma dair hislerim güçlenmişti;özellikle de lise son sınıftayken.Üniversite benim için bir kaçış olacaktı, Jack Kerouac’ın yazdığı,Deniz Benim Kardeşimkitabında Bill Everhart için deniz ne ise üniversite de benim için oydu. Başarılı bir öğrenci olmak, Matematik sınavından süper bir not almaktansa istediklerimi yapabilmek için kendime bir alan yaratmak daha önemliydi benim için. Sonunda üniversite öğrencisiyim fakat ne kadar kaçabildim o hapishaneden, gerçekten istediğim yerde miyim; henüz bir cevap bulamıyorum bu sorulara. Wesley Martin gibi düşündüğüme ise eminim; topluma ya da sisteme uyum sağlamak gibi bir amacım yok, istediğim şey ne ise onu yapmak tek isteğim. Deniz figürünü simgesel bir figür olarak düşündüm ben daha çok. Kaçılacak bir yer, doğaya ait olan, insanların henüz üzerine bina dikemedikleri, göze hoş ve hüzünlü gelen bir alan. Bill, boşuna denizcilik yapmaya karar vermedi. Akademisyen ve oturmuş bir hayatı olmasına rağmen her şeyden vazgeçmesi, insanlar için yıllardır yaşadıkları dünyadan uzaklaşmanın aslında nasıl temel bir ihtiyaç olduğunu gözler önüne sermeye yetiyor. Yazın yapılan beş ya da on günlük tatillerle teselli bulamıyor insanlar, buna mecbur olduklarına dair kalıplaşmış bir yargıları olmasa ve riski boyutlarına bakmadan karşılama yürekliliği gösterseler kendileri de fark ederler ortadaki berbat durumu. Peki, bizler özellikle de bu yaşlarda neden kaçmak isteriz herşeyden? Düşüncelerimizdeki sürekli değişim neden kaynaklanıyor? Bugün doğru kabul ettiğimi, yarın reddediyorum. Reddettiğim ve emin olduğum bir sürü düşünceyi tekrar masaya yatırıyor, garip bir biçimde reddettiğim şeylerin aslında doğru olduklarını fark ediyorum. Sürekli bir gel git yaşıyorum. Wesley’de gördüğümşey de buna benziyordu, kötü olduğunu düşündüğümşeyleri 1eleştirmekle yetiniyorum sadece, yerine başka bir şey koyamıyorum henüz. Bu oldukça üzücü bir durum benim için. Fakat zamanla daha iyi olacağına inanıyorum zihnimin. Hapishaneden yeni kurtulmuş bir mahkum şaşkınlığı varüzerimde sadece. Wesley’yi ve Bill’i anlayabiliyorum. Çünkü yola çıkmak, uzaklaşmanın yanında belki de hayatımızı kökünden değiştirecek bir şeylere gebe olabilir. Hiçbirşey olmasa bile ne yaparsak yapalım rutin bir hal almasınıönleyemediğimiz hayatımızı renklendirir. Farklı bir rengin tadını duyumsamamak, dünyanın belki de en güzel müziğini dinlemedenölmek gibi birşey. Yola çıkmanın bir ifadesi bu benim için. Orada, çok uzaklarda ait olduğum ev beni bekliyor olabilir. Diğer ifadesi iseçok da mühim olmayan bir biçimde, burada uzun süredir yaptığım şeyleri tekrardan yapmaktansa değişik bir şeylere adım atmanın heyecanını hissetmek. Kitapla birlikte deniz benim de kardeşim oldu fakat benim denizim hangisi henüz bilmiyorum. Yol hiçbir zaman bitmiyor, lisedeyken üniversiteyi hayal ediyordum. Üniversitedeyim,şimdi ise daha büyük hayallerim var. Bir sonu yok gibi gözüküyor bunun. Güzel dostluklar, leziz maceralar, kaçabilecekşansımız varken kaçmak, yola çıkmak için bütünşartların olgunlaşmasını beklememek ve o yolaçıkmak ve şarap içmekten başka yapacak bir şey yok bu dünyada. Wesley ile Bill’in olduğu o gemide ben de olmak isterdim ve bir gün hiç kimse olmasa da bineceğime inanıyorum o gemiye. 2 Beyza Eda Önder 21400578 EĞİTİMLE GELEN MUCİZE “Aydın olmak demek, modaya uygun elbise, şapka giymek ve kolalı gömlek giyinmek demek değildir. Aydın kesim, halkın beyni konumundadır. Halkımız sizi iyi bir eğitim aldıktan sonra yüksek bir gelir elde edesiniz, geceleri eğlenesiniz diye sizi o konuma getirmemiştir. Böyle olanlar gerçek aydın olamazlar. Onlar yozlaşmışlardır.”(sayfa 41) Diyen Snelman Fin aydını bir halk öğretmenidir aslında. O bir avuç genç öğretmen, din adamı, avukat, doktor ve memurla birlikte halkın eğitilmesi ve eğitimin yaygınlaşması amacıyla adeta bir seferberlik ilan etmiş. Bu sözler neredeyse yüzyıl öncesi yazılmış bir kitaptan alınmış olmasına rağmen günümüzde de ne çok olaya ve konuya çağrışım yapıyor değil mi? Oturup çevremde ne kadar böyle insan olduğunu düşünmeye başladım. Mesela çocukluklarında belli sıkıntılarla büyüdüklerini anlatan ve her ikisi de günümüzde kabul gören üniversiteleri bitiren ve eğitimlerine uygun işlerde çalışan annemle babam… Gerçek aydın mı değil mi diye düşünmeye başladım. Ailelerine göre daha yüksek gelir elde ediyorlar ancak bunu Snelman’ın tarif ettiği gibi eğlenceye mi harcıyorlar? Cevabım hayır ama sadece halk için harcadıklarını da söyleyemeyeceğim. Daha çok iyi şartlarda yaşamak ve çocuklarının eğitimi için harcıyorlar. Bu durum acaba Snelman’ın sözlerinde tarif edilen yozlaşmanın içine giriyor mu? Ya da ben, diyelim ki okulu bitirince iyi bir iş bulup yüksek gelir elde edersem bu gelirimi hayalimdeki dünya seyahati için kullansam, moda olan markaların kıyafetlerini alsam yozlaşmış mı olacağım? Bunları yaparken toplum için ya da toplumdaki bazı insanlar için yapacaklarım beni yozlaşmaktan kurtarır mı? Bunun ayarı ölçüsü var mıdır? Rus bir yazar olan Grihrory Petrov Bolşevik devrimi nedeniyle ülkeden kaçarak bir süre kaldığı Finlandiya’nın fedakâr aydınlarının öncülüğünde esaretten kurtuluşundan sonraki kalkınmasından etkilenerek yazmış bu kitabı. Kitap bir grup aydın öncülüğünde gelişen Finlandiya mücadelesini son derece çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Öyle ki, hasta insanlar anlatılırken insanın içi ürperirken başarı hikâyeleri de duygulandırıyor insanı. Kurtuluş savaşımız ve kuruluş yıllarında verilen mücadelenin özellikle savaş sonrası bölümü Fin halkının verdiği mücadeleye benzer nitelikte. Bana göre aradaki fark Türk Milletinin enerjisinin büyük bölümünü düşman işgalinden kurtulmaya, Fin halkının ise esaret sonrası kalkınmaya harcanmış olması olarak gösterilebilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün okuyup çok beğendiği ve okunmasını tavsiye ettiği bu kitap 1930 yılından itibaren ülkemizin en çok okunan ve basılan kitaplarından birisi. Bu kitabı okurken büyük Atamızın şu sözleri geldi aklıma; “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” Tarihinin en büyük kurtuluş savaşından çıkan bir millete böylesine evrensel bir öğüt vermek ancak onun gibi çağlar ötesi bir lider tarafından yapılabilirdi. Herhalde ondan sonra en büyük eksikliğimiz eğitim ve daha çok çalışma konularında olmuştur. Yapmamız gereken sorumluluklarımızı sahiplenerek doğru yolda yürümekten ibarettir. 1 Beyza Eda Önder 21400578 Halkımız, kendisini eğitime adayan eğitimcilerden iyi bir eğitim almış olsaydı, ülkenin aydınları, meziyet sahipleri, memurları halka iyi örnek olmuş olsaydı ne durumda olurduk diye sormadan edemiyor insan. Cahil oldukları gerekçesiyle yaşam tarzları veya yaptıkları siyasi seçimler nedeniyle eleştirilen halk ne kadar sorumlu sonuçtan? Seçimlerinden dolayı onları eleştiren ancak halkı eğitmek için kayda değer bir çaba göstermeyen aydınlar mı daha fazla suçlu yoksa halk mı? Finlandiya mücadelesinin başarısının etkenlerden çıkarım yaparak söyleyebilirim ki aydınlar daha fazla suçlu. Kitapta halkın aydınlanması için aydınların daha çok çalışması gerektiği vurgulanıyor. En önemli konu olarak eğitimin üzerinde duruluyor. Baştan beri söylediklerimizden şu sonuç çıkıyor. O da halkın eğitimi. Bu kesinlikle aydınların bir lütfu olmayıp görevi olarak görülüyor. Halkın eğitimi derken kastedilen sadece örgün eğitim değil. İyi bir aile hayatı, iyi birer anne-baba olabilmek, spor, başarı, söz, vücut ve ahlak temizliği de eğitimin bir parçası. Snelman ve arkadaşları kalkınmaya ilişkin tüm ümitlerini gençlerin eğitimine bağlıyorlar. Onlara göre eğitilen gençler bilgilerle aydınlanacak ve onlar da ışıklarını saçacaklardı. Nitekim saçtılar da. Ne diyelim darısı bize… Grigoriy Petrov: “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” Çev. Prof. Dr. Ali Haydar Bey, Hayat Yayıncılık İletişim, Yapım, Eğitim Hizmetleri ve Tic. Ltd. Şti.,İstanbul, 1998 2 İzel Gürbüz-21301018 EKSİ K GERÇEKLİ G İ N ETKİ Sİ NDE ALGİ Gurur, kibir ve aşk… Çoğu romanda , filmde ya da başka türlerde karşımıza çıkar bu üç kavram ve genelde gururlu ve kibirli insanların aşkın büyüsüyle bu kötü niteliklerden sıyrılması şeklinde gelişir konu. Peki bu eserler gerçek hayatı yansıtıyor mu ? Ayrıca bir insanın gurur ve kibirden sıyrılması diyerek betimlediğim değişim bu insanın saygınlığını ya da en azından çevresinin bu insan hakkındaki düşüncelerini nasıl etkiler hiç düşündünüz mü? Roman da , film de tiyatro da ve diğer birçok tür de kaynağını gerçek hayattan alır ve eseri okurken bize ılık rüzgarların yavaşça tenimizi okşadığını hissettirmeyi amaçlar. Bu noktada yanlış anladığımız ise eserin sadece kaynağını gerçek hayattan aldığı ve olayların gidişatını ya da kahramanların hislerini kurgulanmış bir düzende anlattığıdır. Tabii ki hayatta yaşadığımız olayları , hislerimizi neredeyse birebir aynı gerçeklikte gözler önüne seren eserler de yok değil ama unutmamalıyız ki bir roman bize hayatımızın bir parçası olan rüzgarı ele alıyorsa hele bir de onun ılık dokunuşunu bize, şakaklarımızda hissettirmeyi başarmışsa ; soğuk fırtınaları bize yaşatmak zorunda değildir. Çünkü zaten gerçekle bağını kurmuştur artık bu kaynaktan çektiği suyun miktarına kendisi karar verecektir. Gurur , kibir ve aşk üçlemesinin söz konusu olduğu eserlere dönecek olursak , bu eserlerin genelde gerçekliğin pozitif taraflarından beslendiğini düşünmekteyim. Hatta bu eserlerde bize ,söz konusu kahramanların gerçekten zor hayatlar yaşadıkları anlatılmakta olsa dahi bu görüşüm değişmiyor çünkü eninde sonunda , ne yaşamış olursa olsun kötü bir karaktere sahip bir kahraman bu özelliğinden kurtuluyor ve ayrıca çevresindeki insanlar onun bu değişimini her zaman olumlu karşılıyor. Öncelikle dikkatinizi çekmek istediğim nokta bir insanın karakterinin gurur ve kibir yönünden değişmesinin çok zor olduğudur. Bu konuda insanları önyargılı ve acımasızca değerlendirdiğimi düşünebilirsiniz ama sizleri gerçekçi olmaya çağırıyorum. Elbette bir değişim söz konusudur ancak gururlu bir insan gururundan tamamen sıyrılamaz ve kibirli olan için de geçerlidir bu. Belki farklı olaylara ve durumlara karşı tepkisinin şiddeti azalır ya da hoşgörü seviyesinde bir artış görülebilir fakat hayatını her yönden etkileyecek büyük çaplı bir değişimin gerçek olacağına inanmıyorum. Burada aşkın rolünün de genelde yanlış değerlendirildiğini düşünüyor. Genel yargı aşkın , insanların gerekirse karakterini bile değiştirebileceği yönündedir. Ben aşka daha farklı bir misyon yükledim. Aşk , insanları değiştiremediği halde iki insanın birbirine hoşgörüsünü sağlayan , dayanılmaz gibi görünen taraflarına karşın onları birbirine bağlayan çok daha farklı , büyülü bir tutkudur. O halde , eserler gerçeği yansıtıyor tabii ki ama kullandıkları ölçü farklı ve bu durum bizim kavramlar ve olaylar hakkında yorum yaparken hataya düşmemize neden oluyor. Ele almak istediğim ikinci konu ise karakteri açısından değiştiği öne sürülen kişiye çevresinin tepkisi hakkında. Filmlerde gördüklerimizi hatırlayalım genelde arkadaşları ve ailesi ya da çevresindeki farklı gruplara mensup insanlar , karakterini iyileştirme yönünde ilerleme kaydeden insanların bu gelişimi pozitif karşılar ve destek olurlar. Ama söz konusu ‘gurur’ olduğunda durum gerçek hayatta tam olarak böyle değildir. Tabii ki olayları mantıklı değerlendirebilen gözler olacaktır , insanların bu değişiminin asıl anlamının gurursuz şeklinde bir nitelikten ziyade zararlı seviyedeki gururundan kurtulmak olduğunu. Fakat toplumlarımızın , diğer insanları olumsuz eleştirmeye meyilli üyeleri bu durumu yanlış değerlendirip sizi ‘gurursuz’ ve aynı anlama gelen farklı çirkin sözlerle nitelendirerek rahatsız olmanızı sağlayacaktır. Aynı durum kibir için de geçerlidir ama bu sefer kullanılan kelime ‘kibirsiz’ gibi masum bir kelimeden ziyade, aşkın gücü karşısında zayıflığınızı vurgulayan ve saygınlığınızı zedeleyen farklı kırıcı kelimeler şeklinde karşınıza çıkacaktır. Kısacası eserlerde anlatılan toz pembeliğin dozu burada da biraz aşırıya kaçmıştır. Bu söylediklerim kesinlikle değişime karşı olduğumu göstermiyor , aksine , ben insanın tamamıyla değişebileceğine inanmamakla beraber ortada bu yönde bir gelişim olabileceğine inanıyorum ve bu değişimin olabildiği kadar büyük oranda olması gerektiğini destekliyorum. Anlatmak istediğim ise , kurgulanmış eserlerden yola çıkarak , karakter açısından iyi yönde ilerleme kaydetmenin çok basit bir süreç olmadığını anlamanız ve çevrenizden beklediğiniz desteği görmediğinizde şaşırmamanız ve bu yolda mesafe katetmeye devam etmeniz gerektiğidir. Okuduğum ‘Aşk ve Gurur’ adlı eserde çoğu eserde hissettiğim bu eksik gerçekliği hissettim ve eserlerin bu özelliğinin okuyucuları nasıl etkilediği konusunu irdelemem gerektiğini düşündüm. Konu hepimizin hayatının önemli bir parçası olan aşk ve insanın karakteristik özellikleri olduğu için insanları daha derinden etkileyen bu eserleri değerlendirirken yanlışa düşmememiz gerektiğini ve gerçek hayatla ilişkilendirirken daha dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi taktirde , beklentilerimizi karşılamayan gerçek hayat bizi şaşırtabilir. Bunu şaşkınlığı önlemek için ve eserler ve gerçek hayat ilişkisini algılamada hataya düşmemek için değindiğim noktaları göz ardı etmemek hepimizin yararına olacaktır. Yasin Tepeli TR102-38 HANGİMİZ NORMAL? Merak ediyorum acaba yaşarken onca hızınızla, hiç aklınıza geldi mi arkanıza dönüp bakmak veya sağınıza, solunuza, etrafınıza neler oluyor acaba diye? Hiç, bir kuşa bürünüp izleyesiniz gelmedi mi hayatı yukarıdan? Hatta biraz ileri gitmek gerekirse sizce de objektif bir şekilde kendi hayatınızı izleyip yorum yapmanız hiçbir duygu katmadan ne kadar zevkli gelirdi size? Kimsenin böyle bir şey tercih edeceğini düşünmüyorum belki kukla olduklarını öğrenecekleri korkusundan, belki yaptıklarının vereceği utançtan, belki kendilerine olan saygıyı kaybedeceklerini düşünmelerinden. Onlarca neden var önlerinde. Her insan birini bahane olarak kullanıp dönebilir oldukça sübjektif, duygu dolu hayatına. Hem insanın akla sahip olup düşünebilmesinden sonra gelen en büyük özelliği duygu dolu olması değil midir? Acıması, sevmesi, âşık olması, üzülmesi, sevinmesi, kızması ve nice nice duygular değil midir insanı insan yapan? İnsanlık öğrenmesini tavsiye ettiğimiz bir insana olan şikâyetimiz, ahlak duygusundan yoksun olması değil midir? Ahlak da bir duygumuzdur, toplumun her insanda olmasını zorunlu kıldığı vicdani bir duygu. İnsan olmanın en önemli şartlarından birisidir. Acıma duygusunun da bir farkı yoktur. Acıma duygusu olmayan insanlar genelde psikopat olarak adlandırılır. Keza sevmeyi öğrenemeyen iletişim kuramayan insanlara sosyopat denir. Hepsinin ortak bir özelliği vardır. Hepsi toplumdan dışlanmıştır ve bunun asıl sebebi topluma zarar vermelerinden çok topluma uyum sağlamamalarıdır. Toplum onları hiçbir zaman normal görmez, tabii üstlerine yapışmış, beyinlerine dayatılmış “normal” kavramını kullanırlar bir insanın normal olup olmadığını sorgulamak için. Toplum için normal bir insan; bütün duygulara normal oranlarda sahip, hayatta belli bir amacı olan, hatta topluma veya kendisine bir şeyler katan insanlardır. Tabii hiçbir zaman düşünemezler: Gerçekten hayatın kendisinin bir amacı var mı? Yaşamanın amacı nedir? Gerçekten normal olan onlar mıdır; yoksa kendilerini normal görmek, gerçekleri kabullenememek daha mı kolay gelmektedir? Ben de toplumun kabul ettiği normallerden biriyim ancak ben de daha önce hiç düşünmedim normal olmadığımı. Sonuçta büyük çoğunlukla aynıydım, bir amacım vardı ve… Evet, bir amacım var ama sonra… Sonra ne? Burada başladı bütün sorgulamam. İlk kıvılcımı yakansa oydu: Bay Meursault. Camus, Yabancı’yı yazarken neler düşünmüştü bilmiyorum ama kitabın adının onu ve kalemini ele geçirdiğine neredeyse eminim diyebilirim. Kitapta, Meursault o kadar yabancıydı ki topluma; kitabın sonuna kadar ona dünyadaki herkesten fazla nefret duymuştum. Önemsememeyi bile önemsemeyen bir insandı. Ne yapılırsa yapılsın önemi yoktu. Sonuçta ölecekti. Amacı da yoktu. Bir ara onu kurtarmayı, kitabın dünyasına dalıp onu kurtarmayı bile düşündüm. Farklıydı, yabancıydı, o kadar yabancıydı ki onu içimize bile almak istememiştik. Hatta bir ara öyle bir an geldi ki kendisi bile uzaklaştı kendisinden ve kendisini adeta üçüncü bir kişi olarak görüyordu. Nedeni ise toplumun onun ruhundan bütün umudu kesip artık onun bedenini kendi yönetmesiydi aslında. O kadar normal kavramına bağlıydık ki ne olursa olsun onu insan yapmalıydık normal yapmalıydık. Yargıcı, savcısı, hâkimi, tanıkları, avukatı, ben de dâhil herkes ama herkes bir elden onu tekrar insan yapmaya çalışıyordu. Ne var ki bunun hata olduğunu Meursault’un son yakarışlarında buldum. Birden derin düşüncelere itildim sanki. Aklıma dolmaya başladı sorular. Ya normal olan oysa? Ya o inanılmaz bir kurgu ile yaratılmış dünyada kendinde olan tek kişiyse, kuş olup tüm dünyayı yukardan izleyense? Ya ben, duygularım yüzünden bir kuklaysam. Biraz daha geniş bakınca duygulardan büyük uyuşturucu olmadığını fark ediyordum yavaş yavaş. Anormal gördüğümüz insanlar aslında normal olanlar mıydı şimdi? Gerçekten insan olan düşünebilenler onlar mıydı? Duygular hep engellemiş miydi bizim düşünmemizi, kendimizin farkına varmamızı? Ama hayır, olamaz çünkü herkes yanlış olamazdı. Bu kadar insanın inandığı şey doğru olan olmalıydı. Ben de normaldim çünkü büyük çoğunlukla aynıydım, hatta bir amacım vardı ve… Evet, bir amacım vardı ama sonra… Sonrası yoktu. EDEBİYATIN HUZUREVİ “ Hiçbir ölümlü insan ağırlığınca kitap kadar etmez.”(s.168) diyor Kurmaca Kişiler Kenti’nin kahramanlarından Doktor Kien. Gerçekten de böyledir bu. Kitaplara yönelişimizin, onları okuyuşumuzun özünde de Canetti’nin kahramanı Doktor Kien’in söylediği bu gerçek yatar. Bu bağlamda okurluk, kendi varoluşumuzun dar kalıplarından çıkıp başka yaşamların içerisine girebilme, o yaşamları kendi yaşamımıza katma eylemidir. Aslında sanatın, edebiyatın işlevi de bir bakıma bu değil midir? Bizi bireyselliğimizin dar sınırlarından çıkarıp hepimizi ince çizgilerle birbirine bağlayan bir dünyanın yurttaşı kılmak... Kurmaca Kişiler Kenti’nde bize sunulan dünyada, okur olarak bu yurttaşlığı benimsiyoruz. Bir başka deyişle milliyet, din, dil gibi kimliğimizi kuran bağlayıcı öğelerden sıyrılıyor, evrensel bir kimlik kazanıyoruz. Kurmaca Kişiler Kenti’nde Emin Özdemir okurluğu, etrafımızı saran çirkinliklere bir karşı çıkış, düşsel kentlerimize sığınış olarak algılıyor. Peki, nasıl bir kent Kurmaca Kişiler Kenti? Özdemir kendi hayatında bulamadığı zenginlikleri burada buluyor Kent, yazınsal yaratılara konu hayatların, bu hayatları yansıtan kahramanların, tiplerin yaşamlarını sürdürdükleri bir tür edebiyatın huzurevi. Parklar, şiir okunan kahveler, yolları ve sokakları süsleyen panolar, heykeller, duvar yazıları… Bunların her biri kahramanların ruh halini, geldikleri çevreyi ( bu kente, edebiyatın huzurevine gelmeden önceki yaşamlarını) simgeliyor. Özdemir, her bölümde kentte yaşayan kurmacasal kişileri ayrı ayrı ziyaret ediyor. Belirli bir dönemin ya da belirli bir ülkenin edebiyatına odaklanmıyor. Don Kişot’tan Zebercet’e, Raskolnikov’dan Selim Işık’a, Kaptan Ahab’tan İnce Memed’e, Oblomov’a değin çok farklı yaşamların içine taşıyor bizi. . Bu ziyaretlerde, romanı okurken dilimizin ucunda kalmış, yazara ya da kahramanına sormadığımız soruları soruyor. Bu sorular, kahramanların dünyasına değişik açılardan bakmamızı sağlıyor. Kimileyin yaratıcılarıyla yüz yüze getiriyor onları. Yaratıcılar ile kahramanlar arasındaki çatışmalar yepyeni boyutlar kazandırıyor bu kişilere. Sözgelimi Anayurt Oteli’nin kahramanı Zebercet, kendisine sefil, aşağılık bir hayat yaşattığı için yaratıcısı Yusuf Atılgan’ı suçluyor, Atılgan’sa bunun hiç de böyle olmadığını ona açıklıyor. Benzer durumları öteki roman, öykü ve oyun kişilerinde de görüyoruz. Bu ödeşme anları, sözcüklerin tükendiği, zamanın ağırlaştığı anları barındırıyor içinde. Bu bağlamda, bunlar için denemenin öyküleştiği anlar da denebilir. Özdemir bu zor kurgunun, ifadesi zor bu anların üstesinden başarıyla geliyor. Yazarın bir başka başarısını da kahramanları konuşturmasında buluyoruz. Öncelikle bu kahramanlar büyük biçem ustalarının elinden çıkmış kişilerdir. Onları bu büyük ustalardan devralmak daha baştan bir çılgınlık gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra, Dr.Kien, Raskolnikov, Oblomov veya Anna Karenina gibi iç dünyaları dalgalı kahramanları konuşturma, bu romanların derinlemesine kavranmasını gerektirir. Ayrıca kahramanlarla içli dışlı olmayı da… Böyle olmazsa anlatı tıkanır, deneme derinleşemez. Özdemir böylesi bir güçlüğü aşıyor, sığlığa düşmeden, romancıların söylediklerini yinelemeden kahramanları kendi kişiliklerine göre konuşturuyor. Yazının başında kenti, edebiyatın huzurevi olarak nitelemiştim. Gerçekten de, kenti dolaşırken her adım başında belleklerde iz bırakmış roman, öykü, oyun kişileriyle karşılaşırız. Hemen belirtmeliyim ki bunlar içlerinden çıkıp geldikleri o yapıtlardakilerden farklı bir konuma gelmişlerdir. Olgunlaşmışlardır, kurmaca yaşamlarıyla hesaplaşma sürecine girmişlerdir. Sözgelimi Emma Bovary çılgın genç kızlığını utançla anan olgun bir kadına dönüşmüştür. Anna da öyledir. Bu bağlamda, Özdemir zaten ustalıkla anlatılmış bir yaşamın ikinci baskısını yapmaktan özellikle kaçınmış kitabında. Kahramanları evrilen bir düzlemde ele almış, yapıtlarından(bir nevi önceki yaşamlarından) soyutlamış onları. Kurmaca yaşamları akıp giderken söz söyleyemeyen, eyleme geçemeyen bu insanlara söz hakkı tanımış. Şu sorulabilir: Özdemir, niye böylesine küçük, şiirsel bir kent tasarlamış? Sanıyorum yalnızca büyük kentlerden duyduğu bunaltının bir sonucu değil bu. Bu küçük kentin önemli bir işlevi var: Kentte yaşayan kahramanların birbiriyle ilişki ağı içinde onları daha iyi tanıyıp anlamlandırmamızı sağlıyor. Sözgelimi bir roman ya da bir öykü evrende bağımsız duran kapalı, tamamlanmış bir bütün gibi düşünülür. Oysa bir yazınsal yaratı, ancak başka yaratılarla ilişkilendirildiğinde bütünleşir, yepyeni boyutlar kazanır. Bu da okurluk donanımına, daha doğrusu okurun eleştirel bir bakış açısı edinmesine bağlıdır. Eleştirel okur, bu derin bağlantıların izini sürebilen, okuduğunu bu bağlantılar yoluyla anlamlandıran kişidir. Böylesi küçük bir kentte kahramanların birbirlerini tanımaları, Özdemir’in sorularını bu tanışıklıklar üzerine temellendirmesi, okurun metinler arası bağlantılar kurmasının önünü açıyor. Örneğin, kitapta Bovary yazarı Karenina’ya, Kaptan Ahab, Zebercet’e yönlendirir. Öteki kişilerde de böyledir bu. Bu da bize acıyı başka bir acıyla, tutkuyu başka bir tutkuyla tartma olanağı verir. Metinler arasında kurulan bu bağlantılar, kahramanlar üzerine analizler Kurmaca Kişiler Kenti’ni bir inceleme kitabı yapmıyor kanısındayım. İnceleme, varoluşu gereği yapıta yabancılaşmak zorundadır; çünkü inceleme, metni bir bilim nesnesine indirger. Bu bilim havası, yapıttaki insan sıcaklığını öldürür, kurmaca gerçekliği ikincil bir gerçeklik olarak ele alır. Özdemir ise bunun tam tersi bir tutum benimser. Kurmaca gerçekliği çevremizi anlamlandırabileceğimiz bir ayna olarak görür. Ona göre kahramanlar yaşamları yaratıcılarına bağlı değişmeyen insanlar değildir. Var oldukları metinler dışında yaşamları olan kanlı canlı kişilerdir. Özetle söylersem, Kurmaca Kişiler Kenti, dünya ve Türk yazınından seçilmiş, okuyanların belleğinde izler bırakmış roman, öykü, oyun kişilerinin bir arada yaşadığı bir kent... Edebiyatın huzurevi. Kitap bizleri, bu evin değişik bölümlerinde yaşayanların dünyasına taşıyarak insan hallerini, insanın varoluşsal gerçekliğini tanıyabilmemizin ipuçlarını veriyor. Doruk Erhan KAYNAKÇA Özdemir, Emin. Kurmaca Kişiler Kenti. Ankara: Bilgi Yayınevi,2012 ! ! ! !! ! ! ! ! ! KALABALIK YALNIZLIK! ! Ebedi aşklarını günümüz dünyasının mobilize olmuş, mekanik yaşam şeklinden ve bu yaşama ayak uydurmaya çalışırken benliklerinden ve insan ruhunun sanatsallığından uzaklaşmış toplumdan soyutlanmış bir şekilde sürdüren iki vampiri konu ediniyor usta yönetmen Jarmusch bu filminde. Jarmusch’un hem senaryosunu yazıp hem yönetmenliğini üstlendiği, 2013 Cannes Film Festivalinde Palme D’or ödülüne aday gösterilen film için bir sembolizm hazinesi demek mümkün. Karanlık, hatta belki gotik olarak nitelendirebileceğimiz atmosferiyle bu epik aşk hikayesi adeta sembollerle var olan bir eser. Ana karakterlerin isimlerinin Adam ve Eve (Adem ve Havva) olması bile bir sembol olarak karşımıza çıkıyor. İlahi dinlerin kitaplarında ilk erkek ve ilk kadın olarak lanse edilen insanların ismiyle vampirlerimizinkilerin aynı olması, bir yandan aşklarının kuvvetini simgel- erken bir yandan da ortaya ironik bir durum çıkarıyor. Adem ve Havva gibi dünya üzerindeki tek insanlar onlarmışcasına kuvvetli bir aşk onlarınki, bu kadar kuvvetli bir bağları var. Ancak aynı za- manda kaybolmakta olan bir türün bireyleri arasında belki de son gerçek aşk hikayesi onlarınki.! !! Gerek vampir oldukları gerçeği, gerek de eşsiz kültürel birikimleri sebebiyle giderek sıradanlaşan bir dünyada yalnızlar. Sevdikleri var elbette, ve akrabaları, ancak onların yalnızlığı sadece birbirleri tarafından dindirilebilecek türden bir yalnızlık. Jarmusch burada ustaca birçoğu- muzun yaşadığı durumu vampir mitolojisiyle birleştirip aynı durumun daha abartılı ama bir o kadar da dürüst bir temsilini sergilemekte. Tüm arkadaşlarımızın, meslektaşlarımızın, ailemizin arasında aslında hepimiz oldukça yalnızız yeni dünya düzeninde. Belki bir gün bu yalnızlığımızı paylaşabile- ceğimiz bir kişi çıkar karşımıza, bir yol arkadaşı… Hayatımız boyunca bu düşünceyle o kişiyi bek- leriz, bazılarımız kavuşur bu kişiye, bazılarımız için sadece bir hayaldir ruhun derinliklerindeki en çarpık, en dehşet verici yerde bir yara formunda saklı tutulan… İşte Jarmusch, birbirleri için yaratılmış olan bu iki kişinin beraber yalnızlıklarını paylaşıp ait olmadıkları bir dünyada hayatta kalma serüveninden bir kesit sunuyor biz izleyicilerine. ! ! ! Filmdeki yalnızlık olgusunun bu kadar belirgin olması filmin beni en çok etkileyen yanı oldu. Etrafınızda insanların olmamasından kaynaklı bir yalnızlık değil bu… İnsanların arasında yaşanan bir yalnızlık. Yalnızca tek bir insanın dindirebileceği bir yalnızlık. Belki trajikomik bir durum aslında ancak film aslında ne kadar yalnız olduğumu fark etmemi sağladı ve bu durum ilginç bir şekilde hoşuma gitti. Arkadaşlarımız, meslektaşlarımız ve ailemiz aslında bizim için birer yanılsama, kendimizi yalnız olmadığımıza inandırmak için birer araç. Çevremizdeki onca insanın arasında tek başımızayız, sadece bazılarıyla yalnızlığımızı paylaşmayı tercih ederken bazılarıyla daha uzak bir ilişki sürdürüyoruz. İnsanlarla örülmüş duvarlar içindeyiz adeta. Tek yapabileceğimiz yalnızlığımı paylaşmaya çalışmak, kim bilir, belki mümkündür, belki de Özdemir Asaf’ın da dediği gibi “yalnızlık paylaşılmaz”… Ama belki de soru yalnızlığımızı kimle birlikte yaşamak istediğimizdir. “O”nu bula- bilmektir belki de gerçekten önemli olan, aynı Adam ve Eve’in birbirlerini buldukları gibi…! ! !“ Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”, türlerinin dünyada son kalan bireylerinden iki vampirin toplumdan soyutlanmış bir şekilde yalnızlıklarını ebedi bir aşk üzerinden paylaşmalarını anlatıyor. Belki de bu yönüyle masalları andırdığı için, belki de tamamen fantastik bir kurgu üzerinden aslın- da insan hayatının yüzleşmekten korktuğumuz olgularından birini oldukça gerçekçi bir şekilde yan-sıttığı için kesinlikle hayatım boyunca izlediklerim arasında beni en çok etkileyen film olduğunu söyleyebilirim. Oldukça ağır ilerlemesine ve aslında belirli bir hikaye anlatmadan yalnızca karakter- lerin hayatından bir kesiti sergilemesine rağmen izleyici kusursuzca atmosferin içine çeken ve in- sanın kendi hayatını sorgulamasına yol açan, kesinlikle izlenmesi gereken bir film “Sadece Aşıklar Hayatta Kalır”.! ! ! ! POPÜLER KÜLTÜR SEMBOLLÜĞÜNDEN ÖZGÜRLÜK TEMSİLCİLİĞİNE: LADY GAGA Geçtiğimiz haftalarda ülkemiz; yaptığı sahne şovları, giydiği ilginç kostümler ve özgürlük yanlısı düşünceleriyle bilinen popüler kültürün ünlü temsilcisi Lady Gaga’yı ağırladı. Gaga 14 dansçısıyla 2 saate yakın inanılmaz bir sahne şovu sergiledi. Hayranlarını bekletmeyerek tam zamanında saat 21:00’da sahneye çıktı. Birbirinden farklı 7 kostüm giyen Gaga adeta görsel bir şölen düzenledi ve her zamanki gibi farklı tarzını ortaya koydu. Dünya çapında ünlü her sanatçının konseri gibi Gaga’nın konseri de İstanbul’da gerçekleşecekti bu yüzden konser maceramız Ankara’dan İstanbul’a olan yolculuğumuzla başladı. Ankara’dan çıkmadan önce konser için bavuluma günlük hayatımda giydiğim kot ve tişörtten farklı şeyler koymak aklıma gelmemişti. Sonuçta Lady Gaga enteresan kostümler giyip dans edecekti, ben değil. Fakat konser başladığında kıyafet seçimimin en az bu kadın hakkında olan önyargılarım kadar yanlış olduğunu fark ettim. Günlük hayatımızda giydiğimiz dikkat çekmeyen kot ve tişörtlerimizle konser alanındaki en farklı insanlar bizdik belki de. Sanatçının “Küçük Canavarlar” adını verdiği hayran kitlesi kendisinin makyaj ve kostümlerini aratmayacak kılıkta konser alanına akın etmiş ve ortaya birbirinden renkli görüntüler çıkarmıştı. Markete giderken, avmlerde gezerken, arkadaşlarla yemeğe çıkarken kısaca günlük hayatımızın hiç bir yerinde giyemeyeceğimiz bu kıyafetlerle “Küçük Canavarlar” adeta kendilerine o gün verilen 4 saatlik özgürlüğü kutlamışlardı. Konser başlamadan önce sahnede beklediğim Lady Gaga’yla konser sonrası tanıdığım kadın çok farklıydı. Medyaya yansıtılan ya da benim medyada gördüğüm kadarıyla Lady Gaga burnu havada, garip huyları olan adeta “canavar” gibi bir kadındı. Fakat Gaga hayranlarına davranışları ve seslenişiyle bana ne kadar yanıldığımı gösterdi. Konser boyunca sevgi, özgürlük ve hoşgörü mesajları verdiği konuşmalar yaptı. “Kim olduğunuzla gurur duyun. Şimdi yükselme zamanı! Eşcinsel olmak sizi görünmez yapmaz, sizin yanlış olduğunuzu göstermez. Çünkü inandığınız Tanrı kim olursa olsun, o herkesi sever.” sözleriyle Türkiye’deki eşcinselleri savunmayı da unutmadı. Konser sonunda aklımda kalanlar ve beni düşünmeye iten şeyler ise söylediği şarkılardan ziyade verdiği bu mesajlar oldu. Belli kalıplara ya da klişelere uymamanın toplumdaki yargıların aksine önemli olduğunu ve bizden farklı olarak gördüğümüz insanlara saygı göstermemiz gerektiğini bu konser sonrası tekrar tekrar hatırladım. Lady Gaga her etkinlikte giydiği birbirinden farklı ve sansasyonel kıyafetlerle de bence herkesin farklı olmasının hayatı daha da güzel kıldığı mesajını bizlere anlatmaya çalışıyor. Gaga’nın kazandığı ün ve başarı; müziğinin kalitesinin dışında bu önemli mesajları topluma giydiği kıyafetlerden saçlarına, konser aralarındaki sözlerinden televizyon programlarındaki konuşmalarına kadar her şeyine yansıtmasına dayanıyor. Lady Gaga’yı benim için bu kadar özel yapan da onun bu konudaki samimiyetine inanmam. Hepimiz Lady Gaga, Rihanna gibi belirli bir ün kazanmış sanatçıları rol model olarak alıyor, onların görüşlerine önem veriyoruz. Bu sanatçıların statüsüne ulaşmış bir insanın tek bir sözüyle milyonları etkileyebileceğini söylemek çok da yanlış olmaz. Gaga’nın ise kazandığı bu ünü insanları yaratıcı ve farklı olmaya itmesi için kullanması onu bu kadar özel ve vazgeçilmez yapan en önemli etken. Gaga’nın verdiği mesajlar aslında Türk halkının en büyük eksikliklerinden birini de ortaya koyuyor. Türk halkı olarak kendimizden farklı olarak gördüğümüz insanlara saygı duymuyor ve onların düşüncelerini, görünüşlerini ve kişiliklerini yargılama hakkını kendimizde görüyoruz. Herkesin bizim gibi olmasını, farklı düşünmemesini ve aynı kalıptan çıkmış gibi görünmesini arzuluyoruz. Ona saygı duymadığımız yetmediği gibi, kendi düşüncelerimizi kabul ettirmeyi de görev biliyoruz. Yaptığımız şeyin ne kadar yanlış olduğunu ise konser sonrası düşünürken fark ediyorum. Öğrenmemiz gereken ders herkesin kendine özgü olduğu ve her farklı düşüncenin kendi görüşlerimizden ne kadar farklı olursa olsun değerli olduğudur. İşte Lady Gaga’nın gözümde popüler kültür sembolünden özgürlük temsilcisine dönüşme hikayesi bu şekildedir. TUTKULARA HİZMET ETMEK VE TUTKULARLA HİZMET ETMEK Eğer gününün herhangi bir zamanını, evrenin gidişatını, hayatın anlamını, insanoğlunun varoluş sebeplerini, doğal ve doğal olmayan ürünlerin birbirleriyle olan uyumunu yahut çatışmasını, beşeri ürünler içerisinde olanlar ve olması gerekenleri ve buna benzer pek çok önemli meseleyi düşünmeye ayıran herkes bir araya gelip bir “öğütler risalesi” oluşturalım deseydi, bu risale hiç şüphesiz “Ermiş” olurdu. Gel gelelim Halil Cibran hayran olunası düşüncelerini belki biraz masalsı ve ütopik fakat fevkalade doğru tespitlerle bezediği “Ermiş”te, insanlığa olan görevini yerine getirmiş gibi görünüyor. Bunları kaleme alan kişi olmayı arzulayarak, bir kişi üzerinde bile olsa farkındalık yaratabilmeyi düşleyerek neredeyse her cümlenin altını çize çize okuduğum da doğru. Fakat beni tekrar ve tekrar okumaya sevk eden bazı bölümler oldu ki, okurken kendi ömrümü gözümün önüne getirdim. Sonra, bana verilen bu kısacık sürede, dünya sahnesinde, tam perde açılacağı sırada rolü elinden çalınan bir kız çocuğunun hayal kırıklığını hissettim üzerimde. Evvelden beri insanın, ne yaparsa yapsın severek ve isteyerek yapması gerektiğini düşünürüm ve biliyorum benim gibi düşünen toplumun farklı kesimlerinden pek çok kimse var. Çoğunluğunun mürekkep yalamış, birey ve toplum üzerine çalışmış insanlar olduğunu söylemek de mümkün. Eline verilen işi tutkuyla yapan birinden, önce kendisine sonra da topluma daha yararlı hiç kimsenin olmayacağının ısrarla altını çizen insanlardır bunlar. Fakat gelin görün ki, para dediğimiz, dünyayı lanetleyen ve kirleten bir beşer icadıyla hayatta kalma mücadelesi veriyoruz ve hâl böyleyken toplumun hemen hemen %90’ı, para tutkusundan kolayca sıyrılıp hiç de öyle işini severek ve isteyerek yapmıyor, yapamıyor. Dolayısıyla tüm bu bilimsel zırvalar havada süzülen yapraklar gibi ağaçlardan dökülüp toprakta kayboluyor. İnanın bunu çok iyi biliyorum çünkü ülkemdeki en prestijli okullardan birinde okuyor olmama rağmen, gönlümde yatan mesleğin okuduğum bölümle uzaktan yakından bir alakası olmadığını biliyorum. Kim gelip de bana siyaset bilimi okumuş, başarılı bir müzisyen gösterebilir ki? Arkadaşlarıma “Ben gerçekten okumak istemiyorum” dediğim zaman gülüyorlar bana. Öyle ya, canını dişine takıp sabah akşam ders çalışan bir kız nasıl olur da okumak istemez. Hâlbuki kendime itiraf ederken bile utanç duyduğum, böylesine iyi bir okulu kazanmaya beni zorlayan, aramızdaki birkaç şanslı kişi dışındaki herkesin mahkûmu olduğu bir gerçek var ki, benliklerimizi ele geçirmiş bizlerle mütemadiyen alay ediyor: Para tutkusu. Aman gelecek hayatımda bir eksiğim olmasın, aman çoluğuma çocuğuma bırakacak üç beş birikimim, aman evim arabam olsun diye ömrümüzü çürütüyoruz. Aslında bakıldığında yalnızca gelecek için okuyoruz, çalışıyoruz, kazanıyoruz; gelip gelmeyeceğinden bile emin olmadığımız bir gelecek için. Olmak istemediğimiz yerlere geliyoruz, üstlenmek istemediğimiz görevlerin altına giriyoruz, çalışmaktan zerre mutluluk duymadığımız işler yapıyoruz. Peki, sonuç ne oluyor biliyor musunuz? Çocukları sevmeyen ve onların dilinden anlayamayan öğretmenler türüyor, insanlardan nefret eden asosyal satış görevlileri türüyor, kitap okumaktan nefret eden kütüphane çalışanları türüyor, türüyor türüyor türüyor. Kimse kimseyi suçlayacak değil elbette, buna mecbur edilişimiz bizim suçumuz değil. Sevmediğimiz işleri yaparak, bu işleri mutsuz yüzlerle topluma sunuyor oluşumuz da bizim suçumuz değil. Tutkularımızla sevdiğimiz işlere yoğunlaşıp bizi daha çok çalışmaya ve daha güzel hizmet etmeye sevk etmesini umarken, her sabah bir kez daha önümüzde uzanan güne lanet etmemiz de bizim suçumuz değil. Aşkla ve tutkuyla belki de insanın iliklerine kadar işleyecek bestelere imza atabilecekken, güzel paralar kazanmak uğruna müziğin göz alıcı güzelliğinden vazgeçmek de bizim suçumuz değil. Hayır hayır, hiçbiri için kendinizi suçlamayın çünkü hiçbir fayda vermediğini aksine sizi sevmediğiniz bir işten daha da çok soğuttuğunu aklınızda bulundurun. Ne yazık ki bunu tecrübe ettim ve mutsuzluk labirentinde bana ışık olabilecek başka hayaller bulabilir miyim diye çok çabaladım; fikriyle, bilinciyle, hitabetiyle, toplum sevgisiyle donanmış ülkesine hayrı dokunacak kaliteli bir siyasetçi olabilir miyim acaba diye lakin olmuyor, olmadı, büyük ihtimalle de olmayacak. Çünkü şarkı söylemeyi sevmiyorken melekler gibi şarkı söyleseniz bile, gündüzün ve gecenin seslerine kapatırsınız insanın kulağını. FİRUZE NUR ATMACA Kaan AKAR NE TUHAF HAYAT DENİLEN ŞEY Şiirlerini okurken şairin, betimlemenin gücünü hissettim. Akan giden düşüncelerin ya- zıya dökülmesini izledim. Şiirlerde yaşamdan basit kesitlerle şairin düşlerinin, düşüncelerinin buluşmasına tanık olurken, aslında hepimizin zihinlerimizde, beceriksiz de olsak, bir şair ol- duğunu fark ettim. Hepimiz günlük hayatımızda bir şeyler görüyor, gördüklerimizi yorumlu- yoruz. Fikirlerimiz kelimelere dökülüp akıp gidiyor. Algımız düşünceye kelime yoluyla ileti- liyor. Her anımızda olan biteni sorguluyoruz aslında. Her sabah kalktığımızda günün nasıl geçeceğini düşünüyoruz. Her kahvaltı edişimizde tadına baktığımız yiyeceğin lezzeti hakkında yorum yaparız. Gün içerisinde gerçekleşen her olay hakkında bir şeyler düşünürüz. Her biri de cümleler şeklinde gelip geçer. Bazen birbirle- rine bağlıdırlar, bazen ise tamamen bağımsızdırlar birbirlerinden. Ama sonuçta hayatımızda, zihnimizde hep kelimeler vardır. Biz de şairimiz Sabahattin Bey gibi “kelimelerle yaşarız.” Biz de zihinlerimizde edebi eserler yazarız. Hepimiz şiirler, öyküler, hikâyeler düşler; hepi- miz betimlemeler yapar, kafiyeler üretiriz zihinlerimizde. Ama söz uçar, yazı kalır. Ne kadar düşlesek de kolay olmayan yazma işlemine çoğumuz adım atmayız. Vakitsizliğimizden belki de, belki tembelliğimizden. Ama bu bahaneler bize onca güzel söz, onca ilginç hikâye kaybet- tiriyor aslında. Özellikle günlük ve anı defteri kullanımının sosyal medyanın kolaylığı yüzün- den azalması o güzel anıların bir sosyal medya uygulamasında heba olmasına neden oluyor. Hâlbuki o anılar bir deftere, bir fotoğraf arkasına yazılsa; yıllar sonra bir akşam vakti, güneşin kızıllığında camdan dışarı bakarken okuyup içinizi ısıtabilir. Dediğim gibi, her insan bir yazar, bir şairdir. Bence şiir, öykü yazmak resim çizmek, şarkı söylemek gibi kendimizi ifade edip içimizdekini dışarı dökebileceğimiz bir aktivite ola- rak görülmeli. Belirli kalıplara, zorlamalara dayatılmadan, küçümsenmeden yazılmalı, yakın bir arkadaşa içini döker gibi. Sonuçta hayatımız, zihnimiz hep kelimelerle dolu. Her insan mükemmel bir yazar olmasa da, her insanın bir kurgu yetisi vardır. Gerek hayatlarından bir parça olsun, gerek herhangi bir konudaki bir görüşleri olsun; her insanın yazacak bir şeyi vardır. Önemli olan yazmayı bir hobi olarak kabul edip yazma işine gönül vermektir. Böylece yazmaya başlar, zihindeki dağılmış cümleler, kelimeler birbirine bağlanır, betimlemeler kuv- vet bulur. Dağılmış düşüncelerimiz toplanır, dizilir ve bir mantık dizisi oluşturmaya başlar. Bir düzeni olur adeta. Kelimelerle yaşarız. Buna hayal gücümüz ve beynimizin düşünme şekli örnek değil sadece. Dil dediğimiz, bizi insana, kültüre, topluma, değerlere, kısaca var olan her şeye bağla- yan odur aslında. Algıladığımızı kelimelere dökerek düşünmemizin sebebi belki de budur as- lında. İnsan hayata dil ile bağlanır. Kendini ifade etmek ister çünkü. Konuşur, dinler, bu saye- de empati yapar, düşünür, anlar. İnsan bulunduğu çevrede dil ile var olur. Yalnızlığından kur- tulmak için konuşur, yalnız bırakmamak için dinler. Merak eder sorar, yeri gelir cevap verir. Ne kadar susmaya çalışsak, ne kadar beş duyumuzu görmezden gelip kendimizi var olan ger- çeklikten uzaklaştırmaya çalışsak da biz her durumda kelimelerle yaşıyor olacağız. Çünkü dil hayatımızın hep önemli bir parçası oldu, her zaman da olacak. Ama ne kadar kelimelerle yaşasak da, bir sabah erken uyanınca balkona çıkmak da gü- zel. Düşüncelerimiz kelime olsa da kelimeye dökmemiz gereken bir şeyler olmalı. Güz vak- tinde güneşin güzelliği, keman sesinin ince tınısı, hasta halimizde önümüze konan tavuk su- yuna çorbanın kokusu…Biz hayata dille bağlı olsak da hayatın kendisi kelimeler değil. İnsan hayat dediğinin karşısında öyle bir hayret içinde kalmıştır ki onu ifade etmek, ona ve diğer in- sanlara bağlanmak için kelimeleri bulmuştur. Hayat denilen şaheseri kelimeleri, dili icat etmiş olmasına rağmen hâla tamamen ifade edememiştir ve bana soracak olursanız, hiçbir zaman tam olarak ifade edemeyecektir de. 1 Kaynakça: Aksal, Sabahattin Kudret, Ne Tuhaf, Ankara: Yapı Kredi Yayınları, 2014 2 KARA KALEM 1987 sonbaharında, Beşiktaş’ta eski bir okulun bahçesinden dökülen yaprak gibi, toprak kokuyorum şimdilerde ben. Yahut 1941’te Nazi Almanyası’nda namlunun önünde korkudan titreyen bir çocuk gibi çaresizim. 2013 Taksim Gezi Parkı’nda, solmuş güller satan küçük bir kız gibi bakıyorum bazen. Kim olduğum meçhul, yalnızca yaşlı çınarın gölgesinden tutunuyor ellerim. Aslında ben, ince çizgilerle bezenmiş bir resmin en ücra köşesindeki siyah ayrıntıyım. Öyle yalnız, öyle dışarıdan, öyle dışlanmışım bu dünyadan. Kimse beni görmüyor, varlığımın bile farkında değil insanlar. Ancak ben varım ve aslında bu resmin en can alıcı noktasındayım. Dışlanırken bu dünyanın en içinde oluyor bazen insan. En içinden olduğun zamanlarda ise senden habersiz dönüyordur tüm düzen. Resimler de böyle oluşur aslında. Bir âşık alır eline kalemini, bazen dışına oturur çizeceklerinin fütursuzca şekillenir çizgiler ve bir dünya çizer kâğıdına. Bazen kalemi kalbi alır, ruhu alır, sonra rengârenk fırçalar dahil olur kâğıda. Kâğıt olur, tuval olur, çerçeve olur. Canlanır, yeşillenir sonbaharın dökülen yaprakları. Sayfayı çevirip karşımıza çıktığında, bu gizemli dünyanın seyircileri oluveririz o an biz de. Bazılarında tam içine oturup izleriz olan biteni, bazen de köşelere sığışıp göz dikeriz çizgilere. Her notanın, her cümlenin ağırlığı gibi her resimlerde bir sevda besler içinde. Büyütür, yetiştirir onu bu sevda. Sonra kalın kara kalemlerin göz yaşları alır eline hisleri. Birkaç dolambaçlı resim göze çarpar ilk önce sonra onların büyüsüne kapılıp, o dünyayı seyre dalmışken bulursunuz kendinizi, işte o dünyanın en içinden yazıyorum şimdi. Enis Batur’un kitabında incelediği resimlerden birinin içinde kaybolmuşken buluyorum kendimi. Sayfalar geçiyor, resimler, yazılar, incelemeler değişiyor. Ama ben hala aynı yerde, o dolambaçlı kara kalemin girdabında kaybolmuş durumdayım. Kâh çizgiler acıtıyor canımı, kâh bir çocuk gibi şen oluveriyorum. Ben bu kara kalemlere vurgun bir adamım. En güzeli onlar anlatır çoğu zaman biliyorum. En güzel renkleri bulurum ben karartılarda. Kara kalemler öyle içten, öyle samimidir ki; şaşalı renklerin büyüsüne kapılıp oradan oraya savurmazlar seni. Yalnızca o anın huzuruyla kavrulursunuz. Ben, işte bu sayfada kapatıyorum kitabı. Daha fazlası, daha ilerisi yok gibi. Kelimeler birbirine giriyor. Virgülleri noktalardan ayırt edemez hale geliyorum. Ben, tam bu sayfadan hayallere dalıyorum. Küçüklüğümden beri, yazıp çizme merakı doludur benliğim. Gel gör ki cılız çöp adamların ötesine geçemedi çizimlerim. Yazılarım da pek uçuyor sayılmaz ama kara kalemle resim defterime yaptığım işkenceden daha kötü olamazlar elbette. Hiçbir zaman çizemedim işte. Çizemeyişimle insanları güldürmüşlüğüm vardır ama. Sonraları gülmek, çizmekten daha büyük bir mesele gibi gelmeye başladı gözüme. Çizemedim, çizemedikçe güldü birileri karartılarıma bakıp. Yazamadım, yazamadıkça güldüler “saçmalıklarıma” . Şimdi gülmek için yazıp çizmemem bazen. Gülerken de dışarıdan gülerim ama. Öyle resmin tam ortasına koymam gülüşümü. Kenarlarda, köşelerde gülerim ben. Köşelerde ağlarım da bazen. Aslında ne benzer hareketlerim birbirine. Gülerken de kaçarım, ağlarken de. Birde düşüncelerim benzese ah. Günü gününü tutmayan düşünceler yumağında her gün farklı biri olurum ben. Bugün o kitabın kırk altıncı sayfasındaki resmin siyah ince ayrıntısı, yarın bir müzikalin güçlü keman sesiyim. İşte bu anı durdurup ölümsüzleştirmek istiyorum şimdi. Sayfalarca dolanıp, beni ruhumla bedenimin kavgasına sürükleyen kara kalem, benim huzurumu anlatsa bir defa da. O siyah ayrıntı olmaktan ötesi olsam ben. Çöp adamlarım canlansa kurtarsa beni bu karanlıklardan. Sonbahar geçse yeşerse tüm yapraklar. Kuşlar ötse, çocuklara uzanan namluların uçlarında ötüşse kırlangıçlar. Zaman dursa, resimler çizsem ben ve belki çizemeyişlerime gülsek şimdi... ​ Batur, Enis, ​Gülmekten Ölmek, Sel Yayıncılık, 2016 Ertuğrul KARAMANLI AŞKIN GÜCÜ Helen adında bir kadın ve onun uğruna birbirine giren iki ordunun hikayesi, Truva Savaşı. Aşk insana neler yaptırtıyor dedirten bir hikaye aslında. İki kişinin birbirine olan aşkı yüzünden iki koca ulus birbirine savaş açıyor ve birçok ölüm ve trajediyle sonuçlanıyor. Ben bunun pek mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Fakat aşk ile mantığın uyuşmadığı bilinen bir gerçektir. Aşk duygusal bir kavramken mantığımız duygudan yoksundur. Elbette benle aynı fikri paylaşmayan insanlar olacaktır. Onların gerçek aşk tecrübesini yaşamadığını düşünüyorum. Gerçek aşkı tecrübe etmiş bir insan aşkın gerektiğinde savaş çıkartacak kadar güçlü bir duygu olduğunu bilir. Aşk, birçok edebiyat eserinin konusu olmuş ve insan hayatında çok önemli yer oynayan bir kavram. Bazı insanlar aşkın varlığına inanmasa da ben inanıyorum. Fakat aşk iki ulusun savaşa girmesine sebep oluyorsa bu duygunun iyi bir şey olduğundan bahsedebilir miyiz? Bu soruya iki bakış açısından bakmak gerekir. Bu olaya aşık çiftin gözünden bakarsak, onlar için onların kavuşmasından daha önemli bir mesele yoktur ve kavuşmaları için yapabilecekleri her şeyi yapmaya hazırlardır. Bu kendilerinden çok daha güçlü bir ulusa savaş açmak anlamına gelse bile onları durduracak bir şey değildir. Bizim bakış açımızdan ise bu gayet mantıksız ve sorumsuzca bir harekettir. Kendi ulusunu bir kişinin özgürlüğü için tehlikeye atan bir insanın kötü bir insan olduğunu bile düşünürüz. Fakat yaptıkları şeyin mantıksız olması bunun yanlış olduğu anlamına gelmez. Doğru ve yanlış kavramları mantıklı veya mantıksız kavramları ile ilişkilendirilemez. Bu bakış açılarından ikisinin de kendi açılarından doğru olduğunu düşünüyorum. Gerçek aşk mantığı tanımaz, mantık da duygudan yoksun olmalıdır. Ben kendi geçmişime dayanarak aşkı tecrübe ettiğimi düşünüyorum. İlkokulda Elif adında bir kızdan çok hoşlanırdım ve yanımdan geçerken bile kalbimin hızlı atmaya başladığını, yanaklarımın kızardığını ve büyük bir utanç ve kaçma isteği hissediyordum. Elbette her insan aşkı aynı şekilde tecrübe etmese bile ben bu yaşadığım duygunun aşk olduğunu düşünüyorum. Bu duygularımı ona da anlattım fakat aynı duyguları onun bana karşı yaşamadığını öğrendim. O güne kadar bu denli hayal kırıklığına uğramamıştım ve tabii ki çok üzüldüm. Tıpkı Hektor'un Helen'i geri kazanmak için her şeyi denediği gibi ben de Elif'in kalbini kazanmak için elimden geleni yaptım. Duygularımı kağıtlara dökerek şiirler yazdım, özel günlerde hediyeler aldım fakat onun bana olan görüşü değişmedi. O hâla beni arkadaşı olarak görüyor, bana olan hisleri değişmiyordu. Fakat ona olan duygularım arkadaşlıktan öte olduğu için her gün ona arkadaşım diyerek yalan atamazdım. Demek ki aşk birine zorla yaşatacağınız bir duygu değil. Bir insanı zorla kendinize aşık edemezsiniz, o insan size aşık olur. O yüzden ben de bu aşktan vazgeçmek zorunda kaldım ve unutmayı tercih ettim. İlkokul bittikten sonra onunla hiç görüşmedim. Olayın üstünden bayağı bir süre geçtikten sonra lise dönemindeyken Elif'i tekrar çarşıda gördüğümde aynı duyguları tekrar yaşadım. 3 senedir aklıma bile gelmemesine rağmen onu unuttuğumu düşünmeme rağmen onunla konuşmaya başlamam ile yanaklarımın kızarması ve kalbimin hızlı atması tekrar başlamış oldu. Bu da aslında aşkın gücü hakkında bir bilgi veriyor sanırım. Aradan uzun zaman geçse, siz unutsanız bile aşk unutmuyor demek ki. Bu duyguyu başka hiç bir zaman yaşayamadım fakat bu tekrar yaşayamayacağım anlamına gelmiyor. Bir insan aşkı hayatında birçok kereler tecrübe edebilir. Eminim ki gelecek hayatımda birçok kızla tanışacağım ve aynı hissi yaşayacağım. Kaynakça: Havell,Herbert Lord, İlyada'nın Öyküsü,Alakarga Yayınları,2014, Baskı. DAMLA ARSLAN Ölen yirmi üç bin insandan sadece bir tanesi Omayra. Yanardağ patlaması sonucu, ihmalkar hareketler yüzünden acı çekerek ölen bir kız çocuğu. On üç yaşındaki bir çocuğun katlanması zor acılara katlanmış, altmış saat ağır beton ve ahşap malzemelerin arasında sıkışıp, acısına rağmen bunu yansıtmamaya çalışmış ve bu fotoğraf ve bazı kamera görüntüleriyle, ölmeden hemen önce insanları derinden etkilemeyi ve adını duyurmayı başarmıştır ama maalesef kurtulamamıştır. Omayra’nın acıklı ve bir o kadar da enteresan bir hikayesi vardır. Yaklaşık üç gün boyunca enkazlar arasında sıkışmış, bu süre zarfında sürekli kameralar tarafından çekilmiş, oradaki insanlarla soğukkanlılıkla sohbet etmiştir. Başlangıçta gerçekten kurtulma ümidiyle beklemiş ama zaman geçtikçe umudunu kaybetmiş ve serinkanlılıkla ölümü beklemek zorunda kalmış Omayra. Küçük bedeniyle kurtulamadı çünkü pis suların içinde, herhangi bir vinç kullanılamazdı, insanlar onu yukarı çekmeye çalıştı ama onun canı çok yandı, bacağının kesilmesi mevzu bahisti ama o pis suyun içinde bu operasyon gerçekleştirilemedi. Onu kurtarmak için fikirler öne sürülürken o da sakin bir şekilde etrafını izledi. Onu çeken kameramanlar ona yiyecek ve meyve suyu verdi ama o çok üşüyordu saatler geçiyordu kurtarılamıyordu. Öleceğini anladığı an ise ailesine bir mesaj bıraktı: “Annemi çok seviyorum. Babamı ve ailemi çok seviyorum. Onları çok sevdiğimi söyleyin." demiştir. Halbuki birkaç gün önce ölen babasından haberi yoktur. Öyle ki ölüm nedeni olarak ilk önce hipotermi; ikinci olarak ise iç kanama sebep gösterildi. Ama neden ne olursa olsun sonuç değişmedi. Omayra’nın ölüm nedeni yanardağ olarak gösterilmeye çalışılsa da aslında asıl suçlu o yanardağı önemsemeyen devlet yetkilileriydi. Yüz otuz yıldır sessizce uyuyan yanardağı hafife almışlardı. Her zaman böyleydi zaten, büyük ölümler büyük ihmalkarlıklardan meydana gelirdi. Önlem alınmayan iş yerleri yaşam alanları, bir sürü can aldı. 1985’te yaşanan bu olay son olmadı, elbette bir sürü insan bir sürü nedenden ötürü hayatını kaybetti. Örneğin Soma‘daki kömür faciası; orada da bir sürü ihmalkarlıklar vardı; orada da yetkililer suçlandı; bir sürü insan feci şekilde can verdi. Ve tıpkı Omayra gibi oradan da bir sürü insan öldükten sonra anıldı, tanındı. Fotoğrafı çeken Frank Fournier; Omayra ile röportaj bile yaptı. Omayra sanki suyun içinde tutsak değil de, arkadaşları ile sohbet edercesine güldü, eğlendi, şarkılar söyledi. Günlük hayatından bahsetti. Hatta, öyle ki -soğuğun da etkisi ile birlikte- matematik sınavına geç kaldığını bile söylemişti. Belki de bu kadar uzun süre dayanmasının nedeni yaşama isteğinin yanında, orada sohbet edebileceği insanların da olmasıydı. Evet orada üşüdü, acı çekti, ama sıkılmadı neticede o sadece on üç yaşında bir çocuktu. Her zaman olduğu gibi Omayra ölümü ile birlikte tanındı. O öldükten sonra, yetkililer suçlandı. Mahkemelere başvuruldu. Bu küçük kız çocuğunun nasıl acı çektiği ile ilgili teoriler ortaya atıldı. Onun nasıl güçlü olduğu ile ilgili yazılar yazıldı. Bakışları, sudan kırışmış elleri, kısacası her şeyi ile ilgili yazılar yazıldı. Ve kısa zaman sonra da unutuldu. Her ne kadar Frontier’in bu fotoğrafı ödül alsa da yine de biz insanoğlu her zaman ki gibi her şeyi hafızamızdan siliyoruz ta ki yenileri başımıza gelip canımızı yakana dek. Maalesef kan oturmuş gözleri bugün birçok insan ve yetkili için bir şey ifade etmez oldu. KAYNAKÇA Frontier, Frank. Fotoğraf. 1985. Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler TURK101 GERMİNAL : MADENCİNİN KARA BAHTI 1800’lerin sonlarına doğru Emile Zola tarafından yazılan Germinal isimli eser, kapitalist sistemin acımasızlığını, varolan sınıf çatışmalarını, emek-sermaye çıkmazını madencinin kara kaderi üzerinden etkileyici bir şekilde bize sunuyor. Emile Zola Natüralist akımın en yetkin yazarlarından biridir ve Germinal romanı Zola’nın ve Fransız edebiyatının en başarılı yapıtlarından biri olarak tarihe geçmeyi başarmıştır. Germinal romanı1860’larda Fransa’nın kuzeyinde bir maden kasabasında, maden işçilerinin insani yaşam koşulları için giriştiği amansız mücadeleyi konu almaktadır. Sanayi devrimi sonrası 1860’lar kapitalizmin en gaddar dönemlerinden biridir. Burjuvalar tarafından işci sınıfına yapılan sömürünün en üst düzeyde sürdüğü bir dönemdir. Germinal’in müthiş bir şekilde işlediği emek-sermaye çıkmazı, sınıflar arası çıkar çelişkileri günümüzde halen geçerliliğini korumaktadır. Hikaye romanın ana karakteri olan Etienne Lantier’in Fransa’nın Kuzeyindeki maden şehri Montsou’ya gelmesiyle başlar. Etienne burada uzun zamandır madende işci olan Maheu ile tanışır ve bu Etienne’e madende bir iş ve kalacak yer sağlar. Etienne karakteri gereği heyecanlı, idealist ve sorgulayıcı bir gençtir. Etienne, burada anarşist bir göçmen işçi olan Souverine ile tanışır ve sol-sosyalist yazılar okumaya başlar. Dönem, dünyada işçi hareketlerinin, sömürüye karşı direnişin patlak vermeye başladığı bir zamandır. Devamlı olarak yapılan sendikal örgütlenme çalışmaları, sol- sosyalist birikimin ilerleyişi ve 1. Enternasyonal’in kurulmasıyla beraber işçiler için bir umut yeşermeye başlamıştır. Etienne’de okuduğu sol-sosyalist yazılardan ve dünyada yükselen sınıf bilincinden bir hayli etkilenmiştir. Bu fikirlerin doğrultusunda Etienne kendi çalıştığı madende işçileri örgütleme çalışmalarına başlar. Başlarda işçiler ve aileleri şükretmek gerektiğini düşünüp kendilerini geride tutsalar da git gide şiddetlenen vahşi kapitalizm, burjuvaların bitmek bilmeyen para ve kâr arzusu işçilerin yaşam koşullarını git gide kötüleştirmektedir. Git gide artan yoksulluk patlak vermeye Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler TURK101 başlayan iş kazaları ve ölümlerle birleşince beklenen kıvılcım patlar ve Etienne’in önderliğinde amansız insanlık mücadelesi başlar. Fakat isyan, asker ve polis tarafından çok şiddetli bir biçimde bastırılır. Hakları için ayaklanan işçi aileleri çok dramatik sonuçlarla karşı karşıya gelir ve yaşamaya devam edebilmek için madendeki sömürü düzenine geri dönerler. Fakat romandaki anarşist karakter olan Souverne duygularına engel olamaz ve madeni sabote eder. Madenin içinde içlerinde Etinne’in de bulunduğu birçok işçi mahsur kalır ve uzun bir kurtarma süreci başlar fakat roman sadece Etienne’in hayatta kalmasıyla oldukça dramatik bir sona ulaşır. Germinal romanını tam anlamıyla kavrayabilmek için Kapitalizmin yapısını basit haliyle anlamak gerekiyor. Kaptalist sistem sömürü temellidir.Burjuvazinin yani zengin sınıfın zenginliklerine zenginlik katması ve fakirlerin fakirleşmeye devam etmesi üzerine kurulmuştur. Sistemin işleyişini basit olarak ele almak gerekirse, patronlar, sermayedarlar kârlarını maksimize etmeye çalışırlar bunu yaparkende üretim maliyetlerini minimize etmek gerekir. İşçilerde bu sistemin içinde bir üretim maliyeti olarak görülmektedir. Dolayısıyla işçileri ne kadar fazla çalıştırıp ne kadar az ücret öderlerse bundan elde ettikleri kâr kapitalist sınıfın artı değeri olacaktır. Bu bağlamda romanın geçtiği dönem kaptalizmin en vahşi olduğu dönemdir. Tarihsel gerçeklikler ve kaptalizmin yapısı doğrultusunda romanı incelersek gerçekleşen olayların gerçekle olan birebir uyumuna şaşırmamak elde değil. Roman günümüz dünyasının gerçeklerini de tam anlamıyla yansıtmaya devam etmektedir… Kapitalizm, dünynada gerçekleşen Sovyet Devrimi, işçi ayaklanmaları, Paris komünü gibi olaylardan sonra varlığını sürdürebilmek için kendini daha insancıl bir yönde yenilemiştir fakat romanda anlatılanlar aynı vahşilikte olmasa da büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Romanı spesifik olarak ele alıp günümüz Türkiyesi’yle bağdaştırmak tam da isabet olacaktır. Günümüzde ülkemizde artarak devam eden iş kazası adı altında gerçekleşen işçi cinayetleri romanın kapitalizm yapısını ne kadar gerçekçi olarak ele aldığını bir kez daha gözler önüne seriyor. 2014 yılında ülkemizde patronların biraz daha fazla kâr elde etmek için almadığı tedbirler sonucu birçok işçi ölümü göze çarpıyor. Özellikle Soma madeninde gerçekleşen yüzlerce işçinin göçük altında kalarak can verdiği felaket bir yumruk gibi suratımızda Tibet Gür 21302493 Uluslararası İlişkiler TURK101 patlıyor ve romanın halen geçerliliğini koruduğunu gözler önüne seriyor. Günümüz Türkiyesi’nde giderek artan işçi ölümlerine rağmen, özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çekilmeye devam edilen fabrikalarımız ve bunlara karşı gerçekleşen başarısız işçi direnişlerine rağmen yazımı bitirirken Zola’nın romanındaki başarısız direnişe rağmen dünya işçi sınıfına aşıladığı umut dolu cümlelere yer vermeden geçemeyeceğim. Zola, şöyle haykırır: “Cana can katan, her yardan gençlik fışkıran o sabah, gökte alevler saçan güneşin altında yüzen ova, işte bu uğultuya gebeydi. Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde ağır ağır kapkara, öç alıcı bir ordu filizleniyordu; bu ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atıyordu”. İşte bu umuttur bizleri karanlıktan aydınlığa, sömürü düzeninden eşit, adil ve insancıl bir dünyaya kavuşturacak olan… Burak Altıntaş 21302656 TURK 102-Sec.07 Ahmet Kaya 21 Aralık 2014 ZAMANA KARŞI Christopher Nolan “Yıldızlararası” adlı yeni filmiyle bir kez daha bizlerle buluştu. Film Dünya’daki besin kaynaklarının tükenmeye başlaması sonucu yaşanabilir diğer gezegenlerin araştırılmasını anlatıyor. Konunun uzayla ilgili olması beraberinde bazı bilimsel teorileri de getirmiş. Bunlardan en ilginçlerinden biri de uzay – zaman sürekliliği. İlk önce uzay – zaman sürekliliğinden bahsetmek iyi olacaktır. Burada bahsettiğim bilgilerin hepsinin film üzerinden alındığını veya film üzerinden yapılan bir çıkarım olduğunu hatırlatarak anlatacaklarıma başlayayım. Uzay – zaman sürekliliği temelde evrendeki iki farklı noktada zamanın farklı olmasından kaynaklanır. Şöyle ki iki farklı noktada zaman farklı akar ve bu da iki farklı zaman dilimi oluşmasına neden olur. Film dram ağırlıklı olan bölümlerini bu teori üzerinden oluşturmuş. Örneğin film esnasında gezilen gezegenlerin birinde, geçen bir saat Dünya’da tam yedi yıla denk geliyor. Bu durum da zaman farkından kaynaklı sıkıntıları beraberinde getiriyor. Örneğin film için konuşursak kahramanlarımızın birkaç saatlik ziyareti Dünya’nın yirmi üç yılına mal oluyor. Şöyle bir düşünelim yirmi üç sene çok büyük bir aralık ve birçok şeyin değişmesine neden olabilecek bir süre. Film bunun yaşanan ilişkilerdeki etkileri üzerinde durmuş ve harika bir iş yapmış. Şöyle düşünün bir görev için Dünya’dan ayrılıyorsunuz ve döndüğünüz zaman küçük kardeşiniz babanız yaşına gelmiş, anneniz yatalak bir hastaya dönmüş ve babanız dünyayı terk etmiş. Sizin için birkaç saatin etkisi oldukça trajik. Sadece birkaç saatte tüm sevdiklerinizi kaybedebilirsiniz, tüm değer yargılarınız değişebilir. Bir anda tanrıyı sorgulamaya başlayıp her şeyden nefret edebilirsiniz. İşte zamanın acımasızlığını çok sert bir şekilde gördünüz. Sevdiklerinizi kaybettiğiniz gibi onların sevinçlerinde de yanlarında olamazsınız. Daha da kötüsü onların size en çok ihtiyaç duydukları anlarda onlara destek olamazsınız, onları rahatlatamazsınız. Oysaki sizin için sadece birkaç saat fakat Dünya için acımasız geçen yıllar. Bu durum sizi ve sevdiklerinizi yıpratmakla kalmaz eğer filmdeki gibi Dünya’yı kurtaracak bir görevdeyseniz en kötü ihtimalle geri döneceğiniz bir Dünya bile kalmamış olabilir. Film zaman farklılığını çocuklar ve babaları arasındaki ilişkilerin dramatik etkilerini göstermek için kullanmış ve oldukça dokunaklı sahneleri ortaya koymayı başarmış. Şimdi, film gibi bizde Dünya’nın hala var olduğunu düşünerek devam edelim. Şimdiki kararımız daha zorlu. Çünkü önünüzde ne olacağını bilmediğiniz başka gezegenler var. Zaman sizin için yavaş fakat Dünya için acımasız derecede hızlı akıyor. Devam edebilir misiniz? Belki devam ettiğinizde herhangi bir sonuca ulaşamayacaksınız. Belki de sonuca ulaşmanızı görecek bir Dünya var olmayacak. Zaman size karşı oldukça acımasız işliyor. Hayatımızda da bu derecede hızlı olmasa da bir zaman faktörü mevcut ve geçen her dakika bir daha geri gelmemek üzere bizi terk ediyor. Gerçekleri görmek için illaki bir zaman farklılığına ihtiyacımız yok. Etrafınıza dikkat edin. Çevrenizde olan şeyleri gözlemleyin. Sizin için nelerin önemli olduğunu nelerin hayatınızın olmazsa olmazı olduğuna karar verin. Çünkü zaman oldukça acımasız ve tıpkı “Yıldızlararası”ndaki gibi göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Daha ne oldu diyemeden kendinizi bir başınıza, yalnız ve kimsesiz bulabilirsiniz. Öyleyse hayatınıza ve özellikle sevdiklerinize değer verin ve çok geç olmadan ilişkilerinizi ve hayatınızı ona göre yaşayın. Tıpkı filmdeki gibi hayatımızda hızla akıp gidiyor ve elimizden bunu durdurmak için hiçbir şey gelmez. Yapabileceğimiz tek şey zamanı yavaşlatmak yerine onu bükerek kendimize göre güzel bir hayat geçirmek ve sevdiklerimizle olabildiğince beraber olmak. Unutmayın zamana karşı yarışıyoruz! Ayça Durmuş DENİZ KABUKLUSU o beni sahilden, kendimi gömdüğüm, sertleşmiş ıslak kumdan aldı, elledi. ben, bana düşen acıyı da neşeyi de yaşamıştım, diye düşündüydüm. içimdeki zayıf hayvan çok olmuştu öleli.o beni sahilden… yani yoktu sedefimden başka şeyim. derin denizlerle, soğuk denizlerle tuzla, dalgayla boğuştuydum ben, ve hayvanım çıkmıştı benden. kendi içine kıvrılmış, rüyasını unutmuş soğuk taş değil miydim artık ben? o bana bir rüya verdi, inanamadım. (bademin neşesi, dedi, al bak, dedi, kısacık, dedi.) o benim sedefime elledi. Birhan Keskin Hepimizin içinde doğal dürtülerimizi canlandıran bir hayvan vardır. Doğal dürtülerimiz derken, beslenme, üreme veya savaşmaktan bahsetmiyorum. Hepimizin hayatında olması gereken duygular vardır. Mutluluk, keder, heyecan... Ama bazen, öyle olaylar olur ki, bu duygular yok olur. Bir şey hissetmeyiz, hayatın zevklerini tadamayız. Fırından çıkan bir ekmeğin kokusu, sevdiğimizi öperken hissettiğimiz heyecan, yumuşak tüyleri olan bir köpeği sevmek... Bütün bunlar hayatın zevkleridir. Duyularımızı, içimizdeki hayvanı hayatta tutan şeylerdir. Artık bu zevkleri hissedemeyecek, sevgiyi hissedemeyecek noktaya geldiğimizde, içimizdeki hayvan ölmüştür. Bazen hayatta her şeyden vazgeçtiğimiz, hayatımızı görmezden geldiğimiz zamanlar olur. Sertleşmiş bir kabuklu oluruz sadece. "Her şeyi yaşadım, yaşanacak ne kaldı?", deriz. "Yaşadıklarımdan bana hayır geldi mi ki, devam edeyim.", deriz. Kendimizi gömeriz kuma ama hayat düz giden bir nehir değildir. Ya da sadece yükselen bir dağ. Hayat zikzaklar ile doludur ve bu zikzaklardır hayatı, hayat yapan. O zamanlar kendimizi kuma gömüp, olası yükselişlerden kendimizi mahrum mu etmeliyiz? Doğrusu ya da en iyisi bu mudur? Kumun içinde mutluluğu bulabilir miyiz? Soğuk, karanlık, havasız kumun içinde bizim için ne var? Ne olmadığını söyleyebilirim size aslında. İnsanlar yok, elde edebileceğiniz mutluluklar yok, gün ışığı yok. Ama bazen o karanlığa girmek lazımdır ışığı tekrar görmek için. Ne kadar batarsan o kadar çıkabilirsin çünkü. Kafan yukarda kaldığı sürece, güneşin varlığını bildiğin sürece, çıkma olasılığı vardır. En azından ben böyle inanıyorum. İnanmak istiyorum. Çünkü yıllar geçse de, kemiklerimiz fosilleşse de gün ışığı görme şansımız vardır. Peki bizi bir başkası çıkarsa bu kumdan? Bize yağmurun kokusunu tekrar sevdirse biri? Tekrar sevilsek tam anlamıyla? Ya da en azından sevildiğimizi hissetsek? Ölen hayvanın başkası tarafından canlandırılması normal midir? Evet, kulağa romantik geliyor. Belki de en kötü zamanlarımızda bunu isteriz hepimiz ama bir başkasıyla mutlu olmak sağlıklı mıdır? O kişiye bağlı olmak, mutluluk gibi kritik bir duyguyu ona bağlamak tehlikeli bir şeydir aslında. O kişiye kabuğunuzun içindeki hayvanı emanet edersiniz. O hassas, kabuğunun korumasından ayrılmış hayvan...Ayça Durmuş Keşke bu dünyada kabuklarımız olmasa. Ama inanıyorum ki, ne kadar da ideal bir dünya dilesek de, yaşadığımız dünya hep gerçekçi kalacak çünkü adı üstünde, bir ütopyada değil, gerçek dünyada yaşıyoruz. Gerçek dünyada dalgalar içimizdeki inciyi, hayvanı alıp götürüyor işte. Bir başkası da şans eseri buluyor kabuğumuzu. Belki içimizdeki hayvanı canlandırıyor, belki de kalan kabuğumuzu parçalıyor. Belki de o da sadece bir kabuk, birlikte kalıyoruz kumlarda. Rüzgar esiyor, geçiyor kıvrımlarımızdan... Dalgalar içimize doluyor tekrar. Kabuk halimizle yine hissedebilir miyiz? Tekrar doğar mı hayvan? Tekrar yaşamayı göze alır mı insan? Belki de yalnız kalarak doğarız tekrar, belki ilaçlarla, belki biraz yardımla. Ama asla bırakmamalıyız kendi hayvanımız olmayı, kendi kabuğumuz, kendi güneşimiz olmayı. Çünkü yardım almak ne kadar önemli ve kritik bir şey olsa da, sadece kendimizle yaşarız. Kendi zihnimize sokamayız kimseyi. Kimse hissedemez hislerimizi tamamen. Ama bu kötü bir şey midir gerçekte? Birey olmak, insan olmak, tek olmak? Bana sorarsanız, hayır. Ne kadar zor olsa da, bazen insanlarla olmamız gerekse de, yardım almamız önemli olsa da, bireyizdir biz. Ama, evet yine ama diyorum, başkasının verdiği rüyalar da bizi güneşe yönlendirebilir. O rüyalarla yaşamamak lazımdır elbet, ama birazcık destekten kim ölmüştür ki? İçinizdeki hayvanı yaşatın. Rüzgarı koklayın. Toprağı hissedin. Birini sevin. O biri de, siz olun. 21703497 ELİF SADIKOĞLU İLK SEÇİM: DOĞMAK On sekiz yıl önce bir nisan ayının gün doğumunda ilk seçimimi yaptım ben: dünyaya gelmek. Her insanın ilk seçimidir doğmak. Daha sonra binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca başka seçimler yaparız hayat boyu. Her gün, hatta belki de her an, farkında olmadan yaptığımız seçimlerdir bunların çoğu. Eve hangi yolu kullanarak dönmek, hangi yemeği sipariş etmek, arkadaşımızın sorduğu soruya ne cevap vermek… Her bir seçim ne kadar küçük veya önemsiz görünürse görünsün önümüze onlarca başka seçim, onlarca başka olasılık çıkarmaktadır. İnsanın yapmak zorunda kaldığı seçimler için dilden dile dolanan bir klişe vardır: “Her seçim bir vazgeçiştir.” Peki gerçekten öyle midir? Aslında çok önce izlemiş olduğum bir filme geçenlerde tekrardan denk geldim. İlk seferinde karmaşık geldiğinden midir yeterince kendimi filme veremediğimden mi bilemiyorum, film beni hiç etkilememişti. Fakat geçen gün tekrar izlediğimde etki çok farklıydı. Film adeta beni içine aldı, metafizik ve felsefenin iç içe geçtiği bir düşünce evrenine götürdü. Filmin adı Bay Hiç Kimse (Mr. Nobody). Filmde 2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan Nemo Nobody’nin ölüm döşeğinde hayatındaki farklı seçimlerin doğuracağı farklı senaryolar işlenmektedir. Nemo’nun çocukluğunda yapacağı bir tek seçim, annesiyle mi babasıyla mı gitmek, milyonlarca farklı seçim, sonsuz farklı olasılık ortaya çıkarmaktadır. Aslında her insanın hayatında böyle değil midir? Seçtiğimiz her olasılık bize yeni seçimler sunarken seçmediğimiz her olasılık da bir o kadar seçim şansını elimizden almaktadır. Yaptığımız çoğu seçimi ise rastgele yaparız. Rastgeleden kastettiğim ise sonucunu bilmeden, önümüze çıkaracaklarını kestiremeden yaptığımız seçimler. Çünkü hiçbir zaman tercih etmediğimiz olasılığın yaşanmamış sonuçlarını bilemeyiz, bilemeyeceğiz. İnsanın hayattaki seçimlerini, kararlarını en zor yapan şey de bu zaten. Doğru seçimi mi, iyi seçimi mi yaptığını bilememek… Filmde doğmadan önce yaşayacağımız her şeyi bildiğimize ve insanların dudaklarının üzerindeki çukurun doğarken melekler tarafından bırakılmış, her şeyi unutarak doğmamızı sağlayan bir özellik olduğuna inanılmaktadır. Fakat doğum esnasında melekler Nemo’yu unutmuştur. Bu yüzden Nemo yaşamdaki bütün seçimleri ve bu seçimlerin getirdiği olasılıkları bilerek doğmuştur. Bu da filmi izlerken benim için yeni bir düşünce sorusu haline geldi. Eğer seçimleri zor kılan şey sonuçlarını bilememekse Nemo gibi tüm seçeneklerimizi bilerek doğmak doğru seçimlerin anahtarı mıdır? Eğer şu an seçtiğim her yolun dallanarak, yeni yollara ayrılarak başka duraklara varışını ve tüm bu yolları, durakları görebilsem doğru ve güzel hayatı yaşama şansım olur muydu? Belirsizliğin seçim yapmayı zorlaştırdığını savunuyor olsam da bu soruya da evet cevabını veremiyorum yine de. Çünkü hiçbir seçim ardından yalnızca iyilikleri getirmeyeceği gibi yalnızca kötülükleri de getirmeyecektir. Tüm seçeneklerimi bilerek içinde en çok güzelliği barındıran seçeneği seçebilirim belki ama bu diğer seçeneklerin barındırdığı güzelliklerden vazgeçmek değil midir? İki açıdan da düşündüğümde, getirilerini ve götürülerini bilerek de bilmeyerek de seçim yapmak kolay değil. İki türlü de bir vazgeçiş var, birinde vazgeçtiğimiz şeylerden haberimiz yok diğerinde haberimiz var. İşte tam da bu noktada Nemo Nobody’nin bir sözü bu karanlık, karmaşık seçim labirentinde yol gösterici bir ışık oluyor benim için: “Seçim yapmadığın sürece tüm olasılıkları mümkün kılarsın.” İşte diyorum, çözüm bu, seçim yapmamak! Seçim yapmadığım zaman vazgeçtiğim hiçbir olasılık da olmuyor. Yaşanabilecek milyonlarca senaryo olasılığı varlığını bir seçim anına kadar sürdürmeye devam ediyor. Fakat insanoğlunun doğası seçimler üzerine kuruludur. Yaptığımız her şey bir seçimin sonucudur. Tam da bu yüzden Nemo Nobody’nin bu cümlesi şu an için kanıtlanamayan bir metafizik teorisi olarak kalıyor. Yine de, düşünüyorum, eğer seçim yapmamak gibi bir şansımız olsaydı ve öbür boyu seçim yapmayarak yaşanacak tüm olasılıkları mümkün kılsaydık, hiçbir şey seçmeyerek de tüm olasılıkları yaşamamayı seçmiş olmaz mıydık? Ve bu da yine bir vazgeçiş olmaz mıydı? Kaynakça: Van Dormael, Jaco. Mr. Nobody. 2009. Pan-Européenne. Film. SINIRI OLMAYAN VAHŞET Vahşet başlayalı çok uzun zaman oldu.Kendi kafamdaki vahşeti tanımlamadan da geçemeyeceğim. Vahşet öyle bir şeydir ki onun etkisine tanık olan ve etkisi altında kalan kimselerin hayatına kaldığı yerden devam etmeleri mümkün değildir.Önceden insanlığın, bu ve bunun gibi durumlara tanık olma ihtimali düşüktü. Çünkü elinde güç bulunduran insanların ve elbette bütün sıradan insanların ortak ve ihlal edilemez bir kırmızı çizgisi vardı.Devletler birbirleriyle savaşırlardı ama soykırım yaşanmazdı.Kadına el kaldırılması kabul edilemezdi.Kaldıranın elleri kırılırdı.Tecavüz kelimesi ağza bile alınmazdı.Buna rağmen tecavüz edenin canı alınırdı.Bir süre sonra insanlık, ahlakı ve mantığı ortadan kaldırdıklarında saf şiddetle neler yapabileceklerini gördüler. Hiçbir sınırlandırmaları yoktu ilerlemeleri ellerindeki güce bağlıydı. Bundan dolayı o kırmızı çizgi ortadan kalktı. Ne zaman ki bu kırmızı çizgi yok oldu vahşetin şahitleri çoğalmaya başladı.Soykırımlar, sömürge hareketlilikleri ve çıkarlar doğrultusunda başlayan savaşlar arttı. Tarihi incelediğimizde bu tarz olayların pek çok defa yaşandığını görüyoruz . Bu derece korkunç olaylar yaşandıktan sonra nasıl oluyor da aynı olaylar tekrar meydana gelebiliyor?Kimse neden bu derece ciddi olaylar için önlem almıyor? I. Dünya Savaşı’nda 40 milyon insan ölmesine rağmen kimse neden önlem almadı da II. Dünya Savaşı çıktı ve 80 milyon insan daha bir küresel savaşta yaşamını yitirdi? Nazi Almanyası’nın 12 milyon Yahudiyi diri diri yakmasından sonra nasıl oldu da soykırıma uğramış Yahudiler suçu günahı olmayan Filistinli çocukları öldürebildi? Piyanist adlı filmde de tam olarak bu olaylardan biri olan 2. Dünya Savaşı esnasında yaşananlar anlatılıyor. Szpilman ve Dorota aynı yerde yaşayan iki müzisyen. Bu iki gencin birbirlerini sevmelerine rağmen beraber olamamalarının sebebi neden Szpilman’ın Yahudi olması? Cevap çok basit. İnsanlığı sınırlandırabilecek kırmızı çizgimiz yok artık. Bu eksiklik bizi vahşete sürüklüyor. Filmde de görülebileceği üzere ne yazık ki dostlarım şu an sınırı olmayan bir vahşetin içerisindeyiz. Bu tarz insanlığın korkunç yüzünü ortaya çıkaran filmler izleyiciyi korkutuyor. Çünkü bu ve bunun gibi eserler insanoğlunun ne kadar ileri gidebileceğini, ne kadar vahşileşebileceğini gösteriyor. Bu filmi izleyince ister istemez günümüz Türkiyesi aklıma geldi. Günümüz Türkiyesi’nde de Nazi Almanyası’ndaki Yahudiler kadar olmasa da etnik ve dini kökenlerinden dolayı büyük zarar görmüş olan Suriyeliler var. Yıllar önce Arap Baharı yaşanmış olmasına rağmen neden kimse Suriye için önlem almadı? Şimdi soruyorum size insanlık tarihinde yaşanan bu kadar içler acısı olaylardan sonra siz de diğerleri gibi hiçbir şey yapmadan oturacak mısınız? Daha kaç farklı ölüm haberi almamız, kaç farklı vahşete tanık olmamız gerekecek bir şeyler yapmamız için. Yarım milyon sivil hayatını kaybetti Suriye İç Savaşı’nda. Milyonlarcasıda evlerinden oldular . Szpilman gibi Suriyeliler de evlerini, ailelerini ve sevdiklerini kaybettiler. Kim bilir vatanları ayaktayken ne işle uğraşıyorlardı? Şu an hepsi kendilerine yabancı ülkelerde o ülkenin vatandaşlarının saldırılarına uğruyorlar, insan yerine konulmuyorlar.Elimizi taşın altına koyma vakti geldi. Bunun çok kolay ve eski bir yöntemi var. Kaybettiğimiz o bizi ne yapmamamız konusunda sınırlandıran evrensel ahlak ve mantığa uygun kırmızı çizgiyi tekrar oluşturmak. Eğer bunu başarırsak vahşeti sınırlandırabilir belki de sonlandırabiliriz. Bunu başaralım ki Szpilman ve onun gibi müzisyenler enstrümanından ayrı kalmasın, başaralım ki Aylan bebek gibilerinin kendilerini ağırlayalım; sahillerimizde cansız bedenlerini değil! Alperen Erbay, 21503078 Gökhan Hüseyinoğlu Sanat Ne İçindir? Bugüne kadar yaşamış olduğum anılar içerisinden en eski olanı düşündüğümde, o zamandan şimdiye dek milyonlarca karar verdiğimi ve bunların azımsanmayacak kadarında hata yaptığımı görüyorum. Bu kararlar içerisinde önem sırasına göre en azından ilk yüze girebilecek olanlardan biri ise ileride hangi alanda uzmanlaşmak ve bunu mesleğim olarak sürdürebileceğimdi. “Ben öğretmen olmak istiyorum çünkü çocukları çok seviyorum.” ya da “Ben doktor olmak istiyorum çünkü kansere tedavi bulmak, insanları kurtarmak istiyorum.” diyebileceğimiz kadar kolay bir seçim değil bu bizim için. Çünkü birkaç sene yapıp bırakabileceğimiz bir uğraş değil. Ortalama altmış beş yaşlık insan hayatında otuz kırk senemizi buna ayırmamız gerekiyor. Yapacağımıza karar verdiğimiz işi ömür boyu yapabilecek kadar sevmemiz gerekiyor kısacası. Ancak ne yazık ki toplum baskısı, bize prestij adına yapmak istemediğimiz işleri kabul ettiriyor. Sadece doğup büyüdüğüm ve yaşamaya halen devam ettiğim ülkem için söylemiyorum bunu, dünyanın neresine gidersek gidelim bu durum böyle. İçinde matematik veya fen olmayan bir bölümde okuduğunuzda insanların göstermiş oldukları tepki inanılmaz. Neden diğer alanların bu kadar değersiz görüldüğünü anlamakta zorluk çekiyorum. Sonuçta dünya sadece matematik ve fenle dönmüyor ki. Aslında insanlığın ilerlemesini sağlayan şey matematik ve fen alanında olan gelişmeler değil, zeka ve yaratıcılığın bizi alışılmış yöntemlerden farklı bir yere yöneltmesi ve hep önümüzde duran şeyin farkına varmamızı sağlamasıdır bence. Hem sayısal alanda bir şeyler yapmayı seçen insanlar zekiyse, sanatsal alanda çaba gösteren insanlar aptal olmuyor ki. Zeka dediğimiz kavram sadece bir çalışma alanında ölçülebilecek kadar basit bir şey değil. Niçin meslekleri önemli ya da önemsiz diye etiketleyerek çocukların gelecekleri hakkında yanlış kararlar vermesine sebep oluyoruz? Uluslararası danışman olan Ken Robinson bu durum hakkındaki görüşünü, “Gezegende, çocuklara matematiksel alanda verilen eğitim gibi günlük dans öğretilmesini amaçlayan bir eğitim sistemi yok. Sanırım matematik çok önemli, ama dans ve müzik de çok önemli. Çocuklara izin verilirse her zaman dans ederler, hepimiz yaparız. Hepimizin bedenleri var, değil mi? Çocuklar büyüdükçe sadece kafalarına odaklanıyoruz ne yazık ki.” (Sir Ken Robinson, Do schools kill creativity?) sözleriyle ifade ediyor. Ken Robinson’un da söylemiş olduğu gibi, farklı alanlarda yetenekleri olan insanları tek bir alan açısından değerlendirmek, onlara karşı yapılmış bir haksızlık olur bence. Çünkü her insan dış görünüş olarak birbirinden farklı olduğu gibi, düşünme yapısı bakımından da birbirinden farklıdır. Bu nedenle çocuklarımızı sadece sayısal alanlara yöneltmemiz ve bunun aksi gibi durumlarda aşırı tepki vermemiz, onlara karşı yapılmış büyük bir saygısızlık örneğidir bence. Müzik, dans, resim ve buna benzer bir sürü gereken değeri göremeyen alanlar, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmek amacıyla en az matematik ve fen bilimi kadar önemlidir. Öyle ki, Mustafa Kemal Atatürk bu durumu bir asır öncesinden görmüş ve şu sözleri söylemiştir. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Sanatsal eğitimin ne kadar önemli olduğunu bu sözden kolaylıkla anlayabiliriz. Geçenlerde okuduğum “Orkestra Şefi: Leningrad Senfonisi” kitabı bu konu hakkındaki görüşlerimi önemli derecede etkiledi. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Dmitri Shostakovich’in yazmış olduğu 7. Senfoni, St. Petersburg’da yaşayan rus halkı için Nazi Faşizmi’ne karşı direniş sembolü olmuştur. Bir müzik bestesinin insanlarda uyandırmış olduğu güce ve öz güvene bakar mısınız? Sanat öyle bir şey ki, ona su ve ekmek kadar ihtiyaç duymamıza rağmen taşıdığı yaşamsal değer, günümüzde bir eğlence olarak görülüyor ne yazık ki. Sonuç olarak, sanat dediğiniz kavram, tarihin akışını bile değiştirebilecek kadar önemlidir ve biz ona hak ettiği değeri gösterebilmeliyiz. Eğitim sistemini oluşturan biz olduğumuz gibi, bunu değiştirebilecek güce sahip olanlar da yine biziz. Eğer yaşadığımız hayat bir resim olsaydı, emin olun ki sanat, bu eserin renkleri olurdu. Sanat bizlerde ön yargılı olmamayı, modern düşünebilmeyi ve yeniliklere açık olmayı prensip haline getiriyor. Artık toplum bakış açısından farklı biçimde düşünen insanlara, gerçekte toplumdan görmeleri gereken değeri hissettirebilmeli ve ön yargılarımızdan kurtulabilmeliyiz. Gelecek nesillere meslek seçiminde önemli olan şeyin toplum tarafından kabul görülmek olmadığını, asıl önemli olanın kendi yetenek ve isteklerimize göre mutlu birer birey olup geleceğimizi bu yönde şekillendirmemiz olduğunu göstermeliyiz. Kaynakça: . Quigley, Sarah. “Leningrad Senfonisi” (2015). . Robinson, Ken. “Do Schools Kill Creativity?” (2006). İngiltere. Ted Talks. . Vikipedi İrem Yüksel TTUUTTSSAAKKLLIIKK ÜÜZZEERRİİNNEE BBBuuugggüüünnnllleeerrrdddeee hhheeerrrkkkeeesss tttuuutttsssaaakkk,,, nnneeeyyyeee tttuuutttsssaaakkk ooolllddduuuğğğuuunnnuuu bbbiiilllmmmeeedddeeennn... HHHeeerrrkkkeeesss kkköööllleeesssiii öööyyyllleee yyyaaa dddaaa bbböööyyyllleee bbbiiirrr şşşeeeyyyllleeerrriiinnn... ÖÖÖzzzgggüüürrrlllüüükkk mmmüüü??? PPPeeekkk kkkaaalllmmmaaadddııı gggaaallliiibbbaaa bbbuuurrraaalllaaarrrdddaaa yyyaaa dddaaa bbbiiizzz bbbuuulllaaammmaaazzz ooolllddduuukkk yyaakkıınnllaarrıımmıızzddaa.. EEvveett,, ssoorraarrllaarrssaa ““ÖÖzzggüürrüüzz!!”” ddiiyyoorruuzz ddeemmeessiinnee aammaa bbiizziimm öözzggüürrllüüğğüümmüüzz, aaakkkvvvaaarrryyyuuummmdddaaa yyyaaaşşşaaayyyaaannn bbbiiirrr bbbaaalllıııkkktttaaannn çççoookkk dddaaa fffaaarrrkkklllııı dddeeeğğğiiilll aaassslllııınnndddaaa... YYYüüüzzzüüüyyyooorrruuuzzz yyyaaa bbbiiirrr şşşeeekkkiiillldddeee,,, gggeeeçççiiiyyyooorrr yyyaaa gggüüünnnllleeerrr öööyyyllleee yyyaaa dddaaa bbböööyyyllleee;;; dddeeennniiizzzeee ooolllaaannn hhhaaasssrrreeettt uuuçççuuuppp gggiiitttmmmiiişşş ooolllsssaaa gggeeerrreeekkk çççoookkk uuuzzzaaakkklllaaarrraaa... Özgürlüğümüz yoksa eğeerr nnee aannllaammıı vvaarrddıı kkii yyaaşşaaddıığğıımmıızz bu hayata tabi olmanın.. GGöökk kkuubbbbeenniinn aallttıınnddaa çççeeekkkeeemmmiiiyyyooorrrsssaaakkk çççiiiçççeeekkk kkkoookkkuuulllaaarrrııınnnııı ccciiiğğğeeerrrllleeerrriiimmmiiizzzeee,,, nnnaaasssııılll yyyaaaşşşaaammmaaakkk dddeeennniiiyyyooorrrddduuu kkkiii zzzaaattteeennn bbbuuu hhhaaayyyaaatttaaa??? Ben uzaklaştırmadım öözzggüürrllüüğğee oollaann hasretimi, ilk günkü gibi taze duruyor hhaallaa. Sadece doğru zamanı bekliyorum eeennn bbbüüüyyyüüükkk dddüüüşşşllleeerrriiimmmiii sssaaakkklllaaadddııığğğııımmm kkkuuutttuuudddaaannn çççıııkkkaaarrrmmmaaakkk iiiçççiiinnn ooonnnuuu. Korkmayın, PPPaaannndddooorrraaa’’’nnnııınnn kkkuuutttuuusssuuu dddeeeğğğiiilll bbbuuu... AAAçççıııllldddııığğğııınnndddaaa kkkööötttüüülllüüükkkllleeerrr gggeeetttiiirrrmmmeeeyyyeeeccceeekkk iiinnnsssaaannnoooğğğllluuunnnaaa... SSSaaadddeeeccceee su olacak toprağa ve can katacak iinnssaannaa.. VVee bu özgürlükle birlikte son bulacak, ssöözzddee ““eeffeennddiilleerr””iinn yapmış vvee yyaappııyyoorr oolldduukkllaarrıı ttüümm zzuullüümmlleerr.. İİİnnnsssaaannn sssaaahhhiiippp ooollluuunnnaaabbbiiillleeeccceeekkk bbbiiirrr eeeşşşyyyaaa dddeeeğğğiiilll... BBBiiirrriiinnniiinnn kkkaaarrrşşşııısssııınnndddaaa bbboooyyyuuunnn eeeğğğeeeccceeekkk bbbiiirrr kkköööllleee hhhiiiççç ddeeğğiill.. YYaappaammaazz kkii zzaatteenn nnee kkaaddaarr iisstteerrssee iisstteessiinn, fıtratında yok ççüünnkküü ttuuttssaakkllııkk.. O özgürce kkooşşmmaallıı kkıırrllaarrddaa,, kkiimmssee dduurr ddeemmeemmeellii oonnaa.. TToopprraağğıı hhiisssseettmmeellii ççııppllaakk aayyaakkllaarrıınnddaa,, rüzgârı hhhiiisssssseeetttmmmeeellliii sssaaavvvrrruuulllaaannn sssaaaçççlllaaarrrııınnnııınnn aaarrraaasssııınnndddaaa... AAAnnncccaaakkk öööyyyllleee tttaaadddaaabbbiiillliiirrr ööözzzgggüüürrrlllüüüğğğüüü... İİİşşşttteee ooo zzzaman anlar, ttuuttssaakkllıığğıınn kkaarraa bbiirr bbüüyyüüddeenn ççookk ddaa ffaarrkkllıı bbiirr şşeeyy oollmmaaddıığğıınnıı.. VVee ssaavvaaşş aaççaarr eessaarreettee, bedeli ne olursa olsun. BBBaaazzzeeennn gggeeeçççiiippp gggiiidddeeennn yyyıııllllllaaarrr ooollluuurrr bbbuuu bbbeeedddeeelll,,, bbbaaazzzeeennnssseee kkkaaayyybbbeeedddiiillleeennn cccaaannnlllaaarrr... AAAmmmaaa bbbiiirrr ııışşşıııkkk ggöörrüünnüüyyoorrssaa eeğğeerr ttüünneelliinn ssoonnuunnddaa,, şşaannssıınnıı ddeenneemmeemmeekk aaccıı vveerriirr iinnssaannaa,, kkeeşşkkeelleerree boğar onu. Bu yyyüüüzzzdddeeennndddiiirrr iiişşşttteee yyyüüüzzzyyyıııllllllaaarrrdddııırrr sssüüürrreeennn ööözzzgggüüürrrlllüüükkk aaarrraaayyyııışşşııı... HHHeeeppp bbbiiirrr aaadddııımmm dddaaahhhaaa ööözzzgggüüürrr ooolllmmmaaakkk ister insan. Bir aaadddııımmm dddaaahhhaaa……… VVVeee bbbiiirrr bbbeeebbbeeeğğğiiinnn iiilllkkk aaadddııımmm aaatttııışşşııınnndddaaannn bbbaaaşşşlllaaayyyıııppp eeennniiinnndddeee sssooonnnuuunnndddaaa kkkoooşşşmmmaaayyyııı öööğğğrrreeennnmmmeeesssiii,,, çççoookkk dddaaa fffaaarrrkkklllııı dddeeeğğğiiillldddiiirrr ööözzzgggüüürrrlllüüükkk aaarrraaayyyııışşşııınnndddaaannn... İİİnnnsssaaannn ööözzzgggüüürrrlllüüüğğğeee kkkoooşşşaaacccaaağğğııı gggüüünnnllleeerrriiinnn hhhaaayyyaaallliiinnniii kkkuuurrraaarrr,,, aaadddııımmm aaddıımm iilleerrlleerr oo yyoollddaa,, iişşttee bbuu bbeebbeekk mmiissaallii.. Ve kavuşşuurr öözzggüürrllüüğğüünnee;; bbaazzeenn bbuu ddüünnyyaaddaa, bazense ebediyetin kucağında. 12 Yıllık Esaret kkiittaabbıınnıınn yyaazzaarrıı ve ana karakteri Solomon Northup, kkaaççıırrııllııpp öözzggüürrllüüğğüü elinden alınmış bir siyahî... OOOnnnaaa yyyeeennniii bbbiiirrr iiisssiiimmm vvveeerrrmmmiiişşşllleeerrr,,, iiişşşkkkeeennnccceeellleeerrrllleee gggeeeçççmmmiiişşşiiinnniii uuunnnuuuttttttuuurrrmmmaaayyyaaa ççaallıışşmmıışşllaarr.. SSıırrttıınnddaakkii kkıırrbbaaçç iizzlleerrii, zziinncciirrlleerrii oollmmuuşş SSoolloommoonn’’uunn.. KKaaççaammaammıışş,, ddöönneemmeemmiişş aaaiiillleeesssiiinnniiinnn yyyaaannnııınnnaaa... ÖÖÖzzzllleeemmmiiinnniii bbbüüüyyyüüütttmmmüüüşşş iiiçççiiinnndddeee aaammmaaa ttteeekkk kkkeeellliiimmmeee eeedddeeemmmeeezzz ooolllmmmuuuşşş kkkiiimmmssseeellleeerrreee... ÇÇÇüüünnnkkküüü İrem Yüksel ailesine geri dddööönnneeebbbiiilllmmmeeekkk iiiçççiiinnn bbbuuugggüüünnn hhhaaayyyaaattttttaaa kkkaaalllmmmaaakkk gggeeerrreeekkkiiiyyyooorrrmmmuuuşşş... VVVeee ttteeekkk bbbiiirrr kkkeeelllime hayatına mal oollaabbiilliirr,, aaiilleessiinnee oollaann öözzlleemmiinnii kkaarraannllııkkllaarraa ggöömmeebbiilliirrmmiişş. OOnn iikkii yyııll kköölleelliikk yyaappmmıışş oonnuu ssaattıınn aallaann ssaahhiipplleerriinnee.. TTaamm oonn iikkii yyııll…… “Efendi” demiş onlara, kabul etmiş ne isterssee istesinler. Peki, nnaassııll bbuunnccaa aaccııyyaa kkaattllaannmmıışş oollaabbiilliirr kkii bbiirr iinsan? Çünkü özzggüürrllüüğğüünnee kkaavvuuşşaaccaağğıınnıınn hhaayyaalliiddiirr bugün yyaaşşaaddıığğıı şşeeyylleerree kkaattllaannaabbiillmmeenin yegâne nneeddeennii.. KKeelleeppççeelleerriinnii kkıırrddıığğıınnıı hhaayyaall eettmmeekk,, hhhüüürrrrrriiiyyyeeetttiiinnneee kkkaaavvvuuuşşşaaacccaaağğğııınnnaaa iiinnnaaannnmmmaaakkk……… İİİşşşttteee bbbuuu iiinnnaaannnçççlllaaa SSSooolllooommmooonnn aaayyyaaakkktttaaa kkkaaalllaaabbbiiillldddiii, tam on iki yıl boyunca. Unutmadı ailesinii,, ssaakkllaaddıı kkaallbbiinniinn eenn ddeerriinnlleerriinnddee.. VVee kavuşma anı geldiğinde, artık ssaakkllaannmmaassıınnaa ggeerreekk kkaallmmaammıışşttıı öözzlleemmlleerriinn.. ÇÇüünnkküü öözzggüürrllüükk SSoolloommoonn’’uunn ttaa kkeennddiissiiyyddii aarrttııkk. Kurtulmuştu bedeninin ve rruuhhuunnuunn mahkûm olduğu ddeemmiirr ppaarrmmaakkllııkkllaarrıınn aarraassıınnddaann vvee bbiirr ddaahhaa hhiiçç ddöönnmmeeyyeecceekkttii oo kkaarraannllııkk ddeehhlliizzlleerree.. BBeellkkii bbuuggüünn eeffeennddii yyaa ddaa ssaahhiipp ssöözzlleerrii ddoollaaşşmmııyyoorr oorrttaallııkkttaa.. AAmmaa bbuu ddeemmeekk değil ki kkaappaattttııkk oo ddeefftteerrlleerrii,, bbiirr ddaahhaa hhiiçç aaççııllmmaammaakk üüzzeerree.. EEssaarreett şşeekkiill ddeeğğiişşttiirrddii yyaallnnıızzccaa.. AArtık bedensel ddeeğğiill kköölleelliikklleerriimmiizz.. ZZiihhiinnlleerriimmiizzii eellee ggeeççiirriiyyoorrllaarr,, iisstteeddiikklleerrii ggiibbii yyöönnlleennddiirriiyyoorrllaarr bbiizzii.. KKöölleessii oollmmuuşşuuzz ffaarrkkllıı dduuyygguullaarrıınn,, ddüüşşüünncceelleerriinn vvee iiddeeoolloojjiilleerriinn.. BBuu ssaaddeeccee bbiirr kişiye de zarar vermiyor üstelik.. AAyyıırrııyyoorr iinnssaannllaarrıı bbiirrbbiirrlleerriinnddeenn,, öfke tohumları ekiyor hheerr bbiirriinniinn ggöönnüüll bbaahhççeessiinnee.. Ve hepsi sözde “efendiler”iinn ooyyuunnuunnddaa bbiirreerr ppiiyyoonn oollaabbiillmmeemmiizz iiççiinn.. DDaahhaa ffaazzllaassıı ddeeğğiill.. Ve inanın bbaannaa,, bbuu ççookk ddaahhaa bbüüyyüükk yyııkkıımmllaarr ggeettiirreecceekk ddüünnyyaayyaa.. OO zzaammaann dduurrmmaayyıınn,, kkaarrşşıı ççııkkıınn ssiizzii hheerr kim esir olarak rreessmmeeddiiyyoorrssaa.. YYıırrttıınn,, hhaattttaa yyaakkıınn oo rreessiimmlleerrii.. ÇÇüünnkküü oonnllaarrıı ççooccuukkllaarrıımmıızzaa mmiirraass oollaarraakk bbıırraakkaaccaakk oollmmaammıızz,, oonnllaarraa yyaappaaccaağğıımmıızz eenn bbüüyyüükk kötülük olacaktır. KAYNAKÇA "Bu Zulme Kim Dur Diyecek?" HHaappiissttee Genç.. 1188 OOccaakk 22001166.. WWeebb.. 2277 NNiissaann 22001177.. Öz, Haden. "Özgürlük" Radical.. 2244 KKaassıımm 22001144.. WWeebb.. 2277 NNiissaann 22001177.. Ölümsüzlük Kitabın adının hakkını son harfine kadar veren Elif Şafak edip durmuştu. Bir an aşktan, sevmenin bin tam bir firârperest'ti bu denemkeens,i nddiğee. rB birir k aonn u bdaaknm öıbşsüırn ız konuya firâr rotayı tamamenfarklı bir yöne, konuya,çevirmiş. Ama bu bir türlü hâlinden dem vurur geniş konu yelpazesinde bana en çok dokunan ünlüler hakkında yazdıkları oldu. edir bu ünlü? (erkes tarafından bilinen kişi demektir. Çoğu insanın doğasından vardır ünlü olmayı Ünlü! Peki n r çok kişi bilirse varlığımızı, o kadar kalıcı olacağımız düşünürüz bu dünyada. Diğer bir adrezğuişlalem saimk. yÇaücnılkaürı nne y küazdyıallarını verip bulamadığı dır ünlü olmak. ölümsüzlük formülü…n Büun kilikş iblears,a bmua dğüınyada yaptıklarSıi yah Pişrleernlsee ks eNnidniale Sriimndoen esö, Mz eicthtiareml iJşa, cüknsloün d, Vediniğciemntiz v an Gogh, Ernest Hdeımr i(nagkwlaaryında onlarca hik yazılı,p çizilmiş ki her bir ünlü ''…muazzam bir roman karakteri olabilir, ihnesman dlaer baş. rolünü oynadığı romandâyae h iç yer almadan,. 'ö'(cid:523)yEllei f Şafak (cid:888)9(cid:524). Onlar hakkında yazılanları okurken hangisi doğru hangisi yanlış ayı mak başlı başına bir derttir. Aynı ''… uz ki nerede başlıyor hakik tamamen hayal perdesi… ''(cid:523)Elif Şafak (cid:889)0(cid:524). Onlar hakrkında bileceğimiz aynalarla dboılrua bkitrık kloarrıi deosredrlae yriüdriür msaedke gceib.iB. uB idleam üinyloür osulmnaya başaran kişinin ât, neresid ır işte formül tamam yegâne g. eMrçeeşhkluer, bizlere adrekğailmariızn dşae y mum ışığı gibidir; zamanla pa rıltısını Ama onun ışığındikai nycaip bılaasna mişlaeğrı - kalıcı olabilir. - çünkü ünlüler verdikleri eserlerle söz ettirirler kendinden r olmak Bu konuyu daha fazla açmak istiyorum, şöyle ki kear ybbireidmeirz. insanız, elbet bir gün öleceğiz. topraktan yor g anın altında kim hatırlar Ayşe'yi, Fatma'yı, Ahmet'i, Sedat'ı… ; h O Geride kalanların hafızalarında edindiğiniz yer tıpkı kemikleriniz gibi çürüyüp gider zamanla… girdikten sonra de bakmışsınız geriye sadece bir hayalet kalmış. , gerek. Öyle basit bir kelime değildir çünkü hayalet. (ayal etmekten gelir ''hayal et''. İşte Bir Ama o hayalete de sadece hayalet dememek değimiz insanlar tirirler ki kendilerini, onların leri bile ete kemiğe - , o ünlü Kitaplarında bir satır, şarkılarından bir kaç dize… Kendileri böyle ölümsüzleştirirle,r ö iyşltee .b Airm haa ybaul öeltümsüzlük öyle sıradan bir ölümhasyüazlleütk değil bürünür o anda. n romanlardan fır vampirlerle aşık atan göz kamaştıran bir güzellik dir; fantastik eşliğinde sonsuzluğu uzanan Sonsuz hayatı eserin muhteşemliğinden, güzelliği ise akıllarda lama bir ölümsüzlüktür bu; ... beelişrheunr hoalmyaallyeır od ekna dbaers löevnmire. m e rağmen, erdiğim eserlerle şöhret sahibi olmak Sadece ünlü olanlara saygım var. , nasıl ölüm kazık M benim, v öyle gibi çakmayı istemekinsanın doğasında var ise, kendinden iyilere gösterilen kıskaçlık ta bir arzum yok. Çünkü süz olup bu dünyaya doğasının değişmez bir parçasıdır. (erkes tarafından bilinen biri olmanın onun bıçak olduğunudüşünüyorum. Ne kadar çok tanınırsan, o kadar çok seni kıskanan oluyor. iki ucu keskin bir demek iyi şöhretli olmak demek değildir her zaman. Çarpıtılmış hik yerler ışığında Ün iyi olan o şöhret ye de dönüşebilir ıskançlıkla â , bir zamanlar harmanlanan ateşle büyüyen Sırf bu nedenden dolayı , bir anda kötü . Yani bu gibi bir durumda, k çoğu sanatçının kıymeti yaşarken bilinememiştir. onları yapan kişiler kötü ünüm eserlerimin önüne geçebilir. Eserleri, ancak öldükten, kıskançlığın hedefi olan kişi ortadan kalktıktan sonragerçek değerlerine kavuşmuştur. Ben hayatımdan keyif almak istiyorum, tatsız tuzsuz ot gibi yaşayacaksam yani bulduğum ölümsüzlüğü. ne eyleyeyim eserlerimle Kısaca, Elif Şafak'ın kaleminden okuduğum bu deneme ünlülere olan bakışımı değiştirdi, onların hayatını irdelemektense sadece eserlerinden keyif alamaya çalışmanın hem büyüleyici onların hem de benim hayatımı daha da güzelleştireceğini fark etmemi sağladı. , Büşra Mendi 21301062 Elif Başak Güven ADALETSİZLİK Yine daha önce okumadığım bir tür ve yazar… Bu kez de Yaşar Kemal’den Sarı Sıcak’ı okudum. Anadolu’daki yaşamı, varlığı ve yokluğu gözler önüne seren bir öykü kitabı. Çok çok eski zamanlardan geliyor Türk milletinin soyu. Hemen her çağda çeşitli problemlerle karşılaşan Türkler, çok yakın zamandaki yaşantılarını fark etmemi sağlayan bir kitap. Bilmezdim Sarı Sıcak’tan önce on beş yaşından küçük çocukların tarlalarda işçi olarak çalıştırıldığını, kadınların bebelerini doktor olmadan kendileri doğurduğunu hatta kimi zaman makasla sezaryen doğum yaptıklarını. Ama artık biliyorum ve bunların geçmişte yaşandığını bilmek acı veriyor. Neden yeni ana olmuş bir kadın tarla sahibi izin vermediği için kan kaybından ölsün? Neden ilkokul sekizinci sınıfa giden bir çocuk sokakta uyumak zorunda kalsın? Kardeşim Başar, her gün en az iki saatini bilgisayar önünde arkadaşları ile internetten oyun oynayarak geçiren, haftanın yalnızca birkaç günü ders çalışan bir çocuk. Okulda verilen Türkçe ödevi için son altı ay içinde sadece bir kitap okudu. Kardeşim için o kadar üzülüyorum ki. Bazen interneti, bilgisayarı kısıtlayayım diyorum ama o zaman da yasaklanan şey daha şiddetli bir şekilde dışa vurulacak biliyorum. Fakat yaşama biçiminin yanlışlığını çok geç anlamasından korkuyorum, insan kendini geliştirecek işler yapmalı şu dünyada. İlk okuduğum öykü on bir veya on iki yaşında tarlada çalıştırılan Osmancık ile ilgiliydi. Çocuk henüz küçük olduğundan, kendini kanıtlamak için bu işe karşı çıkmamakla birlikte çok büyük bir istekle devam ediyor, babası da oğlunun ensesinden geçiniyordu – tabii küçük Osman’ın bundan haberi yok. O ne kadar güçlü, cesur olduğunu herkese göstersin sadece-. Seçme şansım olsa hangisi olmak isterdim diye düşündüm: bildiği tek şey bilgisayar oynamak olan Başar mı yoksa vaktini toprakla, doğa ile geçiren Osman mı? Doğduğumdan beri her sene Kuşadası’na gittiğim için doğa ile iç içeyimdir. Yazlığın kapısından girer girmez yaşça benden küçük fakat hacimce benden kat kat büyük kayısı ağacına tırmanırım, önce büyüklerime ikram eder en son kendim yerim ayrıca bahçemizi sulama işi de bana aittir. Düşünmeksizin Osman’ı seçerdim, uyandığında annesine sımsıkı sarılan, tarla işleri ile uğraşmaktan bıkmayan Osman’ı… Bir de babası vefat etmiş, annesinin de anca kendisine yetecek kadar parası olduğundan sokakta hatta bir arkadaşının evinin üstünde yatan bir çocuk var. Biz bu kadar bolluk içinde yaşarken bazı insanların güzel şeylerden mahrum kalması hiç mantıklı değil, neden Allah herkese eşit davranmıyor ki? Neden biz özel okullarda okurken, yemekhanede çıkan yemeği yağlı bulup beğenmezken bazıları çöplerden yemek topluyor? Niçin biz evimizde “ ev çok sıcak oldu, biraz kombiyi kapatalım” derken bazıları sokakta, çok zor şartlar altında yaşıyor? Ortada büyük bir adaletsizlik var. Yöreye özgü bir dili vardı Sarı Sıcak’ın, kolay kolay herkes anlayamaz dilini, gerek yöresel sözcükleriyle gerekse de lakaplarıyla farklı Çukurova yöresinin ağzı – ayrıca ben de anlamadım çoğu yeri-. Anlayabilmek için ya Çukurova’da yaşamış olmak ya da orada doğmuş olmak gerek bence, tıpkı yeni bir dil öğrenmek gibi ne kadar maruz kalırsan bir dile ya da ağza, o kadar çabuk öğrenirsin onu. Belki de bu yüzdendi kendimi tamamıyla öykülere ait hissedemem. Öykülerde yazanları genel bir fikir olarak anlasam da pek de derinlere inemedim bu farklı ağız sebebiyle. Her şeye rağmen güzel bir tecrübe oldu benim için, Sarı Sıcak. Her ne kadar bazı insanlar güzel şeylerden mahrum kalsalar da… Ömer Mesud Toker 21302479 Türkçe 101 – 3 Ali Turan Görgü 4. Ödev – Final İnsan Neyle Yaşar? Mutluluk nedir? Neler sizi mutlu eder? En mutlu olduğunuz zaman ne zaman? Bu soruların cevapları kişiden kişiye değişir. Mesela, babasını çok seven küçük bir kız çacuğunun babası uzun süreli bir işten eve döndüğünde koşarak babasının boynuna sarılması küçük kızın paha biçilemez mutluluğunu gösterirken; matematiğe aşık bir matematikçinin en mutlu olduğu an ispat yaptığı andır. Bir sporcu için en büyük mutluluk kupa kaldırmakken, bir üniversiteli için kep atmaktır. Kimileri için düğünler en sevinçli zamanlar, kimileri için ise ölmek en büyük mutluluktur. Yani bence, mutluluk sevdiğimiz bir şeye ulaştığımızda elde ettiğimiz veya hissettiğimiz bir olgudur ki hepimiz aslında doğamızda bulunan bu his için yaşarız. Hayatınızı gözden geçirirseniz, herhangi bir şeyi mutlu olmak için yaptığınızı fark edebilirsiniz. Kısacası, yaptığımız her şeyin altında mutluluk, onun altında da sevgi yatar. * Bir matematikçinin dostuna söylediği bir söz (Ben gibi matematik olimpiyatçısı bir arkadaşımın muhtemelen bir dergiden fotoğrafını çektiği ve bana gönderdiği bir resim olduğu için kaynağım yok) Benim kendimi en mutlu hissettiğim zamanlar ise liseye başlayana kadar neredeyse tüm çocukluğumu beraber geçirdiğim iki candostumla beraber geçirdiğim vakitlerdi. Şimdilerde izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, oynadığım oyunlar hatta lise yıllarımda matematikçi olduğum halde yaptığım ispatlar onlarla geçirdiğim bir dakikanın verdiği mutluluğun yanına bile yaklaşamıyor. İşte bunun sebebi birbirimizi gerçekten sevmemizdi bence. Hatta o kadar ki üçümüz de herhangi birimiz için canını verebilir derecede “candan dost”lardık. Üç silahşörlerin “Hepimiz birimiz, birimiz hepimizin için!” felsefesini hayatımıza çok iyi uyarlamıştık. Şimdi siz bizim için “Siz çıldırmışsınız!” diyebilirsiniz belki ama şu dünyadaki en mutlu kişiler çılgın olanlar değil mi? Demek ki hayatımız boyunca yaptığımız her şeyin altındaki sır, sevgi, dünyadaki en değerli şey. Oscar Wilde’nin Mürver Ağacı adlı kitabının ilk öyküsü Mutlu Prens’te, Tanrı meleklerden birine en değerli iki şeyi getirmesini emrettiğinde meleğin, birbiri için atmış, birbiri için parçalanmış ve birbirini seven iki yüreği getirmesi de benim bu düşüncemi çok güzel bir şekilde gözler önüne seriyor. Kitabına aşkın ve sevginin en değerli şey olduğunu göstererek başlayan Wilde, ikinci hikayesi Bülbül ve Gül’de sevdiği kıza bir al gül vermesi gereken ama böyle bir güle sahip olmayan bir öğrenciden ve öğrencinin bu isteğini duyan aşka değer veren bir bülbülden bahsetmiş. Bülbül bu aşk için canını vermiş fakat kız bu eşsiz sevgiyi bir mücevhere tercih etmiştir. Günümüzde de artık her şey karşılıklı ve beklentili hale geldi. Arkadaşlıklar, dostluklar hatta evlilikler bile karşılıksızlığını yitirdi. Her geçen gün farklı olaylarla sosyal medyaya damgasını vuran evlilik programları da insanların sevgi değil mal, mülk aradığı içler acısı komediler haline geldi. Sadece izlediğimiz programlar değişmedi; artık biz de karşılıksız yardımı, beklentisiz sevgiyi unuttuk. Candan Dost öyküsünde ise, Wilde’nin, “İnsanın başkaları için yaptığı iş gibi zevkli hiçbir şey yoktur!” gerçeğini anlayamaz olduk. Biz üç candostun dostluğunu diğerlerinin anlayamaması gibi, Leyla’nın aşkıyla yanıp tutuşan deli zannettiğimiz Mecnun’u da anlayamıyoruz. İnsanların gerçek mutluluğu bulamadıklarını veya hiçbir zaman yeterince mutlu olamadıklarını söylediklerini hep duymuşsunuzdur. Bunun asıl sebebi fakirlik, yalnızlık, başarısızlık ve daha sayabileceğimiz birçok şey değil, sevgisizlik ve karşılıksız sevmeyi bilmemektir. Kısacası insan sevgi ile yaşar. Aynı Tolstoy gibi Oscar Wilde de, bu kitaptaki öykülerinde bunu anlatmaya çalışmış ama tabii anlayana. Mutlu Yiğitcan Köse 21703941 Bozukluklarla Dolu Her Şey “Biri beni onarsın ne olur; çırak ya da kalfa, usta lüks olur. Onarsınlar beni niçinse niçin… Kullanışlı değilsin diyorlar hiç kimse için. Rol yaparsam Musa diyorlar, yapmazsam Firavun diyorlar bana. Beni buradan alın…” (s.24) Bozukluklarla dolu benim vücudum, onarılmayı bekleyen bir sürü uzvum var. Ne çırak ne kalfa ne de usta, hiçbiri benim dermanım olamadı. Israr ettim, üstüne gittim, denedim. Başarısız olmama rağmen defalarca denedim. Nedense hiçbirinde daha iyiye doğru gidemedim. Ne merhemler sürdüm, bana mısın demiyor, geçmiyor şu sancılı hayat. “Dünya benden büyüktü, aşktan küçük/Kendimi aşka hibe etmeye ant içtim/Neden taburcu olacakmışım senden sevgilim/Yeminler olsun iyileşmedim, iyileşmeyeceğim/Zenginim fakat yetim/Halkın uğramadığı halk kütüphaneleri gibiyim.” (s.35) Bu satırları okuduğum anda kafamda canlandı koskoca mazi. Bu satırlar beni yazmaya sevk etti bir dakika bile tereddüt etmeksizin. Geçmişim bir film şeridi gibi bir anda geçti gözümün önünden ve her anı yeniden bitiverdi aklımda. İşte şimdi yeniden görüyorum. İnsanlar var etrafımda, hayıflanmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Ne zaman istemedikleri bir şey olsa, bu olay asla kendilerinden kaynaklı olmuyor. Hep başka bir şeyi suçlamaya eğilimliler. Ben kendimden başka hiçbir şeyi suçlamıyorum. Herkes kendi derdini dünyadaki en büyük dert sanırmış, elin yumruğunu yemeyen kendisininkini balyoz zannedermiş. Mış da mış, müş de müş. Herkes bir şeyler diyor kendisine göre. Kelin ilacı olsa kendi başına sürermiş. Her ne kadar tasvip etmesem de, bu kadar derdimin arasında biri bana gelip de şöyle yapsana dediği vakit sığındığım bir cümledir bu. Git kendi işinle ilgilen arkadaşım, çok biliyorsan önce bir kendini düzelt, sen de aynı dertten mustaripsin. İyi kalpli olmak kişinin kendi vicdanına, aklına, tecrübesine kalmış olan ve günümüzde çok nadir de olsa bazı insanlarda görülebilen bir vasıf. Kendisine saygı duyabilmek istiyorsa insan, bu vasıftan ödün vermemesi lazım aslında, ama bu kimin umurunda ki? Kalp kıranlar ve kalbi kırılanlarla dolu bir hayatın içinde, herkes kendi dünyasında sayılı günleri yaşıyor. Paramparça oldu vücudum, neden diye düşünmeye daha fırsatım olmadı. Belki ben de paramparça etmişimdir birilerini, bir nevi karmanın azizliğine şahit oluyorumdur. Anladım ki ben bozukluklarla dolu bir vücudum var, garantisi yok ki böyle şeylerin, düzeltemiyorum. Üstüne daha çok git dediler, gittim, fayda etmedi. Zamana bırak düzelir dediler, düzelmedi. Biri beni onarsın, çok ihtiyacım var. Daha çok arkadaş edin, kafan dağılsın dediler, edindim. Sonradan o arkadaşlar beni daha çok yaraladı. Keşke demekten haz almam ama bazen diyorum ki keşke çocuk olarak kalsaydım. O zamanlar ağlamak dışarıdan ayıp görünmüyordu. Şimdi ise herkes etrafındakilere mükemmel hayatlar yaşıyormuşçasına gösteriş yapıyor. Tek başına kaldıklarında akıttıkları gözyaşlarını saklıyorlar. Hayat bizi nereden nereye getirdi, dalıp gidiyorum bazen bunu düşünürken. Bir de şu var tabii; beni kim, nasıl ve nerede onaracak? Bozulmuş bir kalbim, bozulmuş bir beynim var. Herkes bozulmuştur belki de. Kimsenin kimseye faydası olmadığı bir dünyada yaşamıyor muyuz sonuçta? Bir de şu laf var, söylemeden geçemem. Terzi kendi söküğünü dikemez. Sonuna kadar katılıyorum, gerçekten de dikemez. Ben dertlerim son bulsun diye bir ümit psikoloğa gittim. Birkaç randevudan sonra öğrendim ki evlilik terapileri veren psikoloğum birkaç ay önce eşinden ayrılmış. Bak sen şu işe ne kadar da ironik değil mi? Bunu öğrendikten sonra terapilere olan bakış açım tamamen değişti. Zaten parçalanınca insan dört bir yanından hayatında birçok şey değişiyor ister istemez. Sevmeyi, sevebilmeyi hayatının merkezi haline getir dedi psikolog, ben ise sevmenin ne Mutlu Yiğitcan Köse 21703941 demek olduğunu çoktan unuttuğumu söyledim. Söylediği şey şu oldu, umarım seni ayakta tutan bir şeyler vardır. Ben de içimden dedim ki, bir kere daha eksildim, bir kere daha parçalandım. İşte tam da bu şekilde etkiledi beni bu kitap: biraz acı, biraz da buruk. Eninde sonunda her şey iyi mi olacak onu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki, bozukluklarla dolu her şey, artık gerçekten biri beni onarsın… Halil ibrahim Turan Kuraldan Çok Kuralcı İnsanları belirli kalıplar içerisine sokmaya çalışmak toplumumuzda yaygın görülen bir davranış. Bu yazıyı yazarken bile istediğim gibi yazmak -belli bir kalıp dışında sadece hissettiklerimi şu an aklımdan geçenleri yazmak- yapabileceklerim arasında değil. Her yerde kurallar var; kimisi yazılı kimisi sözlü. Kurallar kimi yerde kolaylaştırırken hayatımızı kimi yerde çekilmez hale getiriyor. Trafik kuralları gibi hayatı düzenleyen, kolaylaştıran kurallar zorunluluktan ortaya çıkmış olsa da toplumun kendi içerisinde zamanla oluşturduğu değer yargıları nasıl oluşmuş merak etmiyor değilim. Yaşadığımız çevre doğrultusunda şekilleniyor hayallerimiz, hayata bakışımız, yaşam biçimimiz. Ben istediğimi yaparım arkadaş kime ne! demek için gerekli özgüveni kendimde bulamayıp yaşadığım çevreyi, toplumun getirdiği kısıtlamaları suçladığımı düşünebilirsiniz elbette. Fakat işin doğrusu kısıtlamalar, kurallar biz yok desekte oradalar. Aslında bu durum biraz da subjektif bazıları toplumun getirdiği kısıtlamaları bir şekilde kendi lehine kullanıp istediği hayatı yaşıyor. Kuralları çiğnemek yerine yapmak istediklerini kurallara uygun hale getirebiliyorlar. Öte yandan ecnebilerin “break the chain” muhabbeti var. Belki de nefret ettiğim/ettiğimiz kısıtlamalar bizlere kısıtlama gibi geliyordur. Sonuçta beynimiz çok farklı bir dünya. Kendi kendimizi başaramayacağımıza inandırdığımız için bahane üretiyor olabilme ihtimalimiz de var. Yani önümüzdeki en büyük engeli aşmak, kendimizi aşmakmış diyebilir insan. İnsanlar bu kendini aşma olayı için farklı yollara başvuruyor: kimisi dağın başına çıkıyor kimisi aşmış bir insana gidiyor -kendimi nasıl aşabilirim- adlı konferans için. Kuralsız bir toplum ve yaşam düşünülebilir mi? diye soruyorum kendime. Tıpkı bir sistemin çarkları gibi bazı kurallar da hayatımızın devam edebilmesi için (en azından belli bir yere kadar düzen içerisinde) olmazsa olmazlardandır. Hayati öneme sahip önemli kuralları saymazsak eğer insanların kendi kendilerine yetebilecek seviyede olduklarını düşünüyorum. Yani kuralların bizi kısıtlamasına izin vermeden yaşayabilmek mümkün olabilir. İnsanların iyi yaşayabilmesi için belli yazılı ya da toplumsal normlara ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Evrensel doğrunun gerçekten evrensel olduğuna inanmaktan vazgeçmeyi bırakmamalıyız. Yani toplumun ahlaki yapısını, etik değerlerini düşünürsek; bizim toplumumuzdaki ahlaki yapı din çerçevesinde şekilleniyor. İnsanlara karşı dürüst olmayı toplumun etik değerlerinden değilde içimizden gelen bir şey, evrensel bir normun gereği olarak görmeliyiz. Tüm bunların yanında toplumda yasalar dışı uyduğumuz – bilinçli olmadan- kurallar da var. Toplumun en küçük yapı taşı olan aileden başlayan ve büyürken geçirdiğimiz evrelerde kendimizi ailemizi koyduğu kuralların işleyişine kaptırırız farkında olmadan. Çocukken , ailemizin yazılı olarak belirtmediği fakat farkında olduğumuz ‘akşam ezanından önce evde olmak’ aslında kurulu düzeni bozmamak için uyduğumuz toplumsal bir gerekliliktir. Kurallara kısıtlamalara maruz kalmayanlar var bir de. Güç sahibi olanlardan bahsediyorum. Politik, dini, askeri gücü olanlardan. İnsan hayatlarını, ülke geleceklerini ellerinde tutanlardan bahsediyorum. Onlar insanlara kurallara uymalarını tembih edip dururlar. Fakat kendilerinin pek kurallarla hatta toplum değer yargıları ile ilgileri yoktur. Özellikle siyasetçilerde bu duruma daha çok rastlarız ki bu çok rahatsız edici bir durum bence. Milli değerler, toplumun ahlaki yapısı hakkında siyaset yaparlar. İnsanların nasıl yaşamasını söylemekten çekinmezler fakat kendileri için bir sınır, engel, kısıtlama bulunmaz. Yozlaşmaktan kurtulmaktan bahsederler sürekli fakat kendileri toplumu, toplumun değer yargılarınının yozlaşmasını umursamazlar. Yozlaşmış toplumlar, kısıtlamalar ile toplum olma statülerini de kaybetme tehlikesi içerisindedirler. Halil ibrahim Turan İşin özü, kuralların insanları kısıtlaması insandan insana değişen bir ifade olmakla birlikte bazı temel kuralların toplumsal sağlığımız için gerekli olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Toplumun değer yargılarınının insanların yaşayışı üzerinde etkili olduğu da bir gerçek tabii ki. Bir de kuralların öneminden bahsedip kurallarla işleri olmayan güç düşkünü tayfa var tabi onları da unutmamak lazım. İnsanlara sürekli toplumun değer yargılarından dem vurup nasıl yaşayacaklarını söyleyip kendileri için gerektiğinde kurallarla oynayanlardan bahsediyorum. Mesela bizim siyasetçilerimizin insanlara aşıladığı “yaşam modeli” vardır. Dini motiflerle işlenmiş bir muhafazakar model bu ama kendi hayatları insanlara telkin ettikleri bu hayat modelinden çok uzaktır. Utku Türkbey Beni En İyi Bilen Yine Ben Kendimizi tanımak, sınırlarımızı bilmek aslında gelişim için atılacak ilk adım olabilir. Osman Çakmakçı yanlış anlamadıysam birçok konunun yanında buna da değinmeye çalışmış “Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog” adlı eserinde. Genel anlamda konuşma eyleminin tanımı ve mümkün oluşunun sorgulanması üzerinde durmuş ve kısmen bu eylemin imkansızlığını aslında konuşan bireylerin birbirini anlamadaki yetersizliğine bağlamış. Bu sorunu aşmak için de ön koşul olarak - kendi ifadesiyle – “ kendi kabının bilincine varabilmeyi “ yani başka bir deyişle kendini tanımayı gösteriyor. Eserdeki bu bilinçli olma problemi beni kendi kişiliğim ve toplumsal duruşumuz üzerine düşünmeye sevk etti. İnsanın ve toplumun yıllar boyunca geçirdiği evrim sonucu insanın kısmen bencil bir varlık olduğunu, kendi egosunu doymak bilmez şekilde beslediğini ve sürekli bir kıyas içinde olarak toplumla yarıştığını düşünüyorum. Bu yarış onu kapalı bir döngüye sokma eğiliminde. Daha çok kendini olumlu ve doğru örnek olarak ön plana koydukça daha az kendini tanıyan bir varlık oluyor insan ve kendini daha az tanıdıkça bu tür bir ben merkezli – ben merkezli derken anlatmak istediğim şey kendini, aksinin mümkün olabileceğini düşünmeksizin doğru kabul eden – bakış açısına kapılma ihtimali de artıyor ve maalesef neredeyse fayda sağlayabilecek olumlu bir yanı olmayan bir döngünün esiri haline geliyor. Çoğul konuşuyorum ama bu toplumun bir parçası olarak ondan çok da farklı olmadığımın/olamadığımın farkındayım. Benim de bakış açılarım kendi özümün yani kendi geçmişimin ve bu günümün harmanı olan kişisel iç halimin dışında çoğunlukla başka bireyler ile girdiğim kıyaslamalara ve genel kabul gören yargılara kapılarak şekilleniyor. Bu durumumu okuduğum, gazetedeki diyaloglardan derlenmiş eski temelli bu kitap gibi çeşitli dış uyaranlar sayesinde kimi zaman fark ediyorum ancak yıllar boyu etkisinde kaldığım bencillik şartlanması nedeniyle değişime uğrama becerim gün yüzüne çıkmakta zorlanıyor. Bencillik ve kendini tanıma uyumlu kavramlar gibi gelse de kulağa, aslında birbirlerinin doğal düşmanı olarak yorumlamak mümkün. Bencil olma durumu bireyin kendini tanımaktan çok kendini tanıdığını sanmasına yani aslında olmak istediğini sandığı şeyi olduğuna inanmasına yol açıyor. Kısmen bir perde gibi. Özü kusursuz şekilde örten bir perde. Kendimizi tanıdıkça o kabımızın duvarlarını hissetmeye başlayabiliriz. Kapasitemizi, isteklerimizi; geleceğe dair olasılıkların, geçmiş hatıraların ve bugünün yaşananlarının bilincimize etkilerini kısmen daha iyi anlamak bu şekilde mümkün. Elimize bu ekipmanlar yani bu yorumlama yeteneği geçtiğinde çevresel varoluşların bize etkilerini kavrama işi de daha sağlıklı bir hal alma eğiliminde. Konuşmanın mümkün olup olmadığı problemi de işte kısmen bu aşamayla ilgili. Osman Çakmakçı, her bireyin sözcükleri kendi yaşanmışlıklarına dayanarak yorumladığını ve bu yorumlamanın da konuşma sırasında anlatılan ve anlaşılan arasında farklılık yarattığının ve karşılıklı anlama eyleminin gerçekleştirilemeyeceğini savunuyor. Kendini tanıma ve herhangi bir dış iletiye karşı kendi yapacağı yorumları anlamlandırma, temellendirme becerisine sahip birey bu karşılıklı uzlaşımı yani konuşmayı sağlayabilir. Bu konuşma eylemi iki birey arasında sınırlı olmak durumunda değil. Doğa veya 1 Utku Türkbey herhangi bir sanat eseri ile insan arasında sözcükler olmadan da iletişim olabilir ve iletişimin her türlüsü gelişime yol açar. İnsanın kendi kalıplarını çatlatmasını ve daha ileri gitmesini sağlar. Bu ilerleyiş ben merkezliliğin bireyi kendinden uzaklaştırmasının aksine onu kendini tanımaya yönlendirir. Kendini tanıma yolunda atılacak her adım bireyin çevresini –buna etrafındaki insanlar ve insan dışı etmenler olarak bakmak mümkün- anlamadaki becerisinin gelişimi sağlayacak niteliktedir. Kendini tanımanın gerektirdiği bilincin özünün de yine bireyin kendisinde mevcut olduğunu düşünüyorum. Buna ulaşmak için de en başta aşılması gereken engel kendimizi tanımadığımız gerçeğini kabul etmek. Bir nevi değiştirmeye çalışmadan önce o şeyin varlığını kabullenmek. Belki o zaman konuşmak yani birbirimizi anlamak mümkün olabilir. 2 Utku Türkbey Ömer Faruk Babademez, 21601216 BİR YERLERDE HALA İYİLİK VAR Dünyadaki tüm insanlar korku içinde. Her şeye şüpheyle yaklaştığımız bir dönemdeyiz ve sevmek gittikçe daha da zorlaşıyor. Çünkü sevmek için güvenmek gerekiyor, bizse artık kimseye kolay kolay güvenemiyoruz. Peki neden bu güvensizlik, bu karanlık, önyargılı bakış insanlara. Dedim ya, korkuyoruz. Çünkü merhameti yok artık dünyanın. Her şey çıkar ilişkisine dönmüş, birbirini karşılıksız seven insanların sayısı bir hayli azaldı. Artık sokaklarda yürürken insanlar, karşıdan biri gelince yönünü değiştiriyor. Çocuklara çikolata alıyor bir adam, mutlu olsunlar diye ama onlar yiyemiyor. Çünkü kötü insanlar var ve her an kötü şeyler yapabilirler. Kimin kötü kimin iyi olduğunuysa anlamaya imkan yok. Yani ne korkan suçlu burada, ne de korkulan... Peki ne oldu da böyle merhametsiz kaldık peki biz? Ne zamandır bu kadar acınası durumdayız? Hepimiz bebek olarak geldik şu dünyaya. Küçücük, mini minnacık bir bebek. Başta her şeyi karşılıksız severdik. Annemizi mesela, karşılıksız severiz. Bir çocuk daha karşılığın ne olduğunu bilemeden bir karşılık bekleyemez ki annesinden. Hep anneler ve babaların çocuklarını karşılıksız sevdiklerini söylerler ama bana göre doğrusu tam tersi. Anneler, babalar çocuklarını onlardan bir parça oldukları için severler. Çocuklarsa onları sadece sever... Her çocuk böylesine masumdur ilk doğduğunda. Sonuçta dünyadaki insanlar bebek olmadı mı? Suriye'de doğan çocuğu da aldılar kucaklarına insanlar, Fransa'da doğanı da. İkisinin de ne kadar tatlı olduğundan bahsettiler. Atatürk'ü de Hitler'i de bebekken aldı insanlar ve ne kadar masum olduklarını düşündüler, ikisinin de. Hiçbir fark yoktu bu iki bambaşka kişinin bebeklikleri arasında. Bundan sonraysa her şey başlıyor işte. Hitler'i Hitler yapan da bu dünya, Atatürk'ü Atatürk yapan da. Dünya hepimize bazı yollar açıyor, onlardan hangisini takip edeceğimizi bize bırakıyor. Yani sorumlu biziz, seçimi biz yapıyoruz. Hiçbir şey için dünyayı daha suçlayamayız. Bazılarımızın şartları daha kötü olabilir, bu doğru. Bazılarımız çok daha şanssız gelmişizdir buraya. Bunun sebebi de dünyanın bize dayattığı koşullar değil, bunun sebebi yine biziz, insanlar. Hiç kimse yatmak, boş boş vakit geçirmek için gelmedi buraya. Herkes olabildiğince mücadele etmeli, özellikle bu dönem de, herkes burayı biraz daha güzel bir hale getirmek için çaba sarf etmeli. Çünkü biz şu an Suriye'de doğmuş da olabilirdik. Belki savaşın ortasında, bir enkazın altında günlerdir aç ve susuz şekilde kurtarılmayı bekliyorduk şu an. Veya Somali'de açlığımızı bastırsın diye karnımıza taş bağlamıştık. Bu insanların da herkes kadar yaşamaya hakkı var sonuçta. Hatta şu an çektiklerinden sonra hepimizden daha çok hakları var mutlu olmaya. Biz tek başımıza belki hiçbir şey yapamayız, hiçbir şeye sebep olamayız ama beraber dünyadaki her şeyi yoluna koyabiliriz. Merhamet ederek, dünyanın sadece merhametsiz insanlardan oluşmadığını gösterebiliriz. Korkularımızı kullanıp onları bize empoze etmek isteyen insanları yalnızken, tek başımızayken yenemeyiz. Ancak hep beraber olursak bize dayatmak istedikleri korkuları birliğimizle onların en derin kabuslarına sokabiliriz. Kaçarak umursamayarak, televizyonda acınası bir haberi gördüğümüzde kanalı değiştirerek vicdanımızı temiz tutamayız. Fakat mücadele edersek, doğruyu haykırırsak, onun için savaşırsak vicdanımızı rahatlatabiliriz. Belki ölürüz bu yolda ama ölsek de arkamız da güzel şeyler bırakmış oluruz. Bir hiç uğruna ölmemiş oluruz. En güzeli, dünyaya nasıl masum geldiysek aynı masumlukla ölmüş oluruz. Her geçen gün artıyor kötülüklerin ve kötülerin sayısı belki ama asla umutsuzluğa sürüklenmemizi gerektiren bir durum değil bu. Çünkü hala bu dünyada hiç düşünmediğimiz kadar içinde iyilik olan insanlar var. Önemli olan insanları bilinçlendirmek, onların içlerindeki bu merhameti görmelerini sağlamak. Eğitirken önce iyi bir insan olmayı öğretmek, doğruya nasıl ulaşabileceğini göstermek. Çünkü iyi olmadıktan, doğruyu bulmadıktan sonra bir insan; dünyanın en zengin, en şanlı şöhretli insanı olsa ne olur? Hepsi fani şu dünyada. Diyor ya Necip Fazıl, "Cenazem de olmasın çelengim top arabam, tabutumu taşısın dört tam inanmış adam." Ölünce tüm fani şeyler uçup gidiyor işte. Arkamızda bırakabileceğimiz tek şeyse dünyaya katabildiklerimiz oluyor... KAYNAKÇA -Kısakürek, Necip Fazıl. Vasiyet. İrem Geçioğlu RAYLARA SIKIŞAN HAYATLAR Dünya üzerinde yaşayan her insanın bambaşka bir hayatı vardır. Farklı insanlar, dönüm noktaları, farklı hatalar, sevinçler ve üzüntüler… Fakat bütün bu yaşantıların çok önemli bir ortak noktası var. Her hayat bir noktada başlar ve nasıl yaşanırsa yaşansın bir noktada da biter. Yaşadığımız süre boyunca yüzlerce kişiyle tanışırız ve bu kişilerin bir kısmını da çeşitli sebeplerden siler atarız. Mutlu olduğumuz anlar da olur üzüldüklerimiz de, tökezleyip düştüğümüzde tekrar kalktığımız zamanlar ya da küçük ama etkili pes edişler. Bunların tamamı yaşantılarımızın olmazsa olmazlarıdır. Sıradan yaşantımızı heyecanlı hale getiren ve bize yaşama sevinci veya hayata tutunma amacı veren küçük olaylar. Bütün bunları bir arada düşündüğümüz zaman, bana sorarsanız bir insanın yaşantısını benzetebileceğimiz en uygun şeylerden bir tanesi tren yolculuğudur. Bir tren yolculuğu düşünün uzun yıllar süren, yolcusu bol olan, başlangıç ve bitiş noktası aynı kalsa da rotası yıllar boyunca makinist tarafından ansızın değiştirilebilen. Bununla birlikte bir tren de hayal etmeliyiz, upuzun vagonları ve alışılagelmişin dışında bir başta bir sonda lokomotifi bulunan ayrıca yolcularını ince eleyip sık dokuyan, işine oldukça bağlı bir kondüktör ile birlikte. İşte bu tren bizim yaşantımızı simgeler. Bazen rayların üzerinde, traversleri titretip çakıl taşlarını sağa sola saçarak son hızla ilerlerken bir yan yol görür ve merakımızdan gireriz. Bu yeni yol eğer doğru bir karar ise trene hız verip devam ederiz. Fakat yanlış bir karar ise arka taraftaki lokomotife geçip trenin yönünü değiştiririz. Çünkü trenin makinisti de, kondüktörü de, trende bulunan en önemli yolcu da biziz. Başka bir deyişle biz Trendeki Kız’ız, aynı Rachel gibi. Rachel da hayatına yön vermeye çalıştıkça hatalar yapıp geri adım attı, yeni şeyler keşfetti, yeni insanlar tanıdı, yanlış yollara girdi. Rachel’ın farklı bir yanı daha vardı. Hayatını bir tren yolculuğu olarak yaşamakla birlikte aynı zamanda hayatının büyük bölümünü kelimenin tam anlamıyla trende geçiriyordu. Bir de yolculukta mola verilen duraklar vardır. Yolcuların inip bindiği ya da makinistin bir ara verip soluklanması için durulanlar. Bu duraklarda inen yolcuları hayatımızdan çeşitli sebeplerden dolayı, bazen başka bir durakta binebilecek şekilde bazen ise geri dönülemez bir biçimde çıkarttığımız insanlar olarak görüyorum ben. Binenler ise tam tersi hayatımıza yeni giren parlak ve taze başlangıçlar… Hatta bazen kötü kalpli insanlar ya da yanlış seçimlerimiz yüzünden çaresiz kaldığımız kırık dökük raylarda bile yolculuk ettiğimiz olmuştur. Fakat bu zamanlar da bile en önemli nokta kendimize olan güvenimizi kaybetmeyip zorluklarla kahramanca baş etmek ve tekrar doğru yola çıkmaktır. Çünkü ne kadar kondüktörümüz oldukça dikkatli çalışsa da bazen kötü kalpli kaçak yolcuları da ağırlar bu tren. Bu yüzden de ayrıca bir önem taşır vagonlarımızdaki yolcular. İlk yola çıktığı anda birkaç yolcusu hâlihazırda bekliyor olur bu trenin. Görevliler ve baş yolcu da bindikten sonra ansızın başlar bu uçsuz bucaksız yolculuk. Yıllar geçtikçe ağırlaşır bu tren, yavaşlar, paslanır. Tren yavaşladıkça ve bozuldukça fark edilir artık neredeyse son durağa yaklaşıldığı. Son durağa yaklaştıkça trenden inen yolcular daha fazla üzüntü vermeye başlar. Çünkü zaten o zamana kadar trende bizimle olanlar artık yolcudan çok bir parçası haline gelmiştir bu trenin. İnmesini hiç istemediklerimiz, kaybolup gidiverir vagonların eskiden ışıl ışıl olan şimdi ise bütün ihtişamını yitirmiş koridorlarında. Tren yavaşladıkça yavaşlar ve artık biliriz, inmesi gereken son yolcu biziz. O son durakta üç kişi iner trenden; makinist, kondüktör ve o en önemli yolcu... Bu üçü, ardında kalan kişilerde büyük bir hüsran bırakarak iner ve giderler. Bir yolculuk daha bitmiştir artık. Bir tren daha eski hızlı günlerini, sadece ardında kalan kişilerin buruk gülümsemelerinin kenarlarında bırakmıştır. Bir makinist daha rota defterinin sonuna gelmiş, bir yolcu daha son durağa varmış ve bir kondüktör daha son biletini kesmiştir. “Hayat bir paragraf değildir, ölüm de bir parantez.”1 KAYNAKÇA 1 Trendeki Kız, Paula Hawkins 2015 Hüzünden Önce Son Çıkış İyi bir lise,iyi bir üniversite,iyi bir iş,güzel bir aile,güzel bir ömür ve hatta güzel bir ölüm... Hepimizin hayatı bu döngünün peşinde bir koşuşturmaca ile gelip geçiyor.’’Modern hayat’’ bu duruma bizi zorla itiyor ve adeta fanusun içindeki bir balık gibi yapay dünyamızda dolanırken buluyoruz kendimizi.Bu fanusun içinde dolanıp duran insanoğlu , bu sarmalı en iyi şekilde tamamlayıp sınırlı kaynaklardan pay kapmak için karşısındakileri kendine bir rakip olarak görüyor ve sükûneti acziyet olarak kabul edip hayatını sakin olma yetisinden tamamen uzak bir biçimde şekillendiriyor.Bu durum da Wilhelm Schmid’in Sakin olmak – Yaşlanırken Kazandıklarımız adlı kitabında belirttiği gibi sükunetin modern dünyanın kuralları altında ezilen günlük yaşamımızın kurbanı olmasına yol açıyor (s. 12). En son ne zaman kendinizle başbaşa kaldınız?Tamamen dış dünyadan kendinizi soyutlayıp bu koşuşturmadan bir an için uzaklaşma şansına hiç sahip oldunuz mu?Varlığınızın sebebini,neler yapmak istediğinizi,fındık kabuğunu doldurmayacak sebeplerden dolayı kırdığınız kalpleri,şuan sahip olduğunuz fakat kaybedebileceğiniz nesneleri hiç düşündünüz mü?Şuan yaşadığım kampüs hayatının bana en büyük faydası da benim bu şansı tatmama imkan sağlamasıdır.Gün içerisinde karşılaştığım yüzlerce farklı insana ve tamamen farklı düşünce yapılarına şahit olduktan sonra bazı akşamlar kendi başıma kalmaya ve bu koşuşturmacanın içinden bir an olsun sıyrılıp kendimi ve hayatımı sorgulamayı denerim.Aslında ne kadar küçük sebeplere aşırı tepki verdiğimi ,son günümü ve hatta son saatimi düşünürüm.Bu durum da zamanımızın kısıtlı olduğu gerçeğini bir kez daha şiddetle yüzüme çarpar fakat hayatımı şekillendirmemde en büyük yardımcım olur.Bu kısıtlı süre içerisinde biriktirdiğimiz güzel anları yoğunlaştırmanın yolu da modern hayat koşuşturmasında unuttuğumuz sükûnetten geçiyor. Sükûnetin kolay kazanılan bir imtiyaz olduğunu tabii ki iddia etmiyorum fakat hayatımızın merkezine yerleştirdiğimiz bu rekabet kavramının hiçbir zaman sona ermeyecek olduğunun farkında olmamız gerektiğini düşünüyorum.Yazarın da belirttiği gibi tüm gücümü yaşlanmaya karşı mücadele etmek yerine,kırışıklıklarıma gömülü hayatımı daha fazla kendimin bilincinde olarak taşıyayım isterim ben(s. 56).Buradan her şeyi olduğu gibi kabul etmemiz gerektiği anlamı çıkarılmamalı.Yalnızca daha az fakat öz muhabbetlerin,samimiyetlerin ve bu dinginliğin verdiği huzur ile dolu bir hayattan bahsediyorum. Her ne kadar yazar kitapta sükûnetin yalnızca yaşlılık ile edinilebilecek bir ayrıcalık olduğunu iddia etse de bu duruma kesinlikle katılmıyorum.Her ne kadar yaşlıların hayatımızda sakinlikleri ve bilgelikleri ile ön planda oldukları gerçeğini göz ardı etmesem de gençlerin de yaşlıların ve kendilerinin tecrübelerinden yararlanarak , kendi hayatlarını şöyle bir sorguladıklarında bu ayrıcalığa erişebileceklerine inanıyorum. Yaşadığımız toplumda bu durumun çok fazla tezahür etmemesinin sebebi de gençlerin yaşlıların seslerine kulak vermemesidir.Schmid’in de ifade ettiği gibi yaşlılığın en büyük sorunu da yaşlıların ruhlarına yük olan,bastırılmış hisleri dökmek istemeleri fakat kimse dinlemek istemezse sohbetlerinin akamete uğramasıdır : Anlatmak istenilen çok şey vardır fakat kulak vermeye hazır olan çok az...(s. 46)Onlarla konuşmaya çalıştığınızda gözlerinde oluşan ışıldamanın sebebi de tam olarak bu.Hayatlarındaki rutin düzenin,tercih edilmemiş dinginliğin dışına çıkabilmiş olmanın verdiği mutluluk... Stres,hırs,rekabet ve daha yüzlerce farklı problemler yaşadığımız şu hayatta neden sükûneti kapı dışarı ettiğimizi sorgulamamız gerekiyor.Neden kendimize zaman ayırıp hayatımızı gözden geçirmiyoruz?Neden yalnızca dışarıya farklı biri,daha güçlü biri gibi görünme çabasıyla sükûnetimizden ödün veriyoruz?Neden biraz da olsa sükûneti hayatımıza yerleştirdiğimizde kimsenin zarar görmeyeceğini kabul etmemekte diretiyoruz?Bu kitabı okuduktan sonra sınırlı olan hayatımı tüm olumlu ve olumsuz yanlarına rağmen bir kez daha derinlemesine gözden geçirme kararı aldım.Sizin de bu kararı verip bir an önce sükûneti hayatınıza yerleştirmeniz ve gerçek huzuru deneyimleyebilmeniz dileğiyle, Gökhan AYDIN Kaynakça Schmid,W.Sakin Olmak-Yaşlanırken Kazandıklarımız.İstanbul: İletişim Yayınları,2014.Baskı KÖYÜMDEN ESİNTİLER Bu yaz tatilimin bir kısmını Güre’de bulunan Çamlıbel Köyü’nde geçirdim. Babamın babaannesinden kalan köy evini, burada bulunan manevi değerlere sahip çıkmak amacıyla orijinalini çok bozmadan restore edip, şık ve güzel bir köy evi haline getirdik. Burası hem dedemin hem de babamın çocukluğunu geçirdiği, doğallığını hiç kaybetmemiş tertemiz havası ve samimi insanlarıyla bizi karşılayan bir köy. Çok çeşitli bir bitki örtüsüne sahip bu köyde çoğunlukla zeytin ağacı olmak üzere diğer birçok ağaç türüne de rastlamak mümkün. Köyde birçok sokak var ve her gün kardeşimle sabah kahvaltısından sonra tüm köyü gezerek yürüyüş yaptık. Köyümüzün çeşmelerinden akan taze ve berrak suyundan bol bol içtik. Hava o kadar temizdi ve oksijen de bir o kadar boldu ki bize gerçekten çok iyi geldiğini hissettik. Sabahları dinç ve dinlenmiş olarak uyandık ve gün içinde çok aktif olduğumuz için geceleri de çok rahat uyuduk. Maalesef büyük şehirlerde bu güzellikleri yaşamak pek mümkün olmuyor. Kalabalık ve çeşitli kirliliklerin bir arada bulunduğu bu şehirlerde yeşil alanlar ve parklar yapılıp temiz bir hava oluşturmaya çalışılsa da asla bir köy havasının yerini alamıyor. Bu yüzden senenin belli günlerinde büyük şehir karmaşasından kaçıp bir nebze olsun temiz hava ve doğal güzelliklerin olduğu bir ortamda bulunmak hepimize çok iyi geliyor. Zamanımı genelde öğlen deniz kıyısında akşam köyde ya da Güre İskelesi’nde yürüyüş yaparak geçirdim. Bizim köyümüz aynı zamanda sahile de yakın olduğu için biz hem köyün güzelliklerini yaşarken aynı zamanda masmavi ve berrak denize de girme fırsatımız oldu. Ege Denizi’nin o buz gibi suyuna küçüklüğümden beri alışkın olduğum için beni pek etkilemedi ama alışkın olmayanlar için denize girmek zor geliyor. Ailecek sahilde otururken, balıkçılar tekneleriyle daha yeni yakaladıkları balıkları kıyıda satmaya geliyorlardı. Bu sayede, ailecek severek yediğimiz balığı bolca ve taze bir şekilde yeme fırsatımız oldu. Köyün içinde de köylüler tarladan topladıkları taze ve organik meyve ve sebzeleri satıyorlardı. Biz de şehir marketlerinde çok da rastlayamadığımız organik meyve ve sebzelerden çokça yiyebildik. Köyde birçok hayvan vardı; köpekler, eşekler ve atlar... Hepsi o kadar uysal, o kadar sevecen canlılar ki her gün onları selamlayıp onlara belli isimler vererek ve onları besleyerek onlara yakın olma şansını elde ettim. Aslına bakılırsa canlılara doğaya bu kadar yakın olmak çocukluğumdan beri benim hayalini kurduğum bir şeydi. İnsanın üstündeki negatif enerjileri alıp yok eden, insanın üstünde terapi etkisi yaratan, kısacası geldiğimde huzur dolduğum bir yer burası. Özellikle horozların sabahın erken saatlerinde ötmesi bizim güne erken başlamamızı ve günümüzü daha verimli geçirmemizi sağlıyordu. Her sene olduğu gibi bu sene de dedemin mezarını ziyarete gittik. Bu köyün mezarlığı, bilinen diğer mezarlıklardan farklı olarak çok ferah, ağaç ve yeşilliklerle dolu ve deniz manzaralı bir mezarlık. Bu mezarlıkta ünlü sanatçı Tuncel Kurtiz’in mezarının olması ayrıca köye olan ilgiyi de arttırıyor. Babamın ailesinin geçmişi bu köyde çok eskilere dayanıyor. Babamın dedesi burada uzun süre muhtarlık yapmış ve herkes tarafından çok sayılıp sevilen bir insanmış. Bir gün köyü gezerken muhtarlık binasına uğradık ve burada çok eskilerden beri muhtarlık yapmış olan insanların resimleri sergileniyordu. Orada babamın dedesinin de muhtarlık zamanına çekilmiş resminin asılı olduğu görmek çok gurur vericiydi. Muhtarlıktan çıkarken önümüze küçük yavru bir kedi çıktı ve boynunda kocaman bir papyon vardı. Bu kedinin muhtarlığın sahiplendiği bir kedi olduğunu öğrendik ve çok sevindik. Köyde günlerimiz böyle geçerken akşam saatlerinde Güre İskelesi’nde de yürüyüş yapıyorduk. Burada Sarıkız Kazdağı Galerisi vardı. Ailecek bu güzel müzeyi gezmek istedik. Zeytinin ve zeytinyağının tarihini çok güzel anlatan birçok öge vardı. Ayrıca kitaplarını çok sevdiğim Sebahattin Ali’nin ve değerli sanatçı Tuncel Kurtiz’in balmumu heykelleriyle fotoğraf çekildim. Çamlıbel Köyü’nde geçirdiğim her gün benim güzel anılar yaşamama ve sevdiğim insanlarla beraber olmama vesile oldu. Hele ki şehir hayatının karmaşasından kurtulup burada doğayla iç içe bir yaşam geçiriyor olmak beni son derece mutlu etti. Sokak kedileri köpeklerini her gün görüp onları sevmek çok güzel bir deneyimdi. Çamlıbel Köyü’nü en azından bir kez görülmesi gereken muhteşem bir doğa harikası olduğunu düşünüyorum. Umarım bir gün herkes burayı görme fırsatı yakalar. Bilinmezliğin Bilinmez Bir Köşesinde Uzun bir yürüyüşe çıkmıştım Erkan’ın pes ettiği yoldan dönmemek üzere. İnsanların boş gürültüsünden uzaklaşıp hayatın ta kendisiyle karşılıklı çay içebilmekti umudum. Böylece sorgulayabilecektim hayata dair her şeyi. Yorgunluktan olsa gerek, biraz dinlenebilmek umuduyla otururken kaldırımda, tepemde bulunan ağacın yapraklarından biri koptu. Ne kadar da gereksiz bir hayattı yaprağın ki. Sordum ona havada son kez süzülürken: ‘’Sonbahar gelince dökülmek midir yaprağın görevi?’’. Yanıtladı usulca: ’’Dört taş arasına gömülmek midir insanın görevi?’’. Hayat bir bardak çay koyar. Sahi, ölüm bana da uğrayacak değil mi? Hâlbuki hiç ölmeyecek gibi yaşıyorum. Hatta ölmeyeceğim konusunda kendimi o kadar iyi şartlandırmışım ki çoğu zaman şimdiyi yaşamaktansa geleceğe odaklanmaya çalışırım. Sürekli bir plan, bir hayal veya bir umut peşindeyim. Ancak ne yazık ki gelecekte beni bekleyen tek şey kaçınılmaz olan ölüm. Erkan kendisinin zaten bir ölü olduğunu, sadece bu ölme işleminin devam ettiğini söylemişti. Peki ya ölüm nedir benim için? Mutlak bir son mu ki acaba? Ağzımı kulaklarıma kadar açıp gülmeme neden olan mutluluk, asla sönmeyecek olan aşk ateşim, sınav öncesi gereksiz yere heyecana kapılmam, biz insanları köleleştiren paraya olan açgözlülüğüm, kendi hayatımdan çok sevdiğim birini kaybettiğimde o tarif edilemez iç parçalayıcı hüzün, başarılarım, hayal kırıklıklarım, planlarım… Kısacası beni ben yapan her şey bir anda elimden koparılıp alınacak. Öyle bir karanlığa gömülecek ki o duygularım, ne bir daha görebilecek ne duyabilecek ve ne de koklayabileceğim. En kötüsü de hatırlayamayacağım bile. Neden mi? Çünkü ölüler hatırlayamaz. Madem öyle yaşadığım yaptığım her şey boşa değil mi? Bunu kulak ardı ede ede nasıl oluyor da yaşamaya devam edecek gücü buluyorum? Nasıl olur da dünyadaki kahkahalar, acı çığlıkları ve yere damlayan gözyaşlarının sesini bastırabiliyor? Bilmiyorum. Bir bardak daha koy iki şekerli olsun. İşin daha da garip yanı şu ki daha ölmeden gömülmüşüm dört taş, duvar arasına. Evden okula, okuldan eve. ‘’Beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar. Peki ama kim ya da kimler? Ya da belki ne?’’ diye soruyor Erkan. Ben de soruyorum ve gene herkes bu durumdan şikayetçi. Ancak şu kaldırımda kafamı kaldırıp baktığımda bile vızıldayan arabalar, bir yere yetişmeye çalışan telaşlı insanlar, gözleri ile birbirini dövenler… Madem bu durumdan hoşnut değiliz neden hala yapıyoruz sevmediğiniz işleri? Sadece halinden memnun olup, yüzü gülen iki çocuk var uzakta. Birbirleriyle şakalaşıp top oynuyorlar. Çocukken ben de çok gülerdim. Ama ne yazık ki büyüyünce onların da gülücükleri solacak, dudakları iki yandan boyun eğip somurtacak benimkiler gibi. Neden mi? Çünkü o çocukların etrafına dört duvar örülecek bana olduğu gibi. Buna düzen de, kural de, kanun de, yetişkinlik de, modernlik de. Ne dersen de ortada bir düzen var ki benden evvel, babamdan evvel, onun da babasından da evvel kurulmuş. Hepimiz o penceresiz dört duvar arasında bizden öncekiler de böyle yaşamış, demek ki yaşam bu, deyip düzenin bir parçası oluyoruz. Kim kurmuş bu düzeni ya da ne kurmuş? Bilmiyorum. Çayım soğudu şunu tazelesene. Bir şeker kâfi. Biz insanlar herkesi bir düzen etrafında toplamaya çalışıyoruz yaprak efendi. Birbirimizden ne kadar farklı olduğumuzu umursamadan. Bunun da sayısız karışıklıkları, anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak çıkması muhtemel olan kargaşaları yani kaosu engellediğini söylüyoruz. Hâlbuki polisler Erkan’ı düzeni sağlamak adı altına dövdüğünde ortada sadece korku ve nefret kalmıştı. Kim bilir belki de yanlış kişileri yanlış işi yapması için zorlayarak kaosun tohumlarını ellerimizle ekmiş oluyoruz. Bilmiyorum. Şekersiz olsun bu seferki. Söylesene yaprak, etrafımızdaki duvarlar olmasaydı ve herkes kendi istediği şekilde yaşasaydı daha iyi bir yer olabilir miydi dünyam? Sanırım yalnızca bu sorunun cevabı hiçbir önem arz etmiyor. Çünkü başkasını sınırlandırmak için her ne kadar yüce bir neden varmış gibi gözükse de birbirimizin hayatına karışmaya zırnık kadar hakkımız yok. Kaç sene yaşayacağım konusunda her ne kadar hak iddia edemiyor olsam da bu kısa ömrümü istediğim gibi yaşamakta yerden göğe kadar hakkım var. Ayrıca kimse kimsenin yolunu küçümseyip hatalı bulup laf atmamalı. Yani ben çıkıp da hop kardeşim yanlış yapıyorsun. Şu şöyle olacak bu böyle olmalı diyemem. Zaten kimin haklı kimin haksız olduğunu nasıl anlayabiliriz ki? Yolun sonunu görüp de dönen mi var? Kimimiz önündeki izleri takip ediyor çöpçü Mahmut gibi. Kimimiz yepyeni izler açıyor. Kimimiz ise yollarda kayboluyor Erkan gibi. Kim bilir belki de hepimiz genişliği ve uzunluğu uçsuz bucaksız olan tek bir yolun farklı kulvarlarında, üstümüzde gezen akbabalara aldırmadan içgüdüsel bir şekilde ilerliyoruzdur. Artık yürüyemez olana değin. Bilmiyorum. Ne çayı be hayat. Tat mı bıraktın ağızda. Hiçbir şey bilmiyormuşum sanırım yaprak. Bin bir türlü cevap beklentisiyle çıktığım şu yolda ne kadar düşünürsem düşeneyim bir sonuç çıkaramıyorum ve bilinmezliğin içinde biraz daha kayboluyorum. Gittikçe söndü içimdeki cevap arayışı, kırıldı umutlarım. Ben farklı olacaktım hani? Erkan gibi pes etmeyecektim yolda. Kulaklarımı dört açmış dinliyorum hayatı. Ama duyduğum şeyler insanların boş gürültüsü, kuşların ötüşü ve yağmur tanesinin toprağa değerken çıkardığı sesten öteye gitmiyor. Erkan ile aynı bilinmezliğe düştüm sanırım. İşitmek istediğimiz neydi peki? Aradığımız şey gerçekten de var mı ki? Var olup olmadığını bile bilmediğimiz bir şeyden nasıl acı çekiyoruz ki? Furkan Gönül Kaynakça Ayhan Geçgin. Uzun yürüyüş. Metis yayınları,2015 Foto: http://www.felsefetasi.org/sakuro-kiraz-cicegi/ Ahmet Narman 21302316 Türk-102/24 Gönenç Tuzcu “Muhammed her zaman Evangelizm’in (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilâhı yoktur ve Muhammed onun peygamberidir. Bunda hiçbir muamma ve sır yoktur.” Tolstoy Gizlenen Kitap: Hz. Muhammed LevNikolayeviç Tolstoy Çarlık Rusya’sının son döneminde yaşamış ve edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir yazardır. Onun yapıtları daha hayatı sonlanmadan klasik eserler kategorisindeki yerini almıştır. “Savaş ve Barış”, “AnnaKarenina”, “Diriliş”(Tolstoy) vb. pek çok klasik eseri yazarın kalitesinin göstergesidir. Edebiyat alanında bu kadar başarılı olan yazar din konusu üzerinde de durmuştur. Hayatında geçirdiği sarsıntıların etkisiyle dine yönelmiş ve bu yöneliş de eserlerine yansımıştır (İnsan ne ile yaşar?, Ölüm manifestosu, Din nedir? vb.). Yazar bu dini arayışını İslam peygamberi Hz. Muhammed ile tamamlamıştır ve ölümünden iki sene önce Hz. Muhammed’in hadislerinden seçerek hazırladığı bir kitap bastırmıştır. Tolstoy, kitabın adını başlangıçta “Muhammed’in Kur’an-ı Kerim’e Girmeyen Hadisleri” olarak koymuştur ve bu isimle yayımlatmıştır. Kitabın ismi daha sonra Müslüman çevirmenler tarafından “Hz. Muhammed” olarak değiştirilmiştir. Bunun sebebi ise İslam’da hadis ile Kur’an’ın iki farklı kaynak olduğu gerçeğidir. Kur’an’daki sözler Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla gelmiştir ve kendisinin bu sözler üzerinde bir etkisi yoktur. Hadis ise Hz. Muhammed’in kendi sözleridir. Tolstoy bu farkı tam olarak kavrayamamıştır. Muhammed’in dinini ve Allah’ını tanımakla beraber Allah kelamıyla Muhammed’in sözlerini bir nevi aynı kefeye koymuştur. İkisinin de insanlara Hz. Muhammed tarafından iletilmesi ve onun ağzından çıkması yazarın böyle düşünmesindeki başlıca etken olabilir. Kitabının adı İslam ile tam uyuşmasa da Tolstoy İslam dinini yüce olarak görmüş ve diğer dinler karşısında ona daha fazla değer vermiştir. Ona göre dinler de geçmişten beri gelişime uğramaktaydı. Musa’nın, Buda’nın, Konfüçyüs’ün, İsa’nın ve diğer dini liderlerin hepsinin öğretileri benzerdi ve bir bakıma gerçeklik ihtiva ediyordu. Fakat Tolstoy’a göre geçmişten beri dinlere karıştırılan hurafeler ve batıl inançlar onların gösterdiği gerçekleri perdeliyordu. Hz. Muhammed’in dinini diğerlerinden üstün görmesinin sebebi en son ortaya çıkan din olması sebebiyle en mükemmel din olması ve diğer dinlerden daha az hurafe içermesiydi. Yazar Hıristiyanlık ile İslam’ı karşılaştırmış ve Muhammed’in tanrılık iddia etmediği (Hıristiyanlıkta İsa’nın tanrı kabul edildiği gibi) için dininin Hristiyanlıktan daha üstün olduğu sonucuna varmıştır. Kitabın başlıca içeriği hadislerdir. Tolstoy’un diğer hadisler içinde seçtiği ve altına imzasını attığı hadisler. Bu hadisler başlıca iyilik, eşitlik, iman, fakirlik vb. konuları üzerinde durmaktadır. Komünizm ve kapitalizmin mevcut olduğu bu Lev Nikolayeviç Tolstoy dönemde yazar hadislerdeki mesaj ve öğütleri insanların mevcut problemlerine çare olarak görmüştür. Rusya’da komünizmin en yüksek seviyede olduğu böyle bir dönemde İslam’ın propagandasını yapan böyle bir eseri piyasaya sürmesi yazarın din konusunda samimiyetinin bir göstergesidir. Yazar öldükten ve Sovyetler Birliği kurulduktan sonra Tolstoy’un eserleri basılmıştır ancak bu kitap hiç mi hiç piyasaya çıkmamıştır. İnsanları İslam dinine yöneltebilir korkusuyla gizlenen kitap Sovyetlerin yıkılmasından sonra tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Şimdilerde Ruslara veya diğer insanlara ne kadar etki ettiği bilinmez ama yazarın İslam dini üzerindeki görüşleri bir Müslüman olan bendenizi çok etkiledi. Kaynakça Tolstoy, LevNikolayeviç. “Hz. Muhammed.” Çev. Arif Arslan. İstanbul: Karakutu Yayınları, 2005. Pınar BABALIK 21401098 Sisler Bulvarı’nda Seni Kaybettim Attila İlhan’ın ikinci şiir kitabı olan Sisler Bulvarı ozanın 1945 ile 1955 yılları arasındaki hareketli dönemlerinin adeta bir yansıması. Gelin bu maceralara doğru bir yolculuğa çıkalım. Kitap ilk şiirden son şiire kadar çok renkli bir dünya turuna çıkmışım gibi hissettirdi bana desem hiç abartmış olmam. Bazen İstanbul sokaklarında, bazense Paris köprülerinde geziniyor gibiydim yapıt boyunca. Maubeuge sokağından Emperyal Oteli’ne, Boulevard Sebastopol’den Kasımpaşa’ya kadar dünyanın farklı yerlerinden izler buldum şiirlerde, bu izlerin kimi önceden gezdiğim yerlerin havasını soluttu bana, kimisi de hiç bilmediğim diyarlara kapılar açtı. Şiirlerin genelinde Atilla İlhan’ın solcu tavrı dikkatleri çekiyor. Görüş benzerliğinden mi yoksa şiirlerde geçen mekânların yaptığı bir çağrışım mı bilinmez ancak Rus politikacı Plekhanov’u sık sık aklıma getirdi Sisler Bulvarı’ndaki şiirler. Plekhanov’un yanı sıra Attila İlhan’ın görüşlerine pek de uymayan Baudelaire ve Mallarmé gibi ozanların da İlhan tarafından değerlendirmeye alındığını sezdiren satırlara rastladım. Bunun en belirgin kanıtıysa Kaptan şiirinde. Yazıldığı dönemdeki (1950’ler) şiirlerin aksine İlhan’ın Kaptan şiiri kırsal kesimde yaşanan hayatlar ya da soyut toplumları ele almaktan kaçınıyor. Tam tersine şehirleşmeye başlayan Türkiye’nin büyük şehirlerdeki yaşantılarına, şehir insanının içinde bulunduğu somut durumlara dair gerçeklikleri dizelerinde barındırıyor. Kitaptaki politik düşüncelerden bahsederken Hayır şiirinden söz etmezsek olmaz; bu şiirde kurtuluş savaşı ve ardındaki anti- emperyalist düşünceler çağrıştırılıyor. Pınar BABALIK 21401098 Kitaba adını veren Sisler Bulvarı şiiri ise okurlarının çoğunda merak uyandıran kırmızı melek şarkısından bahseden dizesiyle dikkatimi çekti. Şarkıyı az çok biliyordum ancak bilmediğim şey aynı adda bir Fransız filminin olduğu ve bahsedilen şarkının aslen o filmin yani “L’ange Rouge”un (=Kırmızı Melek) müziği olduğuydu. Şiir bende en çok o şarkıyı çağrıştırdı. Ama bende bu dizelerle çağrıştırdığı bir şarkı daha var; “bütün bir sonbahar ağlamıştı/ ağlayan sanki İstanbul’du”. Bu dizeler kulağımda Teoman’ın İstanbul’da Sonbahar şarkısının esin kaynağı adeta; “İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış. Biraz kilo almış. Ağlamış yine, rimelleri akıyor.”. Hem şiirde hem de şarkıda İstanbul kişileştirilmiş ve mevsimin sonbahar oluşu yağmurun İstanbul’un ağlaması ile sembolize edilmesi ile okura yansıtılmış diyebiliriz. Gelelim beni en derinden etkileyen şiire; Emperyal Oteli… Bu şiirin beni etkilemesinin başlıca sebeplerinden biri kendimi dünyadaki en sevdiğim şehirdeymişim gibi hissettirmesi sanırım. Neresiymiş orası diyecek olursanız, cevabım tabi ki İstanbul. Tepebaşı, Asmalı Mescit ve Sirkeci Garı; satırlar arasına gizlenmiş Rum kemancılardan gelen müzik sesleri… Peki, sadece bu mekânlardan mı ibaret çağrışım yapan ögeler, zamandan ne haber? İstanbul’dayım, mevsim sonbahar. Uzamların yanı sıra hüznün mevsimini de çağrıştırdı bana Emperyal Oteli; “bu rezil bu Çarşamba günü/ intihar etmiş kötümser yapraklar/öksürüklü aksırıklı bu takvim”. Sonbaharda yaprakların dökülmesi yaprakların intihar edişiyle anlatılmış. Yaprakların kötümserliği ise şiirdeki hüzünlü, çaresiz atmosferi sevgilisine kavuşamayan, geçmişe özlem duyan bir şiir kişisinin çaresizliğini çağrıştırıyor bende. Sonuç olarak Attila İlhan Sisler Bulvarı kitabında derlediği şiirlerle Türkiye – Fransa arasında mekik dokuduğu yıllarda yaşadıklarını bizlere de yaşattırıyor. Marksizm’den Anti- emperyalizme birçok ideolojiyi çağrıştırmasının yanı sıra büyük şehirlerde yaşayan insanların olabildiğince gerçek sorunlarına atıflarda bulunuyor. Kimi zamansa kaderi ayrılıkla mühürlenmiş, çaresiz gençlerin aşklarını çağrıştırıyor. Kısaca Sisler Bulvarı sıkılmadan defalarca okuyabileceğim, her okuyuşumda da bende bambaşka çağrışımlar uyandıracağına emin olduğum büyüleyici bir şiir kitabı. Hümeyra Buğçe Bali BAKIŞIN SENİN Bir duygu düşünün ki; ulaşmadığı çağ, gitmediği kalp, görülmediği göz kalmamış.. Bir duygu düşünün ki; ekilmediği yürek, filizlenmediği insan kalmamış. Bu duygu aşk elbette. Onu yaşamak kadar anlatmak da zor olsa gerek. Bazen sözler kifayetsiz kalır da, gözler devreye girer ya hani; veyahut sadece sözlerin kifayetsizliğinden değil de, iki göz biribirini bulunca birbirine dokunan ruhlara hitaben hep devrededirler ya aslında.. Hani bin kelimeden de daha çok şey ifade eden gözlerden bahsediyorum.” Ah gözlerin dili olsa da anlatsa” demez miyiz çoğu zaman ? Belki gözlerin dili yok ama, o bir çift göze dil biçmiş bir şair var. Ahmet Telli, ne de güzel anlatmış aynı adlı mısralarında: “Bakışın senin” diye. Bu kitapta tek değindiği nokta aşk olmasa da şairin, beni içine çekmeyi başaran konu aşk oldu. Şair, diğer kaleme aldıklarında da olduğu gibi betimleme gücüyle içimize dokunuyor. Sanki tanımlayamadığımız hislere söz hakkı veriyor . İşte bu yüzdendir Ahmet Temelli şiirlerinde kendimi buluşum, hayatı öğrenişim, içimde tuttuğum hisleri azat edişim. Ne de güzel betimlemiş o bakıştaki seni. Biliriz hepimiz o bakışı, sevgi duyulanla göz göze gelir de insan iki kelam edemez olur ya; bilir ki dil, gözlerden kendine sıra gelmemiştir . Şairinde tanımladığı gibi, o bakış ki adeta çatılara yuva yapan kırlangıçın hızları gibi ürkek, ağustos denizinin güneşe aşkıyla çırpınışı, belki de bahçeye inen çocuktaki heyecan. O bakış ki, kavakların rüzgarla kıpırdanışı, veyahut zeytin ağaçlarının kamaşmasındaki ürperti.. O bakış ki aslında, yaşamın her anındaki gerçekliği, duyguları içinde barındırıp sanki odak noktasını bekler gibi göz bebeklerine yönelişi. İki çift gözün vuslatı ne de çok kelama denk geliyormuş lügatta. Bakış diyip de geçmemek lazım aslında. Şair ki, bakışın aşkta kayboluşuna, benliğini aşışına değinmiş. Ama bence gözler sadece aşk için değil, insan için değil, canlı herhangi iki varlık için de çok şey ifade eder.Misal, sokakta yürürken bir kedinin bakışında görürsünüz yavrusuna karşı olan merhamet hissini, veyahut sizden kaçarken ki o korkuyu görürsünüz bir köpeğin gözlerinde. Kısacası, aşkta olduğu kadar diğer varlıklarla olan iletişimde de gözler kalbe ulaşan bir köprü. Mesela bir anneyle bebeğin ilişkisini göze alalım. Hiçbir derdini anlatamayan, tabiri caizse ağzı var olup dili olmayan bebekten verelim örneği, ya da kendi acizliğimizden. Annelerimiz, o kutsal varlıklar, gözümüzün içine bakıp da yeri geldiğinde açlığımızı, yeri geldiğinde hastalığımızı, kısaca ona olan muhtaçlığımızı anlamadı mı? İşte asıl mucize, herhangi varlığa ait olan o iki çift gözün buluşmasında yeniden doğmuyor mu? Görünmez bir köprü inşa ediyor kalbin en uç noktasına, tüm duyguların eşlik ettiği. İşte o bakışlar ki kelamsız lisanı insanın. Bakıştan geçen o mucizevi hislerden bahsettik ama o hislerin geçişindeki lahzanın tarifi nasıl olur? Göz göze gelmek belki dışardan birkaç saniyeden ibaret görünür de yaşayana nasıl bir yıldan fazla gelir? İşte ruh gözlere geçip de ruhdaşını bulunca, ayrılık zor olsa gerek. Ama ayrılık değince de o bir yıl saliselere denk gelir. Ahmet Temelli ne de güzel değinmiş “zaman kelimeler gibi sekiyor bakışında senin” diyerek. Aslında geçen saniyeler, saliseler değil de sanki sinevizyondan yansıyan kelimeler. İki gözün birbirine ışık oluşu, kelamsız yol gösterişi, aynı ruhta vuslatı.. Ahmet Temelli’nin bakıştan çıktığı yolda, kendime duraklar buldum. O betimleyişin altındaki dünyayı keşfettim, ve de bakışın sadece ‘bakmak’tan değil, daha çok ‘görmek’ten ibaret olduğunu anladım. KAYNAKÇA Ahmet Temelli, Bakışın Senin, Everest Yayınları, 2016 YARILMIŞ GERÇEKLİĞİN YANSIMALARI Hiçbir kelime diziliminin ya da kimsenin tanımına erişemeyeceği hayatın en göz alıcı gerçeğidir anne sevgisi. Koşulsuzca uzanabildiğim ana kucağı doğası gereği sevginin karşılıksız olduğu, mutlak huzura kavuştuğum yerdir. Elime alıp mis gibi kokusunu içime çektiğim tazecik çikolata parçalı ev kurabiyesi zihnimde annemle geçen güzel anıları, oynadığımız tatlı oyunları, keyifle birbirimizi gıdıkladığımız zamanları anımsatır. Bu tür anlarda neden kendi kendimizi gıdıklayamadığımız bir soru işareti olarak aklımın bir köşesinde asılı kalırdı. Şizofreni hastalığı ile ilk tanışıklığım bu sorunun peşi sıra gezindiğim zamanlara denk gelir. Normal koşullarda harekete geçtiğimiz anda beyin kendini gıdıklanma durumuna hazırlarken şizofreni hastaları iletim veya zamanlama sorunu neticesinde gıdıklanabiliyormuş. Zamanla hatırımdan silinip giden bu ilginç bilgi uzun bir süre sonra sıcak bir yaz akşamımı renklendirmek için izlediğim bir sinema filminde yeniden karşıma çıktı. The Beautiful Mind adlı filmle birlikte Nobel Ekonomi Ödülü sahibi ve dünyanın en yetenekli matematikçilerinden birisi olan John Nash’in hayat hikâyesinden bazı kesitler sinemaseverler ile buluştu. Şizofreni hastalığının bu denli ilgimi çekmesinin başlıca nedenlerinden bir tanesi de bu dâhi matematikçinin hayat hikâyesinde gizli aslında. Bilim dünyasında adı Oyun Teorisi’ne yaptığı katkılarla anılsa da aslında o hastalığını kendince bir yöntemle görmezden gelerek – gençlik dönemindeki coşkusunu ve gözlerindeki ışığın bir kısmını kaybetme pahasına da olsa- hayata devam eden bir paranoid şizofreni hastasıydı. Ödül konuşmasının ardından gelen tek bir sahnede-hep onunla birlikte olan üç kişiye baktığı anda-izlerken geçtiğine tanık olduğumuz yolların, çok yakından tanıdığını düşündüğümüz insanların, hayatının dönüm noktası olduğuna inandığımız o çok önemli anların onu hiç terk etmediğini, yaşlanmadığını ya da ölümle tanışmadığını fakat aslında hiçbir zaman da var olmadığını görmek beni hayli derinden sarsmıştı. Film boyunca yansıtılan gerçek bir yaşam öyküsünün sıra dışılığı finalindeki tek bir kare ile bende duygusal bir karmaşaya ve derinlemesine bir araştırma yapmak isteğine yol açmayı başardı. Yakın bir zamanda okuduğum 40 Şizofrenden 1 Öykü adlı kitap ise hastalıktan çok hastayı ele alan duruşu ile çok boyutlu bir yaklaşım geliştirmeme yardımcı oldu. Okay Uludok, yazdığı eserle gerçeklik ile bağlantı kuramama hali olan şizofreniyi değişik bir yaklaşım ile ele almayı başarıyor. Genel teması hastalık olan eserler -hasta olma hali bir zayıflık yahut düşkünlük belirtisi olarak görüldüğünden olsa gerek – okuyucuda empati yeteneği geliştirme ihtiyacı çerçevesinde yazılırken Uludok bu durumu; kabul edilmiş bir sıradanlığa indirgemeyi başarıyor. Yazarın mizahi dili ile perdelediği eleştirel yaklaşımı toplumdaki temel sorunlara da parmak basar nitelikte. Günümüzde eğitimi yalnızca gençlerin beyinlerini ham bilgi ile işlemek olarak nitelendiren yanılgıya karşın o asıl kazandırılması gerekenin olaylara yahut kişilere üçüncü bir gözle bakabilme becerisi olduğu görüşünde. İçinde barındırdığı deli yaftası yemiş insanları onu kemiren bir hastalık diye nitelendiren, korkan ya da acıyan gözlerle bakan bir toplum olmanın yazarın derinlerine gizlediği bir yara olduğunu satır aralarında görmek de mümkün. Sanatla, kültürle, bilimle doyurulmuş bir millet -her ne konuda olursa olsun- çeşitliliği bir zenginlik olarak görmesi halinde çağdaş ve refah bir yaşamın anahtarını elinde tutabileceği görüşü yazarla beni ortak bir payda da buluşturuyor. Yazar, sağlık konusuna da eleştiri oklarını yöneltmekten sakınmamış. Tedavi olarak nitelendirilen ilaçlara –özellikle de doktorlarda bulunan- kutsalmışçasına değer verme algısı ve çeşit çeşit hastaya ev sahipliği yapan klinikler ona göre “insani geri dönüşümün “birer parçası. Kabul edememe durumundan doğan tek tipleştirmenin getirisi bu durum, şizofreni ilaçlarını kullanmayan Nash ile yazarın ortak noktalarından da bir tanesi. Yazarın sorgulayan bakışları işsizlik ve toplumda artan tahammülsüzlük gibi insanların çokça kaygı duyduğu önemli sorunların da üzerinde gezinmekten geri durmuyor. Bütün bunları bu denli kıymetli hale getirense yazarın kendisinin de bir şizofren hastası oluşu kanımca. Kelime anlamı yarılmış gerçeklik olan şizofreni, bir akıl hastalığı olarak nitelendirilse de bir yönüyle de her anın tadına varabilmek belki de. Kazandırdığı olaylara değişik bir noktadan bakabilme hali kontrollü bir şekilde kullanıldığında sanatsal başarılarla ya da bilimsel gelişmelerle taçlanması kaçınılmaz oluyor. Dışarıdan gelen görsel ve işitsel uyarıların olduğundan farklı algılanması ise yaratıcılığı besliyor, sorunlara yepyeni bir çözüm getirmeyi tetikliyor. İnsan her gün kafasında kurduğu gerçeklik ile var olan arasında bocalamıyor mu zaten? Beni ben yapan zihnimde sakladığım gizli gerçekliğim değil mi? Benim kurduğum gerçeklikte bir dünya var ki insanlara yalnızca farklı pozitif bir değer olarak öğretiliyor. Öyle bir dünya düşlüyorum ki ayırım veya üstünlük gibi kelimeler sandıklara kapatılmış, tozlanmış bir şekilde silikleşiyor. Baktığım gözlerde anlayışı ve hoşgörüyü çıkarsızca görmek mümkün. Ama en önemlisi öyle bir dünyam var ki hiçbir çocuk ötekileştirme diye bir kelime öğrenmemiş, tasasızca düş kuruyor. KAYNAKLAR 1) Uludok, Okay. 40 Şizofrenden 1 Öykü. İstanbul: Doğan Egmont Yayınları, 2016. 2) Howard, Ron. The Beautiful Mind. 2002. DreamWorks Pictures. Selin KAYA Tokman 1 Caner TOKMAN 21300684 TURK-101 Section 17 Başak Berna Cordan 11.11.2014 Mutluluk “Hayat her zaman bir çikolata kutusu gibidir içinde ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz.” Sözleriyle başlayan Forrest Gump filminde tüm olayları sadece bu cümleyle özetleyebiliriz. Hayatlarımızın bize neler getireceğini hiçbir zaman bilemeyiz. Herkese farklı farklı şeyler sunar kader. İçine girmediğimiz takdirde de hiçbir şey öğrenemeyeceğimiz ve hiçbir şey yaşayamayacağımız da bir gerçektir. Çikolatayı yemeden onun acımı veya tatlımı olduğunu bilemeyiz. Yedikten sonra ise her şey geçmiştir. Çikolatayı tükürsek de tadı ağzımızda kalacaktır. Hayatlarımız da aynı bu şekildedir. Ne olduğu bilemediğimiz bir olay bizi çok zor duruma da sokabilir, çok güzel bir olayın da sebebi olabilir. Ancak hangisinin olduğunu önceden bilemeyiz hangisinin olduğunu. Önümüzü görmeden adım atarız sadece. Sonrasına rüzgâra kapılmış bir tüy gibi bizi savurmasını izleriz. Hayatımızın en başında bile bu böyledir. Farkında olmadan doğarız Tokman 2 ve hayatımızı yaşamaya başlarız. Fakat herkes hayata tatlı çikolatayı yiyerek başlamaz kimisi acı çikolatayı yiyerek hayatına başlar. Ama tüm çikolata kutusu acı çikolata olmak zorunda değil ya. Hayatımıza devam ettikçe her türlü çikolatayı tatmaya başlarız birer birer. Kimisini sevmeyiz, kimisini de çok severiz. Ama hayatımıza devam edip ileride bize neler vereceğini görmek için yemeye devam etmek gerekmektedir. Eninde sonunda o tatlı çikolatayı bulacağımızı bilerek pes etmemeliyiz. Çoğu insan acı çikolatayı bir kez yedikten sonra diğerini yemeğe korkar. Bu insanlar hiçbir zaman bir şey elde edememeye mahkûmdurlar. Genelde bu insanlar hayatlarına tatlı çikolatayla başlayanlardır. Çünkü acı çikolatanın da aslında çikolata olduğunu düşünmezler. Hayatlarına acı çikolatayla başlayanlar ise tatlı çikolatayı bir kez yediklerinde bir an önce kutunun tamamını bitirmek için büyük bir istekle yemeğe başlarlar. Çünkü diğerleri acı da olsa çikolata olduğunu bilirler. Hayatlarımızda karşımıza çıkan zorluklara hep kötüymüş gibi bakıyoruz. Sanki bu zorluklar bizim hayatımızı mahvediyormuş gibi. Ama aslında olan bu zorluklar hayatımız boyunca atlatmak zorunda olduğumuz her şeye karşı bizi hazırlarlar. Atlattığımız her zorluk atlattıktan sonra bize bir şeyler katar. Örneğin acı çikolatanın rengini öğreniriz. Yedikçe nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlarız. Bir sonrakine daha hazırlıklı ve güçlenmiş olarak göğüs gereriz. Ama çoğumuz bu yanını düşünmek yerine karamsarlığa düşeriz. Neden benim başıma geldi? Niye ben? gibi sorular sormaya başlıyoruz. Zorluğa lanet okumaktan ileriye gidemiyoruz. Sonucunda da ilerlemek yerine sadece söylenmekle yetiniriz. Tarih boyunca büyük başarılara imza atmış çoğu insan çocukluğunda büyük zorluklar yaşamış insanlardır. Bu durum onlara zorluklardan korkulmaması gerektiğini ve zorlukların Tokman 3 sadece hayatlarının bir parçası olduğu onunla birlikte yaşamak zorunda olduklarını göstermiştir. Öyle ki zaman geçtikçe zorluklara zorluk olarak bakmak yerine onlara hayatın bin bir farklı tadından biri olarak bakmaya başlarlar hatta bu durumu sevmeye bile başlarlar çünkü aştıkları her zorluk onları mutlu eder. Aslında mutluluğun tanımı da budur. İnsanlar hiçbir zaman elinde olan bir şeye sahip olduğu için mutlu olmaz. Sahip olmadıkları şeylere sahip olduklarında mutlu olabilirler. Mutlu olabilmek aslında bu kadar basittir. Karşımıza çıkan zorluklara lanet okuyup karamsarlığa düşmek yerine cesur bir savaşçı olup zorluğu yenmek için elimizden geleni yapmak zorundayız. Bunu yaptığımız sürece de mutlulukta bizi takip edecektir. Kısa bir örnek vermek gerekirse, yaşlı bir tanıdığımdan bir kısa hikâye: Evlendiklerinde hiçbir şeyleri yokmuş hatta başlarını sokabilecekleri yer bile. Babalarının birinin hayvan ahırını temizleyip orada yaşamaya başlamışlar. Evlerinde sadece bir tane tencere ve iki kaşık varmış. Amca her gün işe gider 3-5 kuruş kazanır ve eve gelirken evin ne ihtiyacı varsa birer birer alır gelirmiş. Elinde ihtiyacı olan bir şeyi gören teyze çok mutlu olurmuş çünkü artık yerde yatmak zorunda değillermiş. Günden güne ihtiyaçlarını tamamlaya tamamlaya yaşlanmışlar ve hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmamışlar. Yaşlı teyzemin dediğine göre mutlu olmak için dünyalara sahip olmana gerek yok yanında sevdiğin biri ve eksik bir şeylerin olsun yeter. Tokman 4 Kaynakça Forrest Gump. Paramount Pictures, 1994. Film Tokman 4 Kaynakça Forrest Gump. Paramount Pictures, 1994. Film daha önemlidir? Dünya her geçen gün değişiyor ve gelişiyor. Bu süreç içinde kavramlar da önemini yitiriyor. Küreselleşme ile birlikte ülkeler arasında hem siyasi anlamda hem de ekonomik anlamda sınırlar ortadan kalkmakta ve vatan kavramı önemini yitirmektedir. Liberal düşünce ile birlikte bencillik ve bireysellik kavramı ön plana çıkmakta ve kişiler vatandan çok kendilerini düşünmektedirler. Geçmişte vatan için yapılan özveri ve fedakarlıklara pek rastlanılmıyor artık. Günümüzde vatan sevgisi ve aşk arasında bir tercih yapılması durumunda bir çatışma yaşanmıyor artık. Bu yüzden belki Şehsuar Sami’nin vatanı uğruna attığı adımlar beni bu kadar etkiledi. Çünkü günümüz koşullarında böyle fedakarlıklara pek rastlanılmıyor. Şehsuvar Sami de bugün yaşasaydı, tercihini vatan sevgisi (toplumsalcılık) yerine, aşk’tan (bireysellik) yana kullanırdı. Çünkü doğrular, kişilere göre değil, zamana ve içinde bulunulan koşullara göre belirlenmektedir. Bunu belirlemek insanların elinde değildir. Ela Naz Akbulut Hande  Buyruk                                                  Eser       Heykel   denildiğinde   birçoğumuzun   aklında   Antik   Çağlar’dan   ve   Rönesans   Dönemi’nden  günümüze  kadar  korunmuş  ve  insanı  hayrete  düşüren  taştan  oyma   eserler   gelir.   Bu   eserlere   bakarken   insan   teknolojinin   gelişmediği   dönemlerde   sanatçıların  bu  kadar  incelikli  ve  büyük  boyda  eserleri  vermiş  olduğuna  şaşırabilir.   Günümüzde  ise  Türkiye’deki  şehirlerde  birçok  farklı  alanda  gördüğümüz  heykeller  de   insanı  şaşkınlığa  sürüklemekte  ancak  bir  farkla.  Maalesef  ülkemizdeki  eserler  sanki   oyun  hamurundan  bir  çocuk  yapmışçasına  hayal  gücünden  yoksun  ve  özensiz.  Sanata   olan   bakış   açımızın   kopyalamaktan   ibaret   olduğunu   gördükçe   Türkiye’deki   heykellerin  üzerine  bir  örtü  atıp  kaçasım  geliyor!     İyisi  ve  kötüsü  arasındaki  farkı  bu  kadar  bariz  olan  heykel  sanatının  en  zor   yanlarından  biri  sert  malzemelerden  ortaya  çıkan  neredeyse  bir  saniye  sonra  hareket   edecekmiş  gibi  görünen  simgeler  sergilemektir  bence.  Sanatçıların  hayal  gücü  ve   yaratıcılıkları  diğer  insanlara  göre  daha  çok  çalıştığı  için  fikir  kısmına  değinmiyorum.   Ancak  ülkemizdeki  heykellerde  bu  saydığım  ögelerin  ikisi  de  mevcut  değildir.  Tarihsel   anlamda  önemli  olan  kimselerin  heykelleri  maalesef  birkaç  farklı  duruş  dışında  hep   aynı   şekilde   betimlenir,   geri   kalan   heykellerimiz   ise   imitasyon   olmaktan   öteye   geçmiyor.  Başkentimizin  işlek  yollarından  birinde,  Çiftlik  Kavşağı’nda,  yer  almakta   olan  bir  heykel  de  bunlardan  birisidir.  Büyük  ihtimalle  metalden  yapılma  olan  bu   heykel  Transformers  adıyla  bilinen  çizgi  dizi  ve  filmin  karakterlerinden  biri  olan  bir   robota  çok  benzediği  için  bu  isimle  anılıyor.  Halkın  “transformers  heykeli”  olarak   adlandırdığı  bu  eser  günümüzde  yerini  bir  dinozor  heykeline  bırakmış  olsa  da  hala   insanların  belleklerindedir.  Bir  heykelin  gerçekten  bir  sanat  eseri  sayılması  için  illa   dini   veya   tarihi   bir   gönderme   yapmasını   beklemiyorum   ama   yaratıcılık   unsuru   kesinlikle  en  önemli  kıstaslardan  biridir.  Bulunduğu  şehir  veya  ülkenin  geçmişini  ve   kültürünü  yansıtan  ve  hatta  bulunduğu  ortamla  şeklen  ve  cismen  uyum  içinde  olan   heykelleri  Avrupa’da  görmek  mümkündür.       Ülkemize  geri  dönmek  gerekirse  bahsettiğim  kavşaktan  her  geçtiğimde  ise   yanımda  bir  turist  olsa  bunu  nasıl  açıklardım  acaba  diye  düşünürken  buluyorum   kendimi.  Aslında  heykel  sanatının  kültürümüzde  pek  yerinin  olmaması  geçmişimizde   dini   ve   siyasi   baskılarla   açıklanabilir.   Buna   karşın   diğer   sanat   eserlerinde   gösterdiğimiz   ilerlemeleri   heykelde   de   göstermemiz   gerektiğini   düşünüyorum.   Kenara  itilmiş  bu  sanat  dalı  geleceğe  bırakılan  romantik  bir  mesaj  olarak  görülebilir.   Yazı  veya  filmle  anlatımın  kolaylığındansa  taş  veya  metale  şekil  vererek  izleyicinin   çözmesini   beklemek   kesinlikle   kişiyi   sanata   davet   eden   bir   uygulamadır.   Şehirlerimizde   Avrupa’daki   eserlerin   kopyası   olan   bronz   aslanlar,   Atatürk’e   hiç   benzemeyen  büstler  veya  şehrimizle  alakası  olmayan  çizgi  film  karakterleri  yerine   başka   eserlerin   sergilenmesi   mümkün   kılınmalıdır.   Özellikle   bu   konuda   gerçek   heykeltıraşlara  ne  kadar  az  önem  verdiğimizi  fark  ettiğim  bir  durum  ile  karşılaştım   geçenlerde.     Şu   an   adını   dahi   maalesef   hatırlamadığım   bir   köyde   yaşayan   heykeltıraşla   ilgili   bir   belgesele   denk   geldim   internette.   Bu   kişi   kendi   kendisini   eğiterek  doğada  bulduğu  şekilleri  inanılmaz  heykellere  dönüştürmekte  ve  bunu  hiçbir   örgün   eğitim   almadan   gerçekleştirmektedir.   Eserlerini   hayranlıkla   dört   beş   defa   izlediğim  bu  kimsenin  adını  etrafımdaki  kimsenin  duymamış  olması  bir  süre  sonra   benim  de  adını  unutmama  vesile  oldu.       Heykel  veya  diğer  sanat  dallarından  hangisi  olursa  olsun  bunları  sadece  kendi   zevkimize   göre   bakmak   yerine   kültürümüzün   veya   insanlığın   ortak   mirasının   bir   parçası  olarak  görmek  bizi  daha  da  ileriye  taşıyacaktır.  Ülkemizde  antik  kalıntıların   olduğu   yerlerde   gezerken   hayranlıkla   baktığımız   heykel   veya   yapılar   gibi   biz   de   geleceğe  farklı  ve  özgün  heykeller,  sanat  eserleri  bırakabilmeliyiz.  Ancak  ve  ancak  bu   şekilde  Türkiye’de  ortak  dünya,  kültür  mirasları  ve  miras  koruyucuları  arasında  yer   alabilir  ve  adı  sürekli  olarak  politik  kargaşalarla  anılan  bir  ülke  olmaktan  çıkabilir. Utku Görkem Ertürk 21502497 Gerçekliğin Gerçekliği Uzun ve yorucu bir günün ardından bilgisayarınızın başına geçiyorsunuz ve birden gizemli bir mesaj alıyorsunuz: “Matrix seni hapsetti, beyaz tavşanı takip et.” Olanlara bir anlam veremiyorsunuz ve geçiştiriyorsunuz ta ki kapınız çalınıp beyaz tavşanı görene kadar. Telaşlanıyorsunuz ve ardından zihninizde bir soru beliriyor. Nedir bu Matrix? Çok geçmeden kendinizi kırık dökük bir evde buluyorsunuz. Olanlara hiçbir anlam verememiş olsanız da seçim vakti gelmişti. Mavi hap mı? Yoksa kırmızı mı? Kırmızı hapı seçtiniz ve gerçeği öğrenmenizin zamanı geldi. Neo’nun kırmızı hapı seçmesinin ardından gördüğüm manzara beni dehşete düşürdü. Milyonlarca insan kapsüllerin içinde kablolara bağlanmış bir şekilde yatıyordu. Neo gerçeklikle tanışmıştı. Peki biz insanlar gerçek bir dünyada mı yaşıyoruz? Binlerce yıl boyunca filozofların çabaları bu soruyu yanıtlamak içindi. Bazıları kendilerine göre yanıtlar da buldu fakat çoğu insan için bu soru cevabı olmayan bir denklem, yani paradoks. Bu soruyu biraz değiştirip günlük yaşantımıza indirgeyelim. Rüyadayken gerçekliği mi yaşıyorum yoksa bizim gerçek diye tanımladığımız gerçeklik mi gerçek? Bu gerçekliği nasıl düşündüğümüze bağlı, ben gerçekliği beynimin oluşturduğu bir illüzyon olarak tanımlıyorum. Eğer biri bizim kafamıza kablo takıp beyin sinyallerimizi düzenleseydi, o anki algıladığımız çevre gerçek olurdu. Bu yüzden rüyadayken gerçekliği yaşıyoruz diyebilirim. Uyanıp, rüyanın içindeki ögeleri çevremizde algılayamayınca, rüyanın gerçek olmadığı yanılgısına kapılıyoruz. Bize bir seçim sunulsa, gerçek olmayan bir dünyada yaşamak ister miydik? Cyper istiyor. Onun düşüncesine göre gerçeklik ne hissettiği ki bu da tamamen benim düşüncemle örtüşüyor. Bir diğer yandan çoğu insan gerçek olmayan bir dünyada yaşamak istemez. Ta ki o seçim sunulana kadar. Çoğu bilinmeyen bir sonuçtansa, alışıla gelmiş sonucu seçecektir, yani sahte dünyayı. Bununla birlikte her zaman gerçekliğin bilinmezliği onları cezbedecek ve içlerinde bir merak duygusu bırakacak. Filmde de denildiği gibi “Ignorance is bliss” (Cehalet mutluluktur). Matrix sadece gerçek ve sahte dünyayı konu almaz, ayrıca toplum kavramını da derinlemesine inceler. Neo gerçek hayata ilk adımını attığında aklında bir başka soru belirdi. Bunca insan neden tüpler içince saklanıyordu? Kısa bir sürenin ardından Neo’nun makinelerin egemen olduğu bir toplumda varlığını sürdürdüğünü gördüm ve ardından Morpheus’un yaptığı açıklama şok ediciydi. Makineler insanların enerjisini kullanıyorlardı. Onları bir pile indirgemişlerdi. İçinde bulunduğumuz dünyada belki makineler hüküm sürmüyor olabilir fakat insanları pile indirgeme eylemini biz birbirimize yapıyoruz. Eski çağlardan günümüze, rahatına düşkün olan insanlar diğer insanlardan faydalanmışlardır. Akla ilk olarak Orta Çağ’ın karanlık dönemleri gelse de modern dünyamız bundan farksız. Milyonlarca insan canına dişine takıp çalışmasına rağmen hakkettiklerini alamazken, bazı yöneticiler onları kullanıp emek harcamayarak hakketmedikleri seviyelere geliyor. Ne yazıktır ki, bu duruma hemen hemen her ülkenin kamu kuruluşlarında sıkça rastlanılıyor. Yöneticilerin varlığı gerekli bunu inkâr etmiyorum ama önemli olan insanları istismar etmemek. Neo gemiye bindi ve sadece sekiz kişiyle tanışabildi. Toplumu takip eden milyonlarca insan kendi zihinlerinde hapsolmuşlardı. Toplum doğruyu ve yanlışı söylüyor ve doğrudan sapmamamız gerektiğini söylüyor. Bu durum karşısında kendi benliğimizi bulmamız çok güçleşiyor. Bu yüzden sadece az sayıda insan topluma yön veriyor. Tam da bu konuya değiniyor Matrix. Toplum ne söylerse onu yapıyoruz, sonucunda ise benlikten yoksun insanlar yetiştiriyoruz. Çevresindeki insanların fikirlerini sorgulamayanlar kaosa neden oluyor. Bu bir töresel kavgadan ülke yönetimine kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Din buna iyi bir örnek. Doğduğumuzda nüfus cüzdanımıza yazılıyor ve çoğunlukla hayatımızın geri kalanında bu durum böyle devam ediyor. Çok az insan bu durumu sorguluyor ve dini kitapları okuyup dini öğreniyor. Diğer insanlar ise etrafındaki topluluk ne söylerse onu doğru olarak kabul ediyor. Basit gibi görünen bu durum günümüzde tartışmalara, kavgalara, cinayetlere hatta savaşlara yol açıyor. Bunun gibi sorunları aşmak ancak eğitimle olabilir. Çünkü insan bilmediği bir konu üzerinde doğru yorum yapamaz ve ne kadar bilirse o kadar benlik ve özgünlük kazanır. Neo’nun kafasına iğne saplanmıştı ve alternatif Matrix’te eğitiminin vakti gelmişti. Uzun bir sıçrama yapması gerekiyordu denedi fakat yapamadı. Oysa o seçilmiş kişi değil miydi? Anlaşıldığı üzere toplumun zincirlerini kırmış insanlar bile kendi zihinlerinin zincirlerini kırmakta zorluk çekiyor. Biz nasıl yapabiliriz? Hayatınız boyunca yapamam dediğiniz durumları düşünün, neden yapamazsınız? Örneğin, neden yüksek notu siz alamazsınız ya da yüksekten atlayamazsınız? Çünkü çok iyi bir ikna becerimiz var. Öyle ki kendimizi bile gerçek olamayan bir durum karşısında ikna edebiliyoruz. Neo’nun inandığı gibi kendimize inanmalıyız. Ne olursa olsun inancımızı yitirmemeliyiz, her ne zaman inancımızı yitirsek işte o zaman yenilmişizdir, yine kendimizi hapsetmişizdir. Matrix filmini küçükken izlediğimde, filmin sadece basit bir gerçeklik aldatmacası olduğunu düşündüm. On senenin ardından izledikten sonra ise toplumu derinlemesine eleştirdiğini fark ettim. İnanıyorum ki bu filmi bir on sene sonra izlediğimde ise film bir başka anlam daha kazanacak. Bu tür filmleri bu yüzden seviyorum. Anlamı derin ve ben büyüdükçe filmde büyüyor benimle birlikte. Kaynakça The Wachowskis Brothers (Yönetmen). (1999). The Matrix[Film]. ABD: Warner Bros. ŞİİRİYLE YAŞAYAN BİR İNSANIN BİR KİTABI Türk Edebiyatı’nın en önemli şair ve mütefekkirlerinden olan Sezai Karakoç 1933 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Şair çocukluğundan beri edebiyata büyük bir ilgi duymaktadır. Hatta arkadaş çevresinde edebiyat derslerinde en önde oturan ve devamlı edebiyat yazılılarından ve sözlülerinden on alan kısa boylu çocuk olarak bilinmektedir. Kendi çapında edebiyatla ilgilenen bu genç, bulunduğu şehirlerin kısıtlı imkanları dolayısıyla kendi düşüncesi çevresindeki edebiyat ortamının ne durumda olduğunu bilmemektedir. Ta ki Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisiyle karşılaşana kadar. Bunlar yaşanmadan önce ise daha önemli bir olay olmuştur. O dönemde yazdığı şiiri bir arkadaşı gizli olarak “Hisar” isimli edebiyat dergisine yollamış ve bu şiir yayınlanmıştır o dergide. Sonra da Büyük Doğu ile tanışan Sezai Karakoç, yazı hayatına orada devam etmiştir. Hem fikir yazıları hem de şiirleri ile. Necip Fazıl Kısakürek’in yanında iyice olgulaşan ve Necip Fazıl’ın sonraki yıllarda “Sezai’m, Sezai’m, kara gözlü Sezai’m”* diyerek çok sevdiğini belirttiği Sezai Karakoç sonraki yıllarda bağımsız bir şekilde Diriliş Yayınlarını kurmuş ve Diriliş dergisini çıkarmıştır. Bu yıllarda en önemli eserlerini burada ve Muzaffer Erdost’un yönettiği Pazar Postası’nda yayımlamıştır. Andığımız iki dergi de Türk Edebiyatı için çok verimli iki saha olmuştur. İkinci Yeni şairleri Pazar Postası’nda yayımlamıştır çoğu şiirini. Hatta bu “İkinci Yeni” ismini de derginin genel yayın yönetmeni Muzaffer Erdost takmıştır. Bu şiir tarzının en büyük öncülerinden biri olan Sezai Karakoç aynı zamanda durduğu daha farklı yol ile de İkinci Yeni şairlerinden ayrılır. Turgut Uyar’ın Türkiye güzellemeleri ve vatan şiirleri yazdığı dönemde Sezai Karakoç metafizik ve Müslüman bir duyarlılıkla modern tarzda bu şiirleri yayımlamış ve birçok ismi de etkilemiştir. Daha sonra kendisinin İkinci Yeni’den olmadığını ifade eden Karakoç orada toplanan isimlerin hayat görüşünü benimsemediğini, kendisinin “Doğulu olarak ölmek istediğini” ve Müslüman olarak hayatını devam ettirdiğini belirtmiştir. Şiirlerinde, özellikle Müslümanlara hitâp eden Karakoç, Gün Doğmadan kitabıyla da bu çizgisini korumuştur. Kitabın içindeki yoğun imgeler okuyucuyu düşünmeye ve çıkarım yapmaya zorlar niteliktedir. Bu çıkarımların sonucundaysa her okuyucu kendi şiirine ulaşmış olur. Sezai Karakoç, şiirlerini belli bir tema üstünde tutmaya gayret etse de şiirlerindeki geniş imgelem dünyası sayesiyle okuyucuya bir tema üstüne odaklı şiirlerden beklenemeyecek kadar büyük bir haz vermektedir. Gün Doğmadan kitabı Türk Edebiyatı’nın mihenk taşlarından biri sayılabilir. Kitapta Müslüman ve metafizik bir duyarlılıkla ve dünyadaki bütün şiir tekniklerinin elekten geçirilmiş halini barındıran şiirler hiçbir zaman slogan edebiyatı yanlışına düşmemiş, hayat görüşünü her zaman büyük bir incelikle yansıtmıştır. Gün Doğmadan kitabındaki en popüler şiir Mona Rosa şiiridir. Lise yıllarında bir kıza aşık olan Sezai Karakoç Mona Rosa şiirini akrostiş tekniğiyle bu kıza yazmıştır ve mektup olarak iletmiştir fakat şairimiz aşkına karşılık bulamamıştır. Bu nedenle Sezai Karakoç şiiri kitaplarına almamış ve uzun süre de dağıtılmasını yasaklamıştır. 80li yılların edebiyatseverleri kaçak yollarla bu şiiri ele geçirdiklerini söylemektedir. Ancak bunları aşan Sezai Karakoç, akrostişi bozulmuş halde bu şiiri Gün Doğmadan kitabının son baskısına almıştır. Bu büyük aşkı yenememiş olacak ki, Sezai Karakoç hiç evlenmemiştir ve çocuğu da yoktur. Şiirlerinden kendi hayatını çıkarmayan şairlerin başında gelen Sezai Karakoç bilhassa Gün Doğmadan isimli kitabındaki şiirleriyle okuyucuya kendi dünyasını tüm çıplaklığıyla anlatmıştır. Tüm şiirlerinde görebildiğimiz buğulu anlatım, imgelesel duruş ve akıcı dil şaire ulaşmak için elimize verilmiş en güzel şeyler olarak görülebilir. KAYNAKÇA: 1. http://www.sabah.com.tr/pazar/2013/01/27/karakoca-80-yas-armagani ÖZLEMİM Geçmişe duyulan özlem bana katkı sağlamaz aksine şu anımı da mahveder. Mahvetmekten kastım alışmamı engeller. Zaten şimdiyi de mahvedecek en baskın hareket budur. Alışamamaktır. Yattığın yere, yastığına, kahveyi içtiğin kupana, etrafındaki insanlara, etrafındaki duygulara, yeni yeni başlayan ilişkilere, yediğin yemeğe, içtiğin içkiye, soluduğun havaya alışmak zordur elbet. Zaten zor olmasa bir özlemin de varlığını hissetmezdim. Gerçi insandan insana da değişir bu mesele. Bana zor gelir karşımdaki adama gelmez. Sonuçta, iki haftada alışan da iki senede alışan da insan. Ben şu iki senede alışanlardan olacağım sanırım. Tabi iki sene burada devam edersem… Etmem. Hayat bu, alışmayı bırakamayacağım bir süreç. Bırakmayı da istemeyeceğim. Fakat bu süreci kolaylaştırabilirim. Özlemi en aza indirgeyebilirim. Özlemi neden hissediyorum? Ne zamanlar hissediyorum? Kısa bir 5N1K sorgulamasıyla halledebileceğim bir analize ihtiyacım var. Beyin fırtınasıyla özlemin kaynağını dillendirmeliyim önce. Farkına varmak zor olmasa gerek. Kalbimin sıkıştığını hissettiğim o an ne yapıyordum, ne kokluyordum, ne içiyordum, kiminle konuşuyordum? Basit birkaç soru… Basit soruların da basit cevapları olur. Cevapladım bile işte. Kaynağım elimde. Bu bilgiyi nasıl değerlendirmeliyim? Bağlarımı koparmak iyi bir çözüm olabilir. İlk başta zorlu ama geleceğe faydalı bir çözüm… Bu çözümüm bana Andre Acîman’ın bir kitabını hatırlattı. Harvard Meydanı… Bu çözüme orada da biri ulaşmıştı çünkü. Anlatıcının mantığı da benimkisi gibi çalışmıştı. O da alışma sürecinde olduğu bir zaman kendisini memleketine bağlayan küçük kafeden ve Tunuslu arkadaşı Kalaş’tan uzaklaşmanın mantıklı bir seçenek olduğunu düşünmüştü. Bunun doğru bir yol olduğunu oturup düşünmek anlamsız olur. Kitabın sonu nasıl gelmişti? Onlardan uzaklaşarak kendi benliğini bu yeni yerde gösterebilmiş miydi anlatıcı? Hepsi gereksiz sorular. Benim için önemli olan sonuç değil süreç. Zaten dedim ya hayat bir süreç, sonu olan ama sonunun hiçbir önemi olmayan bir yolculuk. Sonunu düşünerek karar veremem şu an. Süreci değerlendirmeliyim. Yapmam gerekeni ancak öyle bulabilirim. Şu anki hayatımı geçmişle bağlayan onca noktayı düşünüyorum. Hem geçmişi hem şimdiyi hem de geleceği içimde yaşattığım doğrudur. Bunun doğru bir önerme olması olumlu bir hareket olduğunu göstermez. Bazıları anı yaşamanın öneminden bahseder hep. “Carpe diem!”. Yapılması gereken o mu bilemeyeceğim ama geçmişin hayatın denkleminde yer almaması gerektiğini kesinlikle düşünüyorum. Gelecekle alakalı konuşmayacağım şimdi. Peki, geçmiş niye olmamalı? Çünkü hayatın asıl manası olan alışma sürecini çileli bir hale dönüştürüyor. Alışmak o kadar da zor veya acılı bir dönem değil. Hiçbir zaman da olmadı. Yenilik deyince parlayan gözlerim alışmak deyince hüzünlenmemeli. Alışmayı böyle kötü duygularla bağlayan hislerim özlemden geliyor, geçmişimden geliyor. İşte bu yüzden yaşarken geçmişi özlemle anmamalıyım. Buraya kadar geçmişe özlemin gereksizliğini kafamda yeterince çözümlediğimi düşünüyorum. Şimdi tekrar bunu nasıl durduracağıma dair fikrime geri dönmeliyim. Bağlantılarımı kesmek… Çok zor bir döneme işaret ediyor bu düşünce. Anka kuşu gibi küllerinden doğmaya işaret ediyor. Tüm o siyah, pis külleri –Ki bunlar benim için özlemi ifade ediyor.- gerisinde bırakarak yeniden doğan Anka kuşu gerçekten durumuma uygun bir örnek oldu. Benim de yapmam gereken bu. Gerekirse “Kalaş”la bir daha görüşmemeliyim. Gerekirse o beni eski diyarlara götüren kafeye gitmemeliyim, kahvesinden bir yudum alıp anlık huzuru benimsememeliyim. Anımı, geleceğimi gereksiz bir özlemle doldurmamalıyım. Bağlantılarımın hepsini bir anda kesmeliyim ki daha da hızlandırayım bu kurtuluş dönemini. Bir an önce aydınlığa çıkıp kendi dönemimi yaşayayım. Bir an önce alışma sürecime alışayım. ISIRIK ‘’Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun.’’ (Keskin, 2016) Birhan Keskin. Nasıl bir kadınsın sen öyle? Seni her okuduğumda nasıl oluyor da bir şöminenin karşısında, hadi diyelim o yok, bir sobanın karşısında uzanmak, başımı omzuna koymak geliyor? Evet. Şaşırıyorum.Evvela, maskulen bir kadın var karşımızda. Şiirlerinden kısa saçlarını hissedersiniz. Kadın olduğunun sonuna kadar farkında o açıdan bir eksiği yok. Hepimizden daha çok farkında belki de. Ama çok güçlü. Küçük bir kız çocuğunun unutmayışı kadar güçlü. Hayata minik yumruklar sallamaya çalışıyor her şiirinde. Masanın altına saklanmayı çoktan reddetmiş. Mahallenin sevilmeyenleriyle arkadaş. Hayatla meselesi var. Ama nefret dolu, öfkeli, karabasanlı değil bu yolculuğu. Kızgın belki ama adalet arıyor şiirlerinde. İnsanlardan kaçırıyor bizi, dizine yatırıyor, saçlarımızı okşuyor. Güçlü olmanın faydalarından bahsediyor, fasulye ekiyor. Güçlü duruyor bütün fasulyelerin karşısında. Onun fasulyeleri de güçlüdür. Görmelisiniz. Boyunlarını bükmezler, bir sopaya bağlanmazlar. Ama kendisi bağlanıyor. Sopa gibi acılı, katı adamların peşinden koşuyor. Ya da ben öyle anlıyorum. Hep bir şeylerin karşılığını görememek var Birhan’da . Hep bir eksikliğin açık ilanı… Şiirleri öyle ki, bir adama aşık olsam ( sanki değilmişim gibi) hiçbir şey anlatacak gücüm olmasa, o beni anlamasa, ben kendimi anlamasam, gidip ona bir sır verirmişim gibi kısık sesle okumak isterdim. Hayatta ne zaman konuşamasam, bir duygunun içinde boğulup kalsam, elime bir Birhan Keskin şiiri alıp göstermek istiyorum. İzin var mı? “Bu o evler ki kahırdan büyümüş kalpleri/Odaları yoklukla genişler sofaya doğru/Ah bu benim kör şefkatim bu benim/Ah benim bir boşluğu yoklayan bu elim” Sanki bu yalnızlığı duyuyormuşum gibi, saatin çın çın çınlayan sesini hisseder gibi, öyle usul Birhan. O evleri hayal ediyorum, kerpiç değiller, küflü duvarları da yok, bir sıkıntıları yok fakirlik değil işte senin meramın eksiklik, zaman, boşluk biliyorum. “Bir küfür gibi evde oturuyorum.” Ben de işte bu odada, bu başka şehrin başka odasında yeni tanı(yama)dığım insanlarla aynen böyle oturuyorum, çok ayran içmişim Birhan, çok ayrı düşmüşüm Birhan. Birhan’ın en sevdiğim yanı, sanki karşısında hep ve sadece ben varmışım gibi yazması. Daha doğrusu suya bir şeyler üflemesi demek lazım. Suyun üzerinde küçük, dağılan daireler oluşturması. Birbirinin içine geçen, birbirinin içinden geçen daireler. Sanki beni karşısına alıyor, oturtuyor sadece ikimizin olduğu bir odada ve anlatmaya başlıyor. Kapı kapalı. Bu sadece ikimiz için bir seremoni. Zaten bu bir anlaşılmama türküsü değil mi? Neden içeriye başkalarını da alalım? Daha da mı fazla anlaşılmayalım? Gerek yok bunlara ve Birhan bunların farkında. Birebir yaklaşıyor meselelere de okurlara da. En doğrusu bu Birhan, ben memnunum Birhan. Bırak böyle kalsın. Bana bir hikaye anlatacak gibi başlıyor hep. Sanki uzun, upuzun bir hikaye. Kendimi uyumamaya şartlıyorum. Öyle yumuşak ki sesinin tonu, şartlayamıyorum bile. Ama inan, bir kez bile uyumuyorum. Çünkü bana hikaye anlatmıyorsun. Bana hayat anlatıyorsun, su anlatıyorsun. Akan şeyleri yani. Hep akan şeylerden bahsediyorsun, içim gıdıklanıyor. “Bir şey vardı, akmıyordu, senden mi benden mi önemli değildi önce./Bir şey vardı akmıyordu, çok sordum kendime içten içe ...” İçimde kene varmış gibi gıdıklanıyor. Senin kenelerin bitmez Birhan, bitmiyor. Bitsinler de istemedim, artık kim keneleri anlatıyor ki? Ama sonlara doğru içime bir hançer sapladın ‘kadın’ bahsini açınca. “Ölülerimizi ‘sık kullanılanlara’ ekliyoruz./Ölülerimize ölülerimiz ekliyoruz./Şans eseri yazmıyorsa adımız bir sayaçta/ Birhan, ben bunu hep ‘antisayaç’ olarak okudum/Yani sayılmayan, sayılmasın hiç aman/Sahi biz kaç darbeden sonra ölülerimiz oluyoruz.” İçim içime küskündü bu konuda, ben içime küskündüm. Böyle yaşamaktan üzgündüm Birhan nasıl da bildin yaramı. Ölen kadınlardan bahsettin. Ölen değildi, doğanın kanunuyla olmamıştı bu kendiliğinden değildi, ecel değildi. Öldürülendi. Ecel sanki kabul edilebilir bir acıymış gibi bir de bu cinayetti Birhan. Cinayet. Bana cinayetleri hatırlattın. Unutmaya nasıl fırsat bulmuşum, hayret. Sanki içinde yaşamıyormuşum gibi, sanki cinayet yaşamıyormuşuz gibi.’’Anıtsayaç’’ varmış, bilmezdim. Gördüm, senin dizelerinde ve o zaman o kene, içimdeki o kene yapıştırdı o minik delgeçlerini derime. Gözyaşı yapacağım tuzumu ve suyumu aldı. İçim yandı Birhan, senin de yanmıştı benimkini de yaktın. Ama yak, canın sağ olsun, canımız sağ olsun Birhan. Olur mu? Bu cinayetin göbeğinde sana ettiğim en güzel dua bu olsun. Ben uzun zamandır şairlere dua etmemiştim. Şairlerin duaya ihtiyacı var mı? Şairlerin ölümü, öbür dünyası var mı? Kadından, cinayetten ve kenelerden bahsetmek için fazla naiftin başta, kendini eğittin. Eğitmişsin ama önemliydi bu. Karşıma bunlarla çıkman… Keşke hep adamlara aşk için kırgın olsak Birhan. Bizi öldürüşlerini hep mecaza saklasak, edebiyata saklasak, terk edilişlere, aldatılışlara… Evet, bunu istediğimiz bir çağ bu. Ve sen bu çağı herkesten iyi tanırsın. Ben de bu çağı herkesten çabuk öğrenirim. Bu çağda hala akan bir şeyler var mı, nasıl bulabiliyorsun bilmiyorum inan. Ben akan her şeyin önünü kestik sanırdım. Bir seni unutmuşuz demek ki Birhan. Bir seni unutmuşuz. OLCAY AYICI Kaynakça Keskin, B. (2016). Fakir Kene. İstanbul: Metis Yayıncılık. Algısal Yanılsamalarımız Karmakarışık bir evrenin karmakarışık bir galaksisinde, nispeten daha derli toplu bir güneş sisteminin dışına adımımızı atamadan yaşayıp gidiyoruz. Hatta bırakın dışına adım atmayı, o kaosun bir an bile eksik olmadığı gezegenimizin etrafını zar zor kolaçan edebiliyoruz. Geçmişte, doğduğu yerin beş yüz kilometre ötesinde ne olup bittiğinden haberi olmadan yaşayıp ölen milyonlarca insan olduğunu düşündükçe bizim durumumuz bir nebze daha kabul edilebilir geliyor sanırım. Yine de henüz yeni yeni aşina olmaya başladığımız bu dünyanın ötesine çok yabancıyız. Sadece mekansal anlamda değil, algısal ve hatta zamansal olarak da bizi biz yapan ve her saniye şekilden şekile sokacak kadar başkalaştıran yegane şey, işte bu dünyadır. Dünya denen bu evde doğduk, bu evde öğrendik bildiğimiz her şeyi. Bu evin geçmişini yalan yanlış da olsa biliyorken geleceğinden neredeyse bihaber yaşıyoruz. Tüm bilgi birikimimiz, zaman algımız, düşünce şeklimiz bu ev ve onun diğer sakinleri vasıtasıyla şekillendi. Bu evin şeffaf tavanına baka baka astronomiyi, temelini kazarak jeolojiyi, diğer sakinlerini gözlemleyerek biyoloji ve antropolojiyi öğrendik. Bu evin zaman algısıyla sarmalandık ve her türlü düşüncemiz, ne kadar dünya dışı görünürse görünsün, aslında bu dünyanın bir ürünü. Hayal dünyamızdaki istisnasız her bir kare, yine bu gezegenin bizde dur durak bilmeden yarattığı yansımalardan ibaret. Her salisede, hatta saliseden çok daha küçük anlık zaman dilimleri içerisinde, zihin çekmecelerimizde yeni yansıma katmanları oluşturan bir dünya bu. Zamanın her geçişiyle biraz daha kalınlaşan ve belki de metamorfoza uğrayan bu düşünce ve hayal katmanları biraz da Eflatun'un İdealar Kuramı'nı çağrıştırıyor zihnimde. İdealar kuramına göre ideal olan sadece tek bir gerçeklik vardır. Geriye kalan ve o gerçekliğe benzeyen her şey, esasında o ideanın yansımasıdır. Dünyanın zihnimizde ördüğü düşünce katmanları da dünyadaki gerçeklik idealarının zihnimizdeki izdüşümlerine benziyor. Biz bu izdüşümleri, mütevazi evimizin bahçesinden bizi çıkarabilecek birer kurtarıcı gibi görüyoruz belki de. Fakat diğer bir açıdan baktığımızda da onların sadece bu küçük evin bize kattıklarıyla çarpıttığımız birkaç yansımadan, yanılsamadan ibaret düşünceler olduğunu görebiliriz. Bu küçük dünyada nesillerdir kendi halimizde yaşamımızı sürdürürken, sadece düşüncelerimiz onun gerçekliğinin yansımalarıyla şekillenmedi. Algılarımız da tıpkı düşüncelerimiz gibi dışarıdan izole olarak şekillendi. Hatta algılarımızın şekillendiğini değil, tamamen bu evin içerisinde var olmuş olgular olduğunu da düşünebiliriz. Onların doğrudan birer idea olduğunu, yani bu dünyanın gerçekliğinin her insanda aynı algı kopyalarıyla vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Bu, her zihinde aynı ideanın farklı farklı yansıması değil, her zihinde ortak bir algı ideasının bulunmasıdır. Bu da yakın bir zamana kadar algılarımızın ne kadar doğru veya yanlış olduğunu, ya da doğru algı denen bir olgunun gerçekten var olup olmadığını tam olarak anlayamamıza neden oluyordu. Einstein'ın Görelilik Kuramı ile birlikte yüzyıllardır filozofların düşündükleri ve farklı sonuçlara vardıkları algı meselesi, özellikle zaman algısı bakımından büyük bir aydınlanma yaşamış oldu. Aslında bu evin sınırları içerisinde şekillenen zaman algımızın hiç de çitlerin ötesiyle uyuşmadığı artık ortada. Biz bu evin içerisinde bir yıl daha yaşlanırken başka bir mahallede spor arabasıyla sürekli hız yapma peşinde olan bir yabancı için sadece birkaç hafta geçmiş olabilir. Halbuki daha yüz yıl öncesine kadar zaman denen kavramın her yerde ortak bir olgu, değişmez bir sabit olduğunu düşünüyorduk. Zaman algımızın aslında içinde yaşadığımız bu küçük dünya tarafından bize dayatılan bir yanılsamadan ibaret olduğunu fark etmek, belki de evin kapısından dışarıya doğru şöyle bir göz ucuyla bakıyor oluşumuzun göstergesidir. Bana sorarsanız içinde bulunduğumuz ve bizi son yüzyıla kadar tek başına etkilemiş olan bu dünyanın, algılarımızda ve düşüncelerimizde gerekli bir kısıtlamaya mı gidiyor olduğu, yoksa düşüncelerimizi tamamen kendince şekillendirip bize bazı ortak algı ideaları mı dayattığı son yüzyılda biraz olsun çözümlenmeye başlandığı gibi önümüzdeki zamanda daha da iyi anlaşılabilecektir. Yağız Berk KARAKAYA 21502648 TURK 101-51 Esma Akgün 21301725 Turk 101-16 Başak Berna Cordan 5-2 16.12.2014 MUTLULUĞUN BİLİNMEYEN FORMÜLÜ Simyacı’ yı okumak, “herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp, güneşin doğuşunu izlemeye benziyor” (Coelho 169). Herkesin hayattan ve kendisinden bir şeyler bulabileceği bu kitapta Paulo Coelho kişisel menkıbesini gerçekleştirmeye çalışan ve mutluluğu aramaya giden kitabın kahramanı Santiago’yla beraber bir yolculuğa çıkarıyor sizi. Endülüs’ ün dağlarında koyunlarını beraber otlatıyor, Arap çöllerinde deve üzerinde onunla yolculuk yapıyor, Mısır Piramitlerini görmeye gidiyorsunuz ve başlıyorsunuz siz de kendinizi ve mutluluğunuzu aramaya. Satın alınamayan bir şey bu, tadına varılamayan; formülü yok bulmak için ama talibi çok. Bazen kimileri için son model bir arabada gizlidir, bazense sevilen birinden gelen sıcacık bir tebessüm kadar basittir. Aşktır kimileri için onu bulmanın yolu. Çoğu zaman çığlıklar atarak karşılarız onu, kimi zaman içimizde yankılanır sesi. Sahi nedir bu cümlenin öznesi? Mutluluk. Evrensel bir tanımı yoktur mutluluğun… Kalıplara sığmaz o, açık adresini vermek, herkesin bulmasını istemek zor. Bazen arkadaşlık caddesinin dostluk sokağında bulursun onu. Öyle anlar yaşarsın ki ara sokaklara saparsın, ararsın ama bulamazsın. Bazen de ana caddede gün gibi ortadadır ama sen farkında değilsindir, göremezsin. Yıllarca koşturursun mutluluğun peşinden. Hep bir köşede kıstırabilme ümidiyle yaşarsın. Bir yolculuktur mutluluğu bulmak için yapılan ve belki de ulaşılamayan istasyonlardan oluşan. Karış karış dolaşırsın onun Akgün 2 yamaçlarında, bulduğunu fark edene kadar belki de. Gerekli her şeyi bir bir yaparsın aklınca. Ama hep bir şeyi atlarsın ta ki o dönemece gelinceye kadar ve bir de bakarsın ki yıllardır peşinden koştuğun, yakalamaya çalıştığın mutluluk. Harap ve bitap halde çıkıverir karşına. Çünkü o da seni kovalamaktan yorulmuştur aslında. Ama senin aklının ucundan bile geçmemiştir sana o kadar yakın olabileceği çünkü insanoğlu mutluluğu çok uzaklarda arar. Bu yüzden hayallerini bile süslememiştir; kalbinin en uç köşesinde senin tarafından keşfedilmeyi bekleyeceği. Yıllardan beri hasretini çektiğin, uzaklardan geleceği günü beklediğin bu enfes duygu içinde gizliymiş sahi. Senin dünyaya bakışın, olayları nasıl yorumladığınmış önemli olan. En müteessir olaylar bile güzel görmeyi bilirsen mutluluk meyvesini verebilirmiş. Senin bir simyacı gayretiyle aradığın ab-ı hayat iksiri sana çok yakınmış işte, şah damarından bile. Mutluluk tohumunun filizlenmesi için gerekli ab-ı hayat güzel bakmak, güzel görmek ve nihayetinde güzel düşünmekmiş ve aslında fark etmekmiş yanı başında olduğunu. Anı yaşamakmış. “Geçmişin dersleri ve geleceğin düşleriyle birlikte yaşamaya çalıştığımız” (Coelho 96) için mutsuzuz belki de oysa sadece şimdi de yaşamalıyız çünkü hayat sadece yaşadığımız andan ibarettir ve sadece onu hissetmeliyiz. Belki de Santiago gibi gördüğümüz rüyanın peşinden giderek bulabiliriz mutluluğu. Eğer amacınız, gerçekleştirmek istediğiniz bir düşünüz varsa hayat anlam kazanır. Onu gerçekleştirmeye çalışırken yaşadıkların, gördüklerin ve ceplerine doldurduklarındır mutluluk. Ne de olsa “mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan” (44). Çünkü insan hayallerinin peşinden giderse mutluluğu yüreğinin derinliklerinde hissedebilir. Her şeyin insanın kendi içinde olduğunu, kendi yüreğinden gelen sesi dinlemesi gerektiğini o zaman anlayabilir. Fakat zordur, mutluluk düşleri bile görmemiş insanlar için mutluluğun tadını gerçekten hissetmek. Peki, aynı güneş doğup batarken, insanlar aynı gökyüzüne bakarken, aynı güne uyanırken neden bazıları mutluluğu yakalamışken bazıları mutsuzluğa mahkûm edilmiştir. Galiba siz dünyaya nasıl bakarsanız o da öyle anlam kazandığı için. İnsanlar Akgün 3 dünyadan, yaşamaktan korkuyorlar ve sadece bu yüzden dünya gerçekten korkutucu oluyor ve insan mutluluğu yakalayamıyor. Hâlbuki hayat mutlu olmak isteyen insana karşı cömerttir. Bu yüzden mutlu olmanın yolu; geçmişin hatalarından, geleceğin kaygılarından uzaklaşıp anı hissetmek ve bakarak değil görerek yaşamaktır. KAYNAKÇA Coelho, Paulo. Simyacı. İstanbul: Can Yayınları, 1999. İstanbul İnsan Olsaydı Kemikleri Sızlardı Neredesin eski İstanbul? Dar sokakların, iğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklarla, hafta sonu dışarı çıktığında çarptığın her omuzda ayrıca sinirlenen insanlarla, trafikte sıkışıp kalanların "bir sussa da kafamızı dinlesek" dediği kornalarla, üstümüze üstümüze geliyormuş, her an bir sinek gibi ezilebileceğini hissettiren başımızın üzerinde yükselen dev gökdelenlerle birlikteyiz. Bu halini istemiyoruz. Martıların, denizin sesiyle uyanmak istiyoruz. Camdan bakınca bir gülüşle merhaba diyebilen komşular, işten çıkıp eve dönerken sitem etmeden gelmek, güzel bir yarın dileyebileceğimiz yeni bir İstanbul istiyoruz. Artık İstanbul herkese turistik bir eğlence merkezi gibi gelir oldu son günlerde. Benim için İstanbul kalplerde yaşatılması gereken, anlatılmaz yaşanır bir tarih gibi. O kadar çok savaşlara, fermanlara, aşklara şahit olmuş ki bu şehir, her köşesinden ayrı bir macera, ayrı bir roman çıkar adeta. İşte bizim özlediğimiz İstanbul'u hiç sıkmadan, çok sade bir dille anlatan bir eser İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Yazar Hagop Baronyan tarafından 19. Yüzyıl İstanbul'u bize anlatılmakla kalmıyor, adeta okuyucuya İstanbul'da yaşıyormuş izlenimi veriyor. Her bir sayfa çevirişimde sanki özgür bir kuş olup, kanatlarıma giren rüzgarın beni İstanbul'u gezdirmesini bekliyorum. Yazarın tek tek incelediği sayısız mahallelerden geçerek ayak basılmamış bir nokta bırakmıyorum İstanbul'da. Şehrin bin bir türlü güzelliğini keşfediyorum her satırda ve onu güzel yapan eski insanları. Alışkanlıklarını... Yaşam biçimlerini... Onların sabah kalktıktan, gece yorganın altına girene kadar yaşadıkları her şeyi en ince ayrıntısına kadar inceliyorum. Ben İstanbul'un betimlemelerine her zaman hayran kalmışımdır. Başarılı bir kitap onu okuduğumda, şehri anlatan cümleleri, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirebilendir bana göre. Bu kitabı okurken sanki gözlerimi kapatmış ve İstanbul'da bir gün geçiriyordum. Ama bir kuş olarak, özgürce gezdim İstanbul'u. İlk önce Galata Kulesi'ne uçtum. O kadar yüksekti ki İstanbul'u her daim dimdik, gözünü ayırmadan izleyen bir nöbetçi gibiydi ilk izlenimim konduğumda üstüne. Kışın dağ gibi dayanıklılığı, bir de kar yağdı mı edindiği duru beyazlık içinizin buzlarını eritmeye yetecek bir manzara. Yazın da bir o kadar renkli, görkemli ve çekici bir eser. Sonra karşıya geçmeye başladım uçarak yavaştan. Bir yandan boğaza vuran sert dalgaların çıkardığı şiddetli coşku, bir yanda da martıların birbirine sevgilerini anlattıkları cıvıltılar içinde buldum kendimi. Sadece altımda kalan manzaraya bakarak mest oldum ve aşık oldum bir kez daha İstanbul'a. Camileri, Haydarpaşa Garı, Ayasofya, Kadıköy, Kız Kulesi ve daha niceleri... Bir yapbozun parçaları bu kadar uyum sağlayamazdı birbirine. Kendimi sorgulamadan edemediğim ve şehrin daha keşfedilmemiş bin bir çeşit güzelliğinin yanında önem verilen başka ilgi çekici ayrıntı da birçok insan ve yaşanmışlıklarıydı. Değişmeden bugünlere kadar gelen davranışları ve maalesef insanların kalıcı olan bu kötü alışkanlıklarından büyük bir dayak yemiş ve şu anda bile bıçak sırtında İstanbul. Ne yazık ki bin bir çeşit güzelliği barındıran bu şehir, maddi bir araç olmaktan öteye geçemiyor çoğu insan için. Onların umursamazlıkları, gözlerinin önündeki paha biçilemez şehre zarar üstüne zarar veriyor. "Ah benim güzel İstanbul'um ne hallere geldi?" diyen yaşlı ağızları duyuyorum her gün. Ama güçsüz ellerinden hiçbir şey gelmiyor tek başlarına verilecek öğütlerden başka. Koskoca bir "14 Milyon" şu an İstanbul. Sen ya da ben, kim olursa olsun bir an önce avuçlarımızın içinden kayıp giden bu güzelliğin bir ucundan tutup şöyle bir kendine getirmeli İstanbul'u. Atahan BAYIR 21501853 Baskılanma Acıları Goethe’nin yirmi beş yaşındayken yazdığı ve yayınlandıktan sonra Almanya’da intihar vakalarının artmasına sebep olan Genç Werther’in Acıları lise yıllarımdan beri beni derinden etkileyen ve her okuyuşumda farklı bir yanını keşfettiğim bir roman. Kitaplığıma her baktığımda ve adını gördüğümde elime almadan duramadığım bu roman, her okuyuşumda kendimle alakalı yeni şeyler keşfetmeme sebep oluyor. Hayatımı, hayata bakış açımı, toplum kurallarını ve ahlakî yapıyı her seferinde yeniden düşünmeye sevk ediyor beni Werther. Werther, Walheim’a taşındıktan ve nişanlı olan Lotte’ye âşık olduktan sonra toplum baskısından uzak bir yerde yaşayabilecek olsalardı Werther hayatının sonuna kadar ızdırap çeker miydi? Lotte başkalarının ne diyeceğinden korkmasaydı, ailesinden çekinmeseydi, toplum baskısından uzakta yaşayabilmiş olsaydı Albert ile olan nişanını bozup Werther ile birlikte olarak hem Werther’in çektiği acılara hem de kendisininkilere son vermiş olmaz mıydı? Verilen sözlerin ve ahlaki değerlerin insanların hayatında son derece büyük bir önemi olduğu Walheim’da tanışmış olmaları niçin ikisinin de hayatlarının sonuna kadar mutsuz olmasını gerektiriyordu? Birbirine aşk ile bağlı iki insanın bir araya gelememesinin sebebi olan toplum baskısı Genç Werther’in katili olduğu gibi kaç kişinin daha katili oldu? Hayatımızı yaşarken başka insanların nasıl yaşayacağımızı, ne yapmamız gerektiğini ve ne yapmamamız gerektiğini söylemelerine niçin izin veriyoruz? Hayatlarımızı niçin birtakım ölçülere uydurmaya, kalıplara sokmaya çalışıyoruz? Neden gerçekten ne istediğimize karar verip onu yapmıyoruz? En istediğimiz şeyi yapmadan önce bile ‘’Acaba ne derler?’’ diye düşünmelerimiz neden? Sürekli birtakım baskılara maruz kalmalarımız, hayatlarımızı yaşarken başkalarını düşünmelerimiz neden? Yahut başkalarının hayatlarına son derece rahat bir şekilde müdahale etmeye çalışmalarımız niye? Niçin sadece kendi hayatımıza odaklanıp kendi hayatımızı dilediğimiz şekilde yaşamak yerine başkalarının hayatlarına da burnumuzu sokmayı âdet edinmişiz? Herkes sadece kendi hayatıyla ilgilenebilse, başkasının kendi hayatını nasıl yaşadığı, neler yaptığı hiç umurunda olmasa daha mutlu olmaz mıydık? Hayatın zaten zor olduğu bir dünyada niçin birbirimizin hayatlarını daha fazla zorlaştırıyoruz ki? İçimizden geldiği gibi yaşayabilmek, içimizden geleni dilediğimizce söyleyebilmek niçin bu denli zor? Niçin Lotte, Albert’e asıl âşık olduğu kişinin Werther olduğunu söyleyemedi? Niçin hayatını paylaşmak istediği kişinin Werther olduğunu göğsünü gere gere herkese söyleyemedi? Werther’i genç yaşta ölmekten, Albert ile kendisini de mutsuz bir evlilikten niçin kurtarmadı? Genç yaşında, henüz aşkın ne olduğunu deneyimlememişken Albert ile evlenmek üzere bir söz vermiş olması geri kalan hayatını mutsuz geçirmesini mi gerekli kılardı? Asıl hislerini, isteklerini hiçbir baskıdan korkmadan söyleyebilmiş olsaydı mutlu olmayı en azından denemiş olmaz mıydı? Sırf bir söz vermiş olduğumuz için hayatımızın sonuna kadar mutsuz olmayı hak ediyor muyuz sahiden? Değişen koşullar, değişen düşünceler, değişen duygular olamaz mı? Verilmiş bir söz bu denli ciddiye alınması gereken bir şey mi? Ölümün var olduğu bir dünyada ölümden daha ciddi bir şey olabilir mi? Ölene kadar sahip olduğumuz zamanı iyi değerlendirmeye odaklanmak, başka kimseyi düşünmeden mutlu olmaya çalışmak verilmiş bir sözden daha mı değersiz? Sırf birinden veya birilerinden çekindiğiniz ya da birileri tarafından baskılandığınız için hayatınızın sonuna kadar mutsuz olacağınızı, belki de kendi canınızı alacağınızı düşünün. Elinizde bu durumu değiştirecek güç varken değiştirmediğinizi yahut dış etkenler yüzünden değiştiremediğinizi ve bu sebeple hayatınızın sonuna kadar mutsuz bir yaşama mahkûm olduğunuzu düşünün. Romeo ve Juliet gibi. Lotte ve Werther gibi. Henriette ile Felix gibi. Sırf ailesi istediği için asıl istediği mesleği yapamayıp, hayatının sonuna kadar hiç istemediği bir mesleği icra etmek zorunda olan insanlar gibi. Ne deneceğinden korktuğu için saçını istediği renge boyayamayanlar, istediği şeyleri giyemeyenler, istediği yerlere gidemeyenler, istediği kişiyle birlikte olamayanlar… Hem edebiyatta hem de gündelik yaşamlarımızda bunun örnekleriyle öyle sık karşılaşırız ki! Elimizden gelen hiçbir şey olmadığını düşünür, hiçbir şey yapmayız. Oysa durum böyle değil. Eğer kendimize kendi hayatımızı yaşama fırsatı tanırsak, kimsenin hayatımıza karışmasına izin vermezsek değiştirmeye kendi hayatımızdan başlamış oluruz. Eğer başkalarının hayatlarına müdahale etmekten de kaçınırsak, bir süre sonra herkesin sadece kendi hayatıyla ilgilendiği, herkesin tek amacının mutluluğa erişmek olduğu bir toplum oluşturmuş oluruz. Ne Romeo ölür aşkından ne de Juliet, ne Werther kıyar kendi canına ne de Lotte mutsuz bir evlilik içinde boğulur, ne Henriette ölür sevdasından ne de Felix hayatının sonuna kadar mutsuz kalır. Eda Su Akkum KAYNAKÇA • Goethe, J.W. (2007). Genç Werther’in Acıları. İstanbul: Can Yayınları. • Shakespeare, W. (2011). Romeo ve Juliet. İstanbul: NTV. • Balzac, H. (2007). Vadideki Zambak. İstanbul: Can Yayınları. Kalabalıklar  İçinde  Yapayalnız  Olmak   Uzun  kısa,  kadın  erkek,  yeşil  gözlü  kara  gözlü,  çalışkan    tembel,    güçlü  zayıf  derken  hayatımızı   kolaylaştırdığını  düşündüğümüz  tüm  kavramlar  bir  süre  sonra    yüreğimize  saplanan  oklar  olarak  bize   geri  dönebilir  mi?  Dönebilir  de  dönmeyebilir  de.  Size  nasıl  döndüğünü  ve  bunun  aslında  ne  kadar   tehlikeli  olabileceğini  anlatmaya  çalışacağım.   Aslında  günbegün  ve  her  gün  bunu  yaşıyoruz.  Galatasaraylı  ya  da  Fenerbahçeli  olduğumuzda,   1A  ya  da  1B  sınıfında  okuduğumuzda,  A  partisine  ya  da  B  partisine  oy  verdiğimizde  oklarımızı   hazırlamış  oluyoruz.  Okların  ucuna  vitamin  ya  da  zehir  sürebiliriz?  Peki  çoğu  insan  ne  yapıyor?   Vitamin  sürdüm  diyor  ama  zehir  sürüyor.    Galatasaraylı  olduğumuzda  Fenerbahçelilerden,  1A’da   okuduğumuzda  1B’deki  öğrencilerden,  A  partisine  oy  verdiğimizde  de  B  partisine  oy  verenlerden   nefret  etmeye  kadar  vardırıyorsak  işi,  vitamin  değil  zehir  sürüyoruz  demektir.  Bunların  çoğunu  da  bize   öğretiyorlar.  Öğrenmeme  tercihimiz  var  mi?  Yapayalnız  kalma  olasılığını  göze  alabiliyorsak  var;  ancak   biliyoruz  ki  çoğu  insan  yapayalnız  kalmayı  göze  alamaz.  Başkalarıyla  olursak  (Galatasaraylılarla,  1A   sınıfındakilerle  vb)  bizi  koruyacaklarını,    daha  güçlü  olacağımızı  düşünürüz.  Oklarımıza  vitamin  değil,   zehir  sürmemizin  daha  uygun  olduğunu  düşünmeye  başlarız.  Vitamin  sürersek  yapayalnız  kalacağımızı   düşünüp  korkarız.  Sonra,  kalabalıklar  içinde  yapayalnız  kalırız.   Ah   bu   kavramlar   bizi   nerelere   götürür!   Nerelere   götürdüğünü   ‘Guguk   Kuşu’nda   izleyebilirsiniz.  Kim  normal  kim  anormal?  Allah  aşkına,  siz  normal  misiniz?  Normal  olmak  şahane  bir   şey  midir?  Üç  kişi  size  normal  diyorsa,  hayatınızı  istediğiniz  gibi  yaşayabilirsiniz.  O  üç  kişi,  Dur  bakalım   sen  normal  misin,  biz  bir  değerlendirelim’  dediklerinde,  artık  neyin  normal  neyin  anormal  olduğu  ve   hatta  neyin  insancıl  neyin  insanlık  dışı  olduğu  birbirine  karışabilir.  Akıl  almaz  gerçek,  çoğunluğa  göre   farklı  olmak  dışlanmaktır.  Herkes,  çoğunluk  gibi  olmalıdır!  Çoğunluk  gibi  yürüyün,  çoğunluk  gibi  gülün.   Haksızlıklara   karşı   dik   duramıyorsan   normalsin,   ‘Bana   dokunmayan   yılan   bin   yıl   yaşasın’   diyorsan  normalsin!  Diğerleri  ‘deli’.  İnsana,  insanca  davranma  ile  insanlık  dışı  davranma  arasındaki   sınırda,  bir  kez  ikinci  tipte  davranmayı  tercih  edersen,  bu  çok    korkutucudur;  çünkü  artık  hep  böyle   davranabilirsin.  Guguk  Kuşu  bunu  gösterir;  görmeye  ve  duymaya  hazırsanız.     Guguk  Kuşu  ,  “Susma,  sustukça  sıra  sana  gelecek!”  iddiasının  gerçekliğini  de  göstermektedir.   Aslında,  otorite  -­‐bir  kişi  de  bir  grup  da  olabilir-­‐  sana  ‘gördüğün  doğru  değil,  duyduğun  doğru  değil,  tek   doğru  benim  söylediğimdir’  dediğinde  korkudan  gördüğünü  de  duyduğunu  da  unutmaya  hazır  kıvama   geliverirsin.  Yalnız  kalmak  istemezsin.  Bedeli  ağır  olur;  kalabalıklar  içinde  yapayalnız  oluverirsin.  Çok   rahat  uyuyacağını  düşünürsün.  Uykundan  uyandırılmayı  beklersin.  Kalabalık  içindeki  arkadaşlarının   ‘Hayır,  gördüğüme  inanıyorum,  duyduğuma  inanıyorum’  demelerini  beklersin.  Daha  çok  beklersin,  çünkü   senin   onlardan   beklediğini   onlar   da   senden   bekliyor!   Nadiren   de   olsa   biri   çıkar   ve   tüm   gördüklerini,  duyduklarını  söyler.  O  kişi  bir  delidir.  Delidir,  çünkü  kendisinin  hiç  bir  çıkarı  yoktur,   delidir  çünkü  başkasına  iyilik  yapmaya  çalışıyordur,  delidir  çünkü  bütün  hayallerini  bir  anda  yok   etseler  bile  susmaz.  Susmazsam  sıra  bana  gelir  korkusundan  da  değildir.  Susmaz,  çünkü  sıra  bana   geldi  ama  başkasına  gelmesin  demek  için  de  susmaz  aslında.  İnsana,  insanca  davranmanın  dışında   nasıl  davranılır  bunu  bilmediğinden  susmaz,  kendisine  deli  denilmesine  de  içerlemez.  Deliliğin  de   insanlık  hallerinden  biri  olduğunu  kabul  eder.  Her  insanlık  halini  şefkatle,  sevgiyle  kabul  eder.  Doğası   böyledir.   Senden  sonrakilerin  insanca  yaşamasını  istersen,  yaşamın  yok  edilir,  sana  deli  derler,  seni   sonunda  insanca  delirtirler.  Hatta  bir  kişi  bile  bunu  yapabilir.  Hatta  sana  hizmet  vereceği  düşünülen   kişi,   bir   hemşire   bile   bunu   yapabilir.   Tıpkı   McMurphy’ye   yapılanlar   gibi.   Tıpkı   McMurphy   ve   arkadaşlarına,  o  dünyalar  güzeli  delilere  yapılanlar  gibi.     Yalnız  kalmaktan  korkuyorsanız,  ‘Nasıl  bir  acımasızlıktır  zaten  acı  çeken  bir  insanı  incitmek?’   demeyin.   Yalnız   kalmaktan   korkuyorsanız,   ‘Ben   insanım’   demeyin   kendi   kalabalıklarınıza;   Galatasaraylılara,  1A  sınıfındakilere  ve  oy  verdiğiniz  A  partililere.  İnandırıcı  değilsiniz,  siz  hiçbiriniz.     Kalabalıklar  içinde  yapayalnızsınız.   Efe  Ulaş  Akay  Seyitoğlu   8  Aralık  2014 İnsan, Belki Bir Yanlış Hep zihnimin derinliklerini damla damla doldurarak işgal etmiş konulardan birisidir insanın varlığı ve onun doğası. Onun varoluşunda, doğasından kaynaklanan bir tür yanlışlık sezmişimdir hep. Diğer canlılarla kıyaslandığında sanki olmaması gereken bir varlıkmış gibi gelir bana. Her tür kendi görevini yerine getirerek zincirdeki ufak bir halkayı oluşturuyorken, bu zinciri düğümlemek yahut kırmak için elinden gelen çabayı gösterir insan. O değişkendir, o değişir, o kötüdür, o iyidir, o tek bir şey değildir. O her doğan çocukla beraber bir kişi daha büyüyen sınırsız yapıda bir garipliktir. Her bir insan bambaşka şeyler yapar, biri diğerini aynen taklit etmez. Bundan iki yüz yıl önce, insan dışındaki diğer hayvanlar günümüzde ne şekilde yaşayıp gidiyorlarsa hemen hemen aynı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Fakat hiç şüphe yok ki insan, iki yüz yıl önceki insan değil. Her beş on yılda bir kendini öldürüp yeniden ve tamamen farklı bir şekilde doğuyor çünkü. İki yüz yıl önceki insanın yaptıklarıyla bugünkünün yaptıklarını karşılaştırırsak, benzerlikten çok farklılık görürüz. Kendi buldukları teknolojiyle kendilerini patlatmamışlardı henüz. Henüz bir kuş gibi göklerde seyahat etmemişlerdi. İşte insanın bu her saniye başkalaşım geçiren ve diğer bütün canlılardan ayrılan tarafı beni hep işkillendirmiştir. Onda var olan farklılığın tam olarak ne olduğunu, sebebini ve kaynağını düşündürtmüştür. Belki de ruh dediğimiz bilinmez güç sadece onda vardır. Bir benlik katıyordur bu ruh insana ve özgünlüğünü, değişkenliğini, alçaklığını, yüceliğini ve diğer hiçbir canlıda bir arada sayamayacağımız her türlü özelliğini var ediyordur. Yukarıda da bahsettiğim gibi, sürekli keşfeden, icat eden ve başkalaşan özgün canlılardır insanlar. Fakat aynı zamanda alçak veya yüce de olabilirler. Hiç, bir hayvan türünün bazı üyelerinin alçak, bazılarının yüce, bazılarının vefakar, bazılarının nankör olduğunu gördünüz mü? Açıkçası ben görmedim. Aslan deyince her aslanın yüce ve asil olduğunu düşünürüz. Yılan deyince sinsilik gelir aklımıza. Fakat insan deyince benim aklıma ne çok iyi birisi geliyor, ne de kötülüklerle dolu birisi. Fakat kötüsü akla sığmayacak kadar şeytani olabilirken, az bulunsa da iyisi kendisi haricinde herkes için yaşayabilecek kadar yardımsever olabiliyor. En büyük zevki acı çekmek olan mazoşistinden, başkalarının acı çekmesinden zevk alan sadistine kadar; ateşe tapan mecusiden, ölüleri yiyen yamyam aghorisine kadar hepsine aynı isimle hitap ediyoruz: "insan". Bazı insanlar hastalıklı birer ruha sahip olurlar. Vahşetten zevk alırlar, acı çektirirler, güç elde etmek için her türlü kötülüğü yaparlar. Bu onların suçu mudur, doğuştan gelen özellikleri midir tartışılır fakat bir o kadar da zararı olmayan ve iyi olmak adına uğraşan insan varken insanların karakteri her zaman şeytanidir diyemeyiz. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, hiçbir zaman insanları genelleyemediğimizi fark etmiş olmalısınız. Her zaman o genellemeye uymayan birileri çıkacaktır ve onlara insan dediğimiz sürece yaptığımız genellemelerde istisna kaideyi bozmalıdır. Yedi milyar insanın yedi milyarı da birbirinden farklı özelliklere sahip ve sizi bilmem ama diğer bütün canlılarla kıyasladığımızda bu bana hiç de normal gelmiyor! Bizler hatalıyız. Diğer hayvanlar gibi değiliz, bitkiler gibi hiç değiliz. Canlı kavramının istisnası mıyız yoksa tamamen bambaşka bir varlık mıyız belli değil. Bu zincirin bir parçası olmayı hak etmeyecek kadar ne idiği belirsiz ucubeleriz. Birbirimize benzemekten ziyade birbirimizden farklıyız. Alçak ve yüzsüzüz. İyi kalpli ve utangacız. Sinsi ve vefasızız. Aptal ve sakarız. Zeki ve ciddiyiz. Çalışkan ya da tembeliz. Tek bir şey olmamız gerekirken her doğumla yeni bir ruhun daha katıldığı devasa bir kümeyiz. Bizler, kendine kendi adını söyleyen tek canlı varlığız, insanız. Yağız Berk KARAKAYA 21502647 TURK 101-51 YAREN ÖZGENÇ BİR DOSTLUĞUN BAŞLANGICI İnsanoğlu yaşamı boyunca her türlü iletişimi kurmaya çalışmış ve bunu az çok başarmıştır. İnsanlar insanlarla, kuşlarla, atlarla, köpeklerle anlaşmaya, beraber yaşamaya alışmaya çalışmıştır. İletişim kurmak sadece konuşma amaçlı değil, duygusal anlamda birilerine bağlanmak, kendini yalnız hissetmemektir. Bence insanlığın en büyük düşmanı, çoğu kötü şeyin sebebi yalnızlıktır. İnsanlar ilk olarak kendi türüyle iletişime geçtikten ve bu iletişim geliştirdikten sonra hayvanları evcilleştirmeye başlamışlar ve ilk olarak köpeği evcilleştirmişlerdir. Köpekler onlara avcılık, koruma ve duygusal destek konularında yardımcı olmuşlardır. Efendi ve Köpeği de bunun bir örneği aslında. Yazar kendi hayatını ve köpeğiyle olan bağının giderek nasıl güçlendiğini anlatmış. Kitabı okuduktan sonra benim aklıma bazı sorular geldi. Mesela köpeklerle nasıl duygusal bağlar oluşturabiliyoruz, köpekler bizi anlayabiliyor mu, nasıl bu kadar sahiplerine sadık oluyorlar? Bu soruların cevapların cevaplarını sahiplendiğim köpeğimi düşünerek vermeye çalıştım kendimce. Romanı okurken aklıma can dostlarımız hakkında çok fazla düşünmediğimiz, onları hak ettikleri kadar iyi tanımadığımız geldi. Onlar ile ilgili aklıma gelen ilk ilginç şey zamanla bize sadık olmayı öğrendikleri oldu. İnsanların birbirlerine karşı gösteremediği saygıyı, sevgiyi onlar insanlara sadık olarak göstermeye çalışıyor. İnsanlardan ne kadar farklı seviyede masum, zeki ve sevgiye muhtaç canlılar olduklarını anlayabildim bu sayede. Sosyal medyada, haberlerde, gazetelerde hepimiz muhtemelen denk gelmişizdir köpekler ve sahipleri hakkında göz dolduran ya da kalplerimizi ısıtan hikayelere. Sahibi vefat edince mezarının başından ayrılmayan veya sahibi dışarda her zaman oldukları yerde arayıp bulamayan, ölümlerini kabullenemeyen köpekler… Onların o halleri aklıma kendi köpeğimi getirir hep. Kendimi onun yerine koyup, bu senaryolara empoze etmeye çalışırım. Bu gibi olaylarda yine de aynısını yapar mıydım, sahibimi kendi önceliklerimin önüne koyar mıydım diye düşünürüm. Cevabım tabi ki hayır olur. İnsan olarak kendimizi ne şekle sokarsak sokalım asla onlar gibi düşünemeyeceğimiz, onlar gibi hareket edemeyeceğimiz sonucuna vardım. Ve eğer bunları yapamıyorsak köpekler hakkındaki sorularımızı sadece gözlem yaparak yorumlayabileceğimizi, kesin yargılara varamayacağımızı düşünüyorum. Hayatta kalmamız, yaşamamız için gereken temel ihtiyaçları şu an ilkokul çocuklarından tutun en yaşlımıza kadar hepimiz ezbere sayabiliriz. Barınak, yiyecek, giyecek bunların en başında gelir çoğu söylemde. Gariptir ki hiçbirimiz sevgiyi katmayız bu ihtiyaçların içine. Halbuki sevgidir bizim hayattaki çoğu zorluğun üstesinden gelmemizi sağlayan, sevgidir bizi ayakta tutan, güç veren, yol gösteren. Daha doğmadan önce ailemiz bizi sevmeye bizimle anne karnındayken bile iletişim kurmaya başlar. Ölünceye dek de sevgiyle her şeyi başarabileceğimizi hissederiz. İnsanlar birbiriyle iletişim kurar ve sonrasında sevgiyle duygusal bağlar kurulur. İnsanın insanla iletişimi basittir fakat bu çoğu insan için köpeklerle olan iletişim için geçerli değildir. Ben buna katılmıyorum. İletişim kurmayı denemektir bence esas olan, sonrasında sevgi kendiliğinden aradaki bağı oluşturur. Çoğu insanın bu iletişimi kurmayı denememesinden köpekleri de sevemediğini düşünüyorum. Doğa, bize zaten gerekli olan sevme yeteneğini yüreğimize bahşetmişken insanların onları sevmemesini de bir türlü hazmedemiyorum açıkçası. Köpekler zar zor yemek bulabilirken, yatacak yerleri olmadığında, itilip kakıldıklarında, hor görüldüklerinde bile sevgiyle yaşadıkları tüm kötülükleri unutup mutlu olabilirler. Esas olanın sevgi olduğunu, köpeklerin sevgi gördükleri andan itibaren bağlılıklarının, sadık olmalarının da başladığını düşünüyorum. Kendi köpeğimle olan ilişkimden örnek verecek olursam, onu yağmurlu bir günde sokaktan alıp veterinere götürdüğüm an o bağlılık başladı diyebilirim. Önceden terk edilmenin nasıl bir his olduğunu bildiğinden o günden sonra yanımızdan bir an olsun ayrılmak istemedi. Onu dışarı çıkardığımda bile hep peşimden geldi, sadıktı. Ama bence kafasını kurcalayan bir şey vardı. Önceki sahibine de sadıktı, ona da güvenirdi ama o onu terk etmişti, aynı şey yaşanabilirdi. Bana güvenmeliydi. İşte burada devreye zaman ve yine sevgi girdi. İki senedir beraberiz ve beraber aşamadığımız hiçbir engel yok. Köpeklerin bize güvenmesi, sadık olması sevgi ve zamanla gerçekleşen bir durum bence. Bu zaman dilimi içinde kurulan bağlar da duygusal anlamda insan hayatında çok etkili. İnsanın şeytanı olan yalnızlığı yenmesi böylece de mümkün olabilir. Köpekler bu duygusal bağlarla insanlarla anlaşır, konuşur. Sadece bazen şunu düşündüğümüz olur. Acaba köpek dostumuzla her şeyi paylaştığımızı düşünsek bile yine de onun kendi içinde gerçekten neler düşündüğünü tam olarak bilebilir miyiz? Bunu sorgulamak bizim bu iletişimde geri kalmamıza, ilişkinin gerek duyduğu sevgiyi tam olarak veremememize neden olur. Fakat şu açıdan bakarsak daha mantıklı olabilir. İnsanlar bile kimin kendi içinde neler düşündüğünü bilemez. Biz köpeklerle olan iletişimimizi en iyi şekilde devam ettirirsek hem onun ihtiyaç duyduğu hem bizim ihtiyaç duyduğumuz sevgiyi, güveni birbirimize sağlamış oluruz. Buna gönülden inanıyorum. KAYNAKÇA Mann, Thomas. Efendi İle Köpeği. İstanbul: Can Yayınları, 2015. Baskı. Berkay Kacar 21100631 Ali Turan Görgü Tiyatro Dünyasının En Özel Durağı Çocukluğumdan beri ailemin de etkisiyle birlikte sinema,konser ve tiyatro gibi kültürel etkinliklere fazlasıyla gitme şansı buldum.Bu tarz etkinliklerden her zaman keyif aldım .Her sene mümkün oldukça ve fazla ara vermeden, ailemle veya arkadaşlarımla birlikte seçtiğimiz bu tarz etkinliklere katılmaya çalıştım.Bu kültürel etkinlikler arasında en çok keyif aldığım aktivite ise tiyatroya gitmekti.Çocukluğumda hayalim bir tiyatro oyuncusu olmaktı.Tiyatronun büyülü dünyasında bambaşka rollerle her oyunda farklı bir karaktere hayat verme fırsatı , beni fazlasıyla etkilemişti.Bu yüzden olacak ki her zaman tiyatroya gitme fikri bile beni heyecanlandırırdı.Yastık Adam oyunu ise bugüne kadar gittiğim bütün tiyatro oyunları arasında beni en çok etkileyen oyundu.Oyuncuların bu kadar gerçekçi oynadığı , seyircilerin bu denli oyunun içine çekildiği ve hikaye içinde hikaye olarak dahice tasarlanmış bir oyun izlememiştim. Günlerden çarşamba olmasına rağmen Akün Sahnesi’ndeki kalabalık beni biraz şaşırtmıştı.Açıkçası hafta içi bir günde bu kadar büyük bir kalabalık beklemiyordum.Birkaç dakika sonra salona girdiğimizde ise salondaki ve dışarıdaki kalabalıkla beraber oyunun tıklım tıklım dolu bir salona oynanacağını anladım.Salona girdiğimde dikkatimi çeken bir diğer şey ise salon hoparlörlerinden gelen müziklerdi.Daha oyun başlamamasına rağmen bu müzik beni daha da heyecanlandırmıştı.Zaten oyuna sadece reşit olan kişilerin girebilmesi ve yaş sınırı olması Berkay Kacar 21100631 Ali Turan Görgü da beni şaşırtmıştı.Çünkü daha önce yaş sınırı olan bir oyuna hiç gitmemiştim.Bununla beraber dekorda sade tutulmuş ve kırmızı renkli ışıklarla değişik bir hava yakalanmaya çalışılmıştı.Oyunda anlatılan hikayeler , hikayelerle cinayetler arasındaki bağlantının polisler tarafından anlatılması ve sorgular inanılmaz gerçekçi ve sürükleyiciydi.Katuryan’ın zeka geriliği olan kardeşini oynayan, ve sonrasında isminin Buğra Göktepe olduğunu öğrendiğim oyuncu ise muazzamdı.Rolünün hakkını verdi.Oyunu izlerken acaba oyuncu olsaydım ben de bu kadar iyi bir performans sergileyebilir miydim diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım.Ben bu düşüncelere dalmışken , cinayetler konusunda Katuryan’ı sorgulayan polis amiri bir anda elindeki kalemi fırlattı ve izleyicilerden dikkati dağılmış olan herkes ufak bir şaşkınlık yaşadı.Oyunda katilin kim olduğu , cinayetlerin failinin ortaya çıkması bir gizem olarak ortaya çıkmıyordu.Asıl soru işaretleri Katuryan’ın sorgusu sırasında cevaplarını buldu.Sorguyu yapan polisleri canlandıran kişilerin zaman zaman seslerini epey yükseltmeleri sahnenin heyecan seviyesini hep en üst seviyede tutarken , Katuryan karakterine hayat veren aktörün bu sıkıştırmalar karşısında önce rahat daha sonra ise git gide soğukkanlılığını yitiren tutumu görülmeye değerdi. Katuryan’ın şiddet dolu hayal dünyası ve geçmişinde yaptığı şeyler ise beni oldukça hayrete düşürdü.Katuryan’ın kardeşini öldürmesi bir nevi daha büyük acılar yaşamaması için ona kıyması ise şüphesiz benimle beraber herkesi hayrete düşürdü.Bu sahne oyunun en etkileyici bölümlerinden biriydi.Beni en çok etkileyen bölüm ise oyuna adını da veren “ Yastık Adam ” hikayesinin anlatıldığı bölümdü.Benim hayatımda dinlediğim en kısa fakat en etkileyici Berkay Kacar 21100631 Ali Turan Görgü hikayelerden birini dinleyeceğimi , tiyatroya gitmeden önce tahmin etmiyordum.Bu hikayenin anlatıldığı bölüm oyunun benim açımdan en keyifli dakikalarıydı.Oyunun üzücü kısmı da kendisini aslında tam da bu noktada gösterdi.Çünkü oyunda çocukların ileride acı çekmemesi için onları küçükken öldüren Yastık Adam bu iki kardeşe asla uğramamıştı .Bu da iki kardeşin hayatlarının gidişatını tamamen etkilemişti .Sonuçta Katuryan’ın orada sorgu odasında sorgulanmasının tek sebebi aslında Yastık Adam ’ın hiç gelmeyişiydi. Günümüzde çoğu insan tiyatroya gitmek yerine sinemaya gitmeyi tercih ediyor.Herkesin yapmaktan hoşlandığı şeyler farklı olabilir ve buna saygı gösterilmesi gerekiyor.Fakat tiyatro gibi izleyicilerin ve tiyatro oyuncularının aynı yerde aynı anda bulunduğu , iç içe geçtiği ve aynı havayı teneffüs ettiği bir ortamı başka bir yerde yaşamak çok zor.Bunun için herkesi senede en az dört beş defa tiyatroya gitmesi gerektiğini düşünüyorum.Çünkü hem tiyatro oyuncularının emeğine verilen destek hem de izleyicinin oyunu izlerken aldığı haz bence çok önemli.Ben de fırsat buldukça tiyatroya gitmeye çalışan biri olarak umuyorum ki izlediğim her oyundan en az Yastık Adam kadar keyif alırım. Özge Norman DIŞ DÜNYAYA DAİR GÖZLEMLERİMİZ ve KURGU ÜRÜNÜ HAYATLAR Yolculukları kitap okumaya benzetiyorum ben. Kitaplar gibi yolculuklar da ufkumuzu geliştirir çünkü dış dünyayı gözlemlerken yepyeni düşünceler biçimlenir kafamızda. Çok sayıda yaşam kesiti geçer önümüzden bir film şeridi gibi adeta. Anlık belki de saniyelik olarak geçen bu sürede, daha önce tanık olmadığımız kişileri ve yaşamları gözlemleriz. Her gözlemimizden yeni tahminler çıkarabilir, dahası bunlar arasında ilişkiler kurabiliriz. İçimizdeki karşı konulmaz merak duygusu ve anlamlandırma içgüdüsü bu safhada açığa çıkar. Yolculukların bağımlılık etkisi yaratmasının bir nedeni de merak duygumuzu harekete geçirmesi “Dünya meğer ne kadar da büyükmüş, aynı anda ne kadar çok şey yaşanıyor!” dedirtebilmesidir insana. Kimi zaman dahil olmak isteriz gözlemlediğimiz yaşamlara, kimi zaman onları usulca uzaktan seyretmek. Uzaktan bile olsa dokunabiliriz o yaşamlara; hayal gücümüz gitmek istediğimiz yerleşim yerlerine, dahil olmak istediğimiz hayatlara ve insan ilişkilerine bizi ulaştırabilecek bir güce sahip. Evet, bunları sadece oturduğumuz yolcu koltuğundan yapabiliyoruz. Yazarların da yolculukları sırasında bazı yapıtlarını kalem aldıklarını duymuşuz veya okumuşuzdur. Yolculuk denilen bu yaratıcı süreçte gözlemleme fırsatı buldukları küçük bir detaydan ilham alabiliyor, buna göre bir karakter veya olay yaratabiliyorlar. Fakat kimsenin farkına varmadığı şey, her gün on binlerce insanın aynı yaratıcı süreç içerisinden geçmesi. Bu durumda herkes bir yazar gibi hareket ediyor, herkes karakter çözümlemesi yapabiliyor. Paula Hawkins’in kaleme aldığı Trendeki Kız adlı yapıtın başkahramanı Rachel da içinde bulunduğu trenden gördüğü bir çift ile arasında görünmez bir bağ kuruyor ve onlara belli başlı kişilik özellikleri addediyor. Zihninde kurguladığı her şeyin kaynağı sadece anlık bir görüntüden ibaret olmasına rağmen, hiçbir fiziksel iletişimi olmadığı kişilerin hayatlarına bir şekilde dahil olma imkanı buluyor. Günlük hayatta biz de merak duygumuzu geliştirerek ve hayal gücümüzün sınırlarını zorlayarak hiç ummadığımız evrenlerin kapısını aralayabilir ve insan zihnine bu şekilde içsel bir yolculuk yapabiliriz. Koskocaman dünyadaki yerimizi konumlandırmaya çalışırken kendimizi durağan biri veya etkisiz eleman gibi görebiliyoruz bazen. Halbuki bir yaşamlar zinciri bu içinde bulunduğumuz. Yolda gördüğümüz bir kişi bile hayatımızda bir şekilde yer edinebilir ya da karşılaştığımız yaşam manzaraları hiç tahmin etmediğimiz biçimde yön verebilir hayatımızın gidişatına. Bir yolcu olarak biz, pasif kalmayıp düşüncelerimizi hayata geçirirsek de aynı etkiyi yaratabiliriz hiç tanımadığımız insanların hayatında. Aynı zamanda kendi geçmişimizi ve hayallerimizi dış dünyada vücut bulmuş bir halde görebiliriz. Bu durum bizim aslında dışarıdaki insanlardan çok da farklı olmadığımızı gösteriyor. Hepimizin bir ortak noktası var. Sokakta gördüğümüz tanışıklığımızın olmadığı yabancı kişilerle bir şekilde bağlantı kurabileceğimiz ortak özellikler bulabiliyoruz hayal gücümüzün de eşliğiyle. Varlığımız, kurgu dünyamızın içinde yok olup gitmektense ait olduğu şekilde konumlandırıyor kendini, dış dünyayla olan bağlantılarını o şekilde kuruyor. Bir trende, bir arabada ya da otobüste hatta vapurda, uçakta giderken camdan dışarıyı seyretmek en büyük zevklerimizden biri. Yolculuğumuz sırasında kulaklıklarımızı takar, en güzel şarkı listemizi oluşturur ve gerçekte olduğumuz kişiden bir an için sıyrılır, hayallerin büyülü dünyasına kaptırırız kendimizi. Yolda gördüğümüz her bir canlıya ve hatta nesneye anlam yüklemeye başlarız, onlarla ilgili hikayeler, yaşanmışlıklar tasarlarız zihnimizde. Üzerine ne kadar çok düşünürsek zihnimizdekilerin o kadar somut bir hal aldığını görürüz. Zihin ürünlerimizin bu gerçeğe aktarımı, kontrolümüz dışında gerçekleşen olaylarda bile etkiye sahip olduğumuz ve domino efekti gibi bir etkiyle çevremizde olup bitenlere nasıl yön verdiğimiz konusunda bize ipuçları verir. Yolculuklar, insanın iç dünyasına açılan bir kapı. Gözlemlediklerimizin kişiliğimize olan katkısı hatırı sayılır ölçüde önemli. Kendimizi hayal kurarken kaptırabiliyoruz, başka hayatların yaşantılarıyla iç içe geçebiliyor zihnimizin ürünleri. Yine de, bir çıkış yolu buluyoruz. Kendimizle bağdaşlaştırdığımız veya ilgimizi çeken her yeni varlık ve olay karakterimizi oluşturmamıza yardımcı oluyor. Karşılıklı bir etkileşim halinde bulunuyoruz yolculuklarımız sırasında bile, ne kadar akla yatkın olmasa da, ne kadar olağanüstü gelse de kulağa... MERVE BOYACI 21100948 AHMET KAYA TURK102-11 KONU :DOSTLUK KİTAP:UÇURTMA AVCISI YAZAR:HOSSEİNİ KHALED DOSTLUK Emir ve Hasan’ın arasındaki dostluk bağı çok güçlüdür. Kabil’in monarşi yıllarında büyüyen iki çocuk…Hayatın bütün zorluklarına karşı birlikte direnmişlerdir. Küçük bedenlerine rağmen direnişlerinin gücü hepimizi şaşırtır. Emir ünlü ve zengin bir adamın oğlu ve tüm imkanlara sahip bir çocuk.Hasan ise onun hizmetlisinin çocuğudur. Aralarında kültür farkı olmasına rağmen birlikte dostluk bağı kurmuşlardır. 21.yüzyılda insanların aralarında böyle güçlü dostluk bağı göremiyoruz. Yaşadığımız toplumda insanların güven duygusu yok olmuştur ve çıkar ilişkileri ortaya çıkmıştır. Roman boyunca yazar Kabil’in sosyal baskısı ve yanlış dini olgularını objectif bakış açısıyla yansıtmıştır. Zor şartlar altında, dostluk kurmak pek mümkün değildir. Yazarımız bize dostlukların sadece güzel zamanlarda olmayacağını , zor zamanlarda da gerçekleşeceğini anlatmıştır. Monarşi yüzünden birçok çocuğun sosyal ve psikolojik yaşamları derinden etkilemiştir. Onlar bu olumsuzluklara rağmen dostluk bağını yine de kurmuşlardır. Romanı psikolojik açıdan incelediğimiz zaman karşımıza trajik olaylar çıkar. Yoksulluk yüzünden çocuklara yeterli ilgi gösterilmemiştir ve onların içe kapanık hali artmıştır. Zenginlerin fakir insanlara karşı bakış açısı aşağılamadır. Onların herhangi bir fikri yapıları olamaz ve onlar hizmet etmeye mecburlardır. Bu baskı altında insanların psikolojilerinin sağlıklı olması beklenemez. İnsanlar bu şartlar altında yaşamaya çalışırken bir de Taliban olayı insanların yaşamına darbe vurur. Yanlış dini olgular ve kendilerince koydukları şeriat kanunları onların hayatlarını olumsuz etkilemiştir. Çocuklar anne ve babalarını sosyal hayatta alışık olmadıkları durumda gördüklerinde duygusal olarak çöküntüler yaşayabilirler. Yazarımız bize Hasan karakter ile bu durumu anlatmıştır. Hasan’ın başına gelen olaylar ve ailesinin ilgisizliği onun psikolojisini derinden etkilemiştir.Sosyal yapısını incelersek, Kabil’in monarşi yapısı çocukların eğitimine önem vermemiştir. Taliban ve şeriat kanunları çocukların eğitim hayatlarını engelemektedir. Bu şartlar altında çocukların sosyal hayatlarında problemler olması kaçınılmazdır. Yazarımız bize çocukların her şart altında dostluk kurabileceğini göstermiştir.Onların birbirlerine okuma yazma öğretmesi bunun en büyük kanıtıdır. “Sokağın köşesini dönmek üzeriydi;lastik botları yerden kar öbekleri kaldırıyordu. Durdu, döndü ellerini ağzının iki yanına götürdü. ßin Tane İste, Senin İçin yakalayayım ! dedi. Sonra o bildik hasan gülümsemesiyle gülümsedi,köşeyi dönüp gözden yitti.Onu bir kez daha böylesine tasasız,böylesine içten gülümserken ancak yirmi altı yıl sonra,solmuş bir polaraid fotorağrafta gördüm.” Günümüzde hayat normal devam etmesine rağmen güçlü dostluk örnekleri göremiyoruz. Hayatımızda belki Taliban yok ama ondan daha güçlü sorunlarımız var. Zamanla insanlar birbirlerinden uzaklaştı bu durumun iki önemli sebebi var. Birincisi teknolojinin hayatımıza girmesiyle birlikte insanlarla paylaşımlarımızın sadece internet üzerinde olmasıdır. Artık insanlar eskiden olduğu gibi bir araya gelmiyorlar. Dostluğun oluşması ve gelişmesi için duyguların ve fikirlerin paylaşılması gerekir. Oysa teknoloji çağında bu durum sekteye uğramıştır. İkinci sebep oise yoğun çalışma hayatımızda arkadaşlarımıza gereken vakti ayıramıyor olmamızdır. Hayatımız monoton hale geldi. Bu durumdan dolayı dostluk kurmak için gereken zamanımız yok. Malesef küreselleşen dünyada insana verilen değer azaldı. Bu yüzden hayatımız daha yoğun bir hal aldı. Dostluk için gereken ortama sahip değiliz. Sonuç olarak, dostluk kurmak emek ister. Günümüzde malesef eski dostluklar kalmadı. Bizi yalnızlaştıran teknoloji ve yoğun iş hayatımız önümüzde büyük bir engeldir.Bu kitapta Taliban’ın şeriat kanunları insanları birbirinden keskin bir şekilde ayırmıştır.Yazarımız bu ayrıma rağmen insanların birbirleriyle kurmuş oldukları dostluk bağının gücünü bize hayranlıkla anlatır. Hasan ve Emir’in dostlukları bizim hayatımız için çok güzel bir örnektir. Küreselleşen dünyada insanlar birçok problemle karşılaşmıştır. Ama “Uçurma Avcısı” kitabı sayesinde bize yeniden dostluk kurabileceğimizi yazarımız anlatmıştır.Her zaman birbirimize vakit ayırıp küreselleşen dünyadan sıyrılıp yeni adımlar atarak hayatımızı şekilendirebiliriz. KAYNAKÇA HOSSEİNİ.KHALED. .Everest Yayınları.(2003) Uçurtma Avcısı GÜNEŞ JAGUARIN AĞZINDA “Şu sıralar yazmakta olduğum kitap, beş duyudan söz ediyor, çağdaş insana bu duyuların kullanımını yitirdiğini göstermek için” Bu söz kitabı özetlemeye yetmese de içerdiği değişmeyecek duyular arka kapaktan anlaşılıyor. Italo Calvino içinde bulunduğu dünyadan, ne kadar değişirse değişsin içinde bulunduğumuz dünyaya bir farkındalık mesajı gönderiyor. Günümüzde üstünde durduğumuz duyulara ek olarak cinselliği de ek olarak ele almış olmakla birlikte bu çekimin insanın içinden çıkmaya başlayıp her duyuyla ilişkilendiğini gözler önüne sermekle kalmayıp bunu da öyküleştirip acı gerçekleri yüz üstüne çıkarmıştır. Fakat ömrü yetmediği için sadece üç duyu üzerinde yoğunlaşabilmiştir: koku alma, duyma, tat alma… Karakterlerin zamanının önemli veya sıradan kişilerinden oluştuğu bu kitapta her türden insanın bu duyulara aynı şekillerde eğilim göstereceğinden sıklıkla bahsedilmiş. Örnek vermek gerekirse öykülerin birinde ses duyusunun üstüne durulurken bir kral ele alınmakla kalınmamış; bir kralın sarayın içindeki soğuk savaşın iç ürperten sıcaklığını günümüz yaşantılarındaki ev içi sorunları ya da iş hayatı zorlukları bazında yorumlamak mümkün. Bir kral nasıl içinde bulunduğu ortamdaki sorunları veya sıkıntıları duvarlardan, havadan, ayak seslerinden, konuşmalardan, su şırıltısından anlayabiliyorsa; günlük yaşamında ortalama bir bireyin de bu gözlemleri yapabileceği belirtilmeye çalışılmış. “Ama aramızda yalnızca yiyecekler aracılığıyla kurulan bu ilişki (o kadar ki, yemek dışında herhangi bir imgeyle özdeşleştirilmesi olanaksızdı), hayallerimde Olivia’nın en derin arzularına karşılık geldiğini düşündüğüm bu ilişki, aslında onun hiç hoşuna gitmiyordu ve o akşam yemeği sırasında duyduğu rahatsızlığı dışa vuracaktı.”(44) Tâbi bu durum sadece işitme duyusu için değil diğer duyular için de vurgulanmaya çalışılmıştır. Kitaba adını veren öykü ele alınabilir. Jaguar-Güneş Altında tam anlamıyla insanlar gayet de tat alma duyusu ile anlaşabileceğini hatta ve hatta konuşarak yapabileceklerinden daha fazlasını tat alma duyusu ile gerçekleştirebileceklerinden bahsetmiştir. Bir çiftin gezi esnasında gezdiği yerlerde yediği yöresel yemeklerin tatlarından esinlenilmiş olan bu öykü; bir mesafenin, bir duygusal kopukluğun dilin sessiz kaldığı ama tadını alabildiği sözcüklerin lezzetini havaya salmakla kapanabileceğini okurlarına kanıtlar. Günümüz insanının en büyük eksikliği olan konuşma eğitimine karşı yazılmış olan bu dil tedavisi tat alma duyusu ile okurun önüne leziz bir kokuyla sunulmuştur. “İşte şimdi o kokuyu arıyorum, çiğnenmiş tozlu otlarda onun izini arıyorum, kadınların hepsini kokluyor kokluyorum, artık tanıyamıyorum o kadını, çaresiz, burnumla onu arayarak, sürünün içinden kendime yol açıyorum.”(17) Koku demişken, Italo Calvino daha kitabın başında okurlarına bir insanın en son unutulan şeyinin kokusu olduğunu söylemeyi ihmal etmiyor. Koku insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri olmakla kalmayıp her insanda ayrı olması, kokuyu en öznel yapılardan biri kılar. Sevgiyi kokusundan tanımaktan veya tanınanı koklamaktan daha güzel ne olabilir ki… Bir zaman zarfını sırf sevgiliyi bulma umuduyla, koku izi sürerek harcamayı ve bundan zevk almayı, mutlu olmayı başarabilmek ne yüce bir olgudur. Ad, Burun adlı öykü de tam olarak bunun üstünde duruyor. Bir kere kokusunu içine çektiği bir kadının kokusunu ararken kendini bir parfümcüde bulan bir adam… Ama işin şekli hemen değişiyor ve Calvino her kokunun bir anlamı olduğunu ve kokuların da sosyal bir yer ifade ettiğini vurgulamakla kalmayıp konuyu bir kefeye, sosyal statüleri ise diğer kefeye koyup, burun deliklerinde birer birer tartıyor okurun. Kokunun kişiden kişiye değişse de, zamandan zamana değişmeyen gerçekliğini ısıtıp ısıtıp tenimize sindiriyor. Duymaya o kadar alışmış bir toplumun koku alamadan yaşadığı tatsızlıklar bütününü düşününce fark ediyor insan duyuların önemini. Düşünün koku almayan birinin bir yemekten alabileceği tadı… Ya da ağzının tadı kaçmış birinin aradığı kokuyu alamaması… Hazin sonumuzun haberciliğini yapan Calvino topluma esas ihtiyaçların kıymetini ölçtürmeye çalışsa da insanların bunlara verdiği önem terazinin yanlış tarafında kalıyor. Görüleni görüp, duyulanı duyup, kokanı kokluyoruz, tadılanı tadıyoruz… Peki diğerleri ne olacak? Ya da geride bıraktığımız yaşantımızda kaç defa içimize aldığımız her bir nefesten aldığımız tadı anımsayacağız. Arka planların başrollerini oynayan duyularımız olmadan ne kadar yaşayabiliriz ki (!). Bu farkındalığa erişene kadar güneş jaguarın ağzında… Sonuç olarak Calvino ölmeden önce yetiştirebildiği kadarıyla üç duyumuzun, bizim kullandığımız kadarından daha fazlası olduğunu ve bize nasıl yol gösterebileceğini bize kanıtlamıştır. Bir diğer deyişle seslerin kokusunu, tatların rengini bizlere bir daha okurlarına yansıtmıştır. Kaynakça Calvino, Italo. Jaguar-Güneş Altında. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2/2012 TGoeprluekmeunn  B,  “ikre  Fneddi  aökrfa  vrelı  kad:  eTtoleprliu”,m  “guenle  Knuekrlaelrlai”r,  ı“  dYüezreinnei”    Kyae  ndda  in  Me  uadtl  uveluriğrusenku  n   verelim  kendi  koymak  istediği  kurİaçlilnardıe  h  Yayaaştaımmaızkın    her  alanında  ve  her  anında   karşımıza  çıkar.  Çoğu  zamanda  da  hissederiz  ki,  genelin  benimsediği  bu  kurallar   bize  iyi  bir  hayat  standardı  kazandırma  amacından  çok  hayatımızı  kendi  koyduğu   kuralları  çerçevesi  içinde  yaşamaya  zorlar.  Toplumun  kendi  koymak  istediği  bu   kurallar,  bazen  insanı  asıl  yapmak  istediği  şeylerden  uzaklaştırır  ve  zaman  zaman   insanın  sahip  olmak  istediği  ama  o  anda  olamadığı  mutluluğun  arayışına  sokar.     ise  bu  mutluluk  arayışını  ve  aidiyet   duygusunu  anlatan  bir  deneme  kitabıydı.  Kitabı  okuduktan  sonra  anladım  ki   toplumun  yarattığına  uygun  olan  ve  çoğunluğun  da  uyduğu  tipleme  bizim  “normal”   dediNğiomrmiz  akle  Olilmmea  kh  aVlainrek  egne  lNmeidşe.  nÇ  oMğuutnlulu  Okllaas,  ıinn?s  anlar  normale  ne  kadar  yaklaşırsa   mutluluktan  o  kadar  uzaklaşıyormuş.  Sonrasında  düşündüm,  “normal”  olmak  ne   kadar  önemli?  Ait  olduğumuz  yeri  bulmaya  çalışmak  bizi  kendimizi  bulmaya  mı   daha  çok  yaklaştırır,  yoksa  bulunduğumuz  yerdeki  insanlarla  bir  topluluk  haline   gelmeye  mi?  Toplumun  bir  parçası  olmak  için  kendi  mutluluğumuzdan  ödün   vermek,  “normal”  olmak,  bütünlük  için  yapılması  gereken  bir  fedakarlık  mıdır?  Ya   da  kendimizi  bulunca  toplumdan  uzaklaşmak  yerine  topluma  daha  mı  çok   yakınlaşırız?     Düşününce,  ayrı  ayrı  sorduğum  bu  soruların  aslında  tek  bir  noktaya  parmak   bastığını,  bir  yapboz  parçası  gibi  birbirlerini  tamamladığını  gördüm.  Bir  yerden   başlamak  gerekirse;  toplumdaki  gelenek  görenekler  en  başta  mantıklı  bir  noktadan   çıkmış  olabilirler.  Genelde  bu  ortak  nokta  bir  arada  olmak,  dayanışmayı  ve  birlik   beraberlik  duygusunu  pekiştirmek  üstünedir.  Ama  artık  insanların  bu  gelenekleri   diğerlerini  “normal  olmak”  tanımı  altında  istedikleri  kalıplara  sokabilmek  için   kullanmaya  çalıştıklarını  görüyorum.  Kitapta  da  yazar  Jeanette  Winterson,  eşcinsel   olduğunu  annesinin  kabul  edemeyişini  ve  kızlarla  ilişki  kurmasını  engellemeye   çalışmasını  anlatarak  söylediğim  noktaya  katılıyor.  Annesinin  zamanında   eşcinselliğin  kabul  gören  ya  da  yaygın  olan  bir  durum  olmadığını  anlamak  zor  değil,   dolayısıyla  annesi  de  “normal”  olanın  heteroseksüel  ilişki  olduğunu  düşünmüş  ve   kızını  da  eşcinsellikten  uzak  tutmaya  çalışmış.  Peki  olmadığın  biri  gibi  davranmak  ve   toplumun  geneline  öyle  olmadığın  halde  benzemeye  çalışmak  ne  kadar  yararlı   olabilir?     Benliğinden  vazgeçmenin  tabi  ki  de  kişiyi  mutlu  etmeyeceği  çok  açık,  sırf   toplumun  bir  parçası  gibi  gözükmek  için  de  mutluluktan  ya  da  benlikten   vazgeçilmesi  gerektiğine  inanmıyorum.  Bu  gereğinden  fazla  bir  fedakarlık.   Söylediğim  şeyler  belki  biraz  bencilliğe  kaçıyor  diyebilirsiniz;  hatta  böyle  olursa   toplumun  bir  arada  kalamayacağını,  dağılmaya  mahkum  olduğunu  da  söylüyor  olabilirsiniz.  Ancak,  toplumun  yararı  için  de  kişinin  benliğinden  ya  da   mutluluğundan  vazgeçmemesi  lazım.  Kişi  benliğini  bulunca  mutlu  olur,  mutluluk  da   motivasyon  ve  yaşama  isteğinin  oluşmasını  sağlar.  Topluluk  da  mutlu  insanlardan   oluşunca  da  içinde  bulunduğu  ülkeye  ve  hatta  dünyaya  faydalı  bir  topluluk  olur.   Böyle  düşününce  bir  insanın  “normal”e  aykırı  olsa  bile  kendi  istediğinin,   arzuladığının  peşinden  gitmesi  bencillik  olarak  değerlendirilebilir  mi  ki?  Ait   olduğumuz  yer  de  mutlu  olduğumuz  yerdir,  benliğimizi  bulduğumuz  yerdir.  Ait   olduğumuzu  hissettiğimiz  yerde,  topluma  en  yararlı  birey  haline  geliriz.  Bu   yüzdendir  ki  mutluluğun  peşinde  koşmak,  ait  olduğumuz  yeri  bulmaya  çalışmak   toplum  için  yapabileceğimiz  en  güzel  harekettir.     Hepimiz  istesek  de  istemesek  de,  insan  yani  sosyal  bir  varlık  olduğumuz  için  bir   topluluğa  ait  olmak  zorundayız.  Sadece  “normal”  ya  da  tıpa  tıp  aynı  olmak  zorunda   değiliz.  Her  birey  ait  olduğu  yeri  ve  mutluluğunu  kendi  istediği  yolda  bulmalıdır  ki   toplum  olarak  bir  arada  kalalım.  Pink  Floyd’un   adlı  şarkısında  söylediği   gibi:   ”  ( ).  Burada  “beraber”  durmamız,  hepimizin  aynı  ya  da  “normal”  olduğunu   değil;  tercih  ettiğimiz  yollar  ne  kadar  farklı  olurHsae  yo  Ylsouun    bir  arada  kalmayı   becer“iTşoimgeizthi  earn  wlaetı  ystoarn.  dO,    ydüivziddeedn  ,w  ines  faanlll.arıB  kiarlliıkptlea  raay  asokktam  dauyrau  çyaolrıuşazc,  adğaığmılıızrsaa  k   dhüerşekreiszin  kendi  istediği  ve  bildiği  yoldan  mutlu  olmasına  izin  vermeliyiz.     Winterson,  Jeanette.   .  İstanbul:  Sel   KAYYaNyAınKcÇılıAk:.    2015.  1.  Baskı.       Pink  Floyd.  Hey  You.  N19or7m9.a  Rl  oOglmera  Wk  Vaaterrkse.  nT  Nhee  dWena  lMl.  uHtalurv  Oelsats  aınn?d  Columbia   • Studios.  CD.       •   Pelin  Baysal BURAK YÖRÜK MUTLULUK MU, O DA NE? Hayatın hep bir koşuşturmayla geçtiğini ve bu koşuşturmaya rağmen elimdeki tek şeyin koskoca bir sıfır olduğunu düşünen tek kişi ben miyim? Her şeyin sonunda elimde karamsarlığın, üzüntünün, endişenin ve yalnızlığın kaldığını… Şu nesnelerle, insanlarla dolu dünyada kendini tıpkı dağın başında tek başına kalmış bir papatya gibi hissetmek, kimseye güvenememek ya da hep yarı yolda kalmak, bırakılmak. Ama yalnız olduğumu düşünmüyorum. Niye mi? Nereye baksam hep uzaklara dalan, dokunsan ağlayacak insancıklar çarpıyor gözüme. Abuzer Gülpınar da bizden biri galiba. Kendisinin “Başım Kirazlı” adlı şiir kitabını okumaya başladığım anda kendimi bir aynaya bakıyormuş gibi hissettim. O da kırgın, üzgün, yalnız. O da terk edilmişler durağında onu kurtarması için gelecek otobüsü bekleyen bir yolcu ama ne mutlu ki o kendini ifade edecek bir yol bulmuş. “Sevişmeler terk edildi/ Rüzgâr tükendi/ Soframda yalnız kaldı/ Cemal Süreyya şiirleri”(16) Tam da böyle değil midir? Ne güzel betimlemiş Abuzer Güldalı her şeyin geride kalmasını, anlamını yitirip genelleşmesini, en güzellerinin bile bir anlam ifade edememesini. Şu zamana kadar hep bir çıkar yol aradım kendime; en azından bir teselli bile yeterdi kabuğumdan çıkmaya, derin bir nefes almaya. İçimde kimseye anlatamadığım bırakın başkasına anlatmayı kendimin bile anlamadığı bir duygu vardı hep. Belki yaşadıklarım, belki de yaşayacaklarımın korkusuydu derken Abuzer Güldalı öğretti bana o kahrolası şeyin ne olduğunu. Meğerse içimdeki şey her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu anlamış da benim dışarıdan haberim yokmuş. Hani demiş ya yazar, “Bülbül sana nasihatim/ Gül de yalan kırmızı da/ Diken mezarına dönen teninle kalırsın.”(34) İnsan mantıklı bir şekilde oturup düşününce dank ediyor aklına. Var mı aklınıza gelen ve bunun yalan olmasının imkânı yok diyen? Aranızdan şimdi aile sevgisi diye atlayan olur elbet. Onları ayrı tutun, onlar sizin bu dünyadaki tek varlığınız, ilkleriniz… Onları ayırdıktan sonrakileri düşünün. Arkadaşınızın, sevgilinizin ya da akrabalarınızın sevgisinden emin misiniz? Gözlerinizi kapayıp her dediklerini yapar mısınız? Hadi siz yaptınız, onlar yapar mı? Bir gün bir yerde okumuştum. Bir çift yaşadıkları ağır olaylardan sonra birlikte intihar etmeye karar verirler. Bir binanın tepesine çıkıp otururlar. Üçe kadar saydıktan sonra kız kendini atar. Çocuk beceremez ve kızın düşüşünü izlemeye başlar. Birkaç saniye sonra kızın paraşütü açılır. Peki, sizce kim suçlu? Beyazın bile kirlendiği şu dünyada kim güvenilir, kime arkamızı dönebiliriz? Şunların arasında da en çok yaralayan da galiba sevdiğiniz, değer verdiğiniz kişi oluyor. Onun acısı, pişmanlığı, hüznü bir başka oluyor. Hayata birlikte göğüs gerdiğiniz, zorlukların üstesinden geldiğiniz, mutlu olduğunuz kişinin günün birinden çıkıp gitmesi, arkasına bakmaması… İnsan kendini telefonu elinden alınmış bir ergen gibi çaresiz ve yıkılmış hissetmiyor mu? Boş bakışlar, anlamsız üzüntüler, yerle bir eden pişmanlıklar… “Dereleri kıskanan çeşmeyim şimdi/ Akanım yok/ Çağlayanım da”(38) demiştim ya Abuzer Güldalı beni anlatıyor diye, galiba ben farkında olmadan yanından geçmişim de beni gözlemlemiş galiba. Şu benzetmeye bir ek de benden gelsin o zaman. Kendimi sonbahardaki bir ağaç gibi hissediyorum. Yapraklarım dökülüyor, yalnızım, üşüyorum ve her geçen gün daha da çöküyorum toprağın altına. Zaten olmayan ümidim, umudum da bir daha yüzünü göstermemek üzere beni terk ediyor. Tıpkı diğerleri gibi, yapmaz dediklerim gibi, beni öldürmez dediklerim gibi… Masumluğun kalmadığı acıların çoğaldığı şu dünyada inşallah şu anlattıklarımdan sizin kapınıza uğrayan olmaz. Birebir tecrübe eden birisi olarak bunların olduğu yerlerden koşarak uzaklaşın. Her ne kadar mümkün olmayacağını düşünsem de siz yine de deneyin, bataklığa batmayı kabullenmeyin. Şu ana kadar hep kendime bir tercüman bulmak istemiştim içimdeki şeyi hem bana hem de çevreme anlatabilmek için. Galiba sonunda bir tane buldum. Öyle ki zaten ince olan şiir kitabını dakikalar içinde bitirdim. Kullandığı benzetmelerle, tercihlerle ve anlatımıyla Abuzer Güldalı benim aynam, tercümanım oldu. UÇMANIN VERDİĞİ EŞSİZ ÖZGÜRLÜK “Uçurtma özgürlük değildir ama uçurtma uçurmak özgürlüktür.” (Uludok, 43) Sahi, asıl önemli olan nokta uçurtmayı uçurabilmektir uçmasını izlemekten ziyade. Peki ya uçurtmayı uçurduktan sonra özgürlük kavramı kafamda bir kez daha şekil değiştirirse? Uçurtma uçurmadan çok daha fazlasını özgürlük olarak nitelendirip bizzat kendim uçurtma olmak istersem ne olacak peki? Sonuçta uçmayı istemek, uçurtma uçurmayı istemem gibi en doğal hakkım bence. Kitaptaki kırk öykünün birindeki şizofren hastası Can kolay yolu bulmuş mesela: kendisini bir uçurtma olarak görüp hastane servisinde oradan buraya kollarını açıp koşturuyor. Bence toplum tarafından dışlansa ve deli olarak damgalansa bile keyifle yaptığı eyleme devam etmesi güzel bir şey. Çünkü bizler bundan da yoksunuz. O uçurtma biz olsak bile bir noktadan sonra uçmaktan hevesimizi alıp yine özgür olmadığımızı düşüneceğiz. “Sağlıklı düşünebilen insanlar” topluluğu olarak bile hevesimizi çabucak alıvermenin getirdiği bir maymun iştahlılık doğamızda var. Bu da mutluluğu aradığımız yerlerde bulamamamızla ve yine dur durak bilmeyen bir arayışla devam ediyor; isteme, sahip olma, tatmin olmama ve daha fazlasını istemenin bitmek bilmeyen bir döngüsü halinde. Sonuçta o uçurtmanın havada olması yanında bir iple birinin bizi kontrol etmesi gibi bir gerçeği var. Bunun farkına vardığımız an özgürlüğümüz gerçek bir özgürlük gibi gelmemeye başlıyor. Yaşadığımız şey, ne kadar özgür de hissetsek, özgürlüğün bir yanılsaması olabiliyor ancak. Bu tatmin olmama duygusu genel olarak tüm hayatımıza yansıyor, adeta bizi kontrol ediyor. Her şeyden önce ne istediğimize karar verebilmemiz lazım bence. Önümüze koyduğumuz hedefler gerçekten uzun süreli bir memnuniyet getirecek mi bizlere? Yaşadığımız devirde kime sorsanız size daha iyi bir iş, lüks bir araba, çok odalı bir ev gibi maddi hayallerle gelecektir, tıpkı oyuncak için ağlamaya hazır küçücük çocuklar gibi. Bana kalırsa bu noktada “materyallerin” bize nasıl mutluluk getirebileceğini sorgulamak gerekir. Duygulardan yoksun, yapaylık üzerine kurulu nesneler topluluğu bizi nasıl mutlu edebilir ki? Önceden bahsettiğim “mutluluğu aradığımız yerlerde bulamama” durumu bunun bir özeti gibi aslında, üstüne üstlük mutluluk yanlış yerde aranıyor. Maddiyat bir insanın hedefleri arasında olmamalıdır çünkü, yaşatacağı duyguların geçici olacağı ve çok anlam ifade etmeyeceği için. Ben mutluluğu daha soyut yerlerde arıyorum mesela: Bana gerçek anlamda mutluluğu sevginin yaşattığını ve yaşatacağını düşünüyorum. Annemin, kız arkadaşımın veya köpeğimin bende bıraktığı duygular eminim ki son model bir telefondan çok daha fazla. Bahsi geçen kavram sevgi olunca bir doyumsuzluk veya tatmin olmama hissi de söz konusu olmuyor. Yanımda bulunmaları isteyeceğim şeyler bu duygular, sevgide bunun da ötesi olamaz zaten. Peki soyut şeyler bize uzun vadede daha gerçek bir mutluluk sunuyorsa, neden toplum olarak somut mutlulukların peşinde koşuyoruz? Soyut mutluluklara doyduk belki de, belki de bunları elde etmek daha zor olduğu için geldiğimiz kolaycılık durumu bizi somut mutluluklara itiyor. Bir insanın sevgisini kazanmak yerine mesela, kendimize bir şeyler alıp mutlu olmayı tercih ediyoruz. Bu kolaycılığı doğurduğu gibi aynı zamanda da bencilliği de doğuruyor. Somut varlıkların aksine sevgi sonsuz bir şey, verildikçe azalmıyor, eksilmiyor, aksine daha da artıyor. Fakat bu her insanın sahip olabileceği, belki de bizi diğer insanlardan ayırmayan bir şey olduğu için bize özel olabilecek materyallere yöneliyoruz. Yine kolaya kaçıyoruz, bizi diğer insanlardan ayıran şeyler somut şeyler oluyor. Bir insanın kişiliği önemsiz hale gelip, sahip olduğu şeyler, somut şeyler daha önemli hale geliyor. Sanırım genel tatminsizliğimizin, bir türlü mutlu olamamamızın en büyük sebebi de bu. Mutluluğu yanlış yerlerde arıyoruz gerçekten. Yunus Emre Düzağaç Kaynakça Uludok, Okay. 40 Şizofrenden 1 Öykü. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş., 2015. TÜM ENGELLERİ HİÇE SAYMAK ''Koş Forrest koş!''. Bu replikle tanıdı herkes Forrest Gump'ı. İlk başta Forrest'in bir şeylerden kaçtığını anlayabiliyorsunuz, ama neyden? Forrest ve protez olan bacakları. Değneklerle yürümeye çabalıyor. Zekâsı pek yerinde değil. Onu hiç sevmeyen bir tayfa var. Yaşları yedi civarı. Hani bilirsiniz, farklı olan dışlanır. Bir yerlerden tanıdık geliyor bu söylem öyle değil mi? O yaşlar için normal bir olay bu. Bir koşuşturma başlıyor ve sonucu Gump'ın hayatında çok büyük bir engeli aşmasını sağlıyor. Gerçi hiçbir şey bir engel niteliğinde olamaz onun için. Mesela o, aklının yerinde olmadığının farkında bile değil. Üstüne üstlük birçok büyük iş başarmak için sadece zekâ gerektirdiğini düşünenlerle ters düşüyor onun düşünceleri. Bizi resmen ikna ediyor ve hayatımızda inandığımız tüm doğruları sorgulamamıza neden oluyor. Evet, hayat zorlu aşamalardan geçiriyor insanları, seçimler yapmaya zorluyor. Bazılarımız, sunulan seçenekler arasında nedenini niçinini sorgulayarak bir yol buluyor. Bazılarımız bu yolda eleniyor, kararlı olanlar ise şanslı; çünkü kararlı olmak ve emin adımlar atmak başarıya götüren yolda istenileni elde etmemizi kolaylaştırıyor. Peki, ya hislerine göre hareket eden biri varsa karşınızda? Hislerinin doğruluğuna tamamen inanan biri? İşte o insandan korkun; çünkü o inanılan tüm doğruları yanlış çıkarabilir. Çoğu insanın kendine göre katı doğruları vardır. Bu doğrular herkesçe kabul görebilir. Bu insanlar verdikleri kararların doğruluğundan şüphe duymazlar; ancak kaçırdıkları bir şey vardır: istisnalar... Aaa, hadi canım ama, olmaz öyle şey deyip başvurmadıkları yollar onları asıl olarak istedikleri noktaya ulaştırabilir. Kimsenin ihtimal bile vermediği sonuçlar doğurabilir hislere dayalı kararlar. İşte Forrest Gump tam da bahsettiğim şekilde, hisleri doğrultusunda veriyor kararlarını. Hislerine güveni sonsuz olan bir insan ve aynı zamanda umut dolu. Hiçbir zaman sönmeyen umudu ona birçok şey kazandırıyor hayatında. Umudun yarattığı azim, bununla beraber hislerine bağlılığın oluşturduğu kararlılık. Bu özellikler zekâ eksikliğinin boşluğunu fazlasıyla tamamlıyor. Bir süre sonra sorgulatıyor insana, ne gerek var insanların zeki olanları alkışlayıp diğerlerini hor görmeye? Hayata karşı umudunu tamamen yitirmiş insanlara mum ışığı ile liderlik ediyor önlerini açmak ve hayata tutunmalarını sağlamak için Forrest. Onun kafasında dünya bir cennet, her şey yerli yerinde ve mutlu olmamak için hiçbir sebep yok. Pişmanlık duyduğu en ufak bir durum yok hayatında Gump'ın. Doğduğundan beri sahip olduğu saf duygular, yaşamı boyunca liderlik ediyor ona. Karşısına ne kadar engel çıkarsa çıksın görmezden geliyor, normal karşılıyor adeta. Bunları fırsata çeviriyor bazen, gören insanları hayrete düşürüyor. İşte burada insanların doğrularını sorgulama kısmı giriyor devreye. Kimsenin tahmin edemeyeceği kararlar alıp, yine, kimsenin tahmin edemeyeceği sonuçlar elde ediyor. Aslında farkında değil, herkes ona imreniyor. Onun inancına, saf kalbine hayran herkes. Bu durum insanoğlunun elde edemeyeceği başarı yoktur düşüncesini kanıtlıyor adeta. Hayatı boyunca kendi inancının yarattığı doğruların arkasından gitti Gump. Gump'ı hayata bağlayan başlıca olgular bunlar. Hayatından insan kaybetse de ağlamıyor, yoluna devam ediyor; çünkü kaybetmediği bir şey var ki hayata karşı inancı. Her şey yolunda gitmese bile dert etmeyip yola devam etmek onun verdiği doğru kararlardan en önemlisi belki de. Kaybettiklerine üzülmek, kazanacaklarının yolunda bir engel ve o bu durumun farkında olmadan kaybettiklerini üzülmemek gerektiğini biliyor; çünkü umudu hiçbir zaman azalmıyor bir şeylerin düzelmesi için. Aksine daha dik duruyor engeller karşısında, artıyor azmi ve tüm zorlukların üstesinden geliyor saf yaşama sevgisiyle... Yağız Küçükturan HIRS: DİPTEN ZİRVEYE İnsanoğlunun yaşadığı hayat hiçbir zaman standart olmamıştır. Kimimiz diplerde bitmesini bekleriz, kimimiz en tepede sonsuza kadar sürsün isteriz. Çoğumuzun inişli çıkışlıdır esasında. Bir günümüz bir günümüzü tutmayabilir, hiçbir şey planladığımız gibi gitmeyebilir. Hayat aslında bundan ibarettir. Mutluluk ve üzüntü kavramlarını ortaya çıkaran da hayatın bu dalgalı sürekliliğidir. İniş ve çıkışları fazlaca yaşamış olan insanlar artık bu duruma alışmıştır. Mutluluğun sonsuza dek sürmeyeceğini ve aynı şekilde üzüntünün de üstesinden gelinebileceğini bilirler. Asıl düşündüren üzüntünün üstesinden gelmektir. Üzüntüyü oluşturan faktörler genellikle beklenilenin gerçekleşmemesi, anlık talihsiz bir olay yaşanması, kısacası hayatın sağ gösterip sol vurmasından kaynaklanır. En güvendiğimiz bizi yarı yolda bırakır, sevdiğimiz insan yapmaz dediğimizi yapar, arkamızı kollayan dostumuz arkamızdan bıçaklar… Bu ve bunun gibi şeyler bizim hayata olan inancımızı sarsarlar. Her insan yaşar bunları. Hepsi de aynı tepkiyi göstermez tabii. Kimisi eve kapanır günlerce ağlar, kimisi hayata inancını kaybeder kimsenin yüzüne bakmaz. Ama bir kısım insan da vardır ki onlar hayatın ne anlatmak veya ne yapmak istediğini anlamışlardır. Onlar üzüntülerini yaşarlar fakat fazla uzun tutmazlar. Çünkü üzüntülerinin aslında hayatlarında bir dönüm noktası olduğunu fark ederler. Hayatın onlara vermek istediği bir ders olduğunu düşünürler ve bu dersi anlamaya çalışırlar. Bu dersi anladıkları taktirde yaşadıkları üzüntüye ilerde bakıp “bunu da atlattıysam” diye iç geçirirler. Çünkü insanı öldürmeyen şey, güçlendirir. Hayat böyledir, size sertliklerle ders vermeye çalışır. Sizden birilerini, bir şeyleri alır ve karşılığında sizin vereceğiniz toparlanma tepkisini sizin daha da güçlü bir birey olarak devam etmenizi sağlar. Peki hayatın bu darbeleriyle yere yığıldıktan sonra ayağa kalkmamızı sağlayan en önemli silahımız? Hırs insanoğlunun sahip olduğu en etkili ve aynı zamanda en tehlikeli duygulardan biridir. Çok yoğun yaşanır, gözümüzü döndürür, sağlıklı düşünemememize sebep olur. Hırsımız uğruna en sevdiklerimizi kırabilir, en yakınlarımıza farkında bile olmadan sırt çevirebilir, sonuçlar değmicek olmasına rağmen hayatımızdaki temel şeylerden vazgeçebiliriz. İşte bu hırsın tehlikeli yönüdür ve bize hiçbir şeyin veremeyeceği kadar zarar verme potansiyeline sahiptir. Kontrol altına tutulmazsa, altından kalkılamayacak sonuçlar doğurabilir bu duygu. Ama ya eğer kontrol altında tutulabilir düzeyde olursa ve sınırlarımızı zorlamamız gerektiği kadar zorlarsak o zaman ne olur? İşte o zaman bütün kapılar açılır. Hırsımızı doğru yönlendirebildiğimiz taktirde kayıpsız şekilde üstesinden gelemeyeceğimiz üzüntü, ayağa kalkamayacağımız darbe, tırmanamayacağımız zirve, kurtulamayacağımız dip kalmaz. Bize zarar veren bir etkenden ziyade bir silah, bir araç olarak kullanılması gereken bu duygu aslında en küçük olaydan en kritik ana kadar hayatta karşımıza çıkar. Bir spor branşında yenilirken temelde üzüntünden doğan harekete geçme hissi, bir konuda küçük düşürüldüğümüzde o konuda en iyi olmayı hayal etmek, diğer insanlardan daha iyi hayat şartlarına, daha iyi konumlara sahip olabilmek… Bunlar ve bunlar gibi birçok düşünce hırsın ortaya çıkmasına neden olan ve sonuca ulaşmanın temelinde hırsı barındıran düşüncelerdir. Hayatın bize en sert vurduğu anlarda, bizler de ona en uygun cevabı vermeliyiz. Bu cevabı verirken de kontrolümüzün dışında çıkmamalı, manipüle olmamalı, doğrularımıza ters düşmemeli ve yalnızca olumlu olanları değil, tüm sonuçları düşünerek hareket etmeliyiz. Verilen dersi anladığımız taktirde hırsımızı gerektiği zaman açığa çıkararak birçok işin üstesinden gelebilir, hayatımızdaki birçok alanda başarıyı yakalayabiliriz. Çünkü hırsımızı kullanarak bireysel sınırlarımızı zorlamadan hiçbir zaman yaptığımız işten yeteri kadar tatmin olmayı bekleyemeyiz. KAYNAKÇA https://www.slrlounge.com/interview-saturday-night-live-cinematographer-alex-buono/ http://www.newyorker.com/culture/richard-brody/whiplash-getting-jazz-right-movies http://filmyorumlari.org/filmler/gerilim/whiplash Volga Deniz Demirbağ TERSİYLE YAŞAMAK Bazı şehirler vardır, içinde kaybolmak istersin. Adımını attığın ilk anda havayı içine çekişin, ciğerlerine dolan oksijeni iliklerine kadar hissedip, “İşte bu!” deyişin… Uzun zamandır beklediğin o anın gelişinden kaynaklanan hazzın yerini hiçbir şeyin alamayacağını bilirsin. Tüm bu güzel hisleri yaşamak için, anlatılanların tam tersi bir yerde yaşamalı insan… Hayattaki her şeyin zıttı ile var olduğunu bilerek… Nasıl çirkinlik olmadan güzellik, ak olmadan kara ya da nefret olmadan sevginin anlaşılamayacağını biliyorsak, kötü olmadan da iyinin olamayacağını bilmek gibi bir şey bu sanırım. Düşünsenize, zıttı olmadan her anlamın tek başına boşlukta kaldığını? Yaşadığımız şehir, Ankara… Benim için zıddını anlamlı kılan yegâne yer… Kirin, pusun, sıkıntının çevrelediği, deniz kokusunun eksikliğini her fırsatta hissettiğim, milyonlarca soğuk, bir o kadar da donuk bulduğum insanları ile yaşadığım şehir… Beni soğutan, keyifsizliğe sürükleyen ve huzursuzluğumun anlam bulduğu, şehirlerin en grisi… Oysa hep özenle baktım o şehre. Sevdiklerimin birçoğu oradaydı, sorunlar uzaktı ve alabildiğine renkliydi hep yaşam… Ankara’nın soğuğuna inat, iklimin insanda bıraktığı sıcaklığı iliklerine kadar hissettirirdi İzmir’im… Denizi vardır, geceler parlaktır ve gri değildir şehir… Ankara isteksiz ilişkilerin şehri oldu hep, samimiyetsiz geldi bana… Her gün aynı şeyleri yapmaktan robotlaşmış, alışageldikleri döngüyü fark etmeyen insanlar yığını içinde buluyorum kendimi. Kendilerine yazıldığını zannettikleri hayatlarında, tek düze bir döngüye çekildiklerinin farkına bile varmadan ve kendilerini önemli hisseden milyonlarca insan arasında… Onlar bu alıştıkları düzenlerine sürüklendikçe, ben daha bir yabancılaşıyorum bu şehre… Sahi, neden küçük yaşamlarının farkına varmadan, yaşanan tek düzeliği görmeden önemli hisseder kendini insan? Üstelik; bu değişmesini istemedikleri hayatlarında, hayallerinden bile vazgeçmek pahasına… Sırf toplumda önemli olduğunu kanıtlamak adına, iki kez bile düşünmeden atılmak mıdır her fırsata…? Her şey önemli görünmek için mi tüm bunlar? Ya; fırsatçıların, aç gözlü otoritelerin üç kuruşluk yapay mutluluğu için midir? Bir ben mi gözlemleyebiliyorum ve uyanık kalabiliyorum yoksa insanlar mı ziyadesiyle uyutulmuş? Aslında birçok insan haz alıyor Ankara’da yaşamaktan. Nedenini sorduğumda, bir tek kaçamak cevap almadan dönüyorum düşüncelerime. İnsanlar, yüksek tepelerinden şehrin içine baktığında gördüğü o grinin en pis tonunu nasıl beğeniyor? Kimileri kızabilir bana ama bendeki kendimce anlamlı bir huzursuzluk. Sanırım bir yeri yaşanılamaz kılan en önemli faktör, yaşadığı ve yaşamakta olduğu olaylar bütününden başka bir şey değil. Belki beni keyifsizliğe sürükleyen en önemli etken de budur. Ancak, hayattaki her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu gerçeğini unutmamak gerek. Bir insanı, bir grubu, bir şehri belli bir duruma getirmek uzun bir süreç gerektirir. Yaşam koşullarına göre şekilleniyor ve zaman geçtikçe bulunduğu ve şeklini aldığı kaptan buharlaşıp gidiyor her şey… Tıpkı su misali… Geriye bazen bomboş, dünyaya faydası dokunmadan göçüp giden bedenler kalıyor. Korkuyorum zaman zaman. O içini doldurduğumuz kaptan buharlaşıp gittikçe, tekrar kabın içine yağmur bırakamamaktan… Bence hayallerden vazgeçmek o kadar da basit değil, yağmur gibi yağmalı tekrar yaşama… Hayatı anlamlı kılacak bir şeyler yapmalı insan. Her ne kadar katlanılmaz, hazdan uzak görünse de kimi şehirler, yaşamıma anlam katan güzellikleri de görmeyi öğretir. Bir yeri güzelleştiren şeyin, yanına aldığın güzel insanların varlığına inanmak olduğunu anlar insan… Sadece bir yaşamı olabilir insanın. Ne içini doldurduğun kapta iz bırakamamaktan ne de gelecekteki bulutların yağmur damlalarını usulca yağdırdığını görememekten korkarsın. O halde hayatta her şeyin zıddıyla var olduğu gerçeğini özümsemişsek eğer, bir şehrin güzelliğini kavramış olmak öncelikle çirkinliğini yaşamış olmaktan geçer . İnsandan Öte Toplum zamanın belirli kesimlerinde bazılarımızı kalıplaştırmış ve bu kalıplara uymamaktan yargılamıştır. Çok eskiden beri süregelen bu baskıcılık ve tutuculuk şimdi de duygularımıza zarar vermekte ve toplumdan soyutlanma isteğinin artmasına neden olmakta. Bu baskı ise -ne yazık ki- genelde kadınlar üzerine oluşmuştur. Geçmişe baktığımızda; kız çocuklarını kısıtlamalarla ve kendi kapasitelerinin olmadığı düşüncesiyle yetiştirmek, onlara mutluluk ve bağımsızlık duygularını öğretmemek sık görülen bir davranış biçimi. Geçmiş toplumların ve şu anki eğitimsiz bazı toplumların en büyük ayıbı ve hatası budur. Kadın-erkek eşitliği ne yazık ki 17. yüzyıla kadar alaylı sözlerle anılan bir ideaydı. Eşitlik kavramını biraz daha inceleyecek olursak benim kişisel tanımım şöyle olur: “Aynı şartlarda eğitim görmüş kişilerin toplumda sarf ettiği çaba kadar o toplumda değer kazanmasıdır.(Tabii ki burada herkesin aynı şartlarda eğitim görmesi eşitliğin önkoşuludur.)” Bu tanımdan yola çıkarsak rahatlıkla görebiliriz ki annelerimizin yaptığı fedakarlıkların ve harcadıkları emeğin karşılığını alabilmeleri imkansız. Buna rağmen toplumda hak ettikleri saygının ve değerin yarısını bile göremiyorlar ve görememişlerdir. Eğitimsiz toplumların içindeki bireyler anne yahut babanın davranışlarını taklit etmekle yükümlü olduklarını sanarlar. Bu ise kadınların acı çekmelerinin en büyük sebeblerinden biridir çünkü erkekler sorumluluğu almayı istemez. Anneler dışında. Bu da neden annelerin dünyadaki en önemli varlık olduğunu açıklar niteliktedir. Fakat bu sorumlulukları almak kadını zayıf göstermiş ve başkalarının bundan faydalanarak eşitsizlik sağlamasına sebebiyet vermiştir. Kitabı okurken içimden ağlamak geldi ve intiharın bazı yaşamlar için haklı bir çözüm olabileceğine kanaat getirdim. Mutluluk hayatın amacı olarak gösterilebilen nadir hislerden biri iken bu duygudan tamamen bağımsız bir yaşamın nasıl gözüktüğünü fark ettim. En önemlisi ise hiçbir zaman bir annenin yaptığı fedakarlıkları anlayamayacağımı gördüm. Evin direği çoğunlukla baba olarak bahsedilse de bunun gerçeğe yakın bile olamayacak bir düşünce olduğunu anladım. İçimi en çok acıtan şey ise durup çevreme baktığımda benzer senaryoları görmem oldu. O zamana kadar tabii ki bunun yanlış bir şey olduğunu ve kesinlikle böyle yaşanılmaması gerektiğini savunmuştum fakat empati kurma çabası bile beni mahvetti. Doğduğum ve büyüdüğüm yerde insanlık dışı böyle olayların görülmesi ve hatta son zamanlarda sıklaşması beni bu konuda bir şeyler yapmaya zorluyor. Sonuçta bir şeyleri değiştirme gücümüz varken onlardan şikayet etmek akıl karı değil. Olmamalı da. Edebiyatın eğitimle beraber kişinin kendi benliğinin anlaması ve kendine yapılan haksızlıkları farkına varması için en güzel ve zevkli çözüm olduğunu düşünüyorum. Hatta bir insanın sevdiği ve sevmediği kitaplara bakılarak kişilik sentezi yapılması bile mümkün. Okudukça görebiliriz kendi aynamızı. ”Kitapları, kendi yaşamının betimlemeleri gibi okuyor, okudukça canlanıyor, ilk kez kendini keşfedip kendinden söz etmeyi öğreniyordu ve okuduğu her kitapla kendine ilişkin daha çok şey geliyordu aklına.”(Mutsuzluğa Doyum-Peter Handke,s.48) İşte bu yüzden eğitimciler toplumdaki en saygın yeri almalıdır. Eğitim ise saf , politikadan uzak , tarafsız olmalı. Ancak böyle bütün insanların toplum içinde eşitliği sağlanabilir ve iç huzuru korunabilir. Fakat yaşadığımız ülkede eğitim anlayışı bunlar değil belirli kalıplar oluşturmak üzerine kurulu bir düşünce. Bu yüzden bütün kadınlarımızın topluma özgür bireyler olarak kazandırılması bu sistemle mümkün değil. Kitapta sadece bir kadının acı çekişinden değil, bir annenin merhametinin sadece çocuklarına değil çevreye de nasıl taştığından da sıklıkça bahsediliyor. Buna gerçekten yeterli değeri gösterip karşılığını verebiliyor muyuz, derseniz cevabı belli. Ama cahil toplumlarda ne yaparsa yapsın en çok acı çeken her zaman anneler oldu ve olmakta. Bu da bunlara sesini çıkartmayan kadının fedakarlığını açıklar nitelikte. “Susmak bir fedakarlık mıdır, yoksa ödlekik midir?” Diye soracak olursanız en büyük fedakarlığın susmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Berat Mert Aktaş Handke, Peter. Mutsuzluğa Doyum. İstanbul: Aylak Adam. Eylül 2014. Şimşek 1 Deniz Şimşek 21401523 TURK102-24 Esma Uğur Bilgiç 06.10.2015 Kağıttan Hayaller Gezmeye, yeni yerler görmeye meraklı her insan gibi benim de en büyük hayallerimden biri her zaman dünyayı dolaşmak olmuştur. Haftalarca oradan oraya sürüklenmek, daha önce hiç tatmadığım yemeklerden yemek, hiç duymadığım dilleri duymak, hiç işitmediğim şarkılar dinlemek belki de bana verilebilecek en güzel hediyeler. Kendimi bildim bileli “Dünyada en çok gitmek istediğin yer neresi?” sorusuna verdiğim cevap Londra olmasına rağmen, bu aralar listemin başında farklı bir ülke geliyor. Ünlü gezi fotoğrafçısı Drew Hopper, dünyayı adım adım gezerken, maceralarını anlatan fotoğraflarını da bütün internet alemiyle paylaşıyor. Tayland’daki bir festivalde çektiği aşağıdaki fotoğrafları gördüğümden beri hayallerimi süsleyen bir ülkeye daha sahip oldum. Tayland’ın Chiang Mai şehrinde yılda bir kez düzenlenen Yee Peng Festivali, yüzlerce 
 insanın kağıttan fenerlerini gökyüzüne bırakmasıyla dünyada nam salmış. Drew Popper’ın imzasını Şimşek 2 taşıyan bu fotoğrafı gördüğüm anda içim huzurla doldu sanki. Gökyüzündeki binlerce fener, karanlığa rağmen minik parıltılar hâlinde ışık veriyor, orada bulunan insanların gözlerinden mutluluk okunuyor. Sanki yerkürenin üzerinde küçük bir Samanyolu oluşturur gibi, gerçeklikten uzaklaşıp sihirli bir dünyada karşılaşabileceğimiz bir manzara gibi… Fotoğrafın açıklamasını okuduğumda bunun bir gelenek olduğunu ve yediden yetmişe herkesin kurtulmak ya da kavuşmak istediği her şeyi fenerlerin üzerine yazıp gökyüzüne bıraktıklarını öğrendim. Aslına bakılırsa bu gelenek içimizi bir sıkıntı kapladığında, derdimizi yakınlarımıza anlatmamızdan farklı bir durum değil. Dertlerini, sıkıntılarını gökyüzüne bırakıyor insanlar, bir daha görmek, karşılaşmak istemezcesine. Fenerler ne kadar hızla yükselirse gerçekleşmesini istedikleri dilekler o kadar hızlı hayata geçermiş. Dileklerimiz, amaçlarımız için ne kadar çabuk faaliyete atılırsak o kadar çabuk istediklerimize ulaşmaz mıyız bizler de? İnsan doğası ne kadar da basit. Tayland’da halkın bir fenere yüklediği anlamların, binlerce kilometre ötede yaşayan bizlerin günlük hayatında da bariz biçimde gözlenebilmesi şaşırtıcı. Aynı fotoğrafçının başka bir fotoğrafıyla daha karşılaşıyorum. Bu sefer bir erkek ve bir 
 kadın fotoğraf karesine hapsedilmiş. Belki bir çift, belki iki kardeş, belki de sadece iki arkadaşlar. Şimşek 3 Kim bilebilir? Yine de fotoğrafa bakar bakmaz anlayabileceğimiz bir şeyler var. İkisinin beraber havaya bıraktığı kağıttan feneri düşünüyorum. Belki ortak bir hayalleri vardır gerçekleşmesini istedikleri belki de ortak bir dertleri yok olmasını diledikleri. Yılın festival zamanında Tayland’da bulunmaları onları bu geleneği gerçekleştirmeye itmiş olsa gerek. Yüzlerindeki mutluluk açıkça okunabiliyor, iyi ki de gelmişiz dercesine. Tam o anda ve o mekanda, bu tecrübeyi yaşamak, sadece bir dileği gökyüzüne uçurmaktan farklı onlar için. Binlerce yıldızdan oluşan bir gökyüzünde kendilerine ait bir yıldıza sahip olmak gibi olsa gerek, binlerce fenerin bulunduğu bir yerde ellerinde bir tane tutmak. İki seçenekleri var ellerinde. Parmaklarının aralarından uzaklaşmasına izin verirler yıldızlarının, gecenin karanlığında kaysın ve tuttukları dilekleri gerçekleştirsin diye ya da sıkı sıkı tutunurlar ona, kontrol altında tutarlar, hayallerinin gerçeğe dönüşmesine engel olarak. İşte bu festivalde insanlar ellerindeki iki seçenekten daha faydalı olduğuna inandıklarını seçiyorlar, hayallerini kağıttan fenerlerle gökyüzüne yollayıp, gerçekleşmesini umut ederek… Doğum günlerinde pastanın üstündeki mumları üflememiz gibi, adaş iki insanın arasında durduğumuzda bir şeyler dilememiz gibi, en basitinden gece yatağa yatıp gözlerimizi kapattığımızda dileklerimizi bir bir aklımızdan geçirmemiz gibi bir sıradan bir olay bu gelenek de. Sıradan ama aynı zamanda olağanüstü güzellikte. Yıllardır para biriktirip almak istediğin arabayı, evi; kazanmak istediğin üniversiteyi; aklına gelebilecek her şeyi düşün, fenerine yaz ve gökyüzüne bırak gerçekleşsin diye. Hayatta sahip olduğun şeylerin hepsine minnettarsın ve daha fazlasında gözün yok mu? Sağlık dile, mutluluk dile, her zaman sevdiklerinle olmayı dile. İçtiğimiz sudan yaşadığımız yere kadar parasını ödediğimiz bu dünyada, hayal kurmak bedava. Bırak kağıttan hayallerini gökyüzüne, yıldızlar senin yerine gerçeğe çevirsin. Şimşek 4 Kaynakça Hopper, Drew. Festival of Night. Chiang Mai, Tayland. 6 Ekim 2015. Hopper, Drew. New Beginnings. Chiang Mai, Tayland. 6 Ekim 2015. AŞKIN DİĞER YÜZÜ Bazı şeyler her defasında içinizde bir yerleri acıtır, hırpalar, belki yaşama sevincinize kadar ulaşılıp bir kâğıt gibi buruşturur atar onu ama bırakamazsınız ya hani, bir türlü karşı koyamazsınız ya içinizdeki sese. Onlarca kez görürsünüz, yaşarsınız aynı sahneyi ama yine her defasında ilk kez yaşayacakmışsınız hissine kapılırsınız ya. Hayat böyledir aslında. Yaşadığımız her şey bir döngüdür. Gün içinde yaşadıklarımız, aşklarımız, nefretlerimiz, bir ağlayıp bir gülmelerimiz… Bazen de aynı kitabı defalarca okumak, aynı filmi onlarca kez izlemektir bu döngü hiç sıkılmadan. Ünlü İngiliz yazar Jane Austen’ın hayat hikâyesini anlatan “Becoming Jane- Aşkın Kitabı” filminin son sahnesi de benim için öyle işte. Onlarca kez seyredip çaresizliğimin sesini dinledim orada. O an içimden çığlıklar kopsa da, hıçkırarak ağlamak geçse de içimden her defasında sakince durdum ve izledim sadece. Çünkü bazı anlar yaşanmalıydı, her ne kadar bu yüzyılda düşündüğümüz de klasikleşmiş bir kavuşamama hikâyesi olsa da o anlar yaşanmalı, yazılmalıydı ki bugün klasik kabul edelim onları. Austen’ın kalbi ellerimde atıyordu sanki her izleyişimde. Karşısında hiç unutamadığı tek adamı görünce bir kelime dökülmeyen o dudakları, ömrü boyunca sevdiği adamın kızına onun ismini vermesini öğrenmesi ile küçük kızın isteği üzerine yazdığı romandan bir parça seslendirişi adil olmayan kaderine küçük bir vedaydı aslında diye düşünürüm hep. Birbirlerine bakışları tüm benlikleriyle her şeyin daha farklı olmasını dilediklerini gösteriyor, yıllardır keşkelerle yaşamanın ağırlığını hissettiriyordu. Yaşanamamışlıkların yükü hiçbir zaman bir tarafın sırtında değildir bence, suçlu yoktur. Yaşanması gerekenler yaşanır sadece. ”Aşkı ya yazarsınız ya da yazarsınız.“ yazması düşmüş Jane Austen’a. Sizin de bazen yaşadığınız zamana ait olmadığınızı hissettiğiniz olur mu? Ne zaman 18.yüzyıl İngiltere’sinde geçen bir dizi, film, kitap görsem sanki o devirlerde yaşasam daha mutlu olurmuşum gibi hissederim. O doğa, el değmemiş topraklar, uçsuz bucaksız yeşillerdeki bahçeli evler, gizli görüşmeler, insanların birbirine olan saygısı, balolar, aile gelenekleri o kadar olağanüstü gelir ki gözüme. Jane Austen’ın romanlarında anlattığı dünya, yaşadığı dünya iyisiyle kötüsüyle yaşanılabilir bir dünyaymış gibi gelir bana nedense. Bütün zorluklara, çukurlara-tepelere, toplumsal kalıplara rağmen doğruyu yapmaya çalışan, mesleğinde hiçbir zaman pes etmeyen, ölünceye kadar paraya boyun eğmeyen, onurlu yaşamanın tam anlamı olan bir kadın Jane Austen. Belki de onun hayatı beni bu kadar çok etkileyip sarıp sarmaladığı için seviyorum onun yaşadığı, anlattığı zamanları. Onun hikâyesi Londra’da bir taşra da başlıyor, düşünceleriyle tamamen zıt düştüğü ancak zekâsına ve cüretkârlığına hayran olduğu adamın, bir türlü karşı koyamadığı genç avukat Tom Lefroy’un aşkının pençesine düşen bu genç kadın, hayalleri ve idealleri uğruna ailesinin otoritesine ve sosyal baskılara korkusuzca karşı geliyor. Kadın yazar olma hayali ve farklı düşünceleriyle etrafında göze batan yirmilerindeki bu genç kadın, ailesinin maddi durumu sebebiyle zengin bir adamla evlendirilmeye çalışılmasını yetmezmiş gibi bir de hayatının aşkını maddi olarak amcasına bağlı yeniyetme bir avukatta bulması ile hayatının en zorlu dönemine giriyor. “Aşk mı, para mı, aile mi?” maalesef yüzyıllardır insanoğlunun bir türlü doğru cevabı bulamadığı bir soru olsa da Jane doğru bildiklerinden bir an olsun şaşmayıp cevabını aile olarak veriyor. Dillere destan olmuş aşk hikâyelerinde mutlu son yoktur. Mesela Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin ya da Jane Austen ile Tom Lefroy.”Karakterlerim biraz sıkıntı yaşadıktan sonra mutlu sona ulaşacaklar.” Demesinin nedeni de kendi hikâyesinin sonunun ne yazık ki iyi bitmemesi olduğu görülüyor. Bu filmin, hikâyenin sonundan bu kadar etkilenmemin nedeni mutlu sonla bitmemesi değil aslında. Kavuşamama ile de bitse de Jane Austen’ın yaptığı seçimden dolayı aklında bir parça bile tereddüt kalmaması. İnsanlar seçimleriyle mutlu olmalılar bence, her zaman geriye dönmeye çalışmakla, telafi etmekle yaşanmaz bu hayatta. Her hikâye ”iyi“ bitmemeli, her iyilik ”mutluluk“ getirmez belki de. Melike Ersin 21301127-TURK101 Ramazan Kürşat KOÇ Pes Etmeyen Yüzler Hayatınızda hiç bir boks müsabakasını izleme fırsatınız oldu mu? Hani iki rakip bir ringe çıkar ve yumruk sallayarak birbirlerini yenmeye çalışırlar ya. İşte benim için hayat tam olarak da budur. Hayat boks ringindeki bir mücadeleden ibarettir bence. Mücadele edersin, sayısız yumruk yer veya birçok kez yere düşüp kalkmaya çalışırsın ama en sonunda pes etmezsen hedeflediğin başarıya ulaşırsın. Hayat da bir nevi ayakta kalma mücadelesi değil midir? Bu mücadelede zaman zaman karşımıza çıkan zorluklarla adeta yumruk yemiş gibi yere düşebiliriz ama nakavt olup olmamak yine bizim elimizde değil midir? Kural çok basittir: Ayağa kalkarsan başarı senindir ama olur da pes edersen o başarı hiçbir zaman senin olmaz. Çok soyut konuşmak istemem o yüzden size bir soru sorup sonrasında hayatın bana öğrettiklerini anlatmak istiyorum. Pes etmeyen insan dediğimizde aklınıza ilk kim geliyor? Dünya çapındaki şirketlerin yöneticileri, devlet başkanları, ödüllü sporcular… Benim de aklıma ilk başta böyle kişiler geliyordu ta ki bir gerçeği fark edene kadar. Şimdilerdeyse sorarsanız bizim sıcacık evlerimizde yediğimiz abur cuburların paketlerini, sokakta yere attığımız kağıtları toplayarak para kazanmaya çalışan veya arabayla ışıklarda durduğumuzda görmezden geldiğimiz belki o gün satacakları bir mendil ile yaşadığı yere para götürecek insanlar bana göre asıl pes etmeyen insanlar onlardır. Şaşırdınız değil mi? Şöyle düşünün bizler en ufak bir zorluk karşımıza çıktığında farklı kişilerden yardım alabilme şansımız oluyor. En basitinden bana göre boks tek başına yapılan bir spor olmasına rağmen bir boksör yardımcı ekibi olmadan hiçbir maç kazanamaz. Peki ya benim dediğim bu insanlara kim yardım ediyor? Üzülerek söylüyorum ki onlar bu ringe her gün tek başlarına savaşmak için çıkıyorlar. Onlara sadece kötümser bakarak ya da onları görmezden gelerek birer yumruk da biz atıyoruz o kadar. Başta ödüllü sporcular aklınıza gelebilir dedim. Peki sadece her insanda olması gereken uzuvlara sahip bir sporcu mu aklınıza geldi? Ya bir eli, kolu veya bir bacağı olmayan kişilere ne demeli? Fakat bir düşünsenize bir bacağınız yok veya bir kazada kaybettiniz ama futbolcu olmak istiyorsunuz. Hemen vazgeçip erken emekliliğe mi ayrılırdınız daha denemeden bile. Yoksa pes etmeyen yüzlerden olup tarih mi yazardınız. Tarih yazmaktan kastım ne mi? Şöyle açıklayayım: Biraz şans biraz da isteklerim doğrultusunda on beş koca yürekli insanla tanışma fırsatı buldum. Bu bahsettiğim kişiler ampute futbol milli takımımızın oyuncuları. İki yıl önce Avrupa şampiyonu oldular, ne yazık ki çoğu kişi bilmez. Ama aslında onların bu başarısı pes etmenin eşiğinde olan kişilere harika bir örnek. Dezavantajın nasıl avantaja çevrilebileceğinin büyük bir örneği. Başta da dediğim gibi hayat bir mücadeleden ibarettir. Peki ya sizin hayatınız? Bu pes etmeyen yüzler bana hep mücadele etmemi, yılmadan devam etmemi sağlayan yüzler. Ne zaman çıkmaza düşsem ya da pes etmeye niyetlensem bu cesur yürekleri düşünüp yeniden diriliyorum. Düşünüyorum da bizim bu kişilerden ne farkımız var ki? Bir eksiğimiz yok hatta bazı durumlarda fazlamız bile olabiliyor, bize yardım eden insanlar oluyor. Aynısı sizde de oluyor mu? Hani bize örnek olan kişileri düşündüğünüz de sizde hayat sizi nakavt etmeden ayağa kalkıp direnmeye devam edebiliyor musunuz? Eğer bunu yapabiliyorsanız, yani her gün kalkıp aynı ringde pes etmeden mücadele edebiliyorsanız siz de başarılısınız demektir. Bir Korku Filmi: WALL-E Küçükken en sevdiğim animasyon hangisi cinsinden bir soru ile karşılaştığımda cevabım her zaman Wall-E idi. Galiba bu soruyu bana bu günde sorsanız aynı cevabı alabilirsiniz, alacağınız cevabın farklı yanı ise filmden nasıl bahsettiğim olacaktır. Wall-E'yi neden mi çok sevmiştim? Öncelikle gördüğüm en şirin robottu kendisi, üstüne üstlük bu şirin robot bir aşk hikâyesi yaşıyordu. Bir çocuk olarak bu nedenler bana yetiyor hatta artıyordu bile. Bu iki neden hâlâ benim için geçerli olsa da karakter tasarımlarının arkasında kalmış olan filmin karanlık tarafı beni ürküttüğü kadar mest de ediyor. Filmin hikâyesi günümüzden uzun bir zaman sonrasını konu alıyor. Dünya gezegeni üzerinde kendi iradesi ile hareket eden şeyler sadece Wall-E ve hamamböcekleridir. Hamamböcekleri ile burada neye gönderme yaptıklarını yine başka bir çizgi filmden öğrenmiştim onlar, nükleer tehlikelere bile dil çıkartabilecek canlılardı. Bu ne demekti? Tâbi ki nükleer enerji ile gezegenimize geri alması çok zor zararlar vermiş olduğumuz! Harika, çevre kirliliği ve oksijen yetersizliği yetmiyormuş gibi bir de bu vardı. Aman ne iç açıcı! Film biz insanların aslında ne kadar çirkin canlılar olduğumuzu acımadan yüzüme vuruyordu. Ancak post-apokaliptik bir film olmasına karşın Wall-E'nin buzdolabının içinde bulduğu bitki içimi umutla doldurdu diyebilirim. Eve'in dünyaya inmesi ve Wall-E ile tanışmasından sonra hikâyeye birden birçok farklı şey eklendi bu kötü şeylerin arasına. İlk olarak şunu gördüm, uzay kirliliği diye bir sorunumuz var. Şu an olmasa da çok olası bir durum. Pisliğimiz atmosferimizi bile aşıyor yani. Onca kötü şeyin arasında en azından beni mutlu eden bir şey vardı, o da Wall-E'nin uzay yolculuğu. Çok güzeldi, çok etkileyiciydi. Arkadaki o şirin keman sesleri, Wall-E'nin her fırsatta kendini şarj etmesi gibi küçük şeyler. Onca kötü şeyin arasından sıyrılıp beni mutlu edebiliyordu. Gel gelelim Axiom'a, yani insanların yeni yaşam alanı. Yeni desem de uzunca bir süredir insanlar soylarını burada devam ettiriyor. Ettiriyor ettirmesine de şu an dünya üzerindeki pandalardan bir farkları yok. Bildiğim kadarıyla şu an dünya üzerindeki tüm pandalar koruma altında ve özel koşullar altında yaşıyor. Çiftleşmeleri için insanlar uğraşıyor vs. Burada insanların yerini robotlar almış durumda. Şunu söylemem gerek; robotlaşmaya sıcak bakmıyorum. En azından insanın kendi vücudunu geliştirmesi dışında bu konuda hiçbir şeye sıcak bakmıyorum. Robotlar filmde olduğu gibi bizi daha tembel yapıyor. Belirtmem gerekir ki çevremdeki en aylak insan büyük ihtimalle kendimim ama bu kadar konfor bana bile fazla geldi diyebilirim. Yürümeyi ve koşmayı seven biri olarak filmde beni en çok rahatsız eden şey şuydu: Obezite. Obezite'ye daha önce bu şekilde gönderme yapan bir film izlediğimi sanmıyorum. Şu an on sekiz yaşımdayım ve hala Wall-E gibi bir filmle karşılaşmadım bu konuda. Daha önce de bahsettiğim gibi karakter tasarımları bu çirkinliği mükemmel bir şekilde örtülüyor. Düşünün ki o kadar şişmansınız ki yürümek yerine uçan bir sandalye ile geziyorsunuz. Korkunç! Biraz kötü bir huyum vardır bu konuda. Kilo bakımından iyi bir geçmişimin olmaması bu tip insanlarla yan yana geldiğim anda içimi ürpertiyor diyebilirim. Kötü bir bakış açısı olduğunun farkında olsam da önüne geçemediğim bir şey ne yazık ki. Obezite'ye neden olan başka bir şeye çok güzel değinmiş hikâye yazarları filmde. Teknoloji. Robotları bir kenara koyduğumda ortada uçan sandalyedeki insanlar kalıyorlar. Her sandalyenin kendine özel bir bilgisayara sahip olması ve onların gözleri yerine hayata bir ekrandan bakmayı tercih etmesi günümüzde (ki benim de yaptığım bir şey kabul ediyorum) bilgisayardan kafasını kaldırmayan gençlere gönderme yapıyor. Bir nevi neslimize ders vermeye çalışıyor bu konuda. Yeterince hareket etmediği için olması gereken kilonun üstünde olan insanlar tanıyorum. Her ne kadar bu yazacağım saygısızlık olsa da onlar Wall-E'deki insanların gerçek hayattaki versiyonları ve sayıları gitgide artıyor. Demeye çalıştığım hayatımızı kolaylaştırmak için yaptığımız aletler hayatımızı elimizden almaya daha yatkınlar. Her ne kadar bir distopya filmi olsa da aynı anda bir ütopya yaratmış film kendi içinde ve bence yapması çok zor ve harika bir şey bu. Berbat bir insanlık var ortada burası kesin, filmin ütopyası bana sorarsanız robotlar. Bir robotun duygularının olması onun bizim ahlaken yanlış bulduğumuz şeyleri yapması anlamına da gelir. Demeye çalıştığım robotların yapım nedeni hayatı daha iyi bir hâle getirmek ve hayatı daha iyi yapmasını engelleyen tek unsur insan ırkı. Bu nedenle bu tip filmlerde robotlar insan ırkını temizlemeye yönelirken Wall-E'de kendi aralarında bir topluluk kurup aynı anda görevlerini yapıyorlar. Bunu yaparken de insanlara panda muamelesi yapıyorlar daha önceden bahsettiğim gibi. Onca kötü şeyden sonra son olarak eklemek istediğim güzel şeyler var filmle ilgili. Daha önce de dediğim gibi karakter tasarımlarının şirinliği insanı kötü düşüncelerden yeterince uzaklaştırıyor. Yani aynı anda rahatsız olup "Aaa ne şirin." gibisinden bir cümle kurabiliyorsunuz. Wall-E'nin tasarımı her ne kadar eski komedi filmi Kısa Devre' deki ana karakter olan robottan çakılmış gibi dursa da şirinliği ve davranışları bu düşünceyi yok ediyor. Eve ve Wall E'nin arasındaki kimya çok güzel bir şekilde kurgulanmış. İkisinin birbirini öptüğü kısımların aralarında bir elektrik dalgası olarak lanse edilmesi de çok şirin bir şey bana soracak olursanız. Filmin teması korkunç olduğu halde Wall- ve Eve sizi güldürüyorlar, heyecanlandırıyorlar ve korkutuyorlar. Özellikle Wall-E'nin kendini feda ettiği sahne ve Eve' in o sıradaki çığlığı beni her zaman üzmüş ve etkilemiştir. Kısacası bana korku, gerilme ve mutluluk gibi duyguları dakikalar içinde yaşatan bir filmdi Wall-E. Bunun gibi bir animasyon daha önce yapılmamıştı, benzerinin de geleceğini sanmıyorum. İşte bu yüzden Wall-E'yi ayrı bir yerde tutuyorum. Nurettin Ege Yarım İnsandır(!) Savaşır Geçtiğimiz günlerde yolda gördüm onları. Suriye’deki savaştan kaçmış birkaç küçük çocuk, yaşları tahminen altı ya da yedi, boylarına uygun küçük kağıt toplama arabaları ile yoldan geçiyorlardı. “Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” sözü geldi aklıma. Savaşların çocuklar için hazırladığı ‘küçük’ şeylerden biri, dedim kendi kendime. Bütün küçültmelere rağmen, çok ağırdı savaşın yükü çocuklara. Yetişkinler bile taşıyamıyorken çocuklar nasıl taşıyabilirdi ki zaten? Hem neden bu yükü taşımak zorundaydı çocuklar? Yetişkinlerin bitmek tükenmek bilmeyen hırsları yüzünden mi? Yoksa bir gün yetişkin olduklarında savaşma hakkını(!) kendilerinde bulabilmek için mi? Sahi neden savaşıyoruz? Konu savaş olunca hemen cevaplayamıyor insan, ağırlığı başından def edemiyor. Savaş iyi midir, diye sorsak insanlara, kimse evet diyemez zannımca. Buna savaşanları bile dahil edebiliriz diye düşünüyorum. Belki fazla iyimserim, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var, mecburiyetten savaşıyor insanlar. Belki kendi adaletlerini dünyaya getirmek istedikleri için savaşıyorlar, belki de vatanlarını korumak için. Doğru ya da yanlış, insan inandığı şeyler için savaşıyor. Savaşanları haklı çıkarmak için söylemiyorum bunları. Bir savaş güzellemesi yapmak da değil amacım. Sadece insanın içinde her şeye rağmen iyilik ve erdem olduğuna inandığım için söylüyorum. Kabul ediyorum, bazen ümidimi kaybettiğim oluyor. Kimi canilikleri açıklayamıyorum. Onlarca, belki yüzlerce, hatta binlerce ölüme üzülmemek elde değil. Bunu yapanların içinde bir iyilik kalmış mıdır diye sorsanız cevap veremem. Yine de bütün yaptıklarından pişman olmaya hakkı yok mu bir insanın? Tekrar insan olacağım derse, hayır olamazsın, diyemeyiz ya. Belki çok ağır bir cezaya çarptırmamız gerekir. Yine de insan kimliğini çekip almak mümkün mü birisinden? Sanmıyorum. Her şeye rağmen barışmak gerektiğini düşünüyorum. Affetmek değil kastım, sadece savaşın son bulması için erdemli bir hareketten bahsediyorum. Yine kabul ediyorum; annesini, babasını, kardeşlerini yahut çocuklarını belki hayat arkadaşını bir savaşta kaybeden insanın barışması çok zor. Onların hissettiklerini hissetmediğim, onların yaşadıklarını yaşamadığım, onların çektiği acıları bilmediğim için bu zorluğun ne seviyede olduğunu bile bilmiyorum. Ama kim ister ki yeni savaşlar olmasını? Bu savaşlardan çocukların kaçmasını kim ister? Peki ya bu çocukların sersefil olmasını kim ister? Biliyorum, kimin istediğini değil ama kimin istemeyeceğini. Savaştan kaçmış bir çocuk istemez bunu. Savaşın bütün çirkin yüzlerini görmüş biri istemez. Bütün bunlara rağmen neden mi bu kadar çok savaş var? Bence unutuyoruz diye. Belki savaşın insana verdiği eziyeti unutuyoruz diye, belki de masum insanları savaşın içinden çekip çıkarmayı unutuyoruz diye. Belki tarih kitaplarına savaşlarda zayi olan canları bir sayıdan ibaret yazdık diye oluyor bu kadar savaş. Belki galip geldiğimiz savaşlarla ölçüsüzce gurur duyduk diye ya da kaybettiğimiz her savaş için intikam istedik diye… Ne diye olursa olsun insandık diye savaştık. Çünkü insan olduğumuz için unuttuk, insan olduğumuz için sayılar yazıp çizdik, insan olduğumuzdan gurur duyduk tarihimizden, onun için kaybettiğimizde öfkelendik. Yanılmak, hata yapmak bizim doğamızda var. Savaşmak insancıl demiyorum. Ama insana olan aitliği yüzünden insanidir savaş. Bence savaş, tasması insanın elinde olan bir canavar. Kendi etimizle besliyoruz bu canavarı. Bazen öyle anlar geliyor ki, her yanımızı sarıyor bu canavar. Bir daha asla beslemeyeceğiz diyoruz. Tasmasını yalalıyor onu kontrol altına alıyoruz. Küçülüyor yavaş yavaş. Sonra unutuyoruz kendimize verdiğimiz sözü, tekrar besliyoruz aynı canavarı. Aynı acıları tekrar tekrar çekiyoruz. Bir çözümü var mı, bilmiyorum. Ama içimden bir ses iyilik diyor, tek çözüm iyilik. Mahmud Sami Aydın Roman 2 Kadınların İçi Ceren Melisa Arnaz Murathan Mungan’ın ilk ve tek romanı olan Yüksek Topuklar 2002’de Metis Yayınları tarafından basılmıştır. Kadınların üzerine yazılan bu roman, oldukça etkileyici. Kitabın yazarı erkek olmasına rağmen anlatıcı bir kadın. Kitabı okudukça yazarın erkek olduğuna inanmak zorlaşıyor çünkü yazar kadınları öyle anlatmış ki insanın aklına bir erkek kadınları nasıl bu kadar iyi anlayabilir sorusu geliyor. Kadınların iç dünyası, düşündükleri, herhangi bir şeyi söylerken aslında ne söylemek istediklerini kendileri bile anlayamamışken böylesine anlatmak oldukça başarılı. Okurken kitapta kendini görmek, yaşanılanlarla aranda bağ kurmak kolay olmaz her zaman. Ama bu kitabı okurken anlatıcının yaşadıklarını kendim yaşamış gibi, anlattığı her kadından bir parçam olduğunu hissettim ve bu durum da kitabı bir çırpıda bitirmemi sağladı. Yaşım itibariyle daha fazla insanla tanışma dönemimdeyim. İnsanları tanıdıkça hepsinin farklı düşüncelerde, farklı duygularda olduğunu gördüm. Hemcinslerimle sürekli iletişim halinde olduğum için de kitapta onlardan ve kendimden çok şey buldum. Kitaptabirçok kadın karakterden söz ediliyor. Onların farklı huyları, farklı duygu ve düşünceleri betimlenmiş romanda. Sevebileceğimiz ve tam tersi nefret edebileceğimiz çok fazla kadın karakteri gördüm. Bunların dış dünyada olduğunu da hepsini tanıdığım insanlarla karşılaştırmamla anladım. Kadınların hemcinslerine düşman olduğunu ve her kadının içinde diğerlerine karşı bir kıskançlığın varlığının anlatıldığını düşünüyorum çünkü anlatıcı bahsettiği her kadında bir kusur buluyor. Bunun dışında bahsi geçen kadınlar da başka kadınları şikâyet ediyor sürekli. Erkeklerde daha basit işleyen kıskançlık ve çekememe, kadınlarda adeta rekabet haline gelmiş yüzyıllardır. Bin bir düşünce bin bir kurgu vardır kadınların aklında. Bu kitap da resmen bunu doğruluyor hem de yazar erkek olmasına rağmen. Böylece de yazarın gözlemlerinin ne kadar doğru olduğunu görüyoruz. Sanki yazar aklımızın içini okumuş da başka birinin dilinden anlatmış gibi. Aslında yazarın erkek olarak kadınları bu denli tanıması ve yorumlaması beni biraz rahatsız etse de kitaptaki anlatıcı karakter kadın olduğu için bu kusurun üstü biraz örtülmüş. Dikkatimi çeken bir başka durum ise kitapta 5 yaşındaki kız çocuğunun büyümüş de küçülmüş tavırları. Öylesine kadınsı, rekabetçi ve kıskanç ki yetişkinleri aratmıyor. Hatta onun bu tavırları anlatıcıyı karşısında bir yetişkin varmışçasına güçlü davranmaya itiyor. Onun eline koz vermemek için rahatsızlığını ve ona karşı duygularını belli etmiyor. Aynı kendi yaş grubuna yaptığı gibi. Anlatıcı bu karakterden bahsettikçe kadınlığın aslında içte olduğunu ve yaşla ilgisi olmadığını anladım. Çünkü onun hareketleri anlatıcının tanıdığı tüm kadınlardan bir şey hatırlatıyor. Küçücük bir çocuğun bile erkeklere olan davranışlarıyla kızlara olan davranışlarının farklılığı fazlasıyla belirgin. Bu durum ise kendimi ve çevremdekileri sorgulamamı sağlıyor. Nasıl olur da küçücük bir çocuk kadınların içini özetleyebilir. Tabii ki her kadın aynı değildir hatta çok farklıdır fakat her kadının içinde dönem dönem en az bir kadına karşı bir rekabet duygusu oluşur ve bunu her kadın bilir ama belli etmemek için elinden geleni yapar. Kadınlar her adımını ölçer tartar ve yeterince düşünerek atar. 40 yaşındaki ana karakter için de, 5 yaşındaki kız çocuğu için de bu aynıdır. Kadınları ve kadınların iç dünyasını anlatan bu kitap günlük hayata oldukça yakın. Betimlemeler ve akıcı anlatım kitabın okunmasını kolaylaştırıp aynı zamanda kitabı yaşamış gibi hissettirdi bana. Yazarın tarafsız dili ve cinsiyet ayrımcılığından uzak olması ise başarısını gözler önüne seriyor. Dikkat çeken kapağının mesajını kitabı okuyunca anladım. Yüksek topukların kadınları simgelediğini ve özgüven verdiğini düşünerek yapılmış kapak sanırım ki bu da merak uyandıran unsurlardan biri. Hakan Malkoç 21402078 Karar Mercii Olarak Kalabilmek Yaşamak istiyordum, tek önemsediğim buydu. Yaşamak; kendi istediğim hayatı yaşamak, kendi yolumdan, istediğim yere kadar gitmek.(Bernhard 13) Pascal'ın, "İnsanlar ölümün, çaresizliğin ve belirsizliğin çözümünü bulamadıklarından, mutlu olabilmek için bunlar hakkında düşünmemeye karar vermişlerdir." sözleriyle başlayan "Nefes - Bir Karar(Thomas Bernhard)" isimli kitap beni insan-ölüm-yaşam üçgeninin üzerine, Pascal'ın tasvirine göreyse mutlu olmak için düşünmemeyi tercih ettiğimiz bir konu üzerine düşünmeye itti. Neydi yaşamak, anlamı ya da değeri neydi? Üzerine yazılmış onlarca şiir, kitap, beste ve yine ona adanmış onlarca sanat eseri varken piyasada; neydi tüm bu yapıtların bize anlatmak istediği ortak payda? Tamam, hepimizin hayatta ulaşmak istediği hedefler, amaçlar var; tamam hepimizin bu hayatta yapmaktan anlık olarak keyif aldığı şeyler, sevdiğimiz insanlar ve bizi seven yoldaşlarımız var, ama kanımca bunlar yaşamak için bir amaç olamaz. Dondurma yemekten keyif almak, güzel bir arabaya sahip olmak ya da dolgun maaşlı bir işte çalışmak mıdır yaşamak için amaç? Hayır efendim, bunlar olsa olsa yaşama eylemini gerçekleştirirken ondan zevk almanın yollarını aramaktır ya da yaşama eylemini en iyi, en üst seviyede gerçekleştirmeye çalışmaktır. Elbette dondurma yemeyelim demiyorum, diyeceğim o ki; bunlar yaşamak için birer amaç O-LA-MAZ. Peki nedir o halde? Ben bu kitaptan kazandığım bir bakış açısını kullanarak, şu açıdan bakmak istiyorum olaya; ölüm nedir? Amatör bir biçimde ölümü tanımlamaya çalışmayacağım, çünkü inanıyorum ki hepimizin anılarında ya da zihninde bir yerlerde bu olguya yönelik bir takım fikirler ve görüşler var ve hepimiz bunu uzaktan ya da yakından tecrübe ettik. En basit haliyle "hiçlik" diyebileceğimiz bu olgunun, yaşamak kavramının tersi olduğunu göz önüne alalım, yaşamak için de var olmak diyebilir miyiz o halde? Ölümün ne kadar "hiçlik" olduğunu kabul edip bunu savunabilsem de, "yaşamak" ve "var olmak" kavramlarının eşdeğer iki kavram olduğunu düşünmek veya kabullenmek istemezdim açıkçası ve bunu düşünmek bile tüylerimi ürpertirdi, ta ki ölüm ve yaşam kavramlarına çoktan ölüm hükmü verilmiş darağacında ipi sallanan birinin gözlerinden bakana kadar. Benim için yaşamak; deyimi yerindeyse kaliteli bir insan olmak, temel eğitim kurumlarını bitirmek, sanatla ilgilenmek, spor yapmak ve hatta belki de dondurma yemekti. Siz bunlara katılıyor veya katılmıyor ve hatta bazılarınız elitist zevkler olarak bile adlandırmaya hazırken, yaşamaya; ölüme bir "Nefes"i kalmış bir insanın gözünden bakmak benim de yaşama dair görüşlerimi bir hayli etkiledi doğrusu. Bir hiç olmak, istediğiniz şeyleri yapamamak ya da bir şey isteyemeyecek bile olmak... Hayata ölüm döşeğinde olan birinin bakışından bakmamızı sağlayamaz elbette bu kavramlar, ama gelin beraber hayal etmeye çalışalım. Bir daha çok sevdiğimiz sabah kahvemizi içemeyeceğimizi, o çok sevdiğimiz dizinin sonunu bilemeyeceğimizi, en yakın arkadaşınız olan köpeğiniz "Thomas" ile yürüyüşe çıkamayacağımızı düşünelim bir. Tüm bunlar hayatımızın ne kadar kıymetli ve vazgeçilmez bir parçası gibi gelse de kulağa; ölüme yaklaştığımız o anda muhtemelen düşüneceğimiz tek şey, "Yaşamak istemek, yaşamak; kendi istediğimiz hayatı yaşamak, kendi yolumuzdan, istediğimiz yere kadar gitmek(Bernhard 13)." Aslına bakarsanız "ölümü seçmek kolay olan; yaşamı seçmenin avantajı ise karar mercii olmaktır. Hiçbir şeyi kaybetmeyip, her şeyi elimizde tutmak(Bernhard 14)." Buna rağmen yine de insanın ölümle yolu kesişmediği takdirde "karar mercii olmak" kavramının anlamını anlayabileceğine inanmıyorum . Diyeceğim o ki; belki de yaşamın gerçekten de bir anlamı yoktur ve belki de biz sadece bu anlamı ararken kalan ömrümüzü törpülemekten başka bir şey yapmıyoruzdur. Yaşamın anlamsızlığı üzerine düşünmeyi bırakıp bizim için anlam ifade eden ne varsa zevk aldığımız ya da almadığımız bunların peşine düşmeyi ve "karar mercii" hâlâ bizken bu fırsatın elimizden yitip gitmesini ya da gitmek üzereyken geri yakalamayı beklemektense zaten elimizdeki "yaşıyor olma" şansımızı iyi kullanmalıyız. Kaynakça: Bernhard, Thomas. Nefes-Bir Karar. İstanbul: *Sel, 2016. Sosyal Medya İle Yalnızlaşan Bizler Sosyal medyanın hayatımıza girdiği andan kısa bir süre sonra bahsedilmeye başlanan ve son zamanlarda da sürekli tartışılan bir düşünce: Sosyal medyanın bizleri yalnızlaştırdığı. Bu düşünce tamamıyla yanlış ya da doğru diyemem ancak şu ana kadar gözlemlediğim şeylerden yapacağım çıkarım, sosyal medyayı kullandığım süre zarfında yanlış bir amaçla kullandığım ve sosyal medyanın beni yalnızlaştırdığıdır. Bence sosyal medya bir “iletişim aracı” olarak kullanıldığı sürece onu kullanana fayda sağlayabilir. “İletişim aracı” ile kastettiğim insanlarla şu anda ne yaptığınızı paylaşmak değil, ülkemizi ve dünyamızı etkileyen en son haberleri ve acil durumları haberdar etmek, bunlardan haberdar olmak veya ilgimizi çeken bir şeyi takip edip onun hakkında bilgi almaktır. Yani genel anlamı ile sosyal medyayı bize fayda sağlayabileceği her şekli ile kullanmak. Eğer aramızda sosyal medyayı böyle kullanan insanlar varsa onları takdir ediyorum çünkü hem sayıları çok az hem de benim sosyal medyayı kullandığım süre boyunca başaramadığım gerçekten zorlu bir işi başarmışlar. Eğer bir gün yeniden herhangi bir sosyal medya hesabı oluşturursam önceki hatalarımı tekrarlamam ve ben de kesinlikle sosyal medyayı kendime fayda sağlayacağı şekilde kullanmaya çalışırım. Düşününce, gerçekten de bana fayda sağlayabilecek, dünyada neler olup bitiyor diye haberdar olmamı sağlayabilecek onlarca, yüzlerce hatta binlerce sosyal medya adresi var. Özellikle de kişisel gelişimim açısından bana faydası olacağını düşündüğüm, kaliteli içerik paylaşan sosyal medya hesapları mevcut. Ben, sosyal medyayı kullandığım süre boyunca bilinçli değildim. Sosyal medyayı faydalı bir şekilde kullanmayıp her dakika ne yaptığımı paylaştım. Aşağılık kompleksime yenik düşüp içinde bulunduğum evrende gerçek anlamı ile herhangi bir manası olmayan bu mavi gezegende “O bugün ne yapmış, kimler ile vakit harcamış?” gibi sorularla binlerce kilometrekare üzerine kurulmuş veri sunucularında kaybolmayı tercih etmiş; yaşadığımız bu dünyanın, veri sunucularından çok daha güzel ve gerçekçi olduğunu anlayamamıştım… Yaptığım şeyleri sürekli olarak paylaşma ve başka insanların ne yaptığını merak etme “refleksi”, yaptığım şeylerden zevk almamama yol açmıştı. Sınırlı olan vaktimi yaptığım şeylere dikkat etmeye veya onlardan zevk almaya ayırmıyordum ve yaptıklarımı sadece bir “gösteri unsuru” olarak görüp onu başka insanlara pazarlıyordum. Daha açık olmak gerekirse, kendimi ifade etmeye, “Bakın ben bugün bunu yapıyorum,” demeye çalışıyordum. “Bakın ben bugün bunu yapıyorum,” demeye çalışmak, benim, sosyal medyayı kullandığım süre boyunca gerçekten de yalnız olduğum anlamına geliyor aslında. Belki de benim için bu, yalnız olmaktan öte bir durumdu: Kaybolmuştum. Binlerce insanın kullandığı, kendi evrenlerini oluşturduğu uygulamalarda kaybolmuştum, benliğimi kaybetmiştim. İçinde bulunduğum kayboluş giderek büyüyordu ve sürekli olarak aynı şeyi tekrarlamaya başlamıştım. Artık bulunduğum yerlerde, yaptığım şeylerdeki odak, sosyal medyanın kendisiydi. Beni kontrol eden, zevklerimi, hislerimi kontrol eden sosyal medya ve onu kullananların yarattığı evrendeki kurallardı. Kurallar benim nasıl olmam gerektiğimi söylüyordu. O evrendeki kurallara göre giyinmeliydim, o kurallara göre yemeli, o kurallara göre hareket etmeliydim… Eğer bu kurallara uymuyorsam cezamı çekiyordum. “Sosyal medyayı kullanmayı bırakmalıyım,” düşüncesi sosyal medyayı kullandığım süre zarfında geçerli değildi çünkü sosyal medya benim için bir bağımlılık haline gelmişti. Kullanmadığım zaman bir şeylerin eksik olduğunu düşünmeye başlıyordum. “Acaba onunla en son konuştuğumdan beri ne yapıyor?” gibi sorular aklımın ucundan çıkmıyordu. Artık bunun bir sonu gelmeliydi ve ben, kendimce en uygun olan metodu uyguladım: kendimi sosyal medyadan arındırdım. Tabii ki de kendimi sosyal medyadan arındırmak kolay olmamıştı, çok zorlu bir süreçti. Sonuçta paylaşılan yüzlerce içerik vardı, belki de yüzlerce “anı” denebilir… Ancak bir yerden başlanması gerekiyordu. İlk başta sosyal medyayı aktif olarak kullanmayı bırakmam, ondan sonra da sosyal medyadan tamamen kopmam gerekiyordu… Sürecin sonunda başarmış gibi gözüküyordum. “Başarmış gibi gözüküyordum,” diyorum çünkü sosyal medya bağımlılığı bir sigara bağımlısının sigara ile olan ilişkisi gibiydi: Geri dönüşün çok kolay olabildiği bir bağımlılık. Ahmet Tarık Bıyıklıoğlu 21602574 Bir Odanın Zihninden Geçen Düşünceler Biz insanlar genellikle etrafımızda olup bitenlere önceden olanlara oranla daha çok önem veririz. Hiç birimiz bulunduğumuz odada bizden önce kimlerin yaşadığını ya da o odada neler yaptıklarını aklımızın ucundan dahi geçirmeyiz. Siz hiçbir otel odasına girdiğinizde bu odada sizden önce ne gibi dehşet verici olaylar yaşanmış olabileceğini düşündünüz mü? Suzan Bilgen Özgün’ün “Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız” adlı kitabından sonra bulunduğumuz mekânlar canlıymışçasına davranmaya başlıyor insan. Sanki o odalar en yakın arkadaşımızdan oluyor bir anda. Gerektiğinde dertlerimizi dinleyen, sırlarımızı bizim için dünyanın sonuna kadar saklayan birer dost. O zaman bu basit yerlere gerektiği önemi vermeye başlıyoruz. İnsan her ne kadar önemsemese de aslında ayak bastığımız yerler bizden çok önce başkaları tarafından ziyaret edilmiş ve başkalarının anılarına tanıklık etmiştir. Aslında düşünecek olursak ayak bastığım toprak bile binlerce yıldan oluşan bir geçmişe sahip. Bir düşünsenize o toprağın bir anda dile gelip bu binlerce yıl içinde neler yaşadığını anlatmaya başladığını. Kim bilir tam o noktada kaç savaş yaşandı, kaç kişi can verdi, kaç kişi sevdiğine kavuştu ya da sevdiğinden ayrıldı? Dile gelip anlatsa da biz de onun sahip olduğu sırların yükünden onu hafifletebilsek. Fakat duyduklarımız bizi beklediğimiz kadar mutlu etmeyebilir. Çünkü her ne kadar bu sırları duymak istesek bile bizim bile duymamamız gereken şeyler vardır. Bir otel odasının sahip olduğu sırları ve duyguları bir düşünsenize. Kim bilir neler yaşandı o odada. Kim bilir kimler aldatıldı orada ya da kimler başkasının arkasından işler çevirdi? Ayrıca eğer o odanın neler bildiğini öğrensek ilk fark edeceğimiz şeylerden birinin tarihin kendisini ne kadar çok tekrar ettiği olacaktır. Biz insanların sahip olduğu teknoloji ve bilgi her geçen gün katlanarak ve birbiri üzerine eklenerek ilerlese de yüzyıllar önce yazdığımız tarih kitaplarının sanki geleceği gösteren bir araç olduğunun farkına varırız. O odada yaşananlar aslında daha önceden yaşanmış olan şeylerin birer kopyasından ibarettir. Aynı beyaz ya da pembe yalan üç beş yıl sonra tekrar eder. Sizce de bizler, hafızaya sahip bir odanın bize söyleyeceği gerçeklere hazır mıyız? Bu gerçekleri insanoğlunun kaldırabileceğine ben şahsen pek ihtimal veremiyorum. İşte bu kitapta da yazar Suzan Bilgen Özgün bize bir odanın aklından geçenleri odanın ağzından anlatıyor. İnsanların orada yaşadığı hikâyeler, sahip oldukları duygular odanın zihninde –sanki bir zihni var gibi- yankılanıyor. Yaşadığı onca yıldan sonra artık insanları çok iyi tanıyan oda, insanlar ne zaman yalan söylese, başkalarını kandırmaya çalışsa hemen anlıyor. Yedi gün, yirmi dört saat uyumadan ve dinlenmeden insanların hikâyelerini, dertlerini dinliyor, sırlarını saklıyor. Ve bizlere bu insanların neler yaşadığını sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi anlatıyor. Tıpkı bir insan gibi bazen odaya gelenleri dış görünüşlerine göre yargılıyor bazen ise onların duygularını anlamaya çalışıyor. Biz insanlar her ne kadar önemsemesek bile bu dünyada adımımızı attığımız her yer bizden önce onlarca, binlerce insan görüp geçirmiştir. İnsanların doğuşuna, ölüşüne, aldatılışına, kendi canlarına kıymalarına ve daha binlerce şeye şahit olmuştur. Aynı dünyanın tamamı gibi her gün önemsemeden girip çıktığımız odalarımız da bütün bunlara şahit olmuştur. Bu kitabı okuduktan sonra insan işte bu odaların birer zihni varmış ve bizim yaptıklarımızı gözlüyormuş gibi düşünmeye başlıyor. Etrafımızda olup bitenleri dışarıdan izleyen ve olanlar üzerine yorumlar yapan bir kişi gibi. Ve kendinizi bir anda bulunduğunuz her yerin aklından neler geçtiğini ve neler hissettiğini anlamaya çalışırken buluveriyorsunuz. Mehmet Emre Bozkurt 21600964 KAYA 1 Melahat Ezgi Kaya 21302000 Başak Berna Cordan Türkçe 101-Şube 16 25.11.2014 Bir Ben Geçmişten Gelen Geleceğe Giden Hepimizin hayatında unutmak istediği ya da geriye dönme şansı olsa değiştirmek istediği bir şey vardır. Kimi zaman bu bir hatadır, kimi zamansa hata olduğunu düşündüğümüz ama aslında bizim için daha iyi olan yoldur. Geriye dönme şansımız olmadığı için de çoğu zaman durumu kabullenip kendimizi affetmeye çalışırız. Peki geçmişe dönüp bir şeyleri düzeltme şansımız olsaydı ne yapardık? Unutmaya çalıştığımız şeyleri gün yüzüne çıkarmamak için çoğumuz bu soruya cevap vermekten kaçınırız. İlhamını Kaos Teorisinden alan Kelebek Etkisi tam da vermeye kaçındığımız cevapları arıyor. Bu teori "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle, bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir." mantığından yola çıkmış. Benim ilgimi çeken de bu oldu ve kendimi hayatımda kelebek etkisi olmasa da büyük bir etki yaratan bu filmi izlerken buldum. Bu filmi (Eric Bress, J. Mackye Gruber) diğer zamanda yolculuk filmlerinden ayıran en önemli özelliği konuyu olabilecek her yönüyle ele almış olması. Ana karakter Evan babasından geçen geçmişe dönme yeteneğine sahip ama çoğu zaman bu onun için yetenekten çok lanet oluyor. Geçmişi değiştirmek bazen çok güzel sonuçlar doğurur fakat bazen de öngörülemez sorunlara neden olabilir. Bu neden sonuç çemberi hayatımızdaki bazı şeyleri çok iyiye götürürken bize yeni dertler de verebilir. Her şeyden önce böyle bir konumda karar vermek büyük bir sorumluluk. Her şeyin elinizde olduğunu bile bile garantisi KAYA 2 olmayan bir yola girmek zor bir hamle ama Evan’ın durumunda belki de birçok insan sevdiği kişiyi geri getirmek için bu çemberin bir parçası olmayı kabul ederdi. İşte her şey karar verilen bu zaman noktasında başlıyor. Büyük umutlarla verilen küçük kararların hayatımıza tatlı esintiler katmasını beklerken kasırgaların içinde kalabiliyoruz. Evan’ ın sevdiği kızı geri getirmek için aldığı karar da beklenmedik sonuçlara yol açıyor. Düzeltmek için verdiği her çaba beraberinde daha büyük bir kasırgayı getiriyor. “İnsanların benliklerine zarar vermeden onları değiştiremezsiniz.” sözü filmde beni etkileyen noktalardan biri. İnsanların kişiliği yaşadıklarıyla şekillenir ve bunu değiştirmek demek onlara zarar vermek demektir. Bizim bakış açımızı şekillendiren ve bizi olgunlaştıran şeyler tecrübelerimizdir. Bu noktada belki de geçmişimizi değiştirmeye çalışmanın da yanlış olduğu ortaya çıkıyor çünkü hatalarımız onlardan ders almamız için var. Yaptığımız yanlışlar bize bir şeyler öğretiyor ve geleceğimizi çizmemizde bize yardımcı oluyor. Filmde de Evan’ ın geçmişini düzeltmek için attığı her adımda aslında geleceğini mahveden bir yöne doğru gittiğini görüyoruz. Bu yüzden etrafımızdaki insanları ya da yanlışları düzeltmeye çalışmak yerine olanları kabullenip onlardan ders çıkarmak daha önemli. Bütün bunlar bir yana filmin sonunda sevenler birbirine kavuşamasa da ikisi için güzel bir hayatın olabilmesi ihtimali beni yine geçmişi değiştirme kararına yöneltiyor. Sanırım burada önemli olan ayrı ama güzel bir hayatı mı yoksa birlikte ama hatalı hayatı mı tercih edecek olmamız. Filme ikisinin birlikte mutlu yaşadığı bir alternatif son da düşünülebilir. Filmin bana etkisi geçmişi değiştirmek yerine hataları kabullenmenin daha doğru olduğunu öğrenmem oldu. Zaten gerçek hayatta bu değişim mümkün değil ancak hayatımızı ‘keşke’lerle doldurup kendimizi yıprattığımız bir süreç yerine ilerde ‘iyi ki’lerle dolu bir gelecek şekillendirmeliyiz. Çevremizdeki insanları ve yaşadığımız olayları değiştiremeyiz belki ama kendimizin nasıl bir insan olacağını belirleyip hayatımıza yön verebiliriz. İşte bu film KAYA 3 bana her ne kadar bilsem de zaman zaman hatırlamaya ihtiyaç duyduğum bir şeyi hatırlattı ve geleceğimi buna göre şekillendirmeme yardımcı oldu. Kaynakça Kelebek Etkisi. Yön. Eric Bress, J. Mackye Gruber Oyuncular Ashton Kutcher, Amy Smart, Melora Walters. FilmEngine BenderSpink 2004 DVD. Vedia Durmaz 21400188 Sözde Kadın Geçtiğimiz günlerde Dünya Kadınlar Gününü kutladık, sözde kutladık tabii ki. Yoksa kim önem verir kadın hayatına! Ve bunun üstüne bütün sosyal medya sayfaların da televizyonlarda birden çıkan o çılgınca videolar sardı dört bir yanımı. Sonra durdum ve dedim ki ' İyi ki kadınım! '. Peki bunu sadece bu günlerde mi fark etmem gerekiyor? Bazen hayattaki yerinizi sorgulamanız için birçok şeyin üst üste gelmesi gerekiyordur belki de. Bunun üstüne ' Bu zamana kadar nasıl izlememişim ben bunu yahu! ' dediğim bir film izledim: Persepolis. Güzelliklerle dolu bir ülke olan İran bir anda simsiyah bir kutuya dönüşüp bu kutu içine sadece kadınları tıkmasını izledikçe nasıl sızlamasın yüreğimin köşesi. O an bütün iyi ki dileklerim yok oldu sanki, bir kadın olarak. O İran'ın eğlenen, mutlu, özgür halkı gidip yerine sadece yaşamak için yaşayan bir kadın halkı doğmuştu resmen. Baş karakter olan küçücük Merjane ne yazık ki İran'ın bu kara günlerine tanık olmaya başlamış ve izlediğim andan beri 'İyi ki o küçük kız değilim' dedirtti. Doğal olarak her özgür, sosyalist aile gibi Merjane'nin ailesi kızlarının bu duruma daha fazla katlanmalarını istemiyor ve kızlarını Fransa'ya yolluyor. Küçücük bir çocuk ne yapardı bambaşka bir ülkede ailesinden ayrı!? Merjane orda koskocaman bir kadına dönüşmesine rağmen yurt dışında da aradığı hakları, özgürlüğü, kadına saygıyı bulamıyordu tabii ki. Çünkü her nereye kaçsak kadın olduğumuzu hatırlamak için, saygısızlığın bin türlü insan haline bürünmüşüyle yüz yüze geliriz. Filmi izledikten 1Vedia Durmaz 21400188 sonra kendimi ister istemez Merjane'nin yerine koyup kafamdaki binlerce soruya cevap bulmaya çalıştım. Peki, şimdi hem kendime hem de size sormak istiyorum. Dünyadaki egemenliğin bir çoğuna erkekler sahipken kadınların sadece geri kalmış toplumlarda sömürüldüğünü baskı gördüğünü söyleyebilir miyiz? Tabii ki hayır. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kadın hakları hukuki olarak koruma altına alınsa da bu işin görünen tarafı kadın haklarını en çok sömürenler; en gelişmiş ülkelerdir. Kadınlarını, geri kalmış ülkelerdeki kadınlara yapılan şiddetleri, baskıları göstererek kendi toplumlarında verdikleri bazı özgürlüklerle susturabiliyorlar ancak. Çünkü o bunlar için en kolay demokrasi yöntemidir, bence. Kimi zaman kadınlara sırf ' Bakın haklarınız var!' demek için hükümet lideri yapıyorlar, hükümet lideri olan kadın parlamentosunda neredeyse sadece erkek vekil görebiliyorum, peki ya kadınlar nerede? Kadınlar madem bu kadar özgür, bu kadar hakka sahip, nerede be bu kadınlar, nereye saklandılar? Dünyada kadın vekillerin erkek vekillerden fazla olduğu kaç meclis var? Kim çıkaracak bu kadınları evlerinden de meclise ve akademik hayata, özgür hayata sokacak? Çok gelişmiş ülkelerin dünya çapındaki markalarını düşünelim. Kaçının sahibi bir kadın? Özgürlükler ülkesi ABD'nin müthiş Hollywood filmlerini düşünüyorum, kaçında kadın iyi konumdayken erkek kötü konumda? Toplumu yönetenlerin gelişmiş ülkelerde algı yaratmaya çalıştığı besbelli ortada. Az gelişmiş ülkelerde - tıpkı Persepolis filminde geçen İran gibi- hatta kendi ülkemdeki kadına karşı yapılan baskıları görmezden gelemiyorum. Evet bu baskılarla mücadele etmeliyiz. Belki Merjane'nin ailesi bununla tek başına mücadele edip kızlarının bu mücadele yolunda daha fazla zarar görmesini istemedikleri için Fransa'ya yollamışlardır. Fakat herkes bilir ki kadınlar bir mücadeleyi bırakmak zorunda kalsa bile elbet bir gün o karşılarına çıkar ve ona devam ederler. Bütün hayal kırıklıkları onları sarsa da bir yolunu bulup çıkarlar o sarmaşıklardan. Kadın, güzelliktir bence. Kadın, bir bireydir. Kadın, her toplumun kalbidir. Tekrar tekrar aklıma geliyor izlediğim film ve İran'da gerici devrimler sonucu toplumda kadına olan baskının daha da artması ve kadına saygı duymayan bir erkek toplumu yetişmiş olması. Tabii ki de kadınlar erkeklerden üstün olsun gibi bir düşünceye sahip değilim. Eşitlikçiyim ben ya. Neden 2Vedia Durmaz 21400188 herkes eşit olamasın diye avazı çıktığınca bağıranlardanım. Ya da bağırmak isteyip sırf baskı yüzünden susanlardanım ben. Ben her kadın gibi endişesi içinde büyüyen bir bireyim. Sadece gerçek Feministler gibi düşünmeye çalışan bir kadınım ben; 'Neden erkek yapıyorsa kadın yapamasın!' diyenlerden. Bunun farkına varabilmemiz için ancak böyle filmler mi izlememiz gerekiyor? Birkaç kadın siyasetçi, birkaç kadın yönetici, birkaç kadın yazar, birkaç kadın profesör... Değerli yerlerde sadece birkaç kadın! Biz kadınların bu kadar ötekileştirilip dışlanan, bütün yasakların sadece kadınlara işlediği bir toplumda yaşamak çok ama çok zor. Tıpkı Kadın kahkaha atmaz diyen bir toplum da yaşamak gibi. Ya da Merjane'nin de yaşadığı gibi kadınların özgürce sevdiği adamla ele ele dolaşmasının suç olduğu, tek başına çıkmasının suç olduğu, saçının sadece bir teli gözüküyor diye içeri tıkıldığı bir toplumda yaşamak gibi. Bu konuda artık Merjane'yi örnek alıp bana dayatılan hiçbir şeyi -sırf kadınım diye- yapmayacağım. Çünkü Merjane her ne kadar bu toplumdan ötekileştirilmeye çalışıldığını bilse de asla pes etmedi, hep özgürlüğü için savaştı! Gerçek anlamda çağdaş toplumlarda kadın haklarını bu kadar gündeme taşıyacak hiçbir kavram yoktur bence. Çünkü o ilerici ve çağdaş olan toplum Kadının da erkeğinde insan olduğu bilinci ile zaten tüm insanların hakkını savunacaktır. Bence, kadın hakları diyerek kadınlara pozitif ayrımcılık yapmak toplum nebzende olumsuz sonuçlara da yol açtığı ortada da. Kim inkar edebilir bunu? Emeğin Kadına ve Erkeğe eşit dağıtıldığı bir toplum öyle sanıyorum ki ne güzel toplumdur! Esinlendiğim film: Persepolis Kaynakça: http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturk-ve-turk-kadini-t34398.html 3 Kelly1 Peter Barış Kelly 21202317 TUR101-40 Vedat YAZICI 04.11.2014 Şeffaf Basamaklar “Şimdiki toplum içindeki sosyal hayat kötüdür. Fakat insan yaratılış olarak kötü değildir, kötülüğün kaynağı kanunlar ve adetlerdir.” Haksızlık kelimesinin bir gün içerisinde kaç farklı kişi tarafından kullanılıyor olabileceğini düşündünüz mü hiç? Kaç kere kullanıldığını ya da? Öyle sanıyorum ki bu kelimenin ilk ortaya çıkışı toplulukların oluşması, hatta belki ilk insanların ortaya çıkması kadar eskidir. Haksızlığı, adaletsizliği ve sefaleti gözler önüne serer Victor Hugo Sefiller romanıyla. Bu ölümsüz eser edebiyat tarihinde bir kilometre taşı olarak kabul edilir. Benim Sefiller ile ilk tanışmam 2013 kışına denk geliyor. Bunu bir kayıp olarak görüyorum. Çünkü Sefiller bana göre her insanın erken yaşta tanışması gereken bir eser. Bu roman insanların yalnızca ders çıkarmaları amacıyla değil, hayatta kendilerinin ne ile karşılaşabileceklerini göstermek amacıyla da yazılmıştır. Bu yüzden bu kitabı kendim adına gözlerimi açan bir deneyim olarak nitelendirebiliyorum. İnsanlık tarihi birçok haksızlığa, adaletsizliğe tanık olmuş, bizzat insanlar tarafından, birtakım “yüksek” insanların çıkarları uğruna “sefil”, “düşkün”, “alt sınıf” oluşturulmuştur. Bu duruma hepimizin tanık olduğuna eminim.Her gün belirli haksızlıkları, adaletsizlikleri, hor görmeleri ya yaşıyoruz ya da onlara tanıklık ediyoruz. Peki insanlar neden haksızlık etmekten çekinmezler? Karşı tarafı Kelly2 sömürebilme isteği, çıkar sağlama, durumdan sıyrılma, egolarına yenik düşme, empati yapamama gibi sebepler insanları kör eder. Bana kalırsa haksızlık yapılmasının en büyük sebepleri bunlardır. İnsan öldürüp serbest kalanları görünce eminim ki hepimiz sinirleniyoruz. “İnsan hayatı nasıl bu kadar ucuz olabilir?” diye düşünmeden edemiyoruz. “Böyle hak böyle adalet olur mu?” İşin asıl acı tarafı ekmek çaldığı için parmağı kesilen çocukları görmektir bana kalırsa. Acaba hangisi serbest kalmayı hak ediyordur? Sefiller adlı eserde Hugo bu haksızlıktan, adaletsizlikten bahsediyor bize. Sefalet içindeki insanların durumu ve onları yukardan izleyenlerin durumununu okuyucuya anlatıyor Hugo. Hikâyenin baş kahramanı olan Jean Valjean kız kardeşinin hasta oğlu için ekmek çalıyor ve 5 yıl kürek mâhkûmu oluyor. Kaçmaya çalıştığı için cezası katlanıyor da katlanıyor. Tek istediği hasta yeğenini doyurabilmek. Hayatı belki de en çok Jean sorgulamıştır adaleti bakımından. Bunların hepsi bir yana adaletsizlik ve haksızlıkla beraber şiddet de doğar, huzursuzluk da doğar. “Bir sınıfı baskı altına alarak ötekini korumak, ahmaklıktan daha kötü bir şeydir. Bu bir suçtur.” İnsanlar arası sınıf farklılıkları yaratarak onları birbirlerine düşman etmek, daha az imkana sahip olan kesimi aşağılamak, onları kendi amaçları uğruna vahşice kullanmak, karşı geldikleri zamanda baskı kurarak kendi istekleri dışında işler yaptırmak dünyadaki en büyük suç olmalı. Bu suçu hergün işleyen kişiler nasıl olur da adaletten bahsedebilirler? Günümüz şartları bize bizzat hakkımızı aramaktan başka seçenek bırakmamıştır bana kalırsa. Bize düşen şey karşılaşacağımız her türlü haksızlık ve adaletsizliğe karşı sabırlı olmak ve hakkımızı sonuna kadar aramaktır. ‘İnsan değil midir hak mücadelesinde, sosyal adaletsizlik karşısında haksızlığa uğrayanın kimliğinden önce inanışın önünde insan sıfatı olduğu için onunla aynı safta mücadele edebilen’. Bizler kendi hakkımız için savaşmalı, onu elde edene kadar pes etmemeliyiz. Bizim boyun eğmemiz dünyadaki haksızlık ve Kelly3 adaletsizlik çoğaltacaktır. Bizi kullanabileceğini düşünenen, bizi çıkar malzemesi olarak gören insanlara yardım etmekten başka bir şey değildir pes etmek. Adaletimizi elde etmek uğruna çaba sarfetmek zorndayız. Günümüz dünya düzeni bizi buna itmektedir. Toplumdaki sınıf farklılıkların son bulması zor ve çaba isteyen bir şeydir. Ancak adalet her bireyin hakkıdır ve içinde bulunduğumuz şartlar nedeniyle elde edilmesi için çaba sarfedilmelidir. Bize düşen haksızlıklara boyun eğmemek ve herkesin adaleti hak ettiğini unutmamaktır. Mutluluk… Bir Anlam Arayışı O Adam Buraya Gelecek, Ay Hadi İnşallah, Ve Geri Kalan Her Şey, Allah Beni Böyle Yaratmış ve bu tarzda birçok kitabın yazarı aynı zamanda kendisine verdiği isimle bloggerların atası, zalim stalker ve benim tabirimle sosyal medyanın kraliçesi… Pucca Asıl adı Selen Işık olan Pucca birçok insan gibi benim de hayatını sosyal medyadan takip ettiğim bir yazar, daha doğrusu içimizden biri. O da hepimiz gibi kendi hayatı içinde bir anlam arayışında, o da aslında hepimiz gibi gerçek mutluluğu bulmaya çalışıyor. Tek farklı tarafı bu arayışını günlük hayatında yaşadığı olaylarla birleştirip yazıya dökebilmesi ve bu tarafı yani yazma yeteneği yaratıcılığıyla birleşince biz 18-30 yaş arası gençlere özellikle de genç kızlara tadını damağınızda bırakacak kitaplar filmler sunuluyor. Yazarın sonuncu kitabı olan bu kitap diğerleriyle aynı tadı vermese de beklentiyi karşılamaya yetiyor. Önceki harika kitaplarından dolayı son kitabına karşı oluşan bu beklenti de bir hayli yüksekti oysaki. Yazarın içimizden biri olması, bunu okuyucuya hissettirmesi çok önemli benim için. Pucca da tam kıvamında oluşturduğu mizahi karakterleriyle, komik anlatımıyla, günlük olaylara yer vermesiyle içimizden biri olduğunu her sayfada bir kez daha okuyucuya kanıtlıyor. Bir yazıyı veya kitabı okurken kendimden bir şeyler bulamadığımda hemen paniğe kapılıyor ve kitabın veya yazının gerçek dünyayla olan bağlantısını sorguluyorum. Bunu bilinçli olmayarak yapıyorum ve bunu yapmamda en büyük sebep olarak, belki de sorumlu demeliyim, günümüz dizilerini görüyorum. Günümüzdeki Türk dizilerinde ve sinemasında gerçek hayat ile senaryodaki olaylar büyük bir çatışma içinde. Bir yandan normal Türk insanının hayatını yaşamaya çalışırken diğer yandan neredeyse Türkiye’de çok küçük bir azınlığın yaşadığı şekilde zenginlik ve rahatlık içinde yaşıyor insanlar. Normal Türk insanının hayatını yaşamak derken anlatmak istediğim onlar da sizin, benim ve tabii ki Pucca’nın yaptığı gibi mutluluk ve anlam arayışı içindeler. Peki, sizce nedir gerçek mutluluk? Gerçekte nedir sürekli kitaplarda, filmlerde, şiirlerde; aynı zamanda da kendi ruhlar âlemimizde, kendi içimizde, günlük hayatımızda hep arayıp durduğumuz mutluluk? Var mıdır bu soyut kavram yoksa bizim kendimize bu hayatın içinde varoluş amacımız için uydurduğumuz bir düşünce midir? Bana göre yüzyıllardır aranıp duruyorsa vardır bir yerlerde mutluluk. Sadece bazen yanlış yerde ararız. Doğru yerde aramayı başardığımızda ise herkes için tanımı farklıdır mutluluğun. Kimi için çocukluğudur mutluluk kimi için çocuklarıyla birlikte olmak. Kimi için kendi başarısıdır mutluluk kimi için desteklediği takımın galibiyeti. Pucca’nın mutluluk tanımında ise beklediği kahraman yatıyor. O kitaplarında hikâyesi boyunca aslında hep bir yerlerden çıkıp gelecek kahramanını bulmaya çalışıyor. Tanıştığı herkeste, bulunduğu her ortamda, yaşadığı her olayda o kahramanı arıyor. Kitaplarını okurken de bu arayış bana mutluluğu ve bir anlam arayışını hatırlatıyor. Kitabı okurken zaman zaman acıma duygusu oluşuyor bende yine ister istemez. Yazar için üzülüyorum bazen onun hakkında düşündükçe çünkü hep birileri tarafından sevilmeyi bekliyor, olmayınca kısa bir süreliğine hayal kırıklığı yaşıyor daha sonra ise içine dönüyor ve kendini sevmeye çalışıyor. Bu durumu ise kitapta “Şimdi anlıyorum aslında. Bir süre sonra sevecek kimseyi bulamıyorsun, içinde olan şeyi doğayı, otu, böceği hiçbiri yoksa kendini sevmekle harcıyorsun.” (Pucca) diyerek açıklıyor. Okuyucunun aklında ise sorular. Sonunda aradığı mutluluğu bulabildi mi Pucca? Sürekli başka insanlarda, olaylarda aradığı o meşhur kahramanı geldi mi? O kahraman geldikten sonra ne olacak? Benim en çok merak ettiğim soru ise Pucca mutluluğu doğru yerde mi arıyordu? Mutluluk gerçekten beklediği o kahramanda mıydı yoksa Pucca’nın kendi içinde mi? Kaynakça: Pucca(2015), O Adam Buraya Gelecek, İstanbul, Baskı Pucca Günlük 5-O Adam Buraya Gelecek ( kitap kapağı), İstanbul, Baskı Didem Onuk 21401683 Sıla  Çetintaş   Toplumsal Roller Değişebilir mi? Bir yuva kurmak, o yuvayı düzenlemek ve gerektiğinde geçindirmek, işten dönünce yemek hazırlamak, ev işleri yapmak, sabahleyin yatağı toplamak gibi görevler toplum tarafından kadınlara sürekli dayatılmaktadır. Toplum içinde yaşamanın ve mutlu olmanın tek yolu bize çevremiz tarafından adanan rolleri yerine getirmek midir? Yani bir kadın mutlu olabilmek için evlenip, çocuk doğurup, yuva mı kurmalıdır? Mona Lisa’nın Gülüşü adlı filmde Betty Warren karakterinin düşündüğü: “Hiç bir kadın bir yuvası olmadan yaşamayı seçmez” cümlesi doğru mudur? Mutluluğun sırrının bir yuva kurmak olduğunu hiç bir zaman düşünmedim ama genel eğilime göre kadının evinde oturup çocuklarına bakması, erkeğin ise evi geçindirmek için dışarda çalışması zorunlu gibi görünüyor. Lisedeki geometri hocamız bir formülü anlatırken P.İ.R.İ.L kısaltmasını kullanmış, “Kızlar bulaşık deterjanı markasından yola çıkarak bu formülü akıllarında tutsun” demiş ve beni çok sinirlendirmişti. Bu cümlede “kızların bulaşık deterjanı markasından formülü hatırlaması”, yani kızların bulaşık yıkama makinalarıyla eşleştirilmesi aklıma hiç yatmamış ve hoşuma gitmemişti. Cinsiyetlere bağlı domestik iş bölümü çoğu kişiye normal gözükse de, aslında bireyi bir çıkmaza sürüklemekte ve birey başka bir yaşantı olabileceğini düşünememektedir. Bu rolleri benimseyen kişiler toplum tarafından dışlanmaktan korktukları için, mutlu olduklarını sanmakta, kendi isteklerini ve gelişimlerini toplum baskısından çekinerek durdurmaktadır. Mona Lisa’nın Gülüşü adlı filmde Joan adlı kız öğrencinin ideali olan Yale Üniversitesi’ne kabul edildiği halde, evlenmek için eğitimine devam etmemesi bu duruma bir örnek oluşturmaktadır diyebilirim.           Joan, her ne kadar evlenmenin kendi seçimi olduğunu ve bu şekilde mutlu olduğunu söylese de filmden de anlaşılacağı gibi onu ürküten çevresindeki insanların düşünceleridir. Bize biçilen rolleri kendi hayatımıza uygulamazsak dışlanacağımızı ve kabul görmeyeceğimizi düşünüyoruz. Peki kendi rollerimizi kendimiz oluştursak ne olurdu acaba hiç düşündük mü? Dilediğimiz gibi özgürce davransak, veya toplum tarafından “kızlar şöyle davranmalı, erkekler böyle olmalı” gibi sözlere kulak vermesek, daha sağlıklı bir ilişkiler kuramaz mıyız? Önceki paragrafta bahsi geçen kadınların evli olmadan mutlu olamayacağını savunan Betty Warren’ı genç yaşta evlendiği halde ve ona dayatılan cinsiyet rollerini yerine getirse de, sonuçta eşi onu aldatıyordu. Ben de filmi izlerken “Sonuç bu mu olacaktı?” sorusunu kendi kendime sormuştum. Betty’i aldatan eşinin bu durumda suçlu olduğunu düşünmüyorum, çünkü o da en az Betty kadar sosyal normlarla karşı karşıya kalmıştır. Eve maddi katkı sağlamak, aile reisi olmak, babalık yapmak gibi kalıplaşmış düşünceler Betty’nin eşine ağır gelmişti. Belki onun da mutlu olabildiği şekilde yaşayacağı başka bir rol vardı. Kendi rollerimizi kendimizin oluşturmasının mutluluğun yolu olduğuna inanıyorum. Tıpkı Mona Lisa’nın Gülüşü filminde Katherine Watson’nın inandığı gibi. Katherine sanat tarihi öğretmeni olsa da, dergi reklamları üzerinden toplumun dayattığı rollerin olumsuz olduğunu öğrencilerine göstermeyi ve kendi yollarını kendilerinin belirlemesini öğretmeyi amaçlıyordu. Medya bize “sadece reklam” dedirten reklamlar sunsa da bunların bizi ne kadar etkilediğinin bazen farkında olamıyoruz. Katherine Watson bir dersinde bu cinsiyetçi reklamları göstererek toplumun ve medyanın insan üzerindeki baskısını açıklamaya çalışıyordu. Gösterdiği reklamda korse giymenin kişiyi özgürleştireceği           savunuluyordu. Ancak Katherine bu tanımın özgürlükle ilişkisi olmadığını söyleyerek, “Bu da ne demek oluyor?” diyerek sınıfın ortasında kızgınlıkla soruyordu. Kısaca tekrarlamak gerekirse, çözümü olmayan bu sorun aslında günümüzde de devam etmektedir. Kadınlar iş hayatına girmiş, erkeklerle eşit haklar elde etmiş olsa da, üzerlerindeki yük azalmamıştır. Halen kadından geleneksel tanımlara uyan işleri yapması beklenmektedir. Üstelik politikacılar bile kadının nasıl giyinmesi ve davranması gerektiğiyle ilgili yorumlar yapmaktadır. Bütün bu beklentiler kadınların işini arttırmış, ek yükler getirmiştir. Toplumun bütün bu beklentilerine Mona Lisa tablosundaki gülümse gibi, ironik bir duruşla yanıt vermek istiyorum. KAYNAKÇA           Newell, Mike. Mona Lisa Smile. 2003. DVD. Okmoviequotes.“http://quotesgram.com/img/mona-lisa-smile- movie-quotes/10550349/”.Web. Görsel. Ersoy, Erhan. “Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği” Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2009.Web. Mutluay, Bilge. “Gerekirse İç Çamaşırımı Yakarım: Amerikan Kadın Gösterilerinde Yaratıcı Eylemler”. Bizim Büro. Mayıs 2016. Makale. Hazal Sehman 21301191 Turk102-10 Kitap 2 Düşünüyorum Gözlerim Kapalı Düşünüyorum Boğaz’a karşı oturmuş... Neden ona onu sevdiğimi, onu kaybetmeden önce söyleyemedim? Bu gerçeği kendime saklayarak herkes için bir iyilik mi yapmış oldum, yoksa sadece kendimi bilmeden de olsa daha da ağır yaşayabileceğim bu yıkımdan mı kurtardım? Hava soğuk, yağmur yağacak belli... Herkes bir yere çekilmiş havanın nefretini kusmasını bekliyor kendini yeniden sokağa atmak için. Bana sorarsanız daha çok beklerler; çünkü bu aralar İstanbul’un da kafası çok karışık tıpkı benim gibi, hissediyorum. Havanın bu kasvetinden kaçmaya çalışan insanlar bana bakıyorlar anlamaz bir şekilde. Büyük ihtimalle benim deli olduğumu düşünüyorlar. Aslında biraz da haklılar. Ya deniz çok kabarır ve dalgalar birden beni kaparsa, o zaman ne yapar herkes? Bir kaybı daha kaldırabilirler mi? Bence kaldırırlar, onlar daha güçlüler çünkü. Hayatlarına devam ediyorlar bir şekilde... Şimdi bana diyeceksiniz ki bu kız neden bu kadar melankolik, kendiyle ne zoru var, insan birini kaybedince bu kadar bırakır mı kendini diye. İsterseniz durumu anlatayım size, belki hak verirsiniz bana. Tam olarak bundan iki hafta önce Onunla buluşacaktık, yine en sevdiğimiz restoranda ve aynı saatte tıpkı her zaman yaptığımız gibi. Dertleşmek, rahatlamak ve günlük sıkıntılarımızdan kurtulmak için... Ben yine her zamanki gibi erkenci olan taraftım, olsun zaten alışkındım, biraz oturup beklemekten zarar gelmez ki. Ben bunları düşünürken çapraz masamda oturan genç adam hiddetle kalktı masadan ve olduğu gibi bıraktı kırmızılar içindeki esmer kadını. Belli aralarında büyük bir tartışma yaşanmıştı ve oğlan sonunda dayanamayıp terk etmişti mekânı. Bir süre inceledim kadını, kırmızı ne kadar da yakışmıştı oysa. Yaşanılan durumun tam tersine ne kadar da canlı ve hayat dolu bağırıyordu insanın gözüne gözüne. Bir süre sonra kadının ağlamaya başladığını fark ettim, ister istemez yanına gidip ona sarılma hissi belirdi içimde bir yerlerde. Tam o sırada çalan telefonumsa beni saniyeler içinde sıyırıp çıkarmayı başardı bu çiftin trajedisinin içinden. Arayan oydu, kesin iptal edecek yine bir işi çıktı diye düşünürken, telefondan gelen “Başınız sağ olsun hanımefendi, arkadaşınız olay yerinde hayatını kaybetti. Rehberde ilk sizin isminizi gördük, acaba yakınlarına siz mi haber verirsiniz yoksa biz mi haber verelim istersiniz?” cümleleriyle neye uğradığımı şaşırdım. Zaten sonraki o bir haftayı da silmiş beynim ne kadar hatırlamak istesem de hatırlayamıyorum. Şimdi biraz da olsa biliyorsunuz hikâyeyi. Ben en yakın arkadaşımı, sevdiğim adamı ve ailemi saniyeler içerisinde kaybeden biriyim. O yüzden insanların tabiriyle bir deli gibi oturmuş bu soğuk havada olayları tekrar tekrar beynimde döndürüp duruyorum nerede hata yaptığımı bulabilmek için. Aklımdaki bin bir tilki birbirini kovalarken “Yüzyıl önce, ikimiz de çok genç olduğumuz için, şu zavallı adamla bana yaşamı haram ettiler; şimdi de çok yaşlı olduğumuz için aynı şeyi yapmak istiyorlar.” sözleri yankılandı tüm benliğimde. İşte o an Fermina Daza’yla Florentino Ariza’nın aşkının derinliğini anladım. Ya da bu son zamanlarda okuduğum romanlardan çok etkilenmeye başladım, bilmiyorum. Peki, neden Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı neden başka bir kitap değil. Belki de aşk tıpkı onlarda olduğu gibi, bizim için de Kolera’nın belirtilerini göstermemize neden olan; ama bir türlü itiraf etmek istemediğimiz bir hastalıktı. Eğer o ölmemiş olsa ben de Florentino’nun Fermina’yı beklediği gibi onu elli bir yıl dokuz ay ve dört gün bekleyecek miydim? Ben de tıpkı Florentino’nun yaşadığı gibi acı ve bekleyişle dolu, yabanıl ve bir o kadar da tensel bir bekleyiş sürecine mi girecektim? Belki de evet, ama istediğim cevabı da alamayacağım. Ben en iyisi İstanbul daha da kızmadan ve hava daha da soğuklaşıp etraf kasvetini artırmadan bir yerlere gideyim. Kim bilir belki yine ne olursa olsun hala en favori restoranımda trajedilerine bıraktığım çifti barışmış bir halde bulurum ya da ayrı masalarda farklı insanlarla. Hayat bu yarın öbür gün bize neler sunacağı hiç belli olmuyor, sizce de öyle değil mi? M.Ataberk Daşkıran TASMALI KÖPEK TADINDA YABANCILIK Yabancılık nedir? Yabancı olmak nedir? Bir bütüne ait bir parça olamamak? Yabancılık topluluk halinde yaşayan her canlı hatta cansız varlıkların bile içinde olan bir olgudur. Bu yazıda yabancılığın benim için neler ifade ettiğini anlatacağım. Sonuçta yabancılılar hayatın her alanında göze ilk çarpanlardan ama nedense göze ilk çarpmalarına rağmen üstüne çok düşünmediğimiz bir konu yabancılık. Yabancı olmanın oldukça sebepleri vardır bana kalırsa. Farklılıklar bir anda bütünlüğü engellemez ama bu farklılıkların toplamı varlığı, bireyi çoğunluğa göre çok daha değişik kılar. Bu çelimsiz bir çocuğun Amerikan futbolu takımında oynamaya çalışması da olabilir, iyi tanımadığınız bir insanla aynı odada kalmak da olabilir. Biz sebeplere geri dönelim, öncelikle elimizde olmayan sebeplerden bahsedelim. Mesela bir kuş sürüsünün içinde yaşamaya çalışmak ne kadar mantıklı? Belki her sabah önlerine ekmek atarak kendinizi yabancılıktan uzak kılabilirsiniz ama günün sonunda a noktasından b noktasına siz yürürsünüz, onlar uçar. Hareket etmekten de öte biyolojik olarak sizin onların arasına kaynaşmanız zaten imkansızdır. Thomas Mann’ın “Efendi ile Köpeği” romanında benzer bir durum söz konusu. Ana kahramanımızın ve köpeğinin arasında oldukça güçlü bir bağ vardır ancak bu bağ birinin insan diğerinin köpek olduğu gerçeğini hafifletmez. Dolayısıyla özellikle elimizden gelmeyen sebepler bizi en yüce birlikteliklerde bile yabancı durumuna düşürüp, uyumsuzluğa yol açabilir. Bunun güzel bir örneğini yabancı bir ülkeden gelen arkadaşınızı yaşadığınız yerdeki arkadaşlarınızla beraber yemeğe götürmek olabilir. O kişi istese de istemese de asla tam olarak dahil olamaz çünkü diliniz ve yaşanmışlıklarınız(ortak yaşanmışlıklarınız) farklıdır. O kişi asla sizin normal çevrenize o akşam uyum sağlayamaz. Adeta Bauschan’ın kent hayatına bir tasmaya bağlı olarak uyum sağlayamayacağı gibi... Yabancı olmanın sonuçları göründüğünden daha ağırdır. Yabancılaşmak genellikle beraberinde yalnızlığı da beraberinde getirir ve karşılıklı saygıyı azaltır. Bu sosyal bir canlı olan insan için taşıması ağır bir yüktür. Şu an insan örneğini kullanıyorum ama yalnızlık her sosyal canlıyı kötü etkileyen bir şeydir. Bu yalnızlık belki başka uğraşlarla, çevrelerle, aktivitelerle azaltılabilir ama yalnızlık kendini imha etmeye hazır bir bombadır bana kalırsa. Yalnızlık kişinin kendine verdiği değeri azaltacağı için, kendisinin başına kötü şeyler gelmesi çok ama çok daha olasıdır. Bu olasılık intihara kadar varabilir ama yalnızlığın verdiği o ıstırap zaten her gün tekrar öldürür kişiyi. Burada dikkatinizi çekmek istediğim bir konu var: Her gün hiç yaşamıyormuş gibi hissetmek ölümdense daha acılı ve uzun bir süreç. Bu duruma saplandıkça toplumdan daha da yabancılaşırsınız ve ilginçtir ki hayatta yapması zararlı olan pek çok şey gibi bu da bir kısır döngüdür, bir bataklıktır. Hep hatırlarım bir arkadaşım vardı ortaokuldayken ve bu arkadaşımız kendi kafasında büüttüğü bir hatası yüzünden iletişimi kesmiş ve üç sene sürecek bir yalnızlık döngüsüne adım atmıştı.Bu bataklıktan çıkmak zordur dolayısıyla nasıl çıkabileceğimizi de konuşalım. O zaman ilk sorumuz: Peki, yabancılığı nasıl gideririz? Başka birini, sıradan birini oynayarak yalnızlık sorununu çözmeniz gayet rahat ama hayat başka biri olmak için çok kısa. Her insana özel özellikler ise kaybetmek için fazla değerli, o zaman ne yapılmalı? O zaman yabancılık çeken kişi farklılıklarını kabul ettirmeli. Her günün sıkıcılığı insanların kabul etme özelliğini adeta ayran gibi dibine çöktürüyor. “Yabancı” durumundaki insana düşen ise tabiri caizse çevresindeki, artık hayata karşı yeni gözle bakamayanları, şöyle iyi bir çalkalamak. Bunun faydası toplumsaldır hatta. Çünkü bir kez farklılıkları kabul etmeyi öğrendiniz mi bunu genel olarak tavır haline getirirsiniz ve toplumda bireyselliğin artması çok büyük bir hazine. Ama ilk paragrafta anlattığım üzere bazen o toplulukta yabancılaşmanın çözümü yabancı olarak karşılanmayacak bir topluma gitmektir. Thomas Mann’ın eserinde Bauschen’in avdayken sergilediği doğallık şehirdeyken görülmez ve şehirde yabancıdır adeta. Sonuç olarak bakıldığında yabancılık bir çok açıdan ele alınması gereken bir konu, burnumuzun önünde duran ve bizim çözmemiz gereken bir sorun aslında ama maalesef insanlar içinde süreç olan şeyleri pek sevmiyor. Evet ben de çok isterdim tek bir ilaçla bunu da halledelim ama maalesef gözlem ışığında düşünerek anlaşılması ve çözülmesi gereken bir sorun yabancılaşmak. MERYEM CANAN DURAK 21202379 TURK-101/038 VEDAT YAZICI BLOG 6 ÖZGÜRLÜĞÜN PEŞİNE TAKIL Atlasa(cid:373) (cid:271)ir ge(cid:373)iye de çekip gitse(cid:373) uzaklara, ıssız (cid:271)ir adaya yerleşse(cid:373) de kafa(cid:373)ı di(cid:374)lese(cid:373), dü(cid:374)yayı dolaşıp ye(cid:374)i yerler keşfetse(cid:373), olağa(cid:374)üstü resi(cid:373)ler çekip sosyal âlemde paylaşsa(cid:373)… Bu ya da (cid:271)u(cid:374)a (cid:271)e(cid:374)zer (cid:272)ü(cid:373)leleri kur(cid:373)aya(cid:374) yoktur herhâlde. Ki(cid:373) iste(cid:373)ez ki farklı de(cid:374)eyi(cid:373)ler kaza(cid:374)(cid:373)ayı, içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu durağa(cid:374) hayatta(cid:374) (cid:271)aşı(cid:374)ı kaldırıp deri(cid:374) (cid:271)ir (cid:374)efes al(cid:373)ayı ve ruhu(cid:374)u di(cid:374)le(cid:374)dir(cid:373)eyi... İşte ta(cid:373) da (cid:271)u hisleri yaşa(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) olduğu (cid:271)ir yer: Alanya... Hem de bir kış (cid:373)evsi(cid:373)i(cid:374)de. (cid:858)(cid:858)Ne, kış (cid:373)ı?(cid:859)(cid:859) dediği(cid:374)izi duyar gi(cid:271)iyi(cid:373) a(cid:373)a ya(cid:374)lış oku(cid:373)adı(cid:374)ız. Malu(cid:373) yazları pek kala(cid:271)alık ve sı(cid:272)ak ola(cid:374) (cid:271)u güzeli(cid:373) şehre kışı(cid:374) gel(cid:373)ek çok farklı (cid:271)ir duygu. İstediği(cid:374)iz vakitte sahile inip gönlünüzce yürüyüş yapa(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Sessizliği(cid:374) ve sükû(cid:374)eti(cid:374) tadı(cid:374)ı çıkarıp gökyüzü(cid:374)ü(cid:374) de(cid:374)izle da(cid:374)sı(cid:374)ı seyrede(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Usul(cid:272)a size yaklaş(cid:373)aya çalışa(cid:374) dalgalara katılıp de(cid:374)izi(cid:374) içi(cid:374)e dala(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Ve de gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u da (cid:271)atışı(cid:374)ı da huzurla seyrede(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. Özellikle hayatı(cid:374) yoğu(cid:374)luğu(cid:374)da(cid:374) yorulduysa(cid:374)ız ye(cid:374)i (cid:271)ir (cid:374)efes alıp e(cid:374)erji depola(cid:373)ak içi(cid:374) muazzam bir mekân. Doktorlara gidip çeşit çeşit tedavilere para harcamaya hiç gerek yok a(cid:374)laya(cid:272)ağı(cid:374)ız. Zate(cid:374) doğada (cid:271)ir sürü ilaç varke(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu (cid:374)ede(cid:374) (cid:271)ur(cid:374)u(cid:374)u(cid:374) u(cid:272)u(cid:374)daki şifayı gör(cid:373)ez de gidip ye(cid:374)i yollar ara(cid:373)aya çalışır, gerçekte(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değil. Şi(cid:373)di kısa (cid:271)ir yol(cid:272)uluğa çıkalı(cid:373) sizi(cid:374)le… Sa(cid:271)ahları gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u seyretmek için erke(cid:374)de(cid:374) kalkıp sahile i(cid:374)di(cid:374)iz ve etrafta hiç kimseler yok. Fırsatta(cid:374) istifade (cid:271)iraz etrafı turladıkta(cid:374) so(cid:374)ra ku(cid:373)ları(cid:374) üzeri(cid:374)e oturup ayakları(cid:374)ızı soğuk suyun içinde dinlendiriyorsunuz. İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) gürültüsü ol(cid:373)ada(cid:374), ara(cid:271)aları(cid:374) kor(cid:374)a sesleri(cid:374)e (cid:373)aruz kal(cid:373)ada(cid:374), (cid:271)ağırış çağırış olmada(cid:374) sade(cid:272)e sessizliği di(cid:374)le(cid:373)ek... Sessizliği di(cid:374)le(cid:373)ek kulağa (cid:374)e kadar tuhaf geliyor değil (cid:373)i? A(cid:373)a i(cid:374)sa(cid:374) (cid:271)aze(cid:374) sessizliği(cid:374) sesi(cid:374)i duy(cid:373)ak istiyor ve ke(cid:374)di(cid:374)i o(cid:374)u(cid:374) kolları(cid:374)a (cid:271)ırak(cid:373)ak istiyor. Sade(cid:272)e doğa(cid:374)ı(cid:374) sesi(cid:374)i duy(cid:373)ak içi(cid:374) kulakları(cid:374)ızı açı(cid:374) şi(cid:373)di. De(cid:374)izdeki dalgalar şarkı söylerken, rüzgâr huzuru fısıldarken, kumlar da ortama ayak uydurup dans ederken insan ister istemez o(cid:374)ları(cid:374) (cid:373)uhteşe(cid:373) (cid:271)irlikteliği(cid:374)e (cid:271)akıp kendi hâli(cid:374)e a(cid:272)ıyor. Bu(cid:374)(cid:272)a (cid:272)a(cid:374)sız varlık (cid:271)ir arada, uyu(cid:373) içi(cid:374)de, huzurla yaşarke(cid:374) (cid:271)iz i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) çeke(cid:373)e(cid:373)ezliği, kavgası, (cid:374)efreti (cid:374)ede(cid:374) acaba? Bu hayatta sahip oldukları(cid:373)ıza şükret(cid:373)ek yeri(cid:374)e hep sahip ol(cid:373)adıkları(cid:373)ız için hayıfla(cid:374)(cid:373)adık (cid:373)ı zate(cid:374)! İşte tam (cid:271)u(cid:374)ları düşü(cid:374)ürke(cid:374) ufukta sarı, turu(cid:374)(cid:272)u, kır(cid:373)ızı ve daha birçok renkte(cid:374) oluşa(cid:374) gü(cid:374)eş doğ(cid:373)aya (cid:271)aşlar. O (cid:374)asıl (cid:271)ir güzellik, o (cid:374)asıl (cid:271)ir zarafet ve o (cid:374)asıl bir şaheser ki kıska(cid:374)(cid:373)a(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değil… Bir rüya bu ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) uya(cid:374)dır(cid:373)ası(cid:374)ı iste(cid:373)eye(cid:272)eği(cid:374)iz, yaşa(cid:373)ada(cid:374) (cid:271)ile(cid:373)eye(cid:272)eği(cid:374)iz ve yaşayı(cid:374)(cid:272)a kopa(cid:373)aya(cid:272)ağı(cid:374)ız… ‘uhunuz (cid:271)u kadar özgür kal(cid:373)aya fırsat (cid:271)ul(cid:373)uşke(cid:374) uçsun uça(cid:271)ildiği kadar diyerek kendinizi ku(cid:373)ları(cid:374) üzeri(cid:374)e (cid:271)oylu (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a atın. Şi(cid:373)di sade(cid:272)e gökyüzü ve siz varsı(cid:374)ız (cid:271)u ıssız şehirde, (cid:271)u kadar yakı(cid:374) ve (cid:373)asu(cid:373)a(cid:374)e; (cid:373)avi(cid:374)i(cid:374) elli to(cid:374)u(cid:374)u uzansa(cid:374)ız tutacaksı(cid:374)ız sa(cid:374)ki. Gü(cid:374)eş içinizi ısıtırke(cid:374) rüzgâr da (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) saçları(cid:374)ızı okşar ve kumlar içine çeker sizi hiçbir yere kaça(cid:373)ayı(cid:374) diye… Ka(cid:374)atları(cid:373) var ruhu(cid:373)da de(cid:373)iş ya (cid:271)ir şarkı(cid:272)ı işte öyle (cid:271)ir duygu a(cid:374)laya(cid:272)ağı(cid:374)ız. Yüzü(cid:374)üzde tatlı (cid:271)ir gülü(cid:373)se(cid:373)e, içi(cid:374)izde kıpırdaya(cid:374) kele(cid:271)ekler ve de(cid:374)izi(cid:374) (cid:373)uhteşe(cid:373) dalga sesleri… Koşun şi(cid:373)di sahil (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a gide(cid:271)ildiğiniz yere kadar, kumlara bata çıka, düşe kalka ve sevi(cid:374)ç çığlıkları içi(cid:374)de… So(cid:374)rası ise (cid:373)uhteşe(cid:373); de(cid:374)izi(cid:374) dalgaları(cid:374)ı(cid:374) ku(cid:272)ağı(cid:374)a (cid:271)ırakı(cid:374) kendinizi hiç düşü(cid:374)(cid:373)ede(cid:374)… Haydi, yasla(cid:374)ı(cid:374) arka(cid:374)ıza ve ke(cid:374)di(cid:374)izi Ala(cid:374)ya sahili(cid:374)de düşü(cid:374)ü(cid:374) (cid:271)ir o(cid:272)ak ayı(cid:374)da, ki(cid:373)seler yok etrafta sizde(cid:374) (cid:271)aşka ve siz de(cid:374)izle tarifsiz (cid:271)ir aşk yaşarke(cid:374) ara(cid:374)ıza gir(cid:373)eye çalışa(cid:374) hafif ve tatlı esi(cid:374)tiyi hayal edi(cid:374). İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) ayağı(cid:374)a (cid:271)öyle fırsatlar her za(cid:373)a(cid:374) gel(cid:373)iyor (cid:271)u yüzde(cid:374) kıy(cid:373)eti(cid:374)i (cid:271)il(cid:373)ek gerek. Diye(cid:272)eği(cid:373) o ki (cid:271)oş veri(cid:374) (cid:271)u kar(cid:373)aşayı ve yoğu(cid:374) te(cid:373)polu hayatı(cid:374) zorlukları(cid:374)ı düşü(cid:374)üp ke(cid:374)di(cid:374)izi (cid:271)ir çık(cid:373)aza sürükle(cid:373)eyi, (cid:271)u(cid:374)aldığı(cid:374)ızda, sıkıldığı(cid:374)ızda ya da yal(cid:374)ız kal(cid:373)ak istediği(cid:374)izde gide(cid:271)ile(cid:272)ek (cid:271)ir durağı(cid:374)ız olsu(cid:374) Ala(cid:374)ya gi(cid:271)i ve sade(cid:272)e gidi(cid:374) (cid:271)aşka hiç(cid:271)ir şey düşü(cid:374)(cid:373)ede(cid:374)… Sa(cid:271)ah gü(cid:374)eşi(cid:374) doğuşu(cid:374)u seyrettikte(cid:374) so(cid:374)ra güzel (cid:271)ir kahvaltı yapıp (cid:373)i(cid:374)ik pazarları gezi(cid:374) ve portakal al(cid:373)ayı u(cid:374)ut(cid:373)ayı(cid:374) çü(cid:374)kü (cid:271)öylesi(cid:374)e tatlı portakalları her yerde (cid:271)ul(cid:373)ak (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) ol(cid:373)uyor. Öğleye doğru kala(cid:271)alıklaş(cid:373)aya (cid:271)aşlaya(cid:374) sahillerde ye(cid:374)i i(cid:374)sa(cid:374)larla ta(cid:374)ışı(cid:374), kay(cid:374)aşı(cid:374) ve he(cid:373)e(cid:374) he(cid:373)e(cid:374) her köşede (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:374) (cid:271)isikletçilerden bir bisiklet kiralayıp doyasıya yarış yapı(cid:374). Siz etrafı(cid:374)ıza (cid:374)eşe saçtıkça daha çok eğle(cid:374)e(cid:272)eksi(cid:374)iz ve (cid:374)e kadar özgür olduğu(cid:374)uzu(cid:374) farkı(cid:374)a (cid:271)ir daha vara(cid:272)aksı(cid:374)ız, (cid:271)e(cid:374)de(cid:374) söylemesi… AKSU 1 İREM NAZ AKSU 21402002 TURK 101/034 23.11.2015 ASLI UÇAR SİYAH GİYSİLİ ADAM 70'li yılların unutulmaz country ve rock müzik ustası, Tenessee üçlüsü grubunun solisti ve benimse şarkıcı olan ilk idolüm; muhteşem Johnny Cash... Elbet her yüreğe dokunmuştur yazdığı şarkılar, asice söylediği ibretlik parçalar... En güzeli ise biricik aşkı ve eşi June Carter Cash'e olan bağlılığı. Bunca yaşanan anıyı, tecrübeyi bir kitapta birleştirmek istemiş Cash, sonra da bunun beyaz perdeye taşınmasında rol oynamış. I Walk The Line (Sınırları Aşmak) parçasını, kendi hayatını anlattığı bu filme isim olarak layık görmüştür. Joaquin Phoenix ve Reese Witherspoon'u başrol olmaları üzere June Carter ve Johnny Cash birlikte seçmişlerdir ancak 2005 yapımı bu filmi Johnny Cash'in izlemeye ömrü yetmemiştir maalesef kendisi 2003 yılında vefat etmiştir. Şarkılarında kendi deneyimlerinden ilham alan ünlü söz yazarı ve şarkıcı Johnny Cash, Amerika'da ünlü olmak uğruna Sun Stüdyolarına geldiğinde henüz çok genç idi, fakat ünlü olup bestelerini herkese duyurma hayali ilham alınmaya değerdi. Zorlu ve yer yer sıkıntılı bir hayat geçirmiş olan Cash'in müziğine olan tutkunluğu ve insanın yüreğine dokunan parçaları idolüm olmasındaki en büyük etkenlerden bir tanesi. Kendisiyle ilgili çıkan yalan haberleri açığa kavuşturmak için, kendi hayatını kaleme almıştır ve asıl kimliğini insanlara müziğiyle göstermek istemiştir. Alkol ve uyuşturucu bağımlısı olan Cash hiçbir şeyini gizlemeden yaşadı bütün hayatını, hayranlarına ne olursa olsun müziğini dinletip, çoğu genç yeteneklere ilham kaynağı oldu. En büyük destekçisi ikinci eşi, June Carter sayesinde uyuşturucudan arındı ve kendine daha farklı bir hayat çizdi ve müziği onun için hiç değişmedi, her zaman ön plandaydı ve hayatının merkezi olmaya devam etti. Akıllara hapishanedeki mahkumlara şarkılarını söylemesi ise kazınsa da, bu yaptığı uzun yıllar boyu dillerden düşmedi ve kendi düştüğü bataktan kurtuluşunu hapishanedeki mahkumlara da göstermiş oldu, herkesin aslında ikinci bir şansı hak ettiğini o dönemin insanları Johnny Cash sayesinde öğrenmiştir. Hayattan edindiğimiz tecrübelerle geleceğimize yön veririz, Johnny Cash'de bana bilinmezliğin ortasında kendin olmayı ya da kendini bulmayı müziğiyle öğretmiştir. Hayatımda yaptığım hatalarla değil, hatalarımla baş edip yeniden başlamayı öğrendim, Johnny Cash'in aksiyonlu ve zorlu hayat hikayesinden. Konserlerine her zaman 'Merhaba, Ben Johnny Cash' diyerek mütevazı bir şekilde başlayan ünlü besteci, bu mütevazılığını bütün hayatı boyunca sergilemiştir. June Carter'a olan aşkı önce onu radyoda ilk dinleyişiyle sonra da canlı olarak aynı sahnede şarkı söylemeleri ile başlamıştır. O zamanlar başka kişilerle evli oldukları için imkansız gibi görünen bu aşk, daha AKSU 2 sonra alevlenmiş ve birbirlerine kavuşturmuştu ikisini. Zaman zaman asi ve hırçın olarak izlediğimiz bu aşk zaman zaman ise dokunaklı ve tutku dolu olmuştur. Ne olursa olsun Johnny'i hiçbir zaman terk edemeyen June karakterini canlandıran Witherspoon'u hayranlıkla izledim ayrıca bu film için seçilen doğru bir tercih olmuştur. Witherspoon'un gerek Joaquin Phoenix ile yaptığı düetleri, gerek kendine has tiz sesi ve o dönemin kıyafetlerini taşımasıyla baştan aşağıya muhteşem bir oyunculuk sergiliyor. Filmde Johnny Cash'in kendini oynaması için seçtiği aktör Joaquin Phoenix ise adeta Cash'in gençliğini andırıyor. Gitar tutuşu, sahnedeki performansı ve kendine has tavırlarıyla, başarıyla beyaz perdeye sunulmuş bir performans olduğunu düşünüyorum. Benim gün ışığımsın, benim tek gün ışığımsın sözleriyle yazdığı şarkısıyla daha ne kadar June Carter'a olan aşkını dile getirebilirdi ki Johnny Cash, daha ne kadar içten ve saf bir şekilde sevebilirdi ki hayatımın aşkı dediği kadını... AİLE NEDİ R? Aile (cid:374)edir? Aile (cid:271)ireyi(cid:374) hayatı(cid:374)da (cid:374)asıl (cid:271)ir ö(cid:374)e(cid:373)e sahiptir? “ade(cid:272)e (cid:271)iri(cid:374)(cid:272)i dere(cid:272)ede(cid:374) ka(cid:374) (cid:271)ağı(cid:373)ız ola(cid:374) kişiler (cid:373)i aile(cid:373)izdir, yoksa aile daha değişke(cid:374) ve göre(cid:272)eli (cid:271)ir kavra(cid:373) (cid:373)ıdır? Ailede(cid:374) kop(cid:373)ak gerçekte(cid:374) de o kadar zor (cid:373)udur? Aile(cid:374)i(cid:374) yeri(cid:374)e (cid:271)aşka değerle koyula(cid:373)az (cid:373)ı r ? Koyulsa da ailenin sağladığı sı(cid:272)ak sa(cid:373)i(cid:373)iyet duygusu(cid:374)u vere(cid:271)ilir (cid:373)i? Ailede(cid:374) kopuşu(cid:374) yarattığı (cid:271)oşluğu doldura(cid:271)ilir (cid:373)i? Bu(cid:374)lar aslı(cid:374)da çoğu za(cid:373)a(cid:374) ailesi(cid:374)i (cid:271)ırakıp git(cid:373)ek zoru(cid:374)da kala(cid:374) veya ailesi(cid:374)i kay(cid:271)et(cid:373)iş ola(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) uğu sorulardır. Tıpkı ro(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)a karakteri Eilis’i(cid:374) de sorduğu gi(cid:271)i. Bu kendilerine sord Brooklyn soruları(cid:374) (cid:374)ede(cid:374)leri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir ta(cid:374)esi doğduğu(cid:373)uzda(cid:374) (cid:271)eri ya(cid:374)ı(cid:373)ızda ola(cid:374), her düştüğü(cid:373)üzde (cid:271)izi kaldıra(cid:374), yaraları(cid:373)ızı sara(cid:374) aile(cid:373)izde(cid:374) uzaklaş(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) verdiği sahipsizlik ve yal(cid:374)ızlık duygusudur. Kolay kolay atlatıla(cid:373)aya(cid:374) (cid:271)u duygu(cid:374)u(cid:374) üstesi(cid:374)de(cid:374) (cid:374)asıl gele(cid:271)iliriz peki? İlk olarak aile kavra(cid:373)ı(cid:374)a daha yakı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)akarsak; aile(cid:374)i(cid:374) aslı(cid:374)da he(cid:373) psikolojik olarak he(cid:373) de fiziksel olarak (cid:271)ir parça(cid:373)ız olduğu(cid:374)u gözle(cid:373)leye(cid:271)iliriz. Aile(cid:373)izi(cid:374) evi(cid:374)de yaşar, o(cid:374)ları(cid:374) ye(cid:373)ekleri(cid:374)i yeriz, suyu(cid:374)u içeriz, kıyafetleri(cid:373)izde(cid:374) tutu(cid:374) da okul (cid:373)asrafları(cid:373)ıza kadar e(cid:374) (cid:271)üyük ihtiyaçları(cid:373)ızı o(cid:374)lar karşılar. Bu da fiziksel olarak o(cid:374)lara (cid:271)ir a(cid:374)la(cid:373)da (cid:271)ağı(cid:373)lı olduğu(cid:373)uzu ve o(cid:374)ları(cid:374) vazgeçil(cid:373)ez (cid:271)ir parça(cid:373)ız oldukları(cid:374)ı gösterir. Öte ya(cid:374)da(cid:374) her üzüldüğü(cid:373)üzde, her kötü gü(cid:374)ü(cid:373)üzde ya(cid:374)ı(cid:373)ızda olup (cid:271)izlere destek ol(cid:373)aları da psikolojik olarak hep ya(cid:374)ı(cid:373)ızda oldukları(cid:374)ı ve yi(cid:374)e yeri doldurula(cid:373)az (cid:271)ir parça(cid:373)ız hali(cid:374)e aileyi (cid:271)ireyi(cid:374) hayatı(cid:374)da eşsiz ya da yeri doldurula(cid:373)az kıla(cid:374) (cid:374)edir? E(cid:374) (cid:271)asit geldiklerini gösterir. Peki, şekilde açıklaya(cid:272)ak olursak, dü(cid:374)yada var ol(cid:373)a se(cid:271)e(cid:271)i(cid:373)iz aile(cid:373)izdir. Daha ö(cid:374)(cid:272)e de söylediği(cid:373) gibi hayatı(cid:374) her evresi(cid:374)de (cid:271)izi(cid:373)ledirler ve diğer i(cid:374)sa(cid:374)larda(cid:374) farkları koşulsuz şartsız hep (cid:271)izi(cid:373) tarafı(cid:373)ızda ol(cid:373)aları ve (cid:271)izi(cid:373) iyiliği(cid:373)izi iste(cid:373)eleridir. Dolayısıyla he(cid:373) psikolojik, he(cid:373) de fiziksel olarak (cid:271)izleri(cid:374) vazgeçil(cid:373)ez (cid:271)ir parçası ola(cid:374) aile(cid:373)izde(cid:374) kop(cid:373)ak hayatı(cid:373)ızı(cid:374) (cid:271)elki de e(cid:374) zor dö(cid:374)e(cid:373)leri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)iri hali(cid:374)e gele(cid:271)ilir. Bu dö(cid:374)e(cid:373)de (cid:271)ir parça(cid:373)ızı kay(cid:271)ederiz, (cid:271)u da i(cid:374)a(cid:374)ıl(cid:373)az ve katla(cid:374)ıl(cid:373)az a(cid:272)ılara se(cid:271)ep ola(cid:271)ilir ve (cid:271)ütü(cid:374) e(cid:374)erji(cid:373)izi, yaşa(cid:373)a sevi(cid:374)(cid:272)i(cid:373)izi eli(cid:373)izde(cid:374) ala(cid:271)ilir. Bu a(cid:272)ı ya da sahipsizlik duygusu geçer (cid:373)i peki? Yaşa(cid:373)a gü(cid:272)ü(cid:374)ü (cid:374)asıl geri kaza(cid:374)a(cid:271)iliriz? Burada (cid:862)Aile(cid:374)i(cid:374) yeri(cid:374)e (cid:271)aşka değerler koyula(cid:373)az (cid:373)ı, yerleri (cid:373)az (cid:373)ı?(cid:863) sorusu tekrar karşı(cid:373)ıza çıkıyor. Eilis’i(cid:374) yaptığı gi(cid:271)i (cid:271)ir hayat arkadaşı (cid:271)ul(cid:373)ak, doldurula ke(cid:374)di(cid:373)ize (cid:272)a(cid:374) yoldaşı arkadaşlar edi(cid:374)(cid:373)ek, ke(cid:374)di(cid:373)izi herha(cid:374)gi (cid:271)ir işe ya da sa(cid:374)ata ver(cid:373)ek (cid:271)u yol(cid:272)ulukta atıla(cid:374) farklı adı(cid:373)lar ola(cid:271)ilir. Bu(cid:374)larda(cid:374) keyif ala(cid:271)ilir, a(cid:272)ı(cid:373)ızı, yal(cid:374)ızlığı(cid:373)ızı u(cid:374)uta(cid:271)iliriz. E(cid:374)erji(cid:373)izi toplayıp hayata tutu(cid:374)a(cid:271)iliriz. A(cid:373)a (cid:271)u (cid:271)izi(cid:373) aile(cid:373)izi(cid:374) (cid:271)ize verdiği güve(cid:374)i ve sa(cid:373)i(cid:373)iyeti verir (cid:373)i? Daha ö(cid:374)(cid:272)ede(cid:374) de (cid:271)elirttiği(cid:373) gi(cid:271)i aile(cid:374)i(cid:374) sevgisi(cid:374)i diğerleri(cid:374)de(cid:374) ayıra(cid:374) koşulsuz şartsız ve karşılıksız ol(cid:373)asıdır, yaptıkları hiç(cid:271)ir şeyde çıkar ilişkisi yoktur. Dolayısıyla yeri(cid:374)e koyduğu(cid:373)uz şeylerde (cid:374)e kadar ka(cid:271)ul et(cid:373)ek iste(cid:373)esek de za(cid:373)a(cid:374) içi(cid:374)de (cid:271)u ilişki (cid:271)içi(cid:373)i devreye gire(cid:272)ektir. Ke(cid:374)di(cid:373)ize (cid:271)ulduğu(cid:373)uz hayat arkadaşı, (cid:374)e kadar yakı(cid:374) olsak da a(cid:374)(cid:374)e(cid:373)iz, (cid:271)a(cid:271)a(cid:373)ız ve kardeşleri(cid:373)iz, ya(cid:374)i aile(cid:373)iz gi(cid:271)i vazgeçil(cid:373)ez (cid:271)ir parça(cid:373)ız değildir. Ör(cid:374)eği(cid:374), aile(cid:373)iz gi(cid:271)i her hata(cid:373)ızı tolere ede(cid:373)eye(cid:271)ilir, küçük soru(cid:374)ları (cid:271)üyüte(cid:271)ilir, (cid:271)üyük soru(cid:374)larda ise (cid:271)izi (cid:271)ırakıp gide(cid:271)ilir. A(cid:374)(cid:374)e ve (cid:271)a(cid:271)aları(cid:373)ız da (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) (cid:271)ir(cid:271)irleri(cid:374)i(cid:374) hayat arkadaşlarıdırlar; a(cid:374)(cid:272)ak (cid:271)u arkadaşlık ke(cid:374)di(cid:374)i ka(cid:374)ıtla(cid:373)ış, sağla(cid:373) te(cid:373)eller üzeri(cid:374)e oturtul(cid:373)uş (cid:271)ir seviyeye eriş(cid:373)iştir. Her (cid:374)e kadar her türlü (cid:271)irlikteliği(cid:374) (cid:271)ozul(cid:373)a ihti(cid:373)ali olsa (cid:271)ile, çekirdek aile statüsü(cid:374)e eriş(cid:373)iş ve ço(cid:272)uk sahi(cid:271)i ol(cid:373)uş pek aha kalı(cid:272)ı (cid:271)ir hale (cid:271)ürü(cid:374)ür. Öte ya(cid:374)da(cid:374), (cid:272)a(cid:374) yoldaşı olarak (cid:271)aktığı(cid:373)ız arkadaşlar ise çok aile genellikle d ilişki(cid:373)izi ay(cid:374)ı şekilde gör(cid:373)eye(cid:271)ilir ve e(cid:374) küçük hata(cid:373)ızda (cid:271)izi yargılaya(cid:271)ilir. Hayatı(cid:373)ız (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a pek çok arkadaş edi(cid:374)(cid:373)e şa(cid:374)sı(cid:373)ız vardır, aile(cid:373)iz ise sade(cid:272)e (cid:271)ir ta(cid:374)edir. Ke(cid:374)di(cid:373)izi herha(cid:374)gi (cid:271)ir işe, uğraşa, sa(cid:374)ata ver(cid:373)ek de daha sağlıklı gözüke(cid:271)ilir a(cid:374)(cid:272)ak (cid:271)u da sürekliliği ola(cid:374) (cid:271)ir çözü(cid:373) değildir. Her a(cid:374) yaptığı(cid:373)ız işte(cid:374) sıkılıp (cid:271)u(cid:374)ala(cid:271)ilir, işi(cid:373)ize ya(cid:271)a(cid:374)(cid:272)ılaşa(cid:271)ilir veya dış koşullarda(cid:374) etkile(cid:374)erek işte(cid:374) çıkarıla(cid:271)ilir, hayatı(cid:373)ıza devam etmekte zorlanabiliriz. Aile(cid:373)iz (cid:271)izi(cid:373) vazgeçil(cid:373)ez (cid:271)ir parça(cid:373)ızdır ve o(cid:374)ları(cid:374) yeri(cid:374)e koydukları(cid:373)ız o(cid:374)lar gi(cid:271)i ola(cid:373)aya(cid:271)ilir. O(cid:374)ları(cid:374) yeri(cid:374)e koyduğu(cid:373)uz şeyleri(cid:374) özgürlüğü(cid:373)üzü kısıtla(cid:373)a ya da yitip git(cid:373)e tehlikesi vardır. Çü nkü o(cid:374)lar aile gi(cid:271)i ol(cid:373)adıkları içi(cid:374) sı(cid:374)ır (cid:374)oktaları vardır, yaptıkları(cid:373)ızı(cid:374) daha (cid:271)üyük ve kalı(cid:272)ı so(cid:374)uçları vardır. Eğer (cid:271)aşkalarıyla kurduğu(cid:373)uz ilişkileri yürüt(cid:373)ek içi(cid:374) ke(cid:374)di(cid:373)izi fazla zorlarsak yeri(cid:374)e koyduğu(cid:373)uz şeyleri de kay(cid:271)ederiz. Bu yüzde(cid:374) eğer aile(cid:374)izi he(cid:374)üz kay(cid:271)et(cid:373)ediyse(cid:374)iz, o(cid:374)ları ta(cid:373)a(cid:373)e(cid:374) hayatı(cid:374)ızda(cid:374) çıkar(cid:373)ayı(cid:374). Çü(cid:374)kü diğerleri sizi (cid:271)ıraktığı(cid:374)da, hayatta yal(cid:374)ız kaldığı(cid:374)ızı düşü(cid:374)düğü(cid:374)üzde, o(cid:374)lar yi(cid:374)e orada sizi (cid:271)ekliyor ola(cid:272)aklardır. ORHAN ALP ILDIR 21601869 Hayatı  Hissetmek                                                                                                                               Bildiğimiz  üzere  bir  kitap  insana  çok  şey  katmalı.  Her  insan  bunu  savunmasa  da   ben  bu  yüzden  okurum  kitapları,  araştırırım.  Yani  kitap  bittiğinde  hissettiğim   duygu  beni  tatmin  ederse  ve  yarın  farklı  bir  duyguyla  uyanırsam  güne  o  kitabın   bana  katkısı  olmuştur.  Şanslıyım  ki  Stefan  Zweig’in    de  tam   anlamıyla  bu  tarz  da  bir  eser.  Okuyucunun  kendine  bir  şeyler  katabileceği   cinsten.  Hayatlarımızın  tekdüzeliğini  kendi  açısından  değerlendirirken  bize  de   dersler  çıkartmamızı,  çevremize  ördüğümüz  telleri  yıkıp  başka  hayatlarla   Olağanüstü  Bir  Gece’si buluşmanın  hislerimizi  nasıl  yoğunlaştıracağını  öğütlüyor  gizliden  gizliye.     Kahraman  imrenilir  cinsten  olan  hayatının  sıradanlığından,  hayata  karşı  hissiz   kalmasından  yakınırken  kendime  yakın  gördüğüm  pek  çok  yer  var  aslında.   Özellikle  kahramanın  kendi  içinde  hissizleşmesi.  Niye  diyecek  olursak,   üniversiteyi  kazandığım  ilk  yıllar  kitabın  kahramanıyla  aynı  hisleri   paylaşıyordum.  Tıpkı  onun  gibi  günlük  hayatımda  yüzümden  gülümsememi   eksik  etmez,  hiçbir  sorunum  yokmuş  gibi  davranırdım.  Oysa  içimden   hissettiklerim  tamamen  farklıydı.  Hayatın  sıradanlığından  isyan  eder  hale  gelmiş,     bu  durumun  artık  sona  ermesi  için  her  gün  dua  eder  olmuştum.  Beni  hayata   bağlayacak  o  küçük  kıvılcımı  bekledim  hep.  Kitabın  satırlarını  da  okurken  aynı   durumla  karşılaşmak  beni  şaşırtmıştı  doğrusu.  Bu  da  beni  hevesle  okumaya  iten   bir  sebep  oldu.  Hayat  tarzımız  farklıydı  kahramanla  fakat  problemimiz  aynıydı.   Eskiden  yapmaktan  inanılmaz  haz  aldığımız  şeyler  artık  hiç  ilgimizi  çekmez  hale   gelmiş,  yüzümüzdeki  sahte  gülümsemeyle  dolaşır  durur  olmuştuk.       Dikkatimi  çeken  diğer  bir  kısım  da  kahramanın  kendi  içiyle  yüzleşmeleri  ve   kendi  kendini  aldatmayışıydı.  Kendine  karşı  oldukça  net  ve  dürüsttü  o,  tıpkı   benim  kendimle  yüzleştiğimdeki  gibi.  Hayatta  artık  hiçbir  hissi  kalmadığı  için   eskiden  oldukça  haz  aldığı  şeyler  artık  onun  için  gülünç  kalır  olmuştu.  Aslında   kitabın  bu  kısmını  okurken  karakterin  bir  zaman  sonra  tekrar  mutluluğuna   kavuşacağını  tahmin  etmiştim.  Çünkü  eski  yaşadıklarıyla  alay  etmesi,  para   çaldığında  içinde  duyduğu  utanma  duygusu,  onun  derinlerinde  hala  bir  parça   hayat  enerjisinin  olduğunu  fark  etmemi  sağlamıştı.     Kahramanın  bu  durumdan  kurtuluşu  yaşadığı  inanılmaz  bir  geceyle  meydana   geliyor.  Ben  böyle  bir  gece  yaşamadım  ama  hikaye  beni  sayfalar  ilerledikçe  daha   da  içine  çekti.  Farkı  kesimden  olan  insanlarla  iletişim  kuramaması  hatta  onlara   yaklaşamaması  beni  gerçekten  çok  şaşırtmıştı  doğrusu.  Benim  çıkarımıma  göre   bir  kişi  her  ne  koşulda  yaşıyor  olursa  olsun  içinde  bulunduğu  akvaryumu  kırıp   gerçek  dünyayla  tanışmalı.  Diğer  hayatları  görmeden,  başka  insanların   varlığından  haberdar  olmadan,  onlarla  aynı  duyguları  paylaşmadan  hayatın   gerçek  hissiyatına  ulaşamaz  ancak  ulaştığını  sanır.  Bu  çeşitlilik  biz  insanlara  pek   çok  şey  katabilir.  Mesela  hiç  tahmin  etmeyeceğimiz  bir  kişi  bile  bize  ufak  da  olsa   mutluluklar  katar.  Tıpkı  kitaptaki  kahramanın  her  zaman  görmezden  geldiği  atlı   karıncadaki  çocuklar  gibi.  Bu  yüzden    at  gözlüklerimizi  çıkarıp  bu  çeşitliliğe   katılmak,  insanın  hayatta  kazanacağı  mutluluğu  güçlendirecektir.      Kitabın  kahramanı  da  bu  tekdüzelikten  kurtulup  sonsuz  mutluluğuna  ulaşıyor.   Her  şeyi  sonuna  kadar  hissederek,  yaşayarak.  Bu  kısımlarda  göz  gezdirirken   aklımda  her  zaman  yeri  olan  bir  cümleyi  hatırladım.  ”Ölmekten  korkmam  ama   istediğimi  yaşamadan  ölmek  hayatta  en  korktuğum  şeydir.”  Aslında  eseri   okurken  bu  cümlemle  bağlantı  kurduğum  pek  çok  yer  gördüm.  Kitabın   kahramanı  mutluluğunu  kazandıktan  sonra  ölse  bile  bundan  hiç  korkmadığından   bahsediyordu.  O,  istediği  her  şeyi  yaşamıştı  çünkü.       “Olağanüstü  Bir  Gece”  benim  ve  daha  birçok  hissizleşen  veya  hissizleşmekte  olan   insan  için  ders  alabileceği  gerçek  bir  örnek.  Kısaca  özetlersek  hayatta  her  insanın   aradığı  elbette  mutluluk.  Biz  de  tıpkı  eserdeki  gibi  birbirimizle  aramızdaki   duvarları  yıkarsak  hislerimizin  ve  mutluluğumuzun  artacağı  aşikar..                                                               Ege  Pürtük Serbest(1) TURK 101-23 Fethullah Gülen 21401215 Okumak ve Yazmak Üzerine “Çok gezen mi bilir çok okuyan mı bilir?” sorusuyla büyüdü yeni nesil, bizim nesil. “Tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan?” sorusuyla beraber çocukluğumuzun klişeleriydiler. Şimdilerde söylenince bir tepkiyle karşılaşılıyor çünkü insanlara bir usanma geldi bu sorudan ama bundan da ötesi bu soruların bir cevabı tam olarak yok. Sorunun içinden çıkmaya çalışırken verdiğimiz “Gezerken okuyan bilir” veya biraz büyüyüp, düşünmeyi öğrendiğimizde verdiğimiz espriyle karışık “Yaşayan bilir” gibi cevapların en makulu hem okuyup hem de gezmek yönünde olanlar olacaktır. Bazıları da Evliya Çelebi’yi örnek göstererek gezmenin insanı bilge yaptığını savunur. Ancak buna alternatif olarak yazmak bir cevap olabilir mi? Yazmanın insana kattığı şeyler ile okumanın insana kattığı veya insandan aldığı şeyler nelerdir? Beynin tamamen farklı yerlerinde işlenen okuma ve yazma eylemleri gerçekte ne kadar yakın ve bağlantılıdır? (Karaçay 23) Okumak fiili, başka insanların düşüncelerini kendine doğru çekmek aslında. Okumayı, Alman filozof Arthur Schopenhauer tarafından ağır biçimde eleştiriyor; okumayı başkalarının yırtık elbiselerini üstüne geçirmeye benzetiyor ve bunun kendi kafamız yerine başkalarınınkilerle düşünmek olduğunu söylüyor (Schopenhauer 71). Ardından insanların zihninin başkalarının düşüncelerine dalmayı alışkanlık haline getirmemesi ve böylelikle burnunun ucunda duran meseleleri gözden kaçırmaması için; daha önce yürünmüş yolları yürümeye, kullanılmış yöntemleri kullanmaya alışmamak ve yabancı bir düşünce yolunu takip ederek kendisininkini unutmamak için çok fazla okumaması gerektiğini söylüyor (Schopenhauer 72). Schopenhauer bu tespitlerinde bir yere kadar doğru iken bir noktayı kaçırıyor. Okumanın insanın, kendi düşüncelerinin yanına başkalarının düşüncelerini de koymasını sağlaması, onu farklı fikirlerin üstünden geçirip âdeta onların bir tadına baktırması ve bu yolla ona farklı ufuklar, derinlikler kazandırması gibi işlevlerini yok sayıyor. Böyle farklı ufuklara yürümeden kendi kısıtlı düşünce dünyamızda en fazla ne kadar derin bir insan olunabilir ki? Burada derin insandan kasıt olaylara dışarıdan bakabilendir. Zaten ancak olaylara dışarıdan bakabilen insanlar başkalarına fikirlerini aktarabilirler. Schopenhauer bunları belki de o dönemdeki derin insan sayısındaki azlıktan veyahut olaylara tek açıdan bakan yobaz ve dogmatik kafadaki insanların sayısındaki bolluktan söylemiştir. Öyle insanların yazılarını okumanın insanın aklını aynı onlarınki gibi kısıtlı hâle getirebileceğini belirtmek istemiş olabilir o düşünceleri “yırtık elbise”ye benzetirken. Fakat bunun yanında, okuma ile yazmayı birbirine bağlarken yaptığı tespitler önce bahsedilenlere göre daha doğrudur: “Yürümek için baston ne ise düşünce için kalem de odur, fakat nasıl ki insan en kolay bastonsuzken yürürse, en kusursuz biçimde de elinde kalem yokken düşünür. İnsan ancak yaşlanmaya başladığında bir baston kullanmayı ister, kalem de böyledir.” (Schopenhauer 90) İnsan eline kalem alıp kendini yazmaya ve bunun için düşünmeye zorladığında çok iyi sonuçların çıkmadığını belirten yazar öbür taraftan da zaman geçtikçe kalemin insanın düşünmesine yardımcı olacağını söylemiştir aynı yaşlanınca baston kullanmamız gibi. Yazmakla ilgili Emile Zola da ancak yazıya aktarılmış düşüncelerin bir kıymeti olduğunu, kalanların ise boş uğraşlardan, rüzgarın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden farklı bir şey olmadığını savunur. Demek ki elimizde kalemle düşünceleri beklemememiz lazım, ancak kafamızda dönüp duran düşünceleri de küçük esintiler kapıp götürmeden, bir an önce kağıda dökmek gerek. Aslında burada ortaya çıkan şu ki elden geldiğince yazmak önemlidir fakat bunun yanında çok okumak insana zarar da verebilir. Bu, başta sorulan soruya hem gezip hem de yazmanın en doğru cevap olabileceğini gösteriyor aslında bize. Peki, çok yazan mı bilir çok gezen mi? Kaynakça Karaçay, Bahri. "Okuyan Beyin." Bilim ve Teknik (2011). Schopenhauer, Arthur. Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine. İstanbul: Merdiven Kitapları, 2005. BİRLEŞTİREN KORKULAR Korku filmi izlerken annem her zaman bana neden korku filmi izlediğimi sorar çünkü ona göre “insan, niye bile bile kendini korkutmak ister?” O bu sözüyle beğenmediği korku filmlerinin hepsini tek kalemde karalayabiliyor. Fakat ben, o kadar kesin bir biçimde korku filmlerinden kopamıyorum. Beni korku filmlerini izlemeye iten motive edici faktörler var. Kimileri bu faktörleri korku filmi endüstrisinde veya onun yarattığı gençlikte arayabilir ben ise korkunun temelinde arıyorum. Bebekleri eğlendirmek için ellerimizin arkasına sakladığımız kafamızı aniden çıkarıp “ceeee” diye bağırırız ve bebekler doğuştan gelen bir refleks ile bu davranışımıza önce korkarak sonra da kahkahayla tepki verirler. Yeni doğmuş bir bebek bile bu küçük korkunun hemen arkasından gülebiliyorsa korkunun temel olarak ani olarak oluşan eğlenceli bir yanı var. Fakat yetişkin insanların bile korkabileceği görüntüleri aynı bebeklere gösterdiğimizde tepkisiz kalabiliyorlar. Buradan da o görüntüleri öğrenilmiş korku olarak niteleyebileceğimi anlıyorum. Bu korkulacak şeyleri bize öğretenin de filmler ya da medya olduğunu düşünmüyorum aksine kolektif olarak insanların bir arada bu korku mitlerini oluşturduğunu düşünüyorum. Issız bir adada doğup büyümüş yalnız bir insanın o adada zarar gördüğü yırtıcı hayvanlar haricinde hiçbir şeyden korkacağını sanmıyorum. Aksine o adada yaşayan bir kabilenin çok fazla korkulacak unsur yaratacağını tahmin ediyorum. Bu olay ilk olarak korku unsurların nesilden nesile anlatılarak gelmesi ve çığ gibi sürekli büyüyerek insanları etkilemesiyle; ikinci olarak da korkunun insanlar üzerindeki onları bir arada tutucu etkisiyle ilgilidir. Çünkü korkan insanlar, korktuklarından kaçıp korkmadıklarıyla kenetlenirler. Bu hareketin insanları bir arada tuttuğunu ve birbirlerine güvenmek yani tam anlamıyla bir topluluk olmak için de bunun bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu, küçük bir örnek olarak köpekten korktuğunda annesine sarılan çocukta da görülebilir, büyük bir örnek olarak düşman ülkelerden korkan vatandaşların savaş zamanı birbirlerine daha bağlı bir millet olmasında da görülebilir. İnsanların korkularının çoğu yine insan yapımı ise neden bu suni korkuları yıkan insanlar yok diye düşündüğümde de tarihteki büyük liderleri görüyorum. Korkuların batıllığını anlayıp o korkuları yıkabilme fikirleri ve bunun için kendilerine yardımcı olabilecek insanları etkileyebilme güçleri de onları büyük lider yapan asıl sebepler. Okyanusa açılmayı insanı dünyadan düşürmeye götüreceğine inanan bir topluluktan yeni topraklar keşfedilmek için denize açılabilecek bir tayfa toplayabilmek için çok güçlü bir insanları etkileyebilme gücü ve “dünyanın sonu” mitini kökten reddedebilmek için güçlü bir zihin yapısı gerekli olduğu gibi. Günümüzde de bu tür korkular ve bunları aşan liderler var bunları yıllar sonra daha iyi idrak edebileceğimize inanıyorum. Bence, şu anda anlayamamızın sebebi de korkuların, aslında hangi fırsatları kaçırmamıza sebep olduğunu görmemize engel olmasıdır. O korku tünelini aştıktan sonra önümüze çıkan yeni ufukları gördüğümüzde o korkuların bize nasıl ayak bağı olduğunu anlayıp o liderlerin de önemini anlayabileceğimizi düşünüyorum. Yazımda korkuların bizi engin bilgilere ulaşmamızı engellediğini, bu engelleri aşan lider ruhlu kişilerin de dünyayı etkileyen insanlar olduğunu ve aynı zamanda korkuların insanlar tarafından oluştuğunu ve bir ihtiyaç olduğunu düşündüğümü belirttim. Bence, günümüzde bu karşıt durum dünyadaki bütün insanlar tarafından da anlaşıldı, bu yüzden de herkes kendi fikirlerince gerekli olan ve olmayan korkularını belirleyip bunlara göre gruplara ayrıldı. Bu gruplar ortak korkular belirleyip eski kabilelerdeki gibi kenetleniyor fakat geçmişten farklı olarak bu kenetlenmiş gruplar günümüzde teknolojiden de faydalanıp diğer insanların korkularını küçümseyebilip hatta onlardan korkar hale gelebiliyor; kendi korku yoldaşlarıyla daha iyi kenetlenebiliyorlar. Bütün dünya insanları olarak ortak korkular belirleyebildiğimiz bir gelecek umuyorum. AYŞENUR YAZICI PİRAYE'YE… Zaten söylenen söylenmiş. Kitapta Nâzım'ın Piraye’ye dediklerinden öte bir şey söylemek bize düşmez ama yine de içimde biriken bu heyecanı sizlerle paylaşayım. Onlar ne güzel sözler ki insanı alıyor tarihin rüzgarlarına kaptırıp Nazım’ın karşısına götürüyor. Sanki yazıların üstünde onun nefesini hissediyorum. Şu an o cezaevindeyim. Karşımda duruyor, görüyorum. Ben bile o sözleri okuduğumda kalbimde kanatlanan bir şeyleri hissederken Piraye ne yapmıştı acaba? Ne zaman geleceğini bilmediği bir sonrakini hevesle beklediği o mektupları alınca. Bir de içinde yazılanlar kalbi yakıp geçiyorken ne yapmıştı acaba? Sadece Nazım’ın yazdıklarını okumak yetmedi. Ben o mektuplara verilen karşılıkları da okumak isterdim. Eğer öyle olsaydı bu aşka daha güzel şahitlik edebilirdik. O mektupların güzel olmasının bir sebebi de onlar sadece aşkı yazmıyorlar. Durumun şartlarından ötürü günlük telaşları da içeriyor. Bu da mektupları daha samimi daha gerçek yapıyor. Ben daha çok Nazım’ın Piraye’ye seslenişleri üzerinde durmak istiyorum. ‘ Herkese selam sana hasret’ diyor şair. Sadece onu özlediğini dile getirmiyor. Herkese selam yollarken sana hasret yolluyorum diyor. Ben seni özlüyorum sen de beni özle. Özlendiğimi bileyim ki sevineyim demek istiyor. Bazen bir kelime kitaplara sığmaz anlamlar taşır. Hasret de öyle bir kelime. ‘Canımın içi karıcığım’ diye başlayan mektuplar yazıyor Nazım. Bir insandan duyulabilecek en güzel söz belki de. Canımın içi, candan öte olan, içimi dolduran, beni hatta canımı bile önemsiz kılan. Ne çok anlam barındırır bu kelime aslında birbirlerine candan bağlı iki taraf arasında. ‘Sana gelince’ diyor ve koyuyor üç noktayı. Gerisine lüzum var mı? Zaten biliyorsun benim için ne demek olduğunu ama illa da söylemek gerekirse bu üç nokta zaten anlatır senin bende sonsuzluk demek olduğunu. Üç noktayla belki de bunları söylemek istiyor Nazım. ‘ Yaşım otuz sularında, fakat seni 14 yaşında bir mekteplinin ve 60 yaşında bir felsefe adamının ikiz aşkıyla seviyorum’ Böyle bir sevdaya sahip olmak ne onur verici. Piraye ne kadar bahtiyar bir kadın olmalı bunları duyunca. 14 yaşında gibi yeni heyecanlarla, çocukça ve 60 yaşında gibi yıllarca sürmüş olmasına rağmen hâlâ sıkıca sarılarak sevilmek. ‘Seni kucaklarım. Ama nasıl? Ölesiye ’ Ölesiye, ölene kadar hiç bırakmadan. Tadına varamadan. Dört duvar arasında yüzlerini görmeden, seslerini duymadan devam eden bir sevda. Gözden uzak ama gönülden ırak olmayan. Hatta mesafeler artarken gönülleri daha da yakınlaştırıp bir yapan bir sevda. ‘Sevgilim, seni bana yazdığın mektuplardan kıskanacak kadar çok ve senin şirin kafanın alamayacağı, anlayamayacağın kadar dehşetli seviyorum.’ Ne denli bir güzelliktir sizin anlayamayacağınız kadar derin sevilmek. Yani sizin sevginizden daha fazlası demek bu. Sizin sevginizden o kadar büyük ki ne derece derin olduğunu siz anlayamazsınız. Nazım bütün kalbini elleriyle söküp Piraye’ye vermiş gibi yazıyor mektuplarını. O mektuplara dökmüş gibi kalbinden damlayanları. Ben ise o sözlerin müziğini duyuyorum kulağımda. Seviyorum insanların duygularına dahil olabilmeyi kıyısından köşesinden. Böylelikle başka hayatlarda da yaşayabilmeyi. ‘Seni seviyorum bundan daha sana ve bana ait sözüm yoktur .’ diyor şair. Benim de bundan ötesinde diyecek sözüm yoktur. Son sözü Nazım’a bırakıp çekilirim. ‘Seni seviyorum. Seni öyle özledim öyle seviyorum ki bu iki fiilden başka ne yazsam boş ve saçma ve lüzumsuz geliyor bana. Beni kırk bir yaşımda böyle aşık ve genç bir yürekle her an yeniden yarattığın için sana minnettarım’ Hazal Yazıcı Bugün Günlerden Dün Bugün aynı boğucu şeylerle uğraşmak için aynı yatakta uyandık. Bir yığın işten zaman bulduysak suratlarını ezberlediğimiz insanlardan benzer hikâyeleri, dertleri dinledik ve kendini tekrar eden ülke ve dünya gündemi hakkında konuşurken her zaman içtiğimiz kahveyi içtik. Uzun bir süredir değişen tek şey belki de mevsimlerdi ya da ufak tefek ayrıntılar işte. Aynaya baktığımızda yine pişmanlık ve bezginlik gördük belki de. Bazılarımız gün içinde sıklıkla aynaya baktı. Hak etmediğimiz şeyleri anımsayıp irkildik. Nereye gidiyoruz? Eve dönerken kırık kaldırımlardan geçtik. Ötedeki ışıklara gözlerimizi kısarak baktık ve ani dağılışlarını izledik. ‘’Belki de olması gereken budur.’’ demek pes etmenin kibar haliydi. Boyun eğmenin… Karşı koyamayacak kadar tembel ya da yorgunuz, hatta belki ikisi de. ‘’Doğa Tarihi’’ adlı romanıyla tam da bu durumu ele alıyor Hakan Bıçakcı. İçimizi yiyip bitiren şu sıradanlık 2000’li yıllara mı mahsus yoksa ta başından beri var mıydı bilemiyorum çünkü bırakın bir cevaba ulaşmayı, bunun üzerine yalnızca düşünebilmek için bile fazlasıyla gencim. Ayrıca bir o kadar da tembel ve bıkkın. Bu tükenmişliği ve ‘’öğrenilmiş çaresizliği’’ bir kenara bırakmıyoruz, bırakamıyoruz. Kayda değer bir şeyle uğraşıp iyi hissetmeye çalışmıyoruz. Olduğu gibi kalsın. Değişse güzel olurdu, hatta bir küçük değişim tüm hayatımızı çekip çevirirdi. Ama kim uğraşacak? 21. yüzyıl kapitalizminin ortaya çıkardığı gösteriş meraklılığı, ait olma isteği, birbiri ile çelişen hırs ve pasiflik bizim hayatımızda olduğu gibi Doğa Tarihi’nde de tüm çıplaklığı ile anlatılmakta. İçmeden eğlenemeyen insanlar belki de baş ağrısını seviyoruzdur kim bilir. Arabamızı hızlı kullanıyor, hareketli müzikleri tercih ediyoruz. Genciz. Genç hissediyoruz. Ya da öyle sanıyoruz. İnsan sevdiği şeyleri elde edemeyince elde edebildiklerini sevdiğini sanıyor. Kendini koşulluyor. Mutluluk içten gelen bir şey değil midir? Gülerken gözleriniz kısılmıyorsa veya yanlarda minik çizgiler belirmiyorsa aslında içten gülmüyorsunuz demekmiş. Hayatımız başlı başına soğuk bir espri. Gelecekteki güzel günlerin geleceği yok. Geçmiş de geçmiş. Bir hayli üzücü aslına bakarsanız. Tekdüzelik içinde adrenalini mumla arayan bir avuç zavallı… İyi hissetmek için iyi hissetmek. İnsanların sizin mutlu olduğunuzu düşünmesi, çekici imaj, havalı yaşantı, hepsi hava! "Değişmeyen dekor içinde yaşaya yaşaya insanların ruhu ölür, coşkusu kaybolur.’’ diye boşuna dememiş Halikarnas Balıkçısı. Farkında olmadığımız, umursamadığımız, ertelediğimiz yüzlerce imkân var. Kıymetini bilmediğimiz, sürekli koşuşturma içinde olmamızdan ötürü zaman ayıramadığımız… Aslına bakarsanız şu pek yoğun işlerde bir iş yok. Abartmaya bayılıyoruz. Ortada gerçekten bir şey yok çoğu zaman. Ya bir şeylerle uğraşıyor olmaktan içten içe bir haz duyuyoruz ya da en ufak şeylere tahammül edemeyecek kadar bıkkınız. Her iki şekilde de işimiz iş. Buna bir dur demeli… Başka gözlerle bakmaktan sıkılmış olmalısınız. Keşkeler içinde çırpınmak, ışıltılı hayatlara hayranlıkla bakmak yorucu olmalı. Az kaldı. Yakında, birazcık farklı şeyler uğraşacaksınız ama onlar da kendini tekrar etmekten öteye gidemeyecek. Bir şeyler değiştirmeye çalıştıkça dibe batmak ve dibe battıkça değişiklik yapmaya çalışmak… Sevimsiz bir kısır döngü. Gerçi kısır döngü olarak adlandırılan her şey çirkin bana kalırsa. Gereğinden fazla tekrar eden her şey kabak tadı veriyor. Ne yapalım? Hayatın amacı budur belki. Yapmak zorunda olduğumuz her şeyi sevmek zorunda olmadığımızı düşünmek istiyorum. Başımıza gelen şeylerin bir anlamı olduğunu… Can sıkıcı durumların ardından daima yüzümüzü güldüren bir haber almamız bir tesadüf mü? Yoksa az önce bahsettiğim döngünün bir parçası mı? Büşra BAYRAK TABLONUN İKİ YÜZÜ Belli bir tablonun içine hapsedilmiş insanların yaşamlarını, yavaş yavaş kendi yaşantıma dâhil etmeye çalışıyordum. Yüzlerimiz giderek birbirine benziyordu sanki. Kusur olarak görülmeye bile başlanmıştı kişilik özelliklerim. Sözde onlar göz kamaştırıcı tablonun büyülü dünyasında yaşarken, her gün gözlerimin önüne getirilen bu tablonun aynısını çizmeye çalışıyordum. Hâlbuki tablonun içine yerleştirilmiş olanların, çerçevenin dışına adım atmalarının yasak olduğu gerçeğini çoğu zaman unutuyordum. Belki de göz ardı ediyordum. Ne de olsa onları kusursuz olarak görmek daha kolay geliyordu. Bir yandan yanlışı onlara yakıştıramazken bir yandan da yaptıkları hataların üstünü boyayarak kapatmaktan çekinmiyordum. Bana göre bunun nedeni, zihnimde oluşturduğum büyülü dünyada karmaşaya yer vermek istemememdi. Bu nedenden dolayı da araya farklı renklerin girmesini engelliyordum. Başka bir deyişle, hataların üstünü boyayarak tablonun bütünlüğünü korumuş oluyordum kendimce. “İdealize edilmiş adamla kadının”(Palanhniuk, s.144) her geçen gün insanlar üzerinde yarattıkları etki artmaya devam ederken, çerçevesi özenle işlenmiş tabloya dışardan bakanlar, onlara benzeyebilmek adına elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordu sanki. Bunu yaparken de kabul edilebilirliğini sorgulamadan yapıyordu. Bilinçsiz yapılan bu kabul edişe ben de dâhil oluyordum çoğu zaman. Peki, neden tablomu kendi isteklerim ve görüşlerim doğrultusunda yapamıyordum? İnsana özgü olan düşünme yetisinden niçin kendimi mahrum bırakıyordum? Farklılıklarımızın bizi ön plana çıkardığı gerçeğini göz ardı ederek, bir nevi kişiliğimi inkâr etmiş oluyordum; çünkü farkında olmasam bile beni ben yapan farklılıklarımdı aslında. Ne zaman tekdüzelik, ideal insan biçiminde içimizde dolaşmaya başladı, işte o zaman zihinlerde oluşan insan modeli tek tip oldu. Bunun sonucu olarak hayatı renklendiren ve çeşitlendiren en önemli unsur olan farklılıklarımız bir kenara atılmış oldu. “Başka birinin suretine” (Palanhniuk, s.156) dönüşme arzusu da böylece gün yüzüne çıktı. Tıpkı Chuck Palanhniuk’un Anlat Bakalım kitabında yer verdiği Katherine Kenton’un içinde yaşadığı parıltılı dünya onu yavaş yavaş farklı bir kişiye dönüştürmesi gibi... Katherine’e ait olan sadece ismiydi artık. Mükemmeli her alanda yakalamaya çalışan bizler için, ideal insan olarak nitelendirdiklerimize benzeme çabamız, giderek birbirine benzeyen yüz ifadelerini de beraberinde getirmiş oldu. Aslında ideal erkekle kadının ulaşılmaz gibi görünmesinin nedeni gözümde mükemmelleştirmemdi. Hâlbuki onların yaptıkları Chuck Palanhniuk’un söylediği gibi:” ...kırılgan bir organizmanın kendini kuşatan ortamı etkilemek için elinden geleni yapması ve mümkün olduğunca uzun bir süre çürümeyi geciktirmesinden başka bir şey değildi.” (Palanhniuk, s.156) Tablonun ışıltısına kendimi kaptırıp, zihnimde oluşturduğum kusursuz dünyaya adım atmaya çalışırken, çoktan tablonun içine yerleştirilmiş olanların gerçekte neler yaşadıklarıyla hiçbir şekilde ilgilenmemiştim. Belki de tablonun sahte olduğunu ancak daha önce göz önünde bulundurulmamış gerçekler sayesinde fark edebilirdim; onların da yanlışları ve kusurları olduğu gerçeğine gözlerimi kapattığım gibi. Kendi fikirlerimi ortaya koyamadığım bir tabloya hayatı sığdırmaya çalışarak, bana ait olmayan birçok anıyı beraberimde taşımıştım farkında olmadan. Sonraları, bu anıların ağırlığını omuzlarımda hissettiğimde, günlerce incelediğim hatta aynısını yapmayı arzuladığım tabloda eksik bir kaç renk olduğunu fark etmeye başlamıştım. Bu sefer tabloya yeni renkler eklemek zor geliyordu; çünkü bu renkler artık kendi düşüncelerimin oluşturduğu, farklılığın rengiydi. İdealize edilmiş insanların gerçek yüzünün, tablodaki renklerin oluşturduğu katmanların tek tek kazıyarak bakıldığında ortaya çıkacağını anlamıştım. Chuck Palanhniuk’un söylediği gibi; “gerçekler, yalanlar yığınında kaybolmaya mahkûmdur.” (Palanhniuk, s.190) Başka bir deyişle, bütün renklerin karışmasıyla oluşmuş beyaz renk ideal olanların mükemmelliklerini simgelerken, aslında hakikat en dipte bulunan siyahtan oluşuyordu. Bunu fark edebilmek için mükemmelliğin içimde olduğunu görmem gerekti. Bizi değerli yapanın aslında birbirimizden farklı fikir ve duygulara hatta görünüşe sahip olmamız olduğunu anlamıştım. Tabloya yeniden baktığımda, bana ait olmadığına karar verdim. Zaten yapılan bir tablonun aynısını yapmaya çalışmak onun değerinin azalması anlamanı gelmez miydi? Onu farklı kılan hatta değerli kılan tek olma özelliği değil miydi? Bu yüzden, yaşadığım bu süreçte anladım ki; kendi içimdeki mükemmelliği keşfedip onu ortaya çıkarmak, yapmak istediğim tabloyu paha biçilemez ve eşsiz kılacaktı. KAYNAKÇA Palahniuk, C. (2014). Anlat Bakalım. İstanbul: Ayrıntı Ezgi Can Kılıç GERÇEK AŞK Gerçekler… Birçok kişinin yüzleşmekten korktuğu gerçekler… Jordi Sierra i Fabra özellikle ergenlik döneminde gençlerin rastladığı çok yaygın bir problemden bahsetmiş. Kadına şiddet. Oysa Aşk adlı bu kitabın kısacık ve bir solukta bitiyor olması durumun ciddiyetini açıklamak için bir engel olmamış. Aksine gerçekçi diyaloglarla işlenen bu konu, iki gencin ilişkisinden yola çıkılıp kadına şiddetin her yaşta ve her zaman örneklerinin var olduğunu anlatılmış bizlere. Sevgi neydi? Peki ya aşk? Doğru kişiyi bulmak mümkün müydü? Gerçekleri göremezken tüm bu soruların cevabı benim için çok basitti. Birini kendine çok yakın hissediyorsan ve daha da önemlisi yanında kendin olabiliyorsan o kişiye âşıksındır ve o senin için doğru kişidir. Eminim ki birçoğunuz da benim gibi düşünüyor. Ancak ne kadar acı bir gerçektir ki birçok kadının sevgilisi, eşi benim gibi düşünmeyebiliyor. Bazıları için kıskanmak, kısıtlamak aşkın tam tanımı olabiliyor çünkü eşlerinin sadece kendilerinin yanında olmasını, sadece onlar için yaşamasını istiyorlar. Günümüzde ergenlik çağındaki gençlerde dahi rastlayabileceğimiz büyük bir sorun olan bu aşırı sahiplenmeyi, âşık olduğu için böylesine takıntılı olduğunu iddia eden zavallı bir sevgili ve kendisine âşık olduğu için böyle davrandığına inanan, bunun gayet normal olduğunu kendince kabul etmiş gencecik bir kızın hikâyesiyle anlatıyor Sierra i Fabra. Psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalan kızlar belki yaşlarının genç oluşunun getirdiği cahillikten belki sevgililerinin sözlerine inandıklarından ama belki de (en kötü ihtimal olan) çevresinden böylesinin yanlış olmadığı izlenimine kapılmış olmaktan tüm bu acılı süreç bir süre devam edebiliyor. Bir kişiyi çok sevmek, sırf o istemiyor diye kendi beğendiğin şeyleri giymekten bile vazgeçmek midir? O istediğinde arasın, seni kontrol etsin diye cep telefonunu yanından ayıramamak mı, yoksa onun istediği her şeyi sorgulamaksızın kabul etmek mi? İşte tüm bu sorular eğer böyle bir hayata sahip değilseniz aklınızın ucundan bile geçmiyor. Ancak en büyük hata da şu ki; asıl bu hayatın her bir anını, her bir sorununu yaşayan kadınların bu soruları düşünmeye bile cesaret edememesi. O yüzden inanıyorum ki herkesin öncelikle ana sorunun sebebini bulması gerek, çoğu zaman tartışma çıkmasın diye kendi sıkıntılarını, rahatsız olduklarını dahi söylemekten çekinen kadınların buna neden katlandığını. Cevap ise çok bariz, zor şartlar ve kabulleniş yüzünden kadınların kendilerinden vazgeçmesi ve olacaklardan korkması. İnsan ne kadar severse sevsin, ne kadar korkarsa korksun kendi olmaktan vazgeçtiği anda o sevginin ve korkuyla sürdürdüğü hayatın bir önemi kalmaz değil mi? Tüm bunların nerde ve ne zaman başladığıysa bir muamma. Bana kalırsa sorunun asıl nedeni, kendini başta belli etmeyen şiddet yanlısı canavarların zaman geçtikçe maskelerini birden düşürmeleri. O maskesine aldanıp âşık olduğumuz, gözlerinde kaybolduğumuz, uğruna her şeyi feda edebileceğimiz kişi günler geçtikçe tanınmaz biri oluyor. Aşk yerini korkuya bırakıyor. Bu yüzden öncelikle herkesin aşkın ne olduğundansa ne olmadığını öğrenmesi gerekiyor. Peki, böyle bir hayatın tam ortasında buluyorsa insan kendini, ne yapmalı? Şiddete maruz kalmış, kendinden uzaklaşmaya, kör olmaya başlamış her bir kadının tüm bunlardan kurtulabileceği gerçeğine inanması gerek. Yapılması gereken tek şey kişinin kendine güvenmesi ve her şeyden çok kendini sevmesi. Güçlü kalmak ve cesaretli olmak hayata yeni kapılar açabilecek iki anahtardır. O kapılardan geçince geride kalan hiçbir şeyi düşünmeden ilk adımı atmak ve hak ettiği hayatı yaşamak ise herkesin yapması gereken. Kaynakça: Sierra i Fabra, Jordi. “Oysa Aşk”. Çev. Pınar Savaş. İstanbul: ON8 Yayıncılık, 2015, 2000. Baskı Aslıhan Özhan BİR KÖPEĞİN DOSTLUĞU Dostluk… Yüzyıllardır hakkında yazılmış çizilmişlerden sonra bir bakıma eskimiş, belki klişeleşmiş bir konu denilebilir. Ancak insanoğlu dostlukla ilgili kafa yormaya, okumaya ve yazmaya devam ediyor hâlâ. Dostlarımız her zaman hayatımızda önemli bir yer kaplıyor. Biraz ilgi, basit bir hoş sohbet bizi birbirimize bağlamaya yetiyor çoğu zaman. Ancak geçenlerde okuduğum bir kitap dostluğun düşündüğüm kadar basit bir mesele olmadığını gösterdi bana. Marie Louise de la Ramée’nin Sevgili Köpeğim adlı romanından bahsediyorum. Belki gerçekten dost olduğunu hissettiğim kişilerin azlığındandır, dostluğa olan inancımı yitirmeye başlamıştım. Böyle bir kitapla tanışmak beni çok mutlu etti. Şimdi sizlere de biraz bu kitaptan ve dostluk anlayışıma olan etkilerinden bahsetmek istiyorum. Kitaptan bahsetmeden önce şunu sorgulamak istiyorum: Dostluk yalnızca insanlarla mı kurulmalıdır? Ben hayatım boyunca böyle bir yanılgıyla kendimi dostlukta insanlarla sınırlamışım, başka bir alternatifi asla düşünmemişim. Hâlbuki bir köpeğin dostluğu, insanınkinden daha değerli olabilir. Bir köpek, insanların çoğundan daha sadık olabilir. Çocukluğumdan beri hayatını hayvanlardan korkarak geçirmiş bir insan olarak kendimi kısıtlıyor olmamdan son zamanlarda rahatsız olmaya başlamıştım. Ramée’nin kitabındaki dostluk örneği de bana bu yanlışımı tekrar hatırlattı. Nello, iki yaşındayken annesini kaybetmiş. Yaşadığı bütün acılara rağmen köpeği Patraş ile tutunmuş hayata. İnsanoğlunun yarattığı bencillikler dünyasında yaşadıkları tüm sorunları çözüyor, yoksullukla baş ediyorlar ve birbirilerinden manevi desteği esirgemiyorlar. Böylesine bir dostluk beni imrendirmekle kalmadı, dostlukla ilgili önemli kararlar almamı sağladı. Öncelikle çocukluğumdan beri dost bildiğim tüm insanlar geçti gözümün önünden. Kimisi çıkarcı, kimisi yalancı fıtrata sahipti. Çoğu dostluğuma ihanet etti, bir bir çıkarttım hayatımdan. Şimdi ise bir elin parmaklarını geçmiyor dostlarım. Bu belki zayıflık hatta acizlik olarak görünüyordur dışarıdan bakınca. Oysa ben şimdi daha güçlüyüm, gerçek dostlarımla. Çocukluğuma dair unutmadığım bir anım var. Bir arkadaşımın en yakın dostu olarak gördüğü bir köpeği vardı bir zamanlar. Onun ölüşüne şahit olmuştum ve arkadaşımın onun yokluğunda yaşadıklarına. Öyle hayret etmiştim ki kendi ilgisizliğimi normalleştirme isteğiyle onu “fazla duygusal” addetmiştim o zamanlar. Şimdilerde anlıyorum neden arkadaşımın insanlardan kaçıp hayvanlara sığındığını. Çünkü köpeği onunla herhangi bir çıkar ilişkisi yürütmüyordu. Sınav zamanı geldiğinde notlarını istemek ya da evine giderken arabayla eve bırakılmak için değil, sevgiyi hissettiği için ona dostluk ediyordu. Arkadaşım ne zaman sevgiyle yaklaşsa köpeğine o da sevgiyle karşılık veriyordu. O zamanlar anlamamıştım ama Patraş ile Nello’nun dostluğu bana bu eski arkadaşımın köpeğiyle olan diyalogunu çağrıştırdı ve neler kaçırdığımı görmüş oldum. Fark ettim ki ben hayatım boyunca böyle bir dostluk yaşamadım. Ne büyük eksiklik! Ne zaman birini gerçekten dost bilsem ya yeni bir dost bulduklarında bırakılan oldum ya da çıkar ilişkisi bittiğinde unutulan. Belki de bu yüzdendir, Patraş’ın dostluğuna ben nail olmak istedim. Tüm bu anlattıklarımdan sonra bir dostluğun samimiyetinin peşine düşmeyip ne yapabilirdim? En yakın zamanda bir köpek edinmeye karar verdim.Saf dostluğu ancak onunla tadabilirim sanıyorum. İnsanın insanı öldürdüğü, para için herkesin gururunu sattığı budünyada gerçek dostluğu ancak böyle tadabileceğimi anladım çünkü. İnanıyorum ki bir gün gelecek, ben de Nello gibi hayatımı paylaşacak bir dosta sahip olacağım ve o zaman onsuz geçirdiğim zamanlar için üzülüyor olacağım. Köpekler herhangi bir dosttan daha çok ilgi ve sevgi istiyor. Ama gerçek dostluğun karşılığında her şeyimi vermeye hazırım ben, en başta sevgimi. Asuman Bilir YARATICI DÜŞÜNMEK Ben bir şey fark ettim. Eğer başarılı olmak istiyorsam yaratıcı düşünmek zorundayım. Yaratıcı düşünmekse yalnızca bilgiyi öğrenip onu olduğu gibi sunmakla olmuyor tabii. Bunun için entelektüel zeka ile duygusal zekayı güçlü tutmak gerekiyor bence. Yani aldığımız bilginin üzerine düşünüp ona yepyeni bir yorum katmak, onu hissetmek, onunla bağ kurmaktan geçiyor yaratıcı düşünmek. (Creativity Counts) Kreatif düşünce şimdilerde inovasyon alanında sürekli kullanılan bir kavram. İnovasyon deyince, aklımıza hemen teknoloji dünyası geliyor kabul, ama ben inovatif, yani yenilikçi fikirler ortaya atabilmenin yalnızca teknoloji ile ilgilenenler değil, benim gibi sosyal bilimler üzerinde çalışanlar için de önemli olduğunu düşünüyorum ve hatta bunu biliyorum. Zira şurada bu Türkçe ödevini yazarken bile benden özgün ve yaratıcı bir yazı yazmam bekleniyor. Yaratıcı düşünmeye çalışmak zorlu bir süreç benim için, zira eğitim sistemimizin yalnızca bilgiyi öğrenmeye ve hatta onu ezberlemeye dayalı olduğu bir gerçek. Aldığımız bilgiye kendimizden bir şeyler katmamız istenmedi bizden hiç. Hangimiz tarih dersini gönülden sevdik ki? Sınavı geçmek isteyen genç, tarihi mutlaka ezberlemeliydi çünkü. Nefret ettik ama ezberledik. Öğrenmek için değil, adeta sınavı geçmek için ezberledik. Bu süreçte ise takdir buyurunuz ki ne duygusal zekaya ne de yaratıcılığa yer yok. Yani demek istediğim, aldığınız bilgiyle bağ kurup onu hissetmeye çalışmıyor, dolayısıyla kendinizden bir parça katmaya çalışmıyorsunuz: Böylece yaratıcı düşünme kabiliyetiniz yok olup gidiyor. Nereden mi biliyorum? Bir bilim insanının yaptığı araştırmaya göre 5 yaşındaki çocukların kreatif düşünebilme yeteneği %98 iken, bu oran yetişkinlerde %2 ye kadar düşüyormuş! Ama yaratıcı düşünme yeteneğini öylece kaybettiğimizi düşünmüyorum ben. Bir dünya düşünün ki sanat yapmak yasak olsun. Düşünün ki en büyük suç kitap okumak olsun. Bu dünyada itfaiyeciler ateşle mücadele etmek yerine, ateşler yaksın ve bu ateşleri kitapları, gizlice kitap okuyan insanları yakmak için kullansın. Evet, kulağa gerçekten karamsar geliyor öyle değil mi? Ray Bradbury ‘in distopyası Fahrenheit 451 tam da böyle bir dünyayı sunuyor bize. İnsanların adeta robot-insan kıvamına geldiği, duyguların neredeyse yok olduğu, bırakın yaratıcı düşünmeyi “düşünmek” fiilini bile unutmuş insanların olduğu bir dünya. Bu insanların bu hale gelmesinin sebebi ellerinden kitaplarının, sanatlarının yani yaratıcı düşünebilmelerinin alınmış olmasıydı. Belki bizlerin yaratıcı düşünebilme yeteneğinin zamanla körelmesinin ardında yatan sebep çok da farklı değildir diye düşündüm filmi izlerken. Halbuki bizim dünyamızda milyonlarca kitap vardı! “Kitap okuma özgürlüğü” nün olmamasını bırakın, böyle bir kavramın varlığı dahi söz konusu olamazdı bizim dünyamızda! Aksine o kadar şeye sahiptik ki, en korkutucu olan kısmı da buydu zaten: Her şeye sahiptik! Ama okuma oranına bakıldığında kişi başına bir tanecik kitap bile düşmüyordu. Tabii kendime dönüp baktığımda, yaratıcı düşünemiyorsam eğer, benim de bir dolu katkım vardır buna. Ben ki her ne kadar kitap okumayı hep sevmiş olsam da, sanatın bir gereklilik olmadığını düşünür; sinema, tiyatro, resim sergisi gibi sosyal etkinlikleri ihtiyaçtan çok, insanların eğlenmesi için bir araç olarak görürdüm. Küçükken gittiğim sinema sayısını saymaya kalksam bir elin parmağını geçmez emin olun. Tiyatro mu? Ona hiç girmeyelim bence. Hani ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğiniz şeylerin yokluğunu da hissetmezsiniz ya, sanat benim için öyle bir şeydi. Halbuki sanat, yaratıcı düşünebilme yeteneğinin ayrılmaz bir parçası idi aslında. Sanatçının ellerinden süzülen bir resim, halihazırda var olan somut nesneyi farklı şekilde yorumlayıp, farklı gözlerle bakmamızı sağlayan bir pencere gibiydi. Yaratıcı düşünebilme kabiliyetini kaybetmemek içinse, kitaplar ve sanat ile iç içe olmaya, hatta bazen sanatçı olmaya ihtiyacımız var bence. Kaynakça Creativity Counts. https://www.unomaha.edu/college-of-arts-and-sciences/master-of-arts-in-critical- and-creative-thinking/_files/images/creativebrain2.jpg. Truffaut, F. (Yöneten). (1966). Fahrenheit 451 [Sinema Filmi]. Fatih İlhan 21401801 TURK 102-06 Başak Berna Cordan Sanat ve Hayat Tuna Kiremitçi’yi yaptığı müzikten az buçuk tanırdım kitabı okumadan önce. Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları’ nı okurken de yazar hakkındaki ön bilgimden olsa gerek eseri müzik parçalarına benzettim hafiften. Sonra fark ettim ki bütün sanat eserleri diğer sanat eserlerinden parçalar sezdiriyor içlerinde, sanatçı bunun için uğraşmamış olsa bile. Kitap bir rock parçası gibi hafiften başlıyordu. Heyecanı az ama duygulu… Arpeji duyuyor gibiydim sanki la minörden re ye geçerken. Klasik bir aşk şarkısı gibi değildi ama verdiği o duygu, biraz rahatsız edici ancak ufaktan mutlu. Ritim bozukluklarını ufaktan hissettiriyordu yani. Bozuk ritim kötü olmak zorunda değildir, bozuk ritim yeniden yerine oturduğunda insan daha önce hiç hissetmemiş gibi huzurlu hisseder çünkü kendini. Yumuşak arpejden sonra sert bir gitar girdi, düşen akorlarla. Tam umutsuzluğa kapılacakken tiz bir gitar solosu bir melek gibi kollarımdan tutup kaldırdı beni. O zaman fark ettim diğer enstrümanların mutlu bir melodiyle eşlik ettiğini soloya ve ritmin yerine oturduğunu bir daha bozulmamak üzere, her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek Notalar parladı karpuzvari kırmızı / ve yeşil, doğa ananın tüm saflığıyla. Kollar ve bacaklar arasından bakmadı / bir göz, görmedi güzelliği en arkada. Picasso mu okşamıştı tabloyu bilmem. / Göz nasıl girmiş o kollar arasına? / Değilse de zalimmiş boyayan ressam. / Bir göz yaratıp da kör etmiş duygulara… Nasıl bir kitap olayları anlatıyorsa, müziği de veriyor aslında arkadan, renkler saklanıyor satırların arasında, kokusunu duymadan pastoral bir şiir okumak anlamsız. Sanatçı belki tasvir ediyor karşısındaki manzarayı, belki bir müzik duyduğunu anlatıyor bize ancak benim bahsettiğim müzik o değil. O müzik ki yazar keyif aldıkça yazmaktan, şiddetlenir kulağımızda. Yazar hüzünlendikçe hüzünlenir, yazar sevindikçe sevinir notalar ve sen okurken unuttukça zamanı, bir parça mürekkep ve bir kısım sayfaya kaptırmazsın kendini. Seni bir büyü gibi kitaba çeken şey, müziktir harflerden fırlayan, kokudur sayfalardan sızan, renktir satırları boyayan ve nihayet dokunuştur, Natalie Portman’ın elidir, saçlarını okşayan. Müzik dinlerken veya film izlerken hissedebilirken benzer duyguları, bir türlü resim sanatını anlayamadım. Bir türlü koklayamadım ressamın kokladığını. Sonra fark ettim ki hayat sanatların en karmaşığı, en zor koklananı… Nice gözler gördüm dünya ile yaralı, / O gün ilk kez gördüm hep gözleri kapalı. / Kollar ve bacaklar nasıl sardıysa aklımı / Bütün dünya soyundu, perde kalmadı arada. Sivrildi ve sarardı yeşil ile kırmızı. / Kavruldu renklerin en işe yaramazı. / Hükmederken renklere hastalıklı bir sarı, / düşündüm kör olsam, daha mı iyi acaba? Nasıl ki bir romanı okurken olaylara takılıp kalmak ve hikâyenin arka planını es geçmek kitabın yarısını okumamaksa, bir ağacın renklerine bakıp da rüzgârın, ağacın yaprakları arasından geçerken çıkardığı sesi duymadan yaşamak da hayatın yarısını yaşamamaktır. Hele bazı insanlar var ki ağaca bakmıyorlar bile, onların gözünde ilerisi var sadece. Gelecekte şunu bunu yapacaklarını planlarken ne ağaçları görüyorlar ne kuşları dinliyorlar ne çiçekleri kokluyorlar. Acılar bunun için önemlidir işte. Zaman bir şeylere ulaşmak için kullanılan bir araç değildir. Zaman bir şanstır hayatı hissetmek için. Bunu en iyi acı çekmiş olanlar anlar ki onlar hayatı hakikaten koklarlar. Sarı dedim sonra gözler için burada, / Bütün renkler gibi ahengi var onun da. / Mavi, kemanın son haykırışında / yayıldı, huzurla dolu, salona. Açmak bana düşmez belki o gözleri / lakin biri onlara gerçeği söylemeli: / Gözler duymalı sesleri, görmeli renkleri. / Zira yaşamdan başka şeyler de var hayatta. * Kaynakça: Kiremitçi, Tuna. Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları. İstanbul: April Yayıncılık, 2015. * Şiirler bana aittir. Said Sattarov Rutinli yalnızlık Bir yıl boyunca sadece çizgi roman okuduktan sonra, “çevrem genişlesin” diye önce Kol manşetinde notlar’ı, sonra Bir cesedin otobiyografisi’ni seçerken kendimi akıllı bir karar almış zannediyordum. Eh, tabii, kitapları önce araştırmadan seçersen olacak şey bu – ikisi de aşağı-yukarı aynı dönemi anlatıyor, ikisi de benim için depresif oldu. Ben önceden “Köpek kalbi Jack London tarzında insan ve hayvanın arkadaşlık hikayesi” diye düşünen insanım ama, er ya da geç olacaktı bu. Soru şu – bir insan yalnız yaşayabilir mi? Ya da, insan yalnız nasıl yaşar? Sanırım Krjijanovski’nin üzerine yazdığı konu bu. Bir insan başka insanlarlarla etkileşime girmeden nasıl bir hayat sürdürebilir? Biyoloji bize diyor ki, dış etkenlere tepki göstermek canlı sayılmak için gereken özelliklerin olmazsa olmazı. Bitkiler bir gün boyunca yaprak ve çiçekleriyle güneşi takip edebiliyor (bu olaya da fotonasti deniliyor). Işığın vurduğu tarafta büyüme hormonları daha az salgılanıyor, o yüzden bitki güneşe eğiliyor – basit açıklamalı, basit bir hareket (hareket bile sayılmaz belki). İnsanın da yaptığı benzer... midir? Fiziksel gereksinimleri şimdilik unutursak, sosyal etkileşimlere girmek de temel bir ihtiyaç mı? Çok sevdiğim bir çizgi roman – Lucifer – bir bölümünde insanların neden başka insanlara gerek duyduğuna dair bir açıklama sunuyor: tanrının Lucifer ve Michael’dan sonra diğer melekleri yaratmasının sebebi iki kardeşin bakabilecekleri bir ayna olmasıdır. Etraflarında başkaları olmazsa, kendilerini kiminle karşılaştıracaklar? Kimin için çalışacaklar? Gerekirse, kiminle birlikte devrim yapacaklar?Said SattarovSaid Sattarov Başka insanlar bizim için de bir ayna mı? Okulda spor yarışmalarını ne kadar sevmesem de, artık üniversitede yarış havasının faydalı olduğunu görebiliyorum. Tek başıma olsam kendimi geliştirme isteği duymazdım – bir amacı olmazdı. Ya da tam tersi – yaşamın amacının kendileri olduğunu düşünürlerse? Narkissos’un hikayesine böyle bakabilir miyiz? Onun kadar güzel bir insanla karşılaşsaydı sonu böyle olur muydu? Yalnızlığın bir başka tarafı, insanların yaşamak için bir sebep bulamamaları. Japonya’da yeni zamanlarda çıkan bir trend – kodokushi – bunun kara bir göstergesi. Yalnız ölen insanlar (bir çoğu erkek, orta yaşlarda) uzun süre boyunca öldükleri bile farkedilmeden kalabiliyor. Önceden düşünüyordum ki, “bu nasıl olabilir? Kendine iyi bakmak bir insanın doğasında yok mu?”. Demek ki sosyal etkileşim olmadan o kadar da istekli olmuyor insan kendine bakmaya. Bunu kendim de yaşadım: annem uzun iş gezilerine giderken ben evde yalnız kalınca, normalde son derece leziz yemekler severken, abur-cubur ile geçinebiliyorum. İlk birkaç gün kendime yemek yapardım, sonra daha az (pizza sipariş ederdim), sonra ise tereyağlı ekmek ve çay. Yalnızken içimden yemek yapmak gelmiyor – yapsam da yalnız mı yiyeceğim? Dizi izlerken yemek bile aynı değil. Oysa ki arkadaşlarım, ya da annem gelince hava hemen aydınlanıyor ve yaşam isteğim geri dönüyor. Büyükannem şu an yalnız yaşıyor. Kendisini yılda bir kez (daha sık, maalesef, gelmek mümkün değil) ziyaret etmeye geldiğimizde artık eskisi kadar titiz bir insan olmadığını farkediyoruz. Bir gün çöpleri çıkarmayı unutur, bir gün ise sadece çay ve kurabiye ile beslenebilir. Bizimle zaman geçirdikten sonra düzeliyor. Oysa onunla aynı yaşında olan eski diş hekimi arkadaşı, hiç günlük rutininden sapmadan yaşamına devam ediyor – hem de yapayalnız. Buna bakarak annemin “düzenli bir günlük programı yap” söylemesi tamamen farklı, daha ilginç bir açıdan görünüyor. Kodokushi olmak için kendini en baştan mı yalnızlığa alıştrımamız lazım? Düzenli, Said Sattarov değişmeyen bir program yaparsam içinde değişkenlere – yani dış etkinlere, başka insanlara – yer kalmaz ki. Şimdi ne düşünmem lazım? Kaynaklar Carey, Mike, Peter Gross, Ryan Kelley, and Dean Ormston. “Naglfar pt. 4: The Deep.” Lucifer, No. 39, Vertigo Comics, 2003, s. 10. Lucifer karakteri Neil Gaiman, Sam Kieth ve Mike Dringenberg tarafından yaratılmıştır. Krjijanovski, Sigizmund. Bir Cesedin Otobiyografisi. Çeviren Göktüğ Börtlü, Aylak Adam, 2015. Tokyo, Justin Nobel /. “Japan's 'Lonely Deaths': A Business Opportunity.” Time, Time Inc., 6 Nisan. 2010, content.time.com/time/world/article/0,8599,1976952,00.html. Rüveyda Akdoğan 21602250 THEMIS’İN BOZUK TERAZİSİ “Adaletsizliği, adaletle yıkmak gerekir.” Mahatma Gandhi Biz küçükken mahallenin bakkalının şimdiki gibi dijital baskülleri değil de küçük bir terazisi olurdu. Bir tarafına tartılacakları yerleştirirken diğer tarafına da küçük demir yükler konulurdu. Hep ilgimi çekerdi onları görmek, ilk defa elime aldığımda şaşırmıştım ne kadar ağır olduklarını hissederken. O keseler yükleri yerleştirince yavaş yavaş eşitlenmeye başlardı. Başında beklerdin aynı hizaya gelmesini görmek için. Yetmeyince yukarıda kalan tarafına biraz daha eklerdin, sonra yine beklerdin yan yana gelsinler diye. Hep görebildiğimiz kadarınca eşit sandık o kefeleri ancak iyice bir düşününce, o yükler ne kadar doğruyu gösterebilir, gramı gramına ne kadar emin olunabilir ? Bakkal terazisine benzer bir teraziyi her yargı binasının girişinde de görebilirsiniz: Adalet Terazisi, bir diğer adıyla “Themis Heykeli”. Heykelin içerisinde gözleri bağlı zarif bir bayan bir eliyle kılıcı tutmuş, diğer eliyle havaya kaldırılmış teraziyi; eşitliği, adaleti temsil etmek için. Peki adalet de böyle bakkallardaki bir kilo elma gibi tartılabilir mi ? Senin adaletin benimkinden daha ağır çıkabilir mi ? Kiminki daha ağır olur bilinmez ama aynı olmayacakları baştan bellidir. Her insan birbirinden farklı bir yapıya bürünmüş, farklı düşüncelerin esiri olmuş. Mantığıyla hareket etmeyi objektif saysa bile insan, mantığının da içindeki hislerinden beslendiği gerçeğini gözden kaçırmış, belki de kaçırmak istemiş. Bu yüzden de birinin ak dediğine öbürü kara “Themis’in Adaleti, Amerika’nın İsyanı,” 28 Kasım 2014 tarihinde erişildi. demiş. www.gezite.org Hukuk, bir kimya değil bir fizik değil; insan elinden çıkmış, fikirleriyle şekillenmiş bir dal. İnsanlar yargıyı oluştururken de ne kadar objektif olmaya çalışsalar da kendi fikirlerini de istemeden yansıtmışlar hep. Doğruya ulaşma çabasının sonucunda ortaya çıkmış hukuk aslında. Ancak belirlenen kurallar kendi başına yeterli olmamış bir de onları uygularken hakkaniyetini de kullanacak hakimler eklenmiş. Bu sefer de herkes kendini nasıl savunacağını bilememiş, eşit savunma hakkı vermek için avukatlar çıkmış. Yüzyıllar süren çabalarla herkesi hukukun önünde eşit yapmaya çalışmışlar ama görünen o ki bazıları daha da eşit çıkmış. Kimi zaman terazinin bir tarafına görünmez bir el bastırmış. Kimi zamansa yeşil kağıt tomarlarının ağırlığıyla hafif taraf daha ağır hale getirilmiş. Güçlü olanın gücü bazı zamanlarda terazinin direncini fersah fersah geçmiş ve onu kendi tarafına yamultmayı becermiş. Yargı kendi kendisini kalibre edemediği için hep bir taraflardan yanlış tartmak zorunda kalmış. Çokça hatası, eksiği bulunmasına rağmen hukuk insanlığın var olduğu süre boyunca onun yanında bulunmuş. Ne kadar yanlışlarından şikayet edilse de hukukun varlığı olmadan da medeni bir dünyanın hayali dahi edilememiş. İnsanlığın elinden çok nadir de olsa güzel bir şey çıkmış ama ne yazık ki bunu kendi tarafına kullanmaktan da geri duramamış. Tabii yiğidi öldürsek de hakkını yememek lazım, bu durumda insanın böyle bir şeyi oluşturma çabası bile takdir edilmeli. Daha yüce amaçlar uğruna kısıtlanmayı kabullenmek kolay değildir hiçbir zaman kimse için. Her şeye rağmen elimizdeki en iyi şans bu, bir ayağı sakat topal ilerleyen bir adalet. Bir şeyi yoktan var etmektense hastayı iyileştirmek daha kolaydır tabiiki. İnsanın elinde hayat bulan hukuk, yine onun ellerinde ilacını bulacaktır. Ancak buradaki asıl soru şu: İnsan, hukukun terazisini tamir edecek mi, yoksa açgözlülüğüne yenilip bozuk kalmasına müsaade mi edecek ? “Adaleti Sizden Öğrenecek Değiliz,” 25 Temmuz 2012 tarihinde erişildi. www.kadınhareketi.com KAYNAKÇA “Adaleti Sizden Öğrenecek Değiliz.” 25 Temmuz 2012 tarihinde erişildi. www.kadınhareketi.com “Themis’in Adaleti, Amerika’nın İsyanı.” 28 Kasım 2014 tarihinde erişildi. www.gezite.org Bengüsu ERSOY 21400210 HAYAT ÜZERİNE Serisini okumayı daha geçen sene bitrdiğim J.K Rowling'in yazdığı "Harry Potter" serisi ne kadar ütopik bir seri olsa da hayata dair bir sürü anekdot içermektedir. Serideki temel ileti hayali de olsa güçlü bir çocuk betimlemesidir. Öyle ki bu çocuk karşısına çıkan bütün zorlukları, yaşadığı bütün olumsuzluklara rağmen her zaman aklı selim bir şekilde atlatmıştır. Serideki bir diğer ileti ise dostluğun her şeyin üstünde olduğudur. Bu seri bence 10 yaş üstü bütün çocuklara okutulmalıdır. Dostluk… Kimine göre gerekli olmayan, kimine göre de hayatın vazgeçilmezleri arasındadır dostluk kavramı. Seride işlenen en baskın konulardan biri olduğu için benim çok dikkatimi çekti ve üzerinde çokca düşünmeme sebep oldu. Dostluğun iyi günde değil aslında en çok kötü günde gerekli olduğunu düşünüyorum. Bir söz vardır iyi dost, iyi günde çağrıldığında, kötü günde ise çağrılmadan gelendir. Bu söz aslında birçok şey barındırmaktadır bizim fark edemediğimiz. Dostumuzun bizimle mutlu olup, zor zamanlarımızda ise biz söylemeden, biz dostumuza gel demeden gelmesinin önemini vurgulamaktadır. Seriyi okudukça dostluğun benim için neler çağrıştırdığını daha detaylı düşündüm. Benim için dostluk araba kullanmaya benziyor. İlk araba kullanmaya başladığımızda aslında hepimizin içinde büyük bir cesaret olması gerekiyor çünkü araba kullanırken aslında bir sürü sorumluluğu ve riski aynı anda alıyoruz. Dostlukta aynı araba kullanmaya benziyor işte. O insanla yakın olmak, sırrınızı paylaşabilmek büyük bir cesaret gerektiriyor. Aynı zamanda da o insanla yakın olmak büyük bir risk çünkü bir insana güvenmek, güvenebilmek içinde bir sürü sorumluluğu barındırır. Dostluk aynı zamanda risk de almaktır çünkü ne olursa olsun, ne kadar yakın olursanız olun hatta isterseniz dostunuzla aileniz kadar yakın olun, o insanın bir gün sizi arkanızdan bıçaklamayacağının hiçbir zaman garantisi yoktur, aynı araba kullanırken kaza yapmayacağınızın garantisi olmadığı gibi. Dostluk sorumluklar barındırır çünkü dostunuz sizden yanında olmanızı ister ve onun için bir şeyler yapmanız gerekmektedir bu durum araba kullanırken de vardır araba kullanırken sadece kendinizi değil de başkalarını da düşünerek hareket etmeniz gerekir. İşte bu seriyi okuduktan sonra bana dostluklarım hakkında bunları düşündürdü daha doğrusu dostluk hakkında. Yazar da okuyucunun zihninde aynen bu şekilde bir dostluk kavramı yaratmak istemiş bence. Güçlü çocuğun, güçlü dostlukları... Güçlü bir çocuk… Annesiz ve babasız büyümek birçok insan için zor bir durum olmuştur hatta kimi zaman çoğu insan bu sebepten dolayı akıl hastanesine yatmıştır. Fakat bu durumun tam tersinin olduğu zamanlar da olmuştur. Büyük başarı hikayelerinin bazılarının altında, annesiz ve babasız yürüyen bir çocuğun önüne çıkan her zorlukla erdemli bir şekilde baş edip, bütün olumsuzlukların üstesinden gelip müthiş bir başarıya ulaştığı yatmaktadır. Seriyi okuduğum süre içerisinde güçlü bir çocuğun bana neler çağrıştırdığını düşündüm. Güçlü bir çocuk, kendi ayakları üzerinde durabilmeli, her zorluğun üstesinden gelebilmeli ve bir başarı hikayesine sahip olmalıdır. Mesela babam. Babam çok küçük yaştan itibaren kendi ayakları üzerinde duran, her zorluğa göğüs geren ve bir başarı hikayesine sahip bir adamdır. Küçük yaşta annesiz babası yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmiş biridir, aynı serideki Harry karakteri gibi. bu yüzden seriyi okudukça daha doğrusu yazar Harry'i anlattıkça benim aklıma hep babam geldi çünkü benim zihnimde güçlü bir çocuk karakterini çağrıştıran tek kişi babamdır. Çocukken güçlü olabilmek, dünyanın, hayatın karşısında dimdik durabilmek çok büyük bir yürek ve akıl ister. Çünkü daha hayatı kavrayamacak yaşta olan biri, daha hayal kurma yaşında olan biri bu tür zorluklarla nasıl baş edeceğini bilemez ve arkasında bir büyüğün, korktuğu, düştüğü, ağladığı zaman onu toparlayabilecek bir ailenin varlığını hissetmek ister. Bu onun yaşamla arasındaki sigortadır aslında. Normal şartlarda elinde böyle bir sigortası olmayan çocuğun afallaması ve ilk yaşadığı zorlukta düştüğü yerden kalkmaması beklenir. Ama babam gibi insanlar düşseler bile hep daha yükseğe çıkmayı amaçlayarak kalkmışlardır düştükleri yerden. Düşmek size sadece bu dünyada acının da var olduğunu hatırlatır ve sizin kendinize gelmenizi sağlar işte güçlü bir çocuk aynen bu mantıkla hareket etmektedir. Tıpkı babam gibi, tıpkı Harry gibi… Seride bunlar dışında bir sürü alınması gerken mesaj ve ileti olsa da bence en öne çıkan ve en çok vurgulanmak istenenler bunlar. Aslında hayattaki birçok değeri, birçok yargıyı çok güzel anlatan ve özetleyen bir seri, her kesimden insanın mutlaka çıkartacağı bir iki ders var bu seride. Dostluk, cesaret, güven... BÜYÜK GÖZLER VE TAKDİR EDİLMEK Emek hırsızlığı. Orijinal çalışmaların veya fikirlerin çalınması, izinsiz bir şekilde kopyalanması, kendine aitmiş gibi gösterilmesi. Özellikle son dönemlerde teknolojinin de ilerlemesiyle bilgiye ulaşmak ve bilgiyi paylaşmak kolaylaştı. Bunun sonucunda da özgün düşüncelerin gerçekten kime ait olduğunu anlamak zorlaştı. Her türlü söz, düşünce ve resim sahibi belirtilmeksizin insanlara sunulmaya başlandı. Elbette bu durum sadece sanal ortamlarla sınırlı kalmıyor. Bir yazının, ünlü bir tablonun, dünyayı değiştirecek bir icadın altındaki imzanın değişmesi gibi durumları da unutmamak gerekir. Mesela son zamanlarda, Edison’un Tesla’nın icatlarını kendininmiş gibi göstermesi gündemdeydi. Yani dünyaca tanınmış bir mucidin adı bile bu tür olaylara karışabiliyor. Kendine ait olmayanı sahiplenmek, insanları kandırmak maalesef ki başarıya ulaşmak için en kolay yol olarak görülüyor. Burada bahsedilen gerçek bir başarı değil elbette. Kısa süreceği kesin olan bir takdir ve şöhret uğruna yapılan girişimlerdir bu sahiplenmeler. Çabalamak, kendi eserinin ulaşabileceği seviyeyi görmek bu insanlar için o kadar da önemli ve tatmin edici olmasa gerek. Zaten insan yeni bir iş ortaya koymadan, en azından denemeye çalışmadan, bu mutluluğu tadamaz ki. Gerçekten eşsiz bir ürün ortaya çıkardığınızda, ilginç bir fikir ortaya attığınızdaysa meraklı bakışlarla, büyük gözlerle karşılaşırsınız. Bu gözler kimi zaman saf bir ruha sahip olan bir çocuğa aittir, kimi zamansa konu hakkında neredeyse her şeyi bilen bir profesörün. İşte bu büyük gözlerin yaptığınız işin üstünde olduğunu anladığınızda ister istemez bir heyecana kapılırsınız. Ne düşündüklerini, çabanızı takdir edip etmeyeceklerini merak edersiniz. Tüm bu uğraşların sonucunda onaylanmanız garanti değildir çünkü. Onaylandığınızda, destek bulduğunuzda ise daha çok çabalamaya başlarsınız. Ve hatta o gözleri daha da şaşırtmak, etkilemek istersiniz. İşin en zor ve en uğraştırıcı kısmı da budur. Biraz da sanat eserlerindeki, tablolardaki emek hırsızlığından bahsedelim. Bir olayı, durumu sayfalar dolusu kelimelerle anlatmaktansa tekil bir görsele anlamlar yükleyebilen insanlardan… Farklı duyguları bazen çizgilerle, bazen renklerle, bazen de tek bir noktayla dahi anlatabilen insanlar var kuşkusuz. Gördüklerini kendi algıladığı ya da kendi görmek istediği şekilde resmedebilenleri de… Onlar bu kadar özgün düşünebiliyorken diğerleri onların eserlerini taklitten öteye gidemiyor. Taklitler de emek hırsızlığının önemli bir parçası olduğu için bu özgün fikirler sanki hayatımızda her zaman var olagelmiş gibi algılanmaya başlanıyor. Peki insanlar neden bu eserleri taklit ediyor? Sadece takdir edilmek için mi? Elbette ki para kazanmak, daha iyi bir yaşam sürmek için. Yaratıcı fikirlerini paraya dönüştürenler de yok değil. Bu da akıllara paranın ve şöhretin mi yoksa sanat icra etmenin mi daha ön planda tutulduğu sorusunu getiriyor. Bu ikilemden sağ çıkanlara baktığımızda severek icra ettiği sanatını paraya çevirebilenlerin çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu insanlar büyük gözleri memnun edebilmiş kişilerdir aynı zamanda. Büyük gözleri resmeden en yetenekli sanatçılardan biri olan Margaret Keane’in belki de tek amacı büyük gözlü çocuk portreleri çizmekti. Ancak paraya ihtiyacı olduğu ve pazarlama işlerinden pek anlamadığı için kocasının imzasıyla resimleri satmaya başladılar. Olayların psikolojik olarak ne kadar yıpratıcı bir hale büründüğünü tahmin edebiliyorsunuzdur. Sevdiği işi yaparken bir yandan para kazanmaya çalışan bu kadın, bir süre sonra bahsettiğimiz ikilemde kalmaya başlıyor. Kendi emeklerinin başkasının adıyla piyasaya sürülmesi ve takdir edilmesi onu rahatsız ediyor. Kendi resmettiği büyük gözler tarafından takdir edilmek artık yeterli gelmiyor ve daha başka gözlerin onayına ihtiyaç duyuyor. Bu da bizlere emek hırsızlığının maddi boyutu olabileceği gibi psikolojik boyutu da olabileceğini gösteriyor. Zeynep UĞURLU Sınırların Ötesinde Doyasıya Yaşam Her birimizin günlük hayatında fazlaca kullandığı ve kişiliklerimizle bağdaşan kelimeler vardır. Annelerimizin öğütleri ya da arkadaşlarımızın şaşırdıkları anlarda ki tepkileri… Bütün bu söylemler tıpkı insanların kokuları gibi o kişiyle özdeşir ve bizlere hep o kişiyi anımsatır. Benim de sıklıkla kullandığım kelimeler var elbette. Belki çoğumuz için ortak ama özellikle sınav dönemlerimde cümlelerimin çoğu tek kelimeyle başlıyor “Keşke!”. Her ne kadar sınavlarıma ya da benim için zorlu geçeceğini düşündüğüm dönemlere hazırlıklı olmaya önem versem de, işler istediğim gibi gitmeyebiliyor ya da kendimden fazlasını bekleyip umduğum tempoyu yakalayamabiliyorum. İşte bu dönemlerdeki yakınışımı “keşke” li cümlelerle ifade ediyorum. Bu kelimeye olan umudum öyle fazla ki çok içten “keşke bir gün önceye geri dönsem” diyorum her zorlu dönemimde. Bazen sorumluluklarımı ertelemenin sonucunda ki vicdan azabıyla bazen de tekrar tekrar yaşamak istediğim, tadına doyamadığım anılarımla. Gelecek için fazla umuda sahip biri olmama rağmen geçmişten de fazlasını istiyorum her seferinde. Belki bu yaptığım memnuniyetsizlik belki doyumsuzluk fakat hayatın ve kendimin mükemmel olmadığının ve olamayacağının da farkındayım. Yalnızca herkes gibi zamanımı en verimli şekilde kullanabilmeyi ve bu sebepten oluşan pişmanlıklarımı ortadan kaldırabilmeyi istiyorum. Zaman… En değerlilerimizden, en ihtiyaç duyduklarımızdan ve en paha biçilemezlerden… Belki çok klişe olabilir ama bende, zamanı durdurmak bazen ileri bazense geri almak isteyenlerdenim. Küçüklüğümden beri her yıl değişen saat uygulamaları tarihlerini iple çekerim. Özellikle kış aylarında 1 saat geri aldığımız o dönemler hayattan bizlere armağan gibi gelirdi bana. Aslında su gibi akıp giden zamana karşı bir armağan… Evet! Zaman su gibi akıp gidiyor. Peki ya neden su gibi donup kalmıyor ya da su gibi yağmur olup tekrar yağmıyor üzerimize? Bizler neden bu kadar soyutlaştırıyoruz zamanı? Neden tüm hayatımızı zaman olarak adlandırdığımız bu soyut kavrama bağlıyoruz? Uyuduğumuz saati bile hesaplama gereği duyuyoruz, yemek yeme kararımızı saatlere göre alıyoruz, 1 saat kitap okumanın yararlılığından bahsediyoruz, 50 dakika ders çalışmanın bizler için en uygunu olduğunu iddia ediyoruz. Kanımca işte tüm bunlar yüzünden zamanın farkında olmuyoruz. Hayatımız zamansızlıktan gelip zamansızlığa giderken biz hayatımızın en önemli yerine zamanı koyup koşuşturuyoruz adeta onunla yarışmak için. Bu yüzden de zaman donmuyor su gibi, buharlaşıp yağmıyor tekrar tekrar üzerimize. Aslında bizler hayatımızın göstergesinin zaman olmasına rağmen nasıl akıp gittiğinin farkında olmuyoruz çoğunlukla. Çünkü bizler yalnızca zamanı hayatımıza sınır olarak koyuyoruz. Tüm bu koşuşturmamız da sınırlar içinde kalabilmek için. Keşkelerimiz ise sınırlara uygun davranamadığımız anlarımız. Benim temennim ise tüm bu koşuşturmayı, saatlerle sınırladığımız tüm anlarımızı bir kenara bırakıp doya doya yaşayabilmek hayatı. Kendimizi dinlenmiş hissettiğimizde uyansak mesela, her gün kendimizi belirli saatlere kadar ders çalışmaya zorlamak yerine verim alabildiğimiz, istediğimiz kadar çalışsak. Zamanı hayatımızdaki sınırlar olarak algılamak yerine akıp gittiğin farkına varıp istediğimiz gibi istediğimiz kadar yaşasak. İşte o zaman yok olur keşkeler, o zaman saati geri aldığımızda aradaki 1 saati sınırlarımızda kalmak için kullanmak yerine doyasıya yaşarız. Peki zamanın hayatımızda sınır olduğu algısını nasıl değiştireceğiz? Haldun Taner Küçük Harfli Mutluluklar adlı öykü kitabında cevaplıyor bu soruyu. “Zamanın, dolayısıyla yaşamanın şuuruna varabilmenin en iyi yolu, saatler ortasında yaşamaktır. Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pencerelerini, sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın. Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktağında, zamanın geçişini düşünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, zamanı yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye yanınızdan kayıp gittiğini…(55)” Zamanın akıp gidiyor olması bizleri kısıtlamadığında belirli sınırlara koymadığında güzel. Bence en önemlisi de somutlaştıramadığımız zamanı keşkelerle geçirmek yerine içimizden geldiği gibi doldurmak. Umarım hepimizin hayatı boyunca doyasıya yaşadığı zamanları olur. İrem ÇELİK Kaynakça: Haldun Taner, Küçük Harfli Mutluluklar, Yapı Kredi Yayınları,2016 Oğuzhan Göktuğ Poyrazoğlu SEVGİ Geleceğimiz için hayaller kurma serüveni küçüklüğümüzde başlıyor. Mükemmel bir eş, sevdiğimiz bir iş veya güzel bir ev istiyoruz hayallerimizde her zaman. Bunlara sahip olduğumuzda mutlu olabileceğimizi düşünüyoruz. Ve büyüdükçe bunları elde etmek için bir koşuşturma içerisine giriyoruz ve bu koşuşturmada yavaştan kaybolmaya başlıyoruz. Bu koşuşturmayla birlikte hayatlarımızı bir rutin içine sokuyoruz ve küçükken kurduğumuz hayallerde sahip olmak istediklerimize yavaş yavaş sahip oluyoruz. Ama onlara sahip olduğumuzda mutlu olup olmadığımızı bile anlayamıyoruz. Çünkü hayatlarımızı monotonlaştırıyoruz. Ve içimizde oluşan sıkıntıları ve arzuları, bu monotonlaşma yüzünden göremiyoruz. İşte bu durum, Paulo Coelho'nun Aldatmak kitabında, başkahraman Linda'nın hikâyesiyle anlatılmaya çalışıyor. Otuz bir yaşında olan, Cenevre'de yaşayan ve günümüz şartlarında çoğumuz için imrenilecek bir hayata sahip olan Linda, mükemmel bir eşe, güzel iki çocuğa ve sevdiği bir işe sahip. Ama yaşadığı hayattaki rutinleri, onun hayatının ne kadar monotonlaştığını, bazı arzularını yerine getirememesinin ve bazı duygularının karşılıklarını bulamamasının sonuncu oluşan tatminsizliğini hissedememesini sağlıyor. "Belli bir yaştan sonra kendimizi güvende ve yaptıklarımızın doğruluğundan emin gösteren bir maske takıyoruz. Zamanla bu maske yüzümüze yapışıyor ve bir daha çıkmıyor" ( Coelho 51). İşte sahip olunan rutinin, üzerimizdeki yanıltıcı etkisini bu cümleler ile anlatıyor Coelho. Linda'nın içinde bulunduğu bu durum aslında gerçek dünyada, bizlerinde içinde bulundu durumlardan pek farklı değil. Ve bu durumu fark etmek için aslında sadece günlük rutinimiz içinde bir tane sıradışı olay yaşamamız bile yeterli olacaktır. Ve kazanacağımız bu farkındalık, bizim hayatımızı tekrar sorgulamamıza ve onunla ilgili soru sormamıza neden oluyor. Ama buradaki asıl sıkıntı, gerçekten soru sormamız gereken kişiyi sona bırakmamızda. O kişi de biziz. Belki bunu, içimizden bir kaçış olarak görüyoruz. Çünkü hatayı ya da sorunu kendimizde bulmak istemiyoruz. Önce çevremizdekilerle başlıyoruz sorgulamaya. Ve soruyoruz; "Onlara yaşadıkları hayatı sevdiren ne?" ya da " Onları hayatlarında mutlu eden şeyler ne?". Sonrasında sıra bize geliyor ve kendimize soruyoruz: "Beni bu hayata bağlayan şey ne?". Bu sorulardan sonra hayatımızda yeni bir serüven başlıyor. Onca sene içimizde olan, nerdeyse doğruluğundan emin olduğumuz benliğimizin tekrar keşfine çıkıyoruz. Ve bu keşif sırasında yanlışlar yapıyor, o yanlışlardan yeni şeyler öğreniyoruz. Ve böylece yavaş yavaş değişmeye başlıyoruz. Bu yaşadığımız değişim süreci, bizi aradığımız cevapları bulma konusunda daha da ateşliyor. Linda'nın bulduğu cevapta bizim bulacağımız cevapta aslında sade ve basit ama bir o kadar da bulunması zor. Çünkü sade ve basit olan cevabın, doğru cevap olamayacağı yanılgısına düştüğümüz için, çoğu zaman bu cevapları es geçiyoruz. Ve o sade ve belli olan cevabımız sevgi. Kötü günlerimizde göstereceğimiz sevgi bizi hayata bağlayacak olan şeydir. Hayallerimizin uğruna peşine düştüğümüz iş, ev ve ya sevgili; belirli olgunluğa geldiğimizde bizlere, hayata bağlanma konusunda yardım etmek yerine, bizlere birer yük oluyorlar. Bu yükleri hafifletmenin veya ortadan kaldırmanın yolu ise sevgiden geçiyor. O yaşadığımız serüvendeki değişiklikler aslında bizim sevgiyi eskisinden farklı yerlerde bulmamızdan kaynaklanıyor. Zamanla yaşanılanlar sonucunda elde edilen tecrübe ve kazanılan bilgelik bizi farklı birine dönüştüremez. Hatta zamanın kendisi bile bizi farklı birine dönüştüremez. Bizi, olduğumuzdan farklı birine dönüştürecek tek şey sevgidir. Sevgi sayesinde yaşadığımız benlik serüvenini bir sonuca ulaştırabiliriz. Hayatımızdaki rutinleri sevgi sayesinde değişikliğe uğratabiliriz. Sonuç olarak, hayatın bu karmaşası içinde gerçek benliğimizi buldurabilecek olan yegâne şeydir, sevgi! KAYNAKÇA: Coelho, Paulo. Aldatmak. Can Yayınları. 2014 Ahmet Ali NUHOĞLU STERİL HAYATLARIMIZ Ne zaman, Dimitri Nasrallah’ın yazdığı Niko benzeri bir kitap okusam ya da bir savaş filmi izlesem bir kez daha kani oluyorum çok steril hayatlar yaşadığımıza. İkinci Dünya Savaşı’na dair bir film izliyorsunuz diyelim ki ve filmin sonunda şuna benzer bir yazı beliriyor: İkinci Dünya Savaşı’nda altmış beş milyon insan hayatını kaybetmiştir. Sonra kendimi o altmış beş milyon kişide bir kişi olarak görüyorum, büyük bir ürperti ile, tekrardan çok steril bir hayatım olduğuna hükmediyorum. Niko bir çocuk ve bu dediğim steril olmayan yaşamın tam ortasında hamile annesinin de ölümüyle birlikte babası ile yola koyulmak zorunda kalan bir insan. Dimitri Nasrallah insanlara merhametsizce anımsatıyor gerçekleri: dünyada sadece kahve alıp derse gitmiyor ya da piknik yapmıyor insanlar diye. Savaş üzerine, savaşta ölen çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar üzerine bir şey yazmak gereksiz. Bunları zaten hepimiz biliyoruz. Bence bu öyküler bize başka bir şey söylüyor. Ölüm her yerde kol geziyor ve dünya her zaman korkunç olaylara gebe, bunun bilgisiyle yaşayın, hem felakete hazır olun hem de size sunulan rahat hayatın değerini bilin. Bu düşünceden yola çıkarak bir anımı anlatmak istiyorum. O rahat hayatın biraz dışına çıktığımda bile yaşadığım rahatsızlığı. Yazlıkta her zamanki gibi yaz tatilimizi yapıyorduk ailecek. Bekar bir akrabamızın geleceğini söylemişti babam: Soner abi. Soner abiyle tanışmamıştım, böyle bir akrabamız olduğundan bile yeni haberim olmuştu. Yirmi beş yaşındaki bu adamla tanışmaktan büyük mutluluk duymuştum, çünkü, bana araba sürmeyi öğreteceğini söylemişti. Babam yazlığın bahçesini temizlemek, araba eğitimi vermek gibi işlere şef olarak atamıştı Soner abiyi. Adamla biraz kaynaştıktan sonra o an için ıstıraplı gelen, şu an ise gülümsediğim ve iyi ki yaşadım dediğim günler başladı. Soner abi çok hoyrattı ve bana da kaba bir şekilde davranıyordu. Araba sürmeyi yavaş yavaş kavrıyordum ama azar yiyerek, koluma ve sırtıma inen okkalı yumruklardan nasibimi alarak. Geri geri gitmeye çalışırken elimi yan koltuğun arkasına koymadım diye, sanki bir canlıyı öldürmüşüm gibi azar işitiyordum. Tüm kalayların sonunda da aynı şeyi söylüyordu: askerde dayak yememen için önden ben dövüyorum seni, şimdi bana çok kızıyorsun ama ileride teşekkür edeceksin. Araba talimlerinin yanında bahçe temizliği sırasında da pestilimi çıkartıyordu. Mıntıka temizliğine başlıyoruz şeklinde bir komut veriyor ve hiçbir hatayı bağışlamayacağına ant içmiş gibi peşimde dolanıyordu. Soner abi yoruldum, biraz dinleneyim gibi bir şey dediğimde sadece gülümsüyor ve yüzüme bakıyordu, bu tavrının ne anlama geldiğini kavradığım için, biraz daha itiraz edersem kalayı yiyeceğimi anlıyor ve hemen işe geri dönüyordum. Onunla geçirdiğim bu tatilde, sanki acemi birliğine katılmış bir asker gibiydim. Yüzmeyi bile ölüm kalım savaşına çevirmeyi başarıyor, yarış yapıyoruz kisvesi altında pestilimi çıkartıyordu. Böyle geçen üç haftanın sonunda Soner abiye dair hiçbir kızgınlık kalmamıştı içimde. Onun iyi niyetini anlamıştım, artık azar işitmiyordum çünkü çakı gibiydim, her şeyi usulüne uygun ve güzel yapıyordum. Bugün bile birazcık adam olduysam bunda onun parmağı olduğunu ifade ederim, bilirim. Soner abi, bana hayatın böyle bir tarafı da var demişti. Yaşatarak çıkartmıştı beni o steril dünyadan. Ağzım bir karış açık gezmemem için yapmıştı bunu ve başarmıştı. Dimitri Nasrallah da Niko aracılığı ile bunu yapıyor aslında. Dünya hiç de sandığınız gibi bir yer değil çocuklar diyor, cicilerinizi giyip salındığınız ortamlardan daha başka ortamlar da var, bunu hiçbir zaman unutmayın. Kaynakça: Nasrallah, Dimitri. Niko. İstanbul: Everest Yayınları, 2016. Avrupa’daki Son Adam “Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar ve başkaldırmazlar ise de hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.” Bin Dokuz Yüz Seksen Dört… Dünya üzerinde yazılmış en başarılı politik-bilim kurgu eseri olarak nitelendirilen, nesillere ışık tutacak, dünyalar aydınlatacak bir George Orwell romanı… Dünyayı evlerimize getirdiği vaadi ile hayatımızın tam olarak merkezine oturmuş olan televizyon ve gazetelerin bize görünen dünyalarının tamamen ve koskocaman bir yalandan ibaret oluşuna dair yazılmış olması ile insanı derin ve bir o kadar yoğun bir meraka sevk eden bu roman bizlere, ünlü İngiliz yazar George Orwell tarafından 1949 yılında armağan edilmiştir. Olaylara bakış açısı ve genel havası itibarı ile biraz “kasvetli” olarak tanımlayabileceğimiz “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, yaşanan olaylara ve tahminler silsilesi sonucunda yaşanabileceğine kanaat getirilen olaylara “gri” bir bakış sergiler. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün en belirgin ve en “işte budur”luk özelliği ise yazıldığı zamanda değil, yazıldığı zamanın yıllarca sonrasında anlamını toparlayabilmesidir. Esas olarak Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, izdüşümünde olduğumuz 2010’lu yıllarda kendini bulmuş, yazarının öngörüsüne hayran bırakmıştır. Romanın en büyük silahlarından biri de şaşkınlığa hükmedişteki o sonsuz ve sınırsız güçtür. Sadece Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te değil, Orwell’in tüm karakterlerinde hissedilebilen bir özelliktir bu. Onun kahramanları, aşktan ve sevgiden bahsederken bir anda eli kanlı bir katile, korkak ve pasif biriyken kimsenin cesaret edemediğine gözü kapalı atılan biri haline dönüşebilir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, anlattığı tüm olaylar ve içerdiği tüm karakterler itibarıyla geleceğin romanı olmasının yanında o dönem olay ve liderlerini de başka isimler altında okuyucuya sunmaktadır. Romanda yıllarca süren savaşların sonucu olarak dünya üç büyük devletin egemenliğine kalır: Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya. Kitap ilerledikçe okuyucu da öğrenir ki, aslında bu üç devletin de birbirinden pek bir farkı yoktur. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört “Okyanusya” tarafını anlattığı için, diğer iki devletin durumunun çok zor olduğunu ve onların tamamen güçten düşüp Okyanusya’nın kısacık bir zaman diliminde dünyanın tamamına hakim olacağı düşüncesi sık sık empoze edilir. Romanda, bilinçli olarak kimi figürler dünyanın o zamanki büyük olay ve şahısları ile özdeşleştirilir. Romanın en önemli unsuru olan “Big Brother” Stalin ve Hitler ile, Emmanuel Goldstein ve kitabı Leon Troçki ve kitabı The Revolution Betrayed ile, Düşünce Polisi ise Gestapo ve Nkyd ile özdeşleştirilmiştir mesela…. Bunlar tabii ki edebiyat ve tarih düşünürlerinin iddiası olmaktan öteye geçememiş argümanlardır. Asrın dehalarından George Orwell’in bu iddia ve tezlere yönelik bir açıklaması bulunmamakla birlikte romanın ilintilenmiş kavramları ile düşünüldüğünde büyük bir paralellik göze çarpmaktadır. Romanda geçen, “partinin varlığını sürdürmesi düşünce polisinden bile çok, sorgusuz sualsiz inanan, körü körüne bağlanan böylelerine bağlıydı.” Cümlesi aslında net ve değişmez bir siyasal özet niteliğindedir diyebiliriz. Şimdinin tüm siyasal hareketlenmelerine ülke ayırt etmeksizin bakıldığında, seçmen kitlesinin sahip olduğu özelliklerin yönetim şekillerine etkisi net biçimde göze çarpmaktadır. Bunu Orwell’in dile getirdiği şekilde anlama dökmek ise çok az insan için kolay olabilecek bir hadisedir. Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünden bahsederken atlanmaması gereken bir diğer önemli husus da kitaptaki partinin sloganlarıdır. “Savaş barıştır.”, “Kölelik özgürlüktür.”, “Bilgisizlik kuvvettir.” Diyen bu sloganların tamamı politik bir ayna hükmündedir. Orwell’in ince ince işlediği, mümkünatı olan tüm siyasal manevraları ustalık ile yerleştirdiği bu romanı ütopik bir dünya ile gerçek dünya arasındaki bağlantısal uyum ile de alaka toplamayı başarmıştır. Orwell, yarattığı dünyanın önemli parçalarından olan partiye biçtiği rol ile, onun sloganları ve inandığı değerler ile bir mesaj vermek istemektedir. Bu mesaj oldukça sarih ve dokunaklıdır. Siyasal düzen, politik düşünce ve yaklaşımlar mutlak bir yalanın esiridir. Yalanların olduğu bir dünyanın meşru düzen içerisinde bu denli dürüstlük ile anılır olması da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün değindiği, çözmeye çalıştığı bir çıkmazdır. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazının genelinde de vurguladığım üzere sadece bir roman değil, hem geçmişe dair bir günlük hüviyetinde, hem de geleceğe dair bir kılavuz hükmünde seyreden olağanüstü bir eserdir. Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü babalarımız, biz, çocuklarımız ve onların çocukları için bir rehber, bir yol gösterici olma rolüne yüzyıllarca devam edebilecek bir efsanedir. Banu Balıbey POPÜLER KÜLTÜRSÜZLÜK Modernleşmeyle birlikte hayatımıza giren terimlerden biridir popüler kültür. Hızlanan yaşamlarımıza uygun hızda tüketebileceğimiz, akşam yorgun argın işten döndüğümüzde ayaklarımızı uzatıp Coca-Colamızı yudumlarken son model LCD televizyonlarımızda yayınlanan “bizi güldürsün düşündürmese de olur” programlarımızı sunan devasa(!) bir kaynak. Bir örnek yaşamlarımızla dalga geçercesine birbirinin kopyası dizüstü edebiyatlarıyla, reality şovlarla, pop müzikle ruhumuzun gıdasına dahi katkı maddesi karıştırmaktan geri durmayan o ‘şey’. Modernizmin kazdığı, televizyonun toprak attığı mezarlarımızda dönüp dururken herhangi sistemin bir parçası olmuş her birey gibi sistemin en büyük dişlisi olmaya açlık duyuyoruz. Bütün ünlülerin adını ezberledikten, yaşamlarını magazin programlarıyla sıkı takibe aldıktan sonra bu kez onlardan biri olmak istiyoruz. İzleyen herkese katılma ve birkaç dakika da olsa şöhreti yakalama şansı tanıyan yetenek programlarıysa bu açlığımıza bir umut kırıntısı sunuyor, sonrasındaysa çiğ etin tadını almış bir evcil hayvanın kana susamışlığıyla arzuluyoruz o ışıltılı dünyayı. Emrah Serbes’se işte tam da böyle bir tipi alıyor Deliduman’ın merkezine. Parçalanmış bir ailenin sevgisiz kalmış küçük çocuğu, fazla kiloları nedeniyle popüler güzellik algısına uygun olmadığından sevilmeye dair umudu kalmamış 9 yaşındaki Çiğdem İyice’ye milyonların sevgilisi olma yolunu açacak yeteneği abisi Çağlar tarafından keşfediliyor. Sonrası aylarca yapılan çalışmalar sonucu ucuz bir Michael Jackson taklidi ortaya çıkar, ama yıllarca aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp izlemiş olan seyirciyi üzmeseydi gerek bunlar. Biraz da abisinin bir tanesini, Çiğdem’i izlesinler değil mi? Büyük umutlarla başvurulan yarışmada ön elemeyi dahi geçemeyince hayalleri yıkılan, yıkıldıkça daha fazla tutunan ve en sonunda dünyaya kendisini tanıtabilmek için canını dahi tehlikeye atma raddesine ulaşan arzusuyla ve paramparça ümitleriyle kalakalan Çiğdem’i. KİPA’dan alınma kemeriyle, GittiGidiyor’dan istenmiş beyaz kravatıyla, özel dikim kostümüyle Çiğdem’i ve iPhone’uyla çekime hazır bekleyen abisini. Sadece hayallerimizi ve düşünselliğimizi birebir benzetmeye çalışmakla kalmayıp moda kavramıyla ifade edilebilecek her alana sıçrıyor popüler kültür zımbırtısı. Giyimimiz kuşamımız, içtiğimiz su, kullandığımız telefon ile statümüzü, hayattaki yerimizi, insanların gözündeki değerimizi belirlemeye çalışıyoruz. Şekilcilik akıyor yüzlerimizden, biz de en beğendiğimiz kalıbın şeklini alıyoruz. Estetik ameliyatlar, her seferinde daha fazla ve daha fazla harcanan alışverişlerle görüntümüzü; kurgusal değeri sıfır noktasının altında kalan dönem dizilerinde sunulan “güçlü karakter”in kişilik özellikleriyle benliğimizi; edebiyat demeye bin şahit isteyen dizüstü edebiyatları ve aldığı favori sayısına göre seçtiğimiz üç beş tweetle hayat görüşümüzü oluşturuyor ve ben buyum diyoruz. Ben buyum, hepinizin sevdiklerinin bir bütünü. Popüler kültürün son model bir ürünü. Model no: 84562 Tüm seçkin plazalarda. Bayilerinizden ısrarla isteyiniz. Yine de bir ruh var oralarda. Tüm bu yapaylığın, samimiyetsizliğin, “popüler”liğin ortasında bir ruh. Tüm o baskılara karşın “benzemez kimse bana” diyebilen ruh. İnsanı hayvandan ayıran, dünyasını nerede ve hangi çağda olursa olsun anlamlandırmasının önünü açan ve gerçek benliğine giden yolda elini sımsıkı tutan ruh. Yıldızlı bir gecede kaldırıp kafanı gökyüzüne baktığında “ah” çektirendir, güzel bir kitabın son cümlesini okuduktan sonra içini ayrılığın burukluğuyla doldururken kulaklarında çınlanan özgürlüğün kanat sesleridir, en sevdiğin yemektir, bayramda kapı kapı dolaşıp şeker toplamaktır, taş kağıt makastır, en yakın arkadaşındır, gecelerindir, sabahındır o. Hayallerindir. Hayallerinden sahne ışıkları efektini çıkarınca kalandır. Farklılıklarındır. Farklı olmak için çabaladıkların değil, bir yemeği yaparken tarifte beğenmeyip attığın bir çay kaşığının ucu kadar fazladan tuzdur mesela. Sensindir. Her şeyinle, en sade halinle. Bütün samimiyetinle. Tam da böyle bir yerde bitti kitap. Sahne ışıkları, şöhret tutkusu, moonwalklar silindi ve geriye bütün fazla kilolarıyla dupduru bir Çiğdem İyice kaldı. Bir de ondaki ruhu görüp seven abisinin en yakın arkadaşı Mikrop Cengiz. Birçok masalın sonunda gökten üç elma düşer ya, bunda öyle olmadı. Tek ısırık alınmış elmadan logolar düştü, battı yerin dibine. Eh, onlar kavuştu ruhlarına biz çıkalım kerevetine. Resimler; http://blogimg.radikal.com.tr/Blogs/2013/01/21/human_machine_by_miiiiirellaaaaaaaaaa- d4jps9l-7CF1-73D1-9968.png http://www.islamdusuncesi.net/d/news/332.jpg Ahmet Furkan Ahi İnsan Yalnız Olmamalı "Korkunun kayıtsızlığa, acının yoğun bir sıvıya ve anıların birbirine dönüştüğü bir sınırdaydık."(37) "Yalnızlık" olgusunu kitabı okumadan önce de birçok kez düşünmüş olmama rağmen, Sevgili Yalnızlık'ı okuduktan sonra aklımda gündelik ilişkilerimin durumu ve insanlarla kurduğum ilişkinin niteliği hakkında birkaç soru belirdi. Sayfaları ardı ardına çevirdikçe o hikâyelerde kendimi buldum, onlar hakkında derin düşüncelere daldım. Bazıları neredeyse benden bahsediyor; bazıları ise günümüz toplumunun kanayan yaralarına tuz basıp onları acımasızca eleştiriyordu. Öncelikle kitabı okurken aklıma takılan ilk soru şuydu: "Yalnızlığın sebebi olan, ya da ona bahane edilen, onca engel günümüzün çeşitli imkânları ve gelişmiş teknolojileri sayesinde aşılmışken neden insanlar halen yalnızlık nedeniyle acı çekiyor, niye hala en çok şikâyet ettikleri konulardan biri yalnızlık oluyor? Zihnimin karşıma direkt olarak çıkardığı ilk cevap, gelişen teknoloji nedeniyle artan asosyallik ve bu nedenle insanların birbirleri arasında yaşadığı iletişim sorunları oldu. Yapraklar arasında ilerledikçe verdiğim bu cevabın oldukça yetersiz ve bir o kadar da klişe olduğunu gördüm. Peki, neydi yalnızlık? Yalnızlık, belli bir yerde, belli bir zaman aralığında yalın kalma durumu değildi sadece. Yalnızlık, yüzbinler arasında aradığımı, istediğimi, hasret çektiğimi bulamamamdı. O, okyanusun tam ortasında sandalıyla duran denizcinin güneş alnına tam dik düştüğü anda çektiği susuzluktu. Aslında aradığı belliydi, kafasını ne tarafa çevirse ondan vardı ama asıl istediğini, ona yaşama enerjisini en azından yaşama umudunu verecek şeyi bir türlü bulamıyordu. İşte yalnızlık da aynı denizci gibi kitleler denizinde aradığını bulamamak, yitip gitmek, boğulmaktı. Kitabı okurken fark ettiğim bir diğer husus ise insanların günlük yaşamda yalnızlık ile bir başına olmayı sık sık birbirine karıştırmaları. Her tek başına olan insan yalnızlık çekiyor diyebilir miyiz? Bence bu sorunun cevabı hayır. Dünyada binlerce tek başına yaşayan hatta çevresindeki herkesi yitirmiş insan var. Bu insanlar şu an bir başına gibi, etraflarında kimsecikler kalmamış fakat bu insanları yalnız olarak nitelemek bence yanlış olur. Hatta birçokları bir başına olmayı zevk haline getirmiş, yalnızlığın verdiği o kasvetli sıkıntıdan onlarda eser yok. Belki de onlar ölümün, zaman ve mekân olgularının yenemediği kopmaz bağlara, sadece kalpten kalbe bağlı boyutlar-üstü aşklara sahipler. Tıpkı bu insanlar gibi benim de yanımdan ayrılmayan, yalnızlık çekmemi önleyen benlikler var. Bunların yanında benliğim yalnız kalmamamı sağlayan en önemli arkadaşım. Etrafımda kim olursa olsun, binlerce kişi arasında yalnızlık çektiğim zaman bana arkadaşlık edebilecek bir arkadaş o. Her şeyimiz ortak bizim. Yalnızları yalnız yapan şey aslında tam olarak bu arkadaşlarının eksik olması... Bir insan yalnız mı doğar, nasıl yalnız hale gelir veya nasıl yalnızlaşır? Kendime bu soruları sorarken kitapta okuduğum bir kısım sorumu cevaplar gibi oldu ve hoşuma gitti: "İnsan doğduğu andan itibaren başlayınca kaybetmeye, ileriye dönük pek de bir umudu olmuyor. Doğdum doğalı hayatımın her sahnesinde bir acı, bir hüzün, bir eksiklik. Artık tek umudum güzel ölmek." (2) Bence insan başlangıçta yalnız değildir. Her şartta bir anne ve bir baba sayesinde dünyaya gelecektir. Ne olacaksa hayata başladıktan sonra olur. Yazarın dediği gibi daha en başından bir şeyleri kaybedebilir, umutları daha en başlarda onu yalnızlığa terk edebilir. İnsanın içinde bulunduğu şartlar, yaptığı seçimler, aldığı onca karar ve edindiği dostlar daha hayatın en başından itibaren onun sona olan yolculuğunu şekillendirir. Tüm bunlar neticesinde insan yalnız hale gelmek zorunda kalıyor veya yalnızlığı seçiyorsa bana göre yaşadığımız hayat orada sona eriyor ve sadece biyolojik olarak canlı oluyoruz, yaşamıyoruz. Nifüler Altunkaya'nın Sevgili Yalnızlık adlı öyküsünü okuduktan sonra aklımdaki yalnızlık algısı daha güzel bir biçimde şekillendi. Gerçek yalnızlığın ne demek olduğunu ve nasıl yalnız hale geldiğimizi daha iyi anladığımı düşünüyorum onun sayesinde. Ruhumuzu yalnızlığın pençelerine teslim etmemek dileğiyle... Kaynakça Altunkaya, Nilüfer, Sevgili Yalnızlık, Alakarga Yayınları, 2015, Kitap Büşra Karabak Ölme Arzusu Her insanın hayatta kalmak için kendisine göre nedenleri vardır. Bir anne için çocukları, onsekizinde bir genç için gerçekleştirmek istediği hayalleri gibi. Biliyorum ki bağlandığımız bütün bu şeyler bizi ayakta tutan şeylerdir. Peki ya bu acımasız dünyada yaşamaya değer bir şeyleri kalmayıp bir de üstüne acı çekerek yaşamaya devam etmek zorunda kalanlar? Hayatımın bu noktasında, ötenazi uygulamasını düşünmekten kendimi alamıyorum. Nasıl bir uygulamaydı? Yaşamak yerine ölmeyi tercih etmek miydi? İçinizden “Neden bir insan kendini öldürmek ister?” diye geçirdiğinizi duyar gibiyim. İtiraf etmeliyim ki önceleri ben de aynı soruyu içimden geçirmedim değil ama tahmin edebilirim ki ötenazi, içinden öyle kolayca çıkılıcak bir şey değildi. Hem sözlük anlamından hem de hakkında düşündüklerimizden çok daha fazlasıydı. Aşagı yukarı her insanın ötenazi ile ilgili görüşleri vardır. Ötenazi hakkında ne düşünüyorsunuz diye ne zaman sorulsa, genellikle aynı cevaplar verilir. Kimine göre bu çok yanlıştır ki; bunu bazı etik ve dini değerlere dayanarak savunurlar; kimine göre ise; saygı duyulması gereken bir karar olarak düşünülür ki bu tür insanlar da genelde kendilerini ya da sevdiklerini bu kararı veren insanların yerine koyarak bu fikri beyan ederler. Açıkca söylemeliyim ki benim derdim ikisi de değil. Anlamaya çalışmak istediğim ve beni gitgide içine çeken şey, ölüm kararının verilme nedenleri. İnsan nasıl oluyordu da yaşamaktan vazgeçme cesaretini gösteriyordu? Ölüm hepimiz için bir bitiş değil miydi? Şimdi ise bu insanlar ölümü kendi istekleri ile kabul ediyorlardı. Bu kavramla birlikte yaşam ile ilgili söylenilen bazı sözlerin bir klişeden ibaret olduğunu daha da iyi anladım. En klişesi de “ Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer!” sözü. Şimdi daha iyi anlıyorum ki bu sözü ağızlarından hiç düşürmeyen insanlar, geri dönüşü olmayan bir hastalığa yakalanmış ve gittikçe daha da derine batan, hayatta yapmaktan zevk aldıkları şeyleri artık yapamadıkları, hayata tutunacak tek bir hayalleri bile kalmayan insanlardan bir haber söylemişler. Peki hangi nedenler onları bu bitişe sürüklüyordu? Sadece kendimi onların yerine koyup, nedenleri tahmin etmekten başka şeçeneğim olmadığını düşünüyorum. Bana kalırsa; gerçek kendin olamama ve bundan dolayı ortaya çıkan yalnızlaşma ve yabancılaşma önemli sebeplerden birkaçı. Aslına bakılırsa bizler hayatımız boyunca kendi benliğimizi bulmaya çalışırız yani, bizi biz yapan, diğerlerinden farklı kılan şeyleri. Kendimizce, hepimiz bir rol üstleniriz hayatta. Biri komik olmayı, bir diğeri özgür olmayı, bir diğeri ise farklı olma rolünü üstlenir. Fakat onca arayışa, uğraşa rağmen; hayat bir gün gelir ve size vermiş olduğu rolü hiç ummadığınız anda geri alır. Hem de öyle alır ki; bir daha hayal etme isteği bile bırakmaz insanda. Düşünelim ki; çok iyi espri yapma yeteneğine sahipsiniz ve çevrenizdekiler; aileniz, en yakın arkadaşlarınız, hoşlandığınız kızlar ya da erkekler sizi bu özelliğinizle severler ve hatırlarlar fakat dönüşü olmayan bir hastalığa yakalandığınızda ne o espri yapma özelliğinizden eser kalır ne de sizi tanıyan insanların gözündeki o şakacı kimliğinizden. Sonraları fark edersiniz ki hayatınızda kimsecikler kalmaz çünkü o sevdikleri, hatırladıkları insan artık siz değilsinizdir. Zamanla yalnızlığınız çekilmez bir hal alır ve her şeye karşı yabancılaşırsınız; sevdiklerinize, doğaya ve hatta kendinize bile! Böyle bir dünya nasıl çekilebilir diye düşünmüyor değilim. Senden Önce Ben filmindeki Will’de benim gibi düşünecek olsa gerek ki o ölümü tercih etti. (Sharrock, Senden Önce Ben, 2016) Artık hayatının ortasındaydı ve onu o yapan şeyler çoktan kaybolmuştu. Belki yeni, zorlu hayatına alışabilirdi. Hayatta kalmak için bir şeylere tutunabilirdi ve yeni benliğini keşfedebilirdi. Fakat bu ne derece mümkün hiç bilemeyeceğim. Çünkü hangimiz alışkanlıklarımızdan bizi biz yapan huylarımızdan vazgeçebiliyoruz hem de o artık yolu yarılamışken. Bana kalırsa; Will de bunların farkındaydı ve bu nedenle o ölmeyi tercih etti. Belki de en doğrusu buydu. Kaynakça Senden Önce Ben. Yön. Thea Sharrock. 2016. CA: Warner Home Video, 2016. DVD. Serkan İlhan 21400770 Üstünlük Veridedir Türkiye’nin sorunu bilgisizlik midir yoksa bilgiyi işleyememek midir? Bana kalırsa bilgi, günümüz toplumunda en kolay bulanabilecek şeydir. İnternet gibi bir “mucizenin” çok kolay ulaşılabilir olduğu günümüzde bilgiye ulaşmak da son derece basit bir iştir. Hayır efendim, biz bilgiye ulaşamayan cahil insanlar değiliz. Bizim sorunumuz, bilginin ne işe yaradığını ve onu nasıl kullanacağımızı bilememektir. George Orwell’in 1984 isimli kült eserini bilmeyen yoktur. En beğendiğim eserler arasında yer alan bu romanda anlatılan, bilgiye ulaşımın kısıtlandığı, bilginin manipüle edildiği distopik dünyanın, bugünün Türkiye’sini simgelediği söylenir. Evet bunda bir parça doğruluk payı var ama ben Türkiye’nin ve Türkiye gibi ülkelerin temel sorunun bilgiye ulaşımla ilgili değil bilgiyi, daha doğru ifadesiyle veriyi işlemekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Veriyi işleyemediğimiz için verinin ne işe yaradığını, dolayısıyla veriye ihtiyacımız olup olmadığını anlayamıyoruz. Peki veriyi işlemek nedir? Nasıl olur? Bu sorulara sayısız farklı cevap verilebilir ama benim kafamdaki en belirgin cevap; karmaşık veri ağı içerisinden anlamlı ve fiziksel dünyada işlevsel olanı bulup onu kullanmaktır. Türkiye ve geri kalmış diğer ülkelerin akademisi, sanayisi, iş dünyası, siyasetçileri kısacası bütün bir ülke, modern dünyadaki veri ağından anlamlı bilgileri çekip ve bu bilgileri birbirlerine bağlayıp fiziksel hayata uygulama yeteneğinden yoksunlar. Ellerinde adam akıllı bilgi yok, adam akıllı bilgiye sahip olmama nedenleri ise bilginin ne işe yarayacağını bilmemeleri ve üretme gereği hissetmemeleridir. Örnek olarak pek çoğumuzun bir parçası olduğu Türk Akademisi üzerinden gidelim. İçerisinde bulunduğumuz “büyük veri” çağında, gelişmiş ülkelerin akademileri mühendislik, finans ve hatta sosyal bilimleri daha anlamlı ve işlevsel kılabilmek için bu alanları yapay zeka teknolojisi ile birleştirmeye çalışıyorlar. Gelişmiş ülkelerdeki bu yapay zeka ve kuantum hesaplama çalışmalarına böylesine önem verilmesinin en büyük nedeni veriyi daha verimli işleyebilmektir. Geri kalmış ve gelişmiş ülkeler arasındaki fark sadece akademi seviyesinde değildir. Batılı ülkelerin ortalama bir yurttaşı, üretilen veya halihazırda var olan bir bilgiyi hayatına nasıl uygulayacağını bildiği için hem kendi hayat standartlarını yükseltir hem de bilginin üretilmesinin ne kadar kıymetli olduğunun bilinciyle ulusal seviyede bilim kültürünün oluşmasına katkıda bulunur. Veri işleyebilme yeteneğinin yarattığı gelişmişlik farkı, geçmiş yüzyıllara kıyasla çok daha büyüktür. Bunun nedeni günümüz dünyasında var olan, üretilmekte ve üretilecek olan verilerin geçmişe kıyasla çok daha karmaşık olmasıdır. Böylesi karmaşık verileri işlemek, bunlardan gerçek hayata uygulanabilir şeyler çıkarmak çok zor ama ödülü de çok değerli bir uğraş olacaktır. Çağımızın önde gelen entelektüellerinden Yuval Noah Harari, Homo Deus isimli eserinde insanı diğer hayvanlara üstün kılan şeyin veriyi daha verimli işleme yeteneği olduğunu söyler. Eğer bu üstünlüğümüzü olur da bir gün başka bir varlığa (örneğin yapay zekaya) kaptırırsak sonumuzun geleceğini iddia eder. Harari’nin insanlığın sonuna yönelik bu savları belki size fazla iddialı gelebilir ancak benim kurduğum gelişmişlik ve veri işleme yeteneği arasındaki bağıntının haklılığı konusunda biraz daha ikna olmanızı sağlayacağını düşünüyorum İçinizde “Söylediklerinde haklısında bundan bize ne? Bunlar siyasetçileri, politika yapıcıları ilgilendiren büyük meseleler” diyenler olabilir. Hayır efendim hiç de öyle değil. Toplumun genel sorunu, aynı zamanda o toplumu oluşturan bireylerin de sorunudur. Serkan İlhan 21400770 Bireylerin çoğu öyle olmasaydı toplum da farklı bir konumda olurdu. Bu yüzden toplumsal sorunları düzeltmek isteyen her birey önce kendinden başlamalıdır. Üstelik bu bireysel hayat kalitesini de önemli ölçüde yükseltecektir. Artık ben okuduğum bir haberi, kitabı, çalıştığım dersi karmaşık veri yığını olarak görüyorum. Bu veri yığını içerisinde anlamlı olan verilerin ne olduğunu bulmaya ve onları nasıl uygulamaya koyabileceğime odaklanıyorum. Henüz yolun başındayım ve belki de bu işin tekniklerini şimdilik bilmiyorum ama veriyi işleme, anlamlı veriye ulaşma ve onu uygulama çabasının en doğru yöntem olduğuna inancım tam. Kaynaklar Harari, Y.N. Homo Deus. Çev.,Poyzan Nur Taneli. İstanbul: Kolektif Kitap: 2016. Orwell, G. 1984. Çev,. Celal Üster. İstanbul: Can Yayınları: 2016. Bir Saat Bir İnsan İnsanların çoğu zaman dönüp de birbirinin yüzüne bile bakmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Hâl böyleyken kişiler arası etkili iletişimin iyice bozulduğunu ve insanların birbirlerine verdikleri değerlerin düştüğünü, duygularının sahte olmaya başladığını çoğu yerde rahatlıkla gözlemleyebiliyorum. Benim bile bana değer verdiğini söyleyip aslında hiç umurunda olmadığım arkadaşlarım olmuştur. Bu değer vermeyişin altındaki sebeplerden birinin karşımızdaki kişiyi gerçekten değil de yüzeysel olarak tanımayı seçişimiz olduğunu düşünüyorum. Sonuçta yüzeysel bir tanışmayla hayatıma soktuğum bir insana ne kadar değer verebilirim ki? Biraz kafa yorulması gereken bir soru var bana göre; bir insanı ne kadar sürede tanıyabiliriz? Birinin yüzüne ilk bakışımızda bile ön yargıyla bakıyoruz ve genelde kimseye fazla şans vermiyoruz. Bunu mutlaka ben de yapmışımdır çünkü bazı durumlarda düşüncelerimi durduramam ve ön yargılarımın esiri olmaktan başka çarem kalmaz. Yine de bunu çok sık yapmam, yapmamaya da gayret ederim. Çünkü bana göre her insan ve her kişilik tanımaya değerdir. Bunun ilk bakıştaki yargılarımıza göre karar verilecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Tek ihtiyacımız olan birbirimize zaman vermek ve ön yargılarımızla savaşmasını bilmek. Düşününce tüm yakın arkadaşlarımla ya okulda ya da ortak arkadaşlar aracılığıyla tanışmış olduğumu fark ettim. Yani tanışma öncesinde arkadaşlığımızın temelini oluşturacak hâlihazırda bir zemin bulunuyormuş. Bundan dolayı genelde tüm dostluklarım sıcak bir merhabayla kolayca başladı. İçten gelen ve samimi bir gülümsemeyle tamamlanmış bir merhabanın azımsanamayacak sihirli güçlere sahip olduğuna şahit oldum. İlk tanıştığımda hoşlandığım, samimiyetini hissettiğim insanları daha yakından tanıma isteği duydum hep. Yine de karşımdaki kişiyi tanışmamızın ardından hemen derinlemesine tanıyabilmem olanaksızdır. Peki, gerçekten karşımdaki insan hakkında aşağı yukarı bir fikre sahip olabilmem için ne kadar süreye ihtiyacım var? Bunu daha önceleri birkaç kez düşündüm. Tecrübelerime de dayanırsam eğer dış dünyayı umursamadan içine dalınan sohbetlerde biriyle bir saat geçirmek bana fikir sahibi olmak için yetiyormuş. Yani bir insana bir saatimi ayırdığımda bir kişi kazanmış sayılıyorum. Tabii ki bir saat sadece altmış dakikadan oluşuyor ve karşımdaki bireyin kişiliğiyle kıyasladığımda onu yeterince tanımama yetmeyeceğini biliyorum. Fakat yine de karşımdaki insanla uyuşuyor muyum veya ondan hoşlandım mı buna karar verebilmek için minimum bir saate ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Hem belki de normal şartlarda bir daha iletişime geçmeyeceğim bir insan hakkında düşüncelerim o ilk on dakikadan sonra koyulaşan ve bir saate dayanan konuşmamızdan sonra kıymetli bir hâl alacak. Bu beraberinde bir dostluğu da getirebilir. Öyle olmasa bile kaliteli ve gerçek bir iletişim kurduğum için keyifli bir saat geçirmiş olurum ve bu da benim kârım olur. Peki, karşı taraftan ne öğrenebilirim bu bir saatlik süre içerisinde? Kullandığımız genel tanışma kalıpları vardır; adını, soyadını, yaşını, doğduğu ve yaşadığı yerleri, ailesini, eğitim durumunu, varsa evcil hayvanını veya arabasını, evini sormak gibi. Bunlarla karşımızdakinin kişiliğine dair hiçbir yere varamayız ve bunların hepsi zaten ilk yirmi dakika içerisinde karşılıklı olarak sorulup tüketilecek başlıklar. Asıl bu aşamadan sonra sorulan soruların herkeste farklı olduğuna inanıyorum. Mesela ben bu kalıp soruların üstüne genelde acaba karşımdaki kişi ilgi alanlarımla uyuşuyor mu sorgulamasına girişirim. Örneğin karşımdakine sevdiği sanatçıları, şarkıları sorarım veya izlemekten zevk aldığı film ve dizileri. Kitap okumaya bayılan bir insan olduğum için karşımdakine en sevdiği yazarı ve sevdiği kitapları da sıralatmak isterim hep. Bunların sonucunda ortak noktalarımız çıkmışsa eğer aniden kanım kaynar, içim ısınır o kişiye karşı ve o kişiyle tekrar görüşebilmeyi isterim. Böyle kişisel zevklere yönelik sorular insanların kişiliğini daha çok yansıtıyor. Daha birçok şey sorulabilir ve muhabbet böyle sorularla koyulaşır. Toplum olarak ön yargılı ve karşımızdaki kişi hakkında çabuk kararlar veren bir milletiz. Bu yüzden yarım saatten çok daha kısa konuşmalarda kişiyi tam olarak anlayamadan yanlış yargılara kapılabileceğimizi düşünüyorum. Fakat bir kişiyi tanımak için vereceğimiz şans bu kadar az olmamalı. En azından o bir saatlik zaman dilimi kadar değer vermemiz ve çaba harcamamız gerekiyor yeni tanıştığımız insanlar için. Çünkü eğer ben bu şansı veriyorsam karşımdakine, geri dönüşü de aynı şekilde olacaktır bana. Bu yüzden insanlarla olan ilişkilerimizde sohbetlerimize daha fazla vakit ayırmamız gerektiğini ve karşımızdakini tanımaya özen göstermemiz gerektiğinin düşünüyorum. Her şeyin sahteleşmeye başladığı bu yıllarda en azından bireyler arası duygu ve düşüncelerimizi koruyalım, bunlara değer verelim. Sima ALKAN FARKLILIKLARIMIZ Aslında ne kadar aynı görünüp de bir o kadar farklı olduğumuzun farkında mıyız acaba? Bu farklılıklar birer zenginlik midir yoksa birer problem midir bizler için? Elbet ki bu sorunun cevabı herkes için farklı farklı. Birtakım insanlar farklılıklara karşı çok katı bir tutumla yaklaşarak, kendilerine benzemeyen ya da farklılıkları olan insanları yanlarında istemez ve onları kendilerinden soyutlamak isterler ya da onları kendi fikir dünyalarına sıkı bağlarla bağlayıp farklılıkları yok etme çabasına girerler. Birçok insan böyle bir talebi kabul etmezken, bazı özel nedenlerden veya kişinin kendine olan güvensizliğinden ya da kişiliğinin oturmamış olmasından ötürü, bazı insanlar değiştirilmeye ve bir kalıba sokulmaya daha yatkındırlar. Bu durumda, bir zamana kadar iyi kötü belli bir yapıya oturmuş ve kendi benliği olan insanın benliği ve kimliği farklılaşırken, kendi mayasına zarar verir ve kendi olmayı da unutuverir.Bu da ortaya sahte ve yapay bir karakter yapısına bürünmüş bir insan çıkarır. Bu insan kendine yeni birşeyler katamadığı gibi,topluma da yeni fikirler yeni bakış açıları kazandıramayan sığ bir insan oluverip çıkar ortaya. Şüphesiz ki, bunun aksini düşünen ve aksine inanan,farklılığın bir lüzumsuzluk değil aksine ihtiyaç olduğu fikrine sahip olan ve geniş bir ufka sahip birçok insan bulunmaktadır. Farklılığın çok büyük bir zenginlik olduğunu idrak edip, bundan kendisine de zenginlik katmasını bilen biliçli insanlar bunlar. Çünkü insanın kendisini yenilemesi, kendine bir parça da olsa yeni bir değer katması için farklılıkların ne kadar önemli olduğunu hepimiz bilmeliyiz. Eğer ki insan kendini soktuğu kalıpların dışına çıkamaz ve sığ bir fikir dünyasına sahip olarak orada kısılıp kalırsa, kendini bir adım dahi öteye götüremeyen , kendi kendini tekrar eden sıkıcı bir varlığa dönüşür. Farklılık demek zenginlik demek,yeni şeyler demektir. Sosyal bir varlık olan insan kabuğunu sık sık değiştirerek kendini ve fikir alemini yenilemelidir. Bu yenilemeden kastım, karakterde veya kişilikteki bozulmalar değildir. Elbet ki insanın karakteri sabit kalmalıdır. Yenilenmesi gereken şey bakış açısıdır. Yapılması gereken şey ise, farklı bakış açılarına sahip olarak, ufkun genişletilmesidir. Adeta bir renk cümbüşünü andıran dünyamız farklı coğrafyalar ve farklı dillerden nice farklı insanları bir arada tutan bir bahçe gibidir. İnsan bu bahçede çalışkan ve sosyal bir varlık olmalı, adeta bir arı gibi farklı farklı çiçekleri bir bir dolaşarak, her birinden kendine bir öz katarak kendine has balını üretmelidir. Böylelikle çeşitliliğin lezzetini tatmalı ve kendisinde barındırdığı bu zenginliği yeni nesillerle paylaşabilmelidir. Farklılıkların birer problem değil birer zenginlik olduğu fikrine hakim olan nesiller, belki de gelecekte birçok anlaşmazlıkları henüz daha ortaya bile çıkmadan iletişim kanalıyla problemleri çözebileceklerdir. Dahası bu sayede çok daha geniş ufuklara sahip olacak olan bireyler,her alanda iş, aile, sanat, spor ve daha nicesinde olaylara farklı perspektiflerden bakabilecek ve çok daha güzel işler ortaya koyabileceklerdir. Farklı olmanın her zaman özel olduğunu unutmamalı insan, sıradan olmak adı üzerinde herkesin bildiği gibi sıradanların yapabildiği basit bir fiilden başka bir şey değildir. Dünya üzerinde bugüne kadar iz bırakmış insanların her zaman farklılıklara açık olduğunu ve bunu bir zenginlik olarak kabul ettiğini görüyoruz. Çünkü sığ bir düşünce yapısına sahip olan insan, en başta kendisine bir değer katmadığı için, başkalarına ya da dünya’ya da bir değer kazandıramaz. Farklılığın önemini kavramak ve onun içinde neler sakladığını bilmek ya da en azından bunun için istekli olmak, insanı hayatta bir adım önde tutabilecek bir unsurdur. Umut Etmek mi Yılıp Geçmek mi ? Nefes alıyorsan umut vardır derler. Peki, bu felsefeyi hayatımızın her alanında kullanmak ne derece mümkün? Hadi bu bakış açısını benimsedik diyelim ne derece uygulayabiliriz ki o hayat koşuşturmacasının içinde? Düşünüyorum da çok yoğun olan bir insan ya da depresyonda olan bir insan ne derece umutlanabilir. Çevresel faktörler insan hayatında oldukça baskın gelirken umutlanmak ne kadar çıkış yoludur. Tamam, şükretmek gerek, yaşıyoruz, bizden daha kötü olanlar da var ama kimse böyle düşünmez ki kendi koşturmacasında. İnsan yaşadığı duyguların içerisindeyken sahip olduklarına bakmaktansa onda olmadıkları için yakınır durur hep. Ama iş bu ya, “nasılsın?”, deseler hep şükür iyiyim der geçeriz. Aslında hep olması gerekeni geçiştirir dile getiririz. Peki, bu kasvetli ruh haline neden bürünürüz? Neden bu yükü sırtlanırız hiç gerek yokken? Diyorum ya içindeyken anlamıyoruz neyin ne olduğunu. Olaylara bir de dışarıdan bakmak gerek aslında. Bir adım geride tutsak kendimizi ve izlesek, gözlemlesek hayatımızı aslında o kadar da zor olmadığını anlamış oluruz. İnsan bu ya; hep bi meşgul hep bi yorgun bahanelerden ibaretiz sadece. Kendi iç dünyamızın rehavetinden kurtulabilsek de bir görebilsek o şükür deyip geçtiklerimizi. Üzüldüklerimizin ne denli boş olduğunu anlayıp esasa bakmak gerek. Elimizdekilerin kıymetiyle geçinip olana bakmak gerek olmayanı aramaktansa. Çünkü insan her zaman kendinde olmayanın arayışındadır kendinde olanın kıymetini bilmeden. İç dünyaya dönük oldukça insan daha çok gömülür umutsuzluğa… Başkalarının kelimelerini sindirmek zor gelir insana. Oysaki dış dünyaya kucak açsa kendini o dünyanın ellerine bıraksa o zaman o renkli umut penceresini aralamış olur. Ve böylece kendini daha da umutla beslemiş olur. O zaman belki de farkına varır elindekilerinin değerini. İnsan iç dünyasında daha da boğulmaya mahkûm eder kendini. Bu yüzden kendine gelmek için negatif bir havaya bürünüp içine kapanmaktansa, dış dünyaya kendini açmak en güzeli. İnsan kendine hedefler kurdukça ve ona ulaşmak için çabaladıkça daha da umutlanıyor. Kendine kurduğu hayallere yaklaştıkça daha da heveslenip daha da umutlanıyor. Bu döngü o insanın hayatına yeni kapılara yer açıyor. Böylece kendine daha çok güvenmiş oluyor. Şahsen zaman zaman ne kadar umutsuz olduğumu bilirim ama buna rağmen ne umut etmekten ne de çabalamaktan yılmam diye düşünüyorum. Hayatta yıldıkça ya da umutlanmaktan vazgeçtikçe insanın kendine güveni de aynı oranda yerlerde oluyor. İnsan kendine güvenmedikçe ne ümit eder ne de heveslenir. Böylelikle kendini geliştirmekten alıkoyar her ne kadar istemese de. Kendimizi sürekli negatife iterek hiçbir şey elde edemeyeceğimiz gibi çevremizdeki insanları da kendi boşluğumuza sürükleriz sadece. Başkalarını da bu çarka sokmak ve o insanların da umutlarını tüketmek en can alıcı olanı karşımızdaki için. Demem o ki nefes alıyorsan umut vardır. Eğer sahip olduklarımızın farkına varabilirsek ve bunun için şükredip kendimizi daha nasıl ileriye ya da iyiye yöneltebiliriz diye düşündükçe kendimiz için faydalı oluruz. Ve bunun için çabalamadıkça umut etmekten bahsedemeyiz bile. Eğer sahip olduklarımızın farkına varırsak ve onları kaybetmemek için çabalarsak kazanan daima biz oluruz. Ve kazanmaktan öte sahip olduklarımıza daha fazla değer yüklemiş oluruz. Bu sebeple var olanın üstüne koymak için insan umutlanmaktan vazgeçmemeli ve elindekini çoğaltma yolunda çabalamalı. Böyle yaptıkça kattığımız bu değerler başkalarına da pozitif bir şekilde yansıtmış oluyoruz. Ve bunu bilmeden yapıyoruz ya bu çevremizdekiler için en güzeli olsa gerek. Pelin Başpınar Çağla KURAL ZAMANSIZ KADINLAR Halam geldi, en zor bitirdiğim ve izlerken boğazıma bir şeylerin takıldığı hissettiğim filmlerden biri oldu. Küçük gelinler gerçeğini bir tokat gibi izleyicinin yüzüne çarpan film, seyirciyle buluştuğu zamandan beri ben dâhil birçok kişide yankı uyandırdı. Küçük bir kız çocuğu olan Reyhan’ın tek isteği okuluna gitmekken, babasının zoruyla kendisinden yaşça büyük bir akrabası ile evlendirilmesi beni çok etkiledi. Çocuk gelin gerçeği, bir kadın olarak beni en çok rahatsız eden şeylerden biri. Ben de bir kadınım, bir gün anne olacağım ve umarım bir kızım olacak. Kendimi Reyhan’ın çaresiz annesinin yerine koydum izlerken, nefes alamadım. Bir baba nasıl bu kadar kötü olabilir? Töre gerçeğinin hâlâ var olduğu bu ülkede, çocuk gelinler gerçeği ne yazık ki azalsa da devam ediyor. Bu film yarattığı farkındalık açısından beni çok ümitlendirdi, belki birkaç tane de olsa kız çocuğu kurtulur diye düşündüm izlerken. Benim yetişkin halimle alamayacağım sorumlulukları, nasıl oluyor da küçücük bir kız çocuğunun omuzlarına yükleyebiliyorlar? Reyhan önüne konulan tüm engellere rağmen, yılmadı ve savaşmaya devam etti. Vurulmak pahasına, canı pahasına savaştı. O şanslı olan, kendini kurtarabilen azınlıktan biriydi. Filmin etkisi birkaç gün sürdü. Düşündükçe daha çok sinirlendim, üzüldüm ve bir şeyler yapmak istedim. Kendimi karakterlerin yerine koydum tek tek. Çaresizliklerine, hüzünlerine ortak oldum. Küçük bir kız çocuğunun annesi cinayete kurban gitmesin diye, kendinden çok büyük bir akrabası ile evlenmeye razı olmasına şahit oldum. Vicdan ve merhamet kavramlarını uzun uzun sorguladım. Bir vicdan buna razı olabilir? Diye düşündüm. Kadınlar özgür olmalı, toplumdaki yerlerini kendileri belirlemeli. Özgürlük mühim şey, önemli şey lakin söz konusu kadınlar olunca daha da bir önem kazanıyor. Bence bir kadını eğitimden mahrum bırakmanın bir açıklaması olamaz. Hiçbir kadının eğitim hakkı elinden alınmamalı çünkü kadınlar öğrendikçe, çocuklarına öğretirler ve dünya daha güzel bir hale gelir. Filmde beni en çok etkileyen yer, Reyhan’ın canını hiçe sayarak, sınırdan karşıya geçmek için, maruz kaldığı vahşetten kurtulmak için koşmasıydı. Patlayan mayınların arasındaki masum çocuk yüzü, tüm çocuk gelinleri temsil ediyordu benim için. Dünyanın bazıları için ne kadar korkunç bir yer olduğunu düşündüm. İstediğimiz okullarda okumak, bir işte çalışıp kendi ayaklarımız üzerinde durmak, para kazanmak bir lüks olmamalı. Keşke her genç kızın kendi kaderini tayin edebilme hakkı olsa. O zaman dünya çok güzel, rengârenk bir yer olur. Çünkü mutlu küçük kızların, huzurlu yetişkin kadınlar ellerinin değdiği her yerde çiçekler açar. Filmin her sahnesinde, bu haksızlığa, zulme maruz kalan tüm küçük gelinler için avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Onların sesi olmak istedim, sesimi dünyaya duyurmak istedim. Reyhan’ın zorla evlendirilen, kaderine razı olan arkadaşının hıçkırıklara boğularak ağlaması, gözyaşlarımı tutamamamın en büyük sebebiydi. Çaresiz kalmaktan daha kötü ne olabilir ki? Bunlar, söyleyecek çok söze sahipken sesi çalınan kadınlar diye düşündüm. Onların sözcükleri olmak istedim, ağlayacak omuzları olmak istedim. Belki de hiç tadamadıkları aile şefkatini vermek istedim her birine. Oyun çağındayken anne olan zamansız kadınların, çağımızın en büyük ayıbı olduğunu düşünüyorum. Reyhan’ın şansı mayınların arasından sağ kurtulabilip, askeriyeye sığınarak korunmaya alınmasıydı. Keşke tüm çocuklar Reyhan gibi seslerini duyurabilse. Keşke hiçbir çocuk okulundan, arkadaşlarından hatta ailesinden koparılıp evlenmeye zorlanmasa. Keşke namus kavramı, bir parça şekerle mutlu olabilen masum çocukların omuzlarına yüklenmese. KAYNAKÇA: Kanpolat, Evrim. Halam Geldi. 2013. Doğa Prodüksiyon. Film SEVGİDİR BÜTÜN DERTLERİN İLACI Kimsenin hayatı başkasınınkine benzemez ama herkesin hayatı kendine göre zor. Herkesin kendine göre dertleri var bu dünyada, her geçen sene daha da büyüyen. İlkokula yeni başladığımızda derdimiz okuma yazma öğrenmekti. Sonra üniversite öğrencisi olduk, kendimizi yetiştirmek için çabalıyoruz. Üniversite bitecek, iş hayatı başlayacak ve para kazanmak, çalışmak büyük bir dert olacak. Yeni aile kuracağız çoğumuz, para derdimiz artacak, bir evden sorumlu olacağız. Çocuklarımız olacak belki ve onların derdine de ortak olacağız. Dertlerimiz çığ gibi büyüyecek kısaca. Cahit KÜLEBİ “Akşamlar Hey Akşamlar” şiirinde sormuş şiir severlere: “Kim esir değildir/Kendi içerisinde?”. Hepimizin sorunu var ki bunlar insanları içlerine esir ediyor. Bizim yapmamız gereken ise dertlerimizle yaşamayı öğrenmek, dertlerimize rağmen hayattan zevk almaya devam edebilmek ve o esaretten olabildiğince uzak kalmak. Herkesin kendine göre metotları var: kimisi dertlerini umursamaz, kimisi hobiler edinir, kimisi depresyona girer. Ne mutlu hayattan zevk almaya devam edebilenlere. Depresyona girmek, hayattan tat alamamak aslında ne kadar yanlış bir şey. Tek derdi olan onlar mı? Tamam, gerçekten çok büyük dertler var ama hayat dertlerden mi ibaret? Benim de kendime göre dertlerim var, ben de dertlerimle yalnız kalıp üzülebiliyorum. Ama hayattan zevk alamamak ne kadar büyük bir işkence? İnsanlar bunu kendilerine nasıl yapabiliyorlar, üstelik sevilebilecek, mutlu olunabilecek bu kadar çok şey etrafındayken? Cahit KÜLEBİ “Sevda Peşinde” şiirinde demiş ki: “Kimsenin başına gelmemiştir/Benim başıma gelenler./Hangi günüm sevinçli geçti?/Elbette tadı var âlemin/Ağaçların çiçekleri var,/Kadınların sıcak dudakları,/Bin bir türlü hâli var denizin.”. Herkesin derdi var ama etrafta sevilecek çok şey olduğunu ne güzel anlatmış Külebi. Büyük bir söz söylüyorum belki ama ben doğruluğuna inanıyorum: Sevgidir bütün dertlerin ilacı. Birilerini, bir şeyleri sevebilmek ya da sevilebilmektir. Bir kuş almak, onunla konuşmak, onu sevebilmektir belki yapmamız gereken tek şey. Ya da bir balık, bir kaplumbağa… Belki bunları bile yapmamıza gerek yoktur mutlu olabilmek için. Sabah yataktan kalkabilmek, su içebilmek hatta üşüyebilmek yeterli olabilir mutlu olmamıza, hayatı sevmemize. Cahit KÜLEBİ “Nasıl Sevmezsin Bu Dünyayı” şiirinde demiş ki: “Nasıl sevmezsin bu sabahları?/…/Nasıl sevmezsin gökyüzünü/Şu denizi nasıl sevmezsin?”. Ben de soruyorum mutlu olamayanlara: Böyle bir dünyada yaşarken nasıl sevemezsin etrafındakileri? Sevginin verdiği mutluluğu nasıl tadamazsın? Mutsuz olan insanları dinliyorum. Sevgilerinin eksikliği o kadar belli ki… Sevemiyorlar hayatı bir türlü, hepsinin sebebi farklı. Kimisi korkuyor sevmekten, kimisi çekiniyor, kimisinin sebebi bile yok. “Sevebilmek bu kadar zor bir şey mi?” diye düşünüyorum kendi kendime. Hayır! Kuşun yanına git, konuş bakalım. Sana cevap vermeden öylece bakacak mı zannediyorsun? Anlatacak kendini, kendince. Sen başta tabii ki anlamayacaksın, hangimiz kuşların dilinden anlayabiliyoruz ki… Zaman tanı, sev o kuşu ve zamanla sen onu anlamaya başlayacaksın zaten. O da üzülecek zamanı gelince konuşman gerekecek onunla. O da seni anlamayacak belki başta. Ama onun sevgisi sana nasıl iyi geldiyse, senin sevgin de ona öyle iyi gelecek. Dert ortağın olacak kuş bazen seni anlamayacak, aklından çıkarma bunu. Sen sadece sessiz bir ortam isterken o ötmeye devam edecek, şarkılar söyleyecek sana. Ona kızmamayı da öğreneceksin sevginden. Sonrasında da fark edeceksin ki asıl istediğin sessizlik değil, onun sevgisi. Dünyayı sevelim, mutlu olmasını öğrenelim sevmeyi öğrenerek. Çok zor şeyler değil bu söylediklerim. İnsanı daha iyi hissettirebilecek şeyler. Hasta olduğumuzda doktor bize nasıl ilaç veriyorsa, depresyon ilacımız da dertlerimizi bir kenara bırakıp mutlu olunabilecek dünyayı görebilmektir. Üzülüyorum bunları büyük bir külfet olarak gören insanlara. Onlara yapabileceklerini anlatmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Herkesin kendi iradesi var ve hayattan zevk almak için bu iradesi kullanıp biraz çabalaması gerekiyor sadece. Ben burada anlatırım neleri yapabileceklerini ama tek tek gidip inandıramam kendimi onlara. Zaten gerçekten mutlu olmak isteyen insan, gerçekten mutlu olabilir. Kişi mutlu olmak isterse yazdıklarım ona yol gösterici olur sadece. Ben de amacıma ulaşmış olurum o zaman. Ne mutlu bana… Alay 1 Can Berk Alay 21302457 Türkçe 102-2 Eser Güler 10.11.2014 Zavallı Çocuk “Boyun eğen insan soyunun mu, yoksa başkaldıran martıların mı daha akıllı olduğu sorusu sorulmalı, değil mi?”(Livaneli 181) Evet yanlış duymadınız martılar… Peki, neden mi martı; söyleyeyim; çünkü bir tek onlar özgürlüklerine sımsıkı bağlılardı, çünkü onlar, o göklerde süzülen beyaz inciler, özgürlüklerinin tehlikeye girdiğini gördükleri an buna müsaade etmediler. En iyisini de yaptılar. Ya ne yapsalardı? Bizim saf ada halkı gibi her şeyi iyiye yorup felaketlerinin gelişini mi izleselerdi? Asla! Onlar ki bir an bile kendi özgürlüklerine el sürdürtmediler. Aslına bakarsanız o güne kadar sessiz ve sakin, beraberce güzel güzel geçinip gidiyorduk. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın hesabı ne martılar adadakilere yani bizlere; ne de bizler martılara zarar vermekteydik. Hatta adamız bundan biraz da hoşnuttu. Akşamüstleri martılarımızı izleyerek güneşi batırmak bir keyifti. Şahsen ben de çok keyif alıyordum bu durumdan. Ada halkının huzuruna huzur, mutluluğuna mutluluk katarlardı. Ta ki o diktatör bozuntusu başkan gelene kadar. Geldiği ilk günden beri rüzgâr tersten esmiş, her işimiz tartışmayla bitmişti. Sesin soluğun çıkmadığı, herkesin dünyevi işlerden elini ayağını çektiği adamız değişiyordu. Bir anda günlük tasalarla dolmaya başlamıştı akıllar. Hani derler ya para gözünü bürümüş diye, ada halkının özellikle de “bir numaranın” başkan geldikten sonra hareketleri değişmişti. Biz ona bir numara derdik hep; hem evinin numarasından hem de adanın sahibi o olduğundan; fakat bu sahiplik öyle mal mülkle ölçülen bir sahiplik Alay 2 değildi, laftaydı. Tabii bunların hepsi o başkan dedikleri adam gelene kadar. Buralara güzel oteller, turistik mekânlar yapılacak diye adamın aklını çeldi. Uyuyan devi uyandırdı bize sorarsanız. Ne güzel dertsiz tasasız geçinip giderken ne gerek? Fazla istemez, yiyeceğimiz kadarını kazanırdık. Kim yolladı seni aramıza, hayatımıza çomak sokan başkan. Dünyadaki cenneti bulduk derken olaylar hiç de beklemediğimiz gibi gelişti. İlk başta ağaçlardan oluşan gölgemizi aldı bizden. Sıcaktan bunaldığımızda altına geçerdik. Hele bir de hafif bir rüzgâr eserse tüm yorgunluğumuzu alırdı o gölgelik; ama nereden bilecekti o. Yeniydi buralarda. Yeniydi ama sanki kırk yıldır buralardaymış gibi bir afra bir tafra. Kararları o alır olmuştu daha ilk geldiği günden. O gelene kadar karar falan almazdık biz, ayrıca neyin kararını alıyordu ki; ortada karar alınacak, değiştirilecek bir şey mi vardı? Biz her şeyi olduğu gibi kabullenmiştik; kabullenmesek de Allah’ın gücüne giderdi doğrusu. Her şey kusursuzdu. Ah ah hep derim, biz mutluyduk bir zamanlar… Daha sonraları baktı ki bir şeylere bulaşmadan yapamayacak, martılara taktı kafayı bu sefer de. Neymiş efendim martılar bu adanın düzenini bozuyormuş da çok ses çıkarıyorlarmış da falan da falan. Kendi torunu bir gün martıyla kötü bir anı yaşadı ya, hiç olacak şey mi? Hiç görülmüş şey mi başkanın kızının martıyı görüp korkması, panik yapması ve koşarken ayağının takılıp düşmesi? Hiç başkanın torunu düşüp de kolunu incitebilir mi? Hele bir de sebebi “gaddar” bir martıysa. Onun yaşamaya ne hakkı var, dünya bizim için değil mi? Ah böyle düşünenlere acıyorum doğrusu. O masum hayvancağız için düşünülen şeylere de bir bakın. Yaşasın başkanımız! Gel gelelim kafaya taktı mı yapar bizim başkan, çok kararlıdır; bir yola baş koydu mu dönmez yolundan. Ellerine tüfekleri kapıp martıları vurmaya, yumurtalarını hedef almaya başladılar. Yakıp yıktılar ortalığı anlayacağınız. Denizin mavi rengi âdeta kan rengini almıştı. Ölen martıları su üzerinde tutmak zor gelmeye başlamıştı artık deniz için. Bir yandan tüfek sesleri bir yandan martıların çığlıkları… Bu vahşete dayanamayan bizler ne yağacağımızı bilemiyor onları durduramıyorduk. Alay 3 Ağlayanlarımızın arasında birinin “Umarım martılara yaşattığını bir gün sen de yaşarsın” dediğini zar zor anımsıyorum. Günler geçmiş olayın yaraları kabuk bağlamaya başlamıştı; ama asla unutulmayacak bir yara olarak kalacaktı bu vahşet. İyileşmeyecek, iyileşse bile iz bırakacak cinsten. Derken başkan küçük oyuncak adacığından sıkılmıştı artık. Ne de olsa burada yapacağını yapmış, hevesini almıştı. Adamızdan ayrılacağını duyduğumuz an içimizden söylenmiştik; ama kimse onun kadar cesur değildi. Adamızın bakkalının küçük oğlu o gün hiç de küçük olmayan bir şey yapmıştı. Küçük çocuk, başkanın adamızdan aldıklarını görmüş ve buna inanmak istememiş olsa gerek koşarak başkanın üzerine atmıştı kendini. Çarpışmalarıyla beraber ikisi de yardan aşağı uçmuştu. O an aklıma önceden anımsadığım bir söz gelmişti. Söz aşağı yukarı “Umarım hak ettiğini bir gün sen de yaşarsın” gibi bir şeydi galiba. Nereden hatırladığımı veya niye aklıma geldiğini bilmiyorum ama bence başkanın kaderi için uygundu. O küçücük yürek ne kadar da büyükmüş aslında. Hepimiz susup kalmıştık gördüğümüz karşısında. Bakkal ve karısının yürekleri acıtan o çığlıklarıyla sessizlik bozuldu bir anda. Hiçbir yetişkinin cesaret edemeyeceği o hareket biz büyüklere güzel bir ders olmuştu. Olan o küçücük saf ve temiz çocuğa olmuştu. Peki, kim mi kazanmıştı savaşı. Başkan değildi kazanan, ya da bizler yani sesimizi çıkaramayan halk da kazanamamıştık. Asıl kazanan adanın üzerinde uçuyordu şu an. Uçmaya da devam edecekti o güzel martılar… Alay 4 KAYNAKÇA Livaneli, Zülfü. Son Ada. İstanbul. Doğan Kitap. 50. Baskı. 2013. BAZI AŞKLAR AŞKA İHANETTİR: BUKRE Çoğuarkadaşımdanduyduğumolumluyorumlarvesonzamanlardabirçokkişininelinde bukitabıgörmemmerakımayenikdüşüpaslındahiçtarzımolmayanburomanıokumama sebepolmuştu.Bukre,KahramanTazeoğlu’nunokuduğumilkvesonkitabıdiyebilirim.Bu kitaptahepimizinaşinaolduğuartıkklişeleşmişbiraşkhikâyesianlatılıyor.Bukre’yi okuduktansonrabirkezdahaanladımnedenaşkromanlarınıntarzımolmadığını.Hikâyenin çoksıradanolmasınınyanındabirdeyazarınsıkıcıüslubueklenincekitapiyicebunaltıcıve banalbirhalalmışaçıkçası. Aslındadediğimgibihiçtarzımdeğildiraşkromanları,hepbirönyargılıolmuşumduraşk romanısözkonusuolduğunda.Fakatneolduysaolduvebuönyargılıbakışımınbirazolsun kırılmasıumuduylaKahramanTazeoğlu’nunBukre’siniokumayabaşladım.Kitabınyarısına dahagelmemiştimkibiraşkhikâyesinasılbukadariticianlatılabilirtarzıdüşünceleroluştu kafamda.İlkdefabirkitabıbitirmekiçinzorladımkendimi.Zorladımdiyorumçünkücümleler okadaruzun,anlamsızvebasittikidahaönceböylesinihiçgörmemiştim.Bukreönyargımın kırılmasıuğrundaokuduğumçokyanlışbirromandısanırım..”Öylebirkederdikiyokluğun, kendiyaramıbiletanıyamadım.Soruyorumsana;içindenatamadığınhangiaşkınartığıydım? Kiminintikamıbendenalındı?Ömrününkaçıncıaşkındabanagelmiştinvehangidurakta inecektin?Ellerinbendeykenkalbinkimdeydi?”Kitaptanaldığımbucümlelerkitabınanlatış tarzınınözetiniteliğindeadeta. Kitapüniversiteyehazırlanangençbirkızınaldatılmasısonucusevgilisindenayrılmasıyla başlıyor.Hikâyeninbaşından,sonununneolacağıtahminedilebiliyorzatenfakatbenbelkibir klişedenhiçbeklemediğimizbirsonçıkabilirumuduylaokumayaçalıştımbukitabı.Sayfalar ilerledikçedebukitapnezamangüzelleşecekdemedimdeğildoğrusu.Roman,romanınana kahramanıBukreadındakibirgençkız,onunaşığıCemveenyakınarkadaşıSelimüçlüsü üzerindegeçiyor.Hikâyeilerledikçearayafarklıaşklar,aşkmektupları,sevgiliylekavgalar giriyoramabunlarokadargerçekhayatlaalakasızveabartılıanlatılıyorkitekbirsayfasıdahi okumaiştahımıkabartmamayetmediaçıkçası.Bukre’ninsevgilisinesayfalarcayazdığısitemdolusözdeaşkmailindenbirörnekvermekgerekirsebukitabanedenbukadarolumsuz yaklaştığımanlaşılacaktırdiyeümitediyorum."Şimdihersabahkocakocaharflerleşusoruyu soruyorumsana:BİRZAMANLARBENİMOLANELLERİN,ŞİMDİNEDENELLERİN?”Burada sanırımbirsözsanatıyapmayaçalışmışyazarfakatbanagörekomikliktenöteyegidememiş vebirazdaarabesktarzınakaçmışbusözler.Hikâyesondereceduygudanyoksunkelime oyunlarıylavesözdesözsanatlarıylauzatılarakyazılmış.Hiçbiryönüyleinsanınaşk duygularınıkabartmadığıgibihersayfayıçevirdiğinizdeyazarbunuaşkromanıadıaltında nasılyazabilmişdiyesorguluyorvebutarzarabeskaşklargerçekhayattayaşanıyormudiye tedirginoluyorinsan.Kitabıilkaçtığınızdabiryazıbekliyorsizi“Bazıaşklaraşkaihanettir.” KahramanTazeoğlufarklıbirniyetleyazmışolabilirbuyazıyıfakattammanasıylabukitapta anlatılanaşkhikâyesiaşkabirihanetolarakadlandırılmalıdırbanagöre. Bukitapgençlikaşkromanıkategorisinegiriyorancakromankahramanlarının yaşlarındakigençlerindebukitaptanbirzevkalamayacağınıdüşünüyorum.Kitabınhersatırı süslüsözlerle,sözsanatlarıyladoldurulmuşveinsanıbayanbirüslubuvar.Yazartadında bırakmalıydıdiyedüşünüyorum.Kısacasöylemekgerekirsebukitabıkimseyetavsiye edemeyeceğimözellikledebenimgibiaşkromanısevmeyen,onlaraönyargıylayaklaşan biriysenizBukreokuyacağınızilkkitapolmamalı. HER GÜZELLİK CENNET DEĞİLDİR Her insanın hayalinde bir cennet vardır. Bu bazı insanlar için güzel bir yer, bazı insanlar için de kendilerini bulabildikleri bir yerdir. Peki, kendi cennetimizi kendimiz kurmak istersek bunu başarabilir miyiz? Neden olmasın. Her insanın cenneti, içindeki ütopyasıdır. Kimsenin yerini bilmediği bir adada sıfırdan bir medeniyet kurduğumuzu düşünelim. Herhangi bir sosyal sınıf yok, kalabalık yok, yapmamız gereken bir iş yok ve tamamen özgürüz. Kulağa ne kadar da hoş geliyor değil mi? Tıpkı “Kumsal” isimli filmde bir grup insanın kendilerini dış dünyadan ve teknolojiden soyutlamak için ıssız bir adaya yerleşip her şeyi sıfırdan yapmaları gibi. Böyle bir işe kalkıştığımızda başta her şey yolunda gitse bile sonradan her şeyin bozulacak olması su götürmez bir gerçektir çünkü dünya üzerinde hiçbir yerde bir grup insanın bir araya gelip de anlaşmazlık yaşamaması mümkün değildir. Her ne kadar ütopik bir ortam yaratılsa da er ya da geç bu ütopya, korku ütopyasına dönüşecektir. Tüm insanların farklı karakterleri, farklı yaşam biçimleri ve farklı duyguları vardır. Tek ortak noktaları ise bunların hiçbirinden taviz vermeyecek olmalarıdır. Filmde köpek balığı tarafından ısırılan bir adamın arkadaşları tarafından sırf eğlenmelerine mani olduğu gerekçesiyle ölüme terk edilmesi beni ciddi anlamla şaşırttı. İnsanların ne kadar bencil olabildiğini ve medeniyetten uzaklaşıp doğa ile baş başa kaldıklarında insani duygularını yitirebildiklerini gördüm. Hiçbiri, ortada bir insanın hayatı söz konusu olsa bile eğlencelerinden taviz vermediler. Hatta filmde ana karakterin, sırf yaşadıkları yeri bulamasınlar diye, dört arkadaşının kurşuna dizilmesine razı olması ve filmin sonunda o adada yaşayan insanların liderine, eğer ana karakteri vurursa adada kalabilecekleri teklif edildiğinde hiç tereddüt etmeden tetiğe basmasını bu duruma örnek olarak verebiliriz. Aslında film ütopyaların sadece birer hayalden ibaret olduğunu ve insanların birtakım hırslarını kontrol etmedikleri zaman nerede ve kaç kişi olurlarsa olsunlar birbirlerine zarar verebileceklerini ve ne kadar acımasız olabileceklerini gayet güzel bir şekilde gözler önüne seriyor. Yarattıkları o ütopya, filmi izlerken her ne kadar güzel gözükse de basit bir diş ağrısında bile yaşadıkları yerin ortaya çıkması korkusuyla doktora gidemiyor olmaları, aslında bize her güzel şeyin göründüğü gibi olmadığını göstermeye yetiyor. Filmde karakterler ilkel yaşam ve modern yaşam arasında o kadar çok gidip geliyorlar ki en sonunda rüya gibi başlayan bu film kâbusa dönüşüyor. Muhteşem bir sahile geliyorsunuz ve diyorsunuz ki “İşte burası cennet.” Ancak maceranızın cehenneme dönüşebileceğini tahmin edemiyorsunuz. Belirsizliğin olduğu yerde cennet nasıl yaşanabilir ki? Bembeyaz kumları ve berrak deniziyle film karakterlerince “cennet” olarak nitelendirilen kumsalda köpek balığı saldırıları eksik olmuyor. Ne cennet ama değil mi? Bacağı köpek balığı tarafından ısırıldıktan sonra yürüyemeyecek hale geldiği için arkadaşları tarafından bir çadırda yalnız başına ölüme terk edileceği bir cenneti kim ister ki? Hayatımız boyunca hep en güzel olanı ararız. Bulduğumuzda ise daha güzelini aramaya başlarız. Bildiğimiz ancak kabullenemediğimiz nokta ise, her zaman daha güzelinin olmasıdır. Cennet zannettiğimiz yerlerin de daha güzelleri vardır ya da hayalini kurduğumuz ütopyaların… Peki, onları aramak yerine kendi hayatımıza baksak ne olurdu? Belki de yeterince güzeldir. İster her zaman daha iyisini arayan bir maceraperest olalım, ister elimizdekiyle yetinen bir kanaatkâr olalım, dikkat etmemiz gereken tek şey hiçbir şeyin göründüğü gibi olmama ihtimalidir. Bunu ne kadar göz önünde bulundurursak hayatımız da o kadar tehlikesiz olur. Nasıl her kötülük cehennem değilse, her güzellik de cennet değildir. Mustafa Ekrem YILMAZ Ekin TURGUT ‘TANRI HER YERDE OLAMAZDI BU YÜZDEN ANNELERİ YARATTI.’ İzlediğim Gizli Dünya özgün adıyla Room filmindeki mükemmel, birbirlerinden kopmayan, tüm zorlukların üstesinden birlikte gelen anne çocuk bağı beni bu filmle ilgili yazmaya itti. Hayatta dört tip insan var derler; kadınlar, erkekler, çocuklar ve anneler. ‘Anne olmak.’ Söylendiği kadar kolay mıdır gerçekten? Her konuşana akıllı muamelesi yapamayız, her çocuk doğurana da… Anne diyorlar onlara da ama gerçek anlamda değil sanırım. Anneme sordum ben de. ‘Anne olmak hissedilir, içinden’ dedi, ‘En derinden.’ Hem güzel hem kötü bir hismiş. Her baktığında insanın içi cızlarmış. Her kapıdan çıktıklarında dua ederlermiş. ‘Allahım bıraktığım gibi geri getir…’ derlermiş. Hep kendinden bir parça vermek, kendinden çok evladını düşünmek, hep merak etmek demekmiş. Anne olmayanlar anlamazmış bu hissi. Anlamak için kalp gerekirmiş, içinin sevgiyle dolu olması gerekirmiş. Galiba çocuk doğduğu anda garip bir bağ oluşuyor anne ve çocuk arasında. Bazen güçlü bazen zayıf… Mesela bazısı sevgisini tam veremez mahrum bırakır çocuğunu bu sevgiden, bazısı sever aslında evladını. Öper, koklar. Ama uyurken… Bazısı çocuğunu hiç sevmez. Sevemez daha doğrusu. İstenmeyen bir şekilde, yanlış bir amaçla doğmuştur belki, bilemeyiz nedenini. Bazı annelerse çok sever çocuklarını. Kendilerinden daha çok severler. Çocuk bunu hissederek büyür. Anlar karşısındakinin onu ne kadar çok sevdiğini. Farkındadır tüm her şeyi. Mesela benim annem, babam gibi. Hep emindim ne kadar çok sevildiğimden. Hep ninnilerle uyudum, başım okşanarak sabahları uyandırıldım. Hep ‘Güzel kızım’ dendi bana. Hissettim yani hep ne kadar sevildiğimi. Herkese yetecek kadar sevgiyle doluydum. Annem hep arkadaşım oldu. Saygı duyduğum bir arkadaş. Mutsuz olduğumda hemen anlar, gözlerimin içine bakar, okumaya çalışır onları. Kitap okur gibi, anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Çok fazla kelimeye gerek yok zaten. Sevgi kelimesinin en içinde, en derinindeyiz biz. Biliyoruz bunu da, hissediyoruz çünkü. Hiç eksilmedim sevgisizlikten, hiç mahrum kalmadım. Mahrum kalanları gördükçe daha çok kıymetlerini bildim. Merak ettiklerinde kızdım bazen onlara ‘Bunaltıyorsunuz beni, bayıyorsunuz.’ dedim. Sonra ailelerinin hiç umrunda olmayan arkadaşlarımı gördüm. Mesela bir gün akşam üç kız dışarı çıkmıştık. Dört saat geçtikten sonra annelerimiz yavaş yavaş aramaya başlamıştı. Birimizinki dışında… ‘Ne ile döneceksiniz?’ dedi bize. Bizim annelerimiz alacaktı bizi. Yanımdaki arkadaşım söylenmeye başladı. ‘‘Annem de sürekli arıyor ya ‘Ne zaman döneceksin, saat kaçta alalım seni’ diye’’ dedi. Sonra mahsunlaşan arkadaşım beş saniye öylece kaldı, hiçbir şey söylemedi. Baktı etrafına, düşündü bir süre. Güldü sonra. Topuklu ayakkabısıyla ritim tuttu, elindeki bardakla oynadı, telefonunun tuş kilidini açtı, kapattı. Aynı şeyi bir kez daha yaptı. Sonra şifresini girdi, son arayanlara baktı. Telefonunun parlaklığını açtı ve bize çevirdi. ‘Bakın bakalım dört saattir beni arayan var mı? Bırakın dört saati bugün hiç arayan var mı? Siz şaka mı yapıyorsunuz ya? Sizi arayan, merak eden birileri var hayatınızda. Ben evden çıkarken annem nereye gittiğimi bile sormadı. Bıraktım tüm bunları bana bir gün bile ‘İyi misin kuzum?’ demedi. Sarılmadı bana hiç, onun omzuna hiç kafamı yaslamadım kızlar. Bana hiç sınavdan neden düşük aldığımı sormadı, çantamı karıştırmadı, günlüğüme bakmadı, telefonumu kontrol etmedi. Siz bunlardan şikayet ederken içimden hep ‘Keşke tek derdim bu olsa’ derdim. Keşke bunlara sahip olsaydım da şikayet etseydim. Sevseydi keşke beni ya, sorsaydı nasıl olduğumu. Beni hiç ‘Günaydın kızım’ diye uyandırmadı. Yani kısacası galiba bana bakınca babamı görüyor. Bu yüzden beni sevmiyor, merak etmiyor, sormuyor, umursamıyor, sarılmıyor, öpmüyor. Ve bu gerçekten hiç adil değil. Bu arada siz gidin ben daha buradayım.’ Bunları buraya yazarken ne kadar zorlandıysam onu orada dinlerken de o kadar zorlandım. Orada hissettiğim duyguları şu an buraya aktaramıyor olabilirim ama bu konuşma gerçekti. Bir anda utandım kendimden. Hem kendimden hem annem beni merak ediyor diye söylenmemden. Resmen bencillikte dünya markası olmuştum ama haberim yoktu. O zaman anladım zaten annemi, hak verdim ona. Haklıydı her zamanki gibi. Zordu anne olmak daha doğrusu anneliği anlamak. Çocukla bağ kurmak, anneyle çocuk arasındaki sevgi gökyüzüne bakınca bulutlardan şekil yapmak gibi bir zanaattı, sanattı galiba. Ben de bilmiyorum ki anne olunca anlarmışım annem öyle dedi… Karakaya 1 Yağız Berk Karakaya 21502648 TURK 102-64 Değişimin Sonsuz Izdırabı Sonsuz bir sıkışıklığın içerisindeyim sanki. Damarlarımı bir şeyler sıkıyor, kanım yer yer daha şiddetli akarken, damarlarım da yer yer tıkanıyor gibi hissediyorum. İçimdeki bu sonsuz ikilem, başımdaki deriyi ellerimle çekiştirerek yırtıp kafatasımı bir yerlere vurarak parçalama isteği doğuruyor. Mutlak sabitliği, sonsuza kadar sürecek bir değişimsizliği arzuluyorum umarsızca. Ruhum, âdeta bir kadırganın fırtınada savruluşu gibi, bedenimin içerisinde rahatsız edici bir dansa tutuşmuş. Bir bebeğin annesinin karnını acımasızca tekmelemesi ama bundan haberi olmaması gibi, o da belki kendi bilinci olmadan eziyet ediyor benliğime. Bazen dingin bir deniz gibi soluksuzca bekliyor, bazen de kasırgalar koparıyor iç organlarımın arasında koşa koşa. Beynimin içinde sağa sola çarparak dolaşan elektronlar, sanki kafamın derinliklerinde şiddetli bir sızıya neden oluyor. Bildiğim, hatırladığım ve hatırlamasam da bilinçaltımın saklamaya devam ettiği her bilgi, sanki kulaklarımdan, gözlerimden, ağzımdan veya burnumdan dışarı fırlamaya çalışıyor. Değişimin ve hatta gelişimin vücudumun her zerresinde yarattığı bu korkunç his kasırgası, sanki her şeyin sonu gelmişçesine bir umutsuzluk dolduruyor içime. Değişim… Değişim ve onun küstahça bakışları… Değişim ve onun habersizce gelişleri… Değişim ve onun aldırışsızca getirdikleri… Ona öyle bir şekilde zarar vermek istiyorum ki, varoluşuna sebep olan her noktası ve hatta onu var eden ve ondan bağımsız olan diğer her şey, asırlar boyunca güneşin çekirdeğinde kavrulurcasına acı çeksin. Sıradanlıkta yatan o mükemmelliği, bayağılıkta yatan o ihtişamı fark edemeyenleri evrenin öteki ucunda bir gezegene bırakıp onlarsız bir hayat sayesinde sabitliği biraz olsun sağlayabilir miyiz? Aynılığın ruhumuzda bıraktığı o eşi benzeri olmayan lezzeti biraz olsun tadabilir miyiz? Bu düşüncelerin beynimde her an yeni bilgi depoları oluşturduğunu, hafıza evimde yeni odalar ve o odalarda da yeni çekmeceler inşa ettiğini hissetmek bile, karnıma defalarca saplanan zehirli bir hançerin yaratacağı etkiyi yaratıyor bünyemde. Değişime karşı Karakaya 2 kustuğum bu amansız nefret bile zihnimde yeni elektronların dolaşmasına sebep oluyorsa, kendime ihanet etmediğimi söylemek için koşulsuz şartsız bir deli olmam gerekiyor. Yaklaşırken bile ruhumda yarattığı onca bozulmanın ardından, gelişiyle ve o geriye alınamaz etkileriyle de beni perişan etmeye devam ediyor değişim. Bir ceylan nasıl can havliyle kaçmaya çalışırsa aslandan, nasıl ümitsizce de olsa boşaltırsa ciğerlerindeki son havayı bir adım daha uzaklaşabilmek için, işte ben de öyle korkuyor ve öyle uzaklaşıyorum değişim denilen kaçınılmaz lanetimden. O bırakmıyor peşimi, vazgeçmiyor, hatta zamanın kendisiyle iş birliği yapmışçasına, geçen her zaman biriminde tekrar ve tekrar gerçekleştiriyor kendini. Tekrar ve tekrar hissettiriyor varlığının acısını iliklerime kadar. Geldikten sonra da, bir ceylanın, boğazı aslanın ağzındayken durmak bilmeyen çırpınışlarını andırıyor çırpınışlarım. Belki de ölümdür ruhumu dingin bir huzura kavuşturacak tek gerçek. Belki de ölümdür beni bu acımasız değişim döngüsünden çekip alıp uzaklardaki durgun bir okyanusa hafifçe bırakacak olan. Hayalini kurarken bile zihnimde yaşanan değişimlerin çektirdiği ızdırap, belki de onunla son bulacaktır. Zihnimin derinliklerinde bir yerde, hep ona duyduğum merakla yaşıyorum bu dünyada. Hep onun sabitliğinden ve dinginliğinden gelen etkileyiciliğini bastırıyor sanki bilinçaltım. Her şeye rağmen, ölümün değişimsiz bir tek gerçek olduğunu düşünüyorum bazen. İçimi kurutan, ruhumu kasıp kavuran bu değişim ve dönüşümün sonunu getirebilecek yegâne gerçeklik odur belki de. İşte bu kurtuluş umuduyla, her gün benim için daha da çekilmezleşen bu fırtınalı dünyaya katlanmak adına, biraz daha kalın duvarlar çekmeye çalışıyorum duygularımla zihnim arasındaki o asma köprüye. Mağduriyetin Kıyısındaki Mübarek Kadınlar Güzide ülkemiz üç tarafı nefret cinayetleriyle çevrili bir yarımada. Nefret cinayeti kurbanı kadınlar, LGBT‟ler; göz göre göre canlarını yitiren işçiler… Türk-Müslüman- Sünni zihniyet içinde eritilmeye çalışılan etnik ve dini gruplara yönelik ayrımcılıklar ve nefret söylemleri de cabası. Ne var ki tarih de edebiyat da bunlarla ilgilenmiyor. Tarih bu topraklarda yaralanmadan, örselenmeden kalanları yazıyor. Edebiyat mağluplarla değil, kahramanlık hikâyeleriyle besleniyor. Şimdi asıl önemli soruya gelelim. Bu kadar kahramanlık hikâyesi varken mağluplar nerede? Madem tarih kahramanların tarihi, o halde geride kalanların hikâyesini kim anlatacak? Gaye Boralıoğlu, Mübarek Kadınlar‟da işte bu görevi üstleniyor. Amacı, çoğunluğa göz kırpmadan azınlığı anlatmak. Odağında ise kadın hikâyeleri var. Mübarek Kadınlar çok geniş bir yelpazede kadın hikâyelerinin toplandığı bir kitap. Aslında tam da bu yüzden kitabı okumaya başladığımda çok heyecanlanmıştım çünkü bu kitapta kadınlar figüran değil, tam aksine başroldeler. “Pilavcı Karısı” hikâyesi iki duvar arasına sıkışmış bir hayatın özeti gibi. Hayatı boyunca tavuk diden bir kadının sorgu sırasında anlattıklarından oluşuyor. Aslında bu açıdan bana Dario Fo‟nun Kadın Oyunları ‟ndaki “Yalnız Kadın” monoloğunu hatırlattı. Tıpkı oradaki gibi kapitalist sistemin kadını da erkeği de nasıl baskı altına aldığı gün gibi ortada. Kadının maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel şiddetin yine kadının kendisi tarafından trajikomik bir dille anlatılması iki eserin de ortak noktası. Hikâyenin buraya kadarki kısmı bir hayli tanıdık değil mi? Ama asıl vuruş sonunda geliyor. Boralıoğlu mağduriyet anlatısı kurmadan pilavcı karısını mağrur bir kadına dönüştürüyor. Aslında tam da burası içimden büyük bir coşkuyla, “Pilavcı karısı bütün işçi kadınların intikamını aldı.“ dediğim yer. Hem insan ona arka durmadan edemiyor ki. Sonuçta, bütün hikâye mağduriyet sınırında geçiyor; sonunda mağrur ya da mazlum olmak Boralıoğlu‟nun elinde ama o mağrur olmayı seçiyor. Böylelikle pilavcı karısı mağdur ama edilgen olmayan kanlı canlı, gerçek bir karaktere dönüşüyor. “Pepuk Kuşu” ise Dersim’in kayıp kızlarından birinin yıllar sonra dile gelmesinin hikâyesi. Bana yaşanan kıyımın, dökülen kanın nasıl da unutulmayacağının, hafızanın bin kat da altında olsa bir gün su yüzüne çıkacağını hatırlattı. Ben de Xece’yle birlikte onun dilinde Pepuk Kuşu şarkısını söylemek istedim. Bu hikâyede Dersim’den bir subay tarafından muhtemelen besleme olsun diye kopartılıp Çanakkale’ye getirilen Xece hayatının son deminde gerçek adını hatırlıyor, ana dilinde dile geliyor. Hem Xece olup da isyan etmemek mümkün mü? Hikâyenin sonunda ise şu soru aklımdan çıkmıyor: En ağır hastalıkların bile unutturamayacağı geçmişin altında ezilmek, reva mı Xece’ye? “Ali‟nin Gözleri” hikâyesi ise beni bir şekilde huzursuz etti. Hikâye askere giden bir koca ve karısı üzerine kurulu. Ne var ki askerdeki kocasının bacağı kopan kadın, askeriyenin militarist yapısı içine yedirilen bu şiddeti hiç sorgulamıyor. Kocasının gerek psikolojik gerekse fizyolojik yaralarını sarmaya çalışıyor. Sonra bu da yetmiyor, „aşk‟ adı altında kocasına yaklaşmak için kendi bacağını kesiyor. Kadın nedense asıl tersliğin kocasının askere sağ salim gidip tek bacakla dönmesinde olduğunu görmüyor. Aslında bu tam da egemen zihniyetin istediği şey değil mi? Doğrusu hikâyeyi okurken sormadan edemiyorum: Nerede azınlığın anlatısı? Nerede askeriyede bir hiç uğruna ölenler? Boralıoğlu‟nun ne yazık ki bu sorulara verecek cevabı yok. Ya da var ama cevaplar iktidarın camlarının arkasına gizlenmiş. Ne kadar bakarsak bakalım bakışımız hep çoğunluğun, iktidarın bakışı. Sonuçta başta her ne kadar mağlupların, geride kalanların hikâyesini kim anlatacak dediysek de, onların hikâyesini sadece derlemek yetmiyor. Aynı zamanda onları, iktidarın bakışından uzakta, en az „kazananlar„ kadar kanlı canlı figürler olarak anlatmak gerekiyor. Böyle olmayınca insanların yaşantılarını, mağduriyetlerini kendi hikâyemizin serencamına uygun biçimde kullanmaktan öteye gitmiyoruz. Belli ki Boralıoğlu geride kalanların, azınlıkların hikâyelerini anlatmaya çalışmış. Ancak “Pilavcı Karısı” ve ”Pepuk Kuşu” gibi hikâyelerindeki tutumu kitabın geneline yayılmayınca , çabası iyi niyet olarak havada asılı kalıyor. Ezgi Büşra Bilgin Çağatay Sel Düşünen İnsanın Yalnızlığı Yalnızlık genelde insanın tek başına olmasıyla, etrafında etkileşime geçebileceği insan olmamasıyla bağdaştırılır ama yanlıştır bu düşünce. İnsan şüphesiz en çok kalabalıklar içindeyken yalnızdır. Etrafı çeşit çeşit insanla doludur. Konuşmak ister ama konuşamaz. Bunun sebebi de konuşacak bir şeyinin olmaması değil tam tersi söyleyecek çok fazla şeyinin olmasıdır. Anlatmak ister derdini, hayallerini. Düşüncelerini diğerleriyle paylaşmak, onların da fikrini almak ister ama karşısındakilerin anlayamayacağından korkar. Ya da daha kötüsü yanlış anlayacaklarından, onu yargılayacaklarından, farklı olduğu için dışlayacaklarından korkar. Hep içine atar söylemek istediklerini. Eğer gerekirse kendi kendiyle konuşur ama dışarıya aktarmaz ne hissettiğini. Çocukken hep araştıran, yeni bir şeyler öğrenmeye hevesli biriydim. Ne zaman evdeki bilgisayar bozulsa saatlerce oturur bilgisayarı nasıl tamir edebileceğime bakardım internetten. Sanırım internetin en sevdiğim yanı da iyi bir araştırmayla bilgisayar tamirinden, yemek tariflerine kadar her türlü bilgiye ulaşabilmemdi. Ne zaman bir şeyler araştırmak için bilgisayarın başına otursam konudan konuya atlar, başlangıçta araştırdığım şeyle hiç alakası olmayan yeni bilgiler öğrenirdim. Lisede tarih ve felsefeyle tanışmamdan sonra da bu huyum devam etti. Sezar’ı araştırırken Roma’yı, Roma’yı araştırırken Cicero’yu, Aristo’yu tanıdım. Benden binlerce yıl önce yaşamış insanların sohbetlerine katıldım. Fikirlerini düşündüm onların fikirlerine karşı kendi fikirlerimi öne sürdüm. Otobüs beklerken, metroda, ne zaman boş vaktim olsa hep onların fikirlerini nasıl ilerletebilirim diye düşündüm. Özgür irade mümkün müdür? Bilgi doğuştan mıdır? Kafamda hep bu sorular vardı. Kendimce cevaplar verirdim bu sorulara ama kafamdaki bir soru işaretini giderirken tek yaptığım yerine onlarca yenisini getirmekti. Bir noktadan sonra dönüp etrafıma baktığım zamansa beni yakan bu ateşin diğer insanları yakmadığını fark ettim. İnsanlar felsefeyi sadece lisede anlatılan bir ders; merak etmeyi, sorular sormayı, düşünmeyi ise boş uğraş olarak görüyorlardı. Ben aradan geçen binlerce yıla rağmen kendilerinden söz ettirebilen insanları merak ediyordum ama onların akıllarında tamamen farklı şeyler varmış. Düşünmeyi lisedeki felsefe derslerinden sonra bırakan, merak ve ilgilerini kaybeden bu insanların akıllarında favori ünlülerinin yeni sevgilisi ya da en sevdikleri dizinin yeni bölümünde ne olacağı gibi şeyler varmış. İlk başlarda anlam veremiyordum bu duruma. Bir insan neden hiç tanımadığı biri hakkında ya da kurmaca olan bir televizyon şovu için bu kadar kafa yorarken neden hiç tanrının varlığını, güzellik kavramının ne olduğunu merak etmez diye düşünüyordum. İsterseniz kibir deyin isterseniz küstahlık ama hâlâ da anlam veremem insanların neden böyle gereksiz şeylerin üstüne bu kadar düştüklerine. Milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan ve insanoğluna dünyanın bütün nimetlerini açan düşünme yetisini neden kullanmıyoruz? İnsanlar gerçekten merak mı etmiyorlar yoksa sabah sekiz akşam beş çalışırken vakit mi bulamıyoruz düşünmeye? Ya da zor mu geliyor bilinmeyeni tahmin etmeye çalışmak? İnsanlar genelde kendilerine neden düşünmediklerinin sorulmasından hoşlanmazlar. O yüzden yüksek sesle sorulmaz bu sorular sadece kulaktan kulağa fısıldar filozoflar. Çünkü bilirler ki farklıdır düşünen insan ve pek sevilmez bu yüzden toplumda. Galileo’nun yargılanması, Sokrates’in zehir içirtilmesi, Cicero’nun başının kesilmesi bunun ispatıdır. Onlar da kabuklarına çekilirler kendilerini korumak için, uzaklaştırırlar kendilerini toplumdan. İşte böyle başlar düşünen insanın yalnızlığı. Ne kadar kulağa kötü bir şey olarak gelse de sakın yalnızlığın kötü bir şey olduğunu çıkarmayın bu yazdıklarımdan. İnsan çoğu zaman kendisiyle olan sohbetlerinde bulur sorularının cevaplarını. En üretken olduğu dönemdir insanın yalnız olduğu dönem. İnsanı gelişmeye, ilerlemeye zorlar yalnızlık. Cem Şancı’nın da Yalnızlık Doktorası’nda dediği gibi “Yalnızlıkla barışmak olgunlaşmaya uzanan yolda ilk adımdır.” O adımı bir defa attı mı insan o zaman başlar merdivenleri çıkmaya. Ancak merdivenlerin sonunda bulabilir huzurunu yalnız adam. Cem Akçakaya PAPAZ’IN BAĞI Ankara’nın orta yerinde, yarım yüzyıllık çınarlarla, asma bahçelerle, bol yeşillikle göze ve ruha hitap eden, dere sesiyle kulağı okşayan bir yer olsa keşke değil mi? Varmış zaten. Ankara denince doğal ortamı bozkır ve kuru havadan öteye gidemeyen, beşeri tarafı gri binalardan geçilmeyen bir şehir görüntüsü geliyor insanın gözünün önüne. Hafta sonu keşfettiğim yer işte bunların tam zıttı olan, Ankara’dan çok sanki Marmara Bölgesi’ndeki bir şehirde yer alması gereken bir yer gibiydi. Papaz’ın Bağı’ndan bahsediyorum. Hafta sonu başkentte kültürel bir etkinlik dışında yapılacak pek de bir şey olmadığı için sızlanırken, annem imdadıma koştu ve “Papaz’ın Bağı’na gittin mi sen hiç?” dedi. Ben, o da neresi der gibilerden bir bakış atınca yerini tarif etti. Annemin Çankaya’da bir adres vermesine şaşırmıştım çünkü biz Ankaralılar bir parça yeşillik görebilmek ümidiyle kilometreler boyu süreriz arabamızı. Genelde bu uzun yolculukların en güzel karşılığı da ODTÜ’ye bağlı olan Eymir Gölü’dür. OR-AN’da TRT merkez stüdyolarının arkasında bulunan bu vaha da özellikle bisiklet meraklıları için iyi bir alternatiftir ama uzak sayılabilir. Gölbaşı’nda bulunan Mogan Parkı gibi yerler de estetik hiçbir unsur taşımayan ve aslında yeşillikten çok yine beton olan piknik alanlarından başka bir şey olmadığından tercih edilmez. Şimdi bunların aksine şehrin göbeğinde bir yere doğru yola çıkmış olmak beni epey şaşırtsa da, annemle aramızdaki kuşak farkından ötürü onun beğendiği bir yeri beğenmeme hakkımı da saklı tutuyordum. Ama daha oraya varır varmaz annemin nasıl da zarif bir zevki olduğunu anlayacaktım. 1963 yılında eskiden bir papaza ait olduğunu öğrendiğim bu yer, kelimenin tam anlamıyla çölün ortasında bir vaha. Biraz bakımsız olsa da çok sorun etmedim, hatta el değmemiş havasından ötürü hoşuma bile gitti diyebilirim. Yaş ortalaması bir hayli yüksek, dolayısıyla burada hayat daha ağır akıyor. Bu bakımdan, yoğun ve kalabalık geçen şehir hayatı içerisinde durup soluklanmak için çok iyi bir yer. Semaver kültürünün devam ettiği, süs havuzundaki kaz seslerinin tavladaki pul seslerine karıştığı bu yerde, ister yemek yiyin, ister nargile tüttürüp keyif yapın. Kat kat inilen ufak bir vadiye kurulmuş olan masa sandalyelerden hangisine oturursanız oturun, keyifli bir gün olacağını hemen anlıyorsunuz. Fakat bu keyif ne yazık ki sadece ortamın sağladığı keyif. İşin bir de “insan” kısmı var. Ne yazık ki “işletmecilik” denen olgudan burası da nasibini bir hayli almış ve sıradan bir kafe mantığıyla işletiliyor. Her katın başka bir kafeye ait olduğu bu yerde, kimisi menü getirmeyip kafasına göre fiyat biçerken, kimi siparişi eksik getiriyor, kimi temiz getirmiyor. Kısacası “senin gibi müşteri bizde çok, sen gidersen yenisi gelir” mantığı hakim ve müşteriye çok da saygısı olmayan kimselerce işletilmesi bir hayli üzücü. Eski Ankara’nın bir parçası olan Papaz’ın Bağı’nı, keşke eski Ankara görgüsü ve terbiyesinden nasibini almış kişiler işletse; böylece hem doğal hem de beşeri faktörlerin tamamen keyif verdiği gerçek anlamda bir cennete düşmüş olurduk.Yine de dört tarafı binalarla çevrili, hem sigaradan hem arabaların egzozundan duman altı olan sıradan bir kafeye gitmektense, burayı tercih ederim elbette. Yeri Gaziosmanpaşa’daki Kuleli Sokak’ta olan bu gizli bahçeye otobüsle de kendi aracınızla da gidebilirsiniz. Eski Ankaralıların keyfine ortak olmak için çok da beklemeye gerek yok, hazır havalar da ısınmışken Papaz’ın Bağı iyi bir tercih olacaktır. YOLLAR İZMİR'E ÇIKINCA Yolculuklar hakkında her insanın anlatacağı farklı şeyler vardır şüphesiz. Çünkü yollar herkes için farklı anlamlar ihtiva eder. En basitinden “kiminin yolları ekmeğe çıkar, kiminin şaraba”1. Fakat hemen her yolcu için ortak bir şey vardır ki o da yola bir amaçla koyulduğumuzdur. Gidilmesi gereken yerlerimiz ve gitmek için sebeplerimiz vardır. Zaman, mekân, yolcu ve yolculuk bu sebeplere birer vasıtadır. Bunu idrak ettiğim günün akşamı, sebebi veya amacı olmayan bir yolculuğun içine atılma iştahıyla kabarmış halde buldum kendimi. O hafta sonu derme çatma bir seyahat çantası hazırladım hemen, kafamda nereye gideceğime dair bir taslağın şekillenmesine kati surette izin vermeden bir solukta AŞTİ’ye gittim. Aldığım soluğu verirken görevliden İzmir’e bir bilet istedim. İzmir’i tercih etmemin nedeni sanıyorum İzmir’e gitmem için bir nedenimin olmamasıydı. Saatler içerisinde sağ elimde bavulum, sol elimde otobüs biletimle ben bir “yolcu”ydum. Koltuğuma yerleştim, içimde her saniye büyümekte olan heyecanıma rağmen kafamı koltuğa yasladığım gibi uykuya daldım. Günün ilk ışıklarının omzuma düşmeye başladığını vücuduma yayılan ılıklıktan hissediyordum. Göz kapaklarımı kaldırmamakta direttiğim için görme yerine dokunma duyumu kullanmaya bir süre daha devam ettim. Biraz sonra cama yasladığım başımın sert bir darbe almasıyla patika bir yola girdiğimizi anlayıp gözlerimi açma zahmetinde bulundum. Karşılaştığım mavilik, mahmurluğumu atmama yetti. Deniz bütün güzelliğiyle sere serpe karşımdaydı. Ankaralı birinin güne denizi görerek başlamasının ne denli muhteşem bir his olduğunu anlıyorsunuzdur sanıyorum. İşte içimde henüz filizlenmiş o muhteşem hisle otobüsten indim ve ilk durağım olan Basmane’ye, kalacağım hostele gittim. Basmane oldukça eski bir yerleşim yeri. İzmir’in pek çok muhitinde olduğu gibi burada da eskiden Rumlar yaşamaktaymış, bugünse başta Türk, Rum, Arap olmak üzere farklı etnik kökenlere sahip birçok insana rastlamak mümkün. Kaldığım hostel de bölgedeki diğer yapılar gibi varlığından ancak içeri girdiğimde haberdar olduğum arka bahçesi, tavanları oldukça yüksek odaları ve üzerine basınca acı çekercesine gıcırdayan yer döşemeleriyle 250 yıllık geçmişini ele vermekten çekinmedi. Odama yerleştikten hemen sonra oda arkadaşlarımın tavsiyesiyle denize gitmek üzere yola koyuldum. Yaklaşık iki buçuk saatimi alan ve gitmekten vazgeçme fikrine defalarca yaklaşıp teğet geçtiğim bir periyodun ardından kendimi Foça’nın serin sularına bıraktım. Mavi, olağanca cazibesine rağmen yeşili kendine çekmeyi başaramamış olacaktı ki etrafta ağaçlara tek tük rastlıyordum. Ne yazık ki bölgede turistik anlamda da büyük bir yatırımın olduğunu söyleyemem. Ama dinginlik arayanlara tavsiye edebileceğim ilçeler arasında yerini aldı. Yine iki üç saat süren bir yolun ardından nihayet akşam saatlerinde Foça’dan dönmüş oldum. Alsancak sahili boyunca yürüyüş yapmak niyetiyle kahve aldım. Fakat şiddetli esen rüzgâr ve yüzüme yüzüme atıştıran yağmur sebebiyle bu pek mümkün olmadı. Sıcaklıkta gözlemlediğim bu ani düşüş İzmir hakkındaki beklentilerimi pek karşılamadı, itiraf etmeliyim. Elimde hayal kırıklığım ve kahve bardağımla titreye titreye konakladığım yere geri döndüm. Odamda kalan diğer gezginlerle yaptığımız kısa ve keyifli sohbetten sonra yatağıma uzandım. Ancak uykuya dalmakta biraz zorlandım çünkü ne zaman gözümü kapatacak olsam odadaki yabancı insanların bakışlarını üzerimde hissediyordum. Gereksiz olduğunu sonradan anlayacağım birtakım endişelerime rağmen ilerleyen dakikalarda uykuya dalmayı başardım. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde sırt çantamı toplayarak kaldığım yerden ayrıldım. Kahvaltıda İzmirlilerin dilinden düşürmediği, menüsünden eksiltmediği; İzmirli olmayan pek çok insanınsa “hamur işi” kelimesinden daha fazlasını layık görmediği boyozu tatmaya karar verdim. Oldukça meşhur bir fırının önüne vardığımda karşılaştığım uzun sıra beni birazdan tanışacağım lezzet konusunda heyecanlandırdı. Pek çok çeşidin arasından ballı, mercimekli, sade ve çikolatalı olmak üzere dört boyoz alıp çıktım. Diğer yerlere göre biraz daha pahalı satmasına rağmen gayet düşük bir bütçeyle karnınızı doyurabileceğiniz güzel bir boyozcu olduğunu düşünerek Kordon’a doğru yol aldım. Bir yandan denizin rüzgârla dansını izliyor, diğer yandan damağımın yeni bir lezzetle tanışmasına keyifle tanık oluyordum. Birkaç saat içinde yeni durağım olan Tarihi Asansör’e ulaştım. Turistik bir cazibe merkezi haline gelmesine rağmen asansörü ücret ödemeden kullanabiliyor olmamız beni hem şaşırttı hem de Ankara ile kıyas yapmaya itti. Bizim oralarda on üç kat çıkmanın bedeli on üç liradan aşağı olmazdı, diye içimden geçirdim. Karşıma çıkan şehir manzarası ile bu düşüncelerden hızla sıyrılıp o an İzmir’de olmanın keyfine vardım. Öğlen yine İzmir’e gelince mutlaka tadılması gereken yemeklerden biri olan söğüşü tatmak üzere bir restorana oturdum. Yaklaşık bir saatimi restoran sahibi teyzeyle sohbet ederek, savaşmayıp “söğüş”erek geçirdim. Son durağım İzmir Saat Kulesi’ydi. Meğer burası İzmirliler için bir başlangıç noktasıymış. İnsanlar birbirini burada bekliyor, buluşma yeri olarak burayı seçiyormuş. Haliyle ben de gittiğimde kol saatine attığı sık bakışlarıyla birini beklediği alenen anlaşılan birkaç orta yaşlı bayana; camiden yeni çıkmış, soluklanan amcalara ve muhabbet eden teyzelere rastladım. Ankara’ya dönüş vaktimin yaklaştığını fark edip tam otogara doğru gitmeye yelteniyordum ki gözüme sevgili olduklarını anladığım bir çift çarptı. Saat Kulesi önünde buluşmak üzere birbirlerine doğru ilerliyorlardı. Bir süre hareketsiz kaldım, filmin sonundaki kavuşma sahnesini bekler gibi onları seyrettim. Attıkları her adım nasıl da gittikçe daha büyük bir anlam kazanıyordu? Düşündüm. Son iki günde yaşadıklarımı zihnime getirdim. Bir sebebim olmadan geldiğimi sandığım İzmir’de saatler içinde fark etmeden ben de bir şeyler peşinde koşar olmuştum. Yolda olmanın, yolcu olmanın bir sebep gerektirmediğini sanarken adımlarımı yeri gelmiş deniz, yeri gelmiş boyoz için atmıştım. Evet, yavaş yavaş anlıyordum ki yolculuklar hakkında iki şey kaçınılmazdı: yolları yalnızca sebepleri var ederdi ve “Yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilirdi”2 . KAYNAKÇA: 1-2. İlhan, Attila. “Şahane Serseri”.Sisler Bulvarı. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.Baskı. SADECE BİR RESİM DEĞİL, RESİMDEN DAHA ÖTESİ! Bazen bir resim veya bir fotoğraf bize değişik hisler ve hazlar yaşatır. Bazen korkarız ve bazen de sanki buharlı bir tren aniden üzerimize gelirken siren yaparmışçasına ürkek bir hâle dönüşürüz. Bu yüzden insanoğlunu bu çalışmaları nadide sanat eserleri olarak dikkate alır. Her bireyde farklı hisler, farklı düşünce ve çağrışımlar uyandıran bu olağanüstü durum, dünyaca ünlü bir fotoğrafta en üsttedir ve hatta bütün yorumlar, incelemeler ve eleştiriler yapılmasına rağmen hâlâ sırrı tam olarak çözülememiştir. O muhteşem ve insanları adeta hücrelerine kadar etkileyen eser; mucit, dâhi ve belki de dünyada en çok iz bırakan sanat adamlarından Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sıdır. Kimi insanlar ona baktığında hiçbir şey hissetmediklerini söylerler, kimisi de bu donuk suratlı ama aynı zamanda da derin bir gülüşe sahip olan Mona Lisa’ya hayran kalırlar. Milyarlarca insan bu resmi farklı yorumlar ve bu sayede değişik düşünceler ortaya çıkar. Peki, nedir bu enteresan durumun sebebi? Bir eser ve bir kadın nasıl bu kadar esrarlı olup insanların binlerce değişik fikirler düşünmesine yol açabilir? Bir resim, bir görüntü ve bir kadın… Sanki ilk okunduğunda bu 3 kavram nasıl birbirlerini tamamlar dersiniz. Birbirlerinden bağımsız ve hiçbir örüntüsü olmayan kavramlar… Fakat esere baktığımızda öyle değildir. Bazen sanki her türlü yoğunluğu, işi, derdi ve tasayı bırakıp bir sahil kabasına yerleşmişiz hissi verir Mona Lisa. Huzur ve mutluluk doldurur içimizi. O derin ve içten gülüşü bizim bu dünyada yaşadığımız sıkıntıları unutturur, çiçek ve mükemmel esans kokuları gelir burnumuza. Sanki cennetteyizdir ve Mona Lisa bize doğru gülerek gelmektedir. Bunların tam tersine, bazen baktığımızda bir daha asla bakmamak gerektiği hissi gelir. Karamsarlık, buhran, bunaltı, ürkünçlük, sıkıntı, stres ve hatta daha fazlası olarak intihara sürükleyecek düşünceler… Bunların hepsi Mona Lisa’nın sunulduğu ortam ve atmosferle alakalıdır belki de. Belki de bizim yaşadığımız ve hatırlamak istemediğimiz karanlık ve cefalı zamanlarla alakalıdır. Bu istenmeyen durum çerçevesinde, Mona Lisa’nın tatlı gülüşünün aslında ne kadar sinir bozucu ve insana cinnet verecek bir hareket olduğunu düşünürüz bazen. Sanki bizimle alay etmektedir; kilomuzla, boyumuzla, fiziksel görünüşümüzle ve belki de düşüncelerimizle, tabularımızla ve hareketlerimizle. Hangi insanoğlu rahatsız olduğu bir konuyla ilgili dalga geçilmesini ve kendine gülünmesini ister ki? İşte Mona Lisa tam olarak bunu yapmaktadır bizim kasvetli ve siyah dünyamızda; bizi bulunduğu zengin ve rahat ortamından iğnelemekte ve dalga geçici bir gülüş atmaktadır. Bazen Mona Lisa ne mutluluk ne de karamsarlık çağrıştırır; muhteşem bir sanat eseri ve onun hâlâ çözülemeyen muhteşem etkisini çağrıştırır. Sanatsal bir yaklaşımla ve haz duymak için baktığımızda açıkça görürüz; bu eser dünya standartları dışında bir eserdir. Asırlar boyu konuşulmak, tartışılmak ve bakılmak için oluşturulmuştur hatta sanki Leonardo Da Vinci bunun olacağını tahmin ederek bu eseri ortaya koymuştur. Baktığımızda sanki o dönemlere gideriz. Binaları, insanları, kıyafetleri, sesleri ve kültür yapısını iliklerimize kadar yaşarız. Bu sefer de Mona Lisa’nın gülüşü bize bu hazzı yaşatmak içindir. Âdeta, bana bakın ve tarihi yaşayın der gibidir. Haklıdır, fakat bu insandan insana değişir. Bu durumdan dolayı da Mona Lisa oluştuğundan beri incelenmekte ve yorumlanmaktadır. Her insana yaşattığı his farklı ve giderek bu etkisini arttırmaktadır. Muhteşem bir eser, muhteşem bir sanatçı ve binlerce fikir. Bu kelimelerin hepsi dünyanın en ilginç ve en mükemmel eserlerinden biri olan Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sı için söylenmiştir. Onun her bir boyası, her bir noktası ve her bir inceliği adeta sanatsal zenginlik ve kalite kokmaktadır. Belki de bu yüzdendir ki her insan ona baktığında farklı hisler yaşar. Kimisi mutluluktan uçar ve kendini Mona Lisa’nın içimize sıcaklık veren gülüşüyle özdeşleştirir. Bu insanlar için artık mutluluktan daha üst bir mertebe yoktur, dünyaya gülmek için gelmişizdir. Kimisi korkar, kendini bir uçurumdan düşüyormuş gibi çaresiz ve dehşete düşmüş hisseder. Bu düşüşte her şeyini düşünür; geçmişini, korkularını, pişmanlıklarını ve kaçınılamayan meçhulü; ölümü. Kimi insanlar da sanatsal ve zevksel bir açıdan bakar. Onun muhteşem duruşuna, gülüşündeki sırlık duruma ve sanatın en güzel ve en saf haline bakarlar. Mona Lisa yıllar önce adını duyurmasına rağmen bu durum günümüzde katlanarak devam etmektedir. Belki de gelecek zamanlarda bunun sırrı bilimsel olarak çözülür fakat şu yadsınamaz bir gerçektir ki Mona Lisa hâlâ adı tam olarak konulamayan bir etkiye sahiptir ve en harika sanat eserlerinden biri olarak kabul görmeye devam edecektir. ŞÜKRÜ EMRE ERTOP Kaynakça: Da Vinci, Leonardo. Mona Lisa. 1503-1506. Oil on wood. Louvre, Paris Ege Çağatay Bataklıktan Bildiriyorum: Kokuyor! Sol bacağıma bir ağrı saplandı ve çimlerin içine gömüldüm. Burnumdan nefes aldığımda suni çimler solunum sistemime hızla nüfuz etmeye başladı. Ben de çareyi ağzımdan nefes almakta buldum. Bugün yenilmemeliyim çünkü bir kez daha yenilmem bunu kanıksamamı sağlayacak. Kanıksamak, beraberinde rutini getirir ve rutin, evrende en korkulası şey olmalı. Kulübeye sorun olmadığını vücut dilimle ifade etmeye koyuldum. Günün sonunda sol bacaksız da kalsam savaşım sürmeliydi. Gözlerimi kulübeden bacağıma kaydırdım ve hafıza isimli fotoğraf rulomda sıradaki karede bacağım ve ben birlikte bir sedye üstünde yer alıyorduk. Yenilmiştik. Evet, yazının girişinde size bir anı sundum. Bu anı benim, babamın, kayınımın veya Kumburgaz’daki yazlık arkadaşımın değil. Gelişigüzel yazılmış bir yenilgi örneği yalnızca. Bu çizilen profil sakatlanan bir amatör futbolcuya ait ve eminim siz de bunun yüzlerce benzerini dinlediniz. Bu tip hikaye dinlerken tek yaptığım onaylamak oluyor. Kalkıp dışarıdan biri olarak “Emin abi, bu sakatlanma anın seni son derece geliştirmiş olmalı.” demek de fazlasıyla manasız. Bu abi şu an babadan yadigâr bir çaycı işletiyor olabilir, belki de kapağı devlete atmıştır. Yine de size bu hikayesini anlatmanın bir yolunu bulacak. Sizi dakikalarca kitleyecek, sakatlanmasa Beşiktaş’ın as forveti olabileceğinden bahsedecek. Çünkü bu kişi çaycı veya memur olduğunu söylemektense futbolcu olamayışını söylemeyi yeğliyor. Yenilgiler insanları güçlendirir, çok klasik bir söylem de olsa katıldığımı söylemeliyim. Fakat sorun şu ki, kimi beklenmedik olaylar kişilerin toparlanmasını imkânsız kılıyor. Sanırım insanlar yenilmiş olmayı son dönemlerde pek bir sindirir oldu. Hatta sindirmek şöyle dursun, bunu yüceltmeye başladılar. Bu yönelim, edebiyata da yansımış olacak ki son yıllarda çıkan kitaplar sıklıkla bunu konu edinmekte. Ali Lidar, şu an revaçta olan bir şair ve kendisi de bu akımdan etkilenmiş olacak ki “kaybeden” insanlara yönelik şiirler kaleme alıyor. Kitap, önceki paragraflarda bahsettiğim “kaybeden insan” profilini çizmekte son derece başarılı. Hatta kimi şiirlerini son derece içselleştirdiğimi söyleyebilirim. “Mesaisine Geç Kalmış Ağustos Böceği” de onlardan biri. Çünkü geç kalmışlık ve bir zamana ait olamamak sık sık beni melankoliğe sürükler. Zaman akıp giderken durduğum yere dahi geç kaldığım hissi beni esir alır. Olmak istediğimden ne kadar uzakta olduğumu düşünürüm kimi zamanlar. Böylesi anlarda geçmişteki ben de gözüme güzel gözükür gariptir ki. Tek yanlış olan benmişim gibi gelir, şimdiki zamanda konaklayan ben. Geçmişi şatafatlı ve güzel örülmüş bir ağ gibi düşünürüm, gelecekse beni belirsizliğiyle cezbeder. Bulunduğum ansa burnumu çıkaramadığım bir bataklık olmanın ötesine geçemez. Geçmiş, özlemini duyduğum kendimi ve hâlâmı benden aldı. Gelecekse barındırdığı daha iyi fırsatları benden kaçırmayı sürdürüyor. Bu ne zamana kadar sürecek emin değilim, aslında gerçek bir kaybeden olup olmadığımdan dahi emin değilim ancak şu anda bulunduğum yerden hareket edecek takatim yok. Bu da sanırım hayat tarafından bir “bilinçli susma” olarak algılanıyor ve geleceğe veya geçmişe yaklaşma isteğim bir sonuca varmıyor. Özlemim ve ümitlerim belirsizleşmeye başlamışken ben pencere pervazına dayanmış bir şekilde şiir okuyorum. Belki bu bataklığın bir çıkışı var ama böylesi anlar geldiğinde çıkmaktansa şiir okumak daha cazip geliyor. Eminim siz de hayatın sizi sürüklediğini düşünmüşsünüzdür. Bu yenilgileri de hayatın sizi yarı yolda bırakması olarak anmış olmanız da çok olası. Böyle durumlarda da kendi çöplüğünüze bir kaybeden olarak dönüş yapıyorsunuz. Ben bu durumlarda kendimi şiir okurken buluyorum, size de öneririm. Çözüm olduğundan değil, yalnızca iyi hissettiriyor. Kaynakça: Lidar, Ali.​ Alengirli Şiirler​. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015. 6. Baskı. KALABALIKLARIN İÇİNDEKİ ŞEHİR Uyumayan şehir… Cidden bu şehir hiç uyumaz mı? Bence yalan söylüyorlar. Şehirler de uyur tıpkı insanlar gibi. Onların da ruhu var tıpkı sen ben gibi. Belki de sadece uyumuyorlarmış gibi numara yapıyorlar. Belki sorun onlarda değil de bizdedir. Biz ölümlü insanlar ölümsüz bir şehrin hızına yetişemiyoruzdur sadece. Her köşesinde farklı bir ruh saklıdır New York’un. Times Meydanı’na indiğinizde hiç durmadan akan bir şehir görürsünüz mesela. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışır ama ne hikmetse(!) ne istedikleri yerlere yetişirler ne de hayata. Sövdürten trafiğinden olsa gerek. Belki İstanbul trafiğinin biraz daha insafsız hali… Yine de güzeldir bu şehir. Gidenleri etkisi altına alıverir hemen. Sıkılmazsınız bu şehri gezerken. Sürekli yenilenmeyi sevdiğinden midir bilinmez. Mesela bir gün yürüyen bir özgürlük anıtı görürseniz ya da Marvel’ın kahramanlarını canlı kanlı bir şekilde görüp fotoğraf çektirirken bulursanız kendinizi şaşırmayın. Farklılıkların şehridir New York çünkü. Başka bir gün Broadway müzikallerinin el yakan biletlerini almaktan kaçarken bir anda TKTS çıkabilir karşınıza ve yüzünüze bir tebessüm gamzesi düşebilir. Sonra hemen bilet sırasına girip oyunu beklemeye başlarsınız ve bunun hayatınızın deneyimi olduğunun farkına varırsınız. Ölmeden yapacaklarınız listesine bir de Broadway müzikaline gitmeyi ekleyin hemen. Verdiğiniz parayı kuruşuna kadar hak edeceğinden şüpheniz olmasın. Bir kere oyuncular tüm benlikleriyle, hissederek oynuyorlar oyunlarını ve kendi hayal dünyalarına dalmak yerine izleyiciyle buluşuyorlar. Sizi de oyunun içine dahil ediyorlar yani. Kendinizi müzikal izler gibi değil de 20.yüzyıldaki bir opera sanatçısı gibi hissediyorsunuz. 20.yüzyıl ve opera sanatçısı dememden anlayacağınız üzere “The Phantom of the Opera” oyununa gittim. 10.000’den fazla sahnelenen ve çeşitli ödüller alan bu oyun masum dansçı bir kızın operadaki bir hayaletle tanışması ve hayaletin onu eğitmesiyle çok beğenilen bir sopranoya dönüşmesini ve sonrasındaki aşk, ihtiras, saadet üçgenini çok başarılı bir biçimde ele alıyor. Bu müzikali kesinlikle kaçırmayın derim ben. Kaçırırsanız hayatınızın hatasını yapmış olursunuz çünkü. “The Phantom of the Opera” demişken “Les Miserables” ve “The Lion King” oyunlarının da hakkını vermek lazım. Ağlatan güzellikteki bu oyunlara da bir bakın bence. Müzikalden çıktıktan sonra New York sokaklarında kaybolmayı deneyin bir de. New York en iyi gece hissedilir çünkü. New York’u değil de kendinizi hissedersiniz onca kalabalık arasında. Dev, soğuk binaların arasından geçerken kendinizi o kadar küçük hissedersiniz ki aslında çok da büyük olmadığınızı fark edersiniz. Herkes gibisinizdir. Ne bir eksik ne bir fazla… Tamam, ilk başlarda bulutların üstünde tıngır mıngır gezinen egomuzu yeryüzüne indirmek biraz zor olacak ama bundan öncekiler gibi doğup, yaşayıp, öleceğiz işte. Arkanızdan ağlayanınız var mı ona bakın derim ben. “Gökdelenler şehrin mezar taşlarıdır.”1 diyor ya bir yazar, YALAN! Şehrin mezar taşlarını insanlar oluşturur. Gökdelenler değil kendi farkına varamayan insanoğludur şehri buz gibi yapan. Bu farkındalık içinde sokaklarda gezinirken yürümekten kanamaya başlayan ayak bilekleriniz dürter sizi. İşte o zaman Central Park’a geldiğinizin farkına varırsınız. Central Park’a girer girmez faytoncular kovalamaya başlar sizi. Adamlar da ekmeğinin peşinde tabii. Paçanızı onlardan kurtarır kurtarmaz gölete yönelirsiniz. Tabii gölete yönelmenizle beraber bir sincabın paçanızdan tutması bir olur. Hemen “Ne kadar sevimli:)” diye kanmayın, zararlı olabiliyorlar. Beni gölet boyunca kovalamıştı bir sincap sürüsü mesela. Yolunuz düşerse New York’a bir gidin derim ben. Hatta mümkünse yolunuzu New York’a düşürün. Sokaklarda sabahın köründe cirit atan sincaplar görmeniz, adımınızı attığınız her yerde bir sanat eserine denk gelmeniz mümkün. Hatta adımınızı attığınız yere de bir bakın. Şimdiden iyi yolculuklar dilerim.Semra ALTINAŞ 1 Bana Masal Anlatma, Burak Aksak Gülnihal Muslu HAYAT SAHNESİ Hayatım ne kadar gerçek? İstediğim her şeyi yapabiliyor muyum? Şimdiye kadar aldığım kararları bilinçli ve istekli bir şekilde mi aldım? Hepsinden önemlisi ne kadar farkındayım? Kendime bu soruları sorduğumda aklıma gelen ilk cevap “Evet.” olmuştu. Ancak bir iki saniye sonra verdiğim bu cevaba karşılık içimdeki bir sesin “gerçekten öyle mi, yoksa kendini mi kandırıyorsun” dediğini net bir şekilde hatırlıyorum. Kendi içimde yaşadığım bu ikilemden sonra hayata dışarıdan bir göz ile baktım. İnsanlar birbirine gülüyor, birbirleri ile sohbet ediyor, sarılıyor ve birbirlerini ne kadar sevdiklerini söylüyorlardı. Ancak aynı zamanda tebrik ederken sözlüklerin arasına duyulmayan ama hissedilen “O ödülü sen değil, ben hak etmiştim!” ya da sıradan bir sohbet esnasında “Seni dinlemek zorunda değilim, sus artık!” cümlelerinin girdiğini gördüm. Kimse aslında söylemek istediğini söylemiyor ya da yapmak istediğini yapmıyordu. Kendine karşı bile dürüst değildi insanlar. Sanki herkesin kendine verdiği bir rol vardı ve hayat sahnesinde oynuyorlardı. İstesem de istemesem de ben de bu sahnede insanlarla birlikte onların yazdığı senaryoyu oynuyordum. Truman Burbank gibi… Kelimelerle ifade etmeseler de yolda yürürken yanımdan selam verip geçen yan komşumun –giydiğim kıyafetler ve saçımın renginden olsa gerek- “Kendini bir şey sanıyor, ukala!” dediğini, okulda her karşılaşmamızda yüzüme gülen “arkadaş”ımın “Derste sana ihtiyacım olmasa yüzüne bile bakmam ama ne yaparsın işte çaresizlik! Başka birini bulana kadar seninle idare edeceğim.” dediğini duyuyorum. Biliyordum, daha doğrusu hissediyordum nereye gittiğini bilmediğim bir senaryoyu oynadığımı. Sadece yüksek sesle söyleyememiştim daha önce. Şimdi kendime itiraf ediyorum, kendimi kandırmışım. Filmi izleyene kadar Truman Burbank gibi bir oyunun içinde olduğumun farkında değildim. Her ne kadar bütün dünya izlerken otuz bir yılımı bir film setinde bütün geçirmemiş olsam da hayat da içinde yaşadığımız bir sahneydi. İnsanlar rolleri gereği bin bir türlü maske takıyorlardı. Matematik dersinde yanımda oturan, karşılaştığımızda yüzüme gülen arkadaşım sahne arkasında bambaşka biriydi. Onu ders çıkışı sınıfta unuttuğum not defterimi almak için döndüğümde görmüştüm. İki sıra arkamızda oturan başka bir arkadaşına benim yanımda oturmasının sebebinin derste tuttuğum notları kullanmak olduğunu, kıskanmaması gerektiğini söylüyordu. O an “arkadaş”ım maskesini çıkarmış mıydı yoksa başka bir maske mi takmıştı karar veremedim. Bazıları zayıflıklarını saklamak için uğraşıyor, bazılarıysa yaptıklarının sonuçlarına katlanmamak, merhamet görmek adına zayıf görünmeye çalışıyordu. Bir süre sonra maskeleri görmeye ihtiyacım kalmamıştı. Yanlarından geçerken, konuşurken hissediyordum. Maskeli oyuncular dışında duygularını saklamadan yaşayan, o an ne düşünüyorsa ne hissediyorsa yüzüne yansıtan, dolayısıyla da maskeye ihtiyacı olmayanlar da vardı. Nefes alamıyordum, içimde bir sıkıntı vardı. Sahneden inmek ve onlarla tanışmak için içimde büyük bir istek duydum. Ancak bunu yapabilmek için önce kendi maskemi çıkarmalıydım. Artık içinde bulunduğum durumun farkında olduğum halde, her şeyi kendi içimde yaşıyor, yan komşumun bana “ukala kız” dediğini bilmeme rağmen hiçbir şey yokmuş gibi selamlaşıyorduk. Biliyordum; benim gibiler vardı ve maskelilerden uzak durmak istiyorlardı. Ben de durmalıydım. Zor ve almakta geç kalınmış ancak gerekli bir karardı benim için. Daha da önemlisi benim ilk “gerçek” kararımdı. Maskemi çıkardığım an nefes almaya başladığımı hissettim. Üstümden tarif edilemez bir yük kalkmıştı. İlk defa kontrol bendeydi. Özgürdüm. Gördükçe içimi karartan maskelilerden kurtulmuştum. Artık hayat sahnesindeki bir oyuncu değildim. Sahneden inmiştim. Hayatımda ilk defa her şey daha net, anlaşılabilir ve basitti. Sadece saf gerçekler vardı. Benim kararlarım, benim isteklerim, benim hayatım… Sanki ilk defa görüyordum dünyayı. Yanımdan geçen kediyi, ağaçtan düşen yaprağı, bisikletiyle tur atan küçük kızı… Hiçbir şey hatırladığım gibi değildi. O zamana kadar yaşadığım her şey bambaşka bir boyut kazanmıştı. Geriye sadece maskesizlerle birlikte mutlu olmak kalmıştı. ÖZGÜRLÜK ADASI: SZIGET Yerden metrelerce yüksekte, Budapeşte semalarında tüy gibi süzüldü devasa metal kuşumuz. Güneş ışıkları dostça selamladılar bizleri, onlar da en az bizim kadar heyecanlı görünüyorlardı. Birkaç dakika sonra beni ve arkadaşım Büşra’yı hayallerimize ulaştıran devasa metal kuş, uçağım, ayaklarını piste koyar koymaz başladı Macaristan’daki maceramız. Uçaktan iner inmez sıcak lakin bunaltmayan bir rüzgâr yüzümü yalayıp geçti, bu sevimli ve sıcak Batı Avrupa şehri bana ilk selamını böyle vermiş oldu. Pasaport kontrolüne geldiğimizde görevli polis bayan Türk olduğumu gördüğünde sıcacık bir gülümsemeyle “Merhaba, biz pek de yabancı sayılmayız sizlerle, burası sizin de memleketiniz. Umarım Macaristan’ı seversiniz.” dedi. Ona kocaman bir gülümsemeyle teşekkür ettikten sonra uçarcasına vardım şehre giden otobüslerin kalktığı alana, tam bir hafta sürecek ilk yurt dışı seyahatimi ve festivalimi en yakın arkadaşımla birlikte geçirecek olmanın coşkusuyla. Sziget Festivali; Ağustos ayının ilk haftasında gerçekleşen, dünyanın her yerinden “çok değil, daha çok eğlenmek” felsefesini benimseyen gençlerin –Büşra ve ben gibi- akın ettiği bir müzik festivali. Eğer sizler de bizim gibi bu felsefeyi benimsediyseniz bu festival sizin için en doğru seçim olacaktır çünkü festival gerçek dünyanın içinde bambaşka bir dünyanın kapılarını da aralıyor, diğer festivallerden farklı olarak “özgürlük adası” denilen bir kavram ile. Büşra ile festivalden arta kalan zamanlarda Budapeşte şehir merkezinin her saatini yaşamayı, bu romantik ve masalsı şehrin kokusuyla ciğerlerimizi doldurma isteği konusunda hemfikirdik. Bu yüzden Sziget’de çadırda kalmak yerine ağırlıklı olarak üniversite öğrencilerinin tercih ettiği bir otelde kalmaya karar verdik. Odamıza eşyalarımızı bıraktıktan sonra pencereden dışarıya baktım; usulca akan Tuna Nehri’ni, karşımızda tüm görkemiyle duran Peşte yakasını, hem Osmanlı hem de Macar mimarilerinin izlerini taşıyan tarihi binaları seyretmeye başladım. Birden anladım ki, karşımda ikinci İstanbul’u buluvermişim. Memleketimden bin yetmiş bir kilometre uzakta da olsam o ev sıcaklığıyla sarıp sarmalandığımı hissettim ve anladım ki Budapeşte’de kalacağım süre zarfında asla yabancılık çekmeyeceğim, nitekim de öyle oldu. Ertesi sabah festivale gitmek için elimizde haritalarımızla ve içimize sığmayan coşkuyla yola çıktık. Bizi gören herkes yardım etmek için can attı desem yeridir, öyle sıcakkanlı ve samimi insanlardı ki içimden “Onlar bizim ülkemize gelmiş olsalar ben yardım etmek için bu kadar hevesli ve girişken olmazdım...” dedim ve kendimden fazlasıyla utandım. Yardımsever ve bir o kadar da sıcakkanlı Macar gençlerin yardımıyla Tuna Nehri üzerinde konumlanan Obudai Adası’na gitmek için “City Pass” adı verilen otobüslerden birine bindik. Otobüsümüz o meşhur demir köprüyü geçerken içimde küçük bir çocuğun coşkusu vardı, sanki bindiğim otobüs değil de çizgi filmlerde izlediğim, tek boynuzlu “Pony” olarak da bilinen o attı ve beni Pony’nin yaşadığı Gökkuşağı Ülkesi’ne götürüyordu. Bu festivale daha önce gelmiş birçok arkadaşımın ballandırarak anlattığı tecrübeleri zihnime akın etmişti. Adaya ayak bastığımız anda bize birer bileklik ile temsili bir Sziget pasaportu verdi yetkililer. Kapıdan girdikten sonra başka bir grup görevli temsili pasaportunuza damga basıyor ve sizi “Szitizen” ilan ediyor. Bu kavram özgürlük adasının vatandaşlarına verilen, buradan çıktıktan sonra bir daha eskisi gibi bakmayacağınıza değinen bir isim. Görevlilere bu ismin ve pasaportun neden verildiğini sorduğumda adaya giren her bireyin farklı özellikler barındırdığını lakin bu farklılıkların kıstas alınmadığını söylediler. Farklılıkları ortadan kaldırmak ve eşitlik kavramının önemini vurgulamak adına böyle bir şey yapmaya karar verdiklerini söylediler. O an Büşra ile birbirimize bakarak “ İşte Avrupa!” diye bağırdığımızı hatırlıyorum. Kapıdan girdikten sonra eşitliğin hüküm sürdüğünü ciddi manada hissedebiliyorsunuz çünkü sizi burada kısıtlayan kimsenin olmadığını, ne giydiğinize göre, ideolojinize ve inancınıza göre sizi yargılayacak insanların olmadığını fark ediyorsunuz. Gelenlerden bazıları ailecek gelmişlerdi, yaşlı çiftler de azımsanmayacak kadar çoklardı. Bu durum beni fazlasıyla mutlu etti, gerçek dünyanın acımasızlığının hiçbir izi yoktu burada. Burada kendinizi aniden bir partinin içinde bulabilme ihtimaliniz çok yüksek oluyor. Büşra ile sevdiğimiz grubun ana sahnede çıkacağını öğrenmiştik ve sahneye doğru ilerlerken kendimizi aniden bir balon partisinin içinde buluverdik. Yüz binlerce balon aniden havaya yükseldi, nereden geldiğini anlamamıştık bile. Bizimle birlikte bir sürü insan dans ediyor, zıplıyordu; hepimiz aynı yaştaydık sanki. Balonlardan sonra sevdiğimiz sanatçı ve grupların konserlerini izledik. Konser aralarından birinde içindeki sıvı sayesinde hava karardığında etrafa fosforlu ışıklar yayan bilezikler dağıtıldı ve ateş böceği gibi dans etmeye başladık, Budapeşte’de, Tuna Nehri’nin ortasında dans eden yüz binlerce ateş böceği… Havalimanları bana tarif edemediğim bir duygu değişimi yaşatıyor, eğer sevdiklerime kavuşuyorsam bir sevinç, onlardan ya da sevdiğim bir yerden ayrılıyorsam da hüzün. Budapeşte Ferenc Lizst Havalimanı’nda tam anlamıyla hüzün kaplamıştı içimi. Aileme kavuşacağım için sevinçliydim ama burası bana hiç yabancı gelmemişti ve Budapeşte beni büyülemeyi ve bir masalın prensesiymişim gibi hissettirmeyi başarmıştı. Festivalde geçirdiğim günlerin birbirinden pek farkı olmamasına rağmen bana kattığı nitelik ve eğlenceli anlar azımsanmayacak ölçüdeydi. Uçağıma bindikten sonra penceremden bakıp “Ülkeme yeni bir Bengi olarak dönmemi sağladığın için teşekkür ederim… Yine kavuşmak üzere.” diye fısıldıyorum Macaristan semalarına. Bengi Sena Doğuş 1 Göksu Erkoç ÇAĞ ATLAYAN KÖLELİK 'Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.' (Kristof Kolomb'un İspanyol Kraliçe'sine Kızılderilileri Anlatan Mektubu) Özgürlüğümüzün birkaç kişinin iki dudağı arasında olduğunu buram buram hissettiğimiz günlerde, özgür bir siyahi olan Solomon' un hayatının nasıl elinden alındığını, ailesinden nasıl koparıldığını görmek aslında bize çok da yabancı değil. Sadece ten renkleri yüzünden insan yerine konulmayan, herhangi bir eşyaymış gibi oradan buraya sürüklenip, istedikleri gibi davrandıkları o insanların yanında, esasen sahip olarak gösterilen ve kitap boyunca nefret ettirilen Epps ve Ford'da kölenin ta kendisi. İçinde bulundukları yasal sistemi sorgulamadan, muhakeme yetisini kaybetmiş bir şekilde uygulayanlar olarak bu yasaya başkaldırmaya çalışan kölelerden daha da köleler. Yeni keşfedilen Amerika'nın verimli ve büyük topraklarını işleyebilmek için gereken işçi gücünü siyahilerden karşılayan bu insanlarla, kendi şirketlerinin zenginliğine zenginlik katmak için çalışanların ömürlerini ziyan eden insanların zihninde çok da bir farklılık yok. O 2 zamanlarda bir insanın köleliği elinde tutmuş olduğu 'özgürlük' belgeleriyle kanıtlanırken bugün bir bireyin özgürlüğünü ancak finansal özgürlüğü destekler. Aksi takdirde ne kadar kendini geliştirmiş, yetenekli olursan ol, kendini gerçekleştirmen banka hesabında ne kadar para olduğuna bağlı bir halde. Geçenlerde BBC' nin Türkiye belgeselinde neden yer aldığını anlayamadığım bir şekilde Ali Ağaoğlu' nun kısmına denk geldim. Aslında köleliğin modern halinin bir yorumunu da kendisi gözler önüne serdi. Yatak odasında bulunan kadın çanta ve ayakkabılarını gösteren sunucu esprili bir şekilde yönelttiği 'Bunlar size mi ait?' sorusuna Ağaoğlu 'Onları kullananlar benim malım.' diyerek aslında o kadınları sahip olduğu parayla yanında tuttuğunu ve malı olarak gördüğünü göstermiş oldu. Avustralya merkezli Walk Free Vakfı' nın Küresel Kölelik Endeksi raporuna göre modern kölelik tanımı, bir kişinin sömürü amacıyla bedeni üzerindeki ve çalışıp çalışmama kararı hakkındaki özgürlüğünün elinden alması şeklinde. Modern kölelik kavramında da aynı siyahi köleliğinde olduğu gibi özgürlük, aldatma yollarıyla bazen tehdit bazense şiddet ve gücün istismarıyla kişinin elinden alınıyor. Hindistan, Çin, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerde milyonlarca modern köle, her gün kendilerini gerçekleştirmeye çabalıyor. Büyük ölçekli fabrikalarda bazen bir dolardan bile az günlük ücretlerle her gün saatlerce çalışıp bize kıyafet üreten bu insanlar haklarını aramak bile istemiyor çünkü bu işler bulabileceklerinin belki de en iyilerinden. Eskiden okula toplu taşımayla gidip gelirken insanların yüzündeki mutsuzluğu izlerdim. İçimden hep başka hangi yerde bir insan sabahın köründe telefonuna kurduğu onuncu alarmın ardından uyanıp, kendini yataktan atıp, bir şeyler yiyip, saatlerce yollarda boğuşarak gittiği iş yerinde, başkası için kazandığı paralardan keyif alır ve mutlu olur sorusunu geçirirdim. Daha okula başladığımız ilk günden itibaren iyi bir yaşam için iyi bir okula gitmemiz gerektiği söylenip durdu, şimdi ise hala bir gün okul bittiğinde nerede 3 olacağımızın, ne yapacağımızın hiçbir garantisi yok ve evet biz de bu kölelik sisteminin içindeyiz. Hatta bu o kadar hayatımızın içindeki sadece çalışma yaşamıyla da insanın peşini bırakmıyor. Reklamlarda ne almamız gerektiği, moda akımlarıyla ne giymemiz gerektiği, fast food zincirleriyle neyi ne kadar yememiz gerektiği şekilleniyor. Herkesin hayattaki hedefleri de birbirinin aynı. Aslında kendi kararımız gibi görünen her şey sadece bize empoze edilen kültürün kararı. Kitapta sahiplerin, kölelerin ne giyeceğine ya da ne yiyeceğine, ne zaman ne yapacaklarına karar veriyor olma durumu bugün bizim için de aynı. 12 Yıllık Esaret okuması gerçekten zor bir kitaptı. Her olayın yaşanmış olduğunu bilmek, betimlemelerle birlikte hepsini ister istemez gözümde canlandırmak zordu. Fakat, kitabın sonuna geldiğimde iyi ki bunlar sonlanmış, iyi ki daha medeni bir dünyada yaşıyorum diyebilmeyi dilerdim. Kitapta yaşanan olaylarla ve anlatılan kişilerle bugün pek çok kişiyi, işvereni, insanı özdeşleştirmem ne yazık ki çok kolay oldu. Gerçekten de 'büyük balığın küçüğü yediği' bir düzen içinde yaşıyoruz. Küçük balık olmayı kesinlikle istemezken büyük balık olmayı da isteyebileceğimden çok emin değilim. Umarım hak edenin hak ettiğini kazandığı günler çok uzakta değildir. Melisa Ayten AZAKAN Hayatlar ve Satranç Sıkıcı bir okul günü İhsan Öğretmen herkesin bir seçmeli ders alması gerektiğini söylemişti ve ben içlerinden bana en ilginç gelenini seçtim. İşte satranç, hayatıma böyle girdi ama benim küçüklüğümde satranç erkek oyunuydu ve sınıf kapısının önünde bekleyen tek kız bendim. Korkmadım onlardan, çünkü sonuçta bir erkek çocuğu bunu yapabiliyorsa ben niye yapamayacaktım. Sınıfa ilk girdiğimde çok heyecanlanmıştım. Masalar çok farklıydı ama en önemlisi, duvarda bir tahta vardı ve onun üzerinde siyah, beyaz kareler ve o karelerin üzerinde birtakım yapıştırmalar vardı, kimisi ata, kimisi kaleye benziyordu. Sonra sakinleştim ve masama oturdum. Öğretmenimiz masanın çekmecesini açmamızı ve içindeki taşları çıkartıp tahtadakiler gibi dizmemizi söyledi. İlk ben bitirmiştim. O kadar sabırsızlanıyordum ki, her şeyi bir anda öğrenmek istiyordum. Öğretmen önce taşları tek tek tanıttı ama onların nasıl hareket ettiğini bilmezsek bir işe yaramazlarmış, bu yüzden hareketlerini öğrenmeye başladık. Ben en çok veziri sevdim, özgür ve güçlü olduğu için. Kim bilir, belki de onu biraz kendime benzettiğim içindir. Günler geçiyor, hayatım satrançla birlikte sanki daha bir önem kazanıyordu. O kadar dikkat ve sabır gerektiriyordu ki, onu bırakmak istediğim noktaya gelip ama sonra yoğun bir gayretle tekrardan doğru yola dönmüşlüğüm olmuştur. İlk maçlarımı hiç tanımadığım çocuklarla oynadım çünkü bu ders sadece bizim sınıf için değil, bütün birinci sınıflarla ortak bir dersti ve kendi sınıfımdan tek öğrenci ve tek kız bendim. O oğlan çocuklar önceleri beni nasıl küçümsediler, bunu hiç unutamıyorum. Birkaçının önceden bilgisi vardı ve bazıları özel mat oyunları da biliyorlardı. İlk maçım o kendini beğenmiş oğlanlardan birine denk geldi ve beş hamle sürdü. Ben daha nasıl bittiğini anlayamamıştım ki o çocuk bana daha çoban matını bile bilmediğimden tutun, benim hep kaybetmeye mahkûm olduğumdan konuşup durdu. O günden sonra o matı hiç unutmadım ve kuvvetli bir görsel hafızam olduğundan, bir daha ne o çocuğa ne de hiç kimseye o matla yenilmedim. İnsan yeni bir şeyi öğrenirken etrafında aynı şeyi yapan insanların farkına varırmış. O zamana kadar dedemin satranç oynadığını bile bilmezken, artık birlikte yaptığımız bir şey vardı. Tabii, tecrübesiz olduğum için beni hep yenerdi. Ben de kendimi kötü hissederdim ama o bana her mağlubiyetimin sonunda, iyi bir ders alıp başka bir oyunda daha güçlü olacağımı söylerdi ki o zamanlar bunun ne demek olduğunu anlayamazdım. Neyse, biz oynamaya devam ettik ve ben kendimi geliştirdim. İlk satranç günlerimin üzerinden aylar geçmişti ki ilk turnuva günü geldi. Bu okulun turnuvası değildi, dışarıda benim bilmediğim bir yerdeydi. Annem çoğu zaman olduğu gibi geç kalmıştı. Sadece beni almaya değil, turnuvaya da geç kalmıştık. Ben geldiğimde herkes başlamıştı. Annem hakemle uzun bir süre konuştu ve hakemi benim yanıma getirdi. Herkes ikinci oyunlarını bitirmek üzereyken bana, “Sen sıfırdan başlayacaksın ve dereceye girmen de zor” dedi. Annem çok üzülmüştü. “Gel seninle başka bir şey yapalım” diye beni avutmaya çalışıyordu. Dedemin söyledikleri aklıma geldi. Kaybetsem de çok şey öğrenecektim, onun için turnuvaya devam etmek istediğimi söyledim. O yarışmada üç kızdık ve ben ikinci oldum. Annem bundan sonsuz gurur duymuştu. İşte ilkokul günlerim böyle satrançla doldu taştı; lisede ise gene takıma girmiştim ki takımı kapattılar. Dedemin ölümüyle de benimle oynayacak kimse kalmamıştı. Sonra taşınmamız sırasında, neden bilmiyorum, annem satranç takımlarımı atmıştı. Yakınlarda, Şah Mat adlı bir film izledim ve bütün satranç deneyimim, bununla ilgili neler yaşadığım gözümün önünden akıp geçti. Ünlü Amerikalı satranç ustası Bobby Fisher’in hayatıyla ilgili bir filmdi bu. Onun da, tıpkı benim gibi, çok küçükken annesi babası ayrılmışlar ve kendini satranca vermiş. Bu arada satrancı neden bıraktığımı düşündüm. Çoğu zaman zekâ oyunu olarak geçen satranç, büyük ölçüde ezberlenmiş hamlelerden başka bir şey değildi. Ben de ezberlemekten çok, hissederek oynamak istediğimden olmalı, çoğu zaman yenilmeye başlamıştım. Ama bu filmi izledikten sonra, içimde yeniden oynama arzusu canlandı. Hani düşünüyorum da zaten hayatın kendisi bir tür satranç oyunu değil mi? Bazı ezber bilgiler bizi ileriye taşırken, hiç beklemediğimiz anda karşımızda birisi bize “şah!” diyecek ve biz de anında toparlanıp gittiğimiz yolda önceliklerimizi dikkatle gözden geçireceğiz. Bu durumlarda verilecek cevaplar, tabii ki, insandan insana değişecektir ama bence satranç bir ezber ve strateji oyunudur. Zaten bu ikisini kullanıyorsan zekânın önemini görürsün oynarken. Hayat da öyle, çünkü geleceğini planlar, bunun üzerine bazı bilgileri kullanır ama bunların arasında zekânı da kullanarak kendine yeni bir yol oluşturursun. Satrançta amaç karşındakini mat etmekse, hayatınki de belirlediğin hedeflere ulaşmaktır. Ya Ölüm Olmasaydı? Etrafta gözü yaşlı insanlar var. Hepsi tanıdıklarım. Yağan yağmur siyahlar içindeki insanların gözyaşlarına karışıyor. Etrafımda dönüyorum. Evet bir cenazedeyim. Tabuta doğru ilerliyorum insanların arasından. Tabutun başında ölen amcamın eşi. Kadın en az 10 yaş yaşlanmış gibi. Günlerce süren ağlamalarından dolayı gözleri şişmiş durumda. Onun yanında annem. Kadının ayakta durabilmesi için ona yardımcı oluyor. Ne kadar teselliler gelse de kadın sadece kocasını düşünüyor. Ona bir daha sarılamayacağını, onu bir daha göremeyeceğini düşünüyor. Kaç yıllık hayat arkadaşı ona veda etmişti. Kucaklarına bebeklerini ilk aldıkları günkü mutluluğu da beraber yaşamışlardı, amcam işten çıkarılmak zorunda olduğu zamanki zorlukları da. Hayat boyunca hep birliktelerdi ama o şimdi hayata gözlerini yummuştu. Çocukları olayın şokuyla hiçbir tepki vermemeye başlamışlardı. Ne de olsa koca çınarları, babaları, onlara veda etmişti. Bütün bunları düşünürken benim de gözümden dökülen yaş yağmurla karıştı. Kendi ölümümü düşündüm birden. Bütün sevdiklerim gelir miydi acaba? Arkamdan nasıl anarlardı beni? Annemi o kadının yerinde düşündüm. Ne hale gelirdi acaba biricik kızını toprağa verirken? Babamın ise ilk ağlaması olurdu herhalde. Benim için canını verebilecek annemin elinden hiçbir şey gelmezdi. Tanıdıklarım, tabutumun etrafında ağlayıp gömülüşümü izlerlerdi sadece. Belki de 1 ay sonra en fazla 1 yıl sonra onlar için de unutulup giderdim. Belki iyi anılırdım belki kötü. Dünyaya, arkadaşlarıma, sevdiklerime bir iz bırakabilmiş miydim acaba? Hatırlarlar mıydı beni artık etraflarında olmasam? Bütün bunları düşünürken bir gün unutulmaktan, anneme yaşatacağım acıdan, sevdiklerimi artık görememekten korktum. Ölümden korktum. Herkesin korktuğu gibi... Bu hayatın güzelliklerini, yakınlarımı hiç bırakmamak istedim. Yakınlarımın da beni ölüm denilen hüzünlü ayrılık nedeniyle bırakmamalarını istedim. Jose Saramago'nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş eserindeki karakterler gibi ölümün hiç olmamasını istedim. Peki ya dileğim kabul olsa ve ölüm artık yaşanmasa ne olur hiç düşünmüş müydüm? Evet ölmek istemiyordum. Sevdiklerimin ölmesini istemiyordum. Peki bu kadar bencil düşünebilir miydim? Bir ağaç düşünün. İlkbaharda bembeyaz çiçekleri açar. Bütün gün o ağacın güzelliğini izleyebilirsiniz hatta. Ama sonbahara doğru o büyüleyici çiçekler solmaya ve dökülmeye başlarlar aynı yapraklar gibi. Kış geçip ilkbahar başlarken yine açar çiçekler, yapraklar. Bu bir döngüdür doğadaki bütün olaylar gibi. Hayat da ağaca benzer. Ağacın gövdesi, yaşamdır. Yaprakları ise o hayata gelen insanlar. Nasıl ki hayattan besleniriz ve yaşarız, yapraklar ve çiçekler de o ağacın gövdesiyle yaşam bulurlar. Ama sonbahar geldi mi yapraklar sararmaya, çiçekler solmaya başlar, sanki ölüme yaklaşmış gibi. Sonbaharın sonlarına doğru, yapraklar bir bir ağaçtan dökülürler, ilkbaharda yeni yaprakların ağaçta oluşması için. 'Ölüm ayı' denir zaten sonbahara. Yeni yaşamlar, ölümlerin sonucunda oluşur. Ölüm olmadan o döngü sağlanmaz ve hayata devam edilemez belki de. Ölüm. İnsanların ağızlarına bile almak istemedikleri 4 harfli sözcük. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş... Jose Saramago'nun kitabını isimlendirdiği gibi. Ölümün olmadığı bir dünya tasvir ediyor bu kitap. Evet, ölümü istemiyoruz ama olmazsa neler olur diye düşünüyor muyuz? Bu kitaptaki insanlar da bir günden sonra ölmüyorlar. Korktukları ölüm artık onları öldürmüyor. Ama bir süre sonra solan yapraklar gibi insan da ağaçtan yavaş yavaş yere düşmek istiyor. Onun vakti tamamlanmış, düşsün ki yerine başka yapraklar açsın o ağaçta diye düşünüyor. Biz ölümden şikayet ederken, doğanın gereği olan ölümün yokluğunun yarattığı sorunlar çıkıyor ortaya. Aynı kitabın dediği gibi: Ölüm bir varmış bir yokmuş... Biz de var oluş ve yok oluşumuz arasında hayatımızı her anıyla yaşayacağız. Tıpkı yaprağın ilkbaharda bizi görüntüsüyle büyüleyip, sonbaharda solarak yere süzülmesi gibi. Beyza Nur Ercoşkun Kaynakça Saramago, Jose. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Çev. Mehmet Necati Kutlu.Kırmızı Kedi Yayınları, 2015. Baskı. Ahmet Furkan Çelebi 21402310 TURK-101-016 Başak Berna Cordan 19/10/2014 Masum Çocukların Cennetinden Yetişkinlerin Cehennemine William Blake’in Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları isimli şiir kitabı aslında tamamen zıt temaları işleyen Masumiyet Şarkıları ve Tecrübe Şarkıları kitaplarının birleştirilmiş hali. Peki, Blake neden birbirine zıt iki şiir kitabı oluşturma ihtiyacını duymuş? Masumiyet Şarkıları hayatın zevklerini ve güzelliklerini yansıtırken Tecrübe Şarkıları hayatın acılarını, ıstırabını ve karmaşasını işliyor. Bu şiir kitabında William Blake siyah ve beyazı birleştirerek yaşadığımız dünyanın resmini çiziyor. Bizlere dünyanın ne sadece güneşten, gökkuşaklarından ve zevkten ibaret olduğunu ne de yalnızca karanlık, acı dolu bir yer olduğunu hatırlatıyor. Ama bunu hiçbir zaman tek bir şiirinin içinde göstermiyor. Şiirleri ya siyah ya beyaz yani ya masumiyet ya da tecrübe. Bazen hayata bir bebeğin gözünden umutlu bir şekilde bakarken bazen bir yaşlı adamın gözünden karamsar ve kirli görünür dünya. Blake, masumiyetin ve tecrübenin dünyaya bakışını betimlerken birbirlerine karşıt şiirler oluşturmakta. Örneğin orijinal isimleri “The Divine Image” ve “A Divine Image” olan iki şiir hayata tamamen farklı perspektiflerden bakan iki insanın gözünden yazılmış gibi görünüyor. Masumiyet Şarkıları’ndaki “The Divine Image” merhamet, aşk, barış gibi konuları işleyip insanların ayrım gözetmeksizin birbirlerini sevmelerini öğütlerken “A Divine Image” vahşetin insanın kalbi, kıskançlığın insanın yüzü, esrarengizliğin insanın elbisesi ve korkunun insanın ta kendisi olduğunu anlatıyor. Bu şiirde de görüldüğü üzere Blake istenirse dünyanın yalnızca güzelliklerinin ya da yalnızca çirkinliklerinin görülebileceğini fakat dünyanın hem sevinçleri hem de acıları içinde barındıran bir yer olduğu iletisini vurguluyor. Aslında insanın doğası da çok uç noktaların birleşimi. Her insanın içinde Habil ve Kabil mevcut. Zaten insanın kendiyle mücadelesi içindeki Habil ve Kabil’in birbirine üstünlük kurma mücadelesi. Blake’in de şiirde belirttiği üzere her insanın içine nasıl Tanrı kendi ruhundan üflemişse insanın içine şeytanın ruhundan da üflenmiş. Şair “The Human Abstract” isimli şiirinde de ileti olarak insanoğlunun iyi ve kötülerin bir bütünü olarak betimlemekte. William Blake’in bu şiir kitabında üzerinde durduğu ana ileti ise bebeklikten yaşlılığa doğru orantılı olarak azalan masumiyet, umut ve yaşam sevinci. Blake bu düşüncesini kanıtlayabilmek adına aynı konuyu hem Masumiyet Şarkıları hem de Tecrübe Şarkıları’nda ayrı ayrı gözlerle betimleyen ikişerli şiirler yazmış. “The Infant Joy” ve “The Infant Sorrow” şiirleri dünyayı bilmeden gelen çocuğun mutluluğu ile dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilerek gelen çocuğun umutsuzluğunu kıyaslıyor. Tahmin edeceğiniz üzere çoğumuz dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilsek belki de annemizin güven dolu karnını terk etmek istemezdik. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmeyen bebek ise belki de dünyanın en mutlu insanıdır. Çelebi 2 Onun masumiyeti ve temizliği dünyanın hiçbir insanında yoktur. Blake’in de çoğu şiirinde gönderme yaptığı üzere hepimiz çıplak doğarız. Tertemiz ve doğal. Zamanla tecrübe kazandıkça, dünyayı tanıdıkça ve doğallığımızı kaybedip diğer insanlara benzemeye başlayınca doğumumuzda açtığımız tertemiz sayfa deneyimlerimizle kirlenir ve bu sırada Tecrübe Şarkıları devreye girer. Suçsuzluk, masumiyet, çıplaklık, dürüstlük zamanla yerini yalan, günah ve kirliliğe bırakır, çünkü insanoğlu hayatın kötü tarafını keşfettikçe kendi içindeki kötü tarafı da keşfeder ve hayat konusunda tecrübelenir. Peki, William Blake şiirlerinde kendine has ne tür teknikler kullanıyor ve bu teknikler iletiye nasıl katkıda bulunuyor? En çok dikkat çeken özelliği vurgulamak istediği kelimelerin ilk harflerini büyük harfle yazmak. Örneğin insanoğlunu özelliklerini sıraladığı şiirinde “şefkat”, “vahşet”, “gizem” gibi kelimeler büyük harfle yazılmış. Şair böylece okurun dikkatini asıl vermek istediği ileti olan insanoğlunun doğasına çekiyor. Ayrıca şiirlerin birçok kısmında İncil’e göndermeler, elma ve ağaç figürü dikkat çekiyor. Aslında elma, ağaç ve İncil akıllara tek bir hikâye getiriyor. O da Adem ile Havva’nın yasaklı elmayı yemesi. Bu hikâye aslında bu şiir kitabında gizli olan düşünceyi ve iletiyi aynen yansıtıyor. Yaratılır yaratılmaz cennete konan Adem ile Havva hayatı keşfettikçe tecrübe kazandılar ve masumiyetlerini yitirdiler. Onlarda oluşan merak ve açgözlülük gibi duygular yasaklı elmayı yemelerine ve cezalandırılmalarına sebep oldu. Blake in de eser boyunca vermek istediği ileti bu: büyüdükçe, tecrübe kazandıkça masumiyetini yitirirsin ve çocukların cennetinden yetişkinlerin cehennemine doğru yola çıkarsın. Kaynakça Blake, W. (2008). Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. BÜTÜNÜNÜ GÖZE ALMAK Mutlu olmak kavramına o kadar yabancılaştık ki ateş ile barut nasıl yan yana duramıyor ise mutluluk ve insan birlikte düşünülemez hale geldi günümüzde. Mutsuzluk fıtratımızda varmışçasına kanıksadık artık bu rahatsız edici duyguyu, mutlu olmaktan korkar hale getirildik. “Hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması”* dizesinde bile açıkça görebiliyorum ki şairlerimiz bile sonunu düşünmeden adım atamıyor, kötü son korkusu hepimizin cesaretini kırıyor. Sonu kötü biten anılarımızın geleceğimizi gölgelememesi adına mutluluğu bile göze alamıyoruz çünkü kimse daha tam olarak farkında değil, mazide yara almazsak geleceğimizi asla sağlam inşa edemeyeceğiz. Çünkü bugüne kadar tüm cesaretimle attığım adımların sonucunda mutsuz bile olduysam bu benim için ileriye daha sağlam adım atmamı sağlayan bir deneyim oldu. Çevremdeki kişilerin asık suratlarına, depresif ruh hallerine o kadar alıştım ki onların mutluluklarının altında daha çok neden arar oldum. Ancak neden bir nedeni olmak zorundaki her zaman? Mutluyum çünkü nefes alıyorum; mutluyum çünkü herkesi mutlu edebilecek şeylerden değil, yüzümde tebessüm oluşturan en basit şeyden mutlu olabiliyorum. Dosta, tebessüme, sarılmaya, beş dakikalık muhabbete -zorunda hissetmeden yapılan- hasret kaldığımız şu dünyada; sevgiden yoksun, eksiklerle dolu şu dünyada birde birbirimizi kırıyor, insanları ötekileştiriyor, sevgiyi tüketiyor ve mutluluğu yok ediyoruz. Kendi mutluluğumuza o kadar düşman olmuşuz ki, duvarlarımızı yıkmadan mutluluğun peşinden koşmamızın ne kadar anlamsız olduğunu anlayamıyoruz. Herkes mutluluğun peşinden koşuyor ama aslında mutluluk içimizde sabit duruyor. Olay onu yakalamakta değil, sadece ortaya çıkarmakta ancak kimsenin vakti yok durup bunu düşünmeye. Hayatın keşmekeşine ayak uydurmak, akışını yakalamak için o kadar çok koşmuş ki bazılarımız, mutlulukla araları ne kadar açılmış farkında bile değiller. İnsanlar çok farklı şeylerden mutlu olabilirler, resim çizmekten ya da arkadaşlarıyla olmaktan… Mesela ben ara sıra yalnız iken daha bile çok mutlu olanlardanım çünkü insan insana her zaman iyi gelmez. Bazen şiirler, bazen şarkılar iyi gelir. Kendimize zaman vermeliyiz, bize iyi gelen o şeyi kendi kendimize keşfetmeliyiz çünkü birisi bunu bizim için yapamaz... “Bunu keşfetmek neden bu kadar önemli?” diye bazen soruyorum kendime. Mutsuzluğu kanıksamıştık, neden kaçıyoruz ki? Tam olarak bu alışkanlıktan, yani mutsuzluğa alıştığımız bu halimizden kopabilmek bu bağışıklığı kırabilmek için. Herkesi mutlu edecek en az bir şeyin olduğunu tüm insanlığa kanıtlayabilmek için. Mutlu olmanın bu kadar zor olmadığını, eskide kalmadığını gösterebilmek için ve tabi ki mutluluğu kaldırdığımız o tozlu raftan geri alabilmek için. Mutluluğun tozlu raflara kaldırılmış olduğu gerçeği bile benim için iç sızlatıcı. En kolay yakalanabilecek duygu olan mutluluk, artık bizim ulaşmamız için çok çaba sarf etmemiz gereken bir şey haline geldi malesef. Buna rağmen kimse kendini mutlu etmek için hiçbir şey yapmıyor çünkü “ya mutsuz olursak?” korkusuyla günden güne cesaretimiz kırıldı. “Her güzel şeyin bir sonu vardır” ya hani, sonunda mutsuz olacağım diye mutlu olmaya korkan insanlar tanıdım ben ve böyle insanlardan hep korktum. Mutluluğun bütünü göze alınmalı. Hatta acı tarafları bile. Zaten mutlulukta acı olmasaydı nasıl bilebilirdik ki değerini? Göze aldığımız, sımsıkı sarıldığımız o mutluluğun acı taraflarını dahi sonuna kadar yaşamalıyız, belki de en dibe vurmalıyız daha kötüsü olamaz derken ama hep bilmeliyiz mutlu olmayı, mutlu etmeyi insanlığı ve kendimizi. İşte o dibe vuran insan bilir mutluluğun kıymetini, eşsizliğini çünkü ona umut olan elinden tutan en değersiz şey bile onun en büyük kahramanıdır, mutluluğudur. Mutluluğa tutunup daha güçlü ayağa kalkmakta olay zaten, kalkabilmekte. Bunun nedeni de her toplumun algısına yerleşmiş olan kötüsünü görmeden iyisine bir türlü sahip çıkamama problemi. Şu hayattaki en büyük mutsuzluğun birisini sevip de o kişi tarafından sevilmemek olduğunu düşünürdüm bundan dört yıl önce. Çok sevdiğim bir insanın ölümüyle mutsuzluk kavramım bütünüyle değişti. Artık hep şunu söylerim “bir şeyin beni gerçekten mutsuz etmesi için tam olarak o gün hissettiğim gibi hissetmem gerekir.” Çünkü tarifi yok, tesellisi yok, sonu hiç yok. İşte “mutluyum” diyebilmek tam olarak bu yüzden bu kadar kolay. En basitinden sırtınızı yasladığınız bir insanın yokluğuyla sınanmıyorsanız gönül rahatlığıyla “mutluyum” diyebilirsiniz. Mutsuzluk için bahaneler üretmek yerine mutluluk için üretelim. Eminim böylesi daha kolay olur çünkü dediğim gibi en basit şeyden bile mutlu olabilecekken, hayatımızda can sıkacak o ufacık şeyi çekip kocaman bir mutsuzluk haline getiriyoruz. Eğer canın yanarken omzunda ağlayabileceğin bir kişi varsa mutlu olmalısın demektir, aynalara karşı ağlamaktır en büyük mutsuzluk. İyi kitaplar okuyun, güzel insanlar alın hayatınıza ömrünüzü uzatmak ve kötü yaşamamak için. *LİDAR, A. (2016). Alengirli Şiirler. İstanbul: İthaki. EKİNSU BUYURGAN İsim:Berkay Can Baydar No:21302217 Ders:Tur101-53 SİSTEM YANILGISI İnsanoğlu yaratılışından yani doğasından ötürü kötüdür ve bencildir. Bütün insanlar birbiriyle bencillik konusunda yarışabilir. Hepsi kendi iyilikleri ve refahları için diğerlerini çok kolay bir biçimde oyun dışı bırakabilir. Bütün bunlara rağmen hepimizin bir tarafı ki maalesef çok küçük bir tarafı iyilik yapma eğilimindedir ve diğer insanları düşünür. Her insanın sürekli içinde bulunduğu veya bulunmak zorunda olduğu bu çelişki aslında günümüze kadar gelen bütün yaşayış biçimlerinin veya daha bilinen adıyla siyasi akımların çıkış noktasını oluşturmaktadır. Biz, bu koca egolu varlıklar gerçekten her şeyimizi herkesle paylaşabilir miyiz ya da herkesle eşit mevkiye, eşit maaşa ve eşit haklara sahip olmayı kabullenebilir miyiz? Daha net bir şekilde söylemek gerekirse komünal yaşam tarzı bizim için uygulanabilir midir? Kuşkusuz ki bütün insanlar hayatlarının bir döneminde herkesle eşit ve herkesin herkesi koşulsuz sevdiği bir dünyada yaşayabilmeyi hayal etmiştir. Aslında daha hayatın gerçeklerinin görülmemiş olduğu, sadece aile bireyleriyle iletişimde olunan ve en büyük günahı yemeği yere dökmek olarak bildiğimiz dönemde hayalini kurduğumuz bir dünyaydı, belki de herkesin bir tuğlasını koyduğu kocaman bir ütopyaydı hepimiz için. Hani küçükken söylediğimiz ‘Hayat bayram olsa’ şarkısındaki gibi, herkes inansa ve hayat herkese bayram olsa derdik ya... Hatırlıyorum 23 Nisanlarda arkadaşlarımla el ele tutuşup sesimizin son haddine kadar bağırırdık o şarkıyı ve bu o zamanlar için hepimizin inanarak dilediği bir istekti doğadan ve Tanrıdan. Çocukların hayal ettiği o temiz ve saf dünyaya ulaşabilmemiz maalesef bizler için imkan çerçevesi dahilinde değil. George Orwell Hayvan Çiftliği’nde bu durumu o kadar güzel anlatmış ki yıllar öncesinde yazılan bu kitabı okurken kendi yaşadığımız olayların gözümüzün önüne geldiğini ve bugün içinde bulunduğumuz yaşam biçiminin bizler için ne kadar yaralayıcı olduğunu görebiliyoruz. Önce bütün hayvanların beraber kurduğu temiz ve saf bir yaşam alanı görüyoruz ve bu alan tam olarak bizim küçükken hayalini kurduğumuz herkesin eşit haklara sahip olduğu ve herkesin herkesi sevdiği tarzda bir dünyayı temsil ediyor. Daha sonra ise daha akıllı olarak betimlediği domuzlar ki onlar da benim bahsettiğim yaşça büyük insanları temsil ediyor, bencilliğin getirdiği içgüdüyle öne çıkma hırsına kapılıp yavaş yavaş o güzel dünyayı kirletip yaşam alanının sonunu getiriyorlar ve bu da maalesef bizim bugün içinde bulunduğumuz tarzda bir dünyanın oluşumuna yol açıyor. Kitabın genel anlamda sosyalist düzene bir eleştiride bulunduğuna inananlardan ziyade ben kitabın eleştirmek istediği tarafın insan ve onun bencilliği olduğunu düşünüyorum. Çünkü belirtilen ya da hayal edilen düzenlerde bir yanlışlık ya da hata olmadığı aşikar,asıl hata ve yanlışlık insanın kendisinde ve egosunda. İnsanın kendi egosuyla ve iç dünyasıyla yaşadığı problemler yüzyıllar boyunca yine insanın kendisine zarar vermemiş midir? Yaşanılan savaşlar, katliamlar veya kıyımlar… O kadar büyük çaplı düşünmeye de gerek yok aslında, günlük yaşamımızda arkadaşlarımızla ya da ailemizle yaşadığımız sıkıntılara bakalım. Dikkatli düşünecek olursak hepsinin kaynağında karşılıklı bencilliklere rastlamanız çok zor olmayacaktır. İnsanların bencilliğinden daha çok üzüldüğüm tarafları tepkisizlikleri ya da yaşama devam edebilme içgüdüsüyle sisteme ayak uydurmaları, başkaldıramamaları. Tıpkı Hayvan Çiftliği’nde olduğu gibi düzenin başındakilerinin yaptığı yanlışlara ve haksızlıklara sessiz kalmaları ve bunları sırf onlar yaptı diye kalıbına uydurup haklı görmeleri. Aslında bahsettiğim ‘koyun içgüdüsü’ insanların bugün mutsuz olmaları ve zorunluymuş gibi bu mutsuz yaşamı sürdürmelerinin en büyük nedeni olsa gerek. Günümüz yaşamında da kitapta olduğu gibi başkaldıranların ezildiğini düşünürsek bu mutsuz yaşamı sürmek zorundaymışız gibi duruyor. İnsanların egolarını tatmin etmeden önce kalplerini tatmin ettikleri, içlerindeki o küçük paya sahip olan iyi tarafı ön plana çıkardıkları zaman herkesin daha mutlu bir yaşam süreceğini görmek çok zor olmasa gerek. Çözümü sistem değiştirmekten öte kendimizi değiştirmek noktasında ararsak o hayalini kurduğumuz sistemlere ya da yaşam biçimlerine daha kolay ulaşabileceğimiz kanaatindeyim. Sorunun odak noktası olarak başkalarını belirlemek yerine kendimizi odağa koyduğumuz zaman bahsettiğim çözümleri fazla aramak zorunda kalmayacağımızı düşünüyorum. Nitekim hayat bencil olmak için çok kısa ve kısa vadedeki ego tatminimizi uzun süreçli yaşayabileceğimiz mutluluklarımıza değişmeyelim, çünkü hayat mutsuz geçirecek günler için de çok kısa. Hale ÖZEN 21502281 Section 7 İNSANLARIN OYNADIĞI OYUNCAK Şu anda dünya üzerinde bir yerde, birçok insanın bulunduğu herhangi bir boşluktayım ve sürükleniyorum durmaksızın; başlangıcım bilinmeyenler kümesi, sonum ise merak uyandıran bir çelişki. Her sonun bir başlangıcı olduğuna göre, her başlangıcın da bir sonu vardır diyerek bu çelişkiyi yarattım. Burada bulunduğuma göre ben de bir başlangıcın devamıyım veya bir sonun başlangıcıyım çünkü. Henüz kim olduğum hakkında pek bilgim yok, kimliğimde yazılmış olan ve beni kayıt altına alan bilgiler dışında. Sadece ben değil, hepimizin kimliği ile ilgili bildiği birçok şey mevcut fakat asıl soru kişinin kendini ne kadar bildiği ile ilgili. Bir tarafta doğduğumuz andan itibaren gölgemiz olan ve bizi takip eden kişilik, diğer tarafta ise aldığımız ilk nefesten itibaren bütün geleceğimizi ekip biçen karakter… İkisinin de bizi biz yapan ve kimlik bilgilerimizin aksine sınırları olmayan, davranışlarımızı ve hayata olan tutumumuzu yansıtan iki önemli unsur olduğu kanaatindeyim. Bu iki unsur normal şartlar altında birbiriyle eşzamanlı hareket eder ve bizi biz yapan şeyler olurlar. Peki ya normal şartlar altında olmazsa? Ayrıca normal… Kime göre normaldir ki? Bana göre normal olan, size göre normal değilse; ne zaman vardık biz bu sonuca? Siz ne zaman vardınız bilemiyorum; ama benim bunları düşünmemdeki en büyük etken, inişler ve çıkışlarla dolu bir kariyere sahip olan yönetmen M. Night Shyamalan’ın sayesinde oldu. Split (Parçalanmış) adlı film, insan karakteri ve kişiliği hakkında merak ettiğim soruların cevabı oldu ve onun sayesinde çoklu kişilik garip bir hal aldı kafamın içinde. Split (Parçalanmış) herkesin yorumladığı üzere çoklu kişilik üzerine bir hikâyeyi seriyor gözler önüne. Hikâyede abartılacak derecede bir olay örgüsü olmamasına rağmen yirmi dört karaktere sahip bir kahraman görmek, kendi kişiliğimi bile sorgulamama sebep olmuştu. Belki yirmi dört karakter biraz abartılı kaçmıştı ama, insanlarda çoklu kişilik bozukluğu olmadığını da savunamazdım filmden sonra. Özellikle ana karakterimiz Kevin’ın büründüğü karakterleri gördükçe… Kimi zaman içinde ağlamaklı bir çocuk, kimi zaman azılı bir katil ve kimi zaman da bir dahi var oluyordu. Bu inanılır gibi değildi. Kevin hakkında düşündükten sonra aslında anlatılanların çok da uzak ihtimaller olmadığını fark ettim. Hatta yakınımızda da olma ihtimali yüksektir dedim kendi kendime. Çevremize şöyle bir baktığımızda hepimizin problemleri olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Kimimizin ustalıkla sakladığı sorunları ve psikoloğa giderek çözdüğü davranış bozuklukları var. Kimileri ise ben farklıyım, bununla gurur duyuyorum ve farklı olduğumu görmenizi istiyorum diyor sanki. Örneğin insanların psikolojilerinin birdenbire değişmesi, tanıdığımız bir kimseyi belli bir zamandan sonra tanıyamamamız veya tanıdığımızı sandığımız kişinin tamamen o kişi olmaması; sizce de en büyük sorun değil mi günümüzde. Karşımızdakinin davranışlarına anlam veremediğimiz, duygularını anlayamadığımız ve keşke dedirten durumların var olmasına ne demeli? Hatta sadece karşımızdaki de değil, kendi düşüncelerimize, davranışlarımıza anlam veremediğimiz durumları ne yapacağız? Bana sorarsanız sadece karşımızdakine değil, kendimize de yöneltmeliyiz bu cevapsız soruları. İnsan bile kendini belli bir zamandan sonra tanıyamazken, karşımızda öylece dikili duran kişinin karakterini, kişiliğini ve o anki psikolojisini nasıl anlayabiliriz ki? 1 Hale ÖZEN 21502281 Section 7 Düşünsenize yedi milyar insanı ve onların düşüncelerini. O insanların şu anki görünümleri dışında kimsenin bilmediği kaç karakteri saklı. Kendimize bile göstermeye korktuğumuz o korkunç yüzümüzü kime gösterdik ki bugüne kadar? Kiminin gözlerinin içine baka baka bütün çıplaklığımızla olduğumuz gibi davrandık? Sadece topluma uyum sağlayabilmek için, hangi kişiliğimiz kendini sakladı bugüne kadar? Düşünürün de sorguladığı gibi: “Herkesin üç kişiliği vardır; ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı” (Karr). Kaynaklar Çiçek, Leyla. “leylacicek1971.blogspot” herkesinuckisiligivardırortaya y.y 28 Şub 2014. Web. 21 Mar 2017. Shyamalan, M. Night. Split. 2016. Blumhouse Productions. Film. 2 Ali Eren Sürmeli Sevgili Yaz, Bu Yıl Biraz Erken Özlettin Kendini Ne soğuktu bu sabah... Özellikle ılık geçen birkaç haftanın ardından, Ankara'nın soğuğu bu sabah kendini hissettirdi. Ankara'nın soğuğu da hiç çekilmiyor. Özellikle de benim gibi Akdeniz çocuklarına... Yazı yavaştan özlemeye başladığım bu günlerde, Fadime Uslu'nun Yaz Korkuları adlı kitabını okumak gerçekten de iyi geldi. Özellikle de ''Olağan Akışlar'' adlı öyküsündeki bir ayrıntı yaz aylarını ve denizi hatırlattı bana. ''Hafif bir esinti çıkmıştı. Hanımelinin içinde yaseminin kokusu bile ayırt edilebiliyordu. Cırcırböcekleri ötüyor, uzaktan akordeonun sesi geliyordu''(5). Kendimi yaz aylarını ve denizi hayal ederken buldum. Geçen yaz, bir arkadaşım beni ve birkaç arkadaşımızı yazlığına çağırdı. Gün içinde yüzdük, etrafta dolandık biraz, sohbet ettik bol bol. Akşam yemek yedik, içtik biraz ve ardından sahile indik. Oturduk sessizce, gökyüzüne baktık, dalgaların sesini dinledik sabaha kadar. Yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, deniz kenarında saatlerce oturmak. Bazen sohbet etmek ama bazen de sadece denizi izlemek, dalgaların çıkardığı sesleri dinlemek... Yaz aylarında bana daha çok huzur veren bir şey yok. Tabii en güzel kısmı sabahlamanın, güneşin doğmaya başladığı an. Arkamızdaki dağlara güneş ışınları vuruyor hafiften, güneş henüz kendini göstermemiş olsa bile. Deniz tarafına bakıyorum, ufka doğru. Henüz karanlık, tam aydınlanamamış. ''Dalgaların hışırtısı gece boyunca sürüyor. Evin içindeyse bir şeyler çıtırdıyor. Belki hareket eden böcekler, belki de eşya. Ama nasıl oluyorsa karşı koyun da ötesindeki dağlar ilk ışıkla gölgelenmeye başlar başlamaz her şey, herkesi dinlemek için susuyor''(Uslu 7). O anki huzur paha biçilemez. O sessizlik, sanki bir şeyler anlatıyor. Bütün gün etrafını saran insanların akşam olunca yanından ayrılmalarına hüzünlenen deniz, gece boyu dalgalanıyor, sanki sinirlenmiş gibi. Ve sabah olunca bütün doğa, gece boyu denizin yanında olduğumu bildiği için ödül veriyor sanki bana. Oradaki sessizliği, huzuru hiçbir şeye değişmem. Bütün hayatımı harcamak istediğim yer orası. Gün doğmadan hemen önceki an zaman dursa keşke, hiçbir sorumluluğum, işim olmadan orada durabilsem yıllarca. Ya da gece, kumsalda uzanıp gökyüzünü, yıldızları inceleyebilsem keşke. Başka hiçbir şeyi umursamadan, sadece göğe, yıldızlara bakmak... Ancak bu hayaller, şu anda Ankara'da, omzuma yüklenmiş sorumluluklarla oturduğum gerçeğini değiştirmiyor. İki aya kadar deniz bile göremeyeceğim gerçeği, altı aya kadar ise yazı yaşayamayacağım gerçeği ile yaşamak zorundayım. Ancak aynı geçen sene yaptığım gibi; bu sorumlulukları engel olarak değil, denizi görmek için aşmam gereken basamaklar olarak göreceğim. Her sınavdan, ödevden sonra, Akdeniz'e yeniden kavuşabilmek için bir adım daha attığımı biliyor olacağım. Yoksa başka türlü bu kırsalda hayatımı devam ettirmeye çalışmak pek kolay olmayacak. Kumsalda denize doğru, belki elimde bir birayla, sadece sabaha karşı değil günün her anında, hiçbir şey yapmadan oturmak, şu sıralar en çok yapmak istediğim şeylerden biri. Özellikle de geceleri, ışık saçan binalardan uzak olduğum için gökyüzü ayrı bir net, ayrı bir güzel. Sahilde yüzüstü uzanıp dalgaların çıkardığı sesi dinlerken gökyüzüne bakmak, yıldızları incelemek ya da sabaha karşı bütün sahilde tek başıma, güneş doğmadan hemen önce dağları, denizi izlemek bana en çok huzur veren şeyler. Bütün sorumluluklarımı bir kenara bıraksam, buralardan uzaklaşmak istesem gitmek isteyeceğim yer bana huzur verecek olan şey, bir sahil olurdu, çünkü bu günlerde birçok insan gibi benim de en çok ihtiyacım olan şey huzur. Kaynakça: Uslu, Fadime. Yaz Korkuları. Can Sanat Yayınları, 2014. Büşra Rana Kulaksız DANS EDEN IŞIKLAR Çocukluğuma dair hiç eskimeyen anılarım var, böyle bazı sahneler hep aklımda. Geçenlerde okuduğum Gece Çığırtkanları da tam olarak eskimeyen çocukluk anılarımdan birini canlandırdı. Çocukken babamın mesleği dolayısıyla akrabalarımıza uzak şehirlerde yaşardık, bayramlarda ve tatillerde onların yanına gitmek için uzun mesafeler kat ederdik. Hani vardır ya çocukluğum yollarda geçti muhabbeti, tam olarak benim durumum o. İşte o yolculukta geçen gecelerde arka koltuğa uzanır ve otoyoldaki elektrik direklerinden süzülen ışıkların senkronize geçişlerini izlerdim. Hipnotize olmuş gibi bakardım sarı ve siyah ışıkların uyumlu dansına. Ama adını koyamazdım, son durağa geldiğimizde adını koyamadığım için de kimseye anlatamazdım. İşte Şenay Eroğlu Aksoy, Gece Çığırtkanları kitabında bu ışık senfonisinin öykü karakterinde uyandırdığı duyguları şu sözlerle ifade ediyor: “Sokak lambalarının ışığı art arda kesip geçti bedenimi.” (Aksoy 79). Bu cümleyi okuduğum zaman, o lambaların ışığının benim bedenimi de kesip geçtiğini hissettim. Cama dayadığım parmaklarımı dilimlere ayırıyor gibilerdi ve nedendir bilmem bu benim çocukken çok hoşuma giderdi. Saatlerin geçmesini kolaylaştırırdı benim için belki de ondan severdim. O kadar uzun sürerdi ki bazen yolculuklar, sevmek zorunda olduğum bir şeyler bulurdum kendime. Oyalanabileceğim bir telefonum yoktu ya da müzik dinleyebileceğim bir elektronik alet. Beş altı yaşlarımda annemlerle konuşabileceğim şeyler de yolculukta geçen üç saatin ardından tükeniyordu (o da şanslı günümdeysem.). Arka koltukta yer kavgası yapabileceğim bir kardeşim de olmadığı için ben de kendime sevecek başka şeyler buldum. Oyuncak ayılarımdan birini alırdım mesela yanıma, onunla oynayarak vakit geçirmeye çalışırdım. Bazen de beyaz peçeteleri küçük parçalara ayırırdım ve ön koltuğa savurarak annemlere temmuz ayında kar yağdırırdım. Gece olduğunda da karanlığın içinde dans eden sarı ışıklara dalarak uyuyakalırdım. Hatta rüyamda da görmeye devam ederdim onları. Bazen de annemlere kendimi taşıtmak için uyuyormuş gibi yapardım; ama, aslında usulca arabanın durduğu kırmızı ışıkları sayarak eve ne kadar kaldığını anlamaya çalışırdım. Çocukken en çok yolculuklarda yalnızlık çektim ben, en çok o zamanlar bir oyun arkadaşım, bir kardeşim olsun istedim. Sessiz bir çocuktum, çoğu zaman bu durumu kabullendim ve gecenin karanlığında dans eden o ışıkları kendime arkadaş edindim. Tabii ki bunu çocukken anlayamıyordum ya da dedim ya, adını koyamıyordum. Bir eksiklik vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. Şimdi daha çok hissediyorum. Okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla veya karşılaştığım olaylarla eksiklerin adını koymaya başladığımdan beri daha çok acıtıyorlar canımı sanki, boşlukları belirginleşiyor içimde. Gece bedenimi kesen ışıkların arasında hissettiğim yalnızlık ise bunlardan sadece biri. Zaman geçti büyüdüm belki ama evim hala uzakta. Mesafeler az çok aynı uzaklıkta olmasına rağmen yolculuklar peçetelerden kar yağdıracak kadar uzun sürmüyor artık. Çoğu zaman uçakla gidiyorum evime. Aslında bazen bana gece yolculuğunu sevdiren sokak lambaların ışıklarını ve senkronize hareketlerimi özlemiyor değilim. Onları sevmek zorunda kalmış olabilirim belki ama sevmişim bir kere işte. Onlara bakarak uyuyakalacak kadar pervasız olmak isterdim tekrar. Şimdi ise yatağa uzandıktan yarım saat sonra uyuyabilirsem ertesi gün arkadaşlarıma ‘Dün gece hemen uykuya daldım.’ diyorum. Zaman kavramım değişiyor büyüdükçe sanırım. Çocukken hep eve kaç saat yolumuz kaldı diye hesap yaparken ders yoğunluğu içinde eve gidecek zaman bulabilir miyim diye düşünüyorum artık. Ya da çoğunlukla on dakikalık ders arasında kampüs içinde en fazla ne kadar yol kat edebilirim onu deniyorum. Büyüdükçe zamanla yarışmaya başladım sanki. Artık zaman geçsin diye bedenimi Büşra Rana Kulaksız keserek geçen ışıklara dalarak uyuyakalmıyorum, uyuyabilmek için zaman yaratmaya çalışıyorum. KAYNAKÇA Eroğlu Aksoy, Şenay. Gece Çığırtkanları. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. Elif Ezgi KARATAŞ BOĞULMAK Kış döneminin bütün yorgunluğunu atmak için planladığınız o muazzam yaz tatiline sonunda gittiğinizi farz edelim. Tüm yorgunluğunuzu atmak ve stresinizi azaltmak için şezlongunuzda tatlı tatlı güneşin keyfini çıkarırken birdenbire bir çığlık duydunuz.” İmdat! Yardım edin, nefes alamıyorum, boğuluyorum.” Büyük ihtimalle güneşlenme keyfinizi kesip koşarak yardım eli uzatırdınız o kişiye, acısına son vermek ve onu hayata geri döndürmek için. Peki bu boğulmak kavramı sadece fiziksel olarak nefes alamama sonucunda mı gerçekleşiyor? İnsan hayatının her dakikasında rahatça bir nefes alabiliyor mu? Hayatın hızına yetişilmiyor. Beklemeye asla yer yok. Bir kere tökezledin mi, yeniden kendini toparlaman o kadar çabuk olmuyor maalesef. Acımasızlık yapıyor insana, fazlasıyla yoruyor. Tabi ki de yaşadığımız her sarsılma olayından çabucak kurtulmayı ummak ve hiçbir şey olmamış gibi, sanki hiç etkilenmemişiz gibi olayları kafamızdan atmayı beklemek biraz ütopik olur, bunun farkındayız. Ancak bazı zamanlar katlanılmaz hale geliyor sabretmek. Geçmiyor zaman, tıkanıp kalıyoruz düşünceler tünelinde. Kendimizi birdenbire birçok olayı düşünürken buluyoruz; işi, okulu, arkadaşları, aileyi. Çevremizde karşılaştığımız her olay, bir bakıyoruz ki aklımızda kocaman yer edinmiş. Aslında bence düşüncelerin üzerimizdeki etkileri, bizi çok fazla yormuyor. Bizi yoran şey şu ki; fazlalık. Çok fazla düşünüyor ve umursuyoruz. Aynı anda birçok şeyi yapmaya çalışıyoruz, nefes almadan, dinlenmeden. Zihnimizde aslında olmaması gereken şeyleri veya daha az yer kaplaması gereken olayları kendimizce büyütüyor ve içinden çıkılmaz hale getiriyoruz. Sonrasında ne mi oluyor? Boğuluyoruz. Nefesimiz kesiliyor. Gücümüz yetmiyor zihnimizde olup bitenlere, bu hızlı hayata ve etkilerine alışamıyoruz. Üzücü bir şekilde, hayat gemimizi dermansızlık sularında batırıyor ve çöküyoruz yavaş yavaş. Peki yok mudur bunun bir çaresi, hayat o kadar acımasız mıdır, hiç mi bir çıkış yolu göstermez bize? Aslında temel çıkış yolumuz belli gibi. Zamana ihtiyacımız var. Zaman her şeyin ilacıdır derler ya hani, aynen öyle işte. Sakinleşmemiz gerekiyor, hayatı biraz daha yavaştan alabiliriz, acele edip her şeyi aynı anda düşünüp kendimizi yormamıza gerek yok. Beklemekten zarar gelmez, aksine daha doğru kararlar vermemiz için bize yardımcı olur. Tartıp biçeriz kafamızdakileri, değerlendiririz gerçekten de düşünmeye değer mi diye, sorular sorarız kendimize zihnimizde bir önemi olacak mı, yoksa bir fazlalık olarak kalmaya devam mı edecek. Sonrasında yapmış olduğumuz seçim, hem kendimizde hem de zihnimizde geniş bir ferahlamaya yol açacak. Bir başka çıkış yolu ise, paylaşmaktır. Düşünceleri, fikirleri ve duyguları paylaşmak da ferahlatır insanı. Rahat ettirir, zihnini boşaltır ve derin bir nefes aldırır çoğu zaman. Aslında çoğumuzun da istediği bu değil midir? Konuştukça açılır insan, eskiden kendi zihninde yer kaplayan bu olaylar artık yalnızca kendisine ait olmaz. İkinci bir kişi tarafından dinlenir, yorumlanır ve daha sonra kişinin zihninde bambaşka bir konumda yer alır. Paylaşalım, dertleşelim, konuşalım, yeter ki zihnimizin içindeki karmaşalardan kurtulacak bir yol bulalım kendimize. Yapmayalım, izin vermeyelim zihnimizdeki gereksiz fazlalığın bizi yıldırmasına. O bizim değil, biz onun patronu olalım. Gerektiğinde onu susturmasını bilelim. Bir kere geliyoruz bu hayata, yaşayalım, rahatça ve özgürce yaşayalım. Boğulmayalım düşünceler selimizde, izin vermeyelim hayatın bizi çaresizlik şelalesine sürüklemesine. Tabi ki de umursamaz olup etrafımızla ilgilenmeyelim veya hissizleşelim demiyorum. Ben sadece biraz daha huzur ve biraz daha sakinlik istiyorum. Tüm bunlar için ihtiyacımız olan en önemli şeyler; zaman ve paylaşım. Cemre Aras Gerçeğe ve Hayale Dair Gerçek ve kurgu arasında ufacık bir çizgi var hayatımızda ufacık bir fark. Gerçek ve hayal birbirinden tamamen farklı görünse de aslında ne kadar da iç içe. İz bırakan sanat eserleri, çığır açan edebi ürünler aslında hayata farklı bir pencereden bakma yetisine sahip bir çift gözün başarısı. Gerçeği kurgu ile yoğurabilme becerisi sanatçıya kimliğini kazandıran öge. Philip Roth ’un Hayalet Yazar adlı romanı genç bir yazarın rol modeli olarak benimsediği yaşlı bir yazarın evinde yaşadıklarını kendi hayal gücü ve yorumu ile birleştirerek okuyucuya aktarıyor. Gerçeğe kendi dokunuşunu katan Nathan Zuckerman hayatın içindeki sıradan, nesnel bir olaydan sübjektif bir kurgu yaratır. Hayat hepimiz için aynı. Hayatı herkes için farklı kılan hayatı nasıl yorumladığı, kendi öyküsünün anlatıcısı olarak nasıl bir yorum getirdiği kurguya. Gerçekler, iyi bir kurgu ile bükülebilme yetisine sahip insan beyninde. Hayal, hiç olmadığı kadar gerçekçi kılınabilir daha değişik bir yorumla. İnsanın üreten, hayranlık uyandıran yaratıcı yanını da, başkalarının zihnini yalanlarla kandıran, manipüle eden kurnaz yanını da gerçeği kendine göre kurgulayabilme yeteneği oluşturuyor. Roth’un öyküsündeki genç yazar, ressamlar, hatta mucitler bile; hayal etmekten korkmayan, hayatın soyut taraflarını da yakalayabilen insanlar gerçek ile hayal arasındaki farkı bilen, yöneten kişiler. Kişi ancak eserine kendi dokunuşunu kattığında eşsizlik ve kalıcılık yakalayabilir bunu oluşturan en önemli unsurda kendi gerçeklik algısı. Pablo Picasaso ve Salvador Dali’nin modern sanat için bu kadar önem teşkil etmesinin sebebi de resme hayatla iç içe ancak soyut bir algı getirmeleri. Pek çok insan için hayal âlemi belirsizlik veya anlamsızlık ifade etse de gerçek sanatçı, soyutu kurgulayabilen ona temkinli yaklaşmayanlardan oluşuyor. Bu kişiler güvenilir anlatıcılar gerçeği diğer insanlara çarpıtarak değil, farklı bir yorum getirerek anlatan özneler. Eserleri veya hikâyeleri ne olursa olsun bazen abartıya, benzetmeye başvursalar dahi gerçek öyküyü ana hatları ile aynı bırakan kurguculardandır onlar. Tabii bir de gerçek ve hayal arasındaki farkı anlayamayan, gerçeği tamamen göz ardı ederek kurguyu kendi hayal unsurlarında göre yazan güvenilmez anlatıcılar da yok değil. Yeni bir öykü yazarak karşısındakini kandıranlar da mevcut. Tıpkı Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı eserindeki ünlü Marlow karakteri gibi. Marlow, güvenilmez bir anlatıcıydı, yalanlarını ve suçlarını örtbas etmek için kendi bakış açısıyla olayları anlatmıştı ve onun bu kurgusu yaratıcı değil belirsiz ve tehlikeliydi. Hayatımızda bazen, kendi yarattığı gerçeği hiçbir şekilde yansıtmayan öykülerle insanların kafasını karıştıran, onları manipüle eden kimseler de oluyor. Kendi hayal ürünü ideolojisini anlatıp, bu öyküye insanları inandırıp peşinden kitleleri sürükleyen Hitler gibi… Bu anlatıcılardan ötürü insanlarda artık soyut unsurlara, kurgulara şüpheyle yaklaşıyor. Sanki hayal etmek, olaylara kendi yorumunu katmak suçmuş gibi. Sanatçıyı var eden onun hayal dünyası peki ya bizleri? Biz sıradan insanlarda hayallerimizle varız. Farkında olmasak da biz de kurguluyoruz kendi hayatımızı. Geleceğimize dair hayallerimizle, geçmişteki anılarımızla kendi filmimizi yaratıyoruz uzun metrajlı bazen ise öykümüzü yazıyoruz bir anlık kesitlerden. Sanatçı ile bizi ayıran fark ise onun her anı gözlemleyip, oluşturacağı kurgu için hayattan parçalar seçen bir algısının olması. Tabii, kendisi hayal ve realite arasındaki farkı çok iyi özümsediği için hayatta da neyin gerçek neyin yalan olduğunu anlayabiliyor. Bence her insan, hayatı kendine göre yorumlamalı zaman zaman. Gerçeği bükerek, çarpıtarak değil soyut ögelerle de bezeyerek öznel bir dokunuş katmalı en büyük eserine: Hayatına. Roth, Philip. Hayalet Yazar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.Kitap Karaçullu Obasının Bir Bireyi Olmak Yörüklük, yüzyıllardır Türk kültüründe önemli yere sahip olan ve günümüzde de devam eden bir yaşayış biçimidir. Konar-göçer şeklinde yaşayan bu insanlar yazın farklı yere, kışın farklı yere yerleşerek hayatlarına devam ederler. Yörüklerin çadırları, hayvanları, araç gereçleri kısacası her şeyleri onlarla birlikte bir göç hâlindedir. Yaşar Kemal, yörük hayatını en etkileyici anlatan yazarların başında sayılabilir. Çukurova’da doğup büyümesi, o yörenin insanlarını iyi bilmesi ve Yörük kültürünü çok iyi tanıması, bu etkileyiciliği sağlayan en önemli etken olarak gösterilebilir. Yaşar Kemal, “Binboğalar Efsanesi” kitabında yörüklüğü ve onların hayatlarını okuyucularına sunmuştur. Kitapta Karaçullu Obası’nın hayatının huzurlu ve hüzünlü tarafları, kahramanlıklarını ve hayatta kalma savaşları anlatılmaktadır. Kitabı okurken insan, kendisini Karaçullu Obasının bir bireyi olmaktan alıkoyamıyor. Onlarla beraber konuyor, onlarla göçüyor, onlarla yemek yiyip, onlarla âşık oluyor ve hatta onlarla birlikte sövüp onlarla birlikte savaşıyor. Bu durum, Yaşar Kemal’in olağanüstü kalemiyle ve yörüklerin sürükleyici yaşamlarıyla birleşince okuyucularına mükemmel duygular yaşatıyor. Bu insanların kültürleri, töreleri, gelenek ve görenekleri, insanlara karşı sevgi ve saygıları, hırsları, kavgaları, savaşları ve aşkları, insanları onlara yakın hissetmesine ve onlardan biri gibi hissetmelerini sağlamaktadır. Karaçullu Obasında yaşamanın, bu obanın bir üyesi olmanın birçok sıkıntısının yanında güzel, insanlığa yakışır çok fazla yanları da vardır. Karaçullu’da bir yörük olmak sabahları Kerem’in, obanın en yaşlı ve sayılan kişilerinden Haydar Ustanın torunu, ve arkadaşlarının neşeli bağırışlarını, birbiri ardına sıralanmış ve uyum içinde çalan koyunların çanlarını ve sayısız cıvıltılı kuş seslerini duyarak uyanmaktır. Uyandıktan sonra vücuda yaşam enerjisi veren yeni sağılmış ılık bir koyun sütü içmek, eşine benzerine az rastlanır güzellikte olan ve insanda yaşama isteği uyandıran Cereni görmek ve oba kadınlarının büyük bir ateşin üzerinde pişirdikleri yufkanın mükemmel kokusunu içine çekmektir Karaçullu bireyi olmak. Yüzyıllarca barış ve huzur içinde yaşamış bu insanlar kimseye kötü duygular beslemezler ve hainlik, hırsızlık ve kötülük yapmazlar. Ancak zaman ilerledikçe ve para denen şey insanların gözlerini kör etmeye başlayıp hayatlarının merkezine yerleşince bu güzelliklerin yerini hiç de insancıl olmayan şeyler almaya başlamıştır. Yörükler özgür insanlardır ve onlara göre dünya üzerindeki toprak Allah’ın toprağıdır ve herkesin bu topraklar üzerinde eşit hakları vardır. Yıllar geçtikçe paranın ve statünün önemi arttıkça bu Allah’ın toprakları kulları tarafından nasıl olduğu belli olmadan pay edilmeye başlanmıştır. Hükümet, ağalar, paşalar bu toprakların sahibi olmuşlardır. Bu durum en çokta yörükleri etkilemiştir. Eskisi gibi istedikleri yere konamaz istedikleri yere göçemez olmuşlardır. Nereye gitseler o toprakların sahipleri ve koruyucuları tarafından önleri kesilmiştir. Bu fani dünyada bir avuç toprak için kavgalar çıkmış, kanlar dökülmüş ve ocaklar sönmüştür. Kendi vatanlarında insanlara yabancı ve yabani muamelesi yapılmıştır. Karaçullu Obası zamanla değişen bu düzenin kurbanı olmaktan kurtulamamıştır. Eski huzurlu ve neşeli günler geride kalmış, yaşama enerjileri bitmiştir. Eskiden kimseye sormadan yerleştikleri yerler ve bu yerlerde huzur içinde yaşadıkları insanlar kalmamıştır. Karaçullu Obasındaki herkes perişan, bitmiş ve eski günlerini mumla arar hâldedirler. Her kondukları yerde savaşlar kavgalar etmişler ve kayıplar vermişlerdir. Yavaş yavaş obadan kopmalar başlamıştır. Kimse obada kalıp bu perişanlığı çekmek istemiyor ve insan yerinde konmak istiyorlardır. Obada geriye kalan insanlar da bu durumdan memnun değillerdir ancak çaresizlerdir. Nereye gidecek, ne iş yapacaklardı? Kime boyun eğip kimin için çalışacaklardı. Yapamazlardı çünkü gururlu insanlardı. Tâbi ki bu çivisi çıkmış düzen onları da yutacaktı ve herkes bunun farkındaydı ancak kimse artık bir şey söyleyemiyordu. Çok Daha Güzel İsimleri Hak Eden Masum Bitki Fatih Çelik Yazıma başlamadan önce beni bu yazıyı yazmama yönlendiren belgesel olan "The Union: The Business Behind Getting High" eserinin yönetmeni ve yazarı Brett Harvey'e teşekkür ederim. Belgeselde esrarın bazı yönlerini anlatırken ABD ve Kanada odaklı örnekler vermiş olsa da bence tüm dünyanın izleyip öğrenebileceği önemli bilgiler taşıyor ve uyandırdığı merakla daha fazla araştırma yapmanıza kapı açıyor. Türkiye'de insanların esrarı ismi gibi esrarengiz bir madde olarak bilmesi bana gerçekten enteresan geliyor. Halkın bu maddeyi neden yasakladığımızı soruşturduğunu, hatta yasakladıklarımızın tam olarak neler olduğunu bildiğini sanmıyorum. İnsanların bu konuda daha çok bilinçlendirilmesi lazım. Mesela öncelikle kenevirin yetiştirilmesinin ilk kez nerede ve neden yasaklandığını bilmek gerekiyor. Belgeselde kenevirin yasaklanmadan önce herkes tarafından kullanılan olabildiğince normal bir bitki olduğu söyleniyor, sonradan ise ilk olarak Amerika'da yasaklanmış ardından da tüm dünyada yavaş yavaş yasaklanmaya başlamış olduğu. Peki yasaklanış sebebinin insanlarda sarhoşluk yapmasından çok daha farklı sebepler olduğunu biliyor muydunuz? Öyle olsaydı zaten endüstriyel kenevir (sonradan üzerinde konuşacağım) yasaklanmazdı, çünkü endüstriyel kenevirden sarhoşluk yapan çiçek kısmı bile elde edilmiyor. Kenevirin ve esrarın asıl yasaklanma sebebinin en güzel özeti "insanoğlu için fazla iyi" olduğudur. İnsanoğlu için fazla iyi Keneviri yasaklatanlar ve hala yasak kalmasına en büyük destekte bulunanlar açık ve net kenevirin kullanılmamasından yararlanan büyük firmalardır. Şu an halen ABD'deki eyaletlerde keneviri yasallaştırma çabalarına karşın milyon dolarlar harcayan büyük firmalar var. Bu durumun başka ülkelerde de çok değiştiğini sanmıyorum. İlk kez yasaklandığı zaman yasaklanmasını destekleyen firmalar kenevirin endüstriyel özelliklerinin kendi endüstriyel ürünlerinden daha ekonomik alternatif olduğundan keneviri marketten uzaklaştırmak isteyen firmalardı. Şimdiyse hapishane yapımı, ilaç ve alkol üretimiyle ilgilenen firmalar da var. Bunlar dışında polis ve güvenlik birimi yetiştiren okullar kısaca yasak tutulmasını sağladıkça para kazanan insanlar da kenevirin yasaklanmasını destekliyorlar. Tam olarak nasıl para kazandıklarını tahmin edebiliyorsunuzdur. Ama eğer en dikkat çekici olan ilaç firmalarının yasağı destekleme sebebini merak ederseniz esrarın çok yönlü ve çok ucuz tıbbi kullanım alanı olduğudur. 200'den fazla farklı tıbbi hastalığın esrara olumlu yanıt verdiğini biliyor muydunuz? Özellikle depresyon ve acıya karşı kullanışlı olsa da kanser ve kemoterapinin yan etkileri dahil olmak üzere birçok tıbbi kullanım alanı var ve bazı durumlarda esrarın yaptığını başka ilaçların yapamayacağı bile söyleniyor. İlaç firmaları esrarın tıbbi kullanımından çok para kazanamayacakları için şu andaki kullanılan ilaçlarının yerini korumak amacıyla esrarın yasallaştırılmasına karşılar. Bu tür bir durum diğer şirketler için de geçerli ama anlatması çok fazla yer kaplayacağı için sadece isimleriyle bırakıp esrarın insanoğlu için fazla iyi olduğunu söylemekle kalmak istiyorum. O kadar iyi bir bitkiyse halk neden bu durumu fark edemiyor? Türkiye'de halkın esrarı esrarengiz bir bitki olarak bilmesi için çok fazla sebep sayılabilir. Ama ilk olarak bu işte kişisel çıkarları olan insanların halkın üzerinde büyük etkisi olan insanlarla bağı olmasıyla başlayabilirim. Bir şekilde Türkiye'de genel bir yargı olarak esrar genel uyuşturucular kategorisinde görülüyor, çok zararlı ve hatta ölümcül bir madde olduğu bile düşünülüyor. Bu durumun oluşmasında çok fazla etken var, ama örneğin gözüme çarpanlardan biri Türkçe kaynakların bu konuda yanıltıcı olmasıdır. İngilizce makalelerde ve kaynaklarda rahatça bulabileceğiniz bilgileri Türkçe saygıdeğer sitelerde pek bulamıyorsunuz. Hatta yanıltıcıdan öte düpedüz yanlış bilgilerle bile karşılaşabiliyorsunuz. ABD'de ise şu anda birkaç eyalette esrar tamamen yasal ve hala daha fazla eyalette yasallaşma yolunda gidiyor. Birkaç eyalette ise bu durum tıbbi kullanımı için geçerli. Esrarın yasallaşması yine de olması gerektiğinden yavaş ilerlemekte, çünkü büyük firmaların parasıyla sesini duyuran politikacıların propagandaları özellikle halkın belirli bir yaştan sonrasını çok etkilemekte. Bunun dışında yanıltıcı bilimsel deneyler de işin içerisinde büyük bir role sahip. Örneğin belgeselde (7:56) 1974 Heaş-Tulane incelemesinden bahsediliyor ve incelemede maymunlara ortalama bir insandan çok daha yüksek dozlarda gaz maskesinden esrar verildikten sonra beyin hücrelerinin öldüğünü rapor ettiklerinden bahsediyor. Bu inceleme bilimsel olarak geçse de gaz maskesinden esrar verilirken dozajın yüksekliği nedeniyle o süre boyunca oksijen alamadıklarından bahsedilmediğini biliyor muydunuz? Tüm bunlar bir gün ortaya çıkacak olan gerçeğin geciktirilmesi için yapılan çabalardır, o günü olabildiğince geciktirip daha fazla para elde etmek için yapılmaktadır.Peki yasal durumunun halk için yararları nedir? Yasal olmaması insanların esrara olan isteklerini azaltmadığı için sadece esrarın değerini yükseltiyor. Yüksek değerinden dolayı gençler çalışıp iş sahibi olmaya çalışmaktansa esrarın üretiminin kolay olduğu yerlerden zor olduğu yerlere maddeyi kaçak yollarla sokmakla ve kaçak esrar üretimiyle gençliklerini harcayabiliyorlar. Esrarı kullanmak isteyen, topluma zararı dokunmayan, vergisini ödeyen insanlar yakalandığı zaman hapse girebiliyor. Esrar satan insanlar esrarın yanında zararlı uyuşturucular da sattıkları için esrar almak isteyen insanlar başka maddelerle de karşılaşmış oluyorlar. Esrarın üretiminden dağıtımına her adımında rol oynayan insanlar gizli bir işin içinde olduğu için hayatlarını tehlikeye atıyorlar ve vergi ödemiyorlar. Halkın ödediği vergiyle polislerin ve hapishanelerin sürekliliğini sağlıyor. İnsanlar sağlıkları için belirli seçeneklerinden mahrum kalıyor ve çoğu zaman fazladan para ödüyor. Kağıt üretimi için çok daha az ekonomik yollara başvuruyoruz ve kenevirin biyoelektrik potansiyelinden yararlanmıyoruz ve sonucunda küresel ısınmayı desteklemiş oluyoruz. Tüm bunları göz önünde bulundurarak esrarın esrarengizliğini en kısa sürede kaybetmesini umut ediyorum. "The Union: The Business Behind Getting High" eserinin üstüne yazılmıştır. Algının Evrimi ve Matematik "Matematikçinin desenleri, tıpkı ressam veya şairinkiler gibi güzel; fikirleri, tıpkı renkler veya kelimeler gibi içerisinde birbirine oturmalıdır. Güzellik ilk sınavdır: Çirkin matematik için bu dünyada kalıcı bir yer yoktur.." -G.H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması Eğer çevrenizi daha önce izlediyseniz ve bütün dikkatinizle incelediyseniz fark etmişsinizdir ki matematiksel bir estetik anlayışına sahibiz. Şu an etrafınıza bakın, insan yapımı ve matematiksel anlamda düzgün olmayan bir şey bulmaya çalışın. Muhtemeldir ki bulamayacaksınız. Evlerimizi dekore ettiğimiz mobilyalara, simasını beğendiğimiz binalara, araçlara bakın. Hepsi bir ölçüde düzgünlük barındırır ki bu doğal algıdan çok uzaktır. Doğada aksine kaos hakimdir. Bir nehir, yatağını düzgün kurmaya uğraşmaz, en dirençsiz yolu seçer kendine. Dağlar konik olmaya uğraşmaz, milyonlarca yıllık sismik hareket onları rastgelelik içerisinde şekillendirir. Hâliyle ilkel insanın çevresinde düzgünlük yoktur. Birbirine giren ağaç dalları, gelişigüzel dizilmiş çiçekler, her biri diğerinden farklı bulutlar, şekilsiz taşlar ile şekillenmiş bir yaşam süren ilkel insan için doğal ve normal olan kaotik şekillerdir. Algının neden bu yönde kaydığını anlamak için önce bu şekiller neden matematiğin ilgisini çekmiştir bunu anlamamız lazım. 'Düzgün çokgen' olarak adlandırdığımız şekiller geometrinin en ilkel uğraşlarındandır çünkü anlaşılması kolaydır. Hatırı sayılır miktar simetri içerirler ve ölçümler ile ampirik sezgiciliğe açıklardır. Bu derece düzenli yapıların da hâliyle matematiksel merakı tetikler bir yanı vardır. Öklidyen geometrinin ilk temellerinin atılması ve bu temel şekillerin büyük ölçüde anlaşılması uygulamanın önünü açmıştır. Tabii ki böyle bilgilere yalnız dönemin bilginleri ulaşabiliyordu. Bu bilginlerden halka yansıması ise muhtemelen ihtişamlı yapıtlarla olmuştu. Roma mimarisini ele alın mesela, geometrik şekiller içerisinde kurulmuş bu ihtişamlı yapıların halkı büyülememesi mümkün değildir. Bu noktada bir not düşmeliyim ki geometrik şekiller matematikçiler tarafından keşfedilip sonradan halka inmemiştir, örneğin tekerleğin icadından beri çember şekli insanlık için mevcuttur fakat bu şekil ilkel insan için bir pratiklik ifade eder, bir araçtır o. Şeklin incelenmesi ve sonrasında mimariye dönüşmesi ise sanattır ve etrafında bir estetik algısı oluşturur. Böylece şekil araç olmanın ötesine geçer ve estetik bir anlam kazanır. Bu algı kayması sadece mimariden kaynaklı değildir. Sanatın bütün formları matematikten payına düşeni almıştır. Müziğin içerisindeki matematikten bahsetmeme gerek dahi yok sanırım. Ritimlerin aksamasından tutun notaların formalize edilmesine kadar tüm temel unsurlar, sayılar teorisinin oyun alanındadır. Matematikselleşen estetik algısının daha modern örneklerinden birisi de kübizm akımıdır. Matematiksel şekillerle bir harmoni yakalamaya çalışan onlarca sanatçı, öncesinden bir adım ileri giderek doğal yapıları kübik bir şekilde ifade etmişlerdir. Bunun en ikonik örneklerinden birisi de yandaki tablodur. Çıplak bir kadın, bütün doğallığıyla kübik bir perspektifle resmedilmiştir. Sanatın dışında da eğitimin yaygınlaşması, algının bu yönde kaymasında etkendir. Yukarıdaki alıntıda Hardy'nin bahsettiği gibi matematik, içinde güzel olanı ve sadece güzel olanı barındırır. Kendine has bir Figure dans un Fauteuil cazibesi vardır. Matematik eğitiminin halka inmesi de hâliyle bu (Oturan çıplak) Pablo Picasso sapmada önemli bir rol oynar. Günümüzün evcil insanı, tıpkı ilkel insanın kaos içerisine doğması gibi, düzenin içerisindevar olmuştur. Hâliyle algısı bu çerçevede gelişmiştir. Hatta o kadar ileri gitmiştir ki doğayı dahi bu çerçeveye sokmaya çalışıyoruz. Çalılarını geometrik şekillerde buduyoruz, tek tip bir ağaçla belirli bir örüntü hâlinde ağaçlandırma çalışmaları yapıyoruz, bahçelerimize tek tip bitkiler ekiyoruz. Buna rağmen birçoğumuz ara sıra şehirden uzaklaşmak istiyoruz. Doğada tatiller yapıyoruz, ormanlarda yürüyüşe çıkıyoruz. Bu isteğimiz bence insanın doğasına dönüşüdür. Sadece fiziksel anlamda değil aynı zamanda algı dünyasının doğal hâline dönmesidir. Bu nedenle huzurludur. Hatta biraz aşırı yorum ile öne sürebiliriz ki düzen üzerine kurulmuş estetik algısı içerisindeki bir yaşam, kaotik bir estetik algısını cazip kılmaktadır. Bu nedenle kaotik yapısıyla doğa insana estetik ve huzurlu gelmektedir. -Baran Zadeoğlu Kaynakça: Hardy, Godfrey Harold. A Mathematician's Apology, Londra: University of Alberta Mathematical Sciences Society, 2005. PDF dosyası Egemen Demirbaş Yeri Doldurulamayan Arzularımız her şeydir. Arzularımız oradan oraya savrulduğumuz konusuz hayatlarımızda yargılama yapabilecek referans noktasını sağlar. Ruhlarımıza yaşam nefesini üflerler. Hayatlarımızın bir anlam ifade etmesinin tek ihtimalidir arzularımız. Sizlere hayatımın korkunç trajedisini takdim ediyorum: Ben istediğim şeylere asla ulaşamayacağım. İnsanlar olarak değerimizin genetiğimizle ve seçimlerimizle belirlendiği bu düzende benim toplam skorum istediklerime ulaşabilmem için yeterli değil. İsteklerim mutluluk hayali için vazgeçilemez iken ben onları elde edebilecek potansiyele sahip değilim. Ağzımdan birçok söz çıkabilir. Adalet üzerine, çarpıklık üzerine. Işık dalgalarının hayatın anlamı üzerindeki korkunç hakimiyeti üzerine. Fakat şu bilinsin ki, asıl derdim şimdi ve her zaman, istediklerimi elde edememiş olmamdır. Ben uzun zamandır verdiğim yalnızlık mücadelemde, benden arzularımın yeşermesi için hiçbir şeyi esirgemeyip gerçekleşmemesi için de bütün şartları sağlayan varoluşuma karşı, son çare olarak bütün bu yapıyı reddetmeyi seçtim. Kırılan kalbim bir savunma mekanizması olarak beni bu inkârcılığa mecbur bıraktı. Fakat anlık bir görüntü, geçmişten gelen bir imge, içinde kaybolabileceğim bir çift göz, merhametsiz bir gülümseme bana kaybettiklerimi hatırlatmaya yeter de artar. Saniyeden daha kısa bir süre içerisinde dünya başıma yıkılabilir. Gerçek savaş, gerçek "kötülük" burada. Bütün savaşların, parçalanmanın çıktığı yer burası. Deliliğin kaynağı. Ruhumun en derinlerindeki bu ikililik. Yine isimlerden dolayı yaptığım bir tercih olarak Adam Philips'in Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü adlı kitabını okudum. Kaçan fırsatların ve kaybedilen geleceklerin korkunç zulmü ve bunlarla baş etme yöntemleri üzerine bir çalışma. Bütün yazılanlardan ve çizilenlerden sonra varabildiğim sonuç, yazarla fikirlerimizin buluştuğu bağlantı noktası, arzularımızın bizim üzerimizdeki belirleyiciliğidir. Hepimiz isteyerek ya da istemeyerek planlar yaparız. Ve aslında bir şey arzularken, bir sonuç beklerken her defasında korkunç bir kumar oynarız. Arzulamak yalnızca tatmin olmak değildir. Sahip olmadıklarınız sizin hakkınızda, sahip olduklarınızın söyleyebileceğinden hep daha fazlasını söyler. Arzuladığınız erişilebilirse eğer, dünya güzel bir yerdir. Bunun ötesine geçip, kaderinize, şartlarınıza baş kaldırma cüretini gösterdiğinizde ise dünyada ahenge yer olmadığını görürsünüz. Sizi koruyup kollayacak bir düzen yoktur. Kader oyunlarını oynarken arzularınıza kayıtsızdır. Biyolojik olasılıklar hayallerinize gözünü kan bürümüş bir vahşetle saldırır. Doğuştan gelen yetenekleriniz, çevrenizden gelen kişiliğiniz ve sizi değiştiren travmalarınız. Bunların kombinasyonu size istediğiniz kapıları açabilir ya da açamaz. Elinizden geleni yaparsanız, doğru taktikleri uygularsanız yine de istediğinize ulaşamayabilirsiniz. Hayat size doğru kartları verir ya da vermez. Zafer ya da hüsran. Cennet ya da cehennem. İnsanların en ilkel duygusu, tatmin olmak. Medeniyetimiz, insanlık mirasımız bunun üzerine kurulu. Bütün savaşlarıyla, kültürleriyle ve diğer saçmalıklarıyla hâlâ sapasağlam ayakta duruyor. Sonsuz bir yarış. İnsanları cinayete götüren ya da şiir yazdıran türden. Ben bu kaosun içerisinde şansız olanlardanım. Hayır şans göreceli değildir. Yeterince sağlıklı olmam şu an beni mutlu etmeye yetmiyor çünkü bu benim için henüz bir arzu nesnesi değil. İstediğimiz şeylerin onlara anlam ifade etmeyen başkalarına dağıtılması gibi hastalıklı bir espri anlayışı var kaderin. Bir şey istememeye karar verecekseniz eğer, hayal kırıklığına uğramamak için, çok dikkatli düşünün. Çünkü bir anlık bir zayıflık, bir berraklık sizi yok etmeye yeterlidir. Bu yolun dönüşü yoktur. Fedakârlık çevrenizdekilerde minnet uyandırabilir ama sizi kendinize karşı koruyamaz. Kendimize karşı oynadığımız bir saklambaçtır bu. İsteklerimizi gerçekleştirme yolculuğunda modern bankacılık gibi arzularımı biriktirmemiz isteniyor. Ve zamanı geldiğinde ortaya çıkarmak ve harcamak. Belli bir yaşa gelince hepimizin yaptığı, yapmamız beklenen imkânsız seçim gibi. Hayatlarımızın seçimi. Beni tatmin edecek şeyleri önceden görmem ve asla değişmemem. Bu nasıl bir çelişkidir ki esnekliği ödüllendiren bu düzen, beni arzularım konusunda sabit olmaya zorluyor. Fiziksel olarak işlevsel, ruhsal olarak çoktandır normalliğini kaybetmiş varlıklarız hepimiz. Şu aşamada hasar raporu düzenlemek çok komik ve bir o kadar da anlamsız. Bu hayatı kaçırdığımdan neredeyse eminim. Artık peşinde olduğum şey tatmin değil. Özgürleşme, tahliye. Bir tepki olarak ömrümün geri kalanını, zorla imkânsız hale getirilen arzularıma kayıtsız bir şekilde, direnerek geçireceğim. Tatmin olmak ve hüsrana uğramak arasındaki sessizlikte günlerimi bir şeyler yaparak harcamam gerekiyor. Herhangi bir şeyler. Hayatıma, geldiğim noktaya bir an bile olsun bakacak tahammülüm yok. Hareket halinde olmalıyım. Zihnimi serbest bırakıyorum. Bedenim gittikçe azalıyor, ta ki zaman ikisine de yetişinceye kadar. Seçimlerim tükendiği zaman yenilgiyi kabul edebilirim. HARESE Bazı sorunlar vardır ki ne bir ülkeye ne de bir bölgeye aittir. İnsanlığın, daha doğrusu vicdanı olan her insanın ortak sorunudur. Mülteci sorunu da bu sorunlardan birisidir. Bu aralar sık sık bu insanların, insani şartlarda yaşamayan bu insanların, hikâyelerini düşünürken buluyorum kendimi. Hangi görüşü, hangi ideolojiyi desteklerseniz destekleyin bu insanları görmezden gelmeniz çok ama çok zor. Her trafik ışığında, her köşe başında, her sokakta ayrı bir yaşam mücadelesine şahit oluyoruz. Üstümüzde onlarca kat kıyafetimizle havanın soğukluğundan şikayet ederken ayağı çıplak o çocukları gördükçe insanın kalbi acıyor. Eminim çoğu insan bu duygularla boğuşuyor bu günlerde. Bu insanların mücadelelerini her gün haberlerde, sokaklarda, sosyal medyada gördükçe duruma alışmaya başladığımız zamanlardayız. İşte böyle bir zamanda elime Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk adlı kitabı geçti ve bana yaşanan tüm bu acıları, çekilen çileleri, haksızlıkları yeniden hatırlattı. Bana çok ama çok anlamlı hatta tüm bu yaşananların nedeni sayılabilecek bir kelime kazandırdı bu kitap. Kitabımız “Harese nedir bilir misin oğlum?” diye başlıyor. Harese; Arapça, eski bir kelimedir. Bildiğimiz hırs, haris, ihtiras kelimeleri de bu kelimeden türemiştir. Harese, devenin çölde çok sevdiği bir dikeni yemesi buna bağlı olarak ağzında oluşan yaraların kanaması ve bu kan tadından zevk alan devenin dikeni yedikçe daha çok kanamaya sebep olması ve durmadığı takdirde kan kaybından ölmesi demekmiş. “…Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve…” Günümüz Ortadoğu’sunu özetleyen bir kelime aslında. “Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”Hangi hırs, hangi amaç bu kadar insanın hayatından daha değerli olabilir aklım almıyor. Kimi, hangi görüşü suçlamalı bilmiyorum. Tek bildiğim hiçbir insanın hayatının bu kadar değersiz olmadığı. Hiçbir insan sevdiklerini kaybetmeyi, kucağında bebeğiyle bilmediği bir ülkede çaresiz kalmayı, hor görülmeyi hak etmez. Belki gücümüz savaşı bitirmeye yetmez. O insanların hepsine yardım etmemiz de imkansızdır belki. Biliyoruz ki maddi şeyler elbette bir şekilde karşılanır. Şahsen ben devletin bu konuda yaptığı her türlü maddi desteğin, o insanlara faydalı olacak her türlü hizmetin sonuna kadar arkasındayım. Ancak iş bununla bitmiyor. Benim söz ettiğim yardım türü daha farklı ve çok daha anlamlı. Onlarca yardıma muhtaç insana kapılarını açmış bir ülkenin vatandaşları olarak bizim yapabileceğimiz şeylerin sayısı da oldukça fazla. En ama en önemlisi o insanlara bu ülkede istenmediklerini hissettirecek her türlü söz, davranış ve itici bakışlardan uzak durmak. Bu asla onları görmezden gelmek, yanlarından öylece yürüyüp gitmek demek değil. O insanların en çok muhtaç olduğu şeylerden birinin sevgi ve iletişim olduğunu yakın zamanda yaşadığım bir olay bana çok net bir şekilde anlattı. Yardıma muhtaç kardeşlerimizden biri yerde oturmuş o soğukta öylece bekliyordu. Kardeşimle aynı yaşlarda olan bu çocuğun önünden öylece geçip gitmek benim için imkansızdı. O an aklımdan o çocukla ilgili onlarca üzücü senaryo ve soru geçti. Acaba ailesini kaybetmiş miydi? Acaba gece nerede kalacaktı? Karnı tok muydu? Aklımda bu sorularla ve burnumda garip bir sızıyla o çocuğa yaklaştım ve sevebildiğim kadar sevdim onu. Çocuğun mutluluğunu günler geçmesine rağmen unutamıyorum. Eminim önüne para bırakıp gitmemden çok daha mutlu olmuştur. Ailesi olduğunu tahmin ettiğim kişiler yanına gelmeseydi o çocuğu orada nasıl bırakacaktım hiçbir fikrim yok. O çocuğu görünce aklımda canlanan üzücü hikayelerden birinin kahramanı olmadığım için tekrar şükrettim ve o insanların kahramanı olmaya karar verdim. Umarım tek umudu bizler olan o acılı insanların yaralarına az da olsa çare olabiliriz. Buse Halıç Fırat DEMİRALP KENDİN OLMANIN BEDELİ Halihazırda yaşamını sürdüren canlı türlerinin en akıllısı olan insanlar olaraktan kimi zaman kasıtlı kimi zamansa farkında olmadan yaptığımız bir şey var: Kendimizi diğer insanlara beğendirme çabamız… Bunu yapmaya öylesine gönül adamışız ki biraz düşününce neredeyse tüm davranışlarımızın arkasında bunun saklandığını görüyoruz. Mesela gecesinde çok geç yattığınız bir hafta içi sabahını düşünelim. Alarmınız o tiz sesiyle çalıyor ve siz yataktan kalkıp kalkmamak arasında cebelleşiyorsunuz. Belki çarşafınızın yumuşak dokusu sizi daha da içine çekerek zekice bir akıl oyunu oynamaya çalışıyor ama siz aniden o gün toplumda oynamanız gereken seçkin bir rol olduğunu hatırlıyorsunuz. Bir şirketin genel müdür yardımcısı olarak baştan aşağıya jilet gibi görünmeniz gerektiğini ya da isim yapmış bir üniversitenin kıdemli profesörlerinden biri olarak insanların gözünde saygınlığınızı yitirmemeniz gerektiğini çok iyi biliyorsunuz. Bütün bunları düşünmek kendi iç savaşınızı kazanmanıza biraz daha yardımcı oluyor ve sonunda gözlerinizi aralamayı başarıyorsunuz çünkü o iddialı imajınızı yaratmak için tatlı mı tatlı uykunuzdan biraz feragat etmeniz gerekecek. Siz her ne kadar bunu kendiniz için yaptığınızı, yani düz mantıkla kendiniz için süslendiğinizi, söyleseniz de gerçeği adımız gibi bildiğimizi siz de biliyorsunuz. Bir topluluğun parçası iken takındığınız her tavrın, giyim kuşamınıza gösterdiğiniz ekstra özen de buna dahil olmak üzere, sizden önemli parçalar yansıttığının farkındasınız. Bu yansımanın diğer insanlara nasıl döndüğüyse işin kilit noktası. Sizi nasıl algıladıkları, hakkınızda ne düşündükleri, ilk izlenimlerinin ne olduğu belki de sizin kendiniz için ne düşündüğünüzden daha bile önemli. Her yerde olduğunuz gibi varolabilmenin ve kabul edildiğinizi bilmenin verdiği haz hemen hemen hiçbir şeyle örtüşemez sanırım. Onun yarattığı mutluluk duygusu ise pahabiçilemezdir fakat olur da aksi yaşanırsa bunun tam anlamıyla bir felaket olduğunu söylersem yalan söylemiş sayılmam. Sosyal normlar tarafından kabul edilmemek, gittiği hiçbir yere uyum sağlayamamak veya tıpkı Mrs. C. gibi altmış yedi yıl boyunca sadece bir gün yaşadığını hissedip onu da hiç yaşamamış olmayı dilemiş olmak felaketlerin en babasıdır. Hayatta bir kere reddedildik mi bir daha eskisi gibi olamıyor, aynı şekilde hissedemiyoruz bazen. Duygularımız zedeleniyor, beklentilerimiz kararıyor ve aynaya aynı gözlerle bakamıyoruz. Kendimizi nasıl gördüğümüzden çok başkasının bizi nasıl gördüğü daha da önemli oluveriyor bir anda ve eski bahaneler geçerliliğini yitiriyor. Ağzımız ya da dilimiz “Umrumda değil, kim ne düşünürse düşünsün” diye isyan ediyor ama benliğimiz buna yürekten inanmıyor. Vicdanımız insanların dedikodu malzemesi olmaktan utanç duyuyor ama yaşattıklarından ötürü pişman da olamıyor. Bedenimize sinen is lekelerinden arınmak için Mrs. C. gibi haftalarca kendimizi suyla arıtmaya çalışıyoruz kimi zaman. Sonrasında ise sineye çekilip kimseyle bir şey paylaşmama evresine geçiyoruz çünkü artık diğerlerinin doğru ahlak yasasına ters düştüğümüzden oldukça eminiz. Yirmi dört saatliğine kendin olmanın bedeli çoğu zaman altmış yedi yıldan da fazla sürüyor. İnsan en çok doğru anlaşılmamaktan, kabul edilmemekten yakınıyor ama aynı hatayı kendisinin de yaptığının farkına varamıyor. Onaylanmayı bekliyor bir köşede sessizce. Kendi kendinin sessiz çığlığı oluyor. Aynı anlatıcının yaptığı gibi onaylanmayı ve geçmişi hatırlatan bu donukluğun yok olmasını. Geçmişimize ait ufak bir anı, mantıksız davrandığımız ama bunun önemsiz olduğu küçük bir zaman dilimi, kısa bir süreliğine hayatımızda ilk defa kendimiz olduğumuz o saatler… Bize tamamiyle doğru ama başkalarına her şeyiyle yanlış gelen o erdemli hatamız! Paramızı, adımızı, servetimizi hatta onurumuzu dahi feda edecek kadar gözümüzü karartan bir olay, bir mekan, bir insan. Yavuz Selim Yıldız Sallapati Hikâyeler Sait Faik okumak zordur biraz. Günümüz Türkiye’sinde insanların anlaması kolay değil çünkü Sait Faik’in kullandığı birçok kelime şu an tedavülde değil. Aslında bu zorluğu daha önceden tecrübe etmiştim, okul kitaplarında kısım kısım hikâyeleri bulunuyordu. O zamanlar kaya gibi aşılması zordu Sait Faik ancak şimdi Son Kuşlar’ı okuduğumda gördüm ki eskisi kadar sarp değildi benim için. Sanki yıllar aşındırmıştı o aşılmaz gözüken Sait Faik’in dilini. Esasen yıllarla ne ilgisi var canım, düpedüz kelime iktisabımla alakalıydı bu izafi kolaylaşma. İnsanların vücutça büyüyüp de kıyafetlerin küçülmesinden dem vurmalarına benzedi son cümle. Abasıyanık’ın hikâyelerinde geçen kelimeler… Yeni, duymadığınız, gün yüzü görmemiş kelimeler duymaya hazır olun. Kırk çeşit balık adı geçer. Balıkla aram yoktur, kim kimin küçüğü, hangisi ne zaman çıkar bilmem. Sait Faik bilir. Hem de büyük bir işmiş gibi sunar karşınıza. Size de hiç itiraz hakkı bırakmaz, kuzu gibi kabul edersiniz. Bu arada kitapta bir kelimeye rast geldim: asri. Çağdaş, modern gibi bir anlama geliyor. Bir Çerkes köyünde gördüğü kızlar için kullanıyordu bu sıfatı. Evet, Çerkes kızlar her zaman Türk kızlarına göre rahat davranışlıdır, kendi kültürlerine göre böyle yetiştirilirler. Her neyse bu kelime kafamda bir ampul gibi yandı. Sanki bir sırrı çözmüş gibiydim. Babaannem bir gün telefonumda Liv Tyler’ın bir fotoğrafını görmüş, kız arkadaşım zannetmişti. “…yalnız biraz ” dediğini hatırlıyorum. Sentakstan anladığım kadarıyla açık giyimli biri için kullanılan bir kelimeydi. Son Kuşlar’ı okurken, asri kelimesine tesadüf ettiğimde aralarında bir bağ olabileceğini düşündüm. Coğrafya bilginize de güveninizi sarsabilir Sait Faik okumak. Adalar ve etrafında geçen pek çok hikâyesi bulunmakta. İş Bankası Yayınları bir harita eklemiş bunun için. Çok güzel bir düşünce. Orta Dünya haritasından sonra bir edebiyat kitabında gördüğüm ikinci harita galiba. Sait Faik’in, dediğim gibi, birkaç hikâyesini okumuştum: Son Kuşlar, Haritada Bir Nokta… Tesadüfe bakın ki bu iki hikâye de Son Kuşlar kitabında derlenmişti. Okuduğum zamanlarda üsluba, dile pek ehemmiyet vermezdim. Bugün okuduğumda ise gerçekten zevk verdiğini hissediyorum. Bu hikâyeleri aman ha bir çırpıda okuyuvermeyin. Bence hikâye kitapları böyle okunmaz, hele Sait Faik hiç. Kitabı açın, rastgele, ismini beğendiğiniz, ilginç gelen, tanıdık gelen bir hikâyeyi okuyun, kapatın. Canınız sıkıldığında, üzüldüğünüzde sevindiğinizde, yapacak hiçbir şey yokken, ne zaman isterseniz kütüphanenizden alıp okuyun bu hikâyeleri. Zweig’ın yaptığı gibi. O da Savaş ve Barış kitabını aklına geldikçe eline alır, pasaj pasaj okurmuş. Sait Faik’in yazış tarzı çok hoşuma gitmişti. Tamamıyla serbest, serazat bir yazış tarzı var. Kendi yazış tarzımı ona yaklaştırmaya çalışıyorum. Hiçbir kalıba sığmaz, tanıma gelmez bir yazı. Öylesine, istediği gibi, asla kural kabul etmeyen… Aklına geleni yazıyor, küfürleri, argoyu yazıyor, Rumcayı yazıyor… İsterse kırlangıç yuvasına bir kadın sokuyor, isterse bir martıyı meslek sahibi yapıyor, “Ben bu martıyı tanırdım, o da beni tanırdı.” gibi cümleler kurabiliyor. İnsanların kendisiyle dalga geçtiklerini bile kaydediyor ancak bunu hiç umursamıyor. Şunu mutlaka eklemeliyim, Sait Faik’te garip bir boş vermişlik var. Hayatını biraz okudum. Babasının kurduğu işi dahi işletmekte pek gönüllü değil. Çalışmak istemiyor. Bu bir bohemlik mi, rahatlık mı, kedersizlik mi bilmiyorum. Burgazada’da ölümü beklediğini söylüyor. Bu bir teslimiyet mi yoksa derinden derine ölüm korkusunu içinde barındıran bir ifade mi bilmiyorum. Ölüm korkusunu, kendinin müsterih bir şekilde ölümü beklediğini yazarak bu korkudan mı kurtulmaya çalışıyor acaba? Bilmiyorum, önemli de değil. Sait Faik böyle şeylerle uğraşmazdı herhalde. O daha farklı şeylerle ilgilenirdi. Öyleyse ben de bunun gibi ayrıntıları umursamadığımı söylüyorum. Artık ben de biraz Sait Faik gibi umursuz olmak istiyorum. İpek Gök Müzik Dolu Bir Hayat 25 Mart 2017 Cumartesi günü saat 20.00’de, Ataşehir Ülker Sports Arena'da dünyaca ünlü Katalan tenor Jose Carreras, son dünya turnesi kapsamında İstanbul'da sahneye çıktı. Annem, anneannem ve teyzemin gitmeyi çok istediği bu konserde onlara eşlik ettim ve hayatımın en güzel günlerinden birini geçirdim diyebilirim. Konser süresince ve konserin bitiminde böyle bir tarihi müzik şölenine tanıklık ettiğim için çok mutluydum. Salona girerken seyircilerin en genci olabileceğimi düşündüm. Yaş grubu elli ve doksan arasındaydı, herkes evlatları ve torunları eşliğinde gelmişti. Bana göre bütün seyirciler çok şıktı, saygın, elit bir orta yaş ve üstü dinleyici gurubu hemen hemen tüm stadı doldurmuştu. Sonradan ise salonda o gece altı bin müzikseverin orada olduğunu öğrendim. Bu yaş grubundaki dinleyicilerin, aynı anneannem gibi, giyinişleri ve duruşlarıyla sanata ve kültüre verdikleri önemi hissettim. Konserin bitiminde ise herkesin yüzündeki mutlu ve huzurlu ifade, müziğin olağanüstü mucizesi gibi geldi bana. Müziğin insanları birleştiren ve mutlu eden uluslararası tek dil olduğunu düşündüm. Jose Carreras, tüm yaşamını ilkokul yaşlarında başladığı müzikle geçirmişti ve şimdi yetmiş bir yaşında düzenlediği dünya turneleri ile müziğe veda ediyordu. Dünyanın en ünlü tenorlarından biriydi ve üç tenor konserlerinin fikir babasıydı. Şan otoritelerine göre üç tenorun en güzel seslisiydi. Luciano Pavarotti, Placido Domingo ve Jose Carreras'ın 1994’te Los Angeles'ta verdikleri konser, dünya çapında en çok izlenen konserlerden biriydi. Dünya çapında operanın kendi kabuğundan çıkması ve büyük kitlelere ulaşması Jose Carreras'ın başlattığı üç tenor konserleri sayesinde olmuştu. Jose Carreras'ın veda konserinin diğer solisti dünyanın ünlü opera başkentlerinde sahneye çıkan Türk soprano Simge Büyükedes idi. Duru ve güçlü sesi ile ünlü operalardan pek çok arya seslendirdi ve çok alkış aldı. Sanatçılara İstanbul Senfoni Orkestrası eşlik etti ve orkestrayı İtalyan şef Roberto Molinelli yönetti. İki solist dönüşümlü olarak sahne aldılar. Jose Carreras sahnede olduğu sürece arka fonda "A Life in Music" yazısı vardı ve bu yazı Jose Carreras’ın tüm yaşamının müzikle geçtiğini ifade ediyordu. Yaşamı boyunca dünyanın çeşitli kentlerinde verdiği konserlerden fotoğraflar ile yaşamına ait fotoğraflar da slayt halinde arkadaki ekranda geçiyordu. Müzikle ve başarılı konserlerle geçen bir ömre sahip olan Jose Carreras, sahnedeki asil duruşuyla hem seyircinin saygısını kazanmıştı hem de her bir parçayı kusursuz seslendirmeye çalışmasındaki özenle seyirciye ne kadar saygı duyduğunu da göstermişti. Seslendirdiği aryaların duygusu sesinden bize geçiyor ve dünyanın birçok yerinde değişik zamanlarda yaşamış gibi hissederek duygudan duyguya geçiş yapıyorduk. Neşe, hüzün, mutluluk, öfke, yakarış, heyecan, beklenti ve aşk gibi pek çok duygu notalardan süzülüp solistlerin seslerinden ruhumuza ulaşıyordu, adeta büyülenmiş gibiydik. Jose Carreras’ın oktavlardan en zor iniş çıkışları bu kadar yumuşak bir sesle başarması, alkış seslerinden anladığıma göre, yalnız benim değil, tüm seyircilerin hayranlığını kazanmıştı çünkü her iki solist de dakikalarca alkışlanmıştı. Benim en çok dikkatimi çeken şey ise Jose Carreras’ın sahnede sempatik olmaya veya seyirciyle diyalog kurmaya çalışmamasıydı. Seyirciye son derece saygılıydı ama genelde yabancı solistlerden duymaya alıştığımız "Merhaba İstanbul!" ya da "İyi akşamlar!" gibi cümlelere sahnesinde pek yer vermedi. Sanırım bu duruşuyla bir opera sanatçısının asaletinin altını çiziyordu ve bence bu duruş ayrı bir alkışı hak ediyordu. İki saat süren konserin sonunda alkışı kesmeyen seyirciye, Simge Büyükedes ile birlikte beş bis sunan Jose Carreras, altı bin seyircinin onun için saygı duruşunda bulunmasını sağlamıştı. Alkışlamaktan yorulmuştuk ama konser bittiğinde hepimiz çok mutluyduk ve dinlediğimiz parçaların etkisinden çıkamamıştık! Şule AKTAY FEDAKARLIK Fedakarlığın sözlük anlamları olarak “Her türlü zahmetlere göğüs gererek, davası uğruna sebat eden” ve “özverili” gibi anlamları olsa da, hayatın içinde yaşarken gerek aile yaşantımızda gerekse de sosyal hayatımızda bir çok kez fedakarlığı yaşayarak tecrübe ederiz. Binlerce örnek verilebilecek fedakarlık için ben kendi penceremden baktığımda ilk gördüğüm bir annenin çocuklarını hayata hazırlarken ortaya koyduğu fedakarlık, bir diğeri ise arkadaşlıklarımızı sürdürmek, güzel dostluklar inşa etmek ihtiyaç duyulduğunda ya da ihtiyaç duyduğumda samimi insanların etrafımızda olması için gösterdiğimiz fedakarlıktır. Anne için dokuz ay karnında taşımasıyla başlayan fedakarlık, onun çocuğunun yaşına, mesleğine, unvanına bakmaksızın hayatı boyunca hiç eksilmeden sürdürdüğü, görülmeyen, dünyanın en güçlü manevi bağıdır. Bu nedenle en küçük hastalığında canından can kopan, gece gündüz uyku, yeme, içme gibi beşeri ihtiyaçlarını hatırlamadan evladı için çırpınan anne; fedakarlığın yer yüzünde gösterilebilecek en büyük örneğinin hep öznesi olmuştur ve olacaktır. Sağlıkta olduğu gibi çocuklarının geleceği için duyduğu endişe nedeniyle onları hayata hazırlamak için en temel ihtiyaçlarının iyi bir eğitim almaları gerektiğini bilir ve bunun için yoktan var etmek anlamında bazen matematiğin açıklamakta zorlandığı denklemlerde her şeyini ortaya koyarak, evlatları için en iyi eğitim olanağını sağlamayı hedef, amaç ve misyon edinir. Okula gidilen ilk gün belki okulda ağlar ve beni görmek ister diye endişeler içinde günün ilk saatlerinden akşam saatlerine kadar okul önlerinde bekleyen annelerin bu davranışı fedakarlık dışında başka bir isimle adlandırılamaz. Hafta sonu beraber gidilen alış verişte kendi ihtiyaçlarının tamamını erteleyip çocuklarının bir eksiği kalmasın okulda, ya da arkadaşları arasında mahcup olmasın diye tüm kaynaklarını onların ihtiyaçlarına kullanan annenin davranışıdır fedakarlık. Hayata ilk başladığımız günlerde ilk arkadaşlarımız kardeşlerimizdir. Daha bebeklik çocukluk yaşlarında başlar özveri ve fedakârlık örnekleri. Büyük abiler ablalar kardeşlerini koruyup kollarlar. Kendilerine alınan, tüm araç gereç, gıda gibi ürünleri bölerek kardeşlerine vererek öğrenirler ve gösterirler fedakarlığı. Yaşımız büyüdükçe bu paylaşım alanı giderek genişler ve kardeşlerimizle olan paylaşımımızın üzerine dış dünyayla olan ilişkilerimizde eklenir. Hayatın farklı alanlarındaki insanlar ile münasebetlerimiz başlar ve giderek artar. Okulda, iş yerinde bir çok insan beraber oluruz. Güven, dostluk, arkadaşlık gibi kavramların altını doldurmak için başlarız arayışa. Bir çok deneme yanılmalarımız olur. Ama her zamanen iyiyi isterken en güvenilir dostu, arkadaşı isterken hep fedakarlık yapmamız gerekir. Gece yarası sizi arayan arkadaşınız için gittiğiniz eczane aldığınız ilaç ve onu ziyaretiniz fedakarlıktır ve dostluğa dönüşecek bu birlikteliğin çimentosudur. Bir arkadaşınızın ihtiyacını o sizden talep etmeden bilmek ön görmek ve gidermektir fedakarlık. En kıymeti dostluklar en temeli sağlam arkadaşlıklar hep böylesi özverili ilişkilerden doğmuştur. Ben yarın kaldığım yurtta odamı değiştiriyorum diyen bir arkadaşa yardıma ihtiyaç var mı demeden bir anda odasının önünde görünmek, yetişmeyen bir ödevde en kıymetli zamanını arkadaşına ayırmak, acelesi olduğu telaşesinden belli olan arkadaşa sırasını vermektir fedakarlık. Yukarıda bir çok örnekle ortaya konulduğu üzere fedakarlık hayatın hemen hemen her alanında hep önümüze gelen kendimizden vermemiz gereken, paramızdan, zamanımızdan, uykumuzdan ödün verdiğimiz en güçlü duygudur. Beklentisiz olmalıdır. Fedakarlığım olmazsa olmazıdır beklentisiz olması. Yoksa o mahsuplaşmak üzere kurulmuş bir tür ticaretin önüne geçmez. Hiç biz zaman akıldan çıkarılmaması gereken şudur ki yapılan fedakarlık belki bugün belki beklenen gün karşılık bulmayacak ya da teşekkürle taçlandırılmayacaktır ama hiç ummadığımız en çok ihtiyacımı olduğu günde muhakkak bize fazlasıyla dönecektir. Bize düşen fedakarlığı gösterip beklentiye girmemektir. Şevval Şimşir 21602252 Nostalji Yunancada eve dönüş anlamına gelen nostos ve keder anlamına gelen algos kelimelerinin bileşiminden oluşan nostalji, yabancı topraklarda yaşayan tüccarlarda görülen aşırı boyuttaki sıla özlemi hastalığını tanımlamak için 17. yüzyılda İsviçreli bir bilim adamı tarafından oluşturuldu. Ne var ki günümüzde nostalji hastalık gibi kötü çağrışımlar yapan bir konsept olmaktan çok uzak. Kimi zaman mutluluk kimi zaman da kederle içimizi dolduran bu kavram, Woody Allen tarafından yönetilen Midnight in Paris isimli filmde de konu ediliyor. Film, 2010’da yaşayan ana karakter Gil’in yaşamak istediği Paris’in1920’li yıllarına yaptığı zaman yolculuğunu konu alıyor. Gil için zaman yolculuğu yaptığı bu dönem tarihin en güzel zaman dilimlerinden biri gibi gelse de, o devirde yaşayan kimsenin 1920’leri güzel bulmadığını, hatta kimilerinin Rönesans’a kadar geçmişe gitmek istediğini görmesi Gil’de bir tezahür anı yaratıyor. Kafasında yarattığı fantezinin gerçek olmadığını gören karakter, filmin sonunda geçmişe ait olmadığını ve 2010’a dönüp hayatının zorluklarıyla yüzleşmesi gerektiğini anlıyor. Bu durumu, her jenerasyonda geçmişin daha iyi olduğunu düşünme eğilimine sahip olduğuna bakarak görebiliriz. Buna örnek olarak 1980 kuşağı 70’lerin ne kadar muhteşem olduğunu dinleyerek büyüdü, 90 kuşağı ise 80’lerin ihtişamını dinleyerek. Her ne kadar her nesil farklı dönemleri dinlese de, anlatılan anıların ortak noktası nostaljiyle dolu olması hep. Nostalji şimdiki zamanın sorunlarından kaçmak için inşa ettiğimiz, kendimizi belki de evimizde olduğumuzu en çok hissettiğimiz barınağımız olarak tarif edilebilir. Bir şarkının nakaratı ya da bir filmin karesi bu duyguyu yaşamamıza yeter de artar bile. Kendimizi "1nostaljinin güvenli kollarında bulduğumuz kalbimizi hoş bir sızıyla dolduran bu zaman yolculuğunda, zihnimiz sadece mutlu ve güzel anılarımızdan oluşan bir seçki sunuverir. Problemlerin, olumsuzlukların unutulduğu, belki de hatırlanmak istenmediği, yarattığımız bu farklı gerçeklik bu yüzden bir ev gibi güvenli gelir bize geçmiş bize. Bu yüzden, şu an yaşamakta olduğumuz zaman diliminden geçmişe baktığımızda özlemle dolar içimiz. Bu özlemi en çok çocukluk dönemine karşı hisseder birçok insan. Çocukluk dönemi, muhtemelen hayatın yükümlülüklerinden bunalmış birçok yetişkin için zihnin en popüler uğrak yerlerinden biridir. Çünkü çocukken her şeyin daha güzel, basit ve sorunsuz olduğunu düşündüğü gerçekliği oynatır zihninde. Oysaki çocukluğumuzda, hayal gücümüzün büyüklüğünden olsa gerek, yatağımızın altında yarattığımız canavarların korkusundan uykuya dalmakta güçlük çektiğimiz geceler de var. Bunun yanında, biz bilincinde olmadan düşünebilmek için yeterli kelime haznemizin bile olmadığı dünyayı anlamak gibi zor ve karmaşık bir görev yüklenmiştir üstümüze. Ancak bu saydığım yanları hatırlamak geçmişi yad etmek isteyen kimsenin işine gelmeyecektir. Eğer geçmişi en çok andığımız zamanların mutsuz, hayatımızdan memnun olmadığımız dönemler olduğunu kabul edersek bunun sebebi anlaşılacaktır. Bu yönleriyle narin ve yumuşak görünen nostalji, tarihe uyarlandığında karanlık yüzünü görebiliriz. Ihtişamla anlatılan bir tarih yorumu, insanlarda kamçıladığı nostaljiyle siyasetçilerin elinde güçlü bir propaganda aracına dönüşebiliyor. Mitlerle ve fantezilerle dolu olan bu alternatif tarih anlayışı, birçok sorunlu ideolojinin kuruluşuna da zemin hazırlamıştır. Güncel bir örnekle bu durumu somutlaştıracak olursak, 2016 Amerikan seçimlerinde kullanılan “Make America Great Again” sloganında Amerika’nın görkemli günlerine atıfta bulunarak birçok seçmenin bu nostalji çağrışımlı retorikten etkilendiğini söylemek gayet mümkün. Ne var ki, kastedilen görkemli yıllara baktığımızda kadınlar, farklı ırklar ve birçok "2azınlık grubu toplumda gözle görülür bir ayrımcılığa maruz kalmıştır. Bu nedenle tarihin hiçbir döneminin tam olarak “altın” olmadığını, her dönemin kendi içinde birçok yetersizliği olduğunu unutmamamız, bu popülist söylemler karşısında duygularımızın kullanılmasını engellemeye yardımcı olabilir. “Hey gidi günler” diyerek yad ettiğimiz geçmişle içimizi ısıtmak her ne kadar kulağa hoş ve zararsız gelse de bunu şimdiki zamandan kaçmak için yapıp yapmadığımızı sormak, yüzleşmekten kaçındığımız sorunların çözümlerine yardımcı olabilir. Aynı zamanda, nostaljinin tarihi gerçekler konusunda gözümüzü karartmasına izin vermemek daha rasyonel kararlar almamızı sağlayabilir. "3 Ali Yümsel O Kadar Zor Mu Seçmek? Her gün, çoğunlukla da farkında olmadan birçok kez yaptığımız bir şey vardır: seçim. Her sabah kalktığımızda okula veya işe gidip gitmemeyi seçeriz, sonrasında duş alıp almayacağımızı, kahvaltı yapıp yapmayacağımızı… Bu liste böyle uzayıp gider. Seçim yaptığımızı fark edersek seçim yapmamız daha da zorlaşır. Bütün seçenekleri değerlendirmeye başlayıp en iyisini seçmeye çalışırız. Belki de beynimiz bu kararsızlığımızla başa çıkabilmek amacıyla bir koruma mekanizması olarak engelliyordur seçim yaptığımızı fark etmemizi. Belki de imkânsızla başa çıkabilmemiz için gerekli olan şey budur. Neden bu kadar zordur seçim yapmak? Önündeki seçeneklerden birini seçmek ne kadar zor olabilir? Mr. Nobody filminde bu durum şu şekilde açıklanıyor: “Eğer patates püresi ile sosu karıştırırsan daha sonra ayıramazsın, sonsuza dek. Baba’nın sigarasından çıkan duman bir daha asla içine dönmez. Geri dönemeyiz. Seçmek, bu yüzden zordur.” Herhangi bir seçim yaptıktan sonra kararımızı değiştiremeyiz. “Keşke” kelimesinin bu kadar sık kullanılmasının sebebi de budur. Diğer seçeneği seçseydik neler olacağını asla bilemeyiz seçim yaptıktan sonra. Seçimimizi farklı yapsaydık hayatımızın memnun olmadığımız yerleri düzelecekti belki ama muhtemelen başka yerleri bozulacaktı. Bütün o seçeneklerin birbirine karşı iyi ve kötü tarafları vardır ve seçmeden önce bunları asla tam olarak bilemeyiz. Filmde başkarakter Nemo’nun seçim yapmaktan kaçınmasının sebebi de budur. “Seçmediğin sürece her şey mümkündür.” Örneğin bir sahnede Nemo’yu bir şeker standının önünde şeker seçmeye çalışırken görüyoruz. Cebinde sadece bir şekere yetecek kadar para var ve en son hiçbirini seçmeyerek bütün seçenekleri mümkün kılıyor. Hâlâ istediği zaman istediği şekeri alabilir ancak o zaman geleceğini sınırlamış olur. Eğer seçim yapılmadıysa bütün olası gelecekler varlığını sürdürür. Bu gelecekleri yok eden her gün onlarca kez yaptığımız seçimlerdir. Madem seçim yapmak bu kadar zor, hangisini seçeceğimize nasıl karar vereceğiz? Çoğu durumda seçim yapmak basittir. Çünkü bilinçaltımız bizim yerimize otomatikman yapar bu seçimi. Ancak yaptığımız seçim geleceğimizi etkileyecek gibi görünüyorsa bu seçimi yapmak zorlaşır. Beynimizde seçenekleri değerlendirmeye başlarız. Olay içinden çıkılmaz bir hal almaya başladığında ise pes edip rastgele birini seçer, bazen de kendimize daha doğru gözükeni seçeriz. Peki, her zaman yaptığımız seçim doğru mudur? Hep doğru yolu mu seçeriz? Bana sorarsanız evet. Çünkü sonunda ne olursa olsun o senin seçimindir. Sonucu ne kadar kötü olursa olsun senin seçtiğin yol en doğru yoldur. Çünkü artık seçim yapılmıştır. O noktadan sonra doğru olanı mı seçtim diye düşünmek yerine bundan sonra en iyi ne yapabilirim diye düşünmek gerekir. Artık gelecekteki seçimlere bakmak gerekir. Çünkü yaptığınız ve yapacağınız seçimler sizin kim olduğunuzu belirler. Kendi hayatımdan örnek vermek gerekirse, benim hayatımda karşılaşıp da en çok zorlandığım seçim üniversite tercihiydi. 11. sınıftan beridir hep aklımda birkaç üniversite ancak tek bir bölüm vardı: Bilgisayar Mühendisliği. Yine de sınav sonuçları açıklandıktan sonra seçim yapmak oldukça zor oldu. En sonunda burada, Bilkent Üniversitesinde karar kıldım ve yaptığım bu seçimin gelecekte beni öne çıkaracağına inanıyorum. Son olarak bir şey eklemek gerekirse; seçim yapmak ne kadar zorlayıcı olsa da seçimlerden korkmamak, onlardan kaçınmamak gerekir. Evet, yaptığımız seçimler geleceğimizi belirler ama bu aynı zamanda şu anlama da gelir. Seçim yapmazsak geleceğimiz olmaz. İleride, geçmişe dönüp baktığınızda tek göreceğiniz geçmişte yaşadığınız güzel anılar olacaktır. Sizi o güzel anılara yöneltecek seçimleri yapmaktan kaçınarak zamanınızı harcamayın. Çünkü zaman geçtikçe elinizdeki seçim yapma fırsatlarını teker teker kaybedersiniz. Yaren Yıldız GÖNÜL GÖZÜ Her insan etrafına bakar, inceler ama bu işlemi gerçekleştiren sadece gözümüz müdür? Yoksa algılarımız ve hislerimiz midir bizi yönlendiren? Aynı nesneye, insana, filme bakıp nasıl bambaşka şeyler düşünebilir, hissedebilir insanoğlu? Demek ki yalnızca gözümüz değil görme işlemini gerçekleştiren, kalbimizle yaklaşıyoruz insanlara, olaylara, aklınıza gelebilecek her şeye. En acımasız, hissiz, umursamaz bir insanın bile gönül gözünün olduğu kanaatindeyim, ama mesele bunu fark edebilmekte, hissedebilmekte… Öğretmenlerim her zaman bakmakla görmek arasındaki farktan söz ederledi özellikle ortaokuldayken sık sık duymaya başlamıştım. Sonra sonra anlamaya başladım, hâlbuki fark çok açıktı, gönül gözümüzdü görmemizi, anlamamızı, hissetmemizi sağlayan. Keşke herkes kalpten yaklaşabilse çevresindekilere, olaylara… Keşke “gerçekten” görebilse herkes, görme işleminin gözle değil de kalple yapıldığının farkına varabilseler. Ama hiçbir şey için geç kalınmış değil, ben de geç fark edenlerdenim, belki de Bab-ı Esrar bana yoldaş olmasaydı öğrenemeyecektim kalbimle hareket etmem gerektiğini. Ahmet Ümit’in kaleme aldığı Bab-ı Esrar şüphesiz hayatımın dönüm noktasıdır. Neden mi? Çünkü, benliğimi keşfetmemi sağladı, iç güzelliğin önemini sıkmadan, bunaltmadan anlattı. Kuzenimin önerisiyle aldığım bu kitap artık benim için yalnızca bir kitap olmaktan çıktı ve yürürken bile okuduğum tek kitap olarak hafızama kazındı. Beni asıl etkileyen ise kitapta geçen, paylaşmadan edemeyeceğim Mevlâna’nın sözü oldu : “İki âlem vardır: İlki varlık âlemi, ikincisi manâ âlemi. Varlık âlemi gündüz gibidir, olanı biteni açıkça görürsün, kendini kolayca ele verir. Manâ âlemi ise gece gibidir, onu bulmak için, mutlaka gönül ışığını yakman gerekir.” Bu söz aslında bambaşka bir kapı açıyor, hangimiz gönül ışığımızı yakarak sokağa çıktık? Ne kadar zaman oldu birinin kalbine gerçekten dokunmayalı? Sadece varlık âleminde yaşar olduk, görünen üzerinden yaptık konuşmalarımızı, sadece var olan üzerine kurduk ilişkilerimizi. Kimbilir çevremizdekiler içlerinde neler yaşıyorlar, ne fırtınalar kopuyor da bizim haberimiz yok? Kavgaların, cinayetlerin, ölümlerin çoğaldığı, bombaların ardı ardına patlattığı bu dönemde bize en çok lâzım olan şey gönül ışığımız. Bir insan herkese yalan söyleyebilir ama kalbine hiçbir zaman söz geçiremez. Çevremizdekilere sadece bakarak değil de kalbimizle yaklaşırsak hepimiz birbirimizi hissebilir ve rahatlıkla anlayabiliriz diye düşünüyorum. Uzun süre önce başladım gönül ışığımı yakmaya ve fark ettim ki insanlar kapalı bir kutu. Örneğin, geçen ay bir arkadaşımla kahve içiyorduk ve gündelik sohbetlerimizden birini yapıyorduk ama ötesi gelmiyordu, hiçbir zaman tam anlamıyla duygularını açamıyordu, bir şeyler saklıyordu sanki, hissedebiliyordum. Soramadım tabii ki nedenini ama o an anladım ki insanlara bakışım artık değişmişti, artık insanların gözlerinin içini görebiliyor, onları hissetmeye çalışıyordum. Sonra ise farkına vardım ki aslında hepimiz sadece karşı karşıya ya da yan yana oturup günü kurtarıyoruz, konuşmak için konuşuyoruz, kimseye göstermediğimiz bir yanımız var. Hâlbuki göstersek ne olur? Zayıf yanlarımız da bir parçamız değil mi? Neden sürekli gizliyoruz? Belki de zorlukları birlikte aşacağız, anlatarak, paylaşarak. Herkesin yaşadığı zorluklar, büyük sıkıntıları var, kimse benim hayatım dört dörtlük diyemez, diyorsa bilin ki o insan kendini tanıyamamış, gönül ışığını bir türlü açamamış, sadece varlık âleminde yaşamını sürdürüyor. Bu insanın çevresindekilerle, arkadaşlarıyla hatta ailesiyle sağlıklı bir iletişim kurması imkansız. Gözlemlerime göre bu tür insanların kendi dünyaları var ve içerisine kimseyi almamakta kararlılar. Gözlemlerim diyorum çünkü kalbiyle hareket eden bir birey olarak insanlara farklı bir açıdan bakmak benim için gündelik yaşamımın bir parçası oldu ve arkadaşlarımın, hatta yakın dostlarımın bile kimseye göstermediği yanlarının olduğunu ve hatta bunu bolca gülerek kapatmaya çalıştıklarını gözlemledim. Umuyorum ki bir gün onların da gönül ışıklarını yakmalarına yardımcı olabilirim ama iyi ya da kötü paylaşım yapmadan manâ âleminin önemi anlamak çok zor. O hâlde umuyorum ki paylaşımımızın arttığı yerde insanlığın gönül gözü de açılır ve kendimize daha güçlü sarıldığımız bir dünyada yaşayabilme imkânımız olabilir. KAYNAKÇA: Ümit, Ahmet. Bab-ı Esrar (2008). Doğan Kitapçılık. ÖLÜM KORKUSU Doğanın belli bir düzeni vardır ve dünya üzerinde yaşam var olduğundan beri bu düzen devam etmektedir. Canlıların dünya üzerindeki geçirdikleri zaman kısıtlıdır. İnsan eliyle yapılmamış hiçbir şey kalıcı değildir. Dünyada vaktini dolduran canlılar ölür ve yerlerini yenileri doldurur. Dolayısıyla ölüm tüm canlılar için kaçınılmazdır. Ölüm, insanlara birçok duyguyu öğretmiştir. Öldükten sonrası büyük bir bilinmezlik olduğu için merak, bazı insanlara tanrıya kavuşulacağına inanıldığı için huzur ve mutluluk, bazı insanlara ise korku getirmiştir. Bazıları bilinmezlikten, bazıları sevdiklerini arkalarında bırakmaktan, bazıları ise ölüm anındaki acıdan korkar. Bense ölüm anındaki acıdan korkanlardanım. Cahit Sıtkı Tarancı Cumhuriyet Dönemi usta şairlerinden biridir ve bana göre anlatmak istediği duyguyu en iyi şekilde okuyucuya yansıtır. Otuz Beş Yaş adlı kitapta toparlanan şiirlerini okuduktan sonra ister istemez anlatmak istediği ölüm korkusunu ben de yaşadım. Şiirleri okurken nasıl ve ne zaman öleceğimi düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Daha fazla okudukça daha fazla düşünüp kafamda farklı senaryolar kurmaya başladım ve bu beni gittikçe daha çok ürkütmeye başladı ancak garip bir şekilde kitabı elimden bırakamadım. O korku bende kitabı daha çok okuma isteği uyandırdı. Ölüme çare yoktur ancak bir dönem insanlar bir çözüm üretmeye çalışmışlardır. Daha önce ölümsüz olmanın yollarını aranmış hatta iksirler üretildiği iddia edilmiştir ancak bu iksirler bir efsaneden ileri gidememiştir. Bu yüzden ölüme karşı bir kabulleniş vardır. Cahit Sıtkı şiirlerinde de bu duyguyu okuyucuya aktarmayı başarmıştır. Hayatı kolaylaştırmak için çok büyük gelişmelere imza atan insanoğlu ölümde çaresiz kalmıştır. Ölümden korkuyor bir gün bizi bulacağını da biliyoruz ancak elimizden henüz hiçbir şey gelmiyor. Bu yüzden çaresizlik duygusu da bu korkuyla gelen duygulardan biridir. Elimizden sadece korku içinde o acı dolu anı beklemek geliyor. Çağlar boyu insanoğlu ölüm üzerine düşünmüş ve onu tanımaya çalışmıştır. Ölüme ilişkin sorgulama, yaşamın anlamlandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Ölümün düşünülmesi ve araştırılması insan duyguları üzerinde oldukça etkili olabilmektedir. Ölüm düşüncesi kimi için bir stres kaynağı iken, kimi için stresten kurtulma yolu, kimine göre bir yok oluş iken, kimine göre de ölümsüz bir hayatın başlangıcıdır. Bu bakış açısı sonucunda kimi insan, ölüm karşısında çok kaygılanırken, kimi sevinç duyabilmektedir. Cahit Sıtkı için ise ölüm bir stres kaynağı, bir yok oluştur. Bu korkusu onu o kadar ele geçirmiştir ki şiirlerinin neredeyse hepsinde bu korkunun izleri görülmektedir. Kitabı okurken aynı zamanda geçmiş günlere duyulan özlemi de yaşattırdı bana Cahit Sıtkı. Belki altmış yaşında bir insana manasız gelebilir ancak henüz on sekiz yaşında olmama rağmen kendimi bazen “Ne günlerdi onlar!” derken buluyorum ancak o günlerin değerini daha yeni yeni anlayabiliyorum. Yıllar geçtikçe sorumluluklar ve etraftaki insanların beklentileri artıyor. Oysaki küçükken benim en büyük sorunum kopan oyuncağımın kafasını tekrar takabilmekti. Uzun lafın kısası hayat zorlaşıyor ve eski günlere olan özlem de artıyor. Yalnızlık birçok insanın en büyük korkusudur. Hayvanların bile birbirine ihtiyaç duyduğu bir dünyada insanların uzun süre yalnız kalması kendileri üzerinde pek olumlu bir sonuç yaratmaz. Cahit Sıtkı’nın ölümden bu derece korkmasının asıl nedeni de yalnız olması bence. Şiirlerinde yalnızlığın kendisine getirdiği sıkıntı açıkça hissediliyor. Bu da ne olursa olsun beni yalnız bırakmayan ailemin ve tabii ki arkadaşlarımın değerini yeniden anlamamı sağladı çünkü en büyük korkularımdan biri de yalnız kalmaktır. Kimse ne olursa olsun yalnız kalmaya mahkûm edilmemeli. FATMA GİZEM AKÇAY 21301017 ZAMAN VE DÜŞÜNCE Hiç düşündünüz mü? Eğer zamanda yolculuk yapabilme şansınız olsaydı hangi zaman dilimini tercih ederdiniz? Kiminle tanışmayı, kimi canlı canlı görebilmeyi isterdiniz? Ne zaman aklımdan bu tarz sorular geçse bir burukluk kaplar yüreğimi. Oysa bunu gerçekleştirebilsek ne güzel olurdu. Yanılıyor muyum? İşte tam da bu sebepten dolayı ne zaman aklıma zamanın içinde yolculuk yapma fikri düşse, içinde bulunmak istediğim zamana ya da o döneme ait bilgileri barındıran kitapları okumayı tercih ederim. Bu tarz yapıtları okurken de sürekli düşünür ve sorgularım. Eğer bahsedilen zamanda ve yerde bulunsaydım, ben de bu olayları yaşasaydım ne yapardım? Hayatım nasıl şekillenirdi? Şu anki yaşamımla arasında ne gibi farklılıklar olurdu? Tam da bu soruları sorduğum için okuduğum yapıtları daha da özenli seçmeye gayret ederim. Belki de bu huyumu bildiği için çok sevdiğim bir arkadaşım bana Can Dündar’ın Abim Deniz adlı eserini hediye etti. Elbette sevdiklerimizden gelen hediyeler hepimizi mutlu eder. Kitapta bahsedilen döneme duyduğum sempati ve neredeyse çocukluğumdan beri benimle beraber olan okuma aşkım bir araya gelince bu hediye benim için daha da anlamlı olmuştu. Şunu da belirtmeden geçmek istemiyorum. Yazarımız dönem araştırmacılığı konusunda yine mükemmel bir iş ortaya çıkarmış. Sanki kendisini bu konuda kanıtlamaya ihtiyacı varmış gibi.. Ölümlerinin üzerinden kırk dört yıl geçen kahramanlarımız Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında günümüze kadar pek çok kitap yazıldı, onlar pek çok belgesele de konu oldular. Şunu da belirtmek isterim ki Abim Deniz bu konu hakkında okuduğum ilk kitap olmamasına rağmen okurken bana bambaşka bir haz verdi. Her zaman sorduğum soruları bu kitapta daha da derinden düşünüp sorgulayabilme fırsatını yakaladım. Hiç düşündünüz mü; Onlar da bizler gibi birer üniversite öğrencisiydi. 20’li yaşlarının başında hayalleri umutları olan gencecik insanlardı. Düşünme yetisi bulunan her özgür insan gibi inandıkları değerleri savunmak istediler. Tam da bu durumda şunu sormaktan kendimi alamıyorum. Her ne olursa olsun karşınızdaki insanın düşüncesine sempati duymayıp onaylamasanız bile o insan saygı görmeyi hiç mi hak etmez? Bizim için doğru ya da yanlış her ne olursa olsun, öncelikle insanlara ve onların fikirlerine saygı gösterebilmeyi unuttuk. Oysa böyle mi olmalıydı? O dönemde aynı ya da farklı düşünce yapısına sahip olan kaç gencecik fidan, hayat yolculuğunun başındaki insan yaşama veda etti. Ne için? Sadece fikirlerini söyleyip uğruna savaş verdikleri için. Sadece savundukları değerler güçlü insanların çıkarlarına uymadığı için sayısız genç insanın yaşama hakları ellerinden alındı. Sayısız insanın yüreği evlat, kardeş acısıyla yandı kavruldu. Kaç tane genç insan anne baba olamadan hayatına veda etti hiç düşündünüz mü? Daha nicesi sevdiğinin elini tutamadan, aileleriyle vedalaşamadan kendilerini ölümün kucağında buldular. Sırf güçlü olanların çıkarları tehlikeye girdiği için, sırf karşısındakiler fikirlerini onaylamadığı için. Ne kadar da yeterli bir ölüm sebebi değil mi? 1 FATMA GİZEM AKÇAY 21301017 Oysaki hemen hemen o dönemde yaşayan kime sorsalar, düşünce yapısı gözetmeksizin hepsi vatanını ülkesini sevdiği için bu tarz eylemlere girdiğini söyler. Nedense ülke ve vatan sevgisi hep farklı anlatıldı, farklı gösterildi. Farklı düşünce grupları arasında rekabet konusu oldu. Oysa böyle mi olmalıydı? Kırk dört ya da kırk beş yıllık zaman diliminde insan olarak hatta ülke olarak ne kadar yol aldık dersiniz? Üzülerek söylüyorum ki hala ülke olarak farklı düşünce yapılarına saygımız yok. Eğer savunulan düşünce güç sahibi olanın çıkarlarına hizmet etmiyorsa, o düşünceyi savunan kişi ya bir cinayete kurban gidiyor ya da mantık dışı bir sebep yüzünden kendini hapishanede buluyor. Oysa ülke olarak düşünen, sorgulayan ve üreten insanların değerini bilebilsek ne kadar güzel olurdu öyle değil mi? Ama en önemlisi ülke ve vatan sevgisini kendi çıkarlarımıza alet etmeden onurla ve gururla yaşayabilmeyi başarmak zorundayız. Biz bunu tam olarak başarabildik mi dersiniz? İşte tam da bu sebepten dolayı Deniz, Yusuf ve Hüseyin ölümlerinden sonra geçen zamana rağmen hala bizlerin akıllarında ve tarihteki önemlerini koruyabilmeyi başarabilmişlerdir. Aramızda olmamalarına rağmen; bizlere düşünmenin, sorgulamanın ve inandığımız değerlere sahip çıkmanın önemini hala öğretebiliyorlar. Çocuklarını erken yaşta kaybetmiş aileleri için ne büyük bir gurur öyle değil mi? Umuyorum ki hiç değilse bu gurur onların acılarını az da olsa hafifletebilmeyi başarabilmiştir. 2 TEK TİP GÖSTERİŞ Her gün kaç milyon lira tüketim çılgınlığından nasibini alarak elden ele dolaşıyor? İnanın bana tahmin etmek bile çok zor. İnsanları daha fazla tüketmeye yönlendirmeye adanmış bir sektör var ortada. Üstelik bu sektör, kadınlar ve erkeklerin ilgi ve zevklerinin farklı olduğunun farkında olarak bu iki cinsiyete karşı birbirinden farklı taktikler uygulayacak kadar da akıllı. Kadınları para harcamaya iten en önemli çaba modaya uyma çabası kuşkusuz. Kadınlar için oluşturulmuş son moda ve standartlaştırılmış bir güzellik algısı var ve dünyanın dört bir yanındaki kadınlar bu güzelliğe sahip olmak için vakitlerini ve paralarını harcıyor. Peki, kadınların bu güzel olma yarışı ne zaman bir gösteriş yarışına, “bir meydan okuma; dişiliğe aykırı görülebilecek bir cüretkârlığa”(Dyhouse,2015) dönüştü? Carol Dyhouse’un Gösteriş: Kadınlar, Tarih, Feminizm kitabında bahsettiği üzere yirminci yüzyıl itibariyle “gösteriş” kavramı tekrar eski şaşalı günlerine geri döndü ve kadınların moda anlayışı gösterişli olma çabası yönünde şekillendi. Üstelik Dyhouse kitabında bu gösterişli olma çabasının sınıf ve cinsiyet normlarına bir başkaldırı olduğuna da dikkat çekiyor ve bence gösterişin en anlamlı çabası bu olsa gerek. Kadınların gösteriş arzusu her ne kadar çoğu zaman erkekler tarafından kendilerini etkileme çabasının bir sonucu olarak görülse de, üzülerek belirtmeliyim ki birçoğumuz erkekleri etkilemek için giyinmiyoruz. Kadınların birçoğu diğer kadınların kendilerini kıskanması ya da kendilerine özenmesi için giyiniyor artık. Bu durum moda sektörünün de işine geliyor olsa gerek. Kadınların sürekli daha modern ve modaya uygun giyinme arzusu moda sektörünü ekonomik ve sosyal yönden sürekli üretken olmaya teşvik ediyor bana soracak olursanız. Öte yandan, gösterişin yakın bir akrabası olarak nitelendirilebilecek “lüks” kavramı da insanlara sahip olunması gereken bir şey olarak sunuluyor. Kadınlara çoğu zaman bir kıyafete, makyaj malzemesine ya da herhangi bir bakım ürününe daha fazla para verdikleri zaman daha iyi hissedecekleri dayatılıyor. Buradan da anlayacağımız üzere gösterişli olmak kadınlar için “akıl dağıtıcı ve avutucu bir unsur” (Dyhouse,2015) olarak tanıtılıyor. Ben bu görüşe katılmıyorum. Bana soracak olursanız lüks olma çabası insanı yoruyor, “gösteriş” kadınlara hükmetmeye başlıyor. Basit ve zarif bir görünüşün her zaman daha çabasız ve daha şık olacağı görüşündeyim. Ancak her ne kadar lüks ve gösterişli olma çabasına karşı bir duruş sergilesem de vintage kültürünün cazibesine kapılmaktan alıkoyamıyorum kendimi mesela. 20’lerden kalma kocaman çerçeveli güneş gözlükleri, iri taneli inci kolyelerin zamansız güzelliğine hayran oluyorum. Eğer sen de yeni ürünlerin gösteriş anlayışının eskilerin gösteriş anlayışının yanından bile geçemeyeceğine inanıyorsan okuyucu, çabuk tüketilen ve modası geçen ürünlerin sahteliğine kanmayanlardansın demektir. Gösterişin kadınların simgesel bir duruş ve kimlik kazanmalarına sağladığı katkıların yadsınamadığının farkındayım sevgili okuyucu. Yaygın gösteriş anlayışında katılmadığım nokta ise gösterişin sadece popüler kültürün belirlediği şekilde algılanması. Ben herkesin gösteriş algısının kendine özgü olabileceğini düşünüyorum ve bu algının herkeste farklı bir gösteriş yansıması oluşturmasının daha mantıklı olduğuna inanıyorum. Kimimizin gösterişli bulduğu bir özellik kimimiz için sıradan kalabiliyor en nihayetinde. Kadınların teknolojinin gelişimi ve popüler kültür ile birlikte bir anda tüm dünyaya yayılan tek tip bir gösteriş trendinin peşinden koşmamasının daha doğru olacağına inanıyorum. Tüketim toplumunun oluşturduğu yapay gösteriş anlayışının ve daha fazla para kazanmak amacı ile bazı sektörler tarafından insanların zihnine yerleştirilen lüks olma çabasının doğru olmadığına seni de bir nebze olsun inandırabilmiş, inandıramamışsam da seni bu konu hakkında biraz düşünmeye sevk edebilmişimdir umarım sevgili okuyucu. Her kadının yaşayış biçimi, dünya görüşü, algıları, zevkleri ve istekleri birbirinden farklı ise neden tek tip bir gösteriş ve lüks algısına sahip olmaya zorlayalım ki onları? Ece Kocadağıstan 21602497 Kaynakça Dyhouse, C. (2015). GÖSTERİŞ KADINLAR, TARİH, FEMİNİZM (1st ed.). İstanbul: Can Sanat Yayınları. EZGİ KABADAYI AŞKIN MEKTUP HALİ Hayatınızda bir kez olsun biriyle mektuplaştınız mı? Bu kişi sevgiliniz, askerde olan ağabeyiniz ya da kilometrelerce uzakta olan babanız da olabilir… Açık konuşmak gerekirse, ben bu zamana kadar sadece Türkçe derslerinde yazmışımdır mektup, o da ödev olduğu için… Çünkü artık mektupların yerini telefon görüşmeleri, saniyelik gönderilen mesajlar aldı. Ne ben ne de bir başkası mektup yazmaya muhtaç artık. Orhan Veli de kendi zamanında mektup türünü bir hayli kullanmış. Hatta aşkına olan mektupları Yalnız Seni Arıyorum adlı kitapta toplanmış. Orhan Veli’nin satırlarında Nahit Hanım’a olan aşkını an be an okuyucuya hissettiren bir kitap bu. Belki bu dönemlerdeki ilişkilerden farkı; yaşanılan aşkın ateşini karşı tarafa bire bir hissettirebilmektir mektup aracılığıyla… Orhan Veli aşkını öyle bir kaleme almış ki, mektupların her bir satırı herkes gibi beni de derinden etkiledi. Hani demiş ya mektubunda ‘’ Ben senin hayranın, esirinim. Her şeyinin hayranı, her şeyinin esiri. Yüzünün, saçlarının, vücudunun, kokunun, sıcaklığının, her şeyinin…’’ (Kanık, 2014, s.109) Bu sözleri bu dönemde kim sarf edebilir sevdiğine? Bu kadar kendinden emin, aşkına bağlı biri çıkabilir, söyleyebilir mi? Çünkü Orhan Veli öylesine aşık bir adammış ki, görüşememelerine rağmen hep sadık kalmış sevdiği kadına. Sabırla beklemiş Nahit Hanım’ın cevabını… Nahit Hanım’dan başkasını istemediğini her defasında vurgulamış ona yazdığı mektuplarda, öylesine saf ve derin bir duyguyla. Tam da bu yüzden Nahit Hanım’a olan aşkını kıskandırır boyutta Orhan Veli’nin aşkı. Hiç bıkmadan, usanmadan, mektuplarına cevap gelir mi bilmeden sadece beklemeyi ve yazmayı bilmiş. Terk etmeyi aklına hiç getirmemiş. Sevdiği kadına bağlamış tamamen kendini. Benim cevabımı soracak olursanız, bu dönemde çoğu erkek ne sevdiğine ne de sevgisine sahip çıkar. Böyle söylememin sebebi ise etrafımdaki insanlar, onların ilişkileri… Yani bizleriz. Çünkü hiçbirimizin ilişkisi ya da ilişkilerine olan bağlılığı Orhan Veli gibi değil… O kadar basitleştirip o kadar değersiz bir hale getirdik ki aşk dediğimiz duyguyu… Hani tek bir tıkla siliveriyoruz ya tüm geçmişimizi, anılarımızı… Bir mesajla aşk başlatıp, ilişki bitiren insanlar haline gelişmişiz resmen. Bu mektupla da yaşadığımız, özel sandığımız duyguların Orhan Veli ile Nahit Hanım’ın yaşadığı, hissettiği duyguların kıyısından bile geçemediğini görüyoruz. Bu sebepten dolayı Orhan Veli’nin mektuplarındaki satırlara sığmayan aşk yok dedirttiriyor, üzüyor ve biraz da imrendiriyor. Mektup deyince de aklıma bu yüzden ilk aşk gelir. Yaşanmış gerçek aşklar, buruk özlemler… Hem de birinci elden yazılmışlar. En özel ve derin hisleri barındıran satırlar gelir. Onu nasıl sevdiğini, özlediğini ya da her gece rüyalarda gördüğünü yazmak gelir özenle satır satır… Okunduğunda ise o kağıtlara dökülen gözyaşları… İşte o an sevdiğin mektuplara bürünmüş gibi hissedip onlara sarılmak, mektupları özel kılan, onları sadece bir kağıt olmaktan çıkardığı andır. Öyle herkesin görüp okuyabileceği kadar ortada olmayan, kişiye özel yazılan yazılardır. Bir nevi mektup aşıkların dili gibi... Özenle seçilmiş kelimelerle yazılan, her satırında yoğun aşkı, özlemi hissettiren… Kısacası insanın kendini ve karşısındakini değerli kılmasına sebepmiş bu mektup. Günümüzde ise mektup yaygın olmadığı için aşk da pek kalmamıştır kim bilir... Belki de insanlar en doğru mektuplarda anlatıyorlardır kendilerini, telefon aracılığıyla saniyesinde gönderilen mesajlarda değil. Böylelikle duygular el yazısıyla anlam bulup canlanıyordur, olamaz mı? Çünkü sevgisinden vazgeçmeyen bir adamı -Orhan Veli’yi- kim okusa ‘’Vay be!’’ diyor. İnsanların kalbine dokunuyor, aşkına hayran bırakıyor. Aşkın ne demek olduğunu sevdiği kadına yazdığı mektuplarda gösteriyor bizzat. Aşkın ne demek olduğunu günümüz insanlarına tekrardan hatırlatmak istercesine… KAYNAKÇA Kanık, Orhan Veli. Yalnız seni arıyorum. İstanbul: Yapı Kredi, 2014. ZEYNEP ÇILGA DURAN TURK102-10 SERBEST/SİNEMA SEÇİMLER İnsanlar doğmayı ya da ölmeyi seçemezler. Fakat ölümle yaşam arasında yaşadıkları her şey birer seçimdir. Uyumak, gezmek, çalışmak, tartışmak ve hatta sevmek bile bir seçimdir. Kimilerine göre sevmek duyguların sizi ele geçirmesiyle oluşan bir durumdur. Bana göre birini sevmek de bir seçimdir. O kişinin kişiliğine ya da size olan ilgisine bağlı olarak siz de bir şeyler hissetmeye başlarsınız. Hatta şöyle diyebilirim ki ilk görüşte aşk diye bir şey de yoktur, gerçek sevgi birini tanıdıkça büyür. Hayatınızın aşkı defalarca yanınızdan geçip gitmiş olabilir, aynı yerlere gitmiş aynı şehirlerde gezmiş olabilirsiniz hatta bir süre yan yana durmuş ama birbirinizi fark etmemiş olabilirsiniz. Hayatımızdaki fırsatlar da böyledir. Eğer kişi yeterince kendini geliştirmediyse önündeki fırsatları göremez, kariyerinde de hedefine ulaşamaz ve standart bir hayat sürer. Mr.Nobody adlı filmden esinlenerek yazdığım bu yazımda da hayatta yaptığımız küçük seçimlerin tüm hayatımızı nasıl etkilediğini ve bunun bize nasıl yansıdığını anlatmak istiyorum. Bir adam; üç kadın ve üç farklı yaşam, bunlar filmde Nemo karakterinin dönüm noktalarının oluşturduğu hayatlardır. Küçük seçimler insanı bambaşka dünyalara götürür ve Nemo da annesi ile babası arasında seçim yaptığında ya sarışın kadınla ya esmer kadınla ya da kumral kadınla evlenecektir. Yapılan sadece küçük bir seçimle ya hayatının hatasını yapıp zorlu bir hayat yaşayacak ya da hayatında her şey yolunda gidip sevdiği kadınla ömür boyu mutlu olacaktır. Filmden ayrılacak olursak, gerçek hayatta da bu çok tanıdık gelmedi mi size? Bazı zamanlar olmuştur aldığınız karardan sonra çok pişmanlık duymuşsunuzdur. Bunu eminim herkes yaşamıştır çünkü herkes yaptığı hatalarla büyür. Yapılan hatadan sonra işler yoluna girer zamanla ama aslında fark etmediğimiz şey eğer o hatayı yapmasaydık ve doğru kararı verebilseydik o zaman hayatımız nasıl olurdu? Daha mı mutlu olurduk ya da o hatayı ilerde tekrar yapar mıydık? Yaşamın en gizemli kısmı bence burasıdır. Yaptığımız seçimlerin bedelini öderiz elbette ama seçmediğimiz diğer tarafta olsaydık bizi neler bekliyordu diye merak ederiz. Aslında doğru ya da yanlış bir seçim de yoktur. Seçimlerimiz de bizim hayatımızın bir parçası olduğundandır belki fazla sorgulamamamız. Ama yine de bir gerçek var ki buna “kelebek etkisi” derler, bir yerde bir kelebeğin kanat çırpışı başka bir yerde fırtınalara sebep olabilir. Sizin yaptığınız seçimler dolaylı yoldan başkalarının seçimlerini de 1 etkileyebilir. Bir iş başvurusunda bulunduğunuzda seçilen siz olursanız sizden sonraki gelen insanların hayatlarını değiştirmiş oluyorsunuz, onlar için hayatın başka kapılarını açıyorsunuz. Başka bir açıdan bakarsak hayatta kendi kararlarımızı almaya yeni yeni başladığımız dönemlerde öncelikle hayaller kurarız sonra ileride ne olmak istediğimizi seçeriz. Bazen uçuk kaçık şeyler olsa da aslında erken yaşta istenilen meslekler o kişinin severek yapacağı bir iş olabilir ama zamanın koşullarına ve ekonomik durumlara göre sıradan bir meslek seçimine dönüşebilir. Eğer herkes çocukken hayal ettiği mesleklere sahip olabilseydi işinde çok daha başarılı ve mutlu bireyler olurlardı. Bu benim fikrim tabi belki yine fikirler değişir ve yine başarılı olurlar. Benim söylemek istediğim insanların içinde bulunduğu hayat koşulları seçimleri doğrudan etkileyen faktörlerdendir. Fark yaratanlar, bulunduğu durumdan dünyaya açılabilecek cesareti olanlardır. Mesela Atatürk, Osmanlı Devleti’nin tükenmiş durumunu görüp kurtuluş mücadelesi vermek yerine sıradan bir komutan olup ülke tamamen işgal edilince mesleği bırakıp bir köşeye çekilebilirdi. O çok büyük bir seçim yaptı, sonunda öldürülebilirdi ama inandığı şeyi seçti ve şimdi tüm dünyanın bildiği bir lider ve başarısını hayranlıkla izliyor. Bir diğer örnek Picasso, o da dogmalara bağlı kalmayarak kendi sanat akımını yarattı çünkü ne yapmak istediğini ve neyi sevdiğini çok iyi biliyordu. Hayat mücadelemizde karşımıza birçok zorluk çıkarıyorlar sınavlar, sunumlar, ayrılıklar, aldatılmalar, ölümler… Sonu olmayan bir sınav gibidir yani hayat. Sürekli seçim yapmak zorunda bırakılıyoruz üstüne üstlük bu zorlamanın sonuçlarına yine biz katlanmak durumunda kalıyoruz, sonucu iyi veya kötü. Yaş ilerledikçe deneyim kazanıyoruz, yanlış yapmamak için daha dikkatli davranmaya çalışıyoruz. Dış etkenler tarafından da kötü seçimler yapabiliyoruz bazen. Aslında seçim yapmak zorunda olmak başlı başına bir sorun değil midir? Bir insanın sevdiği iki şey birden olamaz mı? Seçime zorlamak da özgürlüğü kısıtlamıyor mu? Bence kesinlikle kısıtlıyor. Ama topluma ve çağa ayak uydurma adına doğru seçimler yapmak durumdayız. Bana kalsa doğada yaşamayı tercih ederdim. Hatta aklı başında olan herkesin de istediği huzur değil midir? Aklınızı karıştırdığıma göre sizi bu güzel düşüncelerle baş başa bırakabilirim. İyi seçimler. 2 Seni Döverim Ama Dayak Yerim Diye Korkuyorum Bazen tanıdık gelmiyor bana bağıra çağıra savunduklarımız. Bir kelimeyi sürekli tekrar ettiğinizde anlamını yitirmeye başlar ya, sanki ses tellerimin zangır zangır titremesi asıl olanın önüne geçiyormuş, imgesinin biricikliğini başka bir metaya aktarıyormuş gibi geliyor. Filmlerdeki siyasi bir gösterinin içinden ya da kaos anlarını yansıtmak amacıyla seyirciye sunulan görüngülerden anlar aklınıza getirin şimdi. Her şey yavaşlıyor, sesler ağırlaşıyor, içerik uzaklaşıyor ve ‘’orada ‘’ olmanın önemi artıyor. İşte çoğu zaman hissettiğim bu, ‘’bağıra bağıra’’ savunduğumda. Anlatmak istediğim gölgeleniyor. Yabancılaşıyorum mensubu bulunduğum fikre ve mensubiyetime. Bir şey doğru gitmiyor. Bir şey eksik kalıyor veya fazla. İşte Todd May’in ‘’Şiddetsiz Direniş’’ kitabının temel amacı bunu açıklamak olmasa da beni içinde bulunduğum direniş özelindeki keşmekeşten kurtarıyor bir nevi. Bu kitapta, şiddet içerme mecburiyeti bulunmadan da anarşizmin ve direniş olgusunun sürdürebilir olduğu, tarihten pek çok örnekler verilerek yansıtılmaya çalışılmış. Sovyetlerin demir perde boyunduruğuna karşı dik bir duruş sergileyen Estonya hükümetinin amacına şiddetsiz ulaşmasından tutun, Gandhi öğütlerine ve Kant’çı akıl anlayışına dayanan birçok örnek ile desteklenmiş ana düşünce. Ülkemizde kolluk kuvvetlerinin sesini çıkaranı-çıkarmayanı toplayıp, insanları ‘’Bunu ne yapalım amirim? Al bunu al! Vatan hainleri!’’ gibi ilkel şiddetin bir tarzına maruz bırakmaları, şiddetsiz yapılan herhangi bir işin, sonuç çıkaracağı düşüncesini ütopyalara taşısa da karşı koymanın en verimli yolu rakibin bilmediği dilden konuşmaktır mottosunu düşünmemizi sağlıyor Todd May. ‘’Duran adamın’’ dahi gözaltına alındığı, Orta Doğu yozlaşmasının artığı bir zihniyetin egemen olduğu güvenlik teşkilatına karşı, onların bilmediği bir şeyi yapmak için çok da araştırma yapmaya ihtiyaç olmasa gerek. Zira şiddetsizliğin ilkesel ve ahlaksal kavranışından eğitimsizlik sebebiyle uzak kalmış bir topluluğa, yine kültürler arası çatışmaların had safhada yaşandığı bir zihniyete ‘’yabancı’’ gelmek hayli kolay. Ne olursa olsun, uluslararası yapıyı incelediğimizde şiddetin hiçbir zaman baskın olan mekanizmaya bir çizik bile atamayacağını söylüyor Todd May ki ne kadar da haklı. Aksine, etkin güçlerin ve siyasal burjuvazinin, şiddeti meşrulaştırma noktasında en işlerine yarayacak şey nefsi müdafaa kalkanıdır. Çoğu zaman birbirine tam anlamıyla zıt kutupları -postyapısalcılık ve anarşizm gibi- ortak bir paydada birleştirmeye çalışan May, bu sefer de şiddetsizliğin erdemini ve içinde barındırdığı doğa felsefesini içselleştirmeliyiz vurgusu yapıyor. Şiddeti sadece insanın insana zulmüyle, fizikselliğin ön plana çıktığı bir çembere sıkıştırmak doğru da değil aslında. Son yıllarda doğa ile insan arasındaki ilişki, ‘’şakacıktan’’ eziyet eden küçük çocukla evcil hayvanı arasındaki otomatik köle-efendi ilişkisine dönmüş olsa bile aralarından su sızmaması gereken iki varlık bunlar. Tanrının, koca bir puzzle imi olarak yarattığı doğanın içerisindeki boşlukları, önce doldurup sonra yakıp yıkan insanoğlunun da yaptığı şiddetsizlik ilkesine aykırıdır ki buna doğal park(!) yapmak amacıyla yüzlerce ormanı talan eden belediyeleri ve en basiti piknik sonrası alanda bırakılan çöpleri en çarpıcı ve açıklayıcı örnekler olarak sunabiliriz. Biraz karışık ve dolambaçlı bir retoriği olmasına rağmen şiddetsizliği sadece ideolojik olarak değil pratiğini de kavratacak biçimde bir sunum karşımıza çıkıyor bu kitapta. Türkiye gerçekleri bağlamında değerlendirildiğinde, her ne kadar şiddete başvurarak hak iddia etme alışkanlığı- savunulan teze zarar vermesine rağmen- tüm kesimlerce kanıksanmışsa da Pekin’de, Tiananmen Meydanı’nda tankların karşısında öylece durarak aslında en büyük karşı saldırıyı gerçekleştiren ‘’Meçhul Asi’’ bana o kadar da yabancı gelmiyor. Pasif direnişin, yasaların özüne saygı duyarak itaat etmemenin, neoliberallerin kurulu toplumsal dayatmalarının tümüne meydan okumanın en saf ve temiz örneklerinden birini 2013’ün haziran ayında yaşadığımız Gezi Olayları, aslında bizim de direniş enstrümanlarımız arasından şiddeti söküp atabileceğimizi gösterdi. Ne yalan söyleyeyim, hayvan hakları savunucuları arasında bile silahlı kavga çıkabilen bir ülkede böylesine şairane bir karşı koyuşu ben de tahayyül edemiyordum. Ah bir de Todd May’in öğütlediği gibi akılcı bir ekonomik boykot oluşturup, direniş kültürünü kollektifleştirebilseydik eğer, oluşan yapı dahilinde kimse ne fiziksel ne de sözlü saldırganlığın yanına dahi yaklaşamayacaktı. Kimse ‘’bir kadın olarak sus! Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.’’ diyemeyecekti mesela. Kimse ‘’Başbakanımız ikinci bir peygamber gibidir, o uçurumdan atlasın biz de atlarız.’’ söyleminde bulunmayacaktı. Kimse aşağılayamayacaktı böylesine sekter bir tutumla emeğin ta kendisini, ‘’Hatamız tekel işçilerine merhamet etmek!’’ diyerek. Konu ne olursa olsun, içinde enine boyuna masaya yatırılıp, düzeltilmesi gereken milyonlarca sorunu barındıran bir ülkede yaşayan beni bile, yöntemlerinin uygulanabilirliğiyle mest etmiş olan Todd May acaba Türkiye’de doğup büyüse aynı şeyleri düşünebilir miydi diye merak etmiyor değilim. Hoş 16 yaşında yeni çıkan şarkıcıların bile felsefe kitabı yazabildiği(!) bereketli topraklardan bahsediyoruz, neden olmasın? Öyle bir kin çağında yaşıyoruz ki sesini çıkaranı, düşüneni, sorgulamaya yelteneni şiddetin en zalimiyle tanıştıran otoriteler artık alkışlanır olmuş. Her ne kadar bu şartlar altında dahi araştırmalarına ve teorilerine hayran kaldığım filozofları gerçekçi bulabiliyor olsam da hayatta olanları buraya davet etmek isterdim. Mesela hayatta olsa, intihar üzerine sayısız makalesi bulunan Durkheim’ı Türkiye’ye taşıyıp olacakları gözlemlemek trajikomik olurdu. Adamcağız bir saniye bile düşünmeden kafasına sıkardı muhtemelen o mutlak soruyu duyduğunda; ‘’Amirim ne yapalım bunu?’’. Ufuk ÖZKARDAŞLAR 21502212 Türkçe 101-13 Emel YAVUZYAŞAR Her Güç Bir Gün Biter Sizin için güç nedir? Kimler, neden güçlüdür? Bir insanın gücü kişinin sahip olduğu statü, otorite, mal ya da mülkle mi ölçülür? Peki, bir insanın bu niteliklere sahip olması, onun mutlak gücünü kabullenip buyruğu altına girebilmek için yeterli midir? Ne yazık ki bizim dünyamızda insanların gücü gerçekten de kişinin sahip olduğu maddi şeylerle ölçülüyor. Bir insana sahip olduğu şeyler için saygı duyuluyor, parası için itaat ediliyor. Sırf bu, gelip geçici sebepler nedeniyle “Güçlü” diye tabir ettiğimiz insan, toplumun kendine verdiği bu sıfata fazlasıyla alışıyor. Gücünü, kendisine duyulan saygıyı hiçbir zaman kaybetmeyecekmiş gibi davranmaya, insanlara öyle muamele etmeye başlıyor. Fakat bir gün geliyor ve insan, sahip olduğu maddi şeyleri kaybederken gücünü de kaybediyor. Güçlü olmaya bu kadar alışan bir insan için de en büyük yıkım bu oluyor. Herkes tarafından güçlü olarak kabul edilip saygı duyulan bir insanın çöküşüne tanıklık etmekse bu hayatın insana verdiği en büyük derslerden biri oluyor. Benim de dedem hayatımda görüp görebileceğim en güçlü, en saygı duyulası insanlardan biriydi. Çocukluğumun büyük çoğunluğunu onun yanında geçirdim. Köyümüzün en çok korkulan, çekinilen, itaat edilen insanıydı. Herkes bir iş yapmadan önce ona danışırdı. Kimse önünü iliklemeden onun karşısına geçemezdi. Köyün yarısı ona aitti. Kocaman bahçeleri, yüzlerce hayvanı ve onlarla ilgilenen yine yüzlerce çalışanı vardı. Ondan korkarlardı ama aynı zamanda çok da severlerdi. Kimin bir derdi olsa hemen yardımlarına koşardı. Kocaman sofralar kurar, insanları ağırlardı. İnsanların gönlünü hoş tutmak için çok çabalardı. Kimse bir “Mehmet Çavuş” olamazdı. Yine de evde işler hep dışarıda olduğu gibi yürümüyordu. Dışarının gönlünü hoş tutmak, dışarının ağzına laf düşürmemek için evdeki herkes bir şekilde kısıtlanıyordu. Eve gelenlere hizmet etmek için evin üç kızı ve anneannem sürekli çalışıyordu. Bir şeyi yanlış yaparlarsa anında cezalandırılıyorlardı. Kızların birini sevip aşık olması bir yana bir erkekle göz göze gelmesi, evden dışarıya çıkması bile imkansızdı. Kim bilir kaç kere denk gelmişimdir anneanneme saatlerce bağırıp el kaldırdığına. Anneannemin de sadece “Kurban olayım Mehmet, yapma.” diyerek ağlayışlarına. Sırf bir adam teyzemle evlenmek istedi diye köyün meydanında adamın rezil edilişine. Tüm bunlara rağmen kimsenin ses edemeyişi ise işin en kötü kısmıydı. Zaten tüm bu yükleri sırtında taşımaya gücü yetmeyen anneannem, kanser olup elli yaşlarında hayata gözlerini yumdu. Hasta yatağında bile dedeme hizmet etmeye, buna rağmen ondan hakaretler işitmeye devam etti. Anneannemin ölümüyle birlikte köyde iyice yalnızlaşan dedem, gün geçtikçe sahip olduğu malı mülkü de kaybetti. Yeni bir evlilik yapıp Ankara’ya taşındı. Ankara’ya taşınmasıyla bizim aramızdaki bağlar da biraz koptu. Uzun süre yanında büyüdüğüm adamdan bir haber alamadım. Sonra, bir gün bir telefon çaldı. Telefonda dedemin yeni eşi vardı ve dedemin hasta olduğunu, kendinin ona bakamadığını, gelip dedemi almamız gerektiğini söyledi. Bu haberin üzerinden birkaç gün sonra dedem evimize Emel YAVUZYAŞAR getirildi. Kocaman gövdesinden geriye eser kalmamıştı. Yürüse yerleri titretecek adam, yatağından bile kalkamıyordu. Bir bağırdı mı herkesi susturan adam, konuşma yetisini kaybetmişti. Herkesin saygı duyduğu Mehmet Çavuş’tan geriye sadece hasta yatağında ölümü bekleyen bir adam kalmıştı. Zaten üç ay kadar bir süre sonra o da hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra hasta yatağının altında bir günlük buldum. Ankara’daki her gününü, her anını o defterin içine yazmış. Onu Ankara’da bir kereliğine ziyaret ettiğim günü öyle güzel anlatmış ki okuyunca ağlamamak elde değil. Benim için dedem, küçük bir köyün en güçlü insanıyken büyük bir şehirde her gün kaybolmanın en anlamlı hikayesidir. Kendini hep güçlü hissedip insanlara gücü hiç bitmeyecekmiş gibi davranırken bir gün hepsinin bittiğinin canlı kanlı örneğidir. Yine de keşke onu hiç böyle görmeseydim, hep onu o güçlü haliyle hatırlasaydım diye düşündüren, hayatımın en büyük pişmanlığıdır. Ben dedemden hayatımın en büyük derslerinden birini aldım. Bir insanın gücü onun sahip olduğu maddiyattan gelir. Eğer sen gücünü yanlış kullanıp etrafındakilere zulmedersen, bir gün elinde hiçbir şeyin kalmaz ve hayat sana da zulmeder. Geriye yalnızca zamanında kalbini kırdığın ama senin şimdi muhtaç olduğun bir avuç insan kalır. Eminim ki hepimizin hayatında böyle dersler, böyle olaylar vardır. Eğer siz de bir insanın gücünün yok oluşuna yakından tanıklık etmek ve kendinizden bir şeyler bulmak istiyorsanız Ekşi Elmalar’ı bir an önce izleyin derim. KAYNAKÇA: Akpınar, Necati (Yapımcı). Erdoğan, Yılmaz (Senarist). Erdoğan, Yılmaz (Yönetmen). (2016). Ekşi Elmalar (Film). Türkiye. Bünyamin Çolak 21301851 TURK102 – Şube 8 4.11.2014 İYİ İNSANLAR İÇİN GERÇEKLER Bir film izlersiniz. Filmde bir erkek bir kıza âşık olur, kızı etkilemek için de yıllarca uğraşır ve sonunda kızı elde eder. Birbirine sırılsıklam âşık olan bu çift bir sebepten dolayı ayrılmak zorunda kalır. Ayrı şehirde okullara giderler, aileleri karşı çıkar vs. sebep olur. Bir süre ayrı kalan çift, acıya artık dayanamaz ve her şeyi yok sayarak bir araya gelir. Aşkları her şeyden üstün gelmiş olur. Gerçekler pek bu yönde ilerlemez. Birini seversiniz ve onun için yıllarca çalışırsınız. Elde etmeniz düşük bir olasılıktır zaten. Sevdiğiniz kişi daha yakışıklı, daha güzel biri ile birlikte olur. Elde etseniz bile filmde olduğu gibi ayrılmanız durumunda bir daha bir araya gelmeyi bırak, bir daha görmeniz bile oldukça düşük bir olasılık. Bir kitap okursunuz. Kitabın kahramanı peygamber gibi biridir. Hiçbir zaman dürüstlüğünden, adilliğinden taviz vermez. Bu sebepten dolayı başı da dertten çıkmaz. Kahramanımız bütün kötülüklerle adil bir şekilde savaşır, kötülerden daha zeki ve daha kurnaz olduğu nedeniyle kazanır. Kitabın sonunda sevdiği ile sonsuza dek mutlu yaşarlar. Hayat bu kadar güzel davranmaz kimseye. Siyah ve beyaz kadar da ayrı değildir iyi ve kötü. Savaşlarınız hiçbir zaman adil bir şekilde olmaz. Yalanlar ile uğraşırsınız, güvendiğiniz kişiler ihanet eder, siz ve sevdikleriniz incinir. Kötü denilen insanların da sizden daha az zeki olması gibi bir kural da yoktur hayatta. Hatta o kişiler zekâları ve kurnazlıkları ile insanları manipüle ederek güçlerini ve yetkilerini kazanmışlardır. Bir müzik dinlersiniz. Sevdiği kişiye ne kadar bağlı olduğunu anlatır müzisyen. Gözünün ondan başkasını görmediğini, onsuz yaşayamayacağını söyler. Kalbinde tek bir kişinin olduğunu, onu korumak için her şeyi yapabileceğini hatta ölebileceğini iddia eder. Gerçeklerin ne yönde işlediğini hepimiz az çok biliyoruz. Zaaflar her insanda bulunan özelliklerdir. Sevdiği insanı aldatır, üzer, kırar… Sevdiğini koruması hakkında sözler de kedinin kükreyeceğini iddia etmesi ile eşdeğer oluyor genellikle. Bir tiyatro oyunu izlersiniz. Mutlu ve mesut hayatına devam eden aile, evlerinin yerine yapılacak gökdelenler nedeni ile evsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar. Bütün mahalle aileye yardım etmek için seferber olur. Medya da aileye destek olur. Gökdeleni yaptıranlar önce ısrar ederler inşaatın devam etmesi için, daha sonra ise ailenin bilge babası inşaat firmasının sahibi ile insanlık değerleri, ailenin önemi üzerine bir konuşma yapması üzerine olaylar tatlıya bağlanır ve aile yaşamına mutlu bir şekilde devam eder. Gerçekler ise her hafta gazetelerde görülüyor. Aile sokağa atılır, tehdit edilir. Çevreden ise yardım adına hiçbir adım olmaz. Medya ise bu olaylar konusunda oldukça taraflı yorumlar yaparak ailenin durumunu iyice zora sokar. Aile ise ellerinden her şeyi alınmış bir şekilde sokakta kalır. Sonra bir kitap daha okursunuz. Kitabın başlığı Taht Oyunları olarak yazılmıştır. Gerçekleri bu yazıda yazdığımdan daha acı bir şekilde gösterir. İyi niyetli insanlar daha kurnaz ve çıkarcı kişilerin oyunları sonucu kendilerini hep kötü durumlarda bulur, sevenler kavuşamaz, iyi gitmesi umulan olaylar kimi zaman olabilecek en kötü durumda gider. İyiler ve kötüler de bu kadar ayrı değildir. İyi olarak düşündüğünüz kişiler gerçek hayattaki gibi oldukça kötü şeyler yaptıklarını görür, kötüler ise yaptıklarına bakılınca bir bakımdan haklı olduğunu fark edersiniz. Taht Oyunları bu açıdan pek çok kitabın veremediği mesajı verilebilecek en doğal ve en açık şekilde veriyor: Hayat adil değildir. Kitaplar, filmler, müzikler çoğu zaman aksini iddia etse bile hayatta her şey olması gerektiği gibi olmayabiliyor. Kaan Gönç Ekonominin Gücü Paranın daha bulunmadığı zamanları bir hayal etsenize. Hiç ekonomi diye bir kavram oluşmamış zamanları. İnsanlar sadece ürettikleri ve önceden sahip oldukları varlıklarla ticaret yapabiliyorlardı. Bu yüzden insanlar arasında oluşan anlaşmazlıklar aşırı derece fazlaydı ve her türlü alışveriş kişiden kişiye değişiklik gösteriyordu. Fakat bu durum sıkıntılı süreçler doğurabiliyordu. Mesela bir alıcı satıcının ihtiyacı olan şeye sahip değilse kendi istediğini alamıyordu. Para bulunduktan sonra ise ticaret olayı daha düzenli ve kullanışlı bir hâle dönüştü. Bu da paranın globelleşmesine yol açtı. Fakat her devlet aynı para birimini kullanmıyordu doğal olarak. Bu da parayı dünya çapında standartlaştıran ekonomi kavramının ortaya çıkmasına sebep oldu. Günümüzde para bütün dünyayı kontrol etmekte. Dünyada her türlü gelişim ve yenilik para üzerine oluşuyır. Her şey bu kadar paraya bağlıyken zaten ekonominin en gelişmiş dallardan biri olması da kaçınılmaz. Bahsettiğimiz bu ekonomi kavramının hem artıları hem de eksiklerş var. Öncellikle, dünyayı iyi kötü düzene soktuğuna inanıyorum. Eğer ekonomi kavramı olmasaydı uluslarası ticaret olmayacaktı ve bu da dünyanın globelleşmesine çok büyük zarar verecekti. Yani bir bakıma dünyanın öbür uçlarında ne olup bitiyor haberimiz olmayacaktı. Hatta umurumuzda olmayacaktı. Fakat ülkelerin birbirleri arasında yaptığı alışverişler sayesinde başka ülkelerin zevklerini ve lezzetlerini biz de tadabiliyoruz. Kendi açımdan düşündüğümde bu durum bana çok rahatsız edici geliyor. İçine kapanık olmaktan nefret eden bir kişiliğim var. Bundan dolayı her ne kadar memleketimi çok sevsem de ona çok düşkün olsam da burada tıkılı kalmak ve başka kültürlere açılamamak bana gerçekten çok korkutucu geliyor. Ülkeler arası ticaretler de bunları yaşamam olanak sağlıyor. Bunun dışında önceden bahsettiğim gibi dünyada gerçekleşen bir sürü gelişme para üzerine kurulduğu için ekonomik güç savaşları hayat standarlarının yükselişine çok büyük olanaklar sağlıyor. Örneğin, en büyük paralar teknoloji firmaları arasında dönüyor. En büyük buluşlar da en fazla miktarlarda gelir elde ediyor. Ben de bilgisayar mühendisliği bölümünde okuduğumdan gelecekteki planlarım arasında bir inovasyon yaratıp fazla para kazanmak var. Bunu yapmaktaki asıl amacım dünyaya faydalı olacak bir yenilik sağlamak ama elbette bunun bir parasal getirisi olmasa bunu planlamazdım. İşte ekonomi bu tür konularda inanılmaz bir itici güç oluyor. Başka bir açıdan bakarsak da ekonominin tehlikeli tarafları yok değil. Bunlardan öncüsü paranın hayatımızı tamamıyla kontrol etmesi. İnsanın doğası gereği temel ihtiyaçları var ve günümüzün şartlarında bu ihtiyaçlar sadece parayla karşılanabiliyor. Bu yüzden bir şekilde herkes para kazanmak zorunda. Yani bir bakıma eğer ben yaşamak istiyorsam ekonominin kölesi olmak zorundayım. Bu ekonomik baskı da insanoğlunu baştan aşağıya değiştiriyor. Artık çocuklar küçüklüklerinden itibaren fazla para kazanmaları üzerine eğitiliyor. Ahlâki değerlerlerin de bir önemi kalmamaya başladı. İnsanlar para kazanmak için başka kılıklara bürünmeye başladı. Yani, dünyanın en iyi niyetli insanı bile işin ucunda para olunca bazı bencilce, ahlâki değerlere aykırı hareketler yapmak zorunda kalabiliyor. Örneğin, Philip Roscoe’nun Harcıyorum Öyleyse Varım adlı eserinde bahsettiği üzere de insanı insan yapan tüm etik değerler, duygular bir kenara bırakılırken piyasanın erdemleri tüm ahlâksızlıkların üstünü örtebiliyor. Tanıdığım insanların hep evi ve işi olmak üzere iki hayatı var. Bunlar birbirine karışınca da çok çekilmez bir hayata dönüşüyor. Benim en büyük korkum da ekonominin bir kölesine dönüşmek. Hayattaki tek amaç para kazanmak olunca aslında bu hayat yaşanmıyor demek oluyor bence. Birer programlanmış robot gibi yaşam süremiz harcanıyor sadece. Bu yüzden paranın hayatımızı üzerine kurduğumuz bir amaç değil de hayatımızı güzel geçirebilmemizi sağlayacak bir araç olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bana sorarsanız ekonomi hayatımız için ister politik açıdan ister hayat standartları açısından çok gerekli bir kavram fakat bunun yanında bahsettiğim tehlikeleri de barındırıyor. Bu tehlikeleri ortadan kaldırmak için de Philip Roscoe harcamaların olmadığı daha cömert ve bolluk içinde bir hayat olabileceğini savunuyor. Fakat ben şu zamandan sonra özellikle parasal içerikli kişisel çıkarların önüne geçebilecek bir insani erdem olabileceğine inanmıyorum. O yüzden bana göre yapılabilecek en doğru davranış ekonomiyi dünyayı kontrol eden bir kavram olarak görmemek. Elbette herkes fazla para kazanmayı kendine hedef olarak koyabilir ama unutulmamalıdır ki hayatta aile veya arkadaşlık gibi üzerinde durulabilecek çok daha farklı kavramlar da var. Kaynakça Philip Roscoe - Harcıyorum Öyleyse Varım Resim - http://www.gundemdehaber.com/ekonomi-haberleri-dolarda-yeni-donem.html BİR ŞANS DAHA                                                                                                                       https://i.ytimg.com/vi/k6aO4IxhMKA/maxresdefault.jpg          Şu ana kadar verdiğiniz kararların hepsinden memnun olmanız mümkün mü sizce? Şimdi  olsa yine öyle yapardım diyebilir misiniz tümü için? Bana pek mümkün görünmüyor bu.  Çünkü şimdiki aklımla verdiğim karar tüm hayatımı etkileyecek ve sadece tek bir şansım var  elimde. Öyle oyunlardaki gibi 10 hakkım yok. Sadece tek, değerli bir hak. Seçimimi yaptıktan  1 saniye sonra bile geri dönüşüm olmayacak artık. Belki yepyeni bir dünyaya adımlarımı  atıyor olacağım, belki de uçurumdan düşecek, tüm adımlarım silinecek topraktan. Ortada  sadece bir belirsizlik var. Gerisi boş. Yalnızca gözümün önündeki kapıları görebiliyorum,  ardındaki nice bilinmezliğe giden yollar hakkında en ufak bir fikrim yok. Tek yapabileceğim  bir tanesinin kolunu yavaşça çevirmek. Duyduğum kapı gıcırtısının ardından geri adım atmak  yok. Geriye bakmak yalnızca yolumu şaşırmama neden olacaktır artık. Düşünüyorum da,  ben verdiğim kararların hepsinden memnun değilim. Zaten öyle bir şeyi söylemem çok zor  olurdu. Mesela eskiden çok huysuz ve yaramaz bir çocuktum. Tek yaptığım bağırmak,  anneme, abime zorluk çıkartmaktı. Şimdi bundan öyle pişmanım ki…  Ama küçük şeylerden  ibaret tabii. Bir de şu gerçek var: Bu yoldan gitmeyi değil de, ötekini seçmiş olsaydık ne  olacaktı? Cevap kesin: Bilmiyoruz. Ve bilmeyeceğiz. O yüzden “keşke” demek pek de  mantıklı değil benim açımdan. Bence geçmişle ilgili kararlarımızdan yakınıp durmak yerine  yolumuza, şu anımıza bakmalıyız. Hayır, geleceğe değil. Zaten şu anki yaptıklarımız,  geleceğe giden yolumuzu inşa ediyor, yavaş yavaş. Bizi tek ilgilendiren, şu an elimizden  kayan zaman. Zaten birçok şeyin değerini onu yitirdikten sonra anlarız değil mi?        İçimizi sürekli kemiren bir cümle bu. Sinsi ve şüphe çekmeyen. İçten içe bize kendimizi  sorgulatan, görünmez bir düşman gibi. “ Ya öyle yapmasaydım? Ya şunu söylemeseydim?  Ya ona böyle davranmasaydım? “ Böyle devam ediyor işte. Ve bundan kurtuluş yok.  Kaynağı; insanın bitmek bilmeyen merakı. Merak, insanın dünyaya pek çok buluş ve bilgi  kazandırmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra birçok yıkım ve kötülüğe de neden olmuştur.  Belki karşılaştırırsak iyi yönü ağır basar. Ama o da bir gridir sonuçta, hayattaki diğer şeyler gibi. Diğer tarafını görmezden gelemeyiz. İşte ​Life is Strange ​oyunu bizlerin eline öyle bir güç  veriyor ki, kararlarımızın ötesini görüyoruz. İşte tam da ihtiyacımız olan şey! Bu arada oyun  diyorum ama; o sadece çocukları oyalamak için olan uyduruk oyunlardan sanmayın. Hani  vardır ya büyüklerin çocuklarıyla ilgilenmek istemediğinde ellerine verdikleri kurtarıcıları,  onlardan değil. Tersine, neredeyse gerçek olabilecek nitelikte bir hikayeden ve oyuna  başladığınız saniyeden itibaren sizi elinizden tutup kendi gerçekliklerine çeken  karakterlerden ibaret. Adeta oyunun içine girip, onlarla beraber hissediyorsunuz tüm  duyguları, tüm korkuları. Ve elinizdeki güç ise, zamanı geri almak. En ufak bir hatada geri  dönüp yeni bir seçim yapmak. Bence harika bir yetenek olurdu bu. Bize tüm imkanları  sağlayabilirdi. Çünkü artık “zaman” kavramının bir önemi yok. Her an geri sarabiliriz. İade  edilebilen eşyalar gibi, kullan kullan geri ver. Birilerinden bir şeyler öğrendikten sonra, bunu  geri alıp sanki biliyormuş gibi davranabiliriz. Biraz haksızlık olurdu tabii. Başkalarının  gözünde önceden her şeyi tahmin edebilirdik çünkü. Sınavlardaki tüm yanıtları, herkesin  zayıf yönünü, sevdiği sevmediği her şeyi bilebilirdik, onların ruhu bile duymazken. Böylelikle  tüm hatalarımızı da düzeltebilirdik. Düzeltmek, ama bu seçimin neyi değiştirdiğini bilmeden.  Çünkü her kararımızın bir yaptırımı olacaktır. Belki biz hissetmeyiz ama ufacık da olsa bir  kelebek etkisi yaratacaktır birilerinde. Kimi zaman bilmeden daha büyük felaketlere yol  açabiliriz, ölüm kalım meseleleri ortaya çıkabilir, zor kararlar arasında kalabiliriz.  Ama bunu  seçme hakkımız yok. Çünkü kimleri ve neyi etkileyeceğimizi bilmiyoruz. Ve kararı verecek  olan sadece biziz.  .         Sonuç olarak böyle bir imkan olsaydı eğer; omzumuza epey bir ağırlık yüklenirdi. Eşsiz bir  güce sahibiz, ama yargılamak bize mi düşer? Kimin iyi kimin kötü sonla karşılaşacağını  seçmek…Her şeyi yoluna koymaya çalışmak. Hayatın akışını bozuyoruz her hamlemizde.  Var olan denge yavaş yavaş kayboluyor. Akışı bir kere bozunca, bir yapboz misali  dökülmeye başlıyor tüm parçalar. Çünkü her şey birbirine görünmez bir bağ ile bağlı.  İstediğimizi aradan çekemeyiz. Oyunda da bunu pek çok kez yaşıyoruz. İlk gün  arkadaşımız  olan Chloe’yi ölümden kurtararak akışın değişimine neden olmuştuk. Bu yüzden tekrar tekrar  onu kaybediyoruz gözlerimizin önünde. Onu kurtarmaya ne kadar çok çalışırsak, o kadar  bozuluyor denge. Sonunda  kocaman bir felakete neden olacak bu, kurtuluşun bedeli ise  belli. Ondan vazgeçmek. Hiçbir şey yapmadan, devam etmek. Hayatın akışına karışmamak.  Ve seçimlerimizi yaparken dikkatli olmak. Çünkü başka bir şans daha yok…                                                                                                                                 Seren Sonlu Furkan YILDIZ 21300856 TURK 102-3 Ali Turan GÖRGÜ Beşinci Yazı – Final ÖLÜM GERÇEĞİ Ölmek, bütün canlıların (ve tabii ki insanların) ortak özelliklerinden biri. Yani bir bakıma “her canlı ölümü tadacaktır” ya da kitapta geçen şekliyle “Her insan er ya da geç idama mahkumdur” diyebiliriz. Peki kaçınılmaz bir gerçek olan ölümü, daha önceden ve ne şekilde olacağını bilmek ölüme bakış açımızı değiştirir mi veya bu süreci daha kolay bir hale getirebilir mi? İşte Victor Hugo da -döneminin yazarlarının işlediği konulardan farklı olarak- Bir İdam Mahkumunun Son Günü eserinde bu ve benzeri konuları işliyor. Ölümden kaçılamayacağı bir gerçek olmasına ve tarih boyunca istisnasız tüm insanların bu gerçekle yüzleşmesine rağmen ölümden bu kadar korkulmasının hatta muhabbetinden dahi uzak durulmasının en önemli sebebi insanın ne ile karşılaşacağını bilmemesidir. İnsanlar bilgiye deneyerek ya da daha önceden denenmiş kaynaklar aracığıyla ulaşılır. Fakat mevzu ölüm olunca bilgiye giden bu iki yol da tıkanıyor. Yani ölüm anında ve sonrasında neler yaşacağımıza dair yeterli bir bilgimiz yok. Kısacası insanın ölüme karşı bu tutumunun arkasında yatan şey bilmediğimiz şeylerden korktuğumuz gerçeğidir. İdam mahkumlarının ölümle ilişkilerini diğer insanlardan farklı yapan nokta öleceği vakti bilerek yaşamak zorunda olmalarıdır. Belki de bu bilgi idam cezasından daha ağır bir cezalandırma yöntemi olabilir. Bir İdam Mahkumunun Son Günü eserindeki baş kahramanızın da dediği gibi ölüm anının ne zaman geleceğini bilmemek insanoğlu için büyük bir nimet. Çünkü hayat yolculuğunun son durağına kalan mesafemizi bilmek hayatımızı, hayat tempomuzu ve daha birçok şeyi etkileyebilir. Bunu bir benzetmeyle açıklamak gerekirse, ölüm anını bilerek yaşamak ile bilmeden yaşamak tıpkı siyasilerin seçim süreçlerindeki davranışları ile normal zamanlardaki davranışları gibi çok farklılıklar gösterir. Şöyle ki seçim sonucunda belli bir süre zarfı için yetki sahibi olan siyasi kişiler rahat bir şekilde hatta kimi zamanlar keyfi şekilde davranabilir. Çünkü ‘son’ uzaktadır. Fakat seçimlere aylar kala davranışları değişmeye başlar, halkı yani ‘irade’yi rahatsız edici davranışlardan kaçınmaya çalışırlar. Çünkü seçimi kaybetmek bir bakıma onlar için ölümdür ve bu sebepten öleceğimiz vakti bilerek yaşamak sürekli bir endişeye sebep verir. Biraz da idam kararından bahsedecek olursak, idam kararının uygulanması ya da uygulanmaması neredeyse her dönem tartışılan bir mevzu olmuştur ve günümüzde dahi bu yaptırım türünü uygulayan devletler mevcuttur. İdam cezası olmayan ülkelerde de dönem dönem bu mevzu gündeme gelir. Bence idam cezası - kimi durumlarda gerekliymiş gibi gözükse de- hiçbir şekilde uygulanmamalıdır. İdam cezasının caydırıcılığı bir realite olsa da idam kararının uygulanması en zor cezalandırma yöntemi olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü idam kararı hatayı affetmez; giyotinin bedenden kopardığı baş hiçbir şekilde bir daha bedenin bir parçası olamaz, alınmış bir can hiçbir şekilde tekrar yerine konulamaz. Kitaptaki karakterimizin kendisi hakkında çıkan idam kararına sert bir şekilde karşı çıkmamasına rağmen inanıyorum ki bu kitabı okuyan bir idam savunucusu bile kitapta anlatılanlardan ve karakterimizin iç dünyasındaki fırtınalardan etkilenir ve bu konudaki görüşlerini bir daha göz önünden geçirme ihtiyacı hisseder. Kitapta dikkatimi çeken diğer bir nokta ise Victor Hugo’nun bu eserde ileri zamanlarda yazacağı kitaplarla ilgili yaptığı göndermeler ve verdiği ipuçlarıydı: sık sık Notre Dame Kilisesi’nden bahsetmesi, kürek mahkumlarının üzerinde özellikle durması ve Sefiller romanındaki karakteri Jean Valjean'ın kafasında şekillenmekte olduğunu gösteren ekmek çalan idam mahkumu gibi. Ayrıca Victor Hugo’nun yirmi yedi yaşındayken böyle bir roman kaleme almış olması da gerçekten şaşırtıcı özellikle de dönemindeki romancıların işledikleri konularla mukayese edecek olursak. Özetle, Victor Hugo’nun bir idam mahkumunun gözünden idam sürecini ve o psikolojiyi anlattığı ve satır aralarında işlediği hayata dair ayrıntılar ile Bir İdam Mahkumun Son Günü romanı gerek üslubuyla gerek içerisinde anlattıklarıyla gerçekten etkileyici bir eser. Hacimce çok büyük olmasına rağmen çok şeyler anlatan bir kitap. Son olarak bir de uyarıda bulunmak istiyorum: eseri okurken daralabilir, bunalabilir ve nefes darlığı çekebilirsiniz. KAYNAKÇA Hugo, Victor. İdam Mahkumunun Son Günü. İstanbul: Antik Dünya Klasikleri, 2010. Merve Gül KAYA YARIM KALMAK İnsan fıtratı gereği sevmeye sevilmeye meyilli, belki de evrendeki bu duygulara en fazla aç olan varlıktır. Hayatı boyunca duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği, kendini onda bulabileceği, hislerine tercüman olabilen biri insanın en önemli duygusal ihtiyaçlarından biridir. İnsan o kendisini tamamlayan bu insanı bulduğunda fark eder ki artık bir bütün olmuşlardır, tek bir ruha sahip iki beden gibi ama bazen bu ruhun yarım kalabileceği hiç tahmin edilmeyen ama hayatın size öğrettiği acı tecrübelerden biri olabilir. “İnsan kaybetmeden bilemez değerini” bu cümle her ne kadar herkes tarafından bilinip duyulunca anlamlı bir iç çekiş ve ardından “ne kadar da doğru” iç sesiyle onaylamaya yönlendirse de insanları; bu söylenegelen kalıbı hayatlarında acı bir şekilde tecrübe etmiş olan insanlar, bu cümle zikredildiğinde yüreklerindeki o zamanı durduran, bir süre boyunca sadece bir noktaya odaklandıran ince sızı geçene kadar öylece beklerler; konuyla ilgili ahkam kesmeden, içinden geçenleri belli etmemeye çalışarak ve kimse bir şey sormasın diye dua ederek. Halbuki bir zamanlar onlar da bilmezdi bu ince ama kuvvetli sızıyı. Nereden akıllarına gelirdi ki yaşamlarının yapıtaşı olmuş, neredeyse onsuz anısının olmadığı birinin artık onunla aynı havayı soluyamayacağı. Bu ihtimal o kadar uzak gelirdi ki; canlarından çok sevdiğinin onu ne kadar çok sevdiğini ifade etmeye gerek duymazlardı bazen ya da incir çekirdeğini doldurmayan meseleler için tartışma çıkarıp kalbini kırabilirlerdi bazı zamanlar; ama bilseler, bir sabah kalktıklarında yatağının boş olacağını, her zaman kullandığı kupadan artık sıcak kahve kokusunun bir daha duyulmayacağını bir bilselerdi, onunla olan her saniyenin değerini başka hiçbir şeye değişirler miydi hiç. ‘Not: Seni Seviyorum’ filminde Holly ve Gerard’ın küçük tartışmaları nedeniyle birbirine duydukları sevgiyi göz ardı etmeleri ve Gerard gittikten sonra Holly’nin yürürken bir çiftin önemsiz tartışmalarına kulak misafiri olması sonucu o derin bakışı ve biz o an hissedemesek de içindeki iç sızısı bunu somutlar nitelikte. Küçüklüğümden beri ‘zaman’ kavramının kapsayıcılığı, hayatlarımıza belli bir yön ve düzen vermesi ve yöneticiliği beni bu yegane kavram üzerine düşünmeye çekti. Yaşamımız boyunca bu kavram sayesinde hep belli eylemleri tekrarlayarak bu hayatı daha kolay yaşanır hale getiriyoruz. Mesela bir çocuğun hayatı öğrenmek adına her gün aynı saatlerde okula gitmesi ya da meslek sahibi bir yetişkinin emekli olana dek gün boyu yaklaşık olarak aynı işleri yapması zamanın bizi bu hayata daha kolay tutunmamız için verdiği bir lütuf bana göre. Alışmak ise bu tekrarlı eylemlerin ardından gelen kanıksama hâlidir bir nevi. Alışmak çoğu zaman hayat kurtarıcıdır insanlar için. Hayvanların kendi habitatında hayatta kalabilmek için zamanla geliştirdiği özel yeteneklere benzer aslında. Tek farkı hayvanlar zamanla koşullara alışmaya çalışırlar ve içgüdüsel olarak bilirler ki eğer yapamazlarsa bu vahşi dünyada yerleri yoktur ama insanlar için bu durum o kadar da hayati değildir. İnsanlar da alışma hâli sayesinde aynı hayvanlarınki gibi hayata daha iyi adapte olabilmişlerdir. Alışmak, bazı zamanlar için de çoğu insan için korkutucudur. Özellikle o alışılmaya çalışılan durum sizin hiç de içinde bulunmak istediğiniz bir durum değilse. Hayatınızın bir parçası hâline gelen birini kaybettiğinizde onsuzluğa alışacak olmanın; zamanın, onunla geçirdiğiniz her anı süpüreceği düşüncesi bile size o kadar korkutucu gelir ki; onun bıraktığı hiçbir şeye elinizi sürmezsiniz zamanı durdurmak için, alışmamak için. Kendinizi bu ‘onsuz’ yeni hayata adapte olmayı reddederken bulursunuz. Etrafınızdakilerin ‘Zaman her şeyin ilacıdır.’ Nasihatleri, bu gerçeği bilmenize rağmen, bilinçsiz olarak ‘reddediş’, ‘kabullenemeyiş’ sürecine iter sizi ama bir süre sonra fark edersiniz ki yitirdiğiniz kişi de aslında bu nasihatleri veren kişilerden biri, o da herkes gibi size; toparlanıp, bu duruma alışmaya, bu yeni dünyaya adapte olmaya, insanlara kendini tamamen kapatmak yerine onlara bir şans vermeyi telkin edecek asıl insan aslında o. Tıpkı Gerard’ın karısı için onun ölümünden sonra gerçekleşecek muhtemel depresyonları, hayata küsmeyi, yaşam sevincini yitirmeyi önceden tahmin edip daha dünyaya veda etmeden bu aşamaları kolayca atlatabilmesi için zamanla ortaya çıkacak küçük hatırlatmalar tasarlaması gibi. Gerard karakteri aslında şuan onlara iletişim kuramayıp ama eğer bir şansları olsaydı aynı Gerard gibi yakınlarının bu yoksunluğu daha kolay atlatabilmeleri için çaba göstereceğinin en büyük temsilcisi. Kaynakça P.S. I love you, Richard LaGravenese, 2007 BU KİTABIN FİLMİ OLUR ‘Cehennem’; şu zamana kadar okuduğum en ama en sürükleyici kitap, bu yüzden daha önce okumadığım için pişmanlık duyuyorum. Beş yüz yetmiş sayfa olduğu için elime aldığımda herhâlde bir haftada ancak bitiririm diye geçirmiştim aklımdan, iki günde bitmesi beni de şaşırttı. Peki, şu an neden bu kitabı seçtim diye sorabilirsiniz. Daha önce hiç Dan Brown okumadığımı fark ettim ve kitapları arasında seçim yaparken buldum kendimi. Kapağında bulunan İstanbul manzarasından ve merak uyandıran adından dolayı ‘Cehennem’i o meşhur ‘Da Vinci Şifresi’ ne tercih ettim. Kitabı okumaya başladığımda kitaptaki ana karakter bir profesördü, ancak daha sonrasında kendimi nasıl kaptırdıysam birden bire kitabın başkarakteri olarak buldum. Yaşanan olaylar doğrultusunda da oradan oraya sürüklendim. Kitaptan kopamamak bir yana okurken yoruldum. Bunun nedeni; bütün olaylar birbirine bağlı olarak gelişiyor ve kitabı elinizden bırakmak için önce içinizde uyanan merakı öldürmeniz gerekiyor, tabii bu biraz zorolduğundan ertesi günü uykusuz geçiriyorsunuz. Şaşırtıcı bir şekilde kitapta yaşanan olaylar bana pek yabancı gelmedi ve okurken olayların sadece bir kurgudan ibaret olamayacağını düşünüp durdum. Örneğin; kitapta bir bilim adamı tarafından geliştirilen, insanların özellikle bayanların doğum yapabilme yetisini kaybetmelerine neden olan bir virüs yaratılıyor. Bunun gibi dünyada yaşanan salgın hastalıkların (ebola virüsü gibi), daha öncesinde bilimsel ortamlarda yaratılıp, orada geliştirildiğini ve bazı büyük güçler tarafından çeşitli nedenlerle dünyaya yayıldığını düşünüyorum. Kitabı, iki günden kısa bir sürede bitirmiş olmama rağmen, içerisinde geçen bende merak uyandıran, örneğin; Dante’nin hayatı ve yapıtlarını incelemem hâlâ devam ediyor diyebilirim. Yani kitap bitse bile, satır aralarında gözüme çarpan en ufak bir bilgi kırıntısı bile kitaba olan ilgimin sürekliliğini sağladı. Bu sayede arkadaşlarımla bir süre daha ‘Cehennem’ hakkında konuşmaya devam edeceğim. Kitaplar sayesinde hiç gitmediğim yerlere gitmek ve oralarda bulunmak beni oldukça mutlu ediyor. Galiba kitap okumayı bu yüzden çok seviyorum. Beni mutlu edecek bir diğer olay ise okuduğum bir kitap sayesinde ruhen bulunduğum bir şehir veya ülkede gerçekten bulunmak ama ne yazık ki daha bunu gerçekleştiremedim. Kitapların beni bu denli etkilemesi hoşuma gidiyor çünkü herkesten ve her şeyden uzak bir dünyada yaşadığımı hissediyorum kısa süreliğine de olsa. İşte tam da dediğim gibi kitap ile beraber ülkeden ülkeye gezerken bir anda kendimi İstanbul’da buldum. Dünyaca ünlü bir yazar, dünyada o kadar şehir varken kitabın son kısmında oldukça detaylı bir biçimde İstanbul’a yer vermesi beni çok gururlandırdı. İstanbul’a sayısız defa gidip gelmiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki; İstanbul’da hiç bulunmamış biri için bile yaptığı betimlemeleriyle aynı İstanbul havasını tattırıyor okuyucusuna. Bu yüzden ne zaman bu şehirden uzaklaşmak istesem, kapağını açın ve içine girin cinsinden bir kitaba ihtiyacım olduğunda tercih edeceğim yazarlardan biri oldu Dan Brown.Daha önce de tercihimi sürükleyici kitaplardan yana yapardım ancak bunlardan hiç biri ‘Cehennem’ kadar gerilim içerikli değildi. Abartmıyorum geçen hafta boyunca uykularım birçok kez bölündü ve rüyalarımda kitaptaki bazı olayları tekrar yaşadım. Hatta gün içerisinde bile dalıp kitaptaki olayları düşündüğüm bile oldu. Sürükleyici olmasının yanında gerilim ve korku yüklü olmasından dolayı pek rahat uyuyamadım evet, ama böylesine bir kitap için değeceğini düşünüyorum. Sadece kitabı okuyarak ve kitaptakileri aklımda canlandırarak bu kadar etkilendiysem, filmi çekildiğinde sinemada izlesem neler olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Salih Pekacar Özgürlük ve Çaresizlik Savaş, kan, cesetler… Sahiden insanların görmek istedikleri şeyler bunlar mı? Nedense bu sorunun cevabını çocukluğumdan beri hep merak etmişimdir. İnsanların asıl amacının ne olduğunu bu yaşıma kadar asla anlayamamışımdır. İnsanların barış ve huzur dolu bir dünyada yaşamak istemeleri, insanların yeşeren sevgi tohumları altında hep beraber kardeşçe büyümek istediklerini çocukluğumdan beri hemen hemen her yerde duymuşumdur. Ancak nedense bu söylenen kelimelerin havada asılı kaldığına binlerce kez şahit olmuşumdur. İzlemiş olduğum haberlerden, okumuş olduğum gazetelerden bu tür kötü haberleri binlerce kez işitmişimdir. Tıpkı Ateşin Ortasında adlı filmde de olduğu gibi insanların amaçlarının artık tamamen insanların kötü duygularının eşiği altına girdiğini söyleyebiliriz. Ateşin Ortasında adlı filmde aslında savaşlara, akan kanlara ve ırkçılığa karşı dimdik ayakta durulması gerektiğini ve ayrıca özgürlük için insanın canı pahasına savaşmasını savunan bir yapıt. Mükemmeliyetçi bir şekilde ele alınan bu eser bende gerçek anlamda bir uyanış yarattı… Değişen dünya düzeninde özgürlük kavramı maalesef bambaşka yerlere çekiliyor. İnsanların özgürlüklerini ellerinden almak ne kadar garip değil mi? Özgürlük demek insanoğlunun yaşama sebebi demek. Özgürlük demek insanoğlunun bu dünya düzeninde var olması demek. Kısacası özgürlük insanoğlunun tutunacağı tek daldır… Ancak insanın özgürlüğü elinden alındığı zaman o insanın dünyasının kararması demektir. Yaşamasının sebepsiz ve bu dünya düzeninde artık hiç olması demektir. Mesela parmağınız kesildiği zaman canınız çok acıyor değil mi? Eminim ki bu acıdan sonra parmağınızı tekrar kesmemek için elinizden geldiği kadar dikkat ediyorsunuzdur. İnsanın özgürlüğünün elinden alınması tabii ki bu hissettiğiniz acının milyon katı kadardır. Peki insanların özgürlüklerinin ellerinden alınmasını neye bağlıyorsunuz? Bir avuç toprak parçası için mi? Bu soruların cevabını Ateşin Ortasında adlı filmi izlediğimde gerçekten çok iyi anladım. Bu kötü duygulara yenik düşmüş insanların aslında parayı ya da yeraltı kaynaklarını bir araç olarak değil bir amaç olarak benimsediklerinden dolayı insanların özgürlüklerine el koyma arzusunda olduklarını çok iyi şekilde hissettim… Çaresizlik kelimesini duyduğunuz zaman bu kelimenin sizde uyandırdığı ilk şey nedir acaba? Aslında çaresizlik kelimesi kişiden kişiye, ülkeden ülkeye değişen göreceli bir kavramdır. Ateşin Ortasında adlı film beni çaresizliğin tanımını bir kez daha düşünmem için ciddi anlamda derin düşüncelere itti. Bu filmden çaresizlik ile ilgili çıkarmış olduğum sonuç aslında bambaşka bir sonuç. Çaresizlik aslında insanların kötü duygularına yenik düşmektir. İnsanların ciddi anlamda bencil olmaları aslında bir nevi çaresizliği doğurmuştur. Peki bu çaresizlikten kurtulmak için ne yapmalıyız? Tıpkı Ateşin Ortasında adlı filmdeki gibi direnişe mi geçmeliyiz? Bence ilk olarak insanların bencil, vurdumduymaz ve özellikle kötü duygularından arınması çaresizliği tamamen ortadan kaldıracaktır. İlk başlarda her ne kadar dünya düzeni modernleşiyor denilse bile modernleşen dünya düzeninde bu hiç kolay gözükmüyor gibi geldi… Ancak sonradan şunu çok iyi anladım ki çaresizlik aslında bir çaredir. Çaresizlik aslında insana imkansızı başarmayı öğretir. İnsan dibe ulaşınca yukarı daha hızlı çıkar. Herkeste olduğu gibi aslında ben de birçok kez çaresizlikle karşı karşıya kaldım. Ancak çaresizliği aslında bir çare gibi gördüğüm için belki de karşılaşmış olduğum çaresizliklerin üstesinden gelebildim. Belki de bu çaresizlikler bana ilk başta başarılması imkansız gibi gözüktü. Ancak sonradan çaresizliği bir çareye dönüştürmenin zamanının çoktan geldiğini fark ettim. Tıpkı denize düşen yılana sarılır mantığı ile hareket ettim. Aslında Ateşin Ortasında adlı filmde de olduğu gibi çaresizlik aslında bir düşüş değil aksine çaresizlik aslında tam anlamı ile bir yükselişin sembolüdür… Baştürk-1 Hatice Kübra Baştürk Beyaz Tavşanı Takip Et Çocukluktan itibaren pek çok masal ya da hikâyelerle beraber büyürüz. Anlatılan ya da kitaplarda buluştuğumuz bu masal veya hikâyeleri sinemanın yaygınlaşmasıyla beraber beyaz perdede de görmeye başladık. Bunlardan biri de Lewis Carroll’ın yazmış olduğu ve Tim Burton’ın yönetmenliğiyle tekrar izleme fırsatı bulduğum “Alice Harikalar Diyarında”. Genelde çocuk filmi gözüyle bakılan bu eser, belki de birçok insan için unuttuklarını hatırlamasına yardımcı olacak bir şans. Bildiğiniz üzere -bilmeyenler için söylemiş olayım- Alice’in bu serüvenine başlaması görmüş olduğu beyaz tavşanın peşinden koşup bir çukura düşmesiyle başlar. Lakin bundan önce, kitabın bu uyarlamasında Alice istemediği şeyler yapmak için yakınları tarafından zorlanmaktadır. Yani beyaz tavşanı takip edip ardından çukura düşmek onun başına gelen en güzel şeydir. Ana karakterimiz bu çukura düştükten sonra serüven başlar. Fakat oranın “bilge” diye nitelendirilen karakteri “Bu o Alice değil ki!” der. Bu soruyu kendime yöneltmekten kendimi alıkoyamıyorum. “Ben, benim bildiğim Hatice Kübra mıyım ?” Bu sorunun cevabı biraz can yakıyor fakat sormakta fayda var. Hayallerimizin peşinden koşabilecek kadar cesur muyuz şu 3 günlük diye nitelendirilen dünyada ya da bir şeyleri yapabileceğimize dair ufacık da olsa bir inanç var mı içimizin kuytu köşelerinde? Biz, bize inandığımız ve çabaladığımız kadar varız şu hayatta. Hata yapmaktan korkup saklandığımız yatağımızın altında hiçbir güzellik bizi bulmayacak, dürüst olalım. İçimizi de karartmayalım ama. Bizim payımıza düşen güzellikler, vaktin birinde bizimle buluşmak için Baştürk-2 bizi orada bekliyor olacak. Tek yapmamız gereken var olduğuna inanmak ve onu bulmak için çabalamak. Kendimize bir gün için bile olsa bir iyilik yapalım. Olasılıklar penceresini açıp derin bir nefes alalım mesela. İnanıyorum ki ihtiyacımız olan hangi duygular varsa alınan nefesin geri iade edilmesiyle beraber açığa çıkma fırsatı bulacak. Elbette her şey dört dörtlük gitmek zorunda değil. Ayağımızın takılıp çukura düşmemiz gibi ihtimaller de var. Çukura düşme anında ne düşüneceğimiz aşikâr : “Yolun sonuna geldim.”, “Her şey bitti.”, “Başaramadım.”… O anda bu düşüncelerden, zor olsa da, sıyrılıp o anın bile tadını çıkarabilmeyi tavsiye ederim çünkü çukurun sonunda bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Filmde denildiği üzere o “muhteşem gün”e giderken sırtımıza bu tip yükler yükleyip işi daha da zora koşmayalım. Düştük mü? Çukurun sonuna geldiysek ne âlâ! Düştüğümüz yerde ağlamanın sırası mı şimdi? Kalkıp yola devam etmeli. Çok mu uzak görünüyor? Tekrar derin bir nefes almanın zamanı o halde. Hiç mi oluru yok? Filmi hatırla, yardımcı olacak bir yöntem sunuyor: “6 imkânsız şey… Say onları Alice!”. İmkânsızlıkların mümkün olabileceğine inanabildiğimiz sürece onları başarabilme olasılığımız olacak. Bu yüzden kendimizi, kendimize inanmama gibi bir haksızlık yapmaktan engel olmanın bir yolunu bulmalı derhal. Mesela, kim olduğumuzu kendimize hatırlatalım. Biz ki doğduktan yedi veya sekiz ay sonra emeklemeye başlayıp dokuzuncu aydan itibaren yerden sıkılıp kalkmaya uğraşan, kalktıktan sonra bir yerlere tutunmaktan bıkıp özgür olmaya çalışan, denerken defalarca yere düşen ama en sonunda bunu başarabilen insanoğlu! Bakınız işin bu kısmında da düşsek de kalkmaya tenezzül ettiğimizde güzelliğe ulaşabilmişiz. Şimdi neden olmasın? Başarabileceğimize dair sonsuz hayaller kuralım. İşin bir bölümünde tıkandıysak, başka şeyler yapmak zorunda bırakılıyorsak yine de sorun yok. Beyaz tavşan birazdan önümüzden geçecektir. Yeter ki koşmaya hazır olalım. Koşuşturmacanın bir anında mutlaka gerçek bize rastlayacağız. Bulunca rahatlayıp rehavete Baştürk-3 kapılmak yok! Motive olup daha hızlı olabilmemiz için bir destek sadece. Yolun sonuna gelmiş sayılmayız. Bütün bu koşturmaca bittiğinde yani hayalini kurduğumuz hedefi ele geçirip sırtımızı yasladığımızda hiçbir ve pişmanlığımız olmaksızın saf mutluluğu bulacağımıza dair bizi temin ederim. Film bitiyor ve salonun ışıkları açılıyor. Film için yapılan şarkı ile birlikte yüzümde bir gülümseme beliriyor ve olup biteni ayırt etmek zorlaşıyor aslında. Etrafın bu denli aydınlanması ışıkların açılmasından mı yoksa bana bunları yazdıran düşünceler mi hâlâ kararsızım. Sanırım az önce bir beyaz tavşan çıkageldi umutsuzluğumun gölgelerinden. Hayallerimin elinden tutup koşmam lazım. Müsaadenizle… Kim Kimsesiz? Gitmek mi daha kolay yoksa kalmak mı? Bu insanın ilişkilerinde en çok sorguladığı sorulardan biri. Gittiğinde gitmek üzer, kaldığında ise kalmak. O an neyi yaşıyorsan en çok o canını acıtır, en zor o gelir. Ben hep kalan oldum, gitmenin nasıl olduğunu hissedemedim hiçbir zaman. Çünkü hep bağlandım, bağlandığımda da bırakamadım, gidemedim. Pamuk ipliğiyle bağlansam bile o bağı büyüttüm ve kolay kolay kopartamadım. Bir erkeğin hayatından çıkmak, ona bensizliği yaşatmak nedir hiçbir zaman öğrenemeyeceğim belki de. Ama bir kadının hayatından çıkmanın, o kocaman ve yeri doldurulamaz boşluklar yaratmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Çünkü ben hep kalan oldum, gidemedim. Belki de gidecek gücü bulamadım bedenimde de kalbimde de. Karl Marx “İntihar insanın kendi varoluşu üzerine söyleyebildiği son sözüdür.” der. İntihar, gidenin de beraberinde bütün hayatını ve gizemlerini götürdüğü bir yok oluştur. Tanrı rolü üstelenmektir aynı zamanda, ona karşı bir isyandır. Kibir ve egoyu da barındırır çokça. Yapmaya karar vermek, yöntemini seçmek, nerede ve nasıl olacağını belirlemek insanın psikolojisinin varabileceği son nokta bence. Aynı zamanda cesaret gerektiren bir şey gibi görünse de bence bu korkaklıktır. Her şeyden kolayca vazgeçmek, bir şeyler için kalıp savaşmadan en kolay yolu seçip gitmek korkaklık değil de nedir? İntiharı ciddi ciddi düşündüğüm zamanlar oldu benim de. Pencerenin kenarına gelip kendimi boşluğa ve rüzgâra bırakmak istediğim zamanlar oldu. Ben o boşlukta süzülürken bütün düşüncelerim ve canımı acıtan herkes içimden çıkacaktı. Veya saatlerce bir kutu ilaçla bakıştım, onlarla konuştum. Bana her şeyin geçeceğini, güzelce uyuyacağımı ve bütün acılarımdan kurtulacağımı söyledi. O beyaz ilaç kutusu birden gözümde pembe fiyonklu bir hediye paketine dönüşmüştü. Sadece o konuştu, ben hiç cevap vermedim. Bir süre sonra yorulup sustu. Bunu yapamayacağımı anlamıştı, çünkü ben cesurdum ve hayatımda en son istediğim şey güçsüz görünmekti. Bu fikirler aklımda nasıl yer edinmişti? Teşebbüse en çok yaklaştığım anı hatırlıyorum. İlk defa benden vazgeçilmişti, bir insanın ne kadar kolay vazgeçebildiğini ilk defa gözlerimle görmüştüm ve içimde hissetmiştim. Herkesten vazgeçilebildiğini anlamıştım. İntikam almak, canını acıtmak istedim. Ömür boyu sürecek bir vicdan azabına maruz bırakmak istedim onu. Çünkü ben bu hayattan kendi isteğimle gittikten sonra hayatında kocaman bir boşluk açacaktım ve kimseyle dolduramayacaktı o boşluğu. Ya tam tersi olursa düşüncesi beynimi kemirmeye başlamıştı. Beni gerçekten sevmediyse, kalbine hiç almadıysa bensizliği de bilemezdi. Ben onun canını yakıp, kahredeceğini düşünürken belki de etkisi 5 dakikalık bir düşünüş ve sonrasında unutuluş olacaktı. Beni hiç sevmemiş birini intihar ederek bensizlikle sınayamazdım. Böylece ilk ve son ciddi düşünceyi beynimden defetmiş oldum. En son ise bana ölmemem için söz verdiren birini ölümümle cezalandırabilir miyim diye düşündüm. O bana verdiği sözleri tutmadığını göstermişti, sıra bendeydi. Peki, bu sefer bu planım işe yarayacak mıydı? Beni hayatında hiçbir yere koyamamış insanları böyle mi cezalandıracaktım? Onlar 1.55 boyunda ve 44 kilo olan beni hayatlarında hiçbir yere sığdıramamıştı, ben niye onlardan intikam almaya çalışıyordum? Zaten giremediğim bir kalbi kıramazdım, sonra ben de onlar gibi olmaya karar verdim. Onları kendi silahlarıyla vuracaktım, hayatıma ve kalbime hiç dokunmamışlar gibi davranacaktım aksi bile olsa. Dilleri bana kadınım dese bile kalpleri dememişti. Ben onları kadınsız erkeklerden yapamadım ama onların beni erkeksiz kadınlardan yapmasına izin verdim. Ece Naz Keser Kaynakça: Murakami, H. (2016) Kadınsız Erkekler. İstanbul: Doğan Kitap Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 MÜZİK VİDEOLARI Tekrar herkese merhaba. Bu bloğumda sizlerle sevdiğim şarkıların video klipleri hakkında bir yazı yazacağım. Övünmek gibi olmasın ama kendimce iyi bir müzik kulağım olduğunu düşünüyorum. Çok geniş bir tarzım vardır. Klasik müzikten türkülere, Fransızca şarkılardan KPOP’a kadar her türlü şarkıcıyı dinlerim. Benim için asıl amaç şarkının bana bir anlam ifade etmesidir. Bir şarkıyı sevmem için bana bir anımı hatırlatması vey ya bir duyguyu yaşatması gerekir. Ya da şarkı sözlerini hissettirmesi gerekir. Mesela şarkı aşk acısını anlatıyorsa ben o şarkıyı dinlerken aşk acısı çekmeliyim. Kulağa biraz mazoşist gelebilir ama bence bir ancak bu şekilde Dilerseniz şimdi şarkı kliplerine geçelim. Aslında her beğendiğim klibi yazmak istesem bu en az 500 kelimelik blog yazısına hayatta sığmaz ama ben birkaç tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bahsedeceğim ilk klip Coldplay ve Beyonce’un ‘Hymn For The Weekend’ şarkısı.Bu şarkı Coldplay’in en son albümünden. Klibi çok yeni. Klip Hindistan’da çekilmiş. Hatta Hintliler klip Hindistan’ı yanlış yansıtıyor diye baya eleştirmişlerdi şarkıyı. Klipte basmakalıp bir Hindistan algısı olduğundan yakınıyor Hintliler. Mesela klipte Beyonce Hint kıyafetleri içinde, Bollywood filminde bir oyuncu şeklinde karşımıza çıkıyor. Beyonce’u Hintli biri gibi giydirmek yerine neden gerçek bir Hintli aktör o karakteri canlandırmıyor diye kızdılar ki bence bu çok saçma. Amerikalı ve İngiliz sanatçı gelmiş; senin ülkende, senin kültürünü kullanarak bir klip çekmiş. Gururlanacakları yerde eleştiriyorlar. Bence klip aksine çok tatlı. Sonuçta Hindistan’ı ne yaparlarsa yapsın tam olarak yansıtamayacaklardı, her hâlükârda1 kliptekinden farklı yerler, insanlar olacak. Klip rengârenk; size tatlı tatlı, hafif hafif ritim tutturuyor. 1 Hocam, siz “her halukarda” diye yazmamı önerdiğiniz halde “her hâlükârda” yazdım. Çünkü, TDK’da o şekilde gösteriyordu. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&kelime=her%20h%C3%A2l%C3%BCk%C3%A2rda &guid=TDK.GTS.51ada8cf4f5a44.18011913 1 Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 Beyonce’un klipteki halinden bir kare. Hint filmlerinden gözlemlediim kadarıyla bence çok güzel giydirmişler Beyonce’u. Beyonce, Hint kınası ve abartılı takıları ile herhangi bir Bollywood filminden fırlamış gibi duruyor bence. İkinci klibimiz de Justin Bieber’ın ‘Sorry’ şarkısının ‘Purpose’ klibi.Normalde Justin Bieber’ı sevmem ve onun hala ergen olduğunu düşünürüm ama bu şarkısını nedense çok sevdim. Dans etmeyi hep çok istemişimdir ama bir türlü yerimden kalkıp hareket edemedim. Üşengeçlikten sanırım. :D Klipteki dansçıların uyumu, kıyafetlerinin yanı sıra koreografinin şarkıyla uyumu da klibi beğenmeme sebep olan bir etkendir. Şarkının ritmindeki her bir hareketi koreografide bulabilirsiniz. Aslında feminist bir insan değilimdir ama klipteki herkesin kız olması ayrı bir hoşuma gitti. Bir de Justin Bieber’ın klipte olmaması iyi olmuş. Çünkü şuan saçları sarı renkte ve klipte onu o beğenmediğim saç rengiyle görmek istemem.:D 2 Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 Üçüncü klibim Sıla’nın ‘Aslan Gibi’ şarkısına çektiği klip.Bu şarkının klibi düşündüğünüzde basit gelebilir. Fakat klip bence çok doğal. Yani siz arkadaşlarınızla çok sevdiğiniz bir şarkıya eşlik ederken nasılsanız klip de aynen öyle. Ben samimi buldum klibi. Sahne, koreografi gibi göz dolduran elementler çok olmasa da şarkı gibi hareketli, tatlı bir klip olmuş. Bu şarkı tam sıcak bir bahar veya yaz günüde arkadaşlarınızla beraber yolculuk yaparken dinlenecek bir şarkıdır bence. Çünkü hareketi olması nedeniyle tam hep beraber eşlik edilecek bir şarkıdır. Ayrıca zorluklara rağmen güçlü olmak gibi bir mesajı da olduğu için ayrılık acısı çekenlere de tavsiye ederim. Dördüncü şarkımız da Zeki MÜREN’in ‘Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’ klibi. Şarkılardan bahsederiz de Zeki Müren gibi nadide bir yetenekten bahsetmez miyiz?! Tabii o zamanlar klipler şu an ki gibi değildi haliyle koreografi, olay örgüsü vs. yok ama olsun ben bunu da çok severim. Bu klibi seviyorum çünkü Zeki Müren’in kıyafeti, arkadaki mumlar çok güzel duruyor. Zeki Müren sahneyle tam bir uyum içinde. Kıyafetlerinin koltuklarla uyumu, omuzlarındaki o detaylar göze çok hitap ediyor. 3 Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 4 Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 Son klibimiz de Bangtan Boys grubunun ‘Dope’ klibi. Şimdi bu diğerlerine göre çok ters bir şarkı olabilir ya da ilk defa KPOP dinleyecekler için değişik olabilir. Öncelikle KPOP günümüzdeki Korece şarkıların geneline verilen addır. “Korean Pop”ın kısaltmasıdır ama yeni yayınlanan rap vb. şarkılara da KPOP deniliyor. Aslına bakarsınız onlara da KPOP diyerek yanlış yapıyoruz belki ama herkes böyle diyor, yanlış olsa da kullanılan bu. Neyse konumuza dönelim. Bu grup 7 tane erkekten oluşuyor ve şarkı sözlerini, koreografilerini kısaca her şeyleri kendileri yapıyorlar. Ve klibe bakarsanız dansları bir harika! Grup üyelerinin saç renkleri veya giydikleri size biraz ters gelebilir inanın bana da ilk başta öyle gelmişti ama zamanla alışıyor insan.:D Her üyenin ayrı bir ‘mesleği’ olması da ayrı bir hava katmış klibe. Benim favorim kızmayın ama kırmızı saçlı çocuk. :D 5 Ebru KOCAKAYA 21503082 TURK 102-42 Sonuç olarak bence kliplerin bir anlamı olmalı, şarkının sözleriyle anlamlı olmalı tıpkı son yayınlanan Türk Hava Yolları reklamı gibi. :D Mesela klipte dans olacaksa, dans müziğin ritmiyle uyumlu olmalı. Eğer hikaye örgüsü olacaksa o da düzgün bir olay örgüsü çerçevesinde geçmeli. Ruhunuza iyi gelecek şarkılar dinlemeniz dileğiyle….:) Not: Bahsetttiğim şarkılar ve linkleri: 1) https://www.youtube.com/watch?v=YykjpeuMNEk 2) https://www.youtube.com/watch?v=fRh_vgS2dFE 3) https://www.youtube.com/watch?v=8xGGcag4vc4 4) https://www.youtube.com/watch?v=oCXfMJnGWaA 5) https://www.youtube.com/watch?v=BVwAVbKYYeM Türk Havayolları reklamı: https://www.youtube.com/watch?v=QrY3c2wO3CU Not: Hocam ne yaptıysam sayfaları birleştiremedim. Sayfa yapısı biraz kusurlu şuan, kusura bakmayın. 6 BeyzaKurtulmuş 21502981 MUTLULUK PARADOKSU Mutluluknedir? Mutlulukgerçekleri bilmek midiryoksa sadece iyi mi hissetmektir? Eğergerçekleri bilmekse, acı gerçekleri bildiğimizde hissettiğimiznedir? Eğer sadece iyi hissetmekse, iyi hissettiğimizzamanlarda saklı gerçeklerin varlığınınbizi rahatsızetmesi birparadoks oluşturur mu?Belki de Sokrates’in tanımladığı gibi mutlulukyalnızca insanınruhumu iyi halegetirmesidir.Peki ya insan ruhunu nasıl dahaiyi hale getirir? Ruhuiyileştirmek içinilkadım,gerçeklerle tanışmak mı yoksa gerçeklerle tanışmamak mı mutluluğubulmak için daha iyidir,paradoksunu çözümlemektir.Gerçeklerle tanışmanın,insan ruhunu eğitmesive mutluluğubulması içinbir yol olarak görülür.Eğer birmutsuzlukya daproblem varsa olayınaslınaulaşılmaya çalışılır.Çünküaslındaolayın aslına,gerçeğineulaşıldığında problem tamamen çözülebilir.Fakat kimizaman gerçeklerle tanışmak mutluluğugetirmenin aksineinsana acıverir.Bu yüzdengerçeklerle tanışmaktan kaçınan insanlar,kendilerine zarar verebilecek gereçeği açığaçıkarabilecek sosyal egemenliğin emirlerini takip ederler.Emirleri takip edip hisleriniyok sayarak yaşamak çoğuinsan için birmutlulukkaynağı olmaktan çokuzaktır aslında.Bunu yapmaları sırf gerçeklerden zarar görmemek için kendi kendilerine zarar vermeyi tercih etmeleridir.Francis Macdonald Cornford’un,Sokrates Öncesi ve Sonrasıkitabında açıklıkgetirdiği gibi, insan bazıdış otoriteleri kabullendiğinde,kendisineyapması gerektiğini söylediği şeyden otoriteyi sorumlututabilir.Yani insanlargerçek mutluluğu bulamamalarınınsorumlusu olarak buotoriteleri görürler.Fakat burada Sokrates’in açıklıkgetirdiği noktaiseaslındaotoriteleri takip edenlerin insanınkendisi olduğuve dolayısıyla mutluluğubulamamasınındainsanınkendi hatalarındankaynaklanıyor oluşudur.Eğer insan gerçeklerle tanışmaktan korkmasaydı,onabirkere verilmiş hayatını yaşayabilecek kadar cesareti olsaydı,belkide mutluluğubulmuşolacaktı.Fakat gerçeklerle tanışmak insan ruhunu iyileştirip,mutluluğubulmak konusunda, bu gerçeklerle tanışmaya datanışmama paradoksunu çözümlemesinden deanlayacağımız gibi tek başına çoksağlam birkaynak değildir.Bukaynağı sağlamlaştırmak için insanın gerçeklerin diğer yarısı olan hislere ihtiyacı vardır. İnsanınruhunu daha iyi hale getirmesi için asıl adım gerçekler vehisler arasındaki paradoksu çözümlemesidir.Elinizde biryüzüsiyah diğer yüzübeyaz bir kart olduğunu düşünün.Bu kartınsiyah yüzüsizin gerçekçiliğinizi,beyaz yüzüisehislerinizitemsil ediyor.Kartınsiyah yüzünde,kartındiğerbeyaz yüzündekilerin her zaman yalan söylediklerini, beyaz yüzündeyse kartınsiyah yüzündekilerin herzaman doğruyu söyledikleri yazıyor.Eğer kartınbeyaz yüzününsöylediklerine göre siyah yüzündekiler doğruyu söylüyorsa, beyaz yüzündekiler hep yalan söylemiş oluyor.Yanidoğruluğun gerçekten ne olduğukavramı birparadoksa dönüşüyor.Gerçeklerve hislerarasındaki ilişkideaynen buşekildegelişiyor.Sizhayatınızı gerçeklere yaşayıpveonların,kartın siyah tarafının,söyledikleri doğrultusundahayatınızı hatayapmaktan uzakdurmak amacıyla yönlendirdiğinizde hislerinizin sizedoğru yolu gösterip göstermediğiniasla öğrenememiş olup belkide dahabüyükhataları yapmış oluyor,dahabüyükzararlar almış oluyorsunuz. Benzerşekilde, eğerhayatınızı hislerinizegöre yaşayıp,gerçekleri bir kenara bırakıyorsanız yine aynıhayata düşmüş oluyorsunuz.İnsan güvendehareketetmek ister,hissederek yaşamak ister.Bunundoğrultusundaher nekadar hayatınızı hislerinizegöre yaşadığınızı inkaretsenizde,içinizdeki osaklı gerçeklerin varlığınınsizi nekadar rahatsızettiğiniinkar edemezsiniz. Gerçekler vehisler,yin ve yang gibi birbirlerini tamamlayan, bütünleşmiş olgulardır.Yaniruhunuzu daha iyi hale getirmek içinhem gerçekleri görüpmantığınızı kullanmalısınız hem dekalbinizin sesini takip etmelisiniz.Ruhunuzubuyolu takip ederek iyileştirmeye çalıştığınızzaman gerçekten mutluluğayakınolduğunuzuanlayacaksınız. Mutluluknedirsorusunun cevabınınher insan için farklıolması onlarınhayatta kartın siyah tarafıyla mı yoksa beyaz tarafıyla mıoynamayı seçtiklerine göredeğişiklik gösterir. Eğerhayatta kartınsiyah tarafıyla oynayanlardansanız,hislerinizin sessiz çığlıklarını susturanlardan, çokgüvendiğinizsomutgerçeklik tarafından aldatılabileceğinizi ve mutluluğunuzunelinizdenalınabileceğiniunutmayın.Yanihislerinizin sesine kulak vermenizgerektiğini gözardı etmeyin. Eğer kartınbeyaz tarafıyla oynayan insanlardansanız,ohiçumursamadığınızgerçeklerle karşılaşmanızsizin soyut mutluluğunuzunani veacıbirsonu olabilir.Yapılabilecek eniyi şeyi sorarsanız, gerçeklerin vehislerin harmanlanmış bütünüyle mutlulukarayışınaçıkmaktırderim. Fakat bunubenim nekadar uyguladığımı ve bukonudane kadar biligim olduğunu sorarsanızSokrates’in oçokünlüparadoksuyla cevap vermek isterim: ‘’Tek bildiğim, hiç birşey bilmediğimdir.’’ Kaynakça: Cornford,Francis Macdonald.Sokrates Öncesi ve Sonrası .İş Bankası KültürYayınları, 2015. Sokrates, Bilinmeyen Kaynak. Board ,Jennifer.“Leadership Paradoxes”,Leadership Paradoxes Site,y.y.,t.y.Web.19 Kasım 2017. KAÇMAYIN! İnsanın yalnız kalması o kadar korkunç mudur? Gerçekten kör kuyunun dibinde olmak mıdır yalnızlık? Günümüzde, yalnız olmak çoğu kişi tarafından böyle algılanıyor. Herkes yalnızlıktan koşarak kaçarcasına bir şeylere, birilerine bağlanmaya çalışıyor. Kalabalığın içine dalıyor, kim olduğunu unutuyor ve sadece kalabalığın içindeki bir yüz, duvardaki tuğlalardan biri oluyorlar, o kadar. Yüksek katlı apartmanlarda yaşıyor, tıklım tıklım dolu mekânlarda çay içiyor, tenha yerlerden hoşlanmıyorlar. Ancak bir kere anlasalar yalnızlığın kaçılacak bir şey olmadığını, hatta peşinden koşulacak kadar huzurlu, erdemli olduğunu bir daha “yalnızlık” deyince irkilmezler. Kalabalık şehirlerde yaşıyoruz. Beton yığınları arasında koşuşturarak geçiyor vaktimiz. Zaman bulursak oraya buraya gidiyoruz, döndüğümüz yer yine de aynı: zindanımız. Günden güne daha da hapsoluyoruz son sürat ilerleyen dünyanın içine. Dönüp ne olduğuna bakmadan durmadan çalışıyoruz. Bu dünyanın içinde bir hedefimize ulaşınca da bizden mutlusu olmuyor. Peki, kim şöyle bir soluk alıp tek başına durup düşünüyor etrafında neler olup bittiğini? Gerçekten yaşadığını kim hissediyor? Herkes at gözlüklerini takmış gözüne durmadan koşuyor. Bazıları başarısızlıktan korkuyor, bazıları yalnızlıktan ürküyor, bazıları kendinden kaçıyor. Bu sürekli bir yerlere varma hissi bir türlü doyurulamıyor. Hep bir sonraki adım var çünkü bitmiyor. İşte bu bitmek bilmeyen koşu yolundan başını kaldıranlar görebiliyor gerçekleri. O da yalnız kalarak oluyor. Hiçbir şeyle hiç kimseyle ilgilenmeden, seni ve yaptıklarını düşünmekle oluyor. İnsanların kaçmaya çalıştıkları o korkulan yalnızlık aslında masum ve erdemlidir. Kaçtıklarını sandıkları ama aslında yalnızlıktan kaçarken daha kötü durumlara, sahte ilişkilerin içine düştüklerini fark etmemekte diretenler bunu hiçbir zaman anlayamadı, belki de hiçbir zaman anlayamayacak. Ancak yalnızlık tacını takanlar dünyaya farklı, renkli, anlayan, algılayan, sorgulayan gözlerle bakacaklar. Keşmekeşten kendilerini sıyıranlar, diğerlerinin gözünde kaybedenler, asıl kazananın kendilerini olduğunu kimseye anlatamayacaklar. Aslında, anlatmayacaklar çünkü buna ihtiyaç duymayacaklar. Kendi kendilerine bu zaferi kutlamaktan zevk alacaklar. Kimsenin onları övmesine, “Sen kazandın!” demesine gerek yok, bir tek kendileri yeter onlara. Kalabalığın içinde kaybedenler onlara değişik gözlerle bakacaklar, benimsemeyecekler onları, kendilerinden ayrı bir tür gibi görecekler. Nedenini ise “Yalnızlığın bilinçaltımızda yer eden klasik tanımı hepimizi ürkütür.” (15) diyerek açıklamış Şancı, çok da doğru söylemiş. Herkesin yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu anlamayan korkaklar ömürlerinin sonuna kadar kaçacaklar ve hiçbir zaman yalnızlığın erdemine erişemeyecekler. Yalnız kalma halinin verdiği derin hisleri, zevki, bilgeliği kabul etmeyecekler. Yine de bu son derece önemsiz bir olay olmasıyla birlikte yalnızlığın derin sularında yüzen birinin hoşuna bile gidecektir. Korkmayın yalnız kalmaktan, kaçmayın, saklanmayın. Yalnızlık size kalabalıkta kaybolmaktan çok daha fazla şey katacak. Düşünce tarzınızı değiştirecek, ufkunuzu açacak, olgunlaştıracak sizi. İçinizdeki yüksek mertebeli kişiliği açığa çıkarak bu olguyu benimseyin. Cem Şancı’nın Yalnızlık Doktorası adlı incelemesinde dediği gibi yenildiğinizi kabul edin ve huzur bulun. Bu yenilgi sizin hayatınızdaki en önemli zaferinizden olacak. Kaybettiğiniz hiçbir şey yok bu yenilgide, kazandığınız ise insanın hayatının en üst noktalarında sahip olduğu erdem. Diğer taraftan yalnızlıktan kaçış gerçekten mümkün müdür sorusuna yanıt vermek gerçekten zordur. Ne kadar kaçsak, kurtulmaya çalışsak o kadar takip eder bizi. Kötü tarafı ise kurtulduğumuzu zannettiğimizde bir anda karşımıza çıkmasıdır. O zaman daha çok yaralar bizi. Fakat bu olguyu kaçılacak bir şey değil, sığınacak bir liman, ulaşılacak bir üstünlük olarak görürsek ondan fayda sağlayacağız. Zamanı gelince bir kenara koyabilme, zamanı gelince de istediğimiz yollarla sarılma fırsatına erişeceğiz. Yalnızlık olgusunu gerçekten içten bir şekilde benimsediğimizde ise bu kadar zaman kaçarak hata yaptığımızı anlayacağız. Çünkü Şancı’nın dediği gibi “Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.”(13) Alpkaya 1 Büşra Alpkaya 21201317 Turk 102 Section- 8 Gönenç Tuzcu 9 Aralık 2014 Serbest 3 KADININ TOPLUMDAKİ ROLÜ Sanat tarihi öğretmeni Katherina ve aristokrat ailelere mensup, kendini beğenmiş öğrenciler Bety, Joan, Giselle, Connie... Mona Lisa Smile, 1950’lerin Amerika’sındaki kadın figürünü ele alıyor. Film, o dönemdeki toplumun bakış açısını ve toplumun kadınlara biçtiği rolü, kolejin birbirinden zeki ve yetenekli öğrencileri üzerinden gözler önüne seriyor. Kadının toplumdaki rolünün, yalnızca evinin kadını olmasıyla sınırlı kalması insanı gerçekten derinden etkiliyor. Filmi izlerken en çok dikkat çeken olgu, ataerkil toplumlardaki kadın rolü iken üzerinde durulan diğer kavramlar ise geleneklere olan bağlılık ve eğitimin önemidir. Filmin genelinde işlenen olgu, toplumdaki erkek üstünlüğü... Ataerkil toplum, erkeklerin egemen olduğu kadınların ise arka plana atıldığı bir toplumdur. Erkek sonsuz otoriteye sahip iken, kadının eşi karşısında herhangi bir söz hakkı yoktur. Kadınların toplumdaki rolü, evinin düzenini sağlamak ve çocuklarını yetiştirmekle sınırlıdır. Kadınların, yeni nesillerin yetişmesinde başrol oynarken, erkek üstünlüğü altında ezilmek kabul edilesi Alpkaya 2 bir durum mudur? Böyle bir toplumda yaşarken nasıl adaletten bahsedilebilir ki? Açıkçası ben böyle bir toplumda yaşamayı düşünemiyorum. Çeşitli baskılar altında yaşamak, erkeğin sözünden çıkmamak, kendi özgür iradeni kullanamamak, katlanması güç bir durum. Günümüzdeki toplumsal yapı düşünüldüğünde, kadınlar çeşitli sosyal, siyasal ve ekonomik haklara sahiptir. Toplum, kadın- erkek eşitliğinin bilincine varmıştır. Bu durum, dünyanın daha yaşanılası ve adaletli olmasına neden oluyor. Filmdeki karakterlerin, geleneklerine olan bağlılığı çok dikkat çekici. Eski dönemlerde yaşayan kadınların tek amacı evlenip, mutlu bir yuva kurmak. Bence, bu durum toplumun geleneksel yapısından ve aile baskısından kaynaklanıyor. Evlenme çağına gelen kızlar, evlenip çocuk doğurur ve bu şekilde yaşamlarını sürdürürler. Eğitimlerine devam etmek, kendi ayakları üzerinde durmak onların geleneklerine ters düşer. Bana kalırsa, bu durumda ailenin devreye girmesi çok önemli. Bilinçli anne babalar, çocuklarını doğru şekilde yönlendirerek, onlara mutlu bir hayatın kapısını açarlar. Genç kızların eğitim hayatını kısıtlayıp, onları erken yaşta evliliğe zorlamak ne kadar doğrudur? Ekonomik özgürlüğe sahip olmadan, bir erkeğin egemenliğinde yaşayan bir kadın ne kadar mutlu olabilir? Bu bağlamda film, toplumun geleneksel yapısına ters düşme pahasına, kadınların ekonomik ve sosyal özgürlüklerine sahip çıkmaları gerektiğini vurguluyor. Alpkaya 3 Filmdeki dikkat çeken bir diğer kavram ise eğitimin önemi. Filmde, genç kızların eğitim gördüğü lise, bugünkü eğitim anlayışından çok uzak bir noktada. Öğretim üyelerinin amacı, öğrencileri iyi birer ev hanımı olarak yetiştirmek. Bu bağlamda, bu okulda başarılı olmak, mutlu bir evliliğe sahip olmak demektir. Bana kalırsa, toplumdaki erkek egemenliği, kadınların ekonomik yoksunluklarından ve eğitimsizliklerinden kaynaklanıyor. Aslına bakılırsa kadınlar, kendilerine inandıkları sürece her işte başarılı olabilirler. Fakat kadınların bunu görmezden gelişleri, başarıya ulaşmalarını engelliyor. İyi bir eğitimin katkısıyla, kadınlar da başarıya ulaşmanın aslında ne kadar kolay olduğunu anlayabilirler ve bu sayede kadın erkek eşitliğini ortadan kaldırırlar. Mona Lisa Smile, etkileyici senaryosuyla ince mesajlar veren bir film. İzleyicilere, kadının toplumdaki önemini vurgulayarak, eğitim almanın, ekonomik özgürlüğe sahip olmak için önemli bir etken olduğunu hatırlatıyor. Tarihsel süreçte bu çabayı gösteren çokça aktör bulunmasına rağmen, erkek egemen toplum tarafından engellenen kadının, erkekle aynı haklara sahip olduğu düşüncesi, yalnızca bir fikir hareketi olarak kalmıştır. Bu anlamda belki de en önemli çabayı Mustafa Kemal Atatürk göstermiştir. Yazımı Atatürk’ün bir sözüyle sonlandırmak istiyorum. “Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer bir organı işlemezse o sosyal toplum felçlidir.” KAYNAKÇA http://www.edebiyatciturk.com/ataturk-ten/ataturk-un-kadin-ile-ilgili-sozleri.html Feyza Aydınlıoğlu PRANGALARDAN KURTULMAK Tanımadığınız fakat sürekli gördüğünüz insanların hayatlarını, yaşayış tarzlarını, isimlerini hiç düşündüğünüz olur mu? Peki ya onlar ile ilgili bir yargıya vardığınız? “Bu kız tamamen gıcık biri” veya “çok soğuk” diye kesin hükümlerle yargılar mısınız? Kabul edelim bir ortama girdiğimiz zaman ister istemez büyük çoğunluğumuz, özellikle biz bayanlar, bunu yaparız, onlar hakkında düşünürüz, tahminler yürütürüz, dış görünüşlerini inceleriz, içgüdüsel olarak bilgi toplamaya çalışırız. Hele bir de o şahsı sıkça görüyorsak ve yollarımız bir türlü kesişmiyorsa bu bizler için kaçınılmaz olur. Dış görünüşünden başlayıp yavaş yavaş hayatına girmeye başlarız aslında, ya da öyle sanarız. Konuşmalarını dinleriz mesela, arkadaşlarıyla konuşurken dinleriz, telefonla konuşurken dinleriz… Tüm bunlar sonucunda bir yargıya varırız. En basitinden “iyi biri” veya “kötü biri” olarak yaftalarız ve o kişiye karşı bulgularımız sonucunda duygular beslemeye başlamakla kalmaz o kişiyi dışarı karşı kendi penceremizden gördüğümüz gibi betimleriz. Çünkü bizler birey olarak, her şeyin en iyisini biliriz (!) ama genellikle hep yanılırız. Bir de olayı karşı objektifden ele alalım. Biz bir ortama gireriz, insanların gözü üzerimizde dolanır, gittikçe hakkımızda yargılar belirmeye başlar… İlk gün çok göze batmayız fakat sonra ki günlerde o veya bu yolla birileri de bizi göz hapsine alır. Ve kaçınılmaz son! Tıpkı bizim başkalarına yaptığımız gibi bizde prangalanırız! Mesela genelde benim her zaman dışarıdan çok soğuk, burnu havada biri gibi göründüğüm söylenir. Fakat bana bu prangaları takan kişi beni tanımaya başladıkça bu düşünceleri onu rahatsız eder ve ben senin hakkında yanlış düşünmüşüm der. Aslında hakkımda düşünmesine gerek yoktur öyle değil mi? Çünkü o konumda bu kişi benim için bir yabancıdır ve yabancı kişiler benim aslında nasıl bir kişiliğe sahip olduğumu anlamak zorunda, benim hakkımda herhangi bir şey bilmek zorunda değildir. Belki de bu düşüncelerim bu yönde olduğu için kendimce duvarlar örüp dışarıya karşı soğuk biri gibi görünmek istiyorumdur? Bu benim için bir savunma mekanizmasıdır? Aslında bizler çok bildiğimizi zannederiz ama hiçbir şey bilmeyiz. Çünkü bir kişiyi tanımak “deveye hendek atlatmaktan daha zor”dur bana göre. Henüz 21 yaşındayım fakat yaşadıklarımdan, çevremden, özellikle de büyüklerimin yaşantılarından gördüğüm kadarıyla da bu konuda oldukça haklıyım. Seneler sonra birbirlerinin yalanlarını yakalayıp anlaşamayan eşler, ailelerine ihanet eden evlatlar, senelerdir tanıdığımızı zannedip güvendiğimiz fakat evimizden her geldiğinde bir eşyamı çalan yardımcılar… Hepsi bunu destekler nitelikte öyle değil mi? Biz çevremizdekileri onlar bize gösterdiği veya müsaade ettiği ölçüde tanırız, tanıdğımızı düşünürüz, fakat genelde ne yazık ki yanılırız… Sonrasında ise sadece ihanetler, “nasıl yapabildi?” gibi sorularla öylece kalakalırız… Hepimiz benzer olaylar yaşarız, ve belki de sırf bu güvensizlikten dolayı daha ilk görüşten insanları tanıma aşkıyla yanıp tutuşuruz, ve bu bizleri daha büyük çıkmazlara götürür. Ben bu çıkmazlardan birini geçen hafta gece seansında gözüme kestirip girdiğim, Trendeki Kız adlı filmi izleyince gördüm ve aslında ne kadar tehlikeli bir içgüdü olduğunu bir kez daha anladım. Bir bakışla başlayan ve iletişim devam ettikçe pekiştiğini zannettiğimiz insanları tanıma sürecinin aslında ne kadar yanıltıcı ve güvenmenin ne denli zor olduğunu anladım. Hem bizim diğerlerine taktığımız hem de diğerlerinin bizlere taktığı prangalardan kurtulmanın bize kişisel gelişim olarak ne kadar yararlı olacağını gördüm. Bu prangalardan ve yaftalamalardan kurtulabilirsek inanın çevremize ve kendimize olan saygımız artacak ve kesinlikle insanları tanıyıp tanımamak eskisi kadar zihnimizi meşgul etmeyecek. Yaşadığımız hayatın merkezi başkaları değil kendimiz olacağız ve işte o zaman gerçek anlamda mutlu olacağız… KAYNAKÇA Taylor, Tate. Trendeki Kız. 2016. Universal Studios (DreamWorks). New York Özgür Hissedememek Ben özgür olmak istiyorum ve elime verilen üç beş özgürlük kırıntısı bile özgürlüğün özel ve eşsiz olduğu hissiyatına kapılmam için yeterli. Ancak bir türlü sahip olamıyorum bu duyguya, tam yakaladım diyerek sıkıca tutuyorum ellerimle sonra farkına varıyorum ki aslında bu yalnızca bir serap. Özgür değilim, sadece bunun hayaliyle yaşıyorum. Özgür İnsanlar adlı eser kıtlık zamanında özgür olan insanlığın bolluk zamanlarında nasıl faiz borçlusuna dönüştüğünden, idealize edilen değerlerin aslında bizleri ezmekte kullanılan araçlar olduğundan, yeniden inşa etmek istediğimiz dünyanın aslında doğamıza ve coğrafyamıza ne kadar aykırı olduğundan bahsediyor. Peki ya bu özgürlük nedir? Kitaptaki Bjarjur adlı karakter yıllarca çalışıp biriktirdiği parayla şehirden çok uzakta, kırların ortasında bir çiftlik alır. Tek istediği kimseye borcu olmaması ve kendi topraklarının kralı olmasıdır. Yani özgürlük sevdalısıdır, Bjarjur. Bu kaçış̧ benim de hep istediğim ve bir gün mutlaka yapacak cesareti kendimde bulacağımı umduğum bir eylem. Böylelikle iş telaşı ve insan kaprislerinden kurtulabilecek ve kendi istediğim hayat düzenini kurup yaşayabileceğime inanıyorum. Aslında ben bunu her yaz yapıyorum. Bir, iki hafta yahut bir aylığına evi terk edip yepyeni bir yere gidip, neredeyse tüm sorumluluklarımdan kurtulup tatil adı altında özgürlüğün tadını çıkarıyorum. Bu özgürlüğe erişmek için atılmış̧ önemli bir adım çünkü günümüzde şehir hayatını yaşarken, ben kendi hayatımı yönlendiremiyorum. Şehir hayatı engellemelerle ve kısıtlamalarla dolu. Peki özgürlük bu engel ve kısıtlamalardan kaçmak mıdır? Ben özgürlüğü hayatımın başkaları tarafından kısıtlanmaması olarak tanımlıyorum. Bu kısıtlanma iki şekilde olabilir. Birincisi bir eylemi yapmamaya zorlanmam, ikincisi ise başka bir eylemi yapmaya zorlanmam. Dolayısıyla sigara içtiğim takdirde cezalandırılacaksam ya da araba sürerken hız sınırını aştığım için ceza ödeyeceksem ben özgür falan değilim. Ancak günümüzde kurallar, ödevler ve cezalar toplumsal düzenin, adaletin sağlanması için kaçınılmazmış ve bugünün şartlarında bunlar olmadan yaşayamazmışız gibi gösteriliyor. Bizimle adeta bir oyun oynanıyor. Tüm hız sınırlarını aşabileceğimiz arabayı parasını verip alabiliriz ama hız sınırını geçmek yasak ya da istediğimiz bir sigarayı alabiliriz ancak kapalı bir yerde içemeyiz. Sanki bize kocaman süslü bir pasta veriliyor fakat yememiz yasak. Bunun nedeni tabi hepimizin malumu diğer bir kişinin özgürlüğünü tehdit etmesi. Biri sigara içerken diğerini zehirleyebilir yahut hız sınırını aşarak başka birinin hayatını tehlikeye sokabilir ancak bu gerçek bir çözüm mü acaba? Bence hiç de tatmin edici bir çözüm değil, yani neden bunu bir problem olarak görüp benim özgürlüğüm kısıtlanıyor. Sigara satan sensin, arabayı satan sensin ve bunu satın alan benim, benim oldu artık. Arabanın pedalına basıp hızlanmak, sigarayı da istediğim yerde içmek istiyorum, eğer bu tasarruflarda bulunamıyorsam ben nasıl bu malların sahibi olacağım. Ben arzu ettiklerimi yapamadıktan sonra bu düzen sağlanmış̧ mı olacak yani? Toplumun düzenini niye insanları kısıtlayarak sağlamaya çalışıyoruz. Özgürlüklerimizi arttırarak yapmamız daha güzel olmaz mı? Düzen, kural diyerek kendimi kısıtlayıp duruyoruz ve aslında hepimizin şüphesiz erişmek istediği özgürlük olgusunu bir problem haline getiriyoruz ancak maalesef çok hassas bir noktayı kaçırıyoruz. Eğer tamamen özgür olsaydık özgürlüğü düşünür müydük? Zaten var olan bu olgusunu peşine düşer miydik? Herkes istediği gibi davransa düzen sağlanabilir miydi? Ne yazık ki günümüzde özgürlük sadece bize sunulduğu kadar, fazlasını elde etmek için cesur davranmak ve kendimizi toplumdan soyutlayıp, kendi kurallarımızı koyabileceğimiz bir yere kaçmaktan başka bir çaremiz yok. Mustafa Feyzi Belviranlı Dilara Kantaş Acılar Denizi Ben acılar denizinde boğulmuşum /İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını /Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni /Duyarım yosunların benim için ağladıklarını /Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime /Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını /Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle /Bütün gemiler söndürmüş ışıkların / Ben acılar denizi olmuşum, yaklaşma/ Sularım tuzlu, sularım zehir zemberek /Baksana; herkes içime dökmüş artıklarını /Bu karanlık bitse artık, bir ay doğsa /Bir deli rüzgâr çıksa; alıp götürse /Yılların içimde bıraktıklarını... (Oğuzcan, Acılar Denizi 1977) Acı Tatlı Hayat Meselesi Hayatta gülmenin, mutlu olmanın yanında bir de acı, elem vardı ve bu mutsuzluklar içinde kaybolmak ya da Acılar denizinde boğulmak da vardı. Hayat gözümüzü açtığımız her yeni günde, bize bambaşka bazen ekşi, bazense tatlı sürprizler hazırlar. Adı üzerinde sürpriz tahmini zor, anlaması imkânsız bazen de apaçık, ama yine de bize düşen hayatın bu akışına uymak ve yaşanılan sarsıcı ve biraz da üzücü sürprizlerin etkisinin geçmesini sabırla beklemekti. Herkesin aslında yakından tanıdığı bu kötü denilebilecek hüzün dolu sürprizler karşısında tutunduğu bir dalı vardı. Mesela ben geceleri biricik ayıcığıma sarılır bacaklarımı karnıma doğru çekerek bir an bile olsa gerçek hayattan çok uzakta bulurum kendimi. Hayallere sığınırım ve en önemlisi bu yağmur dolu günlerime bazen karaladığım bir iki kelime, bazense sevilen şairden gelen o mükemmel şiirler birer şemsiye oluverirdi. Yine sebepsizce kendimi köşeye sıkışmış ve ne yapacağımı bilemez hissettiğim fırtınalı, içinde gözyaşları, öfke ve biraz da yalnızlık barındıran bir günümde Ümit Yaşar Oğuzcan’ı seçmiştim. Onun şiirlerine sığınıp bu kez de onun dertlerine ortak olmak istemiştim. Zaten çok değer verdiğim şiirlerinden olan Acılar Denizi beni birden nedendir bilinmez ama İstanbul’a götürdü. Burnum yosun kokusuyla dolarken kulaklarım vapur ve martı seslerinin yeni bestesine kulak vermekteydi. Sahilde sanki oturuyor, melankoliden zevk alıyormuşçasına uzaklara dalıyordum. Hayatta, acının nereden veya nasıl geleceğini bilmiyordu insan bazen bir aşk acısıydı bu çektiğimiz, bazen bir kalp kırıklığı bazense çok sevdiğin birini kaybetmiş olmanın verdiği elem... İçinde bulunduğum durum aslında acılar denizinde yaşayan bir balıktan ibaretti. Acılar denizinde hayatı devam edebiliyordu. Belki hayatından yeterince memnun değildi ama acı çığlıkları duysa da nefes alıyordu ve en gereklisi de buydu belki de ama dışarı çıkıp farklı dünyaların göz kamaştırıcı havasını solumak istese de solungaçları izin vermiyordu. Hani bazen boğulduğumuzu hissederiz ama aslında yalnızca yüzmeye alışmış ve biraz da yorulmuşuzdur işte aynen öyle bir histi benimkisi. Yalnızca ne hissettiğimi dile getirebiliyordum bunun sebebi konusunda pek bir fikrim yoktu ve en çok da buydu belki de beni yoran. Neyse ki bahar geliyordu yenilenmenin dökülen yaprakların yerine yenilerini koymanın vakti gelmiş de geçiyordu. Tıpkı şiirdeki gibi gözlerim acıyla, cam kırıklarıyla kana bulanmışçasına bakıyor ve bir teselli arıyordu çaresizce ama kimseyi bunaltıcı bu hayata dâhil edip kendi bataklığına sürüklemek istemeyen kalbim sessizce “Dur.” diyordu. Yine de içimde umut tamamen bitmiş değildi, şu on sekiz yıllık ömrüm bana hayatta her şeyin zıtlıklarla bir bütün olduğunu ve denge içinde ilerlediğini göstermişti. Bir gün soluyorsa gözler illaki yakın zamanda küllerinden yeniden doğacak ve umutla gökyüzüne bakacaklardı. Hayatın formülü buydu ve şimdiye kadar yanlış hesaplandığına hiç tanık olmamıştım. Acılar denizine tekrar dönersek aslında farklı denizlere, dalgaların bazen hırçın, bazense şefkat dolu köpükleriyle kıyıya vuran savunmasız benliğimiz her gittiği kıyıda farklı heyecanlar arıyordu. Sonuçta o da biliyordu denizin diplerinde nice yıldızlar vardı ve sabahın ilk saatlerinde parlardı ya da deniz mavi olacaktı çünkü içinin uğultusu onu asla siyah yapmayacaktı. Yosunlarsa birbirlerine destek olmak için her geçen gün daha da birbirlerine bağlanacak ve kopmamak için verdiği savaştan bile zevk alacaktı belki de en önemlisi nice insanlara hâlâ umut dağıtmaya devam edecekti. Ümit Yaşar Oğuzcan da içinde biriken senelerin cam kırıklarını toplamak için fırtınadan, aydan medet umuyordu. Ben de o gün aynısını yapıyordum hayatın bize getirdiği sürprizleri doğal bir akış içinde önce normal karşılıyor sonra bazen bir deniz kıyısında, bazense sıcacık yatağımda içimde, acının tüm soğukluğunu hissediyor ve en son da yine ayın gece oluşturduğu yakamozun altında bir yıldız kaymasını bekliyordum. Hayat tam da buydu çünkü acı-tatlı birbirlerini tamamlayan bir düzendi. Döngüsünden, düzeninden ödün vermeden yaşamımızı önce karartıp sonra da boyuyordu ve bunu yaparken de sürprizlerinden asla vazgeçmiyordu. Kaynakça Nur. sevdaselim. 3 Mayıs 2015. http://www.sevdaselim.net/forums/gif-image-mixed-gif-animated- gif-karisik-gif-gif-resim-her-turden-gif/printfriendly175003-2.htm (Nisan 4, 2016 tarihinde erişilmiştir). Oğuzcan, Ümit Yaşar. Acılar Denizi. İstanbul: Hürriyet Yayınları, 1977. Çağatay Koca 21502247 Başak Berna Cordan TURK 102-001 03.02.2016 Kendimizce Yaşamak “Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.” Tehlikeli Oyunlar (s.109) Bilirsiniz; bazı yazarlar vardır, onları okumaya ara verdiğinizde dillerini, üsluplarını, üzerinize etki ettikleri duyguları eninde sonunda özlersiniz. Tehlikeli Oyunlar ile imtihanım da bu şekilde başlamıştı. Hayatımı değiştirdiğini düşündüğüm Tutunamayanlar’dan sonra nihayetinde yine Oğuz Atay’a ve çektirdiği çilelere döneceğimi bilinçaltımın dehliz bir köşesinde bilmeme rağmen bu düşüncemi elimden geldiğince görmezden gelip birkaç kitapla öylesine oyalanmıştım. Ne şanslıyım ki yazarla aramdaki uzun süren kaçamak da her oyun gibi bir yere kadar sürdü. Meğer “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” 1 (Pamuk, 9) durumuna bu kitapla düşüyormuşum. O günden beridir allak bullak olmuş kafam Oğuz Atay’dan başka bütün yazarları inadına reddediyor, beni büyük sıkıntıların içinde bırakıyor. Kaçamıyorum sorulardan, sorularından, beni yalnızlaştıran ve içimi yiyen sorularından. Fakat mutsuz değilim bu durumdan; aksine hayatımın en güzel günlerimi geçirdiğini hissediyorum. Nedir bu romanın bana mutlu bir çile çektiren soruları? Romanı yaklaşık bir hafta önce bitirmiş olmama rağmen halen gerçekliğin ne olduğu, göreceli ve salt gerçeklik durumları, gerçeklerden kaçıp kendi gerçekliğimize tutunmaya çalışmamızın nedenleri ve bu çabamızın sonuçları gibi epistemolojik ve aynı zamanda bir o kadar ontolojik sorularla kafamı meşgul etmekteyim. Diyebilirim ki bu kitap beni daha özgür bir birey yaptı. Sadece kelimelere bağlı bir birey.“…kelimeler aldatıcıydı; kelimeler bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.”2(Atay, 210) Gibi kelimeler ile belki bir tuzağa düşerek belki de bu tuzağı fark ederek ana karakter Hikmet gibi belki bir aydınlanma belki de bir cahilleşme sürecine girdim. Bir taraftan Sokrates’in öğrencisi Platon, Oğuz Atay’ın insancığı Hikmet gibiyim, Hikmet’in benleri gibiyim, varolma sürecindeyim, bu süreçte olduğumu sanıyorum, okuyorum, okurken anladığımı düşünüyorum, izliyorum, izleteceğimi de hissediyorum, öğreniyorum, kitap yazabilirim gelecekte gibime geliyor; öbür taraftan cahiller gibi çok konuştuğumun, gereksiz laf gevezeliği yaptığımın, içi boş düşüncelerle vaktimi boşa harcadığım ihtimali olduğunun farkındayım. Gerçeğin, kaderin, hayatın anlamını düşünüyorum (düşündüğümü sanıyor da olabilirim), herhâlde çok fazla belirsizlik var. Varlığım hakkında bile bir belirsizlik olduğunu biliyorum. Açıkçası bu belirsizliklerin hiçbiri umurumda değil. Yaşanmışlarla, yaşanacaklarla bağımı kopardım. Kadere inanmıyorum. Var mıyım yok muyum önemli değil, var olma sürecindeyim ve bu sürecin ne başında ne de sonunda, sadece olduğum yerde yaşamak beni mutlu ediyor. Birtakım durumlarda ne yapacağımı belirlemek, doğru yolu bulmak ve o yolda sapmadan ilerlemekle artık ilgilenmiyorum. Sadece anı yaşıyorum. Bazı Hikmetler gibi küçük oyunlar da oynamıyorum, onların yaptığı şekilde başkalarının gerçekliklerine denize düşen yılana sarılır mantığıyla tutunmak gibi ince hesaplara da girmiyorum. Kendi gerçeğimi yaratıyorum. Sadece yaşıyorum; hiçbir yükümlülük hissetmeden, narin güvercinler gibi, hafifçe, özgür bir biçimde kendi benliğimi yaşıyorum. Toplumun veyahut bireylerin beni yönlendirmesine, kurallarıyla beni belirtmesine izin vermeden yaşıyorum. Nesnelerden bağımsız kurmacalar kuruyorum, düşüncelerimi var ediyorum. Huzursuz olduğum tek konu şudur ki bu mutluluk sadece benim gibilere ait olmamalı. Mutluyum fakat yaşadığımız toplumdaki düzene duyarsız kalamıyorum. Çünkü Selim Bey gibi şimdiki zamandan korkan, süreklilikten çekinen çok fazla insan var. Bu insanlar hiç kendi mutluluklarını aramamışlar; her daim başkalarının yargılarıyla, eylemleriyle geçiniyorlar. Bu insanların başkaları için karar verme gücünü kendisinde bulan sözde yetkilileri var. Politikacılar, yargıçlar ve eleştirmenler var. Kuralları, yaptırımları var bu insanların. Bu kurallara uymak zorunda olan insanlar var. Kısacası: “ Başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi.”3(Atay, 248) varolan bu düzene göre. Oysa hepimiz kendimizce, şimdiki zamanda yaşayabiliriz. Herkes kendi düşüncesiyle, eylemiyle özgürce kendisini var edebilir. Hepimizin bir şeyleri değiştirmeye, yaratmaya hakkı var. Örneğin en basitinden düşünürsek kelimelerle bile hepimiz bir şeyler üretebiliriz. Yazarak düşüncelerimizi dile getirebiliriz, bireysel özgürlüğümüzü var edebiliriz. Yazarken kurgulayabiliriz, bir şeyleri değiştirebiliriz, gerçeğimizi oluşturup dogmaları yok sayabiliriz. Anı yaşamamıza engel olan tüm kısıtlamaları kendimizce görmezden gelebiliriz, gelmeliyiz de. Kuralları, geçmişimizi ve gelecek kaygılarımızı mutluluk uğruna unutabilmeliyiz. Bizi mutsuzlaştıran gerçekleri reddedebilmeliyiz. Bireysel mutluluğumuz için gerekirse toplumsal hayattaki yerimizi feda edip soyut bir yaşam sürebilmeliyiz. Yaşamadıktan sonra ne yaşadığımızın, kiminle yaşadığımızın ne önemi var. Yaşamak lazım. Bugünü yaşamak lazım. Bugünü hayatımızın ilk ve son günüymüşçesine yaşamak lazım. Mutluluk bugünde, dün veyahut yarında değil. Yeter ki düşünme yetimizi kullanalım ve bize engel olan içimizdeki ve dışımızdaki bütün duvarları yıkalım. Kendimizce yürüyelim duvarların arasından. Bir zamanlar bu duvarları aşmış bir yazarın da yazdığı gibi: “Rüyalarımızı gerçekleştirmeğe çalışmamalıyız. Gerçekleri rüya yapmalıyız.”4 (Atay, 350) Kaynakça 1 Pamuk, Orhan. Yeni Hayat. (s.9) İstanbul: YKY Yayınları, 2012. Baskı 2,3,4 Atay, Oğuz. Tehlikeli Oyunlar. İstanbul: İletişim Yayınları 2010. Baskı Fotoğraf: www.oguzatay.net Yalnızlık Zor İş Her zaman kitapla ismi arasında bağlantı olması gerektiğini düşünürüm, sonuçta insanı çeken ana faktörlerden birisidir isim. Kitabın ele alınmasını sağlar çoğu zaman, geçenlerde dolaşırken yine aynı şey başıma geldi, kitabı elime aldım ve ne kadar saçma bir ismi olduğu üzerine kendi kendime konuşmaya başladım. Kitabın adı Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları’ydı. Kendi kendime, Japon yazar ve hac ne alaka, diye söylendim. Hemen telefonu açtım İngilizce ismine baktım orada da hac geçiyordu. İyice merak ettim, alıp okudum kitabı. Hacla bir ilgisi olmadığı için üzüldüm çünkü gerçekten abeslikten kaynaklı gülmek istiyordum, fakat öyle olmadı ve kendimi bir anda felsefi bir romanın içinde buldum. Meğer oradaki hac, karakterin kendi iç dünyasına huzura ve rahata erişmek için yaptığı bir yolculuk ve geçmişle hesaplaşmaymış. Tabii ki şu an hiçbir şey anlamadınız. Sadece hac yolculuğunun istediğim gibi çıkmadığını anladınız. Kitap çok kısa bir şekilde şu, bir arkadaş grubu düşünün hepsinin soyadı renk içeriyor, garibim Tsukuru’da yok. Hep dışlanmış hissetmiş kendisini, sonra bir anda yirmi yaşındaki Tsukuru ya demişler ki biz seninle konuşmak istemiyoruz. Sonra aradan on altı yıl geçiyor ve yüzleşmek istiyor arkadaşlarıyla. Kitabın sonunda gerçekten kafayı yeme seviyesine geliyordum, hayatımın Tsukuru ile nasıl paralel gittiğinin farkına vardım. Yaşımız aynı, hayatımızın gidişatı aynı. İnsanın bir anda dışlanması ve yalnızlığa düşmesi gerçekten hayatın gidişatını büyük ölçüde etkiliyor, ama insanın bu durumla başa çıkmayı öğrenmesi gerekiyor, çünkü hayat inişler ve çıkışlardan oluşuyor, her zaman iyi olmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor. Tsukuru gibi yaşlanınca durumu düzeltmeye çalışır mıyım bilmiyorum fakat sosyal bir varlık olan insanın kendi kendine yetmeyi öğrenmesi gerekiyor. Asıl soru burada ortaya çıkıyor, insan tek başına mutlu olabilir mi? Kişisel düşüncem, insan yalnızlıkta da mutlu olmayı öğrenebilir, ama sosyal bir canlının yalnızlığa alışması da pes etmek gibi bir durum. İnsan çaba harcamalı ve neden yalnız olduğunu düşünmeli, yalnızlığa karşı önlemler almalı. Sonuçta her insan eşit değil ama yakın özelliklere sahip. Etrafı gözlemleyerek ve toplumun doğrularını kendi doğrularıyla değiştirerek yalnızlıktan kurtulabilir insan. Ama tekrar bir sorun ortaya çıkıyor, başkalarının doğrularıyla yaşayıp yalnız olmamak mı yoksa kendi doğrularınla yalnız olmak mı? Kendinize bu soruyu sormanızı istiyorum. Siz hangisini seçerdiniz? Cevabı hiç de kolay değil ve yalnızlığı yaşayıp yaşamamaya göre büyük değişiklik gösteriyor. Daha önce yalnızlık yaşamadıysanız ne mutlu, büyük ihtimal ile bu soruya vereceğiniz cevapta “Kişisel Doğrular” kalıbını içeriyor çünkü kendi doğrularınız ile toplumun doğruları paralel olduğu için büyük bir ihtimalle yalnız değilsinizdir, peki böyle bir durumda tam tersi durumu düşünebilir miydiniz? Halk arasında çok fazla kullanılan bir söz vardır, “Yalnızlık Allah’a mahsustur.” diye, çok da doğru bir söz, çünkü büyük ihtimalle yalnız değilsinizdir ama açgözlülüğe yenik düşüp belli insanlarında sizi sevmesini istiyorsunuzdur. İnsan elindeki ile yetinmeyi öğrenmeli, sadece bu durumda değil her durumda, çünkü açgözlülük sadece insanı daha fazla yalnızlığa sürükler. Tsukuru ile tanışma fırsatım olmuş olsaydı ona da büyük ihtimalle vereceğim öğüt bu olurdu. Ona hayatın geçmişte kalmış iki üç kişiden daha önemli olduğunu söylerdim. Geçmişte kalıp, neden benimle konuşmayı kestiler, diye sorular soracağıma ileriye bakıp elindekiyle yetinmesi gerektiğini söylerdim. İnsanın çevresine bakıp yalnız olmadığının farkına varması lazım. Tsukuru’lardan olmamak için elimizdeki ile yetinmeliyiz? Kazım Yüksel HANGİ TONDASIN? Doğmak ve ölmek...Hayat senaryomuz aslında çok basit bir şekilde ortaya konulmuş. Bunu anlamakta tabii ki sıkıntı çekmiyorum fakat yeterli de bulmuyorum ve yalnız olmadığımın da farkındayım. İnsanoğlu varoluşundan bu yana Dünya’ya gelme sebebini sorgulamakta. Cevap bulamıyor olabiliriz ama asla pes etmiyoruz. Evrenin bize ihtiyacı olduğunu varsayıp durmaksızın sebebini arıyoruz. Cevabın karakteristik özelliklerimizde saklı olduğunu düşündüm uzun süre. Tabii bu durum benim, “İki Yüzlü Adam”ı bilindik adıyla “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”ı okuyup fikirsiz kalmama kadardı. Karakterimiz kimliğimizdir. Fakat hayata gelme amacımızı öğrenmek için bu kimliğe bakacaksak at gözlüklerimizi çıkarsak iyi ederiz. Çünkü, kimlikte yazan Bay veya Bayan İyi’nin arkasındaki şeytani ifadeyi görmek için 3d gözlüklerinizi takmanız gerekecek. Önden yuvarlak görünümlü bir cismin küre olduğunu düşünmek mümkün fakat aynı zamanda silindir de olabilir. Bu cisim bir insan olsaydı onun küre olduğunu varsayardık büyük ihtimalle. Çünkü günlük hayatımızdaki mantığımıza göre önden yuvarlak görünen bir cisim her taraftan bakıldığında yuvarlaktır. Cismin ikinci bir niteliği olması aklımızın ucundan bile geçmez. Fakat işin aslı şu ki bakış açımızı değiştirene kadar bu konuda kesin bir hükme varamayız. Dolayısıyla üç boyutlu inceleme nasıl bir cismi tanımlamadaki birincil koşulsa karakter analizinde de aynı önemi taşımalı. Çünkü bir insan bazen tembel bazense çalışkan olabilir. Herhangi iki zıt özellikten sadece birini görüyorsak yeterince deşelemiyoruz demektir. İki Yüzlü Adam’dan öğrendiğim bir şey varsa o da en yoğun duyguların derinlerde saklandığıdır. Doğanın temel kanunları bile öğrendiğim bu dersi destekler. Örneğin, biraz fizik biliyorsak yoğunluğu az olan maddenin yüzeye çıktığını da biliyoruzdur. Aynı yağ damlacıklarının suyun üstüne çıkması gibi! Bastırılmış duygular ve özellikler içimizde yokolmaz. Sadece daha sığ ve günlük bir maske altında saklanırlar. İşin aslı dr. Jekyll insanlara ne kadar aksini istese de kibar davranacak kadar iyi bir adam. Bu içtiği ilaçların yüzeye çıkardığı kötülüğün ona ait olmadığı anlamına gelmez. Tabii ilaç kutusundaki şey kötü bir ruh değilse(!) Büyülü ilaç şişesi ihtimalini eleyip, içimizdeki iyiliğin de kötülüğün de, hangisinin ön planda olduğuna bağlı olmaksızın, karakterimizin parçası olduğunu kabullenmeliyiz. Nasıl ki nüfus cüzdanlarımızdaki kimlik numaralarımızın sadece ilk rakamı bizi temsil etmeye yeterli değilse aynı şekilde kendimizi sadece tek bir özellikle tanımlamak da mümkün değil. Kitabın bana kattığı alaycılıkla, sınanmaktan en korktuğum soruya bile daha ılımlı yaklaşmaya başladım. İyi biri miyim? Kötü biri miyim? Dr. Jekyll gibi ikisi birdenmişim meğer. Artık kendimi, daha doğrusu herkesi, içinde farklı renkler bulunduran bir boya kutusu olarak görmeye başladım. Kimimizde üste beyaz görünüyor; kimimizde ise siyah görünüyor. Bunun bir önemi yok. Sonuçta kovayı karıştırdığımızda ortaya çıkan renk hepimizde de gri olacak. Gri iyi bir renktir. Griyi severim, çünkü griye istediğin kadar beyaz veya siyah kat; gri yine gridir. Belki de sınanmaktan en korktuğum soru artık grinin hangi tonu olduğumdur. Artık etrafa daha önyargısız bakıyorum. Çevreme karşı yüzde seksen güven duygumu kaybetmemden ötürü olabilir. Bunun sebebi bana kim oldukları konusunda yalan söylediklerini düşünmem değil; kim olduklarına dair kendilerinin de hiçbir fikri olmaması. Belki de hepimiz, şu bütün renkleri karıştırdığımızda ortaya çıkan çirkin kahverengimsi renk olduğumuzu kabul etsek daha iyi olur. Böylece içimizdeki olup olabilecek hiçbir detayı atlamamış ve onlara karşı hazırlıklı olmuş oluruz. Evrendeki yerimizi hala karakterimize bağlı olarak bulmak istiyorsak da bakılacak son kriter artık hangi ton olduğumuz. Korkut 1 Cemre Korkut 21202427 Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı TURK 102-1 Başak Berna Cordan 09.07.2015 VAZGEÇMEYİ ÖĞRENMELİ Oscar Wilde’ın tek klasik eseri olarak kabul edilen Dorian Gray’ın Portresi’nde, genç Dorian Gray’ın hayranı olan ressam Basil Hallward onun bir portresini yapar ve kendince bu portrenin sanatında yeni bir akım başlatacağını düşünür. Ancak portrenin, özellikle de Dorian için, tek etkisi bu olmayacaktır. Bir gün Dorian, arkadaşı Lord Henry’le sohbet ederken günün birinde gençliğinin ve güzelliğinin onu terk edeceğinden korkar ve bunun olmaması için bir dilek diler. Kendisinin yaşlanmasının yerine portresinin yaşlanmasını diler. Bu dilek gerçekleşir; portre Dorian’ın günden güne yaşlanan, günahlarının izlerini taşıyan bir şekle bürünürken, Dorian’ın kendisi hiçbir şekilde değişmemektedir. Hâlbuki hayatı çalkantılı, yıpratıcı ve kendisinin bizzat işlediği suçlarla doludur. Bu açıdan bakılacak olursa, Dorian’ın yaşlanmama konusundaki dileği; daha doğrusu yaşadığı hiçbir olaydan fiziksel olarak etkilenmeme konusundaki dileği, pek çok eleştirmen tarafından ruhunu şeytana satmak olarak değerlendirilmiştir. Gerçek hayattan örnek alınacak olursa, çoğu birey, uğruna vazgeçemeyeceği şeylere sahip olduklarını düşünür. Sahip oldukları vazgeçilmez olgularını hayatları boyunca korumayı dilerler ve bunun için çaba sarf ederler. Tıpkı genç Dorian’ın gençliğinden vazgeçmek istememesi gibi. Korumak istedikleri olgu tamamen güvence altına alındığındaysa, her türlü riski alabileceklerini düşünürler. Aldıkları risklerle maddi veya manevi elde ettikleri her şey gözlerini o kadar karartır ki bazen yaptıklarının sonuçlarını düşünmezler. Yaptıkları bazen öyle sonuçlara varır ki, hem çevresindekilere hem de kendilerine zarar verecek düzeye gelir. Ancak bir önemi yoktur, çünkü zaten hayatları boyunca korumayı amaçladıkları her ne ise o zaten güvendedir. Kitapta da Dorian’ın yaptığı hiçbir kötülükten, fiziksel olarak hiçbir günahtan etkilenmemesi, yara almaması anlatılmıştır. Ancak portresinde her seferinde daha çok iz kalmaktadır. Portre sadece yaşlanmakla kalmamakta, aynı zamanda çirkinleşmektedir. Dorian’ın yaşça büyüdüğü her yıl portredeki halinin Korkut 2 alnında başka bir kırışık oluşmaktadır. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç da portredeki değişim Dorian’ın ruhsal olarak değişimini sembolize etmektedir. Fiziksel değişimler ve yaralar, gözle görülebildiği için insanlardan saklamak daha zordur. Göründüğünden ya da sanıldığından insanı daha az yıpratsa da her zaman göz önünde olduğu için insanı daha çok etkiler. Ruhsal ya da zihinsel değişimler ve yaralar ise gözle görülmediği için saklaması daha kolaydır, dışarıdan birisinin fark etmesi de daha güçtür. Fiziksel yaraların aksine, ruhsal ve zihinsel yaralar insanlara daha çok zarar verir. Sağlıklı düşünemeyip hissedemeyen bir insanın bulunduğu her davranış bir diğer sorunu tetikler ve diğer sorunları da telafi edilemeyecek seviyeye getirir. Asıl önemli olan ise; bu zihinsel ve ruhsal yaraların ortaya çıkmasını nasıl önleyeceğini insanın kendi kendine keşfedebilmesidir. Sahip oldukları değerleri koruma güdüsü her insanın sahip olması gereken bir güdüdür. Geliştirilmesi gereken ise, bu güdünün aşırıya kaçmayıp diğer sahip olduğu değerleri görmezden gelmemeyi insanın kendi kendine öğrenmesidir. Aksi takdirde, akıl ve ruh sağlını kaybetmeye kadar yol açabilecek duruma gelinebilmesi olası bir durumdur. Tıpkı Dorian’ın gençliği portrenin yapıldığı günkü gibi kalmaya devam etse bile, her ele aldığı davranıştan dolayı portresin, yani kendi ruhunun yıpranmaya devam etmesi gibi. Sahip olunan her değer, insanın yaşamını sağlıkla bir şekilde devam ettirebilmesi açısından önem taşır. Bu yüzden bu değerlerden sadece birine en önemli payı biçip diğerlerinin önemsememek insanın hayatında yapabileceği en büyük hatalardan biridir. Unutulmaması gereken şey; her değerin gelip geçici olabileceği ve hiçbir değerin vazgeçilmez olmadığıdır. Bunu vazgeçmeyi ve gelip geçici olmayı hazcılık yerine kabul etmek, her açıdan çok daha sağlıklı ve huzurlu bir hayata davetiye vermektedir. ADALETİN IŞIĞI Tam bir anime hayranı olarak tanımlayabilirim kendimi. Genelde uzun süren: Naruto, Dragon Ball ve One Piece gibi animeler izleyen biri olsam da Koreli bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine otuz yedi bölümlük bu seriyi izledim. Bu seri sayesinde adalet hakkında gerçekten neler hissettiğimi düşündüm ve gerçek düşüncelerimin farkına vardım. Bana hissettirdiklerini anlamanız için önce biraz nasıl bir anime olduğundan bahsedeceğim. Diğer animelerdeki komik öğeler yok bu animede her şey çok daha ciddi. Kısaca fantezi ve dram dolu psikolojik bir polisiye denebilir. Ryuk adındaki sıkılmış bir ölüm meleğinin, biraz heyecan için, elindeki ölüm defterini kasten dünyamıza düşürmesi ile başlıyor olaylar. Bir okulun bahçesine düşen ölüm defterini Light adında dahi bir genç buluyor ve deftere adı yazılan kişilerin öldüğünü fark edince defteri kendi adaletini sağlamak için kullanmaya başlıyor. Şahsen ben Light’ı suçlayamıyorum. Bazen hepimiz öyle bir deftere sahip olmak ve bu güzel dünyayı kötü diye nitelendirdiğimiz insanlardan arındırmak isteriz. Light bunu gerçekleştiriyor, ülkesi Japonya'daki tüm suçlular birer birer ölmeye başlıyor. Televizyonda gördüğünüz her suçlunun, en basit şekilde kalp krizinden öldüğünü düşünün. İnsanları rehin alıp öldüren bir terör grubunun üyeleri, delil yetersizliğinden sokaklarda dolaşan bir tecavüzcü ya da bir katil… Hepsi yok oluyor dünyadan. Light’ın yaptıklarından etkilenmemek elimde değildi gerçekten istedim o dünyayı, başlarda Light’a yani “Kira’ya” tapanlardan biri olurdum galiba. Tabii tüm senaryo bundan ibaret değil. Beni kendine hayran bırakan bir kişi daha dahil oluyor olaylara, “L”. L (ölmeden önce öğreniyoruz ki gerçek adı Lawliet’imiş) FBI’ı bile kontrolünde tutabilen bilinen en zeki ve en başarılı dedektifin kod adı. Light (kod adı Kira) her ne kadar sadece kötüleri öldürüyor olsa da “L” onu bir katil olarak görüyor ve onu bulup idam ettirmek istiyor. Amansız bir mücadele başlıyor iki genç dahi arasında. Açıkçası kimin haklı olduğuna hala karar verebilmiş değilim. İlk bölümlerde kesinlikle “Kira” taraftarı olduğumu biliyorum çünkü istediği dünya benim istediğim dünya ile aynı. Fakat L’i yenme hırsı onu hiç beklemediğimiz hamleler yapmaya zorluyor. Nişanlısı olan masum bir FBI ajanını sırf kendini takip ettiği için öldürüyor ve bu da yetmiyormuş gibi eski FBI ajanı olan nişanlısının ismini de hiç düşünmeden ölüm defterine yazıyor. Buradan itibaren L’in görüşünü benimsemeye başladım… Kira benim için de bir katildi artık. Kendisini seven kişilerden faydalanan, istediğini almak için kendisi hariç her şeyi feda edebilecek birine dönüşüyor ve başlardaki “kötülüğü temizleme” amacı yerini “temiz dünyanın tanrısı olma” amacına bırakıyor. Bana kalırsa sırf egosu yüzünden, masum insanları öldürmeye başlıyor, kendisine ve düşüncelerine karşı duran herkesi bir suçlu olarak nitelendirip isimlerini deftere yazıyor. Animede bolca duygusal içerik var ancak beni en çok duygulandıran iki şeyden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birincisi, ailesi bir suçlu tarafından öldürülen Misa’nın, Kira için hayatının yarısından vazgeçtiği bölüm. Kendisini kullanan biri için hayatını yarısından ikinci defa vazgeçmesi beni çok etkiledi ve buna rağmen Kira’nın onu sadece kullanabileceği bir eşya olarak görmesi Kira hakkında olan düşüncemi negatif yönde etkiledi. İkincisi ise L’in ölümü oldu. Kira şansı ve ölüm meleklerini kullanması sayesinde sonunda L’in gerçek ismini öğreniyor ve maalesef L hayatını kaybediyor. O bölüm serinin en şaşırtıcı bölümü idi benim için, başkahramanlardan birinin ölmesinden ziyade otuz yedi bölümlük serinin yirmi yedinci bölümünde ölmesi oldu beni şaşırtan şey. Daha on bölüm vardı ve şimdiden Kira kazanmıştı. Fakat sonraki on bölümde aslında L’in kazandığı anlaşıldı ve kazanmak için kendi hayatından vazgeçtiği… Bir animenin insanı ne kadar etkileyebileceğini bilmek istiyorsanız, ya da adalet hakkındaki gerçek düşüncelerinizin farkına varmak istiyorsanız Death Note izlemeniz gereken animelerden ilkidir. Burnunun Dikine Özgürlük "Oku","Umberto Eco'nun yakın tarihe dair siyasi ve muhtemelen çok seveceğin bir romanı","Raflarda yerini almasını en çok beklediğin birkaç kitaptan biri.Zorla kendini ve oku şunu artık!"Kitabı okurken kendimi motive etmek için sık sık tekrar ettiğim cümlelerdi bunlar.Buna rağmen,kitap uzunca sayılacak okuma serüvenimin hiçbir yerinde beni,öteki Eco kitaplarından farklı olarak,içine çekemedi.Bu kitabın yetersizliğinden kaynaklanmıyordu.Eco'nun entelektüel birikimini azcık kibirli ve muzip bir edayla sergilemek için ortaya döktüğü ansiklopediler doluse bilginin harmanından da.Bu kitapla bir türlü yıldızlarımızın barışmayışının nedeni çok daha basitti.Bu kitabı okumak benim 'ödev'imdi.Bu hafta hayatımda ilk defa ders kitapları hariç bir kitabı 'öyle olması gerektiği' için okuduğumu fark ettim .İşin içine 'mecburiyet' kavramı girince iş değişiyor.En zevkli,en sevilen eylemler dahi sıkıcılaşıyor,zevksizleşiyor,zorlaşıyor.İlham dahi uğramıyor böyle durumlarda.Dersler,sınavlar,sunumlar gibi rutinlerin mecburiyetle birlikte sıkıcılaşması doğal gelmiştir bana başından beri.Ancak en sevdiğim yazarın 'son' kitabının dahi mecburiyetin baskısı altında bu kadar zorlaşması,devleşmesi çok ilginç ve sanırım biraz da düşünmeye değer bir durum. Aksine,yasaklar da hep tatlı gelmiştir insanlara.Ne kadar ironik ki,Birkaç yıl önce Jose Moure'nin 'Şeker Portakalı'nın okullarda yasaklandığını öğrenince daha bir şevkle okumuştum kitabı yeniden.Zeze'nin yaramazlıklarının da birçoğunun çıkış noktasıydı yasaklar kitapta.Sokaktaki üstü parmak izleriyle dolu,kenarında 'yeni boyandı,dokunmayınız' yazan bir duvar hemen canlanmıştır hepimizin zihninde.Lise tuvaletlerinde gizlice içilen sigaralar...Adem ile Havva bile yasak meyveyi yemeyi,cennette yaşamaya tercih etmiştir bir bakıma.Birini en sevdiği,her zaman yapmak isteği şeylerden uzaklaştırmanın en iyi yolu ona bunları zorunlu tutmaktır sanırım.Ya da birine bir iş yaptırmak isteğinizde onu yasaklayın ve sadece izleyin.İnsanların yapılması ve yapılmaması gerekenlere karşı bu dikkafalığı nereden geliyor peki? Özgürlük hissi olabilir bu sorunun cevabı.Yasaklar özgürlük hissimizi kamçılıyor.'Şeylerin' yasaklanması bizim nazarımızda onun cazibesini artırıyorsa bu yüzdendir.Yasakları özgürlüğümüze vurulmuş prangalar olarak görüyoruz ve tüm varlığımızla bunlardan kurtulmaya çalışıyoruz.Kısıtlanmaya,özgürlüğümüzden taviz vermeye neredeyse hiç tahammülümüz yok.İstemediklerimizi yapmak zorunda olmak da aynı şekilde özgürlüğümüze karşı bir saldırı oluyor bu durumda.Jean-Jacques Rousseau'nun "İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır."sözü de sanki 'mecburiyetlere' karşı söylenmiş gibi.Özgürlük her zaman iyidir.Yıllardır bütün şairler,yazarlar,ozanlar sayısız özgürlük güzellemesi yapmıştır.Özgürlüğün olumluluğu kadar tüm insanlığın üstünde uzlaştığı çok az nokta var.Aşk'ı istemeyen insanlar çıkabilir ya da para ve gücü hatta mutluluğu istemeyen,mutsuzluktan ilham alan insanlar bile var.Ama insanlık tarihi boyunca özgürlüğünün elinden alınmasını isteyen insan sayısı ne kadardır acaba? Ya da özgürlüğü seçmeyen?İnsanlık tarihi boyunca insanlara en çok verilen ceza hapis-özgürlüğünün elinden alınması- değil midir? Peki özgürlüğümüz bizim için gerçekten bu kadar kutsal ve dokunulmaz mı?Haftanın 'belirli' günleri işe,okula gitmek zorunda olunan;aç kalmamak için çalışmanın neredeyse mecburi olduğu;kanunlar,yasalar,örfler,adetler ve bilimum kurallarla nasıl yaşanacağı en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş bu toplumsal düzeni nasıl olur da kuralları,baskı altında olmayı bu kadar sevmeyen, 'Ademoğulları' kurmuş olabilir?İnsanlar asırlar boyu neden tiranlara,krallara,şahlara,firavunlara boyun eğdiler? Yoksa düşündüğümüz kadar özgür değil miyiz? Aslında özgürlük bizim için 'vazgeçilmez' bir kavram değil mi?Ya da daha felsefi bir yaklaşımla: Gerçek özgürlük mümkün müdür? "Kendimizi özgür zannediyoruz, oysa ki sadece ipimizi biraz uzun bırakmışlar. Sınırlara gelince fark ediliyor bu. Dışarı çıkmak isterken kendini cama vurup duran yarı delirmiş karasinekler gibiyken."demiş Emrah Serbes 'Afili Filintalar' daki bir yazısında.Belki de sınırları aşmak için o kadar istekli değilizdir,kabullenmişizdir onları.Pek çoğumuz o sınırların verdiği güvene sığınmıştır..Ya da özgürlüğün duvarlarını aşma cesareti yoktur pek çoğumuzda ama açıkça itiraf etmeyiz bunu kendimize.Belki de ruhumuz kabul etmez sadece...Mesela bir 'kalem efendisi', her sabah bin bir türlü serzenişle de olsa işe gider;sıkıcı,tekdüze hayatından her zaman şikâyet etse de işinden ayrılma riskini neredeyse hiçbir zaman göze almaz. Özgürlüğünü güvenle takas etmiştir başka bir deyişle.Dünyada tek insandan fazlasının özgür olması da imkânsız gözüküyor. Özgürlüklerimiz çakışır elbette bir yerlerde.Belki içten içe kabullenmişizdir özgür olamamayı.Sadece ipimiz daha fazla çekilmesin isteriz.Tüm ihtiyacımız biraz özgür,serbest hissetmektir zaman zaman.O boyaya dokunarak ya da lise tuvaletinde sigara içerek özgürleşiriz bazen.Gizlice,kimse görmeden... Muhammed Eren Kılıç 21502595 Kaynak https://tr.wikiquote.org/wiki/Jean-Jacques_Rousseau http://www.afilifilintalar.com/filintanin-not-defteri-madde-40-47 Emrah Serbes Afili Parçalar Madde 17 Resim:Sandy Tracey Freedom Bir Komutandan Öte Bende bıraktığı izlenimleri yazacak olduğum Hacı Murat isimli romanın yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, dünya klasiklerine girmiş olan çok etkileyici bir romanı kaleme almıştır.Zor şartlar altında yaşanan savaşların, sevginin,sadakatin ve kültürün harmanlandığı Hacı Murat okunması gereken bir dünya klasiği.Kitabı okurken dönemin tarihini ve gelişen olayları gözlerinizin önünde canlandırıyorsunuz. Tolstoy'un Hacı Murat adlı eserinde Şeyh Şamil’in ünlü bir komutanının askeri dehası,inancı,cesareti Ruslarla olan mücadelesi ve o dönemde Ruslar tarafından zulme uğrayan masum Kafkas halkının dramı gözler önüne seriliyor.Zaman zaman Rus ile Çeçen kültürünün etkileşiminin anlatıldığı roman çoğunlukla Rusya'nın Çarlık dönemindeki zalim Kafkasya politikasına eğiliyor.Tabii ki bunlar benim kitabı okuduktan sonraki kişisel düşüncelerim.Fakat ben bu kitabı okuduktan sonra vatan uğruna nelerin göze alındığını ve bu uğurda liderlerin önderliğinin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım.İnsan hayatının ne kadar değerli olduğunu,kadın çocuk genç yaşlı demeden bir savaş anında herkesin nasıl seferber olduğunu aklımda canlandırdım.Kitabın sayfalarını okudukça o dönemde şartların ne kadar zor olduğunu gördüm.Peki kitabımızın kahramanını biraz daha tanıyalım.Romanımızın baş kahramanı romana da ismini veren Hacı Murat tır.Hacı Murat acımasız bir coğrafyanın geniş yürekli insanları içinde iktidar oyununda taraf olmak zorunda kalan,hayata tutunma,bağımsızlık ve ihanet etrafında biçimlenen bir davanın kahramanıdır.Daha anlaşılır yazmak gerekirse;Hacı Murat yıllarca Ruslarla savaşmış Çeçen asıllı düşmanları tarafından bile saygı duyulan methedilen bir kahramandır.Şeyh Şamil ile yaşadığı bazı sorunlar nedeniyle yıllar süren dostluklarını bitirip Ruslara sığınmıştır.Evet burada yazdığım romanı diğer bir tarafa çekiyor;bir zamanlar davası uğruna savaşan bir insan gün geliyor hayatta kalmak için savaştığı kişilere sığınmak zorunda kalıyor.Taraf değiştirip dost olmak zorunda kalıyor.Okurken de bu ikilemi öyle derinden hissediyorsunuz ki benim gözlerim dolmuştu. Kitabı okurken ve okuduktan sonra sık sık geçmişime döndüm.Ortaokul yıllarıma gittim.Çünkü romanda Hacı Murat bin bir zorlukla karşılaşıyor ama hiç pes etmiyordu.Ben matematik dersinde bir soru yapamayınca moralim bozuluyor ve dersten soğuyordum.Eğer bu kitabı ortaokul yıllarımda okumuş olsaydım asla matematik dersinden kaçmaz ve üstüne giderdim.Soruyu yapana kadar uğraşırdım pes etmezdim.İşte bu kitap mücadeleyi kararlığı öğretiyor insana.Peki kitapta sadece Hacı Murat’ın Ruslarla yaptığı savaş mı var?Hayır.Tabii ki Hacı Murat önderi Şeyh Şamil’e sadakat ile bağlıydı.Şeyh Şamil de onu naibi yapmıştı.Dostlukları da çok iyiydi ama bir gün Şeyh Şamil’le ters düşüp yollarını ayırdı.İşte Kafkas kahramanı Hacı Murat’ın gerçek ve ibret dolu yaşam öyküsü burada başlıyor.Hacı Murat da liderliği ön planda olan bir 1 komutandı.Öyle ki Şeyh Şamil’in atlıları arasında kendi sancağıyla dolaşırdı...Kitap bana liderlik özelliğini vurgulayınca bende kendimi düşündüm.Benim de liderlik özelliğim çok fazladır.Yani arkadaşlarım arasında hep önde olmak hep ismimden bahsettirmek en iyiyi yapmak isterim.Lise yıllarımda bir sorunla karşılaşmıştım.Okulun futbol takımından çıkarılmıştım.Hocaya beni defalarca şikayet etmişlerdi.Sözde düzeni bozuyormuşum.Aslında yaptığım şey takımı uyarmak onlara daha iyiyi göstermekti.Ama bu takım kaptanını rahatsız etmişti.Benim fikirlerim daha iyi olsa bile kaptan oydu ben değildim...İşte bu kitapta da tam olarak ben bunu anladım.Orduyu bir kişi idare eder eğer iki fikir olursa ayrılık kaçınılmaz olur... Kitapta Hacı Murat bazı sorunlar nedeniyle Şeyh Şamil’den ayrı düşer ve yıllarca savaşmış olduğu Ruslara sığınmak zorundan kalır.Tabi Ruslar Hacı Murat ile Şamil arasındaki sorundan faydalanmak istemekte Hacı Murat'a çok iyi davranmaktadır.Hatta kendi kültürlerini ona tanıtmaktadırlar.Ruslarla kaldığı süre boyunca içinde sürekli fırtınalar kopan Hacı Murat kendini sorgulamaktadır.Tabi bende bu arada üzülüyor lakin kitabı merakla okuyordum.Şöyle bir düşününce ne kadar içler acısı değil mi?Halkını öldüren işkence eden o millete ihtiyacın var.Dışarı çıkamıyorsun.Dostunla düşman , düşmanınla dost oldun... Davan için savaştığın o millete sığınmak zorunda kalıyorsun.Mecbursun...Ruslar Hacı Murat’dan casusluk yapmasını isterler ama Hacı Murat bunu kabul etmez ve Ruslar Hacı Murat’ı hapsederler...Burada yine Hacı Murat'ın ne olursa olsun kendi halkına ihanet etmeyeceğini anlıyoruz...Kitabın ilerleyen bölümlerinde Şeyh Şamil Hacı Murat’ın ailesini esir edecek,ona bahara kadar geri dönmezse ailesinin ve kendisinin de öldürüleceğini haber edecektir.Hacı Murat ailesini kurtarmak için Rus hapishanesinden kaçmaya karar verir ancak ormanda yakalanır ve öldürülür.Hacı Murat ölürken gözlerinin önüne hâlâ dostum dediği Şeyh Şamil ve ailesi gelmiştir... Şöyle bir düşünelim.Bence herkes lider olmayı isteyebilir. Her zaman en önde olmak yol göstermek her insana etkileyici gelebilir.Liderler onu izleyenlere yol gösterir.Lakin bir lider herkesten daha fazla bilgiye ve daha fazla etkileme gücüne yani hitap gücüne sahip olmak zorundadır.İnsanlar her zaman kendilerinden daha üstün bir kişiyi takip etmek isterler.Örneğin bir grupta iki lider olamaz ya da liderin fikrinden daha iyi bir fikir öne sürülemez.Düzeni sağlamak için gerektiğinde fedakarlıklar yapılabilir.En iyi dostunu bile feda edebilirsin.Mesela ben bir grubun lideri olsaydım ve en çok sevdiğim arkadaşım benim otoritemi sorgulayacak şekilde ortaya fikirler atsaydı ya da diğer insanlar onun benden daha iyi bir lider olduğunu düşünmeye başlasaydı, hiç tereddüt etmeden o en çok sevdiğim arkadaşımı bir bahaneyle gruptan çıkarırdım.Bana göre bir lider her zaman mevkisini korumalı ve gerektiğinde çok büyük fedakarlıklar yaparak kendi otoritesini sağlamlaştırmalı ve de düzeni sağlamalıdır.Benim fikirlerimden tarihimizde örnekler vardır.Bizim dünyamızda babalar oğullarına kıymıştır...Sultan Süleyman taht ve iktidarını korumak için çok sevdiği oğluna Şehzade Mustafa’ya kıymıştır...Her ne kadar Şehzade Mustafa Osmanlı tarihinin görmüş olduğu en parlak cesur,yiğit,ilim,irfan ve komuta sahibi bir şehzade olsa dahi ne yazık ki iktidar oyunlarına kurban olmuştur... Hacı Murat,Çarlık Rusyası’nın Kafkaslar üzerinde mutlak bir otorite kurabilmek için vermiş olduğu yaklaşık 50 yıllık mücadele karşısında direnişin efsaneleştirdiği Şeyh Şamil’den sonraki en ünlü kahramanıdır.Hacı Murat'ın çok detaylı bir çatışma tasviri ile anlatılan ölümüyle sonuçlanan kitabı bitirdiğinizde,Kafkas sorununun kökleri Kafkas ve Rus halklarının birbirleri ile olan etkileşimi,savaşın insanlar üzerindeki yıkıcı yanlarını görüyorsunuz.Şeyh Şamil’in ünlü komutanı Hacı Murat'ın askeri dehasını,Ruslarla olan gerçek ve ibret dolu mücadelesini;o dönemdeki Rusya’nın yönetim biçimini anlatan bu eser dünya klasikleri içine girmiştir.Bu eseri okuduktan sonra benim gibi hayran kalacaksınız. Talha EKİNCi 04.11.14 2 Tarihle Kaynaşmış İstanbul Polisiyesi Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Ahmet Ümit 2013 yılında yazdığı romanı İstanbul Hatırası ile okuyucularına Baş komiser Nevzat hikayeleri anlatmaya devam ediyor. Kitabı elime ilk aldığımda sepya bir Kız Kulesi fotoğrafı hemen dikkatimi çekmeyi başarıyor, bunun yanında kapakta iki adet sikke ise merak uyandırıyor. İşte bu fotoğrafları bir arada sunan kapak, kapağa bakarak kitap seçenler için bir adım öne çıkıyor ve müstakbel okuyucularını adeta cezbediyor. Benim de Ahmet Ümit ile tanışmam, onun derin kurgularının içinde kaybolmam böyle başladı. Sürükleyici anlatımı, zengin tasvirleri ile okuyucusunu sıkmayan, aksine elinizden düşürmeden, merakla takip edeceğiniz bir roman İstanbul Hatırası. Polisiye romanlar ülkemizde pek yazılan türlerden olmasa da, Ahmet Ümit bu alanda başarıyla ilerlemeye devam ediyor. Üstelik romanlarında sadece polisiye veya dedektiflik hikayeleri anlatmakla yetinmiyor, bunların yanında sahip olduğu zengin mimari ve tarih bilgisiyle romana ayrı bir değer katıyor. Ben kitaba başlamadan önce konusundan veya içeriğinden haberdar değildim ancak Ahmet Ümit okuyucuları, yazarın yazdıklarından genel olarak haberdar, yani Baş komiser Nevzat hikayelerine aşinalar. İstanbul Hatırası, başlangıçta da bahsettiğim üzere polisiye bir roman. Ancak sadece polisiye bir roman demek yanlış olur düşüncesindeyim, çünkü yazar bir dedektiflik macerasının yanında okuyucularını tarihi bir yolculuğa çıkarıyor. Bununla da kalmıyor, açığa vurulamamış bir aşkı gözler önüne seriyor ve son olarak, bize o güzel şehir, İstanbul’u anlatıyor Ahmet Ümit. Yazar tüm bunları bir araya getirerek oluşturduğu bu sentezle beni şaşırtmayı başardı, çünkü olaylar, bilgiler ve hikayeler birbiriyle bağlantılı şekilde ilerliyor. Bir katilin peşinden giderken bir anda İstanbul’un ilk adını, ilk liderini, ilk parasını öğrenebiliyoruz ve bu okuyuculara hiç garip gelmiyor. Aksine merakla sayfaları çeviriyorum, katilin veya katillerin kim olduğunu öğrenmek için aklımdan bin bir düşünce geçiyor. Sarayburnu’nda sabaha karşı bir ceset bulunur. Mevtanın avucunun içinde bir sikke vardır ve öylece bir heykelin yanına bırakılmıştır. Bu sahne son derece gizemli gelmişti bana, tabii olaylar genişlemeye başladıkça başlangıçtaki o gizemli sahnenin bir başlangıç olduğunu, cinayetlerin son derece profesyonel ekiplerce işlendiğini düşündüm. Cinayetler artmasıyla birlikte yeni mekanlar ve yeni tarihi bilgiler ekleniyor dağarcığıma. Yedi tarihi yapı, yedi sikke ve yedi cinayet... Öldürülen insanların ortak noktası olarak düşünülen şey ise; yeni inşaatlar yapıp tarihi ve tarihi yapıları katleden kişilerle bir bağlantılarının olması veya bizzat onlar olması. Tabii ki cinayetler arttıkça yetkililerin ve basının ilgisi de artıyor. Hal böyle olunca da, olaylar daha sıkı kontrol ediliyor. Baş komiser Nevzat, ve yardımcıları Zeynep ve Ali ise bu araştırmaların başındaki ekip. Mesleğin gerekliliklerinden asla taviz vermeyen bu ekip, üzerlerindeki baskılara rağmen bıkmadan, buldukları ilk şüpheliye suçu yıkıp kurtulmayı düşünmeden azimle çalışıyorlar. Kendi içinde tatlı bir mizah ve ciddiyeti olan bu ekip, kitabın yoğun temposunun arasında nefes almamı sağladı. Nevzat’ın çocukluk arkadaşları ve ikinci baharı olarak gördüğü Evgenia ise Nevzat’ın bize aslında nasıl bir insan olduğunu, o heybetli cüssesinin altında nasıl duygusal bir adam olduğunu bize gösteriyor. Ancak böyle bir adam tüm bu cinayetlerin sebeplerinin o çocukluk arkadaşlarının olduğunu öğrenirse ne yapar dersiniz? İşte tam da aklımda katiller belli olmaya başlamışken, Ahmet Ümit beni ters köşeye atmayı ve şaşırtmayı başardı. Tahmin edileceği üzere İstanbul Hatırası uzun bir kitap ve ben bu nedenle okumanın zor olacağını düşünmüştüm ama romana başladıktan sonra yanıldığımı fark ettim. Yazar, her ne kadar karmaşık gibi görülse de, aslında akıcı olan kurgusuyla ve yalın diliyle kitabı daha okunabilir kılmış. Bu nedenle herkesin rahatlıkla okuyabileceği bir kitap. Eğer siz de Baş komiser Nevzat hikayeleriyle veya Ahmet Ümit kitaplarıyla henüz tanışmamışsanız, İstanbul Hatırası iyi bir başlangıç olacaktır. Zehra Dönmez TUR101-16 21301276 10 Ekim 2014 Öğretmen: Başak Berna Cordan KORKUNUN İKTİDARI: 1984 İstenen ütopyalar güzel bir dünyanın hayalini hediye eder insanlara. Korku ütopyalarıysa umudu tüketir. Umut varsa bile, umudun bir gün biteceğini tekrarlar. Peki, bizi bu kadar ürküten ne? Bu karamsar dünyalara ne kadar yakın durduğumuzu fark etmek… Bence bizi asıl korkutan gerçekten böyle bir dünyada yaşama fikri. Kitap baskıcı, kısıtlayıcı, insanlardan kişiliklerini çalan bir yönetimi ve bu dünyada yaşamaya zorlanan robotlaşmış insanları anlatıyor. Geçmiş sürekli değiştiriliyor, gerçekler gizleniyor. İnsanların bütün hayatları izleniyor. Düşünceler denetleniyor, bir ekran yoluyla etki altında alınan insanlar duygusuz ve itaatkâr birer köle haline getiriliyor. Bunlar başta bana uzak ve anlamsız korkular gibi gelse de, yaşadığımız dünyayla 1984 ütopyası arasında bağlantı kurdukça George Orwell’in zekâsına ve ileri görüşlülüğüne hayran kaldım. Bu bağlantının beni ürküttüğünü söylemeliyim. İnsanları etki ve denetim altında tutan tele ekran; her gün vaktimizin çoğunu alan, bizi düşündürücü aktivitelerden alıkoyan televizyon ve sürekli gündemi değişen, olayları bize istediği şekilde sunan medyanın bir benzeri. Gerçeklerin insanlardan saklanılması ya da hâkimiyetin devamı adına insanlara yanlış anlatılması ise kitapla yaşadığımız Dönmez, 2 gerçekliğin başka bir bağlantısı. Ütopyada insanların her anının izlenmesi, günümüz medyasının ilgiyi devamlı tutmak için sürekli başvurduğu özel hayatın gizliliğini ihlal etmenin başka bir şekli. Düşüncelerin denetlenmesi de çok sık rastladığımız bir durum. Aslına bakarsanız, televizyonun şu anki amacı; insanları düşünmekten alıkoymak, düşüncelerini yönlendirmek, sadece belli şeyleri düşünmelerini sağlamak. Kitapta bu, insanlara zorla yaptırılıyor. Beni asıl korkutan, bizim bunu kendi kendimize yapıyor olmamız. Hangi ütopya kendi isteğimizle robotlaştığımız bir dünyadan korkunç olabilir ki? Halkın düşünce özgürlüğü ve bilgi hakkı elinden alındıktan sonra sıra duygulara geliyor. Orwell’in korku ütopyasında en büyük suç, aşk. Aşk, sevgi, nefret… İyi ve kötü bütün duygular gittikten sonra, geriye kalan bir robottan başka bir şey olmuyor. Kitapta sistemi sorgulayan, düşünen, duygularını yaşayan son insanların birer birer itaat edişini görüyoruz. Bu da yazarın bize umut olmadığını söyleme biçimi. Baskının amacı halkı devamlı kontrol halinde tutmak ve iktidarın devamını sağlamaktır. 1984’te; iradesi, özgürlükleri, duyguları, geçmişleri alınan insanlardan bir robot sürüsü yapma amacına ulaşan iktidar, artık onları istediği gibi yönetiyor. İnsanlar en başta Dönmez, 3 söylenenleri yapıyorlar çünkü korkuyorlar. Daha sonra korku da tüm duygularla beraber gidiyor. İstenilen tek şey olan sorgusuz itaat sağlanıyor. Günümüz medyasının üzerimizdeki etkilerini düşününce, bu ütopya o kadar da uzak değil. Kitapta yarı tanrı olarak kabul edilen ve tele ekrandan insanları kendisini dinlemeye zorlayan Büyük Birader, şu anki medyanın gücünün bir simgesi. İnsanlara dayatılan YeniKonuş dili ise televizyon ve popüler kültürde sıkça kullanılan dile benziyor. Bütün bu benzerliklerin yanında, bazı farklar da dikkat çekiyor. Kitapta insanlara dayatılan, korkuyla yaptırılan şeyler günümüz dünyasında insanları kandırarak, güzel ve eğlenceli gösterilerek yaptırılıyor. Diğer bir değişle, bir yere bakmamız için bizi zorlamıyorlar ama oraya ilgi çekici bir şey koyarak bakmamızı sağlıyorlar. Ama sonuç değişmiyor. Bilgi elimizden alınmıyor ama bilgiye ulaşma isteğimiz her geçen gün azalıyor. Düşünmemiz engellenmiyor ama sadece bize anlatılanları düşünüyoruz. Her anımız izlenmiyor ama başkalarının özel hayatını birbirimize anlatırken çekinmiyoruz. Kütüphanelerimiz yakılmıyor ama televizyon izlemekten kitap okumaya fırsat bulamıyoruz. Aşk bir suç değil ama gerçekten kimseyi sevemiyoruz. Biz daha korkunç şekilde, isteyerek, medenice robotlaşıyoruz. Duygu Ergürtuna METALİN SOĞUĞU-ELİMİN SICAĞI Ben de dahil olmak üzere neredeyse herkeste bir boş vermişlik seziyorum şu sıralar. En azından yakın çevremden gözlemlediğim kadarıyla. Bilkent zaten apayrı bir dünya, Ankara'nın geri kalanından, grisinden, betonundan, kirinden arınmış gibi sanki. Akademik anlamda kendinizi geliştirebilmeniz için danışabileceğiniz "aşmış" hocaları ve devasa kütüphanesiyle dünya çapında eğitim aldığınız bir müessese. İyi de bu yeterli mi acaba? Çok sorguluyorum bunu, arkadaşlarımla da paylaşıyorum kaygılarımı. Onlar da benim gibi düşünüyorlar lakin, onlarla arkadaş olma sebebim bu zaten. Duyarlı olmaları. Benim için üniversite demek sadece derslere girip çıkmak, vizeden vizeye koşturup ortalama kasacağım diye kendini dış dünyadan soyutlamak demek değil. Ben isterim ki düşüneyim, düşündürteyim, hatırlatayım bazı şeyleri. Rahatsız edeceğimi biliyorum bu yazımda sizleri, ama olsun. Hayat sadece aşktan, umutlarına tutunarak hayallerine ulaşan insanların başarı hikayelerinden ya da akşam kuşağında izlediğimiz envai çeşit diziden ibaret değil. Çok başka şeyler oluyor dışarıda; yataklarımızda uyutmayacak cinsten. Ne yalan söyleyeyim ben bazen çok ağlıyorum, sizin de ağlamanızı istiyorum belki de bencilliğimden. En başından beri bozuk bir temele kurulan bu düzene karşı koymak fikri saçma gelebilir onu da farkındayım. Ama ne yapayım işte; ellerinizde Starbucks kahvelerinizle kahkahalar savurarak üzerinde yürüdüğünüz kaldırımlar bile çatlarken üzüntüsünden, sizin bu sonsuz neşeniz bana batıyor gençler. Kusura bakmayın. Gülelim elbette, ama birilerine nispet yaparcasına değil. Bir yerlerde ağlayan çocukların, kadınların, erkeklerin varlığından haberimiz olsun. Yudumlayalım kahvelerimizi küçük küçük, ama hiçbir zaman tam olarak varmayalım tadına, yine de bitirelim. Nitekim, su içmek için kilometreler kateden insanlar var, hatta ülkesini terk edenler. Hep güzel şeyler konuşmayalım arkadaşlarımızla, neden böyle oluyor diye sorgulayalım. Gece yatmadan önce ettiğimiz o en masumane dualarımıza, Küçük Asya'yı da ekleyelim mesela. Müzik dinlemek istiyorsa canınız, her dakika Serdar Ortaç, Katy Perry skalasından melodileri tercih etmeyin. Ozan Can Akkuş var, açın dinleyin, azıcık hüzünlenin. Hayatının baharında yitip giden bu insanlar için iki damla göz yaşı dökün. Biliyorum eninde sonunda her şey normal seyrine dönecek. Yine vizeler bombalardan daha korkutucu görünmeye başlayacak gözüne. Belki de Güvenpark'ta tanışacaksın hayatının aşkıyla, çarpışıp düşüreceksin kitaplarını tam da Ozan'ın zerrelerinin üstüne. Fark etmeyeceksin, hatırlamayacaksın. Ama en azından alışma bu duruma; savaşa. Tıka kulaklarını samimiyetsiz siyasetçilerin söylemlerine. Kimmiş, kimlerdenmiş diye sorgulamadan önce aç kulaklarını yüreğinden gelen "cız" sesine. Her şeyden önce, anlamaya çalışalım karşımızdakini. Sen-ben hepimiz birbirimizden farklı ve tekiz. Sen Silvan'ın derme çatma sokaklarından, ben İstanbul'un Kadıköy'ünden Kim sordu ki bize nerede doğmak istediğimizi? Sen de isterdin denize bakıp, kokusunu içine çekmeyi, sıyrılmayı kardeşlerinin sorumluklarından. Zaten en baştan ayrı düşmüşüz bir de iyice ayrışmayalım, ölülerimizi bile küstürmeyelim. Bu karikatür güldürmek için çizilmiş bir karikatür olmamakla beraber var olandan çok da farklı bir şeyi anlatmıyor. Gerçekten de, küçük erkek çocuklarına verilir bu oyuncaklardan; minik askerler. İki-üç yaşından itibaren ellerindeki, elinde silah olan adamlarla oynarlar. Birbirlerine ateş eder,eğlenip gülerler. Gayet de normal karşılanır bu absürt ötesi durum. Çünkü, erkek çocuğu dediğin dayanıklı, cesur olmalıdır. Oyuncakları bile şanına yakışmalıdır. Gelgelelim bu çocuklar da büyür. Onlardan beklenen; dünyayı daha yaşanabilir kılmak, açlığı, sefaleti, savaşları bitirip.yerine iyiliği, güzelliği getirmek, çiçeği-böceği de şöyle etraflıca serpiştirmektir. Her nesil, bir sonraki neslin başarabilecekleri güzellikleri hayal ederek tatmin eder kendini. "Sizler bizim geleceğimizsiniz," derler. Aynı yöntemler kullanılarak farklı sonuçlara ulaşılabilineceği beklenir. Beklenir, beklenir. Hâlâ bekliyoruz. … Ben diyorum ki fırlatalım gitsin o oyuncakları ellerimizden. Kalem alalım mesela elimize, birbirimize kalem uzatalım.Öğretelim, öğrenelim. Konuşarak anlaşamıyorsak bile, belki yazarak çözeriz sorunları. Ya da çizeriz en güzeli. İlla bir şey oynayacaksak yap-boz oynayalım, tamamlayalım beraberce tabloyu. Bir orkestra gibi sen saz ol ben saksafon. Kime ne uyumsuz ses çıkarsa da? Hiçbir şeye de gerek yok aslında. Elini ver, tutayım. Yeter ki silaha sarılma. Metalin demir gibi soğuğundansa, damarlarımda akan kanın sıcaklığında, ellerimde ara çareyi, barışı. Kaynakça .https://www.facebook.com/Pawel-Kuczynski-222849284410325/photos_stream?ref=page_internal Bilge Doğmaz AHLAKİ ÇÖKÜŞÜ BAŞLATAN HEDONİSTİK YAKLAŞIM ÜZERİNE BİR DERS Başta insanların dileklerini gerçekleştirip, sonrasında bu dilekler için pişman olmalarını sağlamak, tanrının insanlarla kafa bulma şekli olsa gerek. Bu durumu hayatı boyunca hiç deneyimlemediğini iddia eden yoktur sanıyorum, fakat varsa da ben onlardan biri değilim. Tanrının veya kaderin insanların üzerinde oynadığı bu trajikomik oyunların, edebiyatta da birçok kez yer bulduğuna eminim, ancak sanıyorum hiçbiri Oscar Wilde’ın kaleme aldığı Dorian Gray’in Portresi adlı klasik romanda olduğu kadar etkili olmamıştır. Gotik korku kurgularına iyi bir örnek olan bu kitap Oscar Wilde’ın yazmış olduğu tek roman ve bir moden edebiyat klasiği. 1890 senesinde bir Amerikan süreli yayını olan aylık Lippinscott’s Dergisi’nde kısa versiyonuyla yayımlanan eser, bir yıl içinde yazar tarafından revize edilip roman haline getirilmiş. Romanın ahlaki çöküş tasviri ve kurgunun bir bölümünde hakim olan homoseksüel yaklaşım tartışmalara sebep olmuş ve eser yayımlandığı ilk yıllarda maalesef okuyucu bulamamış. Henüz duyguların ve isteklerin karanlık yüzüyle karşılaşmamış, muhafazakar bir genç olan Dorian Gray, sosyeteye tanıtılmaya hazırlanırken Lord Henry Wotton adında bir soyluyla tanışır ve adamın yaptığı etkileyici uyarılar gencin hayatı ve zamanı algılama şeklini bütünüyle değiştirir. Lord Henry Wotton, Dorian Gray’e dinç güzelliği sayesinde yaşadığı bu kusursuz hayatın yalnızca birkaç yılla sınırlı olduğunu söylediğinde, genç adam bir dilekte bulunur ve ebedi gençlik uğruna ruhunu şeytana satar. Çevresindekiler yaşlanıp adım adım ölüme yaklaşırken, Gray genç ve güzel kalır. Davranışlarının sonuçlarına aldırış etmeden, tutkunun hakim olduğu vahşi bir hayat sürer ve kalp üstüne kalp kırar. Fakat Dorian Gray büyük bir sır saklamaktadır; vücudu zinde ve sağlıklı kalırken, tavan arasında sakladığı portresi yıllar içinde yaşlanır ve yaptığı her sefih, ahlaksız harekette biraz daha biçimsizleşir. Portre Gray’in iç dünyasını yansıtan bir aynadır, yıllar içinde yaptığı kötülük dolu seçimler ve ahlaksızlıklar Gray’in ruhunu çürütmüştür. Portre öyle bir hal alır ki Gray’in bile portreyi görmeye tahammülü kalmamıştır. Romanda ayrıntılı olarak tasvir edilen, 1800’lü yılların sonlarında hakim olan yapmacık ilişkiler ve çarpık sosyal toplum, günümüz dünyasında etkisini yitirmiş görünse de fark ettiğim benzerlikler beni oldukça ürküttü. Örneğin, en başta Dorian Gray’i dileğine yönlendiren kendi görüntüsüne olan aşırı takıntısını günümüzle ilişkilendirmek oldukça kolay: Gelişen teknoloji ile birlikte gençlerin her saat başı kendi fotoğraflarını paylaşmaları, albenilerini sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflara aldıkları beğenilerle ölçmeleri belirgin birer örnek. Gençlerin, popülerliklerini davet edildikleri havalı partilerin sayılarıyla ilişkilendirmesi ise Dorian Gray’in sosyal statüsünü yükseltmek adına katıldığı sosyetik yemek partilerinin ve yüksek sınıfın düzenlediği kumar gecelerinin güncel bir versiyonu adeta. Dorian Gray’in sosyal tutkularının çöküşe yol açması, romana ilginç bir ahlaki tefsir niteliği kazandırıyor. İnsanları etkilemenin en kolay yolunun, kelimelerden geçtiğini bilen Oscar Wilde’ın, romanın ana karakteri Dorian Gray’i de Lord Henry Wotton’dan gelen bir kitapla farklı bir bakış açsına yönlendirmesi bana göre oldukça çarpıcı. Ana karakteri, çevresindekileri incitebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmaksızın tutkularının peşinde sürüklenen zalim bir adam olarak tasvir eden Wilde, kişisel çıkar kuramı ağır basan Dorian Gray’i, yaptığı yanlış hareketleri vurgulayarak örnek alınmaması gereken bir karakter olarak tanıtıyor. Wilde’ın nispeten dolambaçsız anlatımı okumayı kolaylaştırmış olsa da; gerek işlediği tema, gerek toplum ve insani değerler üzerine yaptığı yorumlar açısından, ben bu romanın bilhassa 13 yaş altı kitle için pek uygun olmayacağını zannediyorum. Fakat, belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış her genç birey bu kitabı en az bir kez dikkatini vererek okumalı ve ben merkezci yaklaşım üzerine bir ders çıkarmalı. Zeynep UĞURLU Zamanın İçinden Yılların tecrübesiyle bu günlere gelmiş anneannelerimiz, babaannelerimiz, dedelerimiz... Bu büyüklerimizin ortak bir yakınması var: "Nerede o eski günler? Zaman çok değişti." Her ne kadar gençler olarak çoğumuz inkâr etse de; sokaktan geçenlere gülümseyip selam vermek, özellikle büyüklere karşı vefalı olmak, şükretmeyi bilmek maalesef eskilerde kaldı. Zaman uçup gitti. Devir değişti. İnsanların çoğu hâlihazırdaki sisteme boyun eğdi. Bunun farkında olmak için illâ yaşlı olmamız mı gerekiyor? Ya da bize şükretmeyi öğütleyen yaşlı bir yakınımızın hayatını kaybetmesi? Bu düşünceler zaman zaman "zaman"ı düşünmeye iter bizi. Peki zaman aslında nedir? Dallanıp budaklanarak var olmaya devam eden bir sarmaşık mı? İçtikçe aslında hiç bitmeyecek olan ama nedense sırrını tam kavrayamadığımızdan biz insanlar için çabucak tükenen bir su mu? Sevmeye başladıkça, sevilmeye başlandıkça gitgide kısalan bir yol mu? Yoksa sürekli değişimin evrensel bir adı mı? Ne söylersek söyleyelim, bizi gerçekten tatmin edecek ve bize zamanın varlığının ağırlığını derinden hissettirecek bir cevap bulamayacağız. Çünkü zaman insanın kontrol edemeyeceği bir şekilde hareket ediyor. Bu yüzden nasıl bir yapıda olduğunu anlayamıyoruz ve zamanı kendimize göre değil, kendimizi zaman göre ayarlıyoruz. Ancak her ne kadar ayarlamaya çalışsak da zamanın kişilere göre hızlı ve yavaş ilerlemesi durumu var. Mutlu ve heyecanlıyken hızlı, hüzünlü ve kızgınken yavaş geçtiği söylenir. Gerçekten de bu durum bizim zamanı nasıl yönettiğimize, ondan nasıl faydalandığımıza bağlıdır. Mesela kendi istediği mesleği yapamayan insanları düşünüyorum da bir an önce günün sonu gelsin isterler. Hiçbir şeyden keyif alamazlar. Adeta boşuna yaşıyorlardır. Kendilerine kalan zamanı da söylenmekle geçirirler. Bu durumda, yapmamız gereken işleri erteleyip duruyorsak, hiçbir şey yapmamaya devam mı etmeliyiz? 7 milyara yaklaşan dünya nüfusunun binde birinin bile bu durumda olması, bireysel psikolojiyi ve toplum düzenini şüphesiz tehdit edecektir. "Zaten okula/işe gidiyoruz. Yapacak çok işim var. Boş vakti nereden bulacağım?" diye düşünüyorsanız yalnız değilsiniz. Ancak yalnız olmamak haklı olmanın bir belirtisi değildir. Boşa geçen bir vakit olmamalı insanın hayatında. Boşa çıkarmaya çalıştığı vakit de olmamalı. Yapacaklarından arta kalan, verimli kullanacağı bir vakit olmalı. Bu verimli vakit, illâ insanlığa somut bir fayda getirmek zorunda da değil elbet. Kişi bazen fayda getirmiyor olsa bile, kimseye zarar vermediği durumlarda bireysel mutluluğu için harcayabilir zamanını. Kimi zaman rahatlamak için, kimi zamansa sadece düşünmek için. Eğer zamanı bu şekilde kullanırsak kendimize ve çevremizdekilere de daha fazla vakit ayırabiliriz. Böylece zamanımızın biz farkında olmadan, anlamsızca geçmesini de engellemiş oluruz. Momo da çevresindeki insanlara bunu anlatmaya çalışıyor. Hayatı geçmişte veya gelecekte değil, şimdide, olduğu gibi yaşamanın daha doğru olduğunu gösteriyor. Öyleyse küçük mutlulukların çalınan zamandan sayılmadığı çıkarımını yapabiliriz. Peki zamanımız gerçekten çalındı mı ya da çalınacak mı? Yoksa an itibariyle çalınıyor, günden güne eksiliyor mu? Bunu engellemek için önce farkındalık gerekir. Bu sorunu kökünden çözmek istiyorsak da farkındalığı toplum içinde yaygınlaştırmak gerekir. Çünkü zamanımızı verimli harcamak sadece somut işler yapmayı gerektirmiyor, insanın öz benliğini tanımasına da fırsat veriyorsa; insan olarak birbirimize destek olmak, cesaret vermek bu kadar zor olmamalı. Olması gerektiği gibi birlikte hareket edersek, aynı Momo gibi zamana bağlı kalmadan mutlu bir şekilde yaşayabiliriz. Bence Momo, hayatın doğal akışını temsil ediyor. Saf, hayattan tek beklentisi mutlu olmak olan ve iyi bir dinleyici olan herkesin Momo gibi olduğu varsayılabilir. Hiçbir olaya dâhil olmadan, kimse üzerinde baskı kurmadan, hayatın akışına kendini tam anlamıyla bırakarak mutlu olunabileceğini hissettiriyor. Aynı zamanda, tartışmalara girmeden, sadece insanları dinleyerek bile olumlu bir etki kurabileceğimizi gösteriyor. Zamana fazla takılmadan, geçmişi ve geleceği fazla düşünmeden anı yaşamak; daha doğru seçimler yapmamıza ve dolayısıyla daha huzurlu ve mutlu yaşamamıza vesile olacaktır. Zamanı yenmek, onun ötesine geçip ölümsüz olmak bu kadar basit işte. Kaynakça: Ende, Michael. Momo. Kabalcı Yayınevi, 2014. ÇINAR 1 Enes Çınar 21300682 TURK 102-17 Ebru Onay 1 Aralık 2014 ZIT BİR İNSAN ZIT BİR HAYATI NASIL SÜRDÜREBİLİR? "...Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz." ÇINAR 2 Edebiyatımızda önemli bir yere sahip olan "Aylak Adam" başarılı yazar Yusuf Atılgan tarafından kaleme alınmıştır. Temel eserlerimizden biri olarak nitelendirebileceğimiz kitapta Yusuf Atılgan ana karaktere bir isim vermeyip ona kısaca "C." diye seslenmeyi tercih etmiştir. Kitabın belki de en tuhaf tarafı bu kısımdır. Başka bir ilgiyi çeken nokta ise kitabın ana bölümlerinin dört mevsimden oluşması. Bu kitabı okuduğunuzda şüphesiz diğer eserlere göre başka bir tat alacaksınız. Bu farklılığın ve kitabın özgün olmasının temel faktörü konusu. Konusu karmaşık duygular içinde bulunan ve bu duyguları derinden yaşayan bir "aylak" adam. Bizlerin de zaman zaman karşı geldiği hayatımızda, o sürekli zıt sürekli her şeye karşı duran bir profilde. Bir plana bağlı yaşamayan, anı yaşayan doğaçlama karar veren biri ele alınmış. Vaktinin çoğunu barlarda, lokantalarda, kahvehanelerde veya sinemalarda geçirmekte. Hep gerçek aşkın, hayatının anlamı olabilecek kadının izinde... En ilginci ise hiçbir zaman para sıkıntısı çekmemesi. Okurken bu kadar para rahatlığında insan niye böylesine huzursuz, sıkılgan olur diye aklıma geliyordu. Daha sonra klasik ama evrensel o söz yüzünüze çarpılıyor.: Para saadeti beraberinde getirmiyor. Paranın her şey demek olmadığını "C."nin yaşadığı çocukluk sendromuyla öğrenip kendimi birtakım soru ve hayal bulutunun ÇINAR 3 içinde buldum. Mutsuz, sürekli düşünce hâlinde olan aylak adam beni de peşinde sürükleyerek onunla beraber sürekli düşünmeye, toplum yapısını ve kendimi sorgulamaya itti. Sanat çevresinin aksine başka bir karakterde karşımıza çıkan "C." ile aslında ne kadar benzediğimi, kimi zaman benim de bir aylak adam olduğumu fark edince şüphesiz bir korkuya düştüm. Romanın başında bana çok uzak olan bu karakter bir anda benden bir parçalar taşımaya başladı. Toplum yapısı konusundaki düşüncelerim hep olaylara,bir yerlere ve bir şeylere alışma temeline dayanır. Çoğu insanın bu hayat düzeni içinde rahatça yaşayabildiğinin tek açıklamasını alışkanlık olarak görüyorum. Örneğin, aylak adam her zaman olanlara karşı durduğu için hep mutsuz, huzursuzdur. Yaşama amacını alışkanlık üzerine kuran insanların sürekli mutlu olduğunu, itaat etmeye ise karşı gelenlerin aynı "C." gibi olduğu konusundaki düşüncelerim yoğunlaştı. Kitabın bazı kesimlerindeki düşünceler ile kendi fikirlerimin paralel olması okuma zevkimi daha da arttırdı. Kitabın bir kısmında ana karakter insan kafasındaki en çirkin bölgenin kulaklar olduğunu ve diğer bir kısımda ise yemek yeme zorunluluğunun kendisini rahatsız ettiğini, kendi kendine sinirlendiğine şahit oldum. Hepimiz tek başımıza kaldığımızda nereden geldiğini bilmediğimiz ve ÇINAR 4 sorguladığımız bazı düşünceleri kimseyle paylaşmayız. Paylaşma gereği de duymayız, çünkü bu düşünce dizisi oldukça saçmadır ve size özeldir. Kimi zaman insan vücudundaki benlerin ne kadar gereksiz ve görünüm açısından hoş olmadığını düşünürüm veya aynı aylak adam gibi yemek yemenin bir mecburiyet olduğunu kabul etmek istemem, bir zaman kaybı gibi gelir bana. Memnuniyetsiz, içi sıkılan bir insan formuna dönüşürüm. Hepimizi dönüşürüz ama bununla yüzleşmeyiz. Bu kitaptan sonra ama yüzleşeceğiniz, bu tür sorgulamalarda "Ben de bir aylak oldum şimdi..." diye düşünüp, kim bilir, bir tebessüm suratınızda belirecek. İnsanlığın tek hayattaki tek amacı bir dayanak bulmaktır. Hayatını adayabileceği, anlamlandırabileceği bir dayanak. Yazar kitapta dayanak olgusunu bir tramvaydaki tutamaklara benzetmektedir. Herkesin aradığı tutamak farklıdır. Kimine göre para kimine göre şöhret... Bazıları için ise bu tutamak daha manevi bir değerdir. Örneğin, birisi için çocukları veya eşidir ama aylak adam ve benim aradığım en zor, en tehlikeli "tutamak" benimle beraber düşünen, beni duyan ve seven bir kadın. Peki aylak adam istediği tutamağa ulaşabildi mi? Bizler ulaşabilecek miyiz? ÇINAR 5 KAYNAKÇA Atılgan,Yusuf.Aylak Adam.İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2014. Seda İlayda Yağmur KANIKSAMAK Kanıksamak; kabullenmek, çok tekrarlama sebebiyle etkilenmez olmak, alışmak anlamını taşır(mış). Bazı kavramları tanımlamayı severim. Belki de bazı şeyleri anlayabilmek için tanımlamam gerekirmiş düşünürüm. Sanki kavramları, nesneleri, canlıları tanımlarsam hayatı her ne kadar anlaşılması zor olsa da daha rahat anlayabilecekmişim gelir. Çoğu zaman kendimi tanım yaparken bulurum, bilhassa yorulduğumu düşündüğüm zamanlarda. Tanım yapmak beni genellikle daha çok yoruyor olmasına rağmen bu yorgunluk garip bir şekilde bana haz verir. Kavramların içine dalmak, o çok sevdiğim Karadeniz’in dalgalarına dalmak gibi gelir. Kavramlarda sanki deniz gibi sürekli keşfedilmeli gibi. İlk insanı tanımlamak ile başladım çünkü insanım ve sürekli insan ile muhatap oluyorum. Dertlerimizin, mutluklarımızın ve hayatımızın tümüydü insan. Gerçekten de her şey çok daha kolay geldi gözüme ve tanımlamaya devam ettim. Bazen tanımlama yapmak beni çok güldürdü. Mesela insanlık kavramı, insanlar insanlık dendiğinde merhamet, hoşgörü gibi kavramları düşünürler. Çoğunlukla kötü bir olay karşısında “insanlık ölmüştür” der geçeriz, komiktir bana göre. Ben daha önce savaşta zulmün en ağırını yapan bir köpek görmedim ya da annesini sokağa atan bir kaplan veya otobüste fenalaşan genci yolun kenarına bırakıp yola devam eden koyun sürüsü görmedim. Sanırım hiçbir domuzda yavrusunu cami avlusuna bırakmamıştır. Bu yüzdendir ki iyi ve kötü olan her şey insanlıktandır ve sanırım yine bu yüzden Azrail en son insanlığın canını alacaktır. Mesela savaşı tanımlamak da çok yormuştu beni. Açıkça söylemem gerekirse hâlâ da tanımlayamadım. O kadar tuhaf ki insanlık gibi ölmüyor, dirilip dirilip başka şekillerde tezahür ediyor ve ben anlam veremediğim bu şeyi tanımlayamıyorum. Bir yılı aşan bir süredir de “kanıksamak” kavramına takılıyor aklım. Kanıksamak… Geçen yıl Ürdün’e yaptığım ziyarette temizlik görevlisi olarak çalışan Bangladeşli şeker mi şeker bir teyze ile tanışmıştım. Ömrümün sonuna kadar o teyzeyi ve bana sorduğu o soruyu unutamam sanırım. Türkiye’de Bangladeşlilerin olup olmadığını sordu. Ona, “ pek fazla yok, ben hiç görmedim” diye cevap verdim. Çok şaşırmıştı, gerçekten çok şaşırmıştı! Bana sorduğu soru, “öyleyse Türkiye’de evlerde temizliği kim yapıyor?”. Bangladeşli teyze hayata temizlik yapmak için geldiğini öyle bir kabullenmişti ki hayret etmiştim. O günden sonra bir daha o teyzeyi görmedim. Kalmış olduğum yurdun sahibinin evine geçmişti. Yeni işi orayı temizlemekti, ne de olsa işi temizlik yapmaktı. İşin en acısı pasaportuna el konmuş olan bu teyze üç kuruş kazanmak için hapiste gibi yaşıyordu, dışarısı yasaktı. En azından ben yurttayken bu böyleydi. O teyze gitti ama kanıksamak kavramı benimle kaldı. En son okuduğum kitap hırsızı kitabında Max isimli bir Yahudi genç vardı. Sokakta insanlar “ heil Hitler” diye bağırırken onun bodrum katından çıkması pek de mümkün değildi. Bir gece evin normal bir odasında uyuduktan sonraki pişmanlığını yazmıştı. “Ben bir Yahudi’yim ve yerim bodrum katıdır” diye hayıflanmıştı. Max’de kanıksamıştı işte. Hayat insana çoğu zaman istemediği, asla başıma gelmez dediği, hayal bile edemeyeceği şeyler dayatır. İnsanlar bir şekilde tüm bu hayatın çeşit çeşit oyunlarıyla başa çıkmak zorunda kalırlar. Genellikle de hayatın onlara dayattıklarına bir şekilde alışırlar. Haklıdırlar da. Alıştıkları zaman her şey daha kolay katlanılır bir hale geliyor. Her şey gibi alışmanın da insana kattıkları ve ondan aldıkları vardır ve sanırım kanıksamak alışmanın en uç noktası ve kattıklarından çok aldıkları var. İşte bu yüzden benim tanımıma göre kanıksamak, kabullenmek, etkilenmez olmak demek değildir. Bana göre hayatın insana sunduğu en acı yalandır, koskoca bir yalan. Duygu  Çöplü   21502372     ALIŞKANLIKLAR  ÖZGÜR  BENLİĞE  KARŞI         Uzun  süren  alışkanlıklarla  kendimizi  tanımlamaya  bayılıyoruz.  Belki  bayılmıyoruz  ama   yine  de  böyle  yapıyoruz.  Bu  da  bir  nevi  bir  alışkanlık.  Örnek  vermek  gerekirse,  sosyal   medyada  kendimizi  tanıtan  kısa  bio’lara  yazdığımız  ‘tenis  oyuncusu,  caz  müzik  meraklısı’  vb.   kısa  cümleler  ile  kendimizi  diğer  insanlardan  ayırt  ediyoruz.  Bu  ilişkiler  için  de  geçerli,   kendimizi  en  yakın  arkadaşımız  veya  sevgililerimiz  ile  tanımlıyoruz.  İnsanlar  farklı  arkadaş   çevrelerine  kendi  arkadaşlarını  tanıtırken,  “En  yakın  arkadaşım  o  benim,  çok  seversin”   gibisinden  cümleler  kuruyorlar.  Yani  o  insanın  önemi  bireysel  olarak  ne  kadar  temiz  kalpli   veya  neşeli  bir  insan  olmasıyla  bağlantılı  değil  de,  birinin  bir  yakını  olarak  tanımlanmasıyla   alakalı.  Bütün  bu  anlık  etkileşimlerin  ve  etiketlerin  altında  kendimizi  nasıl  tanımlıyoruz?      Kendimizin  gerçekten  kim  olduğunu  öğrenme  yolculuğunda,  insanlarla  olan   iletişimlerimizin  bize  sadece  belirli  bir  yere  kadar  yardımcı  olduğunu  düşünüyorum.  Şu  sıralar   en  doğru  yolculuğun  insanın  yalnız  kalmasıyla  beraber  kendi  sesini  dinlemesi  olduğuna   inanıyorum  çünkü  bir  insanla  uzun  süreli  bir  ilişkiye  girmek  bence  insanı  karakter  açısından   tembelleştiriyor.  O  insan  sizin  karakterinizin  belli  başlı  bir  kısmını  kabul  etmiştir  ve  o   karakteri  sürekli  olarak  oynamak,  kolay  olandır.  Gelişime  açık  ilişkiler  de  var  tabii,  yok   diyemem  ama  maalesef  ki  şu  an  çevremde  gözlemlediğim  (hatta  kendim  de  yaşadığım)   ilişkiler  durağan  ve  bu  konuda  durağanlığın  yararlı  bir  şey  olduğunu  savunamayacağım.   Bence  bu  yüzdendir  ki  insanlar  rahat  yaşama  alanlarının  dışına  çıkar  ayrılıklarda.  “Her  ayrılık   zor.”  der  Sezen  Aksu  şarkısında,  ayrılıklar  sevdiğimiz  insanları  artık  görmeyeceğimiz  için  mi   zor,  yoksa  sevdiğimiz  insana  karşı  olan  sevgimizi  bitirmekle,  o  insana  alışmış  benliğimizin  bir   parçasını  öldürdüğümüz  için  mi?       Evet,  eskiden  çok  sevdiğimiz  insanı  artık  sevmemekle  beraber,  onu  seven  kısmımızı  da   öldürüyoruz.  Benliğimizden  bir  parça  kopuyor  yani  ayrılıklarda.  O  kişiden  öğrendiğiniz  hayat   görüşü,  yaşayış  tarzı  ve  hatta  size  bulaştırdığı  küçük  alışkanlıklar  da  bitiyor,  eğer  ayrılan  kişiye   karşı  artık  gerçekten  sevgi  kalmamışsa…  Ona  dair  her  şeyi  silmek  istiyor  insan.  Silmek,   demişken,  sosyal  medyadaki  fotoğraflar,  birbirlerinin  hesabındaki  gönderilere  yapılan   yorumlar,  paylaşımlar  ve  beraberken  konulan  profil  fotoğraflarını  da  dahil  edelim.  Buna  ek   olarak,  günlük  rutini  de  değişiyor  insanın,  eli  telefona  gidiyor  ne  yaptığını  mesajla  anlatmak   için,  sonrasında  da  tabii  aniden  bir  duraksama…  Ya  da  hafta  sonları  gelen  “Ben  şimdi  kimle   plan  yapacağım?”  isimli  bir  panik.  İnsanın  bel  bağladığı  sevgilisi  gidince,  farkında  olmasa  da   sudan  çıkmış  balığa  dönüyor.  İnsanın  beyni  bile  eski  sevgiliyi  düşünmeye  alışık  olduğu  için,   insan  farkında  olmasa  bile  aklında  onun  hakkında  düşünceler  beliriyor.  Bütün  bu  küçük   alışkanlıklar  zamanla  yitirilince  de,  insan  ne  yapacağını  şaşırıyor.  Koca  bir  boşluk…     Hemen  hemen  herkes  sevdiği  birisinden  ayrılmıştır.  Hala  onları  özleyenlerimiz  de  var,   ayrılığın  kaçınılmaz  olduğu,  artık  sevginin  ve  bununla  beraber  hoşgörünün  bittiği  ayrılıklar   da…  Bahsettiğim  ayrılık  tipi  biraz  daha  sevginin  bittiği  durumlarla  alakalı.  Yani  eskiden  o   insanın  yanında  olan  karakterlerimizin  gitmiş  olması.  Necip  Fazıl  Kısakürek’in  ‘Kaldırımlar’   adlı  şiirini  okurken,  şu  dizeleri  bu  durumla  özdeşleştirdim.       Sokaktayım,  kimsesiz  bir  sokak  ortasında;   Yürüyorum,  arkama  bakmadan  yürüyorum.   Yolumun  karanlığa  saplanan  noktasında,   Sanki  beni  bekleyen  bir  hayal  görüyorum.   (www.siir.gen.tr)     Yalnızlıktan  ne  yapacağını  şaşırmış  bir  insan  duygusu  gördüm  bu  şiirde.  Yalnızlık  kimsesiz  bir   sokak  gibi…  Arkasına  bakmadan  yürüyen  insan  da  aslında  yüzünü  hem  geleceğe  hem  de   kendisine  çevirmeli.  Yani  kendinin  en  güzel,  en  özgüvenli  ve  en  kendine  yakın  hissettiği  halini   bulma  yolculuğuna  çıkmalı  insan.       Sonuç  olarak  insanın  özgürleşmesi  gerektiğine  inanıyorum.  Bazen  bazı  ilişkiler   insanları  gereksiz  sınırlar  içinde  tutuyor.  Olabileceğimiz  insanın,  yapabileceğimiz  şeylerin   gerçekten  hiçbir  limiti  yok.  Olay  kendi  bakış  açımızı  geliştirip,  kendi  yaşayış  biçimimizi   oluşturmakla  ilgili.  Bu  blog  yazısında  sosyal  medya  örnekleri  üzerinden  gitmiş  olmamın   sebebi  de  ayrılıkların  çağımızda  nasıl  yaşanıyor  oluşundan  bahsetmekti.  Ancak  Necip  Fazıl   bile  zamanında  kendini  kaybedip  bulma  sürecini  yaşamış,  olayların  detayları  değişse  bile  ana   hatları  aynı  kalıyor.  Evet,  ayrılıklar  zordur  ancak  bazen  gereklidir  de.       KAYNAKÇA   •   Şiir:  Kısakürek,  Necip  Fazıl.  Kaldırımlar.  www.siir.gen.tr Farkındasızlık İnsan biyolojik özelliklerinden dolayı hem fiziksel hem de zihinsel anlamda belirli kısıtlamalara tabi bir varlıktır. Çok hızlı koşabilir ama asla bir çıta kadar olamaz; düşünme yeteneği vardır ama her şeyi her ayrıntısıyla düşünemez. Bu limitlerimize bakıp “Acaba hangisini zorlamak daha kolaydır?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap şüphesiz ki zihinsel limitlerimiz olacaktır. Sonuçta insanın kas ve iskelet yapısı ve bu yapıların ne kadar gelişebileceği bellidir. Yapılan bilimsel araştırmalarla da ulaşılabilecek maksimum noktalar aşağı yukarı ortaya çıkarılmıştır. Örneğin bir insanın 100 metrelik bir mesafeyi koşmada sahip olduğu kas yapısının müsaade edeceği en hızlı zaman dilimi 9.48 saniyedir. Ancak zihinsel performansımız açısından belli limitlere sahip olduğumuz aşikar olsa da, bu limitlerin değerleri hala bulanık durumdadır. Herhangi birisi çıkıp dese: “Ben, dünyadaki en üstün zihinsel güce sahip kişiyim!” Bunu kanıtlamak mümkün olabilir mi? O kişinin en yüksek zihinsel kapasiteye sahip olduğunu neye dayanarak kanıtlayabilirsiniz? Hafızasının çok güçlü olmasına mı? Yoksa duygusal açıdan zekasının gelişmişliğine mi? Ya da belli psişik güçleri olup olmamasına bakarak mı? Çoğu zaman belirsizlik kötü bir şey olsa da zihinsel potansiyelimizin ulaşabileceği maksimum noktanın belirsizliği, biz insanlar için çok büyük bir ilham kaynağı olabilecek bir belirsizliktir. Zihnimizin varabileceği son durağı bilmiyoruz; düşünsel anlamda gelişebilme yolunda ilerlerken her ne kadar o son durağa geldiğimizi sansak da yanılma ihtimalimiz çok yüksek. Yani, zihnimizle ilgili keşfedebileceğimiz, geliştirebileceğimiz çok şey var. Peki önümüzde aşmak için zorlamamız gereken ve şu andaki düşünsel zenginliğimizi belki defalarca katına çıkarabilecek zihinsel bir potansiyelimiz varken biz insanlar ne yapıyoruz? Zamanımızı sevmediğimiz işleri yaparak harcıyoruz. Kendi kurduğumuz ve doğamıza aykırı olan bu dünya düzeninde itibar, para, güç gibi değersiz kaygılar peşinde koşuyoruz. İş-güç dışındaysa televizyonla, sosyal medyayla, magazinle meşgulüz. Kimin arkasından kimin ne dediğini öğreniyor, hangi futbolcunun hangi ünlü oyuncuyla gece kulübünde yakalandığını merak ediyoruz. Zamanımızı ve enerjimizi harcadığımız şu şeylere bakın! Sanki bu dünyada sonsuza dek kalacakmış gibi vaktimizi böylesine değersiz işlere harcayabiliyoruz. Durum böyle olunca da sahip olduğumuz zihinsel potansiyel yavaş yavaş kaybolmaya ve ortaya çıkarılması daha da güç hale gelmeye başlıyor. Medyanın dayatmış olduğu bu “uyuşturucu”nun etkisi altındayken de hayatlarımızdaki en yüksek öneme sahip olaylar yine medyada gördüklerimiz haline geliyor. Daha üst düzey ve daha faydalı işler hakkında düşünmektense televizyonda gördüklerimiz hakkında düşünüyoruz. Dünyada en çok televizyon izlenen ikinci ülke olan Türkiye’de, gün boyunca evde televizyon karşısında oturan kadınlarımızın kafalarındaki en büyük soru “Acaba bugün izdivaçta Fadime’nin talipleri kim?” oluyor. Gazetenin yalnızca spor sayfasını okuyan erkeklerimizse tuttukları takımın şampiyon olup olamayacağının derdinde. Ortada büyük bir problem var. Etrafımızda olan biten önemli gelişmelere karşı kafamızı devekuşu misali kuma gömmüş durumdayız. Şöyle ki; insanın düşünce dünyasındaki konular magazin, futbol, izdivaç, şıklık- rüküşlük olduğu zaman, insan asıl dikkat etmesi gereken konulardan bihaber yaşıyor. Henüz yaşanmış olaylardan bir örnekle bunu somutlaştırabiliriz: Ankara’da en son yaşanan ve 38 kişinin hayatını kaybettiği patlamanın olduğu akşam dahi ülkemizde en çok izlenen program ‘Survivor’ adlı yarışmaydı. Durumun ciddiyetini anlamak için mükemmel bir gösterge o akşamki reytingler. Ülkenin başkentinde, en kalabalık yerinde onlarca insanın öldüğü büyük bir patlama gerçekleşmiş ama insanlarımız böylesine önemli bir durumda ne olup bittiğini öğrenmek adına en azından haber kanallarını izlemek yerine rutinlerini bozmayarak yarışma programlarını izlemeye devam etmişler. Bunun adı “vurdumduymazlık.” İlk olarak zihnini geliştirmeme sonrasında zihnin yerinde sayması ve ardından medya tarafından dışı hoş ama içi boş ürünlerle doldurulmasıyla zihnin gerilemesi zincirine eklenen son ve en tehlikeli halka bu vurdumduymazlık. Medya insanların zihinsel potansiyellerini köreltiyor; etraflarında hatta hemen dibinde olan çok ciddi olayları dahi önemsemeyen bir tavır almalarına, vurdumduymaz davranmalarına sebep oluyor. Zihinsel potansiyeli körelmiş ve ortak bilinci medya tarafından oluşturulmuş bir toplumdan da içinde bulunduğu siyasi koşulları araştırmasını, analiz etmesini ve çareler üretmeye çalışmasını bekleyemezsiniz. Bireylerin sorgulama ve düşünme yeteneği körelmişse bireylerden oluşan toplum için de durum aynıdır. Sanki bizi eğlence dolu bir kumarhaneye tıkmışlar: “Zira, kumarhanelerde pencere ve saat bulunmaz. Zamanın nasıl geçtiğini bilmemelisin. Etrafında neler olduğunu merak etmemelisin. Dışarıda koca bir dünya olduğunun farkına varmamalısın.” (Sikkofield 133.) Kaynakça Sikkofield, Michael.(Demirel, Cemre.) Piyon. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2013. Baskı. Saime Birnur Ünal 21302550 Turk102-29 15 Aralık 2014 Hemen Şimdi Mi? “Bugünün işini yarına bırakma, mümkünse ertesi güne bırak”- Mark Twain Çoğu insan hayatta bir şeylerden kaçmaya çalışır. Olaylardan, yükümlülüklerden, sorumluluklarından. Nedense hep bize zevk veren işlerle meşgul olmak isteriz. İnsanoğlunun doğasında vardır bu istek sürekli bugün aciliyeti olmayan işleri erteleriz. Hayatım boyunca “aman ne olacak yarın yaparım” diye diye geçirdiğim kaç gün vardır kim bilir. Siz de benim gibi „erteleyici‟ misiniz yoksa „hemen şimdi‟ işinizi bitirenlerden misiniz? Bu konu hakkında çok düşündüm neden istemediğimiz, bitirmemiz gereken bir işi daha sonraya bırakarak erteliyoruz ki aslında onu erteledikçe onu daha çok düşünüyoruz. Halbuki o işi o an yapıp hem yapılacaklar listemizden hem de beynimizden çıkarsak daha rahat olmaz mıyız? Bir gün yine bu konu hakkında düşünürken –yine yapacağım bir işi erteleyip kitapçıda gezerken- gözüme bir kitap ilişti. Kitabın adı “Erteleme Sanatı”. Bana bu kadar uygun olan bu kitabı heyecanla alıp okumaya başladım ve daha sonra erteleme fikrine bakışımda farklılıklar oluşmaya başladı. Sizce de her işi bu kadar ertelerken aldığım bir kitabı anında okumaya başlamam tuhaf değil mi? Bu kitaba göre değil çünkü kitapta yapmamız gereken en öncelikli işi erteleyip yapacaklarımız listesinden önemsizleri sürekli ilk sıralara getirmemizden bahsediyor. Bunun çeşitli nedenleri var tabiki. Bazı insanlar mükemmeliyetçilik duygusundan dolayı işleri erteliyorlar. Tam olarak mükemmel yapabileceklerine inanmıyorlar ve bir türlü başlamıyorlar. Sizce de bu çok tanıdık değil mi ? Ödevlerimizi hep son ana bırakmamızı böyle açıklayabiliriz. Onların değerlendirileceğini bilerek sürekli kendimizi ödevi yapmaktan kurtardığımızı sanıyoruz. Halbuki onu erteleyerek diğer ödevlerimizi bir çığ gibi büyüttüğümüzü göremiyoruz.Örneğin ben ne zaman ders çalışacak olsam kendimi başka bir işle meşgulken buluyorum. Hiçbir zaman toplamadığım odamı nedense tam ders çalışacakken toplayacağım tutuyor. İşte bunun sebebi benim artık bir sistematik erteleyici olmamdan kaynaklanıyor. Ben mükemmeliyetçiliğimden dolayı bu ertelemeyi alışkanlık hâle getirdim Tabii bir de nerden başlayacağımı bilememek var... Bazı insanlar düzenlidir her şeyleri planlıdır bunu sadece onların hiçbir şeyi son güne bırakmamasından değil aynı zamanda en ufak ipuçlarından bile anlayabiliriz. Örneğin çantalarının düzenliliğinden, tutukları ajandalardan planlı olduklarını anlarız. Fakat eğer hem erteleyici hem de plan yapmayı alışkanlık hâle getirmemişlerdenseniz durum biraz „beterin beteri‟ hâline dönüşebilir çünkü bir işin sonunu ve gidişatını tam hayalinde canlandırmadan kısacası planlamadan bir sonuca varmak oldukça zordur.Bundan korkup nereden başlayacağını bilemediğinden sistematik erteleyeci hâle gelen bir çok kişi vardır. Mesela sizin gibi mi? Bu erteleme konusu hakkında bir sürü düşünce yazılıp çizilebilir. Çok fazla yoruma açık olduğu gibi ucu açık bırakılmış kesin bir sonuca varılamamış birçok yanı da vardır. Mesela düşündüğümüzde acaba ertelemek hayatı kaçırmak mıdır? Bu doğru bir tanım mıdır, yani ertelediğimiz şeyler yerine zevk aldığımız şeyleri yaptığımızda, öncelik listemizden altta olanları yukarı çıkardığımızda hayatı kaçırıyor olmamız düşüncesi kulağa oldukça saçma geliyor. Bir kere olayın en başında mantık hatası yok mu sizce de? Neye göre yapıyoruz bu öncelik listesini? Evet, eğer birkaç ödevden, projeden bahsediyorsak teslim tarihlerine göre bir liste oluşturulabilir fakat biz işimizin ya da okulumuzun bize getirdiği yükümlülükler dışında sorumluluklarımızdan da kaçar haldeyiz. Bu sorumlulukların bir öncelik sırası nasıl olabilir ki? Bence hayatı tadına vara vara yaşamak gerekir o an nerede olmak istiyorsan ne yapmak istiyorsan onu yapmalısın. Tabii ki sorumluklarımız var ve öncelik sırası olan bir liste var fakat hep ona uyamayız ki... Bizler robot değiliz. Bir listeye uyum sağlayamayız, duygularımız var. Yeri gelir bir haftada tüm işleri hallederiz, yeri gelir bir saatte bir haftalık iş hallederiz. İnsanın motivasyonu,konsantre olması yapacağı işteki veriminde çok önemlidir. Eğer erteledikten sonra işler çığ gibi olduğunda bile halledebiliyorsanız „hemen şimdi‟ ci olup bu hayatı bir görev haline getirmenin pek de bir anlamı yok. UMUT KARANLIK GECELERİN PARILDAYAN TEK YILDIZIDIR “Korkun seni mahkum eder, umudun ise seni özgür bırakır.” Bu söz gerçekten herkes için doğru mu? Acaba herkes tam da uçurumun eşiğindeyken kalbinin derinliklerinde ona sürekli yaşama sevinci aşılayan umudunu ortaya çıkarabilme yetisine sahip mi? Bence, insanlar artık cesaret edemiyor buna. Belki de o korkunun karanlık ve kasvetli yüzünden bir anlık da olsa sıyrılabilme cesareti gösterip de güneşin sıcaklığını tenimizde hissetmeyi denesek, işte o zaman, hayata karşı bembeyaz bir sayfa daha açabiliriz. Yeni hayallerle, umutlarla doldurabileceğimiz tertemiz bir sayfa... Bana göre umut, o çevirmeye korktuğumuz sayfalarda gizli işte. Ve ne zaman o sayfaları çevirebilirsek o zaman hayatta ikinci bir şansı elde edebiliriz. Ben buna cesaret edebilir miyim açıkçası hiç sanmıyorum. Herhalde hafif bir rüzgarda savrulan yaprak gibi olumsuzluklar karşısında, o son dalın da koptuğunu düşündüğüm anlarda, çabucak yıkılabiliyorum. Benim aksime Esaretin Bedeli’nde, gözlerindeki o hiç sönmeyen ışığıyla beraber Andy Dufresne bize nelerin başarılabileceğini gösterdi tam da sıfırı tükettiğini düşündüğümüz bir anında. Nice hayallerle doldurabileceği hayatı elinden alınıp soğuk hapishane duvarları arasına kıstırıldı hem de bir hiç uğruna. Bir insanı sadece kendi iç sesiyle birlikte yaşayacağı bir çukura itmek, elindeki en büyük hazinesini, umudunu, elinden almak bu kadar kolay olmamalı bence. Şu an boğazımın düğümlendiğini hissedebiliyorum. Gerçekten Andy’nin yerinde olmak istemezdim. Hem de hiç! Andy’nin bembeyaz defteri o an kirlenmeye başladı işte. Belki de ben böyle düşünüyorum. Belki de o herşeye rağmen rüzgarın sıcaklığını tekrar teninde hissedip özgür insanlar gibi yaşayabileceği günlerin hayalini kuruyordu. Kim bilir? “Unutma, umut iyi bir şeydir hatta dünyadaki en iyi şeydir ve iyi şeyler asla kaybolmaz.” Bu sözler, benim kendimi onun yerine koymaya cesaret bile edemeyeceğim Andy’e ait. Bu sözleri ne zaman hatırlasam kendimi tatlı bir gülümsemeden alıkoyamıyorum. Sanki eksik yönlerimi tamamlayan nadide bir parça. Belki de o karalanmış defterleri silecek bir silgi. Şu an o silgi tozlarını atmak, bir daha asla görmek istemiyorum. Evet elimin kenarıyla atıyorum ve insana huzur veren tertemiz bir sayfa daha çıkıyor karşıma. Karanlık çöktüğünde bunun bir gerçek olmadığını anlamıştı Andy. Artık bununla yaşamaya alışmak zorundaydı. Artık hayatı elinden alınmıştı. Elinden ne gelebilirdi ki? Tıpkı biz de hemen her rüzgarda eğilmeye meyilli insanlarız. Düşük not aldığında üzülen, sevgilisinden ayrıldığında kahrolan, incir çekirdeğini doldurmayacak birçok sebepten dolayı hayatın bizi bir adım geriye atmasına engel olamayan insanlar... Ne kötü ama! Hafif bir rüzgarda yıkılırsak eğer asıl fırtına başladığında ne yaparız sonra? Aslında biz de karşılaşıyoruz aşılması güç duvarlarla. Ama pes etmemek, hayatta tekrardan ben de varım diyebilmek için o duvarları aşabilmeliyiz. Belki para, belki aşk, belki de aile dediğinizi duyar gibiyim. Ama bana sorarsanız kalbimizde kalan o son umut damlasını bile paylaşabilme cesareti gösterebilen arkadaşlarımız... Hani sizin de vardır öyle arkadaşlarınız. Hatırladınız işte! Red de Andy’nin karşısına tam da dayanma gücünün bittiği bir anda çıktı. Kendini, o karalanmış defterini, artık kabuk bağlamaya başlamış acılarını adeta görmezden gelerek. “O çocuk, o aptal çocukla konuşmak istiyorum ama yapamıyorum. O artık eskide kaldı.” Red’in sözlerindeki bu acizlik, elinden hiçbir şey gelmemesi, geriye baktığında tozlanmaya yüz tutmuş simsiyah tablolardan başka hiçbir şey görememesi... Buna rağmen kalan o son umut damlasını da arkadaşıyla paylaşabilmesi... Açıkçası tüm bunlar benim kalbimin karanlık köşelerinde gizli kalmış acılarımın günyüzüne çıkmasına neden oldu. Anneannem vefat ettiğinde, annemi hatırlıyorum da gerçekten yapacak hiçbir şeyi yoktu. Bir insan ne kadar aciz olabilirdi ki? Sanırım gözyaşlarım da benimle aynı fikirde. Gerçek hayatta artık pek de karşılaşamadığımız bir arkadaşlık örneği tekrardan yüzümde bir tebessüme neden oluyordu. Aslında Red ve Andy’nin bu dostluğu bizim hayatımızdaki eksiklikleri o kadar güzel kapatıyordu ki onları bir anda sevmeye başlamıştık. O karanlık kuyudan çıkmak için Red’in ona adeta bir ışık yakması bizim de kalbimizin atışlarını tekrardan hızlandırıyordu. İnsanın bazen o ışığa gerçekten ihtiyaç duyduğu zamanlar oluyor. Belki de asıl mesele o ışığı aramaktır. Ama biz o ışığın verdiği umutla esas aydınlığa çıkacağımız zamanı hayal edebiliyor muyuz? Mesela bazen gerçekten yapmak istediğimiz şeyler olur da ya cesaret edemediğimizden dolayı yada gizli kalmış hüsranlarımızın önümüze ket vurmasından dolayı geri çekiliriz bir adım. Neden acaba? Bence siyah da bir renk sonuçta. Tamam pek iç açıcı gözükmeyebilir ama diğer renkleri görmememize engel oluşturmamalı. Ayakkabımız batacak diye önümüzdeki çamuru yollardan kaçmak hiç de adil değil bence. Bazen bu hisse kapıldığımı hissedebiliyorum ne yazık ki. Çok kolay bir iş değil tabii ki siyahın o karanlık yüzünün arkasından beyazın o göz kamaştırıcı güzelliğini görebilmek. Sanırım burada beni kamçılayan bir şey var ve bu şey de Andy’nin o karanlık tünelden çıkmasını sağlayan şeyden farklı değil. Aklından ne geçiyor? Yapmak ile yapmamak arasında mı kaldın? Belki tünelin sonu tekrar karanlık bir kuyuya çıkıyor belki de aydınlığa. Belki yeni hüsranlara belki de yeni umutlara... Kim bilebilir ki? Sanırım artık bu ikilem arasında kalmaktan bayağı yoruldum. Hep korkuyla da hayat geçmez ki! Kalbimin derinliklerinde kalan son umut damlaları belki de benim son şansım. Sizden söküp alamazlar onları, onlar sizindir. Bana sorarsanız umudun size fısıldamasına kulak verin ve tünelin sonundaki ışığın sönmesine de asla izin vermeyin. TALHA BOZKUŞ Melisa Nazlı Aras Hislerimiz (Ya Da Hissizliğimiz) Çocukluğumdan beri hayatı sorgulayan bir insan olmuşumdur. Buna rağmen bazen öyle anlar oluyor ki kendime soruyorum. Acaba ben cidden mutlu muyum? Etrafıma bakıyorum mesela. Bir sürü insan görüyorum. Bir şarkı duymuştum, Beyoncé’nin kendi ismini taşıyan albümünde, sorguluyordu, “Bu dünyadaki insanlar hayatta kalmak için sabah 9 akşam 5 çalışıyorlar, nasıl olur?”1 diye. Çevremdeki insanlara sorsan hepsi mutlular. Çünkü sabahtan akşama kadar çalıştıkları ve hayatta kalabildikleri bir işleri var. Stefan Zweig’in Olağanüstü Bir Gece’sinin ana karakteri benimle aynı düşüncelere sahip olan zengin bir baron. Hayatındaki zenginlikten sıkılıyor ve kendisi ile düşüncelere dalıyor. Aynı durumdayım. Hemen hemen. Son zamanlarda yaptığım harcamalara bakıyorum mesela. Hayatım boyunca hep çok para harcayan bir insan oldum. Yani en azından kendim para harcamaya başladığımdan beri. Ailem için de bu geçerli. Kendimi mutlu sanıyordum, ama öyle miyim gerçekten? Kendimi en yalnız hissettiğim zamanlarda alışverişe çıkardım. Peki ya canımın alışverişe çıkmak istemediği bir an olursa? Bunu pek düşünmemiştim. İnsanlar olarak bir döngü içerisinde kısılıp kalmışız. Yukarıda bahsettiğim iş örneği ya da bir düğün mesela. Evet, basit bir düğün. Örneğin kadınlara rol biçiliyor. Bir kadının mutlu olması için yapması gerekenler: İyi bir evlat olmak, iyi bir eğitim almak, çok erken evlenmemek gerek ki kocaya kaçmış denmesin, çok geç evlenmemek gerek ki evde kalmış denmesin, otuzuna kadar çocuk doğurmak… Kadın mutlu mu peki? Var hayatımızda böyle mutlu olan insanlar. Hayattaki bütün amaçlarını yerine getirmiş gibi hissediyorlar. Sonra da boşandıklarında bir boşluğa düşüyorlar. Çoğu kadın vardır, mesela aldatılmayı saymazlar, çünkü düzenlerini bozmak istemezler, uğraşmak istemezler. Mutlular onlar. Hayal dünyalarımızda yaşıyoruz. Bize dayatılan bir mutluluk kavramı var ve böyle devam ediyoruz. Kimse çıkıp da cidden mutlu muyum demiyor. Bir döngü içinde dönüp duruyoruz. Ruhsuz varlıklara dönüştük hepimiz. Kitaptaki Baron’da öyleydi. Şu sözü asla unutamayacağım: “Toplum içinde olduğum zamanlarda da hayranlığımı ifade ederken yapay bir heyecan sergileyip etkileyici şeyleri abartarak içimin ne kadar hissiz ve kayıtsız olduğunu gizlemek için bir anlamda gösteri yapıyordum” (Zweig 10). Bugün bir arkadaşım yaşadığı bir aşk acısından bahsetti. Hatta gözümün önünde yaşadı. Yapabildiğim tek şey sahte bir şekilde onu teselli etmekti. Arkadaşımı sevmediğimden değil. Sadece artık hissedemiyorum. Her şey boş gelmeye başlıyor bana. Yanlış anlaşılmasın, sıkılıyor değilim. Garip bir şekilde hiçbir şey hissetmiyorum. Sadece boş boş bakıyorum. Evet, üzülmem gerektiğini biliyorum, çünkü bana böyle öğretildi. Fakat üzülemiyorum. Belki de yaptığım her şey bu mantık üzerine kuruludur. Çünkü üzülmem gerek. Kime göre neye göre. Sahi duygularımızı kime göre belirleriz ki? Belki de bugüne kadar yaşadığım her duygu aslında benim yaşadığım duygular değildi. Tamam, hepsi demeyeyim, fakat en azından fiziksel değil de ruhsal duygularım böyleydi. Fizikselden kastım mesela acı. Birisi bacağımıza vurduğunda acı hissederiz ve ağlarız. Peki ya kalbimiz acıdığında? Cidden acır mı yoksa başkasının kalbinin bu şekilde acıdığını görüp mü acı hissettik? Bizim duygularımız savunma mekanizmamız mı, yoksa sadece ciddi duygularımız mı? Açıkçası bu soruların cevabı bende yok. Çünkü dediğim gibi hala sorguluyorum. Sonucu ne olur bilemem ama açıkçası bu şekilde yaşayan tek kişi ben değilim bunu biliyorum. Kaçımız sorgular kaçımız bu şekilde sadece yaşar onu da bilemem. Tek bildiğim hayatım boyunca hissiz yaşasam bile hâlâ oynamaya devam edeceğim. Çünkü diğer türlü ben deli olacağım.
 1 Alıntı olan şarkıyı kendim çevirdim. Bu nedenle kaynakçada sadece şarkının bilgilerini verdim. Melisa Nazlı Aras Kaynakça Knowles, Beyoncé ve Asher, Jordan Boots. Haunted. Columbia Records ve Parkwood Entertainment, 2013. CD. Zweig, Stefan. “Olağanüstü Bir Gece”. Çev. İlknur İgan. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Baskı. Salih Taylan Tamamoğulları SON CÜMLE BİR ŞAKA Mars’ta mahsur kalmış olmasak bile hepimizin yalnız olduğunu düşünürdüm. Mars’ta mahsur kalan bir adamla karşılaştırıldığımızda daha az yalnız görünebilirdik ama gerçekte tüm yaptığımız daha gürültülü bir yalnızlık geçirmekti. Bunun nedeni benliğimizin asıl evrenden kesilerek izole edilmiş olmasıydı. Benliğimin asıl evrenden kesilmişliğini fark etmem küçük bir çocukken babama uzayın sonunda ne olduğunu sormamla gerçekleşmişti. Uzayın sonsuz olduğu cevabını aldığımda benim dışımda var olan ne kadar çok şey olduğunu fark ettim. ‘Ben’ kelimesini her kullandığımda ifade ettiğim şey şuydu: Sonsuz büyüklükteki bu şeyden ayrıyım. İçimi rahatlatan şey asıl evrenden ayrı olmanın bana has bir şey olmadığını fark etmek oldu. Bu her insanın ortak kaderiydi. Bu yüzden ondan kurtulmak için nafile çabalara girişmedim. Onu kabullendim ve onunla yaşamaya karar verdim. Dışarıdan bazen soğuk biri olarak yorumlanmama yol açacak olacağının farkında olmama rağmen kendimi ne herhangi bir kişiye, ne herhangi bir gruba ne de herhangi bir şeye bağladım. Ben bendim ve bundan ibarettim. Diğer her şeyden ayrı olarak yaşamaktan başka bir seçeneğim yoktu. Yakınımdaki insanların kendilerini âşık oldukları insanlara, siyasi gruplara ya da sahip oldukları şeylere bağlamaya çalışmalarını çok defa izledim. Denedikleri şeyin mümkün olmadığını anlatmaya çalıştığım zamanlar oldu. Beni dinlemedikleri zamanlar çok oldu ama eninde sonunda denemelerinin başarısızlıkla sonuçlandığını fark ettiler. Yine de hiçbiri bana “sen haklıymışsın” falan demedi. Yalnızlığı hissettikçe canları yanıyordu belki de. Bu yüzden üstelemedim. Diğer insanların yalnızlığın mecburi bir durum olmadığına dair derinlerden gelen inancı beni de düşünmeye itti. Acaba yanılıyor muydum? Belki de yalnızlıktan kurtulmanın mümkün olduğu bir dünyada ondan kurtulamayan bir kişi olmaktan korkuyordum. Belki de ondan kurtulamayacak kadar beceriye sahip olmam yüzünden değil ama diğer şeylerden ayrı olmanın egoma sağladığı haz yüzünden yalnızlığı bırakamıyordum. Bu yalnızlığa bağımlı olduğum anlamına mı geliyordu? Bu konu üstünde bir süre düşündükten sonra en başta yanıldığımı fark ettim. Diğer her şeyden tamamen ayrı falan değildim. Mesela sabahları ıslık çala çala sahilde yürüyüş yaparken denizi dinlemeyi seviyordum. Babamın hafta sonu sabahları ben uyurken odamın içine sinsice süzülüp bağıra bağıra söylemeye başladığı türküden nefret ediyordum. Kurbağalardan tiksiniyordum. Balıklardan korkuyordum. Bu duygular benim ve bu şeylerin arasındaki bağ idi. Aslında bildiğim her şey ile aramda bir ilişki bulunuyordu. Ben bunu istesem de, istemesem de. O zaman “ben” kelimesini kullandığımda ifade ettiğim şey neydi? ”Ben” olmam ne işe yarıyordu? “Ben” olmam beni diğer şeylerden ayırmıyordu. Aksine bu diğer şeylerle kendi aramda ilişki kurmam için verilmiş bir şanstı. En başta sandığım gibi diğer her şeyin kendi aralarında ilişkili olduğu benimse diğer her şeyden ayrı olduğum doğru değildi. “Diğer her şeyi bir araya getiren nedir?” sorusunu cevaplamaya çalışsam bunu erkenden fark edecektim çünkü bu sorunun cevabı “ben”dim! Her şey benim üstümden ilişkilenmişti. Bu yüzden her şeyi tek bir şey sanmıştım. Aslında bir tek şey sandığım ilişkisiz bir sürü parçanın benim tarafımdan bir araya getirilmesiydi. Yalnızlığımın kendi kendime oluşturduğum bir illüzyon olduğunu fark ettiğime göre artık diğer şeylerle aramdaki bağların tadını çıkartıyorum. Diğer insanları kendilerini yalnızlaştırmamaya teşvik ediyor, onlara “ben” olmanın güzelliklerini anlatıyorum. Artık “ben” olmaktan o kadar keyif alıyorum ki, Salih Taylan Tamamoğulları kendime birkaç yeni ben daha yarattım. Bazıları çoklu kişilik bozukluğuna sahip olduğumu iddia edebilir ama canları cehenneme. Av Mevsimi Yönetmenliğini Yavuz Turgul’un yaptığı harika bir filmdir Av Mevsimi. Bir bataklıkta bulunan, genç bir kıza ait olduğu belirlenen parçalanmış bir el ile başlar hikaye. Cinayet masasının üç polisi olan Ferman, İdris ve Hasan’ın bu cinayeti çözmeye çalışırken karşılaştıkları zorluklar bir yandan özel hayatlarında yaşadıkları problemler, sokaktaki uyuşturucu satıcısından, Türkiye’nin sayılı iş adamlarının birine kadar uzanan bir araştırma döngüsü anlatılıyor. Av Mevsimi kesinlikle Türk sinemasında örnek alınması gereken yapıtlardan birisidir. Sinemada Amerikan etkisinden dolayı gerçeği sadece bazı yönleriyle yansıtan filmlerin aksine Av Mevsimi abartısız sade ve en önemlisi doğrudan Türkiye’yi yansıtan bir filmdir. Konuşmalar, mekanlar, aile yaşantıları bunlar gibi toplumun parçalarını yansıtan detaylar insanın aklının Türkiye dışına çıkmasına sebep olmuyor. Yani bu filmin verdiği his özentilik değil, özgünlük. Durum böyle olunca filmi izlerken olay ile bütünleşmeniz ve takip etmeniz kolaylaşıyor. Temelde filmin konusu esrarengiz bir cinayetin çözülmesi olmasına rağmen izlerken çok farklı ve karmaşık duygulara maruz kalabiliyorsunuz. Bir sahnede hayatını birbirine adamış iki insanı izlerken ardından parçalanmakta olan bir ilişkiyi görüyorsunuz ya da yeni kurulmaya çalışan bir yuvanın aşamalarına şahit oluyorsunuz, biraz varlık içinde yaşasalar da çaresizliğe gömülenleri. Hayat karmaşasının içinde bir anda her şeye rağmen birkaç dakikalığına da olsa gülebilen insanlar görüyorsunuz. Farklı gayeleri olsa da sevdikleri ve kendileri için hayatın devam edebilmesini sağlamak amacıyla cinayet büroda türlü türlü tehlikeleri göze alıp işlenen cinayetlerin peşindeki polislere saygı duyuyorsunuz. Günümüzün dizi veya filmleri için hayatta bazı şeylerin çok kolay gösterilmesinden rahatsızlık duyduğumu söylerdim ancak Av Mevsimi bu düşüncenin tam aksi yapıda bir film. İnsanların filmlere özenip orada gördüklerini gerçek hayata taşımaya çalışmalarındansa, filmde bile olsa hayatın gerçeklerini görüp zorluklarını özümsemelerini tercih ederim. İçerikteki bu çeşitlilik, filmin türü olarak sunulan dram ve gerilim özellikleri birçok farklı olayda ve değişik açılardan istenilen duyguların verilmesini kolaylaştırıyor. Bu şekilde izlerken yaşanılanları detaylı bir şekilde görerek sıkılmadan daima filme odaklanma şansı bulabiliyorsunuz. Filme kalite kazandıran başka bir konu ise oyuncu kadrosu. Şener Şen, Çetin Tekindor, Cem Yılmaz’ın başı çektiği kadro kendini ispatlamış yetenekli oyunculardan oluşmaktadır. Çetin Tekindor her zaman olduğu gibi ciddi bir karakteri canlandırmakta fakat komedi ile özdeşleşen Şener Şen ve Cem Yılmaz tamamen izleyicinin onları görmeye alıştığı karakterlerin dışında rollere sahipler. Şener Şen’i Yeşilçam döneminden beri komedi filmlerinde izlememizden, Cem Yılmaz’ın ise komedyen olarak parlamasından dolayı ilk bakışta filmden daha farklı beklentiler içinde olabiliyorsunuz, komik bir şeyler görmeyi hayal ediyorsunuz ancak gerek filmin gidişatı gerekse bu iki yetenekli oyuncunun rolleriyle uyumu kısa sürede hiç beklemediğiniz tarzda bir şeyler görmeye hazır olmanızı sağlıyor. Oyuncu kalitesi bu kadar yüksekken anlatılmak istenilen duygular ya da işlenen konular pek havada kalmıyor. Her şey yerli yerinde, işleyiş güzel bir izleyici başka nasıl memnun edilebilir ki. Oyuncular, senaryo, işlenen duygular derken film kulağa mükemmel gelebilir ancak tek bir kusuru var. Buna kusur demek ne kadar doğru bilinmez fakat filmde işlenen dram çok fazla gelebiliyor insana, çünkü başlangıçtan itibaren şahit olduğunuz hayatlar, takip ettirilen olayların hiç birinde mutluluk yok. Olayların birisi hariç hepsinde kötü ihtimaller gerçekleşiyor. Tek olumlu gelişme ise cinayet davasının çözülüyor olması. Özellikle sinemada izledikten sonra film insanın üzerinde bir mutsuzluk hissi bırakabiliyor. Buna rağmen bu değerli yapıtın harika bir film olduğunu belirterek kesinlikle izlenmesini tavsiye ediyorum. Müzik-siz misiniz ? Baş yaratan Zeus, aşkına yenik düştü ve kalbinin sahibi olan Mnemosyne ile 9 gecelik bir kaçamak yaşadı. Bu gecelerin her birinden birer peri kızı oldu. Bu kızlar ilham perileri olarak dünyaya sanatın farklı alanlarını getirmek ve insanlara ilham vermek için adanmış birer harikaydılar. Antik Yunan Mitolojisine göre onlara ‘Muse’ dendi ve her ‘Muse’ un kendine göre başka bir yeteneği vardı.( Muse,aynı zamanda ‘Müzik’ kelimesinin kökenidir.) Yanısıra, Apollon Tanrılar meclisinde ‘Lir’ çalardı ve sanatı diğer tanrılara bünyevi keyif vermek adına kullanırdı. Yıllar boyu bu hikayeleri dinleyerek büyüyen ve müziğe gönül vermiş biri olarak bu kadar derin tarihi olan, sonsuz bir armoni imkanı sunan ve her duyguyla beraber yeni bir şey yaratmaya müsait olan bu engin denizin kullanılmamasına isyan ediyorum ! Popüler kültürle beraber sadece para kazanmaya yönelik ve o ekranlarda gördüğümüz ‘Marjinal Ünlü Hayatı’ olarak adlandırılan yaşamı tatmak için yapılan aynı işler artık can sıkmaya başladı. Pop müzik gerçekten keyif verebilir ve herkese de hitap edebilir fakat bir yandan da düşünmemiz gereken şey neden Türkiye’de Jazz, Blues, Reggae vs. tarzı müzikle uğraşan insanlar neden yeteri kadar ilgi görmeyip, uğrak yeri olmayan yerlerde müzik yapmak zorunda kalıyor. (tabi, eğer şanslılarsa ya da kendi çevreleri varsa) Böyle sanatçılar çareyi genelde daha fazla kıymet gördükleri ülkelerde arıyorlar ve biz bu değerlere sahip çıkamıyoruz. Yakın zaman içersinde, daha önceden ismini bir filmin müziklerini yapması sayesinde duyduğum bir sanatçının konserine gittim. İsmi Can Gox(Can Göksun). Konsere gitmeden öncede kendisini biraz araştırmak istedim ve daha önceden ‘Blues Mobile’ adlı bir grubunun olduğunu öğrendim. Zamanında bu tarzda çalan ve söyleyen birisinin o gün neler yapacağını ve nasıl bir performans izleyeceğini çok merak etmiştim. Hemen biletimi alıp konser saatini beklemeye başladım. Sahneye çıkacakları mekan yaklaşık 1000 kişiyi rahat kaldırabilecek düzeydeydi fakat saat yaklaştıkça içerideki sayının 10-15 kişiyi geçmemesi beni hayrete düşürmüştü. Sahne saati geldiğinde içeride yaklaşık 20 kişiydik. Grup sahneye çıktı, bizi selamladı ve öyle bir giriş yaptı ki gerçekten içerideki herkesin tüylerinin ürperdiğini hissettim. Can Gox’un sesi, sahnedeki samimiyetleri ve hepsinin ayrı ayrı enstrüman yeteneği o saatleri inanılmaz kıldı. Daha önceden merak ettiğim Blues ve Jazz türündeki eserleri de çok kaliteli bir şekilde çaldılar. Kendi tarzlarını çok iyi yansıttıklarını düşünüyorum. Bunu sadece sanatın başka dallarına olan bir sempatizanlık olarak algılamamak lazım. Bence önemli olan yaptığın işte özgün olmak ve bir şeyler yaratmayı amaçlamak. Bu Türk Halk Müziği için geçerliyken, arabesk, elektronik müzik, rap vb. farklı tarzdaki her müzik dalı için geçerlidir yoksa herkesin aynı şeyin gölgesinde ilerlediği bir yerde kimse güneşi göremez. Biraz vakit geçtikten ve ilk yarı olduktan sonra az önce sorduğum soruyu ilk defa o an kendime sordum. Gerçekten dünya çapında olabilecek böyle bir ses, sanatını bu şekilde icra ederken, öbür tarafta sadece bir iki kişiyle bağlantısı olduğu için sıfır yetenekle ünlü olmuş kişiler…Nerede sanata verilen değer ? Tabi ki bunu genel algılamamak lazım. Pop dalında da gerçekten çok kaliteli ve başarılı sanatçılar var ama olmayanlarını da görme imkanımız bol bol oldu. Bu yüzden insan garip bir şekilde arada kalıyor. Sevdiğin ve inandığın şeyin uğruna bütün riskleri alıp hayallerinin peşinden gitmek mi yoksa maddiyatı önemseyip kendi ideallerinden vazgeçmek mi ? Umarım bu soruları sormaya gerek kalmadan sanata verilen değerin ülkemizde arttığını görebiliriz. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi ; “Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.” Mehmet Gökhan Şimşek DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i küçükken ilk defa okumuştum. O zaman okuduğum kitap asıl kitabın kısaltılmış, çocuklara uygun hale getirilmiş bir versiyonu olsa da konu, beni derinden etkilemişti. Büyüdükçe bu büyük esere olan hayranlığım daha da arttı. Bu hayranlığın sebeplerinden biri de romanın bir insana katabileceği birden fazla değere sahip olması. Tarihe bağlı bir konuyla ilerleyen roman fedakârlık, iyi niyet, cesaret gibi birçok temayı içinde barındırıyor. Bu yazıda ise Jean Valjean’ı örnek vererek bir insanın değişime her zaman açık olduğunu ve ünlü bir atasözünün, “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” sözünün geçersizliğini savunacağım. Öncelikle Jean Valjean’ın hikâyesini kısaca anlatmak isterim. Valjean, bir ekmek çalma suçundan dolayı tutuklanan ve kaçmaya çalışmasından ötürü cezası on dokuz yıla çıkarılan bir mahkûmdur. On dokuz yılın sonunda kurtulduğunda ise kendisine verilen bir belge yüzünden gittiği her yerde bir suçlu muamelesi görür. Sonunda kendisini evine davet eden bir rahibin gümüş takımlarını çalar ama yakalanınca rahip hiçbir suçlamada bulunmaz, hatta neden daha fazla almadığını sorar. Bu olay Valjean’ın ruhuna, kişiliğine dokunur ve artık dürüst bir hayat sürdürmeye başlar. Rahibin yaptığı bir hareket, bir iyilik Valjean’ın hayatını ve ileride karşılaşacağı birçok insanın hayatını değiştirir. Bu tarz değişimler, hayatlara dokunan olaylar sandığımız kadar nadir değildir. Çünkü insanlar sürekli etkileşim içinde olan canlılardır. Aristo’nun Politika adlı eserinde bununla alakalı bir söz geçer: “İnsan politik bir hayvandır.” Burada bahsi geçen “politik” sıfatı insanların bir toplum içinde yaşamasının, bir toplumun parçası olmasının gerekliliğini gösterir [1]. Toplumda yaşayan insanlar birbirleriyle etkileşime girer. Her etkileşim, kelimenin aldığı –leş ekinden anlaşılabileceği üzere, iki taraflı olarak gerçekleşir. Her etkileşim, iki tarafın da hayatını değiştirir. Her karşılaşma, her iletişim bir farklılık yaratır. Bu farklılıklar ve etkileşimler ise evreni, hayatı birçok farklı şekilde etkileyebilir. Bu konuda birçok düşünce ve ortaya atılmış birçok teori var. Belki bunlardan en ünlüsü ve bana göre en ilgi çekici olanı ise paralel evrenler teorisi. Bu teoriye göre sonsuz sayıda paralel evren, sonsuz sayıda olasılık vardır. Bu teoriden yola çıkarak denilir ki verdiğimiz her karar, yaşadığımız her karşılaşma farklı bir paralel evrende tam tersi olarak görülebilir ve bu evren bizimkinden farklı gelişebilir [2]. Bunun sebebi de bizim, çevremizdeki insanları kararlarımızla veya söylemlerimizle etkilememizdir. Böylelikle gelişen zincirleme olaylar, farklı insanlar ve farklı durumlar doğurur. Her insan değişime açıktır. Bu değişimler sadece kendisini değil, çevresindekileri de değiştirebilir. Buna örnek olarak Valjean ve Javert verilebilir. Hayatını iyiye ve Cosette’i yetiştirmeye adayan, suçlu kimliğinden arınarak kendini değiştiren Valjean; bir yandan da Javert’ten kaçarak yaşar. Ancak bir gün Javert’in kaderi Valjean’ın ellerine bırakıldığında, Javert’i serbest bırakır. Bu iyiliğe dayanamayan, bir suçlu tarafından kurtarılan Javert; artık bu insanı kovalayamayacağını, hayatının en büyük hedeflerinden birinin boş olduğunu fark ederek intihar eder. Bu örnekten de görülebileceği üzere, bir insanın değişebilmesi için gerçekleşen etkileşimin sevgi veya arkadaşlık duygusundan çıkması zorunlu değildir. Düşmanlar, birbirlerinden nefret eden insanlar bile bir diğerinin hayatını değiştirebilir. Herakleitos’un bir sözü vardır: “Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz.” Bu söz, değişimi ve oluşu simgeler. Bence bu sözü insanlara da uygulayabiliriz. Bir insan da ırmak gibi sürekli değişir; günleri aktıkça birikimler, ırmaktan geçenler değişir. Bir insan asla dünkünün aynısı değildir. Her yeni gün, her yeni karşılaşma insana bir şeyler katar. Önemli olan bu değişime hem açık olup hem de bu değişimi kabul edip etmeyeceğimize karar verebilmektir. KAYNAKÇA [1] Kantarcı, Zeynep. 'En İyi Yönetime Giden Yol: Aristoteles'in Siyaset Felsefesi'. Mavi Atlas GŞÜ Edebiyat Fakültesi Dergisi 2014. Web. 20 Mar. 2015. [2] Cankoçak, Kerem. "Başka Dünyalar" Var Mı? 1st ed. İstanbul: N.p. 7-9. Web. 20 Mar. 2015. Mehmet Mert EPSİLELİ SENİN DERDİN SANA Herkesin kendine göre dertleri vardır ve genel olarak her insan kendi derdinin en büyük dert olduğunu düşünür çünkü insan başına gelmeyince anlayamaz. Kimine göre en büyük dert yoksulluktur, kimine göre hastalık, kimine göre hasret... Herkese kendi derdinin büyük geldiğini düşünürsek, küçük dertler yoktur aslında. Kadire Bozkurt, kitabına Küçük Dertler ismini verirken ironi yapmış bence, anlattıkları göz önüne alındığında aslında büyük sıkıntılar olduğunu her okuru kabul etmiştir diye düşünüyorum.1 Şöyle bir düşündüğümde, dertsiz, tasasız 1 ayımın bile geçtiğini hatırlamıyorum. Birbirleriyle karşılaştırıldıklarında büyüklü küçüklü dertler sürekli oluyor. Bu bazen bir sınav stresi oluyor, bazen bir hastalık. Mesela bana bir sınav döneminde sorarsanız en büyük derdin ne diye sınavlar derim herhalde sanki çok büyük bir dertmiş gibi çünkü o an başka bir derdim yok. Oysa ki o an öyle dertler var ki benimki onların yanında denizde kum tanesi gibi kalır. Mesela çocukları trafik kazası geçirmiş bir ailenin o an çocuklarının ameliyattan çıkmasını beklediğini düşünemem ya da bir babanın evine ekmek götüremediği için eve nasıl gideceğini düşündüğünü düşünemem ne kadar da bencilce ama insanın doğası bu. Başına gelmeyince bilemiyor insan. Kim istemez ki dertsiz, tasasız bir hayatı. Her şey gönlünce olsun, her istediğine hemen kavuşsun kim istemez. Ancak öyle bir durum ki insan dert olmayınca rahatlığının kıymetini bilemiyor. Hiç hasta olmayan biri sağlıklı olmanın değerini, açlık çekmeyen biri açlığın nasıl bir durum olduğunu, yokluk görmeyen biri fakirliği nasıl bilebilir? Yani her şey karşıtıyla birlikte vardır. Gece olmasaydı gündüz diye bir kavram olmasaydı ya da sıcak olmasaydı soğuk diye bir kavram olmazdı. Bu şekilde düşündüğümüzde dert olmasaydı çare de olmazdı. Mesela bademcik ameliyatı olmadan önce hakkında internette biraz araştırma yapmıştım. En basit ameliyat olduğunu ve diğer ameliyatlara göre acısının daha az olduğunu söylüyordu doktorlar. Yorumları okuduğumda insanlar çok acıdığını su bile içemediklerini söylüyorlardı. Ben kendi kendime en basit ameliyat olduğuna göre böyle bir şey yoktur insanlar ne kadar abartıyor diye düşünüyordum. Olmadan önce ameliyat benim için küçük bir dertti. Ancak olduğumda anladım ki cidden dedikleri kadar varmış. Suyu bırakın ağrı kesici olarak verdikleri ilacı bile içemiyordum. İşte o zaman farkına vardım gerçekten büyük bir dertmiş. Yani küçük dert kavramının sadece o derdi yaşamayanlar için olduğunu anladım. Konuyu başka bir açıdan ele almak istiyorum. Sizce dertsiz insan var mıdır? Mesela derdi açlık olan birine sorarsak bize karnını doyurabilen insan dertsizdir diyebilir ya da bir hastaya sorsak sağlıklı insanların ne derdi olur ki diyebilir. İşte biz insanlar bizim hayallerimizdeki şeylere sahip olan insanları dünyanın en şanslı en dertsiz insanları olarak görürüz ancak durum pek de böyle değildir. Bence herkesin kendine göre bir derdi vardır. Her insan ünlü olmak ister. Ünlü olunca hayatında hiçbir sıkıntının kalmayacağını düşünür. Öyle olsa dünyaca ünlü şarkıcı Kurt Cobain intihar eder miydi? Sıkıntısı olmayan biri neden intihar etsin ki? Dert doğumumuzla başlar. Bebekken bu dertleri biz çekmeyiz, annelerimiz çeker. Bizim ihtiyaçlarımız, beslenmemiz, güvenliğimiz onlar için bir derttir. Aslında annelerimize dert olduğumuzu söylemek pek doğru olmaz, onlar için fazladan sorumluluğuzdur desek daha iyi olur. Biraz düşünmeye, aklımız başımıza gelmeye başladığında ise kendi 1 http://www.okuryazar.tv/kadire-bozkurt-kucuk-dertler/dertlerimiz ortaya çıkar. Kronolojik olarak sıralarsak okul ödevleri, mezuniyet, iş bulma, evlilik, aile kurma diye gider. Artık yaşın ilerlemesiyle hastalık derdi de başlar. Sonuç olarak dert bizim doğamızda vardır. Onunla beraber dünyaya geliriz ve o ölene kadar yanımızdan ayrılmaz. Bu kadar da sadıktır. Bozkurt, Kadire. “Küçük Dertler”. Alakarga Yayınları Kaynakça http://www.okuryazar.tv/kadire-bozkurt-kucuk-dertler/ HİÇLİK Elime aldığım andan itibaren büyük bir gerilim ve merakla bir solukta okuduğum bir kitabı paylaşacağım bu defa sizlerle. Satranç… Stefan Zweig’ın uzun öykü türünde yazdığı derin bir psikolojik baskı içeren kitabı... Bu kitap yazarın intihar etmeden önceki son kitabı. Kitaba bakacak olursak Zweig’ın nasıl bir psikolojik bunalım içinde yaşamına son verdiğini çıkarabiliriz. Yalnız öyle başarılı bir yazar ki Stefan Zweig, bir öykü ancak bu kadar sizi içine çekip olayları yaşatabilir. Kitabı iki yönden inceleyebiliriz. Birincisi yazar aslında öyküde İkinci Dünya Savaşı Dönemi’nin Nazi Almanya’sına dokundurmalarda bulunuyor. Öykünün merkezinde iki karakter var ve bu iki karakterin temsil ettiği şeyler var. Bunlardan kısaca bahsedeceğim. Ama asıl üzerinde durmak istediğim şey kitapta psikolojik baskı olarak işlenen hiçlik duygusu… Kitaptaki olaylar uzun bir gemi yolculuğunda geçiyor. Kitabın anonim olan ana kahramanı yolculuk sırasında gemide olan dünyaca ünlü satranç şampiyonunu fark etmesi ve onunla satranç oynamak için içinde duyduğu istek nedeniyle bulunduğu girişimler sonucunda gelişen olayları büyük bir heyecanla okuyucuya aktarmayı yazar çok iyi bir şekilde başarmış. Biraz satranç şampiyonu Mirko Czentovic’ten bahsetmek istiyorum. Çocukluğu vasatlıklarla geçmiş hatta zihinsel yönden geri bir zekâya sahip kimseyle pek konuşmayan bir tip. Bir gün satranca olan ilgisi keşfedilmiş ve yenilmez bir satranç ustası olarak yetiştirilmiş. Şampiyonluk konumuna geldiğinde satrancı sadece kazanmak ve para için oynayan kendini beğenmiş hale gelmiş bir tip. Czentovic aslında biraz derine inilip düşünülürse İkinci Dünya Savaşı’nın Nazilerini simgelediğini anlayabiliriz. Kitapta bu adamın davranışlarını okurken elimde olmadan ona karşı bir nefret duyduğumu söylemeden edemeyeceğim. Öyküde en sonunda Czentovic belli bir ücret karşılığında satranç oynamayı kabul ettikten sonra karşısındaki birçok rakibe karşılık o kendini beğenmişliğiyle oyunu kazanmaya çalışması yine derinlerde bizlere bir çağrışımda bulunuyor. Ona karşı oynayan rakipler o dönemin faşistlerine karşı savaşmaya çalışan diğer insanlar desem yanlış bir tespit olmaz sanırım. Kitaptaki olaylara dönecek olursam öykünün ortalarına doğru rakip takım Czentovic’e satrançta yenileceği sıralarda yabancı birinin yanlarına gelip onlara yardım etmesiyle olaylar ilginç bir hal alır. Kitabın bu bölümünden sonra neredeyse tırnaklarımı yiyecek noktaya gelerek büyük bir gerilimle okudum kitabı. Satranç oynanırken o salonda kendimi hissettim, her bir hamleyi izliyormuşçasına büyük bir merakla okudum. İşte buna kendimden emin bir şekilde Stefan Zweig farkı diyebilirim. İlerleyen sayfalarda öğrendim ki bu yabancı adam tek başına bir odaya hapsedilip psikolojik baskı işkencesine maruz bırakılmış. Bu odada eline geçen bir satranç kitabıyla tüm zamanını geçirip ustalaşmış. Odada geçirdiği zamanları ayrıntılı bir şekilde anlatıyor Dr B. adındaki bu yabancı adam. İşte o zaman anlayabiliyoruz hiçliğin ne kadar katlanılmaz bir durum olduğunu. Siz hiçbir şey yapmadan bir odada ne kadar kalabilirsiniz? 1 saat? 2 saat? İşte Dr B. aylarca kalıyor bu şekilde. Kitapta geçen “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz” sözü yaşanılan bunalımı açık bir şekilde okuyucuya gösteriyor. Adam kitabı ilk elde ettiği zamanlarda hemen sayfalarını açmayıp ne tür bir kitap olduğunu düşünmek için kendine zaman yaratması, bu durumun bile onun için zaman geçirecek bir uğraş olması hiçlik denen durumun ne kadar sıkıntılı bir süreç olduğunu anlatıyor bizlere. Kendimle karşılaştırıyorum, kendimi bu adamın yerine koyuyorum ve o anda bile içinden çıkılamaz bir sıkıntı sarıyor içimi. Yarım saat bile bir kuyrukta bir şey yapmadan bekleyemeyen bizler böyle bir hiçlik karşısında ne kadar dayanabilirdik bilmiyorum. Öyküde Dr B. kitabın bir satranç kitabı olduğunu öğrendikten sonra içindeki teknikleri öğrenerek önceleri ekmek kırıntılarını kullanarak sonra da zihninde hayal ederek bu oyunları oynadığını okuyoruz. Belli bir süre sonra yine hiçliğin çaresizliğinden aynı şeyleri o kadar çok tekrarlıyor ki bu oyunlar da ona anlamsız gelmeye başlıyor. Daha sonraları zihninde iki rakip yaratarak kendine karşı yine kendisi satranç oynamaya başlıyor. Bunla da görülüyor ki kahramanımız yavaş yavaş akıl sağlığını yitirmeye başlıyor. Nasıl bir şizofrenidir ki insan kendi zihninde zıt iki düşünceyi aynı anda sürdürebilsin. Stefan Zweig’in Satranç’ı kitabı bitirdikten sonra çok şey öğretti bana. En başta da yoklukla hiçliğin farkını… Aslında hiçlik denen duygunun nasıl bir cehennem olduğunu daha iyi kavradım. Elimizdekilerin kıymetini bilmemiz gerektiğini bir kez daha hatırladım. Bir amaç edinmenin, bir şeylere tutunmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi bu kitap bana. Son olarak hikâyedeki durumu anlatan çok güzel 4-5 dakikalık bir animasyon geldi aklıma. Aşağıdaki adresten bir de açıp bu videoyu izlemenizi öneririm. https://www.youtube.com/watch?v=9IYRC7g2ICg Melisa Algür BİLİNMEZLİK TRENİNE BİR BİLET Yaşamımızın her alanında bir karar vermek zorundayız. Birini ya da diğerini seçmek durumundayız ve bu seçimlerin geri dönüşü yok. Bir kez karar verdikten sonra bilinmezliğe doğru yola çıkan bir trene bineriz. Yol boyunca göreceklerimizden, yaşayacaklarımızdan, tanıyacaklarımızdan habersiz... Tren yol alırken pencereden baktığımızda geride bıraktığımız ağaçları, tren raylarını görmek akan zamanın asla geri gelmeyeceğini anlamak gibidir. Ne zaman yeniden bir yola çıkacak olsak düşüncelerimiz peşimizi bırakmaz tabii. Karar verdim peki ama şimdi ne olacak? Doğru mu yaptım yanlış mı? Bunu asla bilemeyiz. Belki diğerini seçseydim her şey daha farklı olurdu diye tekrarlayıp dururuz kendi kendimize. Ne yazık ki bunu bilme şansımız yok. Peki ya on yıl sonra neler olacağını görme şansımız olsaydı ne yapardık? Öğrendikten sonra neye göre yaşar insan? Ne için yaşar? Bana on yıl sonraki halimi gösterseler ne yapardım bilemiyorum. Bu tamamen ne gördüğüme bağlı olurdu sanırım. Ya sahip olduğum her şeyi bırakır yeni bir başlangıç yapardım ya da seçimlerimi on yıl sonraki halime yönelik verirdim. Belki de ikisinin de aksine, hiçbir şey yapamazdım çünkü sonucunu görmeden önce bütün olasılıklar muhtemeldir. Oysa ki on yıl sonra nereye geldiğimizi öğrendiğimizde, bu durum seçim şansımızı elimizden alır. Belki de bu yüzden seçmek artık imkansızdır, manasızdır hatta. Hayatımızı yaptığımız seçimler anlamlı kılıyor. Mesela yedi yıl önce babamın tayini çıktığında, bütün hayatımızı geride bırakıp bambaşka bir şehre gitmemiz gerektiğini öğrendiğimde dünyam başıma yıkılmıştı. İlkokula başladığım şehri, beraber büyüdüğüm arkadaşlarımı, yıllardır çocukluğuma ve ergenlik krizlerime şahit olan evimi bırakmam gerekiyordu. İlk başta annemle ben, babam en fazla iki sene sonra döner diye kalmayı düşündük ama bunun mantıklı olmayacağı açıktı. Biz bir aileydik sonuçta ve ayrı yaşayamazdık. Yine de taşınırken ne kadar ağladığımı hiç unutmuyorum. Sanki dünyanın öbür ucuna gidiyordum çünkü oradaki hiç kimseyi tanımamak bende böyle bir his uyandırıyordu. Yeni okulumdaki ilk günümde herkes bana uzaylıymışım gibi bakıyordu sanki. Herkes birbiriyle arkadaştı ve ben kendimi oraya ait hissetmiyordum. Oysa ki bana o zamandan şimdiki halimi gösterseler giderken hiç ağlamayacaktım. Oranın bana ve aileme ne kadar iyi geldiğini, hayata karşı duruşumun nasıl şekillendiğini, beni şimdi olduğum insan yaptığını görebilecektim. Fakat gördükten sonra orada geçirdiğim yılları aynı merakla, heyecanla yaşayabilir miydim? Ben hayatım en önemli seçimlerini oradayken, o zamanki aklımla yaptım. Şimdiyse geriye dönüp baktığımda iyi ki diyorum. İyi ki gitmişiz. Bir seçim yaptığımızda sonucunu görememenin güzelliği galiba bu: Yaşarken öğrenmek. Olay da bu değil midir zaten? O seçimi yaparken bunun doğru olacağını ya da hata olacağını bilemiyoruz. Bu yüzden yaşarken öğreniyoruz ve bunun adı tecrübe oluyor. Bizi de bu seçimlerimiz ve onlar sayesinde edindiğimiz tecrübelerimiz büyütüyor zaten. Tecrübelerimizden ders çıkartarak yaşamaya devam ediyoruz, bu sayede büyüyoruz, olgunlaşıyoruz. Güvenin, dostluğun, ailenin, başarının, başarısızlığın ne olduğunu böyle öğreniyoruz. Durmadan, pes etmeden deniyoruz. Tıpkı yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun her düşüşünde tekrar ayağa kalkması gibi. Seçimler asla peşimizi bırakmayacak. Bırakırsak sahip olduğumuz hayata bir yaşanmışlık denemez. Yaşadım diyemez insan. Beni ben yapan, şimdi bulunduğum noktaya getiren şey bugüne kadar verdiğim kararlarım. Sonuç iyi ya da kötü olsun onları ben seçtim. Onların hayatımı ne şekilde etkileyeceğini o kararı verirken bilmiyordum en fazla tahmin yürütüyordum ama her seferinde beklediğimden daha fazlasını kattılar bana. İşte bu yüzden şimdi bana on yıl sonrasını görmek ister misin deseler reddederim. Kendi serüvenimi yaşamak için. Hayatımı seçimlerimle anlamlı kılmak için. En önemlisi kendimi bulmak için. Ben doğduğumda bilinmezlik trenine bir bilet aldım. Geleceğimi öğrenmek biletimi yırtmaktan başka bir şey olmazdı. Kaynakça: Van Dormael, Jaco. Mr. Nobody. 2009. Pathé. Film NURHAN GÜNER 21400956 Vatanseverlik mi Savaş Karşıtlığı mı? Son zamanlarda ilgimi çeken bir konu savaş... Savaşlarla ilgili filmler izliyorum. Sanırım bunun sebebi insanların bu dehşet verici olaylar silsilesi esnasındaki psikolojilerini anlamak istemem. İzlediğim filmlerden ikisi Steven Spielberg’ün “Er Ryan’ı Kurtarmak” (1998) ve Stanley Kubrick’in “Full Metal Jacket” (1987) adlı filmleri. Bu yazıyı oluşturmak için bu iki filmi seçmemin sebebi yapılarını birbirine yakın bulmam. Er Ryan’ı Kurtarmak, İkinci Dünya Savaşı esnasında Normandiya çıkartmasında geçiyor. Full Metal Jacket ise Vietnam Savaşı’nda... Benim hissetiğim Er Ryan’ı Kurtarmak’ın daha milliyetçi ve vatansever bir teması olduğu. Giriş sahnesinde görülen savaş anıtı, Amerikan bayrağı, şehitlik izleyenlere bütün bir Amerikan halkını ilgilendiren bir film izleyeceklerini hissini vermeye çalışıyor. Bayraklar, anıtlar ve bunlar gibi öğeler tarih boyunca insanları bir arada tutmak için kullanılmış ve bir milletin bütün bireyleri için anlam ifade etmiştir. Bu sahneden hemen sonra gelen karaya çıkma sahnesi ve sahilde verilen şehitler, kadraja yansıtılan yaralılar, patlamalar, çığlıklar milli öğelerin içinin boş olmadığını, uğruna ne bedeller ödendiğini anlatmaya çalışıyor. Daha ileride karşımıza çıkan Abraham Lincoln’ün mektubu ve bu mektupta iletilenlerin kutsal bir buyruk edasıyla ele alınması da vatanseverlik öğelerinden sadece biri. Full Metal Jacket’a gelirsek filmin neredeyse ilk yarısı uzunluğunda olan asker hazırlık kampı sahneleri, savaş karşıtlığını dile getirmekte çok başarılı. Bölüğün başında eğitimci olarak bulunan Çavuş Hartman’ın sert ve neredeyse insanlık dışı tavırları bana Çavuş Hartman’ın savaşı simgelediğini düşündürdü. “I am hard, but i am fair / Sertim ama adilim” diyor Çavuş Hartman. İlerleyen sahnelerde pek de adil olmadığını düşündüren olaylar oluyor. Bana kalırsa Hartman (savaş) kendinin sonuçta adil olduğuna insanları inandırmak istiyor. Çünkü insanlara bu kadar zarar veren, bu kadar kötü bir kavram ancak sonucunun adil olduğuna inanılırsa tölere edilebilir hale gelir. Yani savaş, her insanın içinde az ya da çok NURHAN GÜNER 21400956 bulunan adalet duygusunu suistimal ederek kendini gerçekleştiriyor. Ve tabii ki savaşı simgeleyen karakterimize bir antitez: Er Şakacı. Er Şakacı’nın adı Hartman’ın acımasız sözlerine bir espriyle cevap vermesiyle Hartman tarafından koyuluyor. Şakacı’nın savaş karşıtı ruhu simgelemesi ilerleyen savaş sahnelerinde daha da belirginleşiyor. Yakasında taşıdığı barış simgesiyle, ve başlığına yazdığı “Born to kill / Katletmek için doğdum” cümlesinin ne ifade ettiği sorulduğunda, insanın ikiliğini, insanlığın çelişkisini anlatmaya çalıştığını söylüyor. Şakacı’nın bu tarz davranışlarının ve yaptığı küçük esprilerinin görünenden çok daha şey ifade ettiğini anlıyoruz. Şakacı’nın her bir hareketinde savaşa isyan eden bir asker görüyoruz. Final sahnesinde, acı çeken Vietnam’lı tetikçiyi vuran kişinin yine Şakacı olması, cani bir merhamet tanımı olabileceğini de bize gösteriyor. Filmlerin savaşa yaklaşımlarındaki bu farklılıklarının yanında insanlığa, ölüme yaklaşımlarının aynı olduğunu görüyoruz. Bana bu iki filmi bağlattıran nokta, filmlerin geliştirilmiş ve önemli hale getirilmiş birer karakterinin ölüm sahnesi. Er Ryan’ı Kurtarmak’ta Doktor Wade’ın Full Metal Jacket’ta ise Er Kovboy’un ölümü. Enteresan bir şekilde sahnelerin açıları, arkadaşlarının yaralının etrafına diziliş şekli, yaralının feryatları, ve arkadaşlarının tepkileri neredeyse iki filmde de aynı. Filmlerin savaş konusunu ele alması dışında tamamen farklı gelişen hikayeleri bu noktada birleşiyor. Bu da bize insanın hangi zaman diliminde, hangi ortamda, hangi durumda olursa olsun ölüm anında eşitlendiğini gösteren güzel bir ayrıntı. NURHAN GÜNER 21400956 Bu iki filmin birlikte değerlendirilmesinin aynı kültürlerin insanlarının farklı zamanlarda, farklı savaşlarda, savaşa karşı tavırlarının nasıl değiştinin görülmesi amacıyla gerekli olduğunu düşünüyorum. Ve aynı zamanda bize bir gerçeği göstermesi hasebiyle de çok değerli filmler: İnsanlar ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, ölüm anında eşitlenirler. Nurhan Güner ÖTEKİLEŞTİREMEDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ? İlk ne zaman ağladığınızı hatırlıyor musunuz? Elbetteki hayır, yaşam denen bu maratonun başlama düdüğüyle eş zamanlıydı ilk ağlayışımız. Henüz çıkmışken anne rahminden -hatta doğmadan önce- bir kimlik sahibi oluveriyoruz. Nerede doğacağımız, hangi ailenin çocuğu olarak hayata merhaba diyeceğimiz bunun yanında hangi dine mensup olacağımız belirlenmiş oluyor. Kümeleniyoruz, bu “A” kümesi şu “B” kümesi gibi isimler takıyoruz kendimize ve “diğer”lerine. Daha sonra ortak kümeler yaratıyoruz ve “biz” oluyoruz fakat her “biz”in karşısında bir de “siz” yok mudur? Öteki, beriki, şucu, bucu, Doğulu ve Batılı etiketleri henüz ilkokul sıralarında çıkıyor karşımıza. Kendinin dahi kim olduğunu bilmeyen o tertemiz ruhlarımız hemen “öteki”ni görüyor, kendinden farklı olanı. İlk öğretilen şeydir belki de kendimiz gibisini bulmak ve başka olana sırtımızı dönmek. O masum yıllarımızdan sonra da bırakmaz peşimizi bu öğreti, vardık mı tadına bir kere düşmez yakamızdan. Hayatımız boyunca bizimle beraber gelir, yeni bir ortama girdiğimizde hemen bizim gibi olanı arar gözlerimiz. Biz yeni taşındık bu bozkır şehre ve açıkçası bir hayli gelenekçi bir aileyiz. Gelir gelmez hemşehri ya da ortak kültürden birilerini aradı bizim evdeki üç emekli. Aynı dilden konuşacağı -Türkçe’den bahsetmiyorum- ortak birkaç değerin olduğu eş, dost bulma telaşı içine girdiler. Buldular mı? Evet, lakin bulana kadar izole ettiler kendilerini, çekindiler. Bu arayış o sıralarda, yaşlarda aşılanıyor işte, duvara asılı olan harita bile yedi bölge. Babil Kulesi efsanesini bilir misiniz? Kadim bir efsaneye göre, bundan çok uzun zaman önce yeryüzündeki her insan tek bir dil konuşurmuş. Zaman sonra Babil Kulesi’nin yıkılmasıyla birlikte bu insanlar farklı dillere, bir rivayete göre yetmiş iki dile, kültürlere, inanışlara ve yeryüzünün farklı bölgelerine ayrılırlar. Artık kimse kimseyi anlamaz olur, ötekileşir, berikileşir. Herkes kendine dilinden, dininden, ırkından ve statüsünden yapabildiği en iyi kalkanı yapar. Çoğunluğu oluşturup azınlığa karşı yürür tabi yanına kalkanını ve zırhını almayı unutmadan. Herkes bir yandan sıkıştırır azınlığı fakat tarihin tekerrür tekerleğinde devran döndüğünde o azınlık da bir öncekiler gibi alır cephesini. Sonra da doğanın kanunu bu diyerek normalleştirilir bu döngü. “Hepimiz farklılıklarımızla özeliz, güzeliz” , “yaşasın kültürlerin mozaikliği” ve benzeri sloganları duymuşluğumuz çoktur. Evet bunlar klişedir fakat Murathan Mungan’ın da dediği gibi, klişe olmanın getirdiği yoğun kullanım, aşınmaya, içerik ve etki kaybına yol açsa da bazı klişeler güçlerini gerçekliğinden alır. Karşı karşıya koyulmuş iki ayna gibiyiz, farkında olmasak da ötekileştirme yaparken diğer yandan onlar için de biz öteki oluveriyoruz. Aynaya baktığımızda kendimizi gördüğümüzü zannediyoruz. Zannetmek filini kullandım çünkü aslında diğer aynadan bizim gibi olmadığını düşündüğümüz ve başkalaştırdığımız insanlar yansır gözümüze. Şunu unutmayalım, öteki yoksa biz de yokuz! Düşünelim, karanlık olmasaydı aydınlığı bilebilir miydik hiç? Yahut olmasaydı yokluk varlığın bir anlamı olur muydu? Her şey, her insan, her renk birlikte güzel.Bildiğimiz gibi beyaz, tüm renklerin bir araya gelmesiyle oluşur.Tıpkı çocukluğumuz gibi.masumluğun, temizliğin sembolü olan beyaz. Bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa insanlar el ele tutuşsa birlik olsa uzansak sonsuza... Bir zamanlar dillere pelesenk olan bu şarkıyla büyümüş nesillerin günümüzde sınırlarını bu denli çizmiş olması ne kadar üzücü olsa da insanlık tüm ilâve kimliklerinden kurtulup yalnızca insan kimliğiyle bakarsa birbirine Babil Kulesini yeniden inşa edebiliriz. Aynı dili konuşabiliriz tekrar, insanca. Hepimizin eşit olarak yaratıldığı, hiç birimizin bir diğerinden üstün kılınmadığı bu dünyada başarmak zor olmamalı. KAYNAKÇA Mungan,Murathan (2015),Güne Söylediklerim.İstanbul: Metis Yayınları BÜŞRA ŞEBİN Doğa GÜRGÜNOĞLU KENTLER VE RENKLER Dünya’da her şehirde bir sosyal hiyerarşi mevcuttur. Örneğin İstanbul. Türkiye’nin nüfusça en büyük şehri ve tek metropolünün merkezi. Bu şehirde çok farklı hayat hikâyeleri, gelir düzeyleri, sevinçleri ve üzüntüleri olan insanlar var. Zülfü Livaneli’nin Konstantiniyye Oteli adlı yapıtında da İstanbul’un bu çeşitliliği “Konstantiniyye Oteli” adlı yerdeki bir yılbaşı kutlaması üzerinden anlatılmış. Bu kutlamada İstanbul’un varlıklı kesiminin kendi içindeki sınıflanması ve çatışması bu kimselerin geçmişleri ve duygu durumları incelenerek yansıtılmış. Elbette bu tarz çatışmaları görmek için bu tarz bir kutlamada bulunmaya gerek yok. Bu tarz değişimler görmek için herhangi bir şehirde semtler arası bir yolculuğa da çıkabilirsiniz, bir üniversite kampüsü turuna da. Bir şehrin farklı semtlerini gezerken farklı mimarilerde evler, farklı temizliklerde sokaklar, farklı kültürler görürsünüz. Memleketim Mersin’den örnek vereyim: Mersin’de Demirtaş Mahallesi genelde doğudan göç alır, Mersin’in yerlisi pek sevmez buranın sakinlerini. Ancak en yakın dostlarınızdan biri bu mahalleden olunca anlıyorsunuz ki, o semtin, o sokakların, o insanların kendine has sevinç ve üzüntüleri var. Diğer tarafta Pozcu var. Buranın insanı genelde Forum Alışveriş Merkezi’ne gider, her kökenden insan barındırır. Buranın sokaklarında gezerken devlet okulundan da kolejlerden de insanlar görürsünüz. Buranın sokaklarında gezerken evden atılan kızın ağlamasıyla yeni telefon alınmadığı için babasının arkasından saydıran çocuğun sesini art arda duyduğumu hatırlarım. Birinin ailesi çocuk on sekizini doldurunca gitsin çalışsın diye çocuğu sokağa atıyor, diğerinin ailesi vaktinde çocuğu her istediği elinin altında olacak şekilde yetiştirmiş ki tek seferlik bir buruklukta ailesini karşısına alıyor. Sokaklar hem böyle zıtlıkları hem de kendi semtine özgü kalıplaşmış insan modellerini taşıyabiliyor. Doğa GÜRGÜNOĞLU Büyükşehirlerde genelde insanlar işyerlerinde daha çok vakit geçirdiğinden insanlar arası etkileşim gözlemlemek genelde zor oluyor. Ben de Mersin’deyken bütün mahalleyle arkadaştım, annemin de çok geniş bir çevresi vardı. Ancak Ankara’ya geldiğimizde fark ettim ki, insanlar yoğun iş temposundan ötürü beraber oturdukları insanlarla çok fazla etkileşemiyorlar. Bu yüzden böyle yerlerde semt içi etkileşim üzerine gözlem yapmak pek mümkün olmuyor. Ancak Ankara’da okuduğum üniversite içinde bu tarz gözlemleri çok rahat yapabiliyorum. Bilkent içinde böyle bir gözlem deneyimi yaşamak için merkez kampüs yurtlarından başlayıp Mimarlık binasının iç kısmından geçerek kütüphanenin yanından Elektrik-Elektronik Mühendisliği binasına doğru bir yürüyüş yapmanızı öneririm. Konstantiniyye Oteli’ndeki gibi masa numaraları arasında bir yolculuğa çıkmış kadar olursunuz. Yolculuğunuzun başında genelde ailesinden uzakta okuyan kesimle karşılaşıyorsunuz. Bu insanlar genelde Ankara’yı ve Bilkent’i kendi memleketleriyle karşılaştırarak çözümlerler. Ankara genelde bu insanlar için çok fazla zıtlık barındırır, bu yüzden söz konusu kesim genelde kendi var olan kavram sistemiyle Ankara’daki kavram sistemi arasındaki zıtlıkları görüp bu iki taraftan birini çürütmeye çalışır. Bu yöntemleri bir bakıma diyalektiğe de benzetilebilir. Biraz aşağıya indiğinizde ve fakülte binaları başladığında “Speed Önü Tayfa” olarak anılan insanların yanından geçersiniz. Bu insanların içinde hayattan hiçbir beklentisi olmayanları da hayatı sanatsal bakış açısıyla değerlendirenleri de görebilir ve duyabilirsiniz. Bu mekânda yapılan sanatsal sohbetlerde konu Bilkent’e geldiği anda mühendislerin ne kadar sığ düşünceli olduğu konusunda genellemeler yapılmaya başlanır. Burada edilen sohbetlerden biraz farklı bakış açıları kapmaya bakın, çünkü yolculuğunuzun devamında size lazım olacak. Biraz daha devam ettiğiniz zaman Fen Fakültesi başlar. Buradaki insanların kimliği çok belirsiz olabilir. Çünkü siz bu örneklemden alacağınız bir kişiye tam düşünmeye üşenen insan Doğa GÜRGÜNOĞLU damgası vuracakken sizinle kuantum mekaniğinin ya da nanoteknolojinin uçsuz bucaksız derinliklerine kapı açacak bir sohbete girişebilir. Bu alanlarda da kendinizi aydınlattıktan sonra artık kütüphanenin iki bloğu arasından geçmeye hazır olursunuz. Buraya geldiğinizde sigara yasağı işaretinin yanında sigarasıyla fotoğraf çektiren hanımlar görebilirsiniz. Bu tabloyu seyrederken diğer tarafta akışkanlar mekaniği vizesinden çıkmış ve çan eğrisinin düşük çıkmasını temenni eden beylerin muhabbetiyle de ilgilenebilirsiniz. Speed’de ve Fen Fakültesi’ndeki sohbetleri iyi dinlediyseniz kütüphane dediğimiz ortamdaki bu karşıtlığı da çözebilirsiniz. Aynı yönde yürümeye devam ederseniz iki tane mühendislik binası görürsünüz: birincisi içinde üç tane mühendislik bölümünü barındıran Rektörlük, ikincisi ise Elektrik-Elektronik Mühendisliği binasıdır. Bu binaların ikisinde de çok yoğun bir çalışma temposu yürür, çalışmayanlar da ya sosyal başarısızlıklarını okudukları bölüme mâl ederler, ya da Speed önü tayfanın ileride işsiz kalacağını söylerler. Çalışanları ise bölmeyin ya da “Kolay gelsin” demekle yetinin, çünkü işleri cidden zor. Herhangi bir bütünün içinde yolculuk ederek bu bütünün farklı yönlerini keşfedebilirsiniz. Bu bütün koskoca bir şehir de olabilir, İstanbul burjuvazisi de olabilir, bir üniversite kampüsü de. Yolculuk edin ve etrafınızı dinleyin, çünkü yol kat ettikçe keşfedersiniz, keşfettikçe anlarsınız. Anladıkça da daha fazla yaşamak istersiniz. Doğa GÜRGÜNOĞLU KAYNAKÇA Livaneli, Zülfü. Konstantiniyye Oteli. İstanbul: Doğan Kitap, 2015. İnsan Kendini Dinlediği İçin mi Uzaklaşır, Kendini Dinlediği İçin mi? Yalnız kalmaktan neden korkar insan? “Çünkü insan sosyal bir varlıktır.” Diyeceksiniz belki de. Herkesin ağzına dolanmış başka bir cümleyi tekrarlayacaksınız ya da. Bütün bu söylemlerde doğruluk payı olduğunu düşünmediğimden değil ancak yalnız kalmanın verdiği huzuru da bildiğimden bu soruyu sıkça sorar oldum kendime. Birileriyle vakit geçirmek elbette çok keyifli olabilir; bir arkadaşınızla kahve içmek, bir başkasının düşünce sistemine kaçamak bir bakış atmak, yeni şeyler öğrenmek ya da bazen öğretmek insanı keyiflendirir. Tabii bir de çağımızın getirdiği yalnızlık düşmanı teknolojik gelişmeler var. Herkesin elinde telefonları, başkalarını gözetlediği sosyal medya hesapları ve siyah ekranları renklendiren paylaşımları gördükçe sürekli hissedilen ve korkulan bir yalnızlık... Günümüzün gelişmiş uygarlıklarında hep birlikte yalnız kalan ve yalnız kalmaktan korkan uygarlar, ne paradoks ama. “Yalnızlık Doktorası”nda, adından da anlaşılacağı gibi, aynı paradoksu ele alıyor Cem Şancı. Tabii benim kadar karamsar yaklaşmıyor yalnızlık olgusuna. O iyi yönleriyle var ediyor bu olguyu. Halit Ziya’dan bir anekdotla başlıyor kitabına ve yalnızlığı bize sevdirmek için döküyor sözcükleri kaleminden. Doğrusunu söylemek gerekirse zor bir iş üstleniyor Şancı; çünkü bir insana yalnızlığı sevdirebilmek için önce kendini sevdirmek gerekir diye düşünüyorum. Kendini sevmeyen insanı kendi başına vakit geçirmeye ikna etmek oldukça zor bir görev. Okuyucuya, kafasında kalıplarını çizdiği bir meseleyi tamamen farklı bir bakış açısıyla sunmak ve derdinizi anlatabilmek de en az kendisini sevmeyen birine yalnızlığı sevdirmek kadar zordur, diye tahmin ediyorum. İşte bu iki nedenden ötürü Cem Şancı’nın bu kitapta kendini seven ve farklı bakış açılarını öğrenmeye açık olan okuyuculara hitap ettiğini düşünüyorum. Pek mütevazi olmayacak ama kitabı okurken de bunları düşünüp bu kitabı okumayı tercih eden okuyucu kitlesine dahil olduğum gerçeğiyle kendimi şımarttım. Aynı zamanda yazarın biçemini ve organizasyonunu da çok ilgi çekici buldum. Farklı başlıklar altında inceliyor şancı yalnızlığın bize kattıklarını ve sıkça okuyucusunu bilgilendirmekten de çekinmiyor. Örnek verirken kullandığı insanların kimliğini, olayın geçtiği tarihsel koşulları tek tek anlatıyor hatta kimi zaman günümüzle karşılaştırmalar yaparak daha iyi anlamamızı sağlıyor. Kendini açıklamak için sarf ettiği bu olağanüstü çabayı yeni bir bakış açısını sunmanın zorluğuyla mücadele etmek için geliştirilmiş bir yöntem olarak değerlendiriyorum. Bu yöntem hem konuyu daha anlaşılabilir kılıyor hem de okuyucunun dikkatini çekerek kitaba olan beğenimizi arttırıyor. Yalnızlığın insana kendini tanıma şansı verdiğini, kendiyle zaman geçirmenin korkulacak bir şey değil bir ödül olduğunu anlatıyor Şancı pek çok örnekle. Yalnızlığa ihtiyacımız olduğunu söylüyor. “Tercih edilmiş yalnızlık” diye adlandırıyor hatta bunu da ve bunun kimsesizlik gibi algılanmaması için elinden geleni yapıyor. Yalnızlığı tercih etmenin kendini dinlemek, değiştirmek, geliştirmek için gerekli olduğunu söylüyor. Sanırım Avrupalılar bu yalnız kalmanın kıymetini bilme işinde bizden daha iyiler. Fransa’da bir filme gittiğinizde tek başına sinemaya gelmiş pek çok insan görebilirsiniz; ya da Almanya’da bir barda. Gördüğüm zaman bana ilginç gelen bu durumun nedenini şimdi anlıyorum ve bunu ilk gördüğüm zamanki gibi garipsemiyorum artık. Kısa ama oldukça eğlenceli bir kitap ve bana bilmediğim pek çok ilginç bilgi verdi. Okumayanların okumasını tavsiye ediyorum. Bana yeni şeyler kattı ve hatta “Bu konuyu hiç böyle düşünmemiştim.” dedirtti. Yalnızlıkla ilgili fikirlerinizi değiştirebilir, hatta belki bu değişimden hoşlanabilirsiniz bile. İstediğiniz sürece yalnız kalabilmeniz ve bunun önemini bilmeniz dileğiyle. Egenaz Kiraz 21400845 Deadpool'dan Girip Verilen Değerlerden Çıkmak Deadpool, aylardır sadece çizgi roman takipçileri tarafından değil neredeyse her kesimden insan tarafından beklenen bir film. İçinde kötü davranış olarak sayılabilecek her türlü içeriği barındırmasına rağmen genel anlamda insanlardan olumlu not aldı ve sevilen bir film oldu. Eminim bu insanların çoğu normalde filmdeki bu, kötü olarak nitelendirilen davranışlara karşı olan kişilerdir. Bu durumun ironik oluşunu bir kenara bırakacak olursak filmi aslında, tedavi edilemeyecek durumda ilerlemiş ve vücudunun birçok kısmına yayılmış boyutta bir kanser hastalığı bulunan kahramanımızın sevdiğini üzmemek için karşısına çıkan, aynı zamanda iyileşmek için tek şansı olan teklifi kabul etmesi ve bunun sonucunda yaşadığı olaylar şeklinde özetleyebiliriz. Böyle deyince de romantizm ve korku karışımı bir film gibi geliyor kulağa, biraz da öyle gerçi ama konumuz bu değil. Şu ana kadar anlattıklarım ve filmdeki içerikler arasından her ne kadar göze çok çarpan bir kısım olmasa da kahramanımızın kendisine sunulan teklifi kabul edip tedavi olmak için sevgilisiyle konuşmadan bir gece yarısı çekip gitmesi beni biraz düşündürdü. Aslında bu, çok alışık olduğumuz bir manzara olsa da daha önce üzerinde hiç düşünmediğimden mi yoksa dikkat etmediğimden mi bilmem bana göre üzerine kafa yorulması gereken bir konu olduğunu Deadpool'u seyrederken fark ettim. Peki asıl sevgi sevgili üzülmesin diye ondan gizli, tek başına işini halletmek için uğraşmak mı yoksa birlikte konuşarak üstesinden gelmeye çalışmak mı? Birine ya da bir şeye değer vermek çok güzel bir olay. Hele karşı taraf da kendisine verilen değerin farkında olarak karşısındakine değer veriyorsa herhalde dünyadaki en güzel durum bu olur. Bu değer sevgi olabilir, aşk olabilir, şefkat olabilir, arkadaşlık olabilir… Bu liste böyle uzayıp gider. Konumuzla alakalı olarak bu değeri aşk ve sevgi olarak düşünebiliriz. İki, birbirini seven, birbirine âşık insan doğal olarak birbirinin iyiliğini ister ve bunun için çaba gösterir. Bunları yaparken de birbirlerini engellemezler, en azından durum ciddileşinceye kadar. Bu, birbirine değer veren iki kişiden biri ciddi bir durumla karşı karşıya kalınca örneğin filmdeki kahramanımızın hastalığı gibi, karşısındakinden gelecek yardımları kabul etmek yerine ya da birlikte hareket edip sorunun üstesinden gelmek yerine yaşanılan durumdan kaçma ya da karşısındakine haber bile vermeden çekip gitme eğilimde bulunur. Burası biraz kilit bir nokta. Acaba gerçekten değer veren insan ne yapar ya da ne yapmalı? Sorunla karşılaşınca güya karşısındakini üzmemek için sessizce çekip gitmeli mi yoksa ona durumu anlatıp beraber üstesinden gelmeye mi çalışmalı? Her ne kadar çekip giden insana neden gittiğini sorsak karşısındakini üzmemek, aslında ona verdiği değerden dolayı ona bu kötü olayları hissettirmemek için sessizce gitmek zorunda kaldığı yanıtını almamız muhtemel olsa da aslında yapılması gereken bu değil, en azından bana göre. Çünkü ciddi anlamda birbirine değer veren bir çiftin birlikte atlatamayacağı bir sorun olacağını pek düşünmüyorum. Verilen bu değerlerin tek nedeni karşısındakini mutlu etmek veya sevindirmek değil, ona yanında her zaman yardım için duran ve elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olan biri olduğunu hissettirmek ve göstermek de verilen değerin amaçlarından biridir. Kişi zor durumlarda kaçarak karşısındaki kendine değer veren insanı hem vereceği değer ve edeceği yardımdan mahrum bırakıyor hem de bu durumla tek başına baş etmeye çalışıp karşısındakini bu işe bulaştırmayarak psikolojik olarak yenik duruma düşüp bulunduğu durumdan çıkmayı daha da zorlaştırıyor. Oysa karşısındakine tüm içtenliğiyle açılıp ondan gelecek yardımı kabul etse hem kendisi acı çekmez hem de birbirlerine verdikleri değer daha da artarak aralarındaki bağ daha da güçlenir. Açıkçası böyle, tüm +18'lik içerikleri barındıran bir filmin çok göze çarpmayan belki de dikkati bile çekmeyen bir kısmından yola çıkarak yaşanan durum üzerinde düşünüp bir yargıya varacağımı pek zannetmezdim, en azından filmi izleyene kadar öyle düşünüyordum. Ne diyebilirim ki, hayat sürprizlerle dolu. Seyit ULUTAŞ İsim: Ramazan Yaman ID: 21301383 Ders: Türkçe 102 – 20 Öğretmen: Ali Turan Görgü KADİM BİR İYİLİK ÖYKÜSÜ Bir filmden beklentimiz ne olmalıdır? İzlediğimiz bir film sonunda herhangi bir duyguya kapılmalı mıyız? Bana kalırsa, her filmin etkisi bize farklıdır. İzlediğimiz bir filmden sonra bazen üzülürüz, bazen seviniriz, bazense şaşırırız. Bu duygulara yol açan genellikle izlediğimiz filmlerdir, kendimiz değil. İzlediğimiz filmler bizim bazı duygulara kapılmamıza neden olur. Ama bazı filmler vardır ki onlar sadece bize gerçek hayattan bir sahne yansıtır. Sizin anlayacağınız, bazı filmler kapıldığımız duyguları bizim seçmemizi ister. İşte, David Lynch’in yönettiği 1 Ocak 1980 yapımı olan “Fil Adam”(The Elephant Man) isimli film de bu türden bir eser. Film, İngiltere’de vücudunun yüzde 80’i bozuk olduğundan dolayı ait olduğu toplumdan dışlanmış bir adamın topluma kazandırılma sürecini anlatıyor. Soğuk bir kış akşamı izlemeye başlıyorum Fil Adam’ı. Filmin henüz daha ilk dakikalarında bir ürperme hissediyorum. Bunun nedenini en başta dışarıdaki karanlık ve soğuk havaya bağlıyorum. Ama film ilerledikçe neden ürperdiğimi daha iyi anlıyorum. Beni asıl ürperten olayın John Merrick’in – Fil adam hastalığına yakalanan kişi ve filmin başrol karakteri – yaşadıkları olduğunu anlıyorum. John Merrick vücudundaki bozukluktan dolayı dış görünümü normal insanlara nazaran oldukça farklıdır. Bu farklılığı gören Bytes adındaki birisi onu bir sirkte zorla çalıştırır ve onun üzerinden para kazanır. Ama bu durum fazla sürmez çünkü bir gün Frederick Treves adında bir doktor gelir ve John Merrick’i tedavi etmek istediğini söyler. Bundan sonra doktorumuz gününün büyük bir çoğunluğunu John Merrick’i tedavi etmek için geçirir. Bu tedavi süreci devam ederken bir akşam doktorumuzun kendisini sorguya çektiğini görürüz. Kendi kendine şu soruyu sorar: Neden John Merrick’e yardım ediyorum? Bu soru aslında insanlığın geldiği noktayı belirten bir sorudur. Neden mi diye soracaksınız, hemen söyleyeyim çünkü bu sorunun sorulmasına gerek yoktur aslında. İyilik zaten karşılık beklemeden yapılan bir şey değil midir? Ama doktorumuz kendine bu soruyu sorar ve şöyle düşünmeye başlar: Ona yardım etme amacım sadece onu iyileştirebilmek mi yoksa asıl amacım tedavi edilmesi neredeyse imkânsız bir hastayı tedavi eden bir doktor olmak mı? Bu sorgulama sahnesinde filmi durduruyorum ve biraz bu soru üzerinde düşünmeye başlıyorum çünkü bu soru, bu yeni “modern” dünyada üzerinde durmamız gereken bir soru. Bugünlerde karşılığını beklemeden iyilik yapan bir insanı bulmak neredeyse imkânsıza yakın. İnsanlar iyilik kavramının ne olduğunu unuttular ve ona yeni bir anlam yüklediler. Yaşadığımız bu modern zamanlarda iyilik kavramı bireysel bir anlam kazandı ve şöyle algılanmaya başlandı: İyilik, bireysel olarak kendine bir yararı dokunmaktır. Ama bu demek değil dünyadaki tüm insanlar bu kategoride. Bazen, bu “modern” dünyanın sahip olduğu iyilik kavramını bilmeyip, eski kadim zamanlardaki iyilik anlayışına sahip insanlarla da karşılaşıyoruz. İşte, Dr. Frederick Treves de bu türden bir adam. Film ilerledikçe anlıyoruz ki doktorumuzun tek amacı John Merrick’e yardım edebilmek. Belli bir noktadan sonra doktorumuz artık kendini adeta bu göreve adıyor ve gününün büyük bir bölümünü John Merrick’in tedavisi üzerinde geçiriyor. John Merrick de bu büyük iyilik çabası karşısında elinden geleni yapıyor. Bu birlikte ortaya konan emek bir gün karşılığını bulur ve John Merrick iyileşebileceği maksimum düzeyde bir iyileşmeyle hastaneden ayrılarak yeni hayatına merhaba der. Filmimiz bu görüntülerle biter. Aslında burada “bitmek” fiilini kullanmak biraz yanlış bence çünkü “Fil Adam”(The Elephant Man) adlı film arkasında onca düşünce bırakmıştır, bu sebepten o aslında sürekli hatırlanacak bir film. Sizin anlayacağınız, her başarılı film gibi Fil Adam da bizi pek çok açıdan etkiler ve bazı konularda düşünmeye sevk eder. Bu filmdeki konumuz ise son zamanların önemli meselelerinden olan “iyilik” mevzusuydu. Filmde, Dr.Frederick Treves bize eski, yani kadim, zamanlardaki iyilik kavramının ne kadar değerli olduğunu gösterdi. Eğer siz de bu “iyilik” mevzusu üzerinde yeniden bir sorgulama yapmak istiyorsanız, “Fil Adam”(The Elephant Man) sizin için doğru film… UMUT EKEN ADAM Teknolojinin ilerlemesiyle geldiğimiz noktada artık hemen hemen her yere bir bina dikiliyor. Ve doğal olarak günümüzü beton yığınları arasında geçiriyoruz. Gökyüzünü delmek üzere olan devasa binalara maruz bırakılıyoruz.Bu binaların yapılabilmesi için de uygun ortamlara ihtiyaç var tabi ki. Her yeni bina için doğaya verdiğimiz tahribat ise devasa boyutlarda maalesef. Bu tahribatı en aza indirgemek için hepimizin üstüne düşen sorumluluklar var. Peki neden doğayı korumalıyız? Cevabı çok basit: Eğer kendimizi korumak istiyorsak çevremizi de korumalıyız. Doğaya saygısızlık yapıyorsak aslında kendimize saygızsızlık yapıyoruz. Çünkü biz fark etmesek de doğayla iç içe yaşıyoruz.Sağlıklı bir yaşam sürmek istiyorsak doğayı kaderine terk etmemeliyiz. Şimdi doğayı korumak için neden çok fazla gayret sarf etmediğimizi anlamlandırmaya çalışalım. Millet olarak şöyle bir zaafımız var: kötü ve somut bir örnek yaşanmadan önlem almamak.Mesela diyelim ki köyde yaşıyoruz ve tarlamıza derin bir çukur kazdık ama kapatmayı unuttuk. Ne zaman ki birisi o çukura düşer, işte o zaman o çukur kapatılır. Ne var ki doğa örneğinde durum bizim açımızdan pek iç açıcı değil. Çünkü doğanın yozlaşması bir anda olan ve gözle hemen fark edilecek bir şey değil. Buna benzer olarak, yıllar sonra su kaynaklarının tükeneceği ve su savaşlarının çıkacağı söylentileri var. Ama şu an elimizde -güya- yeterli miktarda su olduğu için bu durumla ilgili bir şey yapmıyoruz ve atılan olumlu adımlara da burun kıvırıyoruz. Aslında kendimizi bu hususta tamamen suçlayamayız. Çünkü hep “ben bir ağaç diksem ne değişecek ” ya da “suyu israf etmesem en fazla ne olabilir ki” deyip işin içinden sıyrılıyoruz. Bir sürü canlı türüne ev sahipliği yapan doğaya ve yeşile düşmanlık besleyenlerin , gün geçtikçe başarıya ulaşmış gibi gözüken zaferine dur diyebilmek için bir örnek , bir umut arıyoruz belki de. İşte tam da bu noktada karşıma Jean Giono’nun Ağaç Diken Adam’ı çıktı. Kısaca hayatının son otuz yılını istikrarlı ve mütevazı bir şekilde ağaç dikmeye adayan bir adamın hikayesiydi bu. Bu adamdan aldığım en büyük ders asla pes etmemek , her yıkılışta tekrar ayağa kalkmayı bilmekti. Bir umudumuz olsa ve o umudumuzu hiçbir zaman kaybetmesek ve vazgeçmesek , doğa için yapabileceğimiz çok şey var. Herkesin , her geçen gün çölleşen yaşam alanlarımızı daha iyi ve sürdürülebilir yerler haline getirmek için inançlı ve umutlu olduğunu bir düşünsenize. İşte bu ihtiyaç duyduğumuz umut ve inanç kaynağı , muhteşem bir başarıyla sonuçlanmış bu hikaye gibi örneklerdir. Gerçek olsun veya olmasın bize cesaret veriyorsa , doğamız için bir şeyler yapmaya teşvik ediyorsa amacına ulaşmış demektir. Bir süper gücümüz olmadığına göre sonsuza kadar yaşamayacağız. Yani elbet bir gün toprağın altına gireceğiz. Öyleyse bizden sonra gelen neslimize neden yeşil yerine beton yığınları bırakalım ki? Bizim şimdi karşılaştığımız sorunlara bizden sonra gelenlerin karşılaşmaması için biraz fedakarlık yapmak durumundayız. Tıpkı kitabın sonunda kahramınımızın hayatın çoğu zevkinden kendini mahrum bırakarak yani birtakım şeylerden feragat ederek , kendinden sonrakilere yaşanabilirliğin üst seviyede olduğu bir coğrafya bıraktığı gibi. Bunu da kendi iradesi sonucu ortaya koymayı başardığı azmi ve kararlılığıyla sağlıyor. Doğamıza gözümüzün içi gibi bakmamız gerektiğinin farkına varmalıyız. Ve bu farkındalığın sadece farkındalık olarak kalmaması, artık hiç kaybetmeyeceğimiz umudumuz sayesinde sahaya inmesi gerekiyor. Güzel günler görmek ve daha da önemlisi arkamızda güzel ve yeşil günler bırakmak için de hiç vakit kaybetmeden bütün umudumuzla harekete geçmemiz gerekiyor. Ve bu umudun, doğamızı korumak gibi belki de en asil görevimizi gerçekleştirmemize vesile olmasının yolu da azim ve kararlılıktan geçiyor. Umudumuzu hiç kaybetmediğimiz daha yeşil bir dünyada buluşmak dileğiyle! Mustafa Enes AYDIN YALNIZLIGIN DEGERI Yalnız Kadınlar Arasında... Bu kitabı ilk fark ettiğimde bir kitapçıda zaman öldürüyordum. Başlığı direkt dikkatimi çekmişti ayni zamanda uzun suredir kitap okumadığımı fark etmiştim. Oysaki küçüklüğümden beri kitap okumayı çok severdim. Beni içine alırdı kitaplar kendi dünyamı bırakıp onların dünyasına geçiş yapardım, onlar yerine düşünür, onlar yerine hareket ederdim. Adeta bir çocuğun çizgi filme kendini kaptırması gibi ben de kendimi kitaplara kaptırırdım. Peki son zamanlarda neden okumak gelmiyordu içimden? Bu düşünceler kafamda dolaşırken kitabi elime alıp çoktan okumaya başlamış olduğumu fark ettim. Bu kitapta beni çeken bir şeyler vardı, bunu bulmaya karar verdim. Kitabi aldığım gibi okumaya başladım. Yazarı Cesare Pavese'di, iyi bildiğim bir İtalyan yazardı. Kitaplarında genel olarak kendi hayatından noktalara yer verirdi ve tema olarak genelde ölümü, yalnızlığı ve gerçekliği islerdi. Yalnız Kadınlar Kitabında ise Roma'dan, doğduğu şehir olan Torino'ya geri donen Clelia'nin iç dünyasını realistik bir açıdan ele almıştı. Kitabi okudukça notlar alıyordum, Clelia'nin kullandığı cümleler bana beni hatırlatıyordu, hayatımda eksik olduğunu düşündüğüm düşüncelere yer veriyordu. Her sayfada "evet evet çok haklı !" diyordum içimden, beni mutlu ediyordu kitaplarda kendimi bulmak. "Konuşmanın bir ise yaramadığını anladıkça daha fazla konuşur olmuştum."(10) cümlesi o kadar doğruydu ki... Her zaman kendimi susturmak istediğimde susturmamıştım çünkü sonu gelmeyecek gibi konuşuyordum,anlamsızca... Sadece benim için değil çoğu insan için gerçek olduğunu düşündüğüm bir cümleydi bu. Hoş Clelia da ayni şekilde düşünüyordu. Clelia çok küçükken babasını kaybeden masum küçük bir kızdı ancak o zamandan beri babasına bağlandığı gibi kimseye bağlanmamaya karar vermişti, hep yalnız olmak istemişti , yalnız ve güçlü. İstediğini elde etmişti... "Telefon çaldı .Küvetten çıkmadım. çünkü sigaramla birlikte mutluydum ve büyük bir olasılıkla, artik gerilerde kalan o gece ilk kez kendi kendime, bir şey yapmak, yasamda bir şey elde etmek istiyorsam, kimseye bu münasebetsiz babaya bağlandığım gibi bağlanmamaya, kimseye bağımlı olmamaya söz verdiğimi düşünüyordum. Başarmıştım bunu ve simdi tek keyfim bu suya gömülmek ve telefonu açmamaktı."(11) Clelia'nin bu cümleleri bana neden her zaman yalnız olmak istediğimi tanımlıyordu. Tek başına yaptığın en küçük aktivitenin bile sana mutluluk vermesi, yalnızlığın en güzel tanımı.Yalnızlık demişken; her insanın ruh gibi, beden gibi ona bahşedilmiş bir yalnızlığı bulunur ve her insanın yalnızlığı keşfedilmeyi bekler sahibi tarafından. Yalnızlığı yakalamak ve öncesinde o allak bullak olmuş hislerin altında durmadan yalnızlığa ulaşma çabası ömründe bir kez kat edeceği bir yoldur insanın. Kimisi çoğalarak yalnızlaşır, kimisi dünyadan elini eteğini çekmeye çalışarak arar bu hazineyi. Clelia için bu çetrefilli konunun kapısını aralayacak anahtar; küvette sigarasının dumanı izlemek, belki de telefonu açmayarak insandan kaçmaktı. Clelia dünyadan bir adım daha uzaklaşarak yalnızlığın o karanlık mahsenine inmeyi dilemiş, denemiştir. Peki benim için neydi yalnızlık? Belki bir durakta otobüsü bekleyen tek kadın olmak, belki büyük bir meydanda akıp giden kalabalığa karışıp kendi derin düşüncelerimle boğaz boğaza cebelleşmek ve belki de kendini öldürmeye karar vermiş bir adamın, kafasını çevirip göz ucuyla arkasına baktığında onu engellemeye çalışacak bir insanın varlığını görememesidir. Yalnızlık...Zamansız öldürülmüş bir ejderin kanı gibi içinde köpürdüğü vakit yalnızlaşır insan. Bir insana,bir eşyaya ancak özlem, nefret gibi net çizgileri olan duygular hissedilebilir. Bir kişinin yokluğunda küstahça ağzımıza aldığımız o derin sözcük kullanıldıkça lekelenir, lekelendikçe sığlaşır. Yalnızlık kimisine göre bir dost, bir hayat arkadaşıdır ve bu dostluğu yakalamış bir insan bu durumu yadırgamaz aksine kendini mutlu bile hissedebilir. Clelia Torino'ya geldiğinde otele yerleşmişti, amacı Torino'da büyüdüğü sokakta bir terzi dükkanı açmak ve on alti yaşındayken kaçıp gittiği yere görkemli bir giriş yapmaktı. Bazen hayatta her şey istediğimiz gibi gitmez, Clelia'nin da isler beklediği gibi olmamıştı. Tanıdığı herkes gitmiş, yaşlanmış ya da ölmüştü. Ama Clelai'nin tahmin etmediği bir şey vardı, her ne kadar insanların hayatına burnunu sokmayı ve sokulmasını sevmese de bu sefer kendisi yapmıştı. İlk gün otele geldiğinde karşısındaki odada bir kız intihara girişmişti; Rosetta... Rosetta'yla kuracağı arkadaşlık ilişkisini anlamayacaktı, benim için de öyleydi, anlamamıştım, her şey çok spontane gelişiyordu oysaki ana fikir o kadar barizdi ki elimdeki anahtarı çantanın içinde bulamıyor gibiydim. Rosetta, gösterişten kaçmak isteyen küçük yasta bütün zenginlikten bıkan, arkadaşı olmasına rağmen tek gecelik yaşadığı bir ilişkiden sonra kırılan ve yalnız hisseden bir kızdı. Clelia onu anlayan tek insandı, Clelia Rosetta'nin yeniden neler yapabileceğini öngörse de bunu engellemek için ne yapacağını bilemiyordu. Olan olmuştu elbette, kitabin sonunda Rosetta yine canına kıymıştı... Yine bir otel odasında... Bu sonu beklemiyordum, her ne kadar klişe sayılabilecek bir sona sahip olsa da Rosetta'nin Clelia'yla kurduğu arkadaşlık ilişkisi yine de Rosetta'ya yetmemişti. O anda kafamda simsek çarpmıştı, o bir turlu göremediğim o basit ana fikri anlamıştım sonunda. Her şey apaçıktı, kitabin başından beri bahsedilen şey kitabin sonunda yine bize sunuluyordu; bağımlılık duygusu. Eğer Rosetta birilerine bağımlı olarak yasamak yerine, Clelia gibi en başından beri kimseye bağımlı olmadan yaşamayı göze alabilseydi belki bunları hiç yaşamayacaktı. İnsana yalnızlığın sahip olabileceği en değerli şey olduğunu gösteriyordu bu kitap. O zaman anladım bu kitaptaki beni çeken şeyin ne olduğunu. İnsan önce kendini sevmeliydi, yalnızlığıyla mutlu olmayı öğrenmeliydi, sonra da başkalarıyla. DILAN DAĞLI Beril Alyüz MASKELİ YAŞAM Takındığınız maske, benliğinizin bir parçası hâline gelirse ve siz bunu çıkarmak isterseniz ne yaparsınız? Sizce de hepimizin yaşam boyunca takıp çıkardığı bir sürü maskesi yok mu? Hangimiz insanlara gösterdiği kadar mutlu olduğunu iddia edebilir? Mutluluk adlı maske bizim en sık kullandığımız maske sanırsam. En tehlikelisi de olabiliyor ne yazık ki. Neden mi? Kullanmak alışkanlık haline geliyor da ondan. Birileri size “İyi misin?” diye sorduğunda kolay olan olumlu cevap vermektir genellikle. Sizi açıklama yapmanın baskısından alıkoyar çünkü. Kaç kere beni rahatsız eden bir şey olduğu hâlde etrafa gülücükler saçtım hatırlamıyorum. Size de öyle mi geliyor bilmiyorum ama ne kadar çok bu maskeyi taksam, o kadar hissizleşiyorum. Bana göre mutlu rolü yapmanın en kötü yanı ise mutluluğu bir alışkanlık, bir zorunluluk haline getiriyor olması; öyle ki gerçekten yapmayı sevdiğimiz şeylerden eskisi kadar tat alamıyoruz. Bir süre sonra rol mu yapıyorduk yoksa gerçekten mutlu muyduk ondan da emin olamıyoruz, işte o zaman tehlike çanları çalıyor. Bilinçaltımızda mutsuz olmayı âcizlikle mi özleştiriyoruz bilmiyorum ama bana kalırsa mutluluk maskesi de bir bakıma kendimizi korumak için. Çünkü çoğumuza göre mutlu olmak psikolojik anlamda güç göstergesi demek. Potansiyel “rakiplerimize” güçsüzlüğümüzü, bizi kırdıklarını göstermeyi kesinlikle reddetmiyor muyuz? Birileri hakkında bizi rahatsız eden bir şeyler olsa da söylemiyoruz, belki onların tepkisinden çekindiğimiz, belki de bunu boşuna uğraşmak olarak gördüğümüz için. Sorarım sizlere kaçınız sizi çok rahatsız eden şeyler için harekete geçmeyi seçti, susup içine atmak yerine? Şahsen özellikle bunu yapmakta çok zorlandığımı söyleyebilirim. Bana göre söylemememizin sebebi alttan alma, anlayış gösterme değil, aksine karşımızdakinin gerçekten bizi dinleyeceğine ve sorunumuzu anlayacağına olan inancımızı yitirmek. Uğraşmaktan vazgeçiyoruz sadece, umursamamaya çalışıyoruz. Paulo Coelho’nun Aldatmak kitabında kahramanımız Linda’nın arkadaşı şöyle açıklıyor: “Derken şikâyet etmeyi bırakıyorsun çünkü şikâyet etmek bir şey için mücadele ettiğin anlamına geliyor.” (30) Yakınlarımıza sorunlarını bizimle paylaşabileceğini ve daima yanında olduğumuzu söyleyen de mutsuz olduklarında fazla büyütmemesini, mantıksız davrandığını öğütleyen de biziz. Yanlış anlamayın sizi suçlamak değil amacım. Eminim ki siz birilerine bunları söylerken birileri de size aynılarını öğütlüyordur. O zaman sorarım sizlere sizin içinizden “İyi misin?” sorusuna “Hayır.” cevabı vermek, sizi yaralayan her neyse anlatmak geçiyor mu? Mutsuz olduğumuzu bırakın yakın çevremize, kendimize bile itiraf etmekte zorlanmıyor muyuz sizce de? 1 Peki birbirimizle etkin iletişim kuramamamızdan veya sorunlarımızı anlatamamamızdan kârlı çıkanlar kimler? Mesela ilaç firmalarını ele alalım. Onlar “Bu ilaç tüm sıkıntılarını giderecek, alınca çok mutlu olacaksın!” gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatler veriyor, biz ise zararlı yan etkileri olan ilaçları şeker gibi tüketmeyi kabul ediyoruz sadece anlık bir rahatlama için. Mutluluk eksikliğini alkol, sigara gibi maddelerle kendilerini uyuşturarak gidermeye çalışanlarımız da var. Burada asıl amacımız derdimize bir çözüm aramak değil bana göre, sadece mutluluk eksikliğimizi daha somut bir şeyle kapatmaya uğraşmak. Aldatmak kitabındaki Linda ise kocasını aldatmayı seçiyor, içindeki boşluğu böyle doldurmaya çalışıyor. Bana sorarsanız mutluluk maskesini takmamızın bir sebebi de suçluluk duygusu. Çoğumuzun hâli vakti yerinde, büyük bir problemimiz yok bu yüzden de mutsuz olmaya hakkımız yok gibi hissediyoruz. Dünya’ya bakınca onca savaşla, yıkımla boğuşanın arasında dertlenmemiz bize şımarıklık olarak geliyor bence. Bu da ayrıca omuzlarımıza bir yük bindiriyor. Haklısınız, bizden daha şanssız binlercesi var fakat bu bizim mutsuzluğumuzun bir şımarıklık olduğu anlamına gelmiyor. Ne olursa olsun insan değil miyiz? İnsansak mutsuzluk, tatminsizlik duygularını yaşamamız gayet doğal. Asıl sorumuza geri dönelim: Bu maskeyi çıkarmanın bir yolu var mıdır sizce? Yukarıda bahsettiğim gibi bence bu maskeyi kendimizi korumak için takıyoruz, eğer birine karşı kendimizi savunma ihtiyacı hissetmezsek maske de kendiliğinden düşer. Önemli olan ise birine kendimizi koruma ihtiyacı hissetmeyecek kadar güvenebilmektir, sevginin ulaşabileceği en yüksek nokta budur bana göre. KAYNAKÇA Coelho, Paulo. Aldatmak. Çev. Emrah İmre. İstanbul: Can Sanat Yayınları, Eylül 2014. 1.Baskı. 2 Ahmet Öznacar 21102998 Lisans 4 TURK 101 Final Tosca’nın Anısına Aslında bu sergi sadece fotoğraflardan oluşmuyordu, hayatımın en zorlu yıllarının bir yansıması gibiydi. Küçük yaşta Türkiye’nin kalbi olan İstanbul’a gitmem, olgunlaşmam adına birçok şey katsa da içimden de birçok almıştı. Derler ki, insanlar zorluklarla yüzleşirlerse yol katedebilirlermiş ama ben buna katılmıyorum, çünkü insan zorluklar yüzünden ruhunun parçalarını geride bırakıyorsa o zaman yolun bir anlamı yoktur. İnsanların ilerlemesi için zorluklara değil, onlara yardım edecek kişilere sahip olmalıdırlar. Aslında bu sergim, bana o zamanlarda yardım etmiş olan fotoğraf sanatımı anlatıyordu. Genel olarak kendi dünyasında yaşayanlardandım ve bu dünyada daha çok hayaller, fotoğrafçılık ve müzik vardı. İstanbul’daki ilk iki yılımda genellikle bağımlılık yapan sanal oyunlarla vaktimi geçiriyordum ama ikinci sınıfta kalmış olmam, birçok şeyin başlangıcı oldu. En önemlisi enstrümanım konusunda çok ilerledim ve okulda en iyiler arasına girdim. Her sabah 7.45’ten akşam 10’a kadar çalışıyordum ama bazen sadece müzik de yetmiyordu, sanki içimdekileri yeterince anlatamıyordum. Babam sayesinde o yıllarda kaliteli bir filmli fotoğraf makinam oldu ve yavaş yavaş fotoğrafçılığı öğrenmeye başladım. Yanımda her zaman 5-6 tane film taşır ve her birini değiştirmek yeni bir dünya gibi gelirdi bana. Sanki gerçekten hayata değer katıyor gibiydim. Düzenli olarak her gün Fagot çalışmak aslında çok zor bir işti ve insan arada bazı şeyleri bırakıp uzaklaşmak istiyordu. İşte ben de tam o sırada makinamı alıp İstanbul’u gezmeye başlıyordum. Eminönü, Karaköy, Rumelihisarüstü, Sultanahmet ve daha nice nice yerlere gidiyordum. Hatta çok az insanın bildiği güzel yerler bile keşfetmiştim ve diyebilirim ki İstanbul’da gitmediğim yer kalmamıştır. Kısaca fotoğrafçılık konusunda İstanbul, öğreticim olmuştur. Belirli konulara takılıp kalmıyordum, o an içimden ne geliyorsa onu sonsuzlaştırıyordum. İstanbul’daki hayatım boyunca yaklaşık yarım milyon fotoğraf çektim ve hedefim olan sergi açmak konusunda başarıya ulaştım. Bu sanata olan yatkınlığım aslında hassaslığım ile anlatılabilirdi. İstanbul beni çok hassas bir insan haline getirmişti. O zamanlarda düşünmek ve insanları gözlemlemek için çok vaktim oldu ve bunların her biri bana çok şey kattı. İnsanların gerçekte nasıl olabileceklerini, nasıl sahte kişiliklere bürünebileceklerini, aile kavramının gerçekte ne kadar önemli ve temel olduğunu daha çok benimsedim. Fotoğraflarımda da bunların izlerini görmek pek zor değildir. Sergimin konusu ise yaralı bir martının anısınaydı. Moda sahilinde yürürken yaralı bir martı bulup ona bağlanmamı ve sonra kaybedişimi anlatıyordu. Hayvanlara dair olan aşırı hassaslığım ve sevgim onu kucağıma alıp vapura binmemize ve oradan evimde birkaç gün geçirmemize neden oldu. Ne yazik ki felç olmuş ve uyutulmak zorunda kaldı. Bir canlının, dokunduğunuz bir canlının, yaşamının sona ermesi o kadar acı ki.. Sergim ise onun anısına yaklaşık altı yıl önce ben on sekiz yaşında iken açıldı. Türkiye’de o yaşta sergi açmış çok az insandan biriydim. Açıkçası, sergim sayesinde “Tosca”yı biraz olsa da ölümsüzleştirebildim ve birçok insana ilham kaynağı olabildim. Öğrendim ki, insan bir konuya yüreğiyle bağlandığında, o konuya dair başarıya ulaşması kaçınılmaz oluyor. O günden itibaren eskisi kadar fotoğraf çekmiyorum, çünkü İstanbul’un estetik güzelliğinin en küçük bir tanesini bile Ankara’da bulamadım ama en yakın arkadaşlarımdan biri olan fotoğraf makinam her zaman ruhumda bir tohum olarak saklı olacak ve ileride bir gün filizlenerek yeni sanat eserleri yaratacağız. Nadide Akdağ Şimdiki Zamana Dönelim Hepimiz zamanı geri sarmayı istemişizdir. Bazen ufak detayları düzeltmek için, bazen bütün bir olayı baştan yazabilmek için. Belki öğretmenimiz bizi tahtaya kaldırmış, absürt bir cevabımızla bütün sınıf bize gülmüştür. Yer yarılsa da içine girsek demişizdir. Ah bir sarabilsek zamanı geriye. Çok da değil, gönlümüz tok, bir beş dakikacık. Belki hoşlandığımız kişi karşısında küçük düşmüşüzdür, ya da belki o elde etmek istediğimiz ilk izlenimi tam anlamıyla yaratamamışızdır. Bir şansımız daha olsa, ya da beş ya da on, dilediğimiz kadar… Hayat ne güzel olurdu cidden. Korkusuzca yaşardık. Ne de olsa baktık işler rayında çıkıyor hop şip şak hemen baştan… Baktık geç kaldık işe, okula. Yetişmemize de imkan yok otobüse, metroya, minibüse. Hemen bir saat geri sarardık. Bir oh çeker ve hayat kusursuz bir şekilde akmaya devam ederdi. Her sınav çıkışı bir gün geriye sarsak, akademik hayatımız kurtulurdu. Kelime, bilge yarışmalarını bir kere daha aynı sorularla yarışabilsek kolay yoldan zengin bile olurduk. Daha asil emeller de taşıyabilirdik mutlaka: Mesela Dünya’daki bütün kitapları okuyacak zamanı bulabilirdik. Bütün dilleri öğrenebilirdik. Her yeri gezebilirdik, her noktayı, karış karış… Hem belki şansımız da yaver giderse birkaç savaş durdurur, birkaç insan kurtarırdık. Olasılıklar o kadar çok ki. Ah bir zamanı geriye sarabilsek. About Time filmi bu olasılıklardan bir tanesi. Tim, ana karakterimiz, yirmili yaşlarında bir adam. Sakar bir görüntü kazandırıyor ona, ortalamanın üstündeki boyu ve incecik yapısı. Sanki attığı her adımda kendi ayağına takılıp tökezleyecekmiş gibi duruyor. Yine alışılmış sakarlıklarla, kazalarla dolu bir yılbaşı partisi sonrası babası onu odasına çağırıyor. Tim babasının ne söylemesini bekliyordu bilinmez ama ailelerinde babadan oğula geçen bir zamanda seyahat etme gücünün varlığını duymayı beklemediği kesin. (Filmin en sevdiğim yanı Tim’in inanmaması, ve dalga geçmesi babasıyla. Kurguyu biraz daha içten, biraz daha gerçekçi yapıyor gözümde.) Babası Tim’e zamanda nasıl seyahat ettiklerini anlatıyor ve zamanda seyahat etmeyi denemesini istiyor. Karanlık bir yerde-dolabın içi mesela- yumruklarını sıkıp gözlerini iyice kapamasının ve dönmek istediği zamanı düşünmesinin yeterli olacağını söylüyor. Tim ikna olmasa bile gerçekten meraklanıyor, en azından bu şakanın artık son bulmasını istiyor. Adımları teker teker uyguluyor, aklında yılbaşı partisi, ve dolaptan çıkıyor. Nasıl kalp krizi geçirmiyor bilemiyorum, ben bayılırdım herhalde. O da bir hayli şaşırıyor üstünde partideki kıyafetleri bulunca. Baştan yaşıyor bütün partiyi, bu sefer hatasız. Şimdiki zamana, babasının yanına dönüyor hemen, yüzündeki hayret ve kafasındaki sorularla. Babası başlıyor kuralları anlatmaya: Yaşamadığı geçmişe dönemez! Yani piramitlerin yapımını izlemeye, Sokrates ile çay içmeye, 1923’te Meclis’e gidip Cumhuriyet’in ilanını izleyemeye gidemez mesela. Kural iki; geleceğe gidemez. Ve bir de babasından bir öneri; bir amaca yönelik kullanması bu gücü. Her şeyi ister ve açgözlülük yaparsa, aile soylarından örneklerle açıklanıyor, sonu pek de mutlu bitmiyor. Ve bu amaç mümkünse zengin olmak olmasın keza o da, örneklerle desteklenir, sonu mutlu bitmeyenlerden. Babası mesela çalışmaya ve kitap okumaya harcamış yıllarca bu gücü. Tim ise tek bir kelime söylüyor kendi amacı sorulunca; aşk. Film bundan sonra şekilleniyor. Bir kızla tanışıyor, sonra zamanda geri gitmesi gerekiyor, bir bakıyor kızın telefon numarası kaybolmuş telefonundan, hiç tanışmamış oluyorlar. İlk o zaman fark ediyor, zamanı geriye sarmak bedava değil her seferinde bir anı götürüyor beraberinde, bir yaşanmışlığı siliyor. Ve bir dolu olay bundan sonra, arkadaşlarını kardeşini belli durumlardan kurtarabilmek için feda ettiği onca fırsat oluyor. Yoruluyor eninde sonunda, kafası karışıyor, biraz da tanrıcılık oynamaya başlıyor ve bunun beraberinde gelen onca sorumluluk altında eziliyor. Babasına gidiyor tek çare, ve babasının mutluluk formülünü dinliyor: Adım 1: Zamanı bir kere bile geri sarmadan, bütün kazalarıyla, hatalarıyla, stresiyle ve bilinmezliklerle bütün bir günü yaşa. Adım 2: Günün sonunda zamanı bir gün geri sar ve aynı günü -bu sefer her noktasını bildiğin için- rahatlıkla günün keyfine vara vara, stressiz ve bu sefer etrafını, insanları fark ederek anlayarak zevk alarak yaşa. Tim uyguluyor bu öneriyi ve çalıştığını da görüyor. Ama beni en çok etkileyen filmin sonunda kendi oluşturduğu yöntem. Aynı babasınınki gibi başlıyor hiç zamanı geri sarmadan bütün günü yaşıyor, her yönüyle. Ancak günün sonunda da zamanı geri sarmıyor. Çünkü her anı, sanki defalarca geri dönüp en mükemmel haline getirmiş gibi, sanki binlerce senaryo yaşamış ve en doğrusunun, en güzelinin o an yaşadığı şekliyle olduğuna karar vermiş gibi yaşıyor. Filmi izlerken çok etkilendim, uygulaması biraz zor ama, ben de böyle düşünmeye çalışıyorum. Her ne kadar hayat bazen beklenmedik şekillerde bizi kırsa da sanki bilerek ve isteyerek, defalarca geri dönüp o anı düzelttiğimi ve son halinin yaşadığım şimdi olduğunu hayal ediyorum. En güzel, en mükemmel hali, her zaman, işte yaşadığım şu an. Kaynakça Curtis, Richard, director. About Time. Universal Pictures, 2013. Sanat Penceresinden Alışılmış Hayatlar İnsan olmanın belki de bir gereği olan kendimizi tamam sanıp görmemiz asla olamayacak olsak bile biz insanoğlunun fark edemediği büyük yanlışlarından biridir. Anlam vermesi zor bir durum her gün defalarca yapmamıza rağmen yine de fark edemeyişimiz; bir işle sanki işi bitirmek için yapıyormuşçasına onu bitirene kadar uğraşmamız gibi her gün tekrarladığımız bir durum. Belki insanın egoist fıtratından kaynaklanıyor belki de kendimizi alıştırmamızdan fakat biz insanlar ne sebeptense sadece gördüklerimize, görebildiklerimize odaklanıyoruz ve hep bunlarla kısıtlıyoruz yaşamımızı. Gördüklerimizden veya görebildiklerimizden ibaret sanmamız her şeyi önemli olana ulaşmamıza, hayatımıza renk katacak şeyleri yakalamamıza mani olmakta. Kendimizi algımızın parmaklıklarına kapatarak yaşamımızı tek boyutlu hale getiriyoruz. Tekdüze hale getirdiğimiz, sıradanlaşmaya mahkum ettiğimiz yaşam ise aslında saklı güzelliklerle doludur. İşte bakıpta görememizin veya görmeyi tercih etmeyişimizin hazin dolu büyük resmi. Modern yaşantılarımızdaki günlük koşuşturmalarımızın getirdiği alışkanlıklarımız yaşamın bir çok güzelliğini pas geçmemize neden oluyor. Bazen başkaları sayesinde yanı başımızdaki güzelliklerin farkına varsak da bir çok zaman o başkaları olmadı ve olmayacak. Hayatı sonuna kadar dolu dolu tadına vararak yaşamak varken neden kendimize böylesine ıstırap yüklü bir yolu seçiyoruz ki? Sanırım alışkanlıklarımıza kendimizi fazla kaptırmış insanlarız. Sanırım çok görünenin zamanla anlamsız ve görünmez hale gelmesi de bu alışkanlıklarımızın bir eseri. Günün günü takip etmediği bir hafta olmadı ki doğup batan güneşe şaşıralım; onun güzelliğinin farkına varalım. Gecenin sabahı, sabahın da geceyi izlemediği gün olmadı ki hayattaki değişikliklerin, alışkanlıklarımızın bizden sakladığı güzelliklerin farkına varalım. Sevdiklerimize ulaşamadığımız an olmadı ki kendi çerçevelerimizle belirlediğimiz yaşam tablomuz parçalanır mı bir gün diye düşünelim. Düşünmek gerek bazen bugün yanımızda olanlar yarın da olacak mı diye ya da doğadaki birbirinden güzel şeyler yarın da dünyamızı renklendirecek mi diye. Ya güneşe ne demeli her zaman çizdiğimiz dağların arasından mı ışık saçacak yüzümüze. İtiraf etmeliyim ki ben bir an olsun aklımın ucundan geçirmedim bu tarz düşünceleri. Kafa yormak işine gelmiyor insanın var olanlar ya da alıştıklarımız değişmediği sürece. Olmayanın olmayışına ve kaybetmediklerimizden yakınmamaya alışmışız adeta. Alışmışız var olanlarla yetinemeye; alışmışız dünyadaki güzellikleri sanki yırtık birer kağıt parçasıymışçasına görmezden gelmeye. Doğanın güzel bir cevabı var aslında insanın bu egoist tavrına; gün içerisinde gök yüzünde kayıp bir parçayı andıran ay güneş tutulması sırasında öyle bir cevap veriyor ki biz insanlara sanki "İşte göremediğiniz ay gündüzleri de burada" der gibi kendini gösteriyor. Her gün güneş ışınları yüzünden sabahları kaybolmaya yüz tutmuş ay diyor ki "Görünenin yanında bir de görünmeyen vardır. Bakmak değil görebilmek hatta görünmeyeni bile bilerek görebilmek lazım". Doğa her şeyin bizim sandığımız kadar basit olmadığını, gördüklerimizin yanında göremediklerimizin de olduğunu bu kadar güzel anlatırken biz halen renksiz ve tatsız yaşamlarımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Peki ne gerek bu egolu kişiliklerimize göremediğimizi görmek ya da baktığımız yerdeki güzellikleri fark etmek hatta çirkini sevebilmek için? Bu sorunun cevabı kısaca kültür fakat uzun uzun anlatmak gerekirse; kültür doğal olandan uzaktır; kültür insanı doğal olandan, alışılmıştan uzaklaştırır. Hasan Bülent Kahraman'ın tabiriyle (2015) "bu uzaklaşma yaratıcılığın kendisine duyduğu özgüvendir". (p.126) Yani kültür kısacası kendisinin bir gereği olarak insanı da alışılmıştan uzaklaştırıp yaratıcı düşünmeye, farklı açılardan görmesini sağlar. Diğer yandan da kültürün en uç noktası da diyebileceğimiz sanat her zaman insanı farklı olana, görünenin dışında düşünmeyi teşvik eder. Ancak sanat sayesinde yaşamımızı estetiğin içinden yaşama imkanı bulabiliriz. Çünkü genel anlamda estetik doğanın çıplaklığının insan zihninin kuramıyla hayat bulmuş güzelliğidir. Sanat ve kültürün bir ürünü olan estetik, Hasan Bülent Kahraman'ın satırlarında (2015) "güzellik, doğal olanda ve çıplak gözde değil, donanımlı bir bilinçte, görmekte ve bilmekte teşekkül eder". (p.127) Anlayabileceğimiz üzere görüp bilinen güzellik yani estetik ancak ve ancak kültür ve sanatın toplumu yaratıcı düşündürmeye ve farklı görmeye özendirmesiyle ortaya çıkabilir. Bu anlamda kültür ve sanat yaşamımızdaki gizli kalmış güzellikleri ortaya çıkarabilecek tek şeydir. Dahası çirkini sevme yetisi bile sanatla kazanılabilecek bir yetidir. Hayatta tadına varamadıklarımıza giden yoldaki kapının tek anahtarıdır sanatla uğraşmak. Sanatla uğraşmaktan kastım sadece sanat yapmak değil aynı zamanda yeni akımlarla ilgilenmek, yeni veya eski bilmediğimiz yapıtları incelemek kısacası kültürlenmek. Tam manasıyla sanatla uğraşmak bizi kültürlendirerek bizim etrafımızdaki olup bitenleri anlamlaştırma becerimizi geliştirir; eski siyah-beyaz gözlüklerimizden kurtulup yeni renkli gözlüklerle onlara bakıp yorumlamamıza olanak sağlar. İşte alıştığımız yaşamımızdaki görmeyi beceremediğimiz güzellikleri sanat bize ilginç hediye paketlerinde sunar. Diğer bir taraftan da kültür seviyesi yüksek toplumlardan da gözlemleyebileceğimiz üzere kişinin bakış açısından tutun zevklerine kadar her bir özelliğini gözden geçirmesini sağlayarak kendini eleştirmesine, hatalarının farkına varmasına bu sayede de yaşadığı topluma karşı duyarlı ve bilinçli olmasını sağlar aynı zamanda da kişiye yeni bir benlik katar. Ama en önemlisi bakıp görebilme yetisini ve de çirkini sevebilmeyi bize kazandırabilir sanat. Kaynakça: Kahraman, H. B. (2015). Bakmak Görmek Bir de Bilmek. İstanbul: Kapı Yayınları Ayan, Burcu. (2008, 17 Aralık). Bakmak ve görmek. blog.milliyet.com.tr adresinden elde edildi. Burak Mutlu 21502500 YASAKLAR Hayatta ilerlememizi yeni şeyler keşfetmemizi engelleyen belli başlı yasaklar vardır. Bu yasaklar, birer kelepçedir aslında bize. Çoğumuz fark etmez bile aslında etrafımızın ne kadar çok yasak dolu oluğunu. Çünkü bir kapının önüne çekilmiş sarı-siyah şeritler ve “Girilmez” yazıları gibi birçok örnekten bağımsız olarak, yasakların da türleri vardır mesela. Biz de onlara sadece “yeteri kadar iyi olamama” veya “yetememek” gibi alışageldik ve depresif kalıpları giydiririz. Aslında yasakları çıplak ve yalın hâlleri ile göremeyiz. Ustalıkla günlük hayatımıza ve kabuslarımıza kamufle olmuşlardır. Her ne kadar korksak ve merak duygumuzu, soru sorma isteğimizi bastırmak istesek de bizi olduğumuz yere sabitleyen bu görünmez prangaları anlamanın tek yolu soru sormaktır. Örneğin, yasaklamamak da yasaklamak değil midir mesela? Evet, bir şeyleri yasaklamadan da yasaklamanın yolları vardır. Örneğin, birisine okuma öğretilmezse ona mektup yazmak yasaklanmış olmaz mı? Kitaplar, gazeteler okumak; hikâyeler, romanlar yazmak… Ve bu insanın karşısına geçip “kimse sana yazmayı yasaklamadı ki” denirse, bu ne kadar yanlış olur? Vererek yasaklamak da yasaklamanın başka bir türü. Bir insana her şey bolca, zengin ve çeşitli bir şekilde verilirse o insanın tercih etme hakkı elinden alınmış olmaz mı? Çünkü o insan bir şeyi elde etmek karşılığında başka bir şeyi yitirmez. Onu da elde edebilir, ötekini de. Oysaki hayatı yaşamaya değer kılan şeylerden bir tanesi sahip olduğumuz şeylerin biçilen değerini ödeme mecburiyeti değil midir? Üzerine düşünülürse aslında, yasak koymanın en kalıcı metodu; sevgi ve aşktır. Dört dörtlük bir ilişkide, iki kişi birbirine hiçbir şeyi yasaklamaz. Ancak döndükleri her tarafta kendilerinden taviz verirler. Birbirlerine uyum sağlamak için ve bir diğerini üzmemek için kendi kişisel özgürlüklerini kısıtlarlar ve partnerlerini mutlu etmek için uğraşırlar. Bu tavizlerin hepsi aslında kendi kendimize bilerek ve isteyerek koymayı seçtiğimiz yasaklardır. Yasaklamadığını söyleyerek de yasaklayabilir insan. İçten içe yapamayacağını bilerek birisine “Ben yasaklamıyorum, hadi yap” demek ve yapamamasını izlemekten bahsediyorum. Örneğin bir sigarayı küçük bir çocuğa verip “Hadi iç, sana bunu yasaklamıyorum.” dedikten sonra yeni ve çekiciliği olan bir şeyi yapacak olmanın verdiği heves ve heyecanla sigara dumanını çeken ve anında genzini, soluk borusunu ve ciğerlerini haşlayan yakıcı dumanın etkisiyle öksürük krizine sokulan çocuğa sonradan oluşması muhtemel bir tramvaya sebebiyet vererek yasaklamak olmuyor mu bu aslında? Bunun bir benzer türü de, tıka basa dolu bir insanın önüne en iştah açıcı, en güzel yemeklerle dolu bir masayı sunup “Hadi ye bakalım.” demektir. Peki, ben bu yasaklamalardan neden bahsediyorum? Çünkü bir yargıyı kırmak istiyorsak eğer o yargının ne olduğunu, nelerden oluştuğunu tam anlamıyla anlamak gerekir. Yasak kelimesi korkutur insanı. Kötü bir şeydir ki yasak olmuştur o. Bu yasağı bozup da başını belaya sokmak istemez kimse. Belki de sonuçlarıyla uğraşmak istemezler sadece ve olduğu gibi kabul ederler, nedenini bilmeden. Stephen Hawking; hayatın ona koyduğu yasakları çiğneyerek bugünkü pozisyonuna sahip olmuş, benim değimimce “olağanüstü” bir bilim adamı. Bu adam hem ALS hastalığıyla mücadele ederken hem de bilimde çığır açacak teoriler buldu. Hawking’in yasağı da bu hastalık ama tüm vücudunun felçli olmasının kendine bir bahane olmasına izin vermiyor. O bu yasağından korkmuyor, aksine yoluna engel olmasına izin vermiyor. Bu yaşam hikayesi, filmlere ve kitaplara konu olmuş durumda. İstenilen doğrultuda ilerlemek için kırılması gereken kelepçeler, çiğnenmesi gereken yasaklar her zaman olur. Başarısız veya mutsuz bir hayat sürmemek için riskler alınmalıdır. Akıllı ve cesur olmak hayatta her şekilde ileri adım atmamızı sağlar. Çiğnenen yasaklar başarısız sonuç doğursa bile nedenini anlamamıza yardımcı olur. Başarısızlık olmadan başarının değeri tadılamaz. Merve Çetiner 21602541 Tüm Kötülüklerin Anası Bağımlılık Bence gerçekten dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü şey bağımlılık ve bağımlılık derken sadece uyuşturucu, alkol veya sigaradan bahsetmiyorum. Tâbi ki bunlar olabilecek en kötülerinden ama insanların başka bağımlılıkları da çok zararlı çünkü eğer bir şeye bağımlıysan ona zaafın var demektir ve zaaflarımız istemediğimiz şeyler yapmamıza neden olur. Tam olarak Bir Rüya İçin Ağıt filminin konusu da bu. Film dört ana karakter ve bağımlılıkları yüzünden yaşadıklarını anlatıyor kısaca. Ana karakterlerin isimleri Sara, Harry, Marion ve Tyrone. Sara; Harry’nin annesi ve televizyon bağımlılığı olan yaşlı bir kadın bir gün en sevdiği televizyon programından bir davetiye geliyor ve o günden sonra Sara için her şey tersine dönüyor. Film için seçilen karakterlerin özellikleri günlük yaşamımızda bolca karşılaşabileceğimiz kişiler yani filmde anlatılan olaylar hepimizin başına bir gün gelebilir. Sara televizyonla yaşayan yalnız birisi kendine televizyonu hayat arkadaşı edinmiş diyebiliriz. Aslında büyük şehirlerde baktığımızda birçok böyle insan görebiliriz. Sara televizyonda gördüğü sanal gerçekliği gerçek sanıyor ve televizyondaki zayıf kadınları görüp zayıflamaya karar veriyor bu sırada da bir başka bağımlılığı olan yemeklere yeniliyor. Bu yüzden zayıflamak için haplar almaya başlıyor ve bu hapların etkisini de görüyor ama hapların asıl amacını ilk fark eden yıllardır uyuşturucu bağımlısı olan Harry fark ediyor. Sara’nın zayıflamak için aldığı haplar aslında uyuşturucu haplarmış ve artık günlük aldığı doz Sara’ya yetmemeye başlamıştır daha çok almaya başlar. Hapları aldığı ilk günden beri gördüğü halüsinasyonlar artmaya başlar yavaş yavaş akıl sağlığını yitirmeye başlar ve buna tamamen zaafları sebep olmuştur. Harry, Marion ve Tyrone uyuşturucu bağımlısı üç genç ve hayatlarını adeta yok ediyorlar. Genç insanların bu tür madde bağımlılıkları beni hep çok üzmüştür çünkü genç yaşlarında hayatlarını mahvediyorlar. Uyuşturucusuz kalınca kendilerinden geçip ne yaptıklarını bilmiyorlar. Tyrone aracılığıyla bir gün uyuşturucu satma işine giriyorlar ve iyi para kazanmaya başlıyorlar. Ama kazandıkları paraları akıllı kullanmaları tabi ki beklenemez bu yüzden para suyunu çekiyor ve artık uyuşturucusuz kalıyorlar çünkü New York’ta uyuşturucu satıcısı bulamıyorlar. Bu yüzden Florida’ya gitmeye karar veriyorlar ve Tyrone ile Harry yola çıkıyorlar. New York’ta kalan Marion ise uyuşturucu bulmak ve para kazanmak için hayat kadınlığı gibi bir işe soyunuyor. Tyrone ve Harry yoldayken yine uyuşturucu kullanmaya devam ediyorlar ve bu sırada Tyrone; Harry’nin uyuşturucu ve enjektörler yüzünden enfeksiyon kapmış kolunu görüyor ve onu hastaneye götürüyor. Harry’nin kolunu gören doktorlar durumu anlıyor ve olayı polise sevk ediyor bu yüzden Harry ve Tyrone hapse giriyorlar. Harry canı pahasına vazgeçemediği bağımlılığı uyuşturucu yüzünden omuzu hizasından kolunu kaybediyor. Bu film bence herkes tarafından izlenmeli ve filmin ana düşüncesi olan bağımlılıklar hakkında bilinçlendirilmeli. Zaten film dram ögeleriyle dolu ve büyük ihtimalle bu sahneleri insanların bağımlılıkları yüzünden düştüğü durumları gören bir insan asla böyle şeylere cesaret edemez. Anlık zevkler bağımlılıklara dönüşebilir bu da insanları tüm yaşamları boyunca sıkıntıya düşürebilir. Bu filmden sonra bütün bağımlılıklarımızın önümüze nasıl engeller koyduğunu görüyoruz ve bir kez daha bağımlılıklarımız yani zaaflarımız hakkında düşünüyoruz. Hayat bize defalarca bağımlı olmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu kanıtladı. İnsanlar kimi zaman canını, ailelerini, arkadaşlarını veya en basitinden işlerini belli bağımlılıkları yüzünden kaybediyor. Üzücü sonuçlara ulaşmadan bağımlılıklarından vazgeçmeleri gerektiğini etkileyici sahneleriyle anlatan bu film ise bir uyarıcı konumunda. Film daha öncede bahsettiğim gibi sadece sigara, alkol ve uyuşturucudan değil bizim zaafımız olan birçok bağımlılığımızdan bahsederek uyarıcı görevini gerçekleştiriyor. Tyrone, Sara, Harry ve Marion’un sonunu gören herkesin filmden bir ders çıkarttığına inanıyorum. İbrahim Barış Güngörlü Anı Yaşa! İzledikçe hayata dair bir şeyler keşfettiğim, insana yaşama sevinci veren, her saniyesinde “Anı yaşa!” “Kendin ol!” diye bağıran bir film Ölü Ozanlar Derneği. Bay Keating’in öğrencilerine verdiği her bir öğüt size veriliyor sanki. O kadar değerli, o kadar özel öğütler ki kendinden bir şeyler bulup aldığın dersleri kendi hayatına uyarlarken buluyorsun kendini. İnsana o kadar güzel ilham veriyor ki film bittiğinde başka biri oluyorsun sanki. Üstelik sadece kendi hayatına değil başkalarının hayatına karşı olan tutumun da değişiyor. Yaptığın baskıların bir insan hayatı için ne kadar ağır olabileceğini, insanları tercihleriyle kabul etmemiz gerektiğini fark ediyorsun. Aslında yeniliklere ne kadar kapalı olduğumuzu gözler önüne seriyor film. Tek bir çizgi üzerinde gitmenin düzen ve başarıyı getirdiğine ne denli inanmış olduğumuz yansıtılıyor sahnelerde. Peki neden bu ön yargı? Yeniliklere ve farklılıklara bu kadar kapalı olmayı neden bu kadar adet edindik kendimize? Toplum olarak biz sebep olmuyor muyuz aslında bu algıya? İnsanlar artık genelin dışına çıkmaya, farklı olmaya korkar oldu. Herkesin gittiği yoldan gitmeyen başarılı olamaz düşüncesi köreltiyor insanları. Belki nice yetenekler yitip gidiyor fark edilmeden. Nasıl çıkar insan kendi zihnindeki zindandan bilmiyorum ama insan aslında kendisini tanıdığı zaman başlıyor yaşamaya. Nelerden hoşlandığını, neler yapmaktan keyif aldığını fark ettiği zaman da artık istediği gibi yaşamazsa, yaşayamayacağını fark ediyor. İşte bu sebepten dolayı kaybediyoruz belki de filmde kendimize en yakın hissettiğimiz karakteri. İstediği hayatı yaşayamayacağını bilmek ve hiç istemediği bir yerde bulunmaya zorlanmak herkesin kaldırabileceği bir durum değil ki güçlü bir karakter buna boyun eğemez zaten. Bir diğer beni etkileyen konu bir insanın hayatına dokunabilmek, iz bırakabilmek. Zaten birilerinin hayatını değiştirebilecek kadar fazla enerjisi olan insanlara olan büyük saygım bu filmle biraz daha arttı. Karşılarındaki insanın kendi içinde yarattığı engelleri bir bir önünden kaldırıp uçurumun sonsuzluğuna yuvarlayan insanlar sadece o insan için değil yaşadığımız evren için bile fark yaratmış oluyorlar. Filmdeki örnekte içine kapanık bir çocuk olan Todd filmin sonunda öyle bir değişim gösteriyor ki, filmin geri kalanı olsaydı Todd’u tanıyamayacağımıza eminim diyebilirim. Öğretmen- öğrenci ilişkilerinde günümüzde pek rastlamadığımız bir etki bu. Öğretmenin sadece öğretmenlik, öğrencinin sadece öğrencilik yaptığı ve sonrasında hiçbir şekilde bağ kurmadıkları bir dönemdeyiz ve insan böyle bir film izleyince ister istemez imreniyor. Belki de bizim de farkında bile olmadığımız sınırlarımız bir insan tarafından silinmeyi bekliyordur, kim bilir. Filmde farkında olmadan aile yapısının insan üzerinde ne denli büyük bir etkisi olduğunu da anlıyoruz. İnsan hayatında aileden daha önemli bir şey olmadığını düşünen insanlardanım ben. Geldiğim yeri, okuduğum okulu, geçmişimi, geleceğimi aileme borçlu olduğumu düşünürüm ve her ne olursa olsun onların her zaman yanımda olduğunu bilir, bunun bana vermiş olduğu güçle yaşarım. Maalesef filmde de olduğu gibi bazı aileler çocuklarının başarısını mutluluklarının önünde tutarlar. Halbuki bir insan kendi hayatını kendisi yaşamalı ve aldığı kararların sorumluluklarını kendisi üstlenmeli, geri kalan insanlara ise sadece destek olmak düşmeli. Genel olarak izlediğim bir filmin sahnelerinden, oyuncularından, kostümlerinden ve repliklerinden önce konusuna ve anlam derinliğine bakan bir insan olarak filmi çok etkileyici bulduğumu söylemem gerek. İnsanın kendisi olarak yaşamasının nasıl bir özgürlük olduğunu, herkesi nasıl olduğu gibi kabul etmemiz gerektiğini, bir insanın hayatını olumlu yönde değiştirerek bunun geri dönüşünü görmenin insana nasıl haz verdiğini ve anı yaşamanın, o anlık sonucu kötü bile olsa, pişmanlıktan daha iyi olduğunu anlatan bir filmin kötü olma ihtimalini hiç düşünmemiştim zaten. Uzun zamandır adını duyduğum bu filmi izler izlemez kızdım kendime daha önce izlemediğim için ama artık biliyorum yaşamın kıymetini. Bu yüzden bir kez daha tekrarlıyorum kendi kendime; “Carpe Diem!” Ad-Soyad : Heval Can Savcı Bölüm : 31 Öğrenci Numarası : 21300803 Yeraltına Uzanan Yollar Yaşamımız birçok çelişki üzerine kurulu ve içlerinde biri var ki bu,yaşamımızı kumdan bir kaleye çeviriyor. Bu , hayatımızın her alanında bize ulaşabilen, bizi umduğumuzdan daha fazla etkileyebilen, aslında bizim çok iyi tanıdığımız bir çelişki aslında. Adına mükemmelliyetçilik denen bu çelişki bize her yaptığımız şeyi sorgulatmaya and içmiş. Sanki yaptığımız her şey yanlışmış gibi bir görüntü sunuyor bizlere ve üstüne üstlük bu durum erdemliliğin içerisine sinsice girmişse, o andan itibaren o insanın kendiyle çatışması ölümüne kadar sürüyor, kendine şüphesiz zarar veriyor ve bu durum ilerlerse başkalarına da zarar verme ihtimali doğuyor. Kendi yarattığı çelişkisinden kurtulamayınca sonunda o insan çareyi “yeraltı” dediği kendi dünyasını kurmakta buluyor. Peki bu nasıl oluyor ?...Bunu psikologların kendine has bir betimlemesiyle özetleyelim : Bu sorunlar genellikle aile kaynaklı. Örneğin elimizde mükemmelliyetçi bir ebeveyn olsun, bu kişinin anne ya da baba olması fark etmez.Yetiştirdiği çocuk sevgiyi büyük ihtimalle ödül-ceza sistemine göre alacaktır. Daima daha iyisini yapmaya çalışacak, sonuçta göze girmesi ya da gözden düşmesi pamuk ipliğine bağlı olacaktır. Zamanla çocuk, altını çizmek istiyorum-diğer çocuklar gibi, mükemmel olmadığını anlayacaktır. Fakat çocuğun bakış açısında şu eksiktir : Diğer çocukların da mükemmel olmadığını bilmemektedir. Bu çocuğun diğer çocuklar arasına karıştığı vakit, çocuğun özgüveninin çöküş yaşayacağı vakit olacaktır. Nedeni ise toplumun popüler özelliklere değer vermesi şeklinde açıklanabilir. Toplumun en küçük yapıtaşı aile olduğuna göre ve çoğu aile çocuğunu popüler değerlere göre yetiştirdiğine göre diğer çocuklar da popüler olan her neyse ona değer verecektir. Ne yazık ki en başında bahsettiğimiz çocukta bu özellikler olmadığı için akranları tarafından dışlanacaktır. Her canlı kendini her türlü tehlikeden korumak zorundadır, o halde bu çocuğun savunma sistemi gurur olacak, gururunu her şeyin üzerinde tutacaktır. Zamanla başka aktivitelere yönelecek, ya da derslerine biraz daha ilgi gösterecektir. Buraya kadar her şey güzel gidiyor, sorumluluğun ya da hakkın ne demek olduğunu anlamış gibi görünüyor, fakat pragmatizm bazen hatayı görmemizi zorlaştırır. Bahsettiğimiz çocuk yaşı ilerleyince sahip olduğu erdem duygusu ve gururunu birbirine karıştıracak, ortaya hiç de iyi olmayan sonuçlar çıkacaktır. Çocuk başarılı olduğu zaman topluluğa giremeyeceğini anlayacaktır, zaten çalışmasındaki amaç kendini kabullendirme duygusuydu. Bu sefer bahsettiğimiz kişi iyilik yapacak fakat bu iyiliğin amacı ne Kant'ın dediği gibi ödev ahlakı, ne de inancının bir gereği olacak, bunun nedeniyeniden kendini kabul ettirme duygusu olacaktır. Başlangıçta iyilik yapmaktan zevk alacak bu kişi, insanların onu kullandığını hissedene kadar durmayacaktır. Bu, gerçekten bir insanın onu kullanmasıyla da oluşabilir ya da mükemmelliyetçilik dolayısıyla kendisinin yarattığı ve ona talimatlar veren bir egonun kışkırtmasıyla da oluşabilir.Bahsettiğim ego sürekli kendi bilincine talimatlar vererek onu aşırı miktarda savunmacılığa sevk ediyor, bu nedenle bu çocuğun bilinci her zaman yeni bir savunma sistemi icat etmek zorunda. Zamanla bazı şeyleri kendi bakış açısıyla yorumlayan bu kişi ilk önce insanlardan uzaklaşmak için her yolu deneyecektir. Daha fazla kitap okuyacak, müzik dinleyecek ve oyun oynayacaktır. Kısacası insanlarla ilişki kurmamak için her yolu deneyecektir.İlk önce gereğinden fazla mesafe koyacaktır ilişkilerinde; fakat, bunu erdemliliğe aykırı olarak göreceği için mesafesini ya da tam tersi düşünürsek samimiyetini ayarlayamayacaktır. Devamlı kendine kızacak, kendisiyle çatışmaya girecek, yaşadığı haksızlıkları sindirmek zorunda kalacak ve sonunda her gün o durumu defalarca göz önüne getirecek ve hayallerinde kendisini toplumun aşağıladığı biri olarak değil, bir kahraman olarak görecektir. Buradaki savunma sistemi de aşağılama olacaktır. Devamlı üstün olduğunu dile getirecek, diğer insanları aşağılayarak ya da diğer insanlara olduğundan daha fazla değer vererek hayatına devam edecektir. En sonunda, kendi yeraltını inşa edecek, oradan bize notlar gönderecek ve kendine yabancılaşarak hayatını bir çatışma denizinin akışına bırakacaktır.Bu durumun ana nedeni gördüğünüz gibi mükemmelliyetçiliktir ve kitapta da söylendiği gibiçoğumuzda görülen ve tedavisi bulunamayan bir hastalık olacaktır mükemmelliyetçilik, tıpkı kahramanımızda olduğu gibi ve tıpkı Dostoyevski'nin bize hatırlatmaya çalıştığı gibi.... ÇEVRE DOSTU TÜRKİYE! Bütün dünyayı gezme fırsatını yakalayamasam da, hayatım boyunca Ukrayna, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya ve Fransa’yı görme fırsatım oldu. Bu ülkelerin neredeyse hepsinde sokakların, yolların tertemiz olduğunu gördüm. Altyapısı müsait olan ülkelerde ise, çevre temizliğinin yanı sıra, geri dönüşümün de inanılmaz derecede ilerlediğini fark ettim. İnsanlar konu hakkında bilinçlendirilmiş, doğanın onların çöplüğü olmadığının farkındalar. İleride yaşanılacak bir ortam kalması için çaba sarf ediyorlar. Türkiye’de ise insana ve hayvanlara saygımız olmadığı gibi, ne yazık ki doğaya da saygımız kalmamış. Her gün yollarda, bahçelerde yüzlerce çöp görüyorum. Bir canavar gibi sürekli çevreyi kirletiyoruz. Pet şişesinden peçeteye, sigara izmaritinden poşete sayısız atık etrafımızı sarmış durumda. İngiltere ve Hollanda’da insanlar çöplerini cam, kâğıt ve atık olarak ayırıp ona göre atıyorlar. Devlet ise ayda birkaç kez gelip bu çöpleri topluyor. Hollanda’da geri dönüşümü olmayan atık çöpün ağırlığına göre vergi ödeniyor. Türkiye’de böyle bir vergi olsa, kurnaz insanlarımızın çöplerini ücra yerlere götürüp bırakacağını hayal etmek hiç de zor değil. Geri dönüşüm adına evimizde bir şey yapmadığımız gibi, evde değilsek de Allah ne verdiyse atarak sokakları süslüyoruz. Hollanda’da insanlar köpeklerini gezdirirken bile çevre kirlenmesin diye köpekler için açık hava tuvaletleri yapılmış. Bu tuvaletler belediyeler tarafından düzenli olarak temizleniyor. Hayvanların yaşam alanlarını en az seviyede etkilemek için, otoban boyunca belirli aralıklarla hayvan köprüleri inşa edilmiş. Bizde ise her mahallede yolda yatan bir kuş, kedi veya köpek ölüsü görmek ne yazık ki işten bile değil. Çevreden bahsederken, her gün kullandığımız emisyon canavarlarını es geçmeden olmaz. Çünkü farkında olmasak da hepimiz kullandığımız araçla veya toplu taşıma aracıyla çevremizi kirletiyoruz. Bu konuda alınacak ilk önlemin devlet teşviki olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela, Hollanda’da satılan araçlardan bizdeki KDV’ye eşdeğer olan BTW adında bir verginin yanı sıra bir de araçların emisyon değerlerine paralel olarak ikinci bir vergi daha alınıyor. Yani, devlet sana diyor ki, sen çevreyi ne kadar az kirletirsen ben de senden o kadar az para alırım. Hatta eğer elektrikli bir araçsa hiçbir vergi alınmıyor. Devlet çevreyi korumak, havayı temiz tutmak adına düzenlemeler yapıyor. Aynı şekilde Almanya’da alınan bir karara göre, benzinli ve dizel araçların kullanımının 2030 yılına kadar yasaklanması planlanıyor. Bize gelindiğinde ise, elektrikli araçları geçtim, karma yakıt tüketimi olan (benzin artı elektrik motoru gibi) araçlarda bile herhangi bir devlet teşviki olmamakla birlikte, devletin vergilendirme politikası sadece araçların motor hacmine bakmaktan ibaret. Enerjiyi tüketirken yaptıklarımızın yanında, enerjimizi üretirken bile çevreyi katletmeyi ihmal etmiyoruz. Ülkenin her yerinde yıllanmış termik santraller var. Barajlar inşa ediyoruz, fakat inşa ederken etrafında ne var ne yok ortadan kaldırıyoruz. Hayvanların ve ağaçların evlerini gasp edip, yaşama haklarını ellerinden alıyoruz. Yenilenebilir enerjinin farkındayız ama daha emekleme aşamasındayız. Hollanda’da gördüğüm kadarıyla, neredeyse her fabrikanın kendine ait rüzgâr türbini mevcut. Fabrika bütün enerjisini bu türbinden sağlıyor. Devletin bu konuyla ilgili teşviklerini geçtim, artık türbinlerin görüntü kirliliği yapıp yapmadığını düşünmeye başlamışlar. Görüntü kirliliği olmaması amacıyla, aynı yerde belli bir sayının altında rüzgâr türbini inşa edilmesine izin verilmiyor. Aynı şekilde, bu türbinler inşa edilirken, etrafta bir karınca ekosisteminin bile zarar görmemesini sağlanmaya çalışılıyor. Çevremizle aramız hiç iyi değil. Çöpümüze sahip çıkamıyoruz, enerji üretirken de tüketirken de çevremizi kirletiyoruz. Devletin bu konuyla ilgili kalıcı bir yaptırımı veya teşviki de olmadığı için, hayatımıza bildiğimiz gibi devam ediyoruz. Sanırsam bu sorun, tamamen eğitimle çözülebilir. Kökten, ilkokuldan çocuklara çevre bilinci aşılanmalı ve bu konuyla ilgili eğitimler verilmelidir. İnsanlarımıza dünyanın kendi tapulu malları olmadığını öğretmeliyiz ki, kendileri de yaşarken çevreye saygı duysun. BU DA BÖYLE BİR K.abuk Yazarın Gözünden Mustafa Hakkında Hiçbir Şey: Hatasız Kul Mustafa… Nam-ı diğer Tosbağa… Bir karar verilecekse yaşanılmayan anların üzerine, çekilirmiş hemen kabuğuna. Kimisi derede akar, çağlar, yeşille dolaşır, yürekleri hoplatır… Kimisi dalga olur çarpar kıyılara… Kimisi kavrulur, sade kabuğu kalır çorak deryada. Bizim Tosbağa ise vermediği kararlarıyla, o gri kabuğuyla kalakalmış bir yirmi birinci yüzyıl gölünün ortasında. Girilmez de çıkılmaz da… Ayağını bassa eriyecek toprak, suya girse sanırsın boğulacak. Kanatları olsa belki uçacak ama mutlaka kartallar gibi yalnız yaşayacak. Yırtıcı olmaktan değil de hani yönetmek zorunda olmak korkusundan. Böyle kabuğa böyle tevazu, böyle hayata böyle ötenazi… Herkes koşar, o yaya… Belki de bundan şaşar terazi. Hatasız Kul Mustafa, pek aşina değil böyle tabiata. İçer bira, içer sigara. Karnında yaşayamamak sancısı, söyleyebilmekle söyleyememek arasında büsbütün hayatı… Yaptıkları hatalardan, yaşadıkları dünyadan, soludukları havadan ders çıkaran; çıkardıkları derslerle övünen (mümkün mertebe övünmekten haz eden), başöğretmenliğe bürünen, sayın olmayan ve sayılabilecek kadar az olmayan… İşte bunlar kaplumbağa terbiyecilerinin vasıfları. İşte bunlar ölü medeniyetlerin kalıntıları. Ne bir saban ne bir kağnı… Çekilmez dişin çekilmez ağrısı… Hatasız Kul Mustafa… Etrafı dolu yirmi birinci yüzyıl tebaasıyla… İki dudağının arasında tükürdüğü hayatıyla, beyninde nöronları, kalbinde kapakçıklarıyla… Aklında hep bir düşünce, kalbinde hep bir duygu olmasının zorunluluğu algısıyla yaşıyor Tosbağa Mustafa. İçinde “şunun için, bunun için” geçmeyen cümleler duyabilmek için yaşıyor aslında. Tanınmış arkadaşları var Mustafa’nın, uçamadığı için. Yaşanmış hayatı var Tosbağa’nın, kaçamadığı için. Hâlbuki hatasız kul olamaz ve maalesef Mustafalar var olamaz. Mustafa’nın Gözünden Mustafa Hakkında Her Şey ve Yazarın Gözüne Cevap: Sıra dışının sıradanlığına sırdaş olmuşsan… Önce bir sağ, sonra bir sol, sonra sağ, sonra bir daha sağ… Olmadı, kafayla dal. Güm çat pat kat yat… Sen ki gözbağı, el yordamısın. Küçük düşün. Düşün ki neonlara kedi sırtında atla… Tişredeki tirşeyi şişelere boşalt. Aban yansın, tutuşsun. Kafan kavlasın, kavrulsun. Sen ki insansın. Yarı hayvan, yarı... Mücerretsin. (Yani mücvansın: mücerret hayvan) İkincide ne yazacağımı bilemedim. Hep iki arada bir derede… En mükemmel melezmişsin gibi… Hani yarı tüylü, yarı düşünceli… Sanki hayvan denen iradesizle bir mücerret arası, dolu ve boş ve hoş ve yaşlı mahlûksun. Hani terasta içer, güzelle gezer, herkesi döver, ona buna söversin. Gece solar, günü yakar, al kanında akyuvar akar da geçinemezsin senle benle. Geçinme lüksüyle müşerref olan mücvan seni… Seni gidi seni… Nasılsın? Ben kötüyüm. Kötü olmak zorundayım sanki. Sudoku çözüyorum ulan! Hem zaten neyin iyisi gerçekten iyi ki? Canlı olmak istiyorum. Alakasız bir yerde alakasızca şekillendirilmek istiyorum. Nesi kötü bunun? Delilerin kralıyım ama bunu söylediğim için akıllıyım ya… Deliriyorum aklıma! Bir şey diyeceğim sana. Aslında hepimizin kafası yatırımcı… Kafamız kâr amacı güdüyor ve kafalarımız üzerinden kâr amacı güdülüyor. Kâr dediğin nedir ki? Mutluluğa benziyor. Sen ne diyorsun, ben ne diyorum? Böcek olsak yine iyi ama… İnsanız ya, o sıkıntı işte. Seni iplemeyen tiplemeye kurban olasın. Sen insansın. Asla mükemmel olamayacaksın. Bunu düşün ama küçük düşün. Çünkü ben de insanım. K.’nın Gözünden Kafka Yazıyor Mustafa’nın Kim Olduğunu: Mustafa da K. gibi biri. K.abukları var. Biraz yabancı, bir parça da yerli… K. nasıl şatoya giremediyse, Mustafa da Şato’ya giremeyecek; etrafında dolanıp duracak ama en nihayetinde Şato’nun dışında kalacak. Kapıları tırmalayacak, yetmeyince kemirecek. Ama giremeyecek. Niye mi giremeyecek? Şato yazılalı çok oluyor da ondan. Peki, Mustafa’nın akıbeti ne olacak? Söyleyeyim ne olacak? Şato basılacak, Mustafa unutulacak. Yazarın Son Sözü: Hiç Mustafa görmedim. Görülecek bir şey midir onu da bilmiyorum. Ama insan gibi bir şey olsa gerek. Evet! Mustafa kesinlikle… Kesinlikle tanınmayan bir insan… Ve artık tüm Kafka romanlarında… Sami Uğur BERKSUN (TURK 102-44) / 21300935 U lu d a ğ | 1 Dolunay Uludağ GÜZELLİĞE HAKLI ÖFKE İnsanların dünya üzerinde farklı yerlere sahip oluşu inkar edilemez. Aynı şekilde doğsalar da, aynı havayı solusalar da ve yine aynı şekilde ölecek olsalar da aynı fırsatlara sahip olamazlar. Onları diğer insanlardan bir ya da birkaç tık öteye taşıyacak kıskanılası özellikler vardır. Kimisi bu özellikleri çabalayarak, emek vererek elde eder. Okuduğu kitapları üst üste dizerek kendine adeta bir merdiven oluşturur ve rakiplerinin önüne geçer; diğer insanlarla arasındaki statü farkından oluşan uçurumu, çaldığı enstrümanın yaylarını halat gibi beline bağlayarak azimle aşar. Kimisi ise bu özelliklere herhangi bir çaba harcamadan, daha anne karnındayken sahip olacak kadar şanslıdır. İster zeka deyin, ister yaratıcılık deyin ama bir insana doğuştan bahşedilen en önemli özellik kuşkusuz güzelliktir. Gözlerimizi üstünden alamadığımız, her bakışımızda tekrar bakma isteği uyandıran insanlar neredeyse her alanda ve herkese karşı bir adım öndedir. Peki, böylesine büyük bir şans olarak görülen güzellik ters teperek ömrümüz boyunca taşıyacağımız büyük bir uğursuzluğa dönüşebilir mi? İş hayatında da sosyal yaşantıda da güzel olmanın getirdiği birçok avantaj vardır. Eğer dünya nüfusunun büyük bir kısmı tarafından kabul görmüş güzellik standartlarına uyuyorsanız; sizi işe alacak kişiyi özgeçmişinizde dikkat çekici hiçbir nokta bulunmadan ya da başvurduğunuz pozisyon için hiçbir şartı sağlamasanız da düzgün bacaklarınızı öne çıkaracak bir etekle kolayca ikna edebilirsiniz. Sevgili adaylarınızı, onlara tek kelime etmeden ve onlarla hiçbir paylaşımda bulunmadan, sadece eşsiz yüzünüzü sergileyerek etkileyebilirsiniz. Bu sırada güzellik kalıplarının dışında kalan rakiplerinizin sizden geri kalmamak için izleyebileceği üç yol vardır. İlk yolu tercih eden, size benzemek için canlarını feda edebilecek olan bu şanssız insanlar, sizi taklit etmeye çalışır. Soğuk ve sert ameliyat U lu d a ğ | 2 masaları üstünde yatarken her bıçak darbesinde güzellik standartlarına daha da yaklaşır, size daha da benzer, benliklerine daha da uzaklaşır fakat bundan zerre rahatsızlık duymazlar. İkinci yolu seçenler kendilerini farklı yönleriyle öne çıkarmaya çalışır. İşyerinde zekalarını konuşturur, herkesten çok çalışır, alın teri dökerler. İnsan ilişkilerinde anlayışlı davranmaya çalışır, eğlenmeyi de eğlendirmeyi de iyi bilir, kendilerini ve çevresindekileri sürekli geliştirirler. Bu iki seçenekten herhangi birini tercih eden kişiler tüm bu çabalarına rağmen yine de doğuştan gelen bir güzelliğe sahip olan insanların gölgesinde kalırlar. Estetiğe başvuranlar sahtelik ve özentilikle suçlanır, başka şekilde öne çıkmaya çalışanlar ise sahip oldukları onlarca özelliğe rağmen görmezden gelinir. Karşılaştıkları acımasız tutuma rağmen kendilerini geri planda bırakan güzellikteki insanlara bir zararları yoktur. Aynı şey üçüncü yolu seçen insanlar için söylenemez tabii. Bu üç seçenekten sonuncusu, tüm fırsat kapılarını açabilecek ve geniş kitleleri etkisi altına alabilecek güçteki güzelliğin ters tepip insan hayatını karartabilecek raddeye gelmesine sebep olur. Bu yolu seçen insanlar ikinci planda kalmaya ve içinde bulundukları adaletsizliğe katlanamazlar. Aslında kendilerinin hak ettiği ve sahip olmak için yıllarını verdiği işleri güzellikleri sayesinde ellerinden kapan, kendilerinin ruh eşi olarak adlandırılabilinecek kişilerle tanışıp bir ilişkiye başlamalarına çekiciliklerinin aldatıcılığı yüzünden mani olan insanlara tarif edilemeyecek düzeyde kin beslerler. Delicesine kıskandıkları bu insanları, yaşamak için tüm varlıklarını feda edebilecekleri hayatlardan çekip çıkararak yeryüzünün en derin katmanlarına hapsetmek isterler. İçlerinde besledikleri hırs ve öfke gün geçtikçe daha da artar ve bu durum onları intikam planları yapmaya iter. Bu yolda izleyebilecekleri yollar sınırsızdır. Kimisi bunu utanç verici dedikodular çıkararak, ağır iftiralar atarak ve çeşitli yalanlara başvurarak gerçekleştirmeyi tercih etse de The Neon Demon filminde olduğu gibi bu eşsiz güzellikteki insanları boş bir havuza itip saç tellerinden ayak tırnaklarına kadar yamyamca yemenin hayalini kurabilecek yaratıcılık ve psikopatlıkta kişilerle karşılaşmak da U lu d a ğ | 3 mümkündür. Kıskançlık ve nefretin yol açtığı bu durum sayesinde, insanlara hemen hemen her alanda sonsuz fırsatlar sağlayan güzellik; çok daha farklı bir işleve bürünerek hayat karartan bir lanet haline gelebilir. Bana kalırsa güzellik kavramının gölgesinde kalan insanların öfkesi kesinlikle haklı bir tepkidir. Sahip olunan onlarca olumlu özelliği tek hamlede etkisiz hale getirebilen bir kavrama karşı savaş vermeye çalışmak kolay katlanılabilinecek bir durum değildir. Bu esnada ortaya çıkan kin, nefret ve hırs insan doğasının getirdiği ve önüne geçilemeyecek cinste duygulardır çünkü. Asıl sorun intikam arzusunun tetiklediği fanteziler kurma aşamasında başlar. The Neon Demon filminde de şahit olduğumuz, kıskançlığın ve ikinci plana atılmanın sebep olduğu intikam alma isteği; güzel sıfatına sahip kişilere geriye dönülmez zararlar verdiği gibi, insanın kendisinde de oldukça ciddi hasarlar yaratabilir. Her ne kadar çevresinde topladıkları hayranlık sayesinde egoları şişen, her istediklerini kolaylıkla elde edebilen insanlara karşı kin beslemek doğal olarak karşılansa da böylesine büyük bir nefreti içimizde barındırmak ve bu nefretin bize yaptırdığı kötülüklerin vicdan azabıyla bir ömür yaşamak zorunda olmak bizi içten içe bitirir. Bu yüzden güzelliğin neden olduğu adaletsizliğe karşı sabrımızı koruyabilmeli ve bu kavramı dünyanın geneli kadar ciddiye almayıp gerçek güzelliğin insanın içinde gizlendiğinin farkında olan kişilere sıkıca tutunmalıyız. Mucize " - Mehmet Çavuş'u cephede görmeliydiniz komutanım. Düşmanın sayıca ve silahça üstünlüğünü hiçe saydı. Önce tüfeğiyle, tüfeğinin mekanizması bozulunca süngüsüyle saldırdı. Sonunda tüfeğini yere attı. Yerden aldığı taşlarla düşmana saldırdığını gördüm! Onun cesareti yanındakilere cesaret verdi komutanım. - Öyle mi Mehmet Çavuş? - Kaçmasalardı, daha devam edecektim komutanım!" (Mucize – Mehmet Çavuş Sahnesi) Bigalı Mehmet Çavuş... Onun kahramanlığı sadece sahnelenen bir tiyatro oyununun ilk sahnesi olmakla kalmadı. Bugün askerimize "Mehmetçik" dememize ilham kaynağı olan onun bu kahramanlığıydı aslında. Oyunun yazarı olan İlker Başbuğ dahil, belki bu tiyatro oyunuyla Bigalı Mehmet Çavuş'u biraz daha tanıdı. Mehmetlerin kahramanlığına ve cesaretine esin kaynağı olan da belki bir mucizeydi: Keskin bir kararlılık, isabetli bir öngörü ve biraz da deha... Oyunu izleyenlerin bu mucize hakkında belki fikirleri vardı ama bu oyundan sonra bazı gerçeklerin biraz daha netlik kazandığına eminim. Mucize, temelde Atatürk'ün Milli Mücadele döneminde yaşadıkları ve Anadolu'nun genel durumu ile ilgili dram ve tarih yüklü bir tiyatro oyunu. Ancak bu oyun daha önceden oynanmış diğer tiyatro oyunlarından farklı olan bir çok önemli noktaya sahip. Ben oyunu izlemeye bu önemli noktaların farkında olmadan gittiğimi itiraf etmeliyim. Bunların başında belki de en dikkat çeken detay oyunun İlker Başbuğ'un "21. Yüzyılın En Büyük Lideri Atatürk" adlı kitabından uyarlama olmasıydı. Oyun sadece kitaptan uyarlanma olmakla kalmayıp, ayrıca hazırlık ve prova aşamasında da İlker Başbuğ tarafından yakından takip edilmiş. Öyle ki İlker Başbuğ İstanbul dışındaki ilk gösterimin olduğu Çanakkale'nin Biga ilçesine kadar hem bir söyleşiye katılmak için, hem de oyun hakkındaki tepkileri görmek adına Mehmet Çavuş'un memleketine kadar gelmiş. Kendisi de oyun burada sahnelendikten sonra Mehmet Çavuş'un Bigalı olduğunu öğrenmiş. Neticede ertesi sabah ilk iş olarak bu kahraman askerin mezarını ziyaret için Bahçeli Köyü'ne kadar gitmiş. Sadece bu tavrı bile böyle bir oyuna ve kendi yazdığı kitaba ne kadar içten bağlı olduğunun bir kanıtı olsa gerek. Bu güçlü duygusal bağ da oyunun her tarafına yansımış ki bu da oyunun yer yer coşkuyla dolmasını ve bu coşkunun seyircilere kadar taşmasını sağlamış. Oyunu gerçekten mucizevi yapan en önemli etken bu olsa gerek. Genel olayların ilerleyişi tarihi bir kronolojiyi izlese de yer yer olayların atlandığını görüyoruz. Bunun en büyük sebebi oyunun ana odağının (bir tarihi süreci gerçekçi bir biçimde göstermekten çok) Atatürk için önemli dönüm noktalarını oluşturan anların olması yatıyor. Öyle ki yer yer kendi kaderini etkileyecek önemli kararlar alıyor, daha ileri gidip ordusunu ve silah arkadaşlarını etkileyecek kararlar alıyor ve sonuçta aldığı kararlar bir anda Anadolu'nun kaderine bürünüyor. Öyle ki sahnelenen oyun, bir insanın böyle kararlar almasının ne kadar zor ve tehlikeli bir şey olduğunu daha ön plana koyuyor. Bir noktadan sonra bu kararlar kendi kişisel meselelerini etkilemeye başladığında kendi kaderinin de son ana kadar bu vatana hizmet etmek olduğuna karar veriyor. Benim için oyunun Atatürk'e bu açıdan bakması oldukça güzeldi. Genelde böyle yapımlarda anlık kahramanlıklar ön plana çıkarılmaya çalışılsa da, gerçekten çaba gösterip de kendini bu vatan uğruna feda eden gerçek kahramanların öyküleri dram açısından seviyeyi bambaşka bir boyuta sürüklüyor. Beni etkileyen ikinci nokta da oyunun, kahramanlarına karşı takındığı bu tutum oldu. Onları sadece güçlü ve korkusuz karakterler olarak değil, birer insan olarak göstermesi oldukça etkileyiciydi. Oyunun benim için dikkat çekici diğer bir noktası oyunculuğun sınırlarının zorlanmasıydı. Öyle ki sahnede (bugün hakkında söylenen her şeye rağmen) yeri geldiğinde alkol tüketip yeri geldiğinde sigara içen bir karakter vardı. Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesci bu konuda hiç kimseden çekinmeden olabildiğince gerçekçi tutmaya çalışmış sahneleri. Her ne kadar oyunun başlarında İnönü ile Atatürk'ün sahnesinde sigara işin içine girince seyircilerde bir garipseme olsa da, oyunun sonlarında gerçek anlamda kurulan rakı masasıyla Atatürk'ün Çankaya'daki zorlu günleri yansıtılmaya çalışılmış. Öyle ki ülkesi adına yaptığı her fedakarlık, kendi hayatından çaldığı imkanlara bedel oluyor. Oyun bu anlamda seyirciyi (özellikle böyle sahnelerde) Atatürk'ün durumunu biraz daha anlamaya zorluyor. Tüm bunların yanında yine yer yer oyuna eşlik eden canlı müzik sizi o atmosferi daha iyi gözlemlemenizi sağlıyor. Müzik konusunda hiçbir şeyden çekinilmemiş ve hakkı verilmiş. Yer yer yaylı enstrümanlar, yer yer türkü ve ezgileriyle vokaller size Milli Mücadele yıllarının o havasını kısa anlarda da olsa tattırıyor. Oyunculuk konusunda ise fazla şey yazmaya gerek duymuyorum, Müjdat Gezen Tiyatrosu bu konuda oldukça iyi seçimler yapmış. Büyük çoğunluğu gençlerden oluşan bu kadro aslında biraz da tarihi onların oyunculuklarıyla tanımaya olanak sağlıyor. Normalde her ne kadar tecrübeli oyuncuları sahnelerde görmekten hoşnut olsak da tiyatro sahnesinde yeni kişiler görmek her zaman yeni tecrübeler edinmemize ve farklı oyunculuklar tanımamıza yol açacaktır. Mucize; başta yaptığı dışa vurumcu çağrışımlarla, oyunun aktarmaya çalıştığı karakter arka plan hikayeleriyle, gerçekçi ve içten oyunculuklarıyla, yenilikçi ve etkili tiyatro anlayışıyla muhteşem bir deneyim. Bu sahnelenen oyundan ayrılan her seyircinin yeni bir şeyler edinerek ayrıldığına inanıyorum. Çünkü günümüz Türkiye'sinin şartlarında duygusallığa hitap edip kitleleri kendine çekmektense onlara yeni bakış açıları katarak gerçekten bildiklerini düşündükleri şeyler hakkında yeni gerçekler eklemek herkesin yapabileceği bir şey değil. Tarih sadece kitaplarda yazanlardan ibaret değildir, içinde biraz duygu ve biraz da insanlık barındırır. Onur Mermer Elif Kuvanlık ÖLÜMÜN İYİ TEMELİ Çok belirgin bir farklılıktır insanın hayatında “ölüm” kavramı. Sadece ölüm olmak zorunda da değil, bir eşyanızı kaybetmek bile çok zorlayıcı olabilir. Ben çok erken tanıştım ölümle. Sekiz yıl önce canımı, kanımı ve hatta her şeyimi, babamı kaybettim korkunç bir hastalık yüzünden. Çok küçüktüm ve farkında değildim o zamanlar olanların ve yaşadıklarımın. Zamanla fark etmeye başladım en değer verdiğim insanın yokluğunu. Bazen nefes alırken bile o boşluğu hissediyorum. Annemle her tartıştığımızda, başıma güzel bir şey geldiğinde, babamın da gurur duyacağını düşündüğüm şeyler yaptığımda, onun sevdiği şarkıları dinleyip söylerken hep iç geçiriyorum keşke burada olsaydı da yaptıklarımı görseydi, anlatabilseydim diye. Bir söz vardır “Ölenle ölünmüyor.” diye ve gerçekten de öyle. Ne olursa olsun hayatım devam ediyor ve soyadımı gururla taşımaktan, babama yakışır şeyler yapmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Peki, nedir ölüm? Kimine göre acıyken, kimine göre bir kurtuluştur. Bu sorunun çok benzeri Jose Saramago’nun “Ölümlü Nesneler” adlı eserinde şöyle sorulmuştur: “Ölüm, insanın hayattayken işlediği suçları aklayan bir özür, bir af, bir sünger, bir sabun mudur?” Bu sorunun cevabına olumlu yaklaşabilecek insanlar, ölümü bir kurtuluş ya da bir kaçış olarak görenlerdir bence. Ölümü “sünger, sabun” olarak somutlaştırmak temizlenmenin ve arınmanın bir sembolü olarak algılanabilir. İnsanın algısını anlamak çok zor gelir bana. Ben hayatta yaptığımız şeylerin öldükten sonra silinmeyeceğini düşünen bir insanımdır fakat bazıları ise tam tersini düşünür. Öldükten sonra her şeyin biteceğini, geride hiçbir şey kalmayacağını ve ölümle birlikte temizleneceklerini zannederler. Oysa geride çok şey kalır, kırılan kalpler, ağlamaktan şişmiş gözler, harap olmuş insanlar kalır. Aslında hataların, yanlışların hiçbir önemi kalmaz. Tek düşünülen kaybedilen günlerin artık geri gelmeyeceğidir. Hem de sonsuza kadar… Ben her ne kadar alıştım desem de ölüme, hala çok korkarım sevdiklerimi kaybetmekten; onlara onları sevdiğimi, özlediğimi, ne düşündüğümü söyleyememekten. O yüzden hep anlayışlı olmaya çalışırım. Kırılırım belki ama bunu kullanarak kimseyi kırmam, ne geçiyorsa aklımdan onu söylerim. Ortak yol bulurum ve düşünerek hareket ederim hep. Çünkü bana kalırsa hayatta yapılması gereken en önemli şeyler bunlardır. Bir insanı kırıp üzerek hiçbir şey elde edemezsiniz. Hele paranın, eşyaların, geçen gün bir sürü para verdiğiniz o ayakkabının, sapı kırılan gözlüğünüzün, gidemediğiniz akşam yemeğinin hiçbir önemi yoktur; sayılan, sevilen, kendine ve çevresine hiçbir şey katamamış, kırıp döken, değer bilmeyen bir insan olduktan sonra. Daha on sekiz yaşında olmama rağmen yaşantımdan öğrendiğim en önemli düşüncedir bu. Ne kadar parası olan, istediği her şeyi istediği her zaman yapıp, istediği her şeye sahip olabilen bir insan da olsanız; başkaları tarafından sevilmedikçe, dünya sizin etrafınızda dönüyormuş gibi davrandıkça, başkalarına saygı duymayıp onları küçümsedikçe, yaşadığınız hayatın zerre önemi kalmaz. Siz sadece “kötü, bencil ve kalpsiz” olarak anılırsınız ve cebinizdeki para öldükten sonra sizi kurtarmaya yıllar boyunca nefes almadan da çalışsanız da yetmez. Elif Kuvanlık Bu yüzden herkes için iyi ve düzgün bir insan olmak, hak yememek, kimseyi küçümsememek, manevi değerleri maddi değerlerin gerisine atmamak en önemli davranışlardan olmalıdır. Bu sayede ölümün hiçbir şeye bir af, bir sünger, bir sabun, bir özür olması gerekmez. İyilik temelli yaratılan bir hayatta silmeniz, unutmanız ve özür dilemeniz gereken bir durum kalmaz. Aynı şekilde sona yaklaştığınızı düşündüğünüz zamanlarda, normalde yapmanız gereken şeylerden çok yapmamış olmanız gereken şeyleri düşünmezsiniz. Beyza Nur Adıgüzel TURK 101-003 26.11.2017 21702315 Ali Turan Görgü MISRALARDA ÖLÜM “Öldür!” diyor film. Anlaşılmak isteyenlere huzur verebilmek için, kelimelerin içine özgürlük ekebilmek için; öldür içinde sana ait olan her duyguyu, her insanı. “Sevgililerini, umutsuzca sevdiklerini, çocuksu ruhunu öldür. Hiçbiri o kağıda ait değil!” (Krokidas, 2013) diyor ısrarla ve heyecanla. Kendini bir kenara koyar mı insan yazarken? Bu film işte bunu anlatıyor; yazmanın, bazen kendini unutmak ve kendine yabancılaşırken tarifsiz bir acı çekmek olduğunu. Filmin adı Kill Your Darlings, konu aldığı kişi ise Allen Gingsberg! Şiirlere tanrı, aşka dost, savaşa düşman o efsane… Bu filmi izlemek; siyah bulutların bir jilet gibi göğü delip yağmuru hızla yağdırdığı o serin kasım akşamında, cam kenarında, ekoseli battaniyeniz altında sert kapaklı ve saman kağıtlı o şiir kitabından mısralar okurken kahvenizi yudumlamak gibi. Filmin kurgusunun gerçekliği ve dinginliği içindeyken anlıyorsunuz: Bütün şairlerin hayatı film olmalı. Beni etkileyen ana karakterin bir şair olması değil sadece, Allen Gingsberg olması! Bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum çünkü bu adamdır şiirin ezberletilen kimyasını kıran, bu adamdır her hissi kalemiyle canlandırabilen, bu adamdır Beat akımının kurucusu! Şiirde anarşi, kafiyede Beyza Nur Adıgüzel TURK 101-003 26.11.2017 21702315 Ali Turan Görgü özgürlük isteği, imgelerde isyan… Daha güzel bir devrim olabilir mi? Bu devrimin her hassas safhası anlatılıyor. İnsanlar, insanlığın esenliği için gönderilmiş ilahi güzellik olan şiiri bile yozlaştırmış, formülleştirmiş, paslı bir kafesin içine koyup aliterasyonlara mahkum etmişler. Bu filmde, Gingsberg’ün ve arkadaşlarının farklı olma yolundaki zarif ve tutkulu baş kaldırışlarını izliyorsunuz ve edebiyatın zorluklardan doğmuş bir mucize olduğunu anlıyorsunuz. Edebiyattan pek haz etmeyenlerin başını çok şişirdim galiba. Haklısınız, film hakkında konuşurken sinematografi ve oyunculardan bahsetmemek olmaz. Ah o renkler… Bakın değerli okuyucular renk her şeydir; çirkini güzel yapan, ölüyü canlandıran, görmek istemediklerinize hayranlık uyandıran ufak harikalardır. Bu filmde kullanılan renkler bana 1940’ların karmaşasını yaşattı. Savaşın korkusu, yeni akımların heyecanı, varoluşun yanıltıcılığı ve daha birçok şey. İnsanlar mutsuz, huzursuz –Allen Gingsberg gibi- ama her sabaha, her şeyin daha iyi olacağı umudu ile uyanmak zorundalar. Umudu kokladım bu filmde, Gingsberg’in ahşap rengindeki gözlük çerçevelerinde. Kolombiya Üniversitesinin kırık beyaz çatlak kolonlarında ise hüzün ürpertti tenimi. Detayların içine, kostümlerin içine, oyuncuların göz renklerine saklanmış olan bütün renkler o kadar başarılı bir ahenk içinde yansıtılmışlardı ki orada olduğumu hissettim. Beyza Nur Adıgüzel TURK 101-003 26.11.2017 21702315 Ali Turan Görgü Oyuncular hakkında konuşacak olursak, Allen Gingsberg’i canlandırmakla çok şanslı olduğunu düşündüğüm Daniel Radcliffe hakkında bir şeyler kesinlikle söylenmeli. Ben her zaman Gingsberg okuyan bir insandım. Uluma şiiri, bir zamanlar benim için her gece okunan dualar gibi bağımlılık yapmış bir baş ucu şiiriydi. Yani ben bu filmi izlerken zaten Gingsberg’in büyüsüne kapılmıştım. Radcliffe’in beni oyunculuğu ile etkileyip, Beat akımını öğrenmeye teşvik etmesine gerek yoktu. Lakin, kendimi Gingsberg bilmeyen insanların yerine koyduğumda şunu görebiliyorum: Radcliffe’in oyuncluğu insanlara nüfuz edecek ve onlara Gingsberg hakkında bir merak aşılayacak kadar sağlam değil. Filmi izlemeyi düşünüyorsanız, önce Gingsberg okuyun ve Radcliffe’in vasat oyunculuğunun bu devasa efsanenin ışığını loşlaştırmasına izin vermeyin. Buna rağmen, filmi tonlarca ağır eleştirilerden kurtaran bir isim var: Dane DeHaan. Aman Allahım! Filmin asıl karakteri olmamasına rağmen, sert mizacındaki o esnek mimikler onu filmde nasıl da otorileştiriyor! Bir mısra okurken sesini, o çekici pürüzle nasıl da tüm kulaklara hakim kılıyor! Sahneler aklıma geldikçe hala heyecanlanıyorum. Muazzam bir yeteneğin özenle varoluşunu izlemek ve o oyunucunun yok olup bambaşka birine dönüşebildiğini görmek istiyorsanız DeHaan’ın tüm sahnelerini milyonlarca kez izlemelisiniz. Beyza Nur Adıgüzel TURK 101-003 26.11.2017 21702315 Ali Turan Görgü Filmin edebi bir konusu var dedik. Bu durumda olay örgüsünün durulaşmasını ve donuklaşmasını bekleyebilirsiniz. E tabii doğal olarak; Walt Whitman’a ve Henry Miller’a yapılan göndermeler, şiire ait bazı terimler filmi biraz daha bilimsel bir niteliğe büründürüyor diyebiliriz. Kanımca, bu sıkıcı bir bilimsellik değil, daha çok entelektüel içerikli bir keşif ilmi. Direkt görmesek de, yan olay olarak, etkilerinin farkında olduğumuz savaş unsuru filme bir hareketlilik ve akıcılık kesinlikle kazandırıyor. Savaş meydanındaki silahların mücadelesinin, edebiyat meydanında kelimelerin mücadelesine benzetilişine de tanık oluyoruz bence. Elbette, İkinci Dünya Savaşı ile lügatımıza dahil olan varoluşçuluk adına felsefi ve metafiziksel ayrıntılar da var. “Ölüm beraberinde yeni bir hayat getirir.” (Krokidas, 2013) repliği her zaman tüylerimi ürpertir. Takdir edersiniz ki repliklerin çevirileri asıl halleri ile aynı tadı vermiyor. Bu filmi Türkçe dublaj izlemek gibi bir hataya sakın düşeyim demeyin! Amerikan Edebiyatı’nın temellerinden birini konu alan film Türkçe izlenir mi yahu, yapmayın! Az daha unutuyordum, bu filmi gerçekçi yapan en önemli unsur kuşkusuz müzikler! Kelimenin tek anlamıyla muazzam! 1930-1940 senelerinde zirveye vuran caz kültürü; saksafonların parlak sarısıyla, davulların titreten haykırışlarıyla ve seslendirmekten öte notaları yaşatan bir zenci gırtlağıyla oluşturulmuş bir sahnede o kadar güzel yaşatılmış ki… Dumanların altında, yuvarlak bir masa etrafında, çiçekli bir elbise giymiş siyahi bir kadının güçlü sesi eşliğinde, şairler nezaket ve Beyza Nur Adıgüzel TURK 101-003 26.11.2017 21702315 Ali Turan Görgü kasvet içinde daktiloya anlatıyorlar dertlerini. Unutamıyorum o sahneyi. Orada olmak, o şairlerden biri olmak ve kelimelerle ürerken bir yandan da ölmek istiyorum. Kill Your Darlings şüphesiz izlediğim en iyi filmdi çünkü bünyesinde okuduğum en iyi şiiri, gördüğüm en hisli aşk hikayesini, yaşam doğuran yalnızlıkları ve şairleri barındıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi arka planda da caz çalıyordu. Sevgili okuyucular, bu film izlenmeli ama bu filmin de ötesinde Gingsberg okunmalı. Hayatı anlamaya ve insanları anlatmaya ömrünü adamış her şair, her zerresine kadar yaşanmalı. Sonra da kulaklarınızda filmdeki o şarkının nakaratı yankılanmalı: “We’ll have a blue room, a new room, for two room…” (Krokidas, 2013) Kaynakça Kill Your Darlings. (tarih yok). Tumblr. adresinden alındı Krokidas, J. (Yöneten). (2013). Kill Your Darlings [Sinema Filmi]. KORKMAYIN: HERKES BİRAZ KÖTÜDÜR En son ne zaman birine kötülük yaptınız? Genelde tam tersi sorulur değil mi? İyi olduğumuz zamanları hatırlamak isteriz. Aslında bu, insan doğasını, doğamızı reddetmektir. Bireyler, iyilik yapmak için dünyaya gelmezler. Davranışlarımızı iyi ve kötü diye sınıflandıran da bizlerizdir. Bize öğretilen “doğrular” ve “yanlışlar” silsilesi içinde kendimize bir yol çizmeye çalışırız. Kurallar bizi yönlendirir, şekillendirir. Bazı arzularımızı, düşüncelerimizi baskılamak ister, bazen de hissetmediğimiz duyguları ön plana çıkarmaya çalışırız. Bu durum, bir noktaya kadar toplumsal düzeni sağlamak için yararlıdır. Ancak belli bir seviyeden sonra bu baskı, bireyin kendi duygularına yabancılaşmasına neden olur. İşte o zaman, “Otomatik” işleyen bir “Portakal”a dönüşmüşüz demektir. Peki ben en son ne zaman birine kötülük yaptım? Daha bu sabah babama kahvaltı vermediği için bağırdım örneğin. Aslında bağırmam için hiçbir açıklanabilir sebep yoktu. Kendi kahvaltımı hazırlayabilir veya okuldan alabilirdim. Babama bağırmamın nedeni, henüz uyanamamış olmam veya kan şekerimin düşük olması da değildi. Doğuştan içimde var olan şiddet içgüdüsüydü. Uykulu olduğum ve şekerim düşük olduğu için bunu baskılayamıyordum sadece. Elimde taş ve sopa yerine, son teknoloji telefonum; üzerimde av hayvanı derisinden parçalar yerine, uzun bir üretim sürecinden geçmiş kıyafetlerim olsa bile, içimdeki vahşi, ilkel canvar, çırılçıplak ortadaydı işte. “Ağla ağla, çok doğal” , “Sevin tabi, en doğal hakkın” , gibi cümleleri çevremden sık sık duyarım. Peki ya şunlara ne dersiniz; “Bağır, çağır, kır, dök, bundan doğal ne var?” ? Doğallık söz konusu olduğunda, şiddeti neden bütün duyguların gerisinde bırakıyoruz? Şiddete meilli bireyler, şu anda yaşadığımız dünyada, yozlaşmış veya ruhsal hastalıklı bireyler olarak algılanıyor. Oysa hiçbirimizin içinde bir seri katilden daha aşağı kalır bir vahşet içgüdüsü yok. Örneğin Nazi dönemini ele alalım. Milyonlarca asker, bir anda mı kötülükle dolup taşmaya başladı, Alman ırkı zaten yoz ve psikopat mıydı? Yoksa Hitler, insanların içinde tıkılı kalan hayvanın kafesini açmada bir araç mıydı? Kötülük ve şiddet taraftarı değilim tabii ki. Hayvanların en akıllısıyız ancak ne yazık ki, kendi ırkını ve kendi ırkının devamlılığını sağlayabilecek şeyleri yok eden tek hayvan türü de biziz. Bireyler, şiddet arzularını baskılamazsa hem türümüzün, hem de diğer türlerin sonunun geleceğine inanıyorum ki tarih boyunca da bunun birçok somut ispatını gördük. Ben, şiddetin ve kötülüğün, doğal bir içgüdü değilmiş, insandan tamamen bağımsız bir olguymuş gibi algılanmasına karşıyım. Kötülüklerimizin üzerini, “şeytan dürttü”, “bilincim yerinde değildi” gibi tanımlamalarla örtmeye çalışıyoruz. Oysa içimizdeki kötülüğü kabul etsek, belki de buna çözüm bulmak daha kolay olacaktır. Üstelik kötünün ve iyinin bir kompozisyonu olduğumuzu reddetmek, kendi doğamıza, duygularımıza yabancılaşmamıza neden olur ve yapay bireylere dönüşürüz. Tıpkı Otomatik Potakaldaki Alex gibi. İçlerindeki ‘şeytanı’ reddettikleri için bireyleri tek tek eleştirmem de yanlış olur. Buna sebep olan durum, içine doğduğumuz düzen. Bir durumu yoksaymak veya ondan kaçmak, ne yazık ki o durumu yok etmez. Toplumsal düzen de kötülüğün ve şiddetin azaltılmasının tek yolunun, kötülüğün dürtüsel olduğunu reddetmek, kötülük insan ruhunun bir parçası değilmiş gibi davranmak olarak yansıtıyor. Bu durum, bireylerin üzerinde bir baskı yaratıyor. İnsanlar ya bu baskının altında bambaşka bir türe dönüşüyor, ya da baskıdan tamamen kurtulmak adına daha çok şiddet eğilimi gösteriyorlar. Oysa ki bizlere içimizde var olanı kabul etme, iyilik ve kötülük arasında seçim yapabilme şansı tanınsa, daha sağlıklı ilişkiler kurabileceğimize inanıyorum. Bazen birinin ölümüne çok üzülmeyebilirim veya bir filmdeki şiddet sahnesi çok ilgilimi çekebilir ve tekrar tekrar izleyebilirim. Bazen o kadar sinirlenebilirim ki elimde tuttuğum bir eşyaya zarar verebilirim. Nasıl ağlamam, gülmem, heyecanlanmam, çevremdeki olaylara ve durumlara karşı verdiğim doğal tepkilerse, bunlar da benim tepkilerimdir. Etrafıma rahatsızlık vermediğim sürece duygularımı ifade etmek konusunda kendimi baskılamamalı, toplumsal düzenin de beni baskılamasına izin vermemeliyim. Diğer türlü, ben, ben olmaktan, insan olmaktan uzaklaşırım. Aslanlardan, zebraları vahşice parçalayıp yedikleri için nefret etmiyorsam, kendi küçük çaplı şiddet eğilimlerimden dolayı da kendimden nefret edemem. Ben, iyiliğin, kötülüğün, aklın, ilkelliğin, tek vücut olmuş haliyim. Ben insanım. Kaynakça: Burgess, Antonie. Otomatik Portakal. İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1962. Baskı. Ege Yosunkaya Büyük Adam Olmak - Bir Bilim Adamının Romanı! ! ! ! Oğuz Atay, Bir Bilim Adamının Romanı’nda Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını anlatır. Biyografi tarzında yazdığı roman , bana göre başarılı bir bilim insanının hayatını ve düşünce yapısını anlamak açısından çok yararlı bir eser. Çocukluğundan başlayarak, öğrenmeye ve öğretmeye olan açlığının nasıl ortaya çıktığını eserde görebiliyoruz. Aynı zamanda böylesine idealist bir akademisyenin hayatını okumak insanın bilime olan ilgisini , arzusunu arttırıyor.! ! ! Kitabı okuduğumda fark ettiğim ilk şey, Türkiye’de bir şeylerin bozuk olduğudur. Hayatı böylesine zorluklarla dolu olan, ancak bütün amacı bilime ve ülkesine bir şeyler katmak olan bir insanı zorlayan şeylerin yine uğrunda çalıştığı ülkesinden gelmesi açıkçası beni üzdü. Yatılı okul dönemlerinden başlayarak her türlü sıkıntısını öğretme ve öğrenme aşkıyla unutmuş ve bu zorlukların üstesinden gelmeye çalışmıştır. Yüksek öğrenimininin ve lise eğitiminin devlet tarafından karşılanmasının minnet borcu ile olsa gerek , İsviçre’de yaptığı doktora sonrasında orda kalmayı reddetmiş ve ülkesine dönmüştür. Kendi eğitimini, gerek doğuştan gelen zekası gerek azmi ile dört dörtlük tamamlamış bu zamandan sonra da akademisyen olarak ülkesi için yeni bilim insanları yetiştirmeye çabalamıştır.! ! ! Kendi hayatlarımızda da karşılaşabileceğimiz birçok yol ayrımını Mustafa İnan’ın hayatında bulmamız mümkün, örneğin liseyi bitirdikten sonra önüne çıkan yol ayrımı , kısa yoldan öğretmen olmak ya da Mühendis Mektebine giderek daha zorlu bir eğitimden geçmenin yol ayrımında zorluğunu bir kenara koyup , ülkesi için daha faydalı olabilmek isteğiyle Mühendis Mektebine gitmiştir. Bütün bu yol ayrımları ve zor kararlar ancak ideallerine sıkı sıkı bağlı bir adamın üstesinden gelebileceği şeyler. Hepimiz öğrencilik ve profesyonel hayatlarımızda zor zamanlar yaşıyoruz. Çalışmak istemediğimiz bu zamanların sıklığı bence idealistliğimiz ve öğrenmeye olan açlığımız ile ilişkili. Kitabı okuduktan sonra, keşke ben de böyle hissedebilsem diye düşünmüş ve olamadığım için üzülmüştüm. Hatta böyle insanları gördükten sonra, onların gözlerindeki ışığı ! !E!ge Yosunkaya gördükten sonra ve başkaları gibi anlamsız anlık hazlar peşinde koşmadıklarını büyük hedeflerin peşlerinde olduklarını gördükten sonra, ne yalan söyleyeyim biraz da utanmıştım.! ! ! Kendimce bolca kafa yorduğum bir konu bu, herkes büyük bir hedefin parçası olarak hayatlarını tüketmeli mi yoksa bu herkese göre bir şey değil mi? Bazen büyük bir hedef uğruna hayatımı harcamadığım için seviniyor bazen ise böyle insanlara kıskançlıkla bakıyorum. Hatta bazen böyle zamanlar büyük işlerin adamı olmadığım için kendimi ve böyle olmayan insanları güçsüz ve iradesiz olarak görüyorum. Sadece günlük çalışmalarımda bile bu azmi hissedemediğim, Mustafa İnan ve nicelerinin tek bir kelime öğrenmekten duyduğu mutluluğu bulamadığım için üzülüyorum. Bu türden bir heyecan bana bir hediyeymiş gibi geliyor, yakışıklı olmaktan , sesinin güzel olmasından veya insanların sahip olmadığı için ağladığı bir çok özellikten çok daha kutsal, bütün insanlığı ileriye taşıyabilecek türden bir hediye.! ! ! Bir Bilim Adamının Romanı , içimdeki bilim aşkının olgunlaşmasını sağladığı ve bilim insanına karşı saygı duymayı öğrettiği için değerli bir kitap. Ancak gerçek önemi , benim şu an mühendislik okuyor olmamdan anlaşılabilir. Bu kitap içinde insanların geleceğini değiştirebilecek, şekillendirebilecek ve insanların içinde bu türden bir bilim aşkının tohumlarını atabilecek güçte bir kitap. Herkesin böyle bir adamın hayatını okuması, zorluklar karşısında yılmamış, idealleri uğruna hayatını harcamış bir bilim adamın mutluluğunu hissetmesi , insanların kendileri için buradan bir pay çıkarmasına neden olacak ve çoğu kitapta göremeyeceği bir bakış açısı yakalamasına yardımcı olacaktır diye düşünüyorum.! ! ÇİZGİ ÖTESİ Normal olmak ne demektir? Biz bir durum, bir olay ya da bir kişiyi gözlemledikten sonra normal ya da anormal kıyaslamasını nasıl yapabiliyoruz? Bu sorulara elimden geldiğince cevap vermeye çalışsam da sonunda kendimi bir çıkmazın içinde buluyorum. Gerçekten normal nedir bizler için? Anormal olarak gördüğümüz şizofreni hastalığı normal olarak kabul edilseydi günümüze kadar gelişen süreçte neler değişirdi bilemiyorum; fakat Okay Uludok’un 40 Şizofrenden 1 Öykü eseri aklıma hiç gelmeyeceğini zannettiğim bu sorulara cevap bulmaya itti bir bakıma. Bu yaratıcı, hayal gücünün doruk noktalarda olduğunu hissettiğim öykülerin hepsinin şizofren bir yazarın kaleminden olduğunu bilerek okumaya devam etmek benim için gerçek anlamda bir deneyimdi. Şizofreniyi “normal” insanlar olarak yadırgıyor ve onu dışa vurumun önlenmesi gereken bir hastalık olarak görüyoruz. Fakat bu kanıya çoğunluk olarak vardığımızı da düşünmeden hareket etmememiz gerekir. Biz çoğunluk olarak bu kanıya varırken aslında gerçek doğru ve yanlışı; normali ve anormali ayırt edemiyoruz. Örneğin şizofren olarak kabul ettiğimiz bir grup insanı belirli bir alanda, sadece birbirleriyle iletişime geçebilecek bir şekilde tutmuş olsak, onlar için anormallik kavramı olmaz. Fakat içeriye normal bir birey girdiği zaman normallik kavramı bizim kabul ettiğimiz durumun tam tersi şeklinde yansır. Bana kalırsa bu basit örnek bile bir sürü kavramın çoğunluğa göre oluştuğunu göstermeye yetiyor. Asıl sorun ise bizim yaptığımız kategoriye ayırmanın ve genelleme yapmanın doğru olup olmadığına karar vermekte. Aslında biz uzun süredir çizdiğimiz birtakım sınırlara kendimizi hapsediyor ve sınırı geçen bireyleri soyutlamaya çalışıyoruz. Sadece hastalıklar için değil, duygu ve düşünceler için, kısacası hayatta karşılaşabileceğimiz her durum için bu davranışı gösteriyoruz. Geçmişi incelediğimiz zaman homoseksüelliğin önüne geçmeye çalışmak için insanlara yapılan onlarca deneyle karşılaşabiliyoruz. Bu durumun önüne geçmekte başarısız olan deneyler aynı zaman da tarihte derin bir iz de bırakıyor. Benim için bu durum şizofreni ve bipolar bozukluk için de geçerli olabilir. Kişilerin tedavisinde kullanılan ilaçlar elbette etki gösteriyor ve hastalık olarak tabir ettiğimiz bu bozuklukların gerilemesi için önemli bir adım oluyor; fakat hastalar bu tedavi sürecinde neler yaşıyor, hayata olan bakışları nasıl değişiyor sorularını da düşünmeden edemiyorum. Empati kurmanın bile neredeyse hiç yapılmadığı bu dönemde şizofreninin nasıl bir şey olduğunu anlamak, hissetmek neredeyse imkânsız olmalı. Fakat insan, şizofreninin neye benzediğini Uludok’un da her hikâyesinde değişen insanı bir gülmeye, bir ağlamaya iten bu kısa öykülerden kolay bir şekilde fark edebiliyor. Şizofreninin nasıl bir şey olduğunu, kaç farklı çeşidinin olduğunu düşünürken aklınıza kendini heykel zanneden adam geliyor bu kitabı okumanın ardından. Sadece karakterleri hatırlatmakla kalmıyor, bizim büyük bir sorunumuzu da başarılı bir şekilde gözler önüne seriyor eser. Farklı olanı soyutlama alışkanlığımız sadece bir ülke ya da bir ırka özgü değil, maalesef ki bütün dünyanın ortak olarak edindiği kötü bir huyumuz. Onları, uygun tedavi ve eğitim sistemiyle çizdiğimiz sınırın içine almak yerine sınır dışındaki yerinde bırakıyor, gelişme ve toplumun bir parçası olabilme şanslarını ellerinden alıyoruz. Kısaca özetlemek gerekirse normal ya da anormal düşünmek kişiden kişiye, çevreden çevreye değişebilen bir bakış açısı. Durum bu olunca insanları birtakım dayatmalara göre ayırmak ve dışlamak kulağa saçma geliyor. Artık çoğunluğun kabul ettiği değerleri değiştirmek mantıksız belki ama empati kurarak çizdiğimiz sınırları genişletmek ya da daraltmak bizim elimizde. Şizofreni ise çizgi dışında bıraktığımız anormalliklerden sadece bir tanesi. Bana kalırsa bir şizofrenin kırk kısa öyküsüyle hayattan nasıl soyutlandığını insanlara göstermeye çalışmasını da takdir etmek gerekir. Elif Ceren Fitoz Ne Mutlu Türküm Diyene ! Merhabalar sayın okur. Biraz sonra okuyacakların sana fazla eleştirsel gelirse diye uyarıyorum. Lütfen başlığı dikkatli oku çünkü birazdan okuyacağın satırlarda aynı Emrah Serbes’in “Üst Kattaki Terörist” adlı romanındaki küçük bir çocuğun içerisinde büyüyen öfke ile karşılaşabilirsin. Soruyorum size üstadlarım hangi ülkede yaşıyoruz biz? Cevabı çok belli oldu. Başka bir dille aynı soruyu tekrar sorayım. Kimin ülkesinde yaşıyoruz biz? Sorduğum sorulara cevap vermeden önce kendimi tanıtayım size. Ben sonuna kadar milliyetçi kendi milletimin ve ülkemin çıkarları için canımı feda edebilecek bir vatandaşım. Ülkemin tarihini kahvehanelerdeki “dayı” lardan değil, tarihe adını yazdırmış yazarlardan okuyarak öğrenirim. Bir insanı yaptığı işten değil o işi neden yaptığına göre değerlendiririm. Ufak bir tanıtımın ardından sorduğum soruyu netleştirebilirim sanırım. Bu ülke kimlerin ülkesi sahiden? Alevilerin m? Sünnilerin mi? Kürtlerin mi? Yoksa Lazların mı? Başa çıkan her kimse kendinden olanları üstün sayıp diğerlerine “öcü” diyor. Bak ben de söyledim işte, diğerleri... Arkadaş bu diğerleri kim bana bir söyleyin. Getirin bana az önce saydığım ırk ya da mezhepten olan kişileri, çıkarsınlar nüfus cüzdanlarını, göstersinler o nüfus cüzdanında bu Alevi, bu Sünni ya da bu Kürt, bu Laz yazıyor mu? Orada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yazıyor. Önemli olan da bu değil mi zaten? Biz Türk’üz. Ulu Önder Mustafa Kemal ne demiş? “Ne mutlu Türküm diyene! ” bu da demek oluyor ki o nüfus cüzdanını gururla taşıyan her kim olursa olsun o bir Türk. Arkadaşım sana kim yetki veriyor da sen benim insanımı yargılama hakkına sahip oluyorsun? Bak şimdi seni haklı gösterebilecek tek noktayı buraya yazıyorum, sonra gözlerini iyi aç ve yazdığım satırları iyi oku çünkü bazı yerler gücüne gidecek. Gitsin de belki biraz insanlık öğrenirsin. Şimdi... Sevgili cahil dostum bildiğin üzere özgür bir ülkede yaşıyoruz(!), her ne kadar kısıtlamalar olsa da insan olmakta özgürüz. Bildiğin üzere de bir kişinin özgürlüğü başka birinin özgürlüğünün başladığı yerde son bulur. Eğer ırkından, mezhebinden ya da ten renginden dolayı aşağıladığın kişi senin ülkene, milletine ya da ortada hiçbir şey yokken sana zarar verip özgürlük hakkını elinden alıyorsa, genellememekle beraber o kişiyi aşağılamakta çok haklısın. Hatta gel beni bul, birlikte aşağılayalım onu ya da onları. Öte yandan sen azınlık olarak gördüğün herhangi bir kişiyi sana zararı olmaksızın hor görüp onun kişiliğine yönelik hakaretlerde bulunursan bu senin karakterindeki zayıflıkları gösterir bu önce aklına yaz. İkincisi sen kimsin de senden farklı diye başka birini yargılayabiliyorsun. Peygamber statüsünde falan olman lazım ki zaten peygamber olsaydın bu yazdıklarımı yapmayacak kadar hoşgörüye sahip olurdun. Bir de bu ırkıçılığı yapıp “ben milliyetçiyim” diye dolaşıyosunuz ya hepinizi sınır dışı edesim geliyor ama malesef yetkim yok. Milliyetçi olmak ırkçı olmak değildir onu öğren önce. Milliyetçi olmak vatan uğruna canını vermektir. Milliyetçi olmak sabahtan akşama kadar kahvede kağıt oynayıp televizyon denen o hipnoz makinesini izleyip oturduğu yerden başkalarını yargılayıp oturduğu yerden ülkeyi kurtardığını sanmak hiç değildir. Milliyetçi olmak okuyup iyi yerlere gelip bu ülkeye elinden geldiğince faydalı olabilmektir. Eğer bu satıra kadar yazıyı okuduysan ve yazdıklarımı akıl süzgecinden geçirdiysen seni canıgönülden tebrik ederim sevgili okur. Yazdıklarımı fazla sivri ve eleştirisel bulabilirsin. Kusura bakma bu da benim huyum. Severken Mevlana’yım, söverken Neyzen’im. Sonuç olarak üstadım, ırkçılık ya da mezhepçilik hiç fark etmez, ülkemizi geriye götürür. Bize toplumda azınlık olarak gösterilen gruplardaki her bir insanı teker teker tanımadığımız sürece iyi ya da kötü bir genelleme yapma hakkına sahip değiliz. Belki toplumda o kişiler bize azınlık olarak gösteriliyor ama hepimizin çoğunluk olduğu bir nokta var o da insan olmamız. - Berk Mehmet Gürlek Kaynakça Serbes, E., & Ertem, İ. (2016). Üst kattaki terörist. Fatih, İstanbul: İletişim Yayınları. BİTMEK BİLMEYEN AŞKIN ANISINA Hangi duygudur insanın en büyük düşmanı ya da kimdir insanın bin bir türlü emekle yaptığı duvarları tek seferde, tek bir cümleyle yıkan ve arkasına bile bakmadan çekip giden? Aşktır, ilk aşkıdır insanın… Senin kim olduğunun, ne kadar güçlü olduğun, şanının, şöhretinin hiçbir anlamı yoktur; o’nu gördüğün an en saf ve savunmasız halindesindir artık… Zaten aşkı da en güçlü duygulardan biri yapan da bu değil midir? Senin kimseye göstermediğin, göstermekten korktuğun, incinirim, zarar verirler diye sakladığın benliğini bir dakika bile düşünmeden gün yüzüne çıkartmandır, zarar gelse de ondan gelsin diyebildiğindir. İnsan, gördüğü ilk andan veda vaktinin geldiği o son ana kadar bilir hayatında yaşayıp yaşayabileceği en güzel anları onunla yaşayıp aynı zamanda dünya üzerindeki tüm kahroluşları onun sayesinde tadacağını. Ki aşk bu değil midir zaten? Bile bile her kusurunu kabullenip, o kusurları evrendeki en güzel varoluşlar haline getirmek… İşte tam da burada başlar aslında insanın ömrü hayatı boyunca unutamayacağı, istese bile başaramayacağı o güzelliklerle dolu ama bir o kadar elem hikaye… Nerede karşılaştığının, nasıl tanıştığının hiçbir önemi yoktur. O insan hayatındadır artık, her şeyiyle her anındadır. Tesadüflere hiç inanmayan bir insanı ihtimali olabilecek her şeye inandıran, hayatta yapmam dediği şeyleri en uç noktasına kadar yaptıran, insanın kendisinin bile fark edemediği fedakarlığı ve romantikliği ortaya çıkartan, sahiciliğin ne kadar sivri olduğunu öğreten o yegane insan hayatındadır artık ve ölene kadar da senle kalacaktır, bilirsin; bilirsin de kendine bile söylemeye korkarsın. Neden mi? E fark edersin be güzel insan, gördüğünde kalbinin hiç uslanmayacak gibi atmasından, onun ağzından çıkan her kelimeyi günler boyu düşünmeye başladığında, onu görmediğin zamanlarda dünyanın sana zindan olduğunda, onsuz bir yaşam düşündüğünde işin içinden çıkmadığında anlar insan; anlar da yaranamaz gönlüne, söz geçiremez. Kendisi dahil kimseyi dinlemez çünkü varı yoğu o’dur artık, doğrusu da, yanlışı da, nefesi de, ömrü de, kalbi de ona aittir artık. Nasıl bir beladır ki kurtulamaz çünkü bilir bu kadar çok sevgi kendisine bile fazlayken o nasıl kaldırabilir bunu? O’nu geçtim, dünya bile kaldıramaz ki bu sevgiyi çünkü öyledir ki; tüm açları doyurabilecek, tüm kalpsizlere merhamet ettirecek, tüm umutsuzlara yol gösterebilecek bir sevgidir bu. Sevgi demeye bin şahit istese de aşktır işte. Sevmeye, sevilmeye gelmiştir insan yeryüzüne; değer vermeye, değer görmeye kısacası yaşamaya değer şeyleri tatmaya gelmiştir. E gelmiştir de geldiği gibi görmüş müdür aradığı sevgiyi, değeri? O güzel insanlar hiçbir zaman görememiştir o değeri, kalbine yenilip anca sevmiştir sanki bir daha hiç gün yüzü görmeyecek gibi, sanki bir daha asla nefes almayacak gibi değer vermiştir sevdiğine. Biz de böylelerine yaşamaya gelmiştir diyemeyiz zaten, en güzel aşk destanlarının başrolü olmaya, en acıklı sahnelerin eksik olmayan yüzü olmaya gelmiş deriz, delirmiş sanki başka dertler yok mu deriz… Anlayacağın deriz de deriz biz susmayız zaten. Susalım ya da susmayalım; bu aşığın umurunda mıdır? Değildir elbet tabii, ona sevdiğinin varlığı yeter, bizle işi yok. Sevdiğinin gözlerinin içine bakıp iki kelam etse, yarım saat sahilde yürüyüp bir çay içse, geceleri başka kimseciler yokmuş gibi el ele yürüse yeter zaten ona. Nefes alıp yaşamak budur onun için ta ki bitmez sandığı o cezp edici, nefes almasına sebep olan şatafatın sonuna geldiğini fark edene kadar. Ne olmuştu o güzel aşka? O geceler günler boyunca süren büyük aşka? Gerçekten bitmiş miydi, yoksa sahte miydi her şey? Tek kelimeyle bir hayat biter miydi? Ölebilir miydi insan, öldürülebilir miydi bir zamanlar her şeyden kaçıp sığındığı o evin kapılarının yüzüne kapatılmasıyla? Evet, ölürdü hem de görüp görebileceği en güzel ölümü yaşardı belki de. Geceler bitmek bilmeyen bir ıstırapla da devam etse, günler onsuz geçmiyor olsa da, yaşamak bir şey ifade etmese de aşık biliyordu zaten en başında. Olsun, aşık o’nun yokluğuyla bile mutsuzken mutluydu, işin içinde biraz o vardı çünkü her halükarda. Ama yine de ikna olamıyordu aşık, o kadar da kolay değildi bu işler. Her Allah’ın gününü ondan habersiz ona mektup yazarak geçirirken tekrar gözden geçiriyordu eski sevgilisiyle daha doğrusu hiç eskimeyen sevgilisiyle yaşadıklarını, hangi ayrılıktı onu öldüren? O’nun gitmesi mi yoksa aşığın kendisinden vazgeçmesi mi? Sonra karar verdi aşık gidip geri gelmeyenlerle büyüyordu… Keşke dedi içinden ‘‘Keşke birbirimize birkaç aşk kadar erken kalmış olmasaydık.’’ Sonra kapattı bin bir hüzünle gözlerini ve bin bir umutla uyanmak için… Benim için Deniz adlı romanı kitapçıda görür görmez ilgimi çekti, alıp okumak istedim. Şüphesiz kitabın kapağı değildi dikkatimi çeken, zira oldukça gösterişsiz, hatta sadelikte bir parça ileri giden soğuk bir kapağı vardı. Üstüne üstlük incecik bir romandı, ki ben kitap kurdu olduğum için kitap özeti Deniz Benim Kardeşim çıkarma ödevine uygun, kısacık bir kitap arayan haşarı ilkokul öğrencileri gibi sevinmem ince romanları görünce. Aksine, okudukça derinlere çekmeli beni hikâye, ayrılık vakti yakın olmamalı sevgili kitaplarımdan. Bu kitabın benim için şaşırtıcı derecede ilgi çekici olmasının tek bir nedeni vardı: Adında “deniz” sözcüğü geçiyor, hem de “deniz”i benimseyen bir şekilde “kardeşim” diyordu. Arkasını çevirip “...Deniz yeterdi, deniz her şey demekti.” cümlesini okuduğumda duyduğum heyecan daha da arttı, “işte tam benlik bir kitap” diye düşündüm. romanının başkahramanlarından biri olan Wesley Martin, insanlardan uzakta kalmayı yeğleyen, hayata dair planları ya da hırsları olmayan, işini çok seven bir denizcidir. Diğer başkahramanımız Billy Everhart ise tam aksine hayatını düzenli bir şekilde yaşamış, başarılı bir kariyere sahip olan Deniz Benim Kardeşim ancak buna karşın mutlu olmak için nasıl yaşaması gerektiğine bir türlü karar verememiş bir akademisyendir. Zıt kişiliklerdeki bu iki kişi, bir akşam bir barda tanışırlar ve toplumun genel ölçütlerine göre iyi ve örnek vatandaş kabul edilen Billy, pek de makbul sayılmayacak Wesley’in etkisinde kalarak onunla birlikte denize açılmaya karar verir. Wesley, denize tutkuyla bağlıdır, deniz onun için gerçek mutluluk kaynağıdır ancak yolculuğa çıkıldıktan sonra anlaşıldığı üzere, Billy için deniz, hayatındaki diğer birçok şey gibi gelip geçici bir hevestir. Billy ile Wesley’in başladığı bu deniz yolcululuğu, bana denizin benim için ne ifade ettiğini, üzerimdeki etkisini ve denizi neden bu kadar sevdiğimi düşündürdü. Ankara’da doğup büyüyen, hiç denize kıyısı olan bir şehirde yaşamamış biri neden bu kadar bağlıydı denize? Henüz 9 aylıkken denizde çekilmiş fotoğraflarıma bakarken diyorum ki, o zamandan belliymiş benim denizi çok seveceğim. Annem hep anlatır henüz 2-3 yaşlarındayken denizi görür görmez “beni bılakın ben kendim yüzebililim” diyerek suya nasıl atladığımı; 7-8 yaşlarımda ise mavi gözlü bir arkadaşımın gözlerine bakıp “onunki deniz rengi benimki neden değil” diye nasıl üzüldüğümü de. Annem deniz kenarında büyümüş, oradan gelen büyük bir deniz sevgisi var annemde; belki kendisi farkında olmadan bana da aşılamıştır bu sevgiyi, belki de hoşlandığımız şeyler genetiktir kim bilir. Deniz hep uçsuz bucaksız diye tanımlanır ya, öyle yazar kitaplar, romanlar, şiirler... Oysa ufuk çizgisiyle birleştiğinde bir anda bitiveriyormuş gibidir bence; biri gökyüzünün uçuk, diğeri denizin koyu mavisi, mavinin farklı tonlarının buluşması bir masalın mutlu sonudur sanki. Bir de bu mutlu sona ormanların yeşilini ekleyin: Bodrum Kalesi’nden Ege Denizi’ni seyrederken ya da İstanbul’un kuzey sahillerinden baktığınızda Marmara ile Karadeniz’in kucaklaşmasında olduğu gibi... Doğanın en güzel renkleri tek bir kareye sığar, hepsi size bir sakinlik, huzur ve mutluluk verebilmek için bir araya gelmiştir. Her duygu hâlinize uygundur bu kare. Bir sorununuz çözüldü, içiniz rahatladı ve artık bir “oh” çekme zamanı mı geldi? Deniz kokusu, verdiği tazelik hissi ile aldığınız derin nefese eşlik eder. Bir şeye canınız mı sıkıldı? Üzüldünüz, kızdınız mı? Derdinizi istediğiniz kadar anlatın, sırlarınızı paylaşın, deniz size asla “sus” demez. Kimi zaman sakince dinler sizi, içinizi dökmenizi bekler sadece; kimi zaman da hiddetli kocaman dalgalarıyla size bir yanıt verir, “haydi, duygularınla yüzleş artık” der gibi. Özgürlüktür deniz, öyle ya al başını git istediğin yere. Sırdaşın, yoldaşın, arkadaşın olur; hatta daha da yakın, kardeşin olur deniz. Sueda Taner Kaynakça Kerouac, Jack. İstanbul: Siren Yayınları, 2015. Baskı. Deniz Benim Kardeşim. Egemen Demirbaş Hiçleşmek Etrafımdaki her şey bir yalan. Sahip olduklarım, sahip olamadıklarım. Arzularım ve mücadele verdiğim şeyler. Masayı ve yeri göğü kaplayan kağıtlar. Hepsi yalan. Sürgündeyim. Sahte insanlar ve beklentileriyle cebelleşirken inandığım her şeye ihanet ediyorum. Çektiğim çile bir hiç uğruna. Beni korkular yönetiyor. Korkularsa benim korkularım değil. Düşüncelerimin hiçbiri benim değil. Ben bir mağara adamıyım. Bir ucube. Tanımlanamayan, sıfatsız bir yaratık. Ben bir toplumsuzum. Karanlık odamdan dünyayla savaşıyorum. Savaş zor şey. Fedakârlık gerektiriyor. Günlerdir uyumadım. Geceleri uyuyabilmeyi çok özledim. Son zamanlarda hayalim bu. Geceleri uyuyabilmek. Nasıl bu hale geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Gelecek cevap vaad etmediğinde geçmişe yöneliriz. O hâlde bu sapma nerede başladı? Hayatımın çok büyük bir bölümünü hiç kimseyle konuşmadan geçirdim. Hiç kız arkadaşım olmadı. Bazen hiç arkadaşım oldu mu ondan da şüphe duyuyorum. Hiçbir an yaşamadım kendimi gerçekten ait hissettiğim. Anlaşılamadım hiçbir zaman. Kimse ne düşündüğümü bilmiyor. Kimse beni umursamıyor. Bence kimse kimseye şans vermez. Herkes başkalarını kontrol etmek ister. Herkes başkasına zarar verir. Herkes tüketir. Siz hiç bir insana bakarken onu asla anlayamayacağınızı düşündünüz mü? Öteki tarafa asla geçemeyeceğiniz bir bariyer, derinin altında saklanan delirtici bir sır. Çığlıklarım sağır kulaklara çarpıyor. Bir insanı dönüştüren şey nedir? Çevre mi? Belki de çevrenin olmamasıdır. Ben burada ruhumu sattım. Bu odada. Boşu boşuna. Öylesine. Bir dava için değil. Faust değilim ben. Özel değilim. Hiçbir şey değilim. Gereksiz bir detayım. Her gün yanınızdan geçiyorum ben. Göremediğiniz. Durduk yere ziyan oldum. Ve içimden doğrulmak gelmiyor. Tekrar düşmek zorunda olduğumu biliyorum. Bir zamanlar sevgi arzuluyordum. Sevginin bir şartlı anlaşma olduğunu bilmiyordum henüz. Hayatta geriye kalan şeyler o kadar güzel değil. Karanlık. Zifiri. Peşimdeler. İt gibi kokumu alıyorlar. Önce rüyalarımda görüyordum sadece. Sonra bir şey oldu. Rüyalarımdan hayatıma sızdı karanlık. Meşrulaştırmak için çok şey vardı. Artık zamanımın dolmasını bekliyorum. Çaresizim. Kendimi bıraktım. Dibe, en dibe doğru. Varış noktasına ulaştığımı hiç sanmıyorum. Daha düşecek çok yolum var. Hareketlerimin üzerinde hiçbir kontrolüm yokmuş gibi hissediyorum. Sanki bir şeyin iyi ya da kötü olmasının benim üzerimde hiçbir etkisi yokmuş gibi. En iğrenç düşünceleriniz bana bir şey ifade etmiyor. Kahkahalarınız,göz yaşlarınız, yargınız da öyle. Benim sınırlarım yok. Hayatım parmaklarımın arasından akıp giderken ben sadece izlemeye devam edebiliyorum. Sizin hayatınız niye güzel? Hayatınız çok mu güzel? İdrak edemiyorum. Kör bir adama güneşi anlatamazsınız. Aharon Appelfeld'in kaleme aldığı Ruhun Kuytusunda romanında beni cezbeden bir tür şiirsellik, çarpık bir güzellik var. İnsana dair korkunç bir gerçek saklı sayfalarında kendi hayatımdan bildiğim. Adım adım yabancılaşarak kendilerini kaybeden ve sonunda hiçleşen bir ağabey ve kız kardeşin enseste ve ölüme doğru yürüyüşünü anlatıyor roman. Tek başlarına dünyanın geriye kalanından izole bir şekilde yaşıyor bu kardeşler. Dağın tepesinde yer alan bir Yahudi şehitliğinin bekçiliğini yapmakla görevliler. Aşağıda daimi bir fırtına, salgın hastalıklar ve dahası var. Beyaz bir hiçliğin üzerindeki hayatlarını terk edemiyorlar. Birbirlerinden başka kimsenin olmadığı ıssızlıkta önce Yahudi kimliklerini kaybediyorlar. İnançları onları terk ediyor. Daha sonra alkol uyuşturmak için bir süreliğine yeterli oluyor. Çöküş devam ediyor. Yavaş yavaş, en karanlık arzular kendine yuva kuruyor. Şehvet dışarıdaki tipiyi bastıracak kadar kuvvetli. Rüzgâr ve tipi ruhun dalgalanışlarına karşı kayıtsız. İnsanları değiştiren bir şey var burada. Durağan, donuk, çok yanlış bir şeyler. Sessizlik, bütün sesleri bastırmaya başlıyor. Kim bilir belki de sorun fırtına değildir. Belki de bu basitliğe mahkumuzdur. Etimizle ve kanımızla. EŞİT YENİ DÜNYA Penisini kılıç yapmış ancak kabzasında tutmayı bilmeyen erkeklerin ilişki denen savaş meydanında kadınlarda açtığı kesikleri bir Tanrı sessizliğinde seyreder oldu insanlık son günlerde. Öylesine güçlü, ancak derinlerinde susmuş. Bense, kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizliğin sebebi ve kaynağı ne hep merak etmişimdir toy aklımı okuduğum birkaç kitapla, haberlerle, çevremdekilerden dinlediklerimle ve izlediklerimle eğittikten sonra. Tam olarak nedenini anlayamasam da bu cinsiyet ayrımcılığında pay sahibi olan hissedarlara dair birkaç fikir oluştu zihnimde. Nedir kadını erkeği karşısında bu kadar âciz bırakan? Eril zihniyetin en uç noktasını oluşturan bu şiddeti besleyen kaynak nedir? Zehra İpşiroğlu’nun Tabular, Korkular ve Kadınlar kitabını okumadan önce iki cinsiyet arasındaki boşluğu, bu iki cinsiyetin hamurunun farklı yoğurulmuş olmasına bağlardım. Yani yaratılış gereği erkekler kadınlara göre fiziksel açıdan daha güçlü bir yapıya sahip ve daha hükmedici bir tavır takınıyorlar. Kadınlarsa duygusal açıdan daha güçlüler erkeklere oranla ve biraz daha itaatkâr rolü benimsiyorlar bu ikili ilişkide. Roller böyleyken doğal olarak bir taraf hep ezilen oluyor ve o tarafı kadınlar oluşturuyor büyük çoğunlukla. Evet, bu düşüncemin biraz sığ ve tabansız olduğunu söyleyebilirim. Ancak İpşiroğlu’nun kitabını okuduktan sonra düşüncelerim yazarınkilerle harmanlandı ve böylelikle daha sağlam temellere oturttum fikirlerimi. Her ne kadar yaratılış faktörü de bu eşitsizliği ve eril zihniyeti tetikliyor olsa da, en büyük pay sahiplerinden biri de din ve kültür ikilisi. Çoğu Doğu ülkesinde kadın erkeğin bir kölesi olarak algılanırken Batı ülkeleriyse eşitlikten yana bir tavır takınıyor genellikle. Yaşanmış gerçek bir olayı dinledim geçenlerde bir arkadaşımdan. Gelinlikle İtalya’dan yola çıkan kadın bir sanatçı o kadar ülkeyi dolaşmasına rağmen kılına zarar gelmemiş, bir sonraki durağı olan Türkiye ise bu kadın sanatçının son durağı olmuş. Türkiye’ye geldikten bir süre sonra ortadan kaybolan sanatçının cansız bedeni bulunmuş ve yapılan testler sonucu tecavüz edilip boğularak öldürüldüğü ortaya çıkmış. Bu ülkemiz için gerçekten büyük bir utanç kaynağı ve öyle de olmalı. Bunun dışında veriler incelendiğinde Batı ülkelerindeki tecavüz oranının Doğu ülkelerine göre çok daha düşük olduğu saptanmış. İşte bu noktada devreye kültür ve din kavramları giriyor. İnsanlar da yasak olanı yapmaya eğilim var, en basitinden ilk insan olan Hz Âdem’in yasaklanan meyveyi yemesini verebiliriz buna örnek olarak. Demem o ki bir şeylerin yasaklanmış olması, insanlar için onu daha çekici bir hâle sokuyor olabilir. Öte yandan kültürümüzde erkek ve kız çocukları farklı yetiştiriliyor. Erkekler daha özgüvenli, her şeyi yapma özgürlüğüne sahipmiş ideolojisiyle büyürken, kız çocuklarına hep bir şeyler yasaklanıyor, kendilerini geri planda tutmaları gerektiği ve bunun yanında büyük bir özgüvensizlik aşılanıyor. Böyle olunca da çocukluktan bu yana böyle keskin ve ayrıcalıklı fikirlerle büyütülen iki karşı cins arasında eşitsizliklerin olması ve bu eşitsizliklerin çoğu zaman yadsınmaması sürekli işleyen bu çarkın dişlilerinden birini oluşturuyor sadece. Her ne kadar uzunca bir süre bu eşitsizlik yaşamın doğal bir getirisi olarak kabul edilse de ki günümüzde birçok ülkede hala böyle, kadınlar varlıklarının sadece üretim aracı olarak değil de bir birey olarak tanınması gerektiğinin farkına varmış ve bunun için bir olup bu adaletsiz düzene başkaldırmıştır. Zaten korkularını yendiği anda var olmuştur kadın. Günümüzde bu eşitlik hâlâ tam olarak sağlanamamış olsa da en azından bir şeylerin farkındalığı oluşmuş insanlarda ve kadınların haklarını korkusuzca ve özgürce savunabilmeleri için çeşitli örgütler bile kurulmuştur. Ama ne yazık ki milyonlarca kadın tecavüze uğruyor, öldürülüyor ve erkekler tarafından şiddet görüyor. Bu durumun ilacının formülü nedir bilmem ama bir an önce bulmamızda fayda var özellikle biz kadınlar adına. KAYNAKÇA İpşiroğlu, Zehra. Tabular, Korkular ve Kadınlar. E Yayınları. 2015 Meryem ERKOÇ 21502781 Ceyhun Emre Öztürk SAVAŞLAR VE MİLLETLERARASI ETKİLEŞİM İnsanlık tarihinde yerleşik hayat tarımla birlikte başlamıştır. Tarlalarını yakından takip etmek isteyen insanlar köyler kurmuştur. İlk güvenlik önlemleri, yani evlere girişin sadece çatıdan mümkün olması ve setler vahşi hayvanlara karşı düşünülmüştür. Yeni yeni sosyalleşen insanlar için şehir devletlere dönüşen köyler vatan olmuştur. O zamanın insanları için yerleşim yerlerinden olmayan insanları vahşi hayvanlarmış gibi görüyorlardı. Topluluklar arası etkileşim azdı ama şehirler ortaya çıkınca rekabeti arttırıp etkileşimi ticaretten daha fazla sağlayan bir etmen oluştu: Savaşlar. Yönetmenliğini bir Avustralyalı olan Russell Crowe’un yaptığı, Çanakkale’ye savaşmaya giden üç oğlunu aramaya çıkan Avustralyalı bir babanın hikâyesinin anlatıldığı Son Umut adlı filmi izledikten sonra insanlığın büyük bir sorunu olan savaşın bazen sonrası adına güzel etkileşimlere sebep olduğunu fark ettim. Günümüzde aynı gün içerisinde dünyanın bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek hatta dünyanın diğer ucundaki birisiyle canlı iletişim kurmak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde ise sefere çıkan padişahların fetih bölgesine ulaşmasının aylar aldığını biliyoruz. Çağımızdan önceki zamanlar için ulaşım imkânları çok daha kısıtlıydı ve binlerce insanın bir araya geldiği tek olay bir savaş olabilirdi. Avrupa medeniyetinin skolastik düşünceyi yenmesinde en büyük etken Avrupalı devletlerin ortaklaşa düzenlediği Haçlı Seferleri’ydi. Katolik Avrupa orduları, ilk şaşkınlıklarını Bizans İmparatorluğu’ndan geçerken yaşadılar. Halkı Ortodoks olan Bizans’taki özgür düşünce ortamı onları etkiledi. tarihin.com adresli siteye göre Avrupalılar, Çinlilerden pusula, barut ve kâğıt yapımı hakkında bilgilere kavuşan Müslüman toplumlarla savaşırken onların bilimsel birikimlerini fark ettiler ve Doğu’nun icatlarını ülkelerinde kullanmaya başladılar. Bu icatlar da Amerika’nın keşfinde, feodalitenin yıkılmasında ve Avrupa’daki skolastik düşüncenin kaybetmesinde etkili oldu. Yine de Haçlı Seferleri her savaşta olduğu gibi büyük yıkıma yol açtı ve Moğollar tarafından da toprakları istila edilip kütüphaneleri yakılan Müslümanlar bilimde geride kalmaya başladı. Savaş her zaman çatışan taraflar arasında etkileşim yaratmıyor. turkcebilgi isimli web sitesine göre Türklerin kitlesel olarak Müslümanlığa geçişi de Talas Savaşı sırasında Araplarla birlikte Çinlilere karşı savaştıkları sırada olmuştur. Savaşlar bizleri sadece bilimsel birikim olarak etkilememiştir. Savaşlar, aynı zamanda milletlerarası kültürel etkileşimlere kaynak olmuştur. Anzaklar, Avustralya ve Yeni Zelanda halklarından İngiltere saflarına 1. Dünya Savaşı sırasında paralı asker olarak katılmış askerlerdi. Osmanlı Devleti’nden binlerce kilometre uzakta yaşayan bu insanlar Osmanlı Devleti hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. İngilizlerin anlattığı her şeye inanıyorlardı. Gelibolu adlı bir belgesele göre İngilizler, Osmanlı askerlerinin gaddar olduğunu, hatta içlerinde yamyamların bulunduğunu söylüyordu. Çanakkale Cephesi’nde Osmanlılarla karşılaşan Anzaklar, İngilizlerin yanıldığını anladılar. Aynı belgeselin iddiasına göre siperler arası mesafenin birkaç metreye düştüğü günlerde karşılıklı kukla gösterileri yapılmıştı hatta düşman siperlerine konserve atıldığı bile olmuştu. Paralı askerlerin hep kalpsiz olduğu düşünülse de burada buzlar erimişti. Son Umut adlı filmin senaryosuna göre bu cephede savaşan üç kardeş yıllar sonra hâlâ Avustralya’ya dönmez. Bunun üzerine çocukların babası çocuklarının cesetlerini aramaya gider. İki oğlunun cesedini bulan baba, şans eseri diğer oğlunu da Anadolu’da bulur. Kardeşlerini kollayamadığını düşünen oğlu, semazen olmuştur ve huzuru burada aramaktadır. O zamanlar Mevlana’nın akımının dünyada az tanındığını düşünürsek savaşın nasıl bir kültürel etkileşim yarattığını da anlayabiliriz. Savaş, iletişim ve ulaşımın kısıtlı olduğu zamanlarda milletlerarası etkileşimleri sağlamada hatta yeni çağlara geçişte etmen olmuştur. Peki, bu savaşı masum yapar mı? Metrekareye yüzlerce mermi yağan Çanakkale Savaşı bir ailenin tüm evlatlarını yitirmesine değer mi Mevlana’yı tanımak adına? Toplu katliamları “şeref” ve “şehitlik” adı altında saklarsak Mevlana’dan alınacak öğütlerin ne anlamı kalır ki? İçimizdeki çağda savaşların yarattığı doğrudan etkileşim azdır fakat ülkeler arası çekişmeler hâlâ bizi etkilemektedir. Elimizdeki pek çok iletişim olanağı bile savunma teknolojilerinin sonucudur. İnternet de Amerikan ordusunun güvenli bir iletişim ağı kurma çabası sonucunda ortaya çıkmıştır. Şu anda ise internet günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. İnternet toplumu, doğuşunu savaşlara borçlu olsa da milletlerarası eşitsizlikleri ve iletişim sorunlarını çözmek için önemli. İnanıyorum ki içinde olduğumuz iletişim çağı devletleri insanlık değerlerine tutarlı olan eylemlere teşvik edecektir. Kaynakça “Talas Muharebesi”. Turkcebilgi y.y. t.y. Web. 15 Aralık 2016. “Haçlı Seferleri”. Tarihin.com y.y. 8 Aralık 2013. Web. 15 Aralık 2016. Örnek, Tolga. Gelibolu. 18 Mart 2005. Özen Film. Film. Mert Bilici 21400450 Osman Hamdi Bey’den Silah Taciri: Osmanlı’dan Günümüze Değişmeyen Bir Sahne Osman Hamdi Bey, 1908 tarihi “Silah Taciri” adlı resminde elinde bir kılıçla ayakta duran oğlu Edhem ve hemen yanında oturmuş konuşur halde kendini resmetmiş. İçinde derin anlamlar ve çeşitli simgeleri barındırdığını öğrendiğim bu yağlı boya tabloya ilk kez İstanbul Modern’de sergilenirken rast geldim ve gördüğüm renklerle adeta büyülendim. Beni ilk olarak kendine çeken resimde kullanılan renkler oldu. Osman Hamdi Bey bu tabloyu çizdikten iki yıl sonra vefat etmiş ve bu tablo onun son yıllarında ihtiyar bir adam olarak Osmanlı’ya bakışını ortaya koyuyormuş. Bu tabloya baktığımda benim ilk dikkatimi çeken şey bir arada kullanılan zıtlıklar oldu. İhtiyar ve Genç, Kırmızı ve Mavi, Tüfekler ve Kılıçlar… Tüm bu zıtlıklar tabloya öylece resmedilmiş fakat onları bir birinden ayıran hiçbir şey yok. Benim bu resimde açıkça görebildiğim tek şey ise özetle kuşak çatışması. Neden mi? Çünkü Osman Hamdi Dede oğluna bir şeyler anlatıyor, büyük ihtimalle nasihat veriyor dert yanıyor, ama oğlunun burnu havada, gözü kılıçta; ah o fiyakalı kıyafetleriyle ne de güzel olurdu bu kılıç ona. Osman Hamdi, fesiyle ve o döneme göre oldukça sıradan kıyafetleriyle tam da bir ihtiyarın yapacağı gibi bulduğu ilk Mert Bilici 21400450 taşa oturmuş. Oğlu Edhem ise ayakta, gururlu; mavili grili kıyafeti, ucu kalkık kırmızı yemenisi, kuşağı ve bıyıklarıyla tam bir Osmanlı delikanlısı. Bu resmin çizildiği 1908 yılında, batıdan gelen bilgiyi hakkıyla alıp işlemiş olan ihtiyar Osman Hamdi Bey ve batıya merak salan genç Edhem arasındaki bu kuşak çatışmasının gözden kaçması mümkün değil. Fakat ressam bey bu eserinde, her eserinde yaptığı gibi, birçok simgeye yer vermiş ve anlatmak istediklerini bakanların zihnine yerleştirmek için bu simgelerdeki zıtlıkları kullanmış. Resme ilk bakışta dikkat çekmeyen önemli simgesel bir zıtlık: tüfek ve kılıç... Tam da ateşli silahların, kılıçların yerini almaya başladığı 20. yüzyılın başlarında çizilen bu tabloda her iki silaha da yer veren Hamdi Bey; genç ve ihtiyarın, olgunluk ve tecrübesizliğin karşı karşıya gelişini tüfek ve kılıcın karşı karşıya gelişiyle de ortaya koymuş. Bu savaşın galibini görecek kadar yaşamasa da eminim Osman Hamdi’nin aklında bir tahmin vardı, hatta bence tüfeğin kılıcın yerini alacağını, gencin yaşlının yerini alacağı gerçeği kadar net görebiliyordu. İşte bu gerçeğin bilincinde ve olgunluğunda çizilen bu resim, anlamını günümüzde ve sonsuza dek yitirmeyecek gibi gözüküyor; çünkü aynı nasihat sahnesi günümüzde de her baba oğul arasında er ya da geç yaşanıyor ve bu durum nesilden nesile devam ediyor. Oğulların o güçlü ve genç duruşu, kıyafetlerinin, fikirleri gibi, babalarınınkinden farklı oluşu ve bütün bu kuşak çatışması aynen bugün de ortaya çıkan bir manzara… Osman Hamdi Bey, “Silah Taciri” tablosuyla beni kuşak çatışmaları üzerine oldukça derin düşüncelere sürükledi ve şunu anladım ki bu durum kaçınılmaz olarak taa o devirlerde başlayan ve giderek hızlanıp büyüyen bir sorun. Çözümü var mı, yok mu bilmiyorum ama bu tablo öyle güzel, öyle doğal anlatmış ki sorunu insan Osmanlı’ya gidiyor bir an ve kendini o insanların yerine koyuyor; sonra geri dönüyor kendine bakıyor aynı şeyleri görüyor Mert Bilici 21400450 kendisinde de. Yani özetle kendinden ve herkesten bir şeyler buluyor insan bu tabloda. Üstelik yıllardır en üstün teknolojilerle yapılamayan zamanda yolculuğu bu tablo sayesinde zahmetsiz olarak bir bakışta yapabilirsiniz. Bence en kısa zamanda gidin, bu tabloyu yerinde görün ve o renkleri, o bakışları bir kez de kendi gözünüzle görün; belli mi olur belki Osman Hamdi Bey’in nasihatlerini bile duyabilirsiniz. Kaynakça [1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Osman_hamdi_bey_silah_taciri.jpg [2] http://www.osmanhamdibey.gov.tr/TR,50945/biyografi.html Derin Su Özdemir 21202772 Aslı Uçar Nerelerdeydin? Giriş paragraflarında kendimi çok rahatsız hisseden biriyim. Diyeceğim her cümle ve her his ya gelişme paragrafı ya da sonuçta yer alıyormuş gibi hissediyorum. Bunun burada ne işi var diğer paragrafa yaz diyorum kendime. Neden burada işi olmasın ki? Burada yazmak içimden geldiği için, rahatsız olmadan burada yazacağım çünkü Dreamer ile birlikte yazdık. Birazdan tanışacaksınız. Hayatın anlamını yazmak bir kitap için fazla iddialı gibi. Zaten öylece yazılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kendi hislerimiz olmadan yaşanmışlıklarımız olmadan ve yavru bir köpeğin kafasını sevmeden bulunacak ya da okunacak bir şey değil. İmla kurallarına uyulmuş olsa, en derin anlamlı kelimeler bile seçilse, senin kelimelerinin yaşanmışlıkları, başkaları kendinden bir anıyı, bir hatırayı bulana kadar onların yaşanmışlığı değil. Sadece okuyarak hayatın anlamını bulamayız. Okumadan hiç bulamayız. Tek kişilik yaşanmışlıklarla kim bulabilir anlamı? Başkalarını katmalıyız kendimize, başkalarına katılabilmeliyiz, belki anılardan atılmalıyız belki bazı acıları bittiği gibi bir köşeye atmalıyız, dolu insanlar ve bir dünya dolusu anıyla pişmeliyiz. Yazının fontunu değiştirerek dertlerin üstesinden gelemez ve satır başlarını biraz daha içerden başlatarak bir şeyin özüne gidemeyiz. Bu kitap, Tanrılar Okulu, hayatın sırlarını yazmamış. Haklı. Aslında birine seslenmiş. Hepimizin içinde var olan, hayatın anlamını, güzelliğini, nedenlerini ve tüm manzaralarını bulmaya en yatkın kişiye seslenmiş. Biz duymuyoruz diye, kitap hepimiz için hatırlatma yapmış. “Dreamer”den bahsetmiş. Benim aksime, pencereden dışarı bakıp Bilkent Köprüsü’nde trafik var mıdır diye düşünmeyen, hatta zamlanmış benzin ya da toplu taşıma araçlarına aldırmayan özgür yolcunun kendisini anlatmış. Hepimizin içinde olan susturduğumuz o Dreamer’ i anlatmış işte. Hatırladınız değil mi? Hani küçükken çamurdan pasta yaptırıp arkadaşlara ikram ettiren o Dreamer.Hani izlediğimiz aksiyon dolu filmlerden sonra bir gün senin de gizli ajan olabileceğine inandıran o Dreamer. Nerede bıraktık onu? Neden susturduk büyüdükçe? Çamur pastadan mı zehirlendi yoksa başkaları ne der diye diye, yok ben bunların üstesinden gelemem diye diye ve düzene kapılıp giderken durup nefes alamadık diye biz mi zehirledik? Benim Dreamer’ im pastadan zehirlenmedi ne yazık ki ve neyse ki elinden yine tutarsam çamurdan pasta yapmaya gidebilir hatta sinek ilacı sıkan kamyonetin arkasından sırf eğleniyoruz diye koşabiliriz. Kitap, gidin ve sinek ilacı kamyonetinin arkasından koşun demiyor tabi. Yalnız, o Dreamer demeseydi ben içimdeki Dreamer ile neler yaptığımızı hatırlayamazdım. Onu bulmalıyım dedim. Şöyle ısırarak birer domates yiyelim. Ayrı geçirdiğimiz yılları boş verip, bisikletimizin koltuğuna renkli ışıklar takalım. Cebimizdeki son parayla leblebi tozu ve patlayan şeker alalım. Böyle atıp tutarken, kendine gel kaç yaşında kızsın artık sana deli derler dedim. Derler mi? Derler tabi. Sonra Dreamer’ im karıştı söze. Onlar dedi diye sen deli olur musun? Hiç sanmıyorum. Sonrası sessizlik. Bayadır konuşmayınca insan açılamıyor başta. Bir tutukluk bir yabancılaşma oluyor. Bir zamanlar terliklerinle gidip margarin istediğin komşunu seneler sonra gördüğünde “Nasılsınız?” demek gibi. İnsan samimiyeti zamanla keşfedip zamanla unutuyor. Sonrasında kendime geldim neyse ki. O benim Dreamer’ im, dokuz numarada oturan komşum değil. Öyle taşınıp kopamayız. İzin vermiyorum. Onu dinleyeceğim. Kendimi inkâr etmeyeceğim ve şu an öğrencisi olduğum okul olan Tanrılar Okulu’nun da dediği gibi eğer bakış açımı değiştirmezsem dertlerimi de değiştiremem. Hem yaşa yaşa bitmeyecek gibi hem de gözümü daha açmadan bitecek uzunluktaki ömrümü ne derler diyerek geçirmeyeceğim. Kendimi bileceğim. Kırmayacağım, yıpratmayacağım kimseyi; canım öyle istiyor diye başkalarını ve başkaları ne der diye kendimi. Her şey güzel değil. Biliyorum. Yazar da biliyor. O yüzden bir sorunla karşılaşınca mutluymuş gibi yapın ve mutlu olun demiyor. Zaten ben öyle yapabilen biri değilim. Üzgünken sadece üzgün oluyorum. Sırtı yere gelmiş biri ne yapar sizce? Hayır, hakem işareti versin ve maç bitsin diye beklemiyorum. Kalkmak için ne gerekiyorsa onu bulmaya çalışıyorum. Artık ne yapmam gerektiğini daha iyi biliyorum. Ben değil o biliyor aslında, Dreamer. Aynı şeylere üzülmek yerine onu kabullenip yeni derde yer açmalıyım. Hem çocuk hem de realist bir Dreamer’ im var sanırım. Daha çok ve başka şeylere mutsuz olup sonra da patlayan şeker yiyeceğiz. Üzüleceğiz. Çok üzüleceğiz. İnsanız ve insanlar üzülür. Sonra da güleriz ne olmuş. Bir de Tanrılar Okulu ve Bilkent’ ten mezun olup büyük adamlar olacağız umarım. Bu yazıyı küçükken yazdığım günlüğümü bitirir gibi bitirmek istedim. Hoşça kal günlük diyerek... Sonra baktım bu satırlarda yazdığım “Bugün okula gittim. Teneffüste ip atladım. Sonra eve geldim ve yemek yedim.” değil. O nedenle bu yazıyı “Hoşça kal günlük.” yerine “Hoş geldin Dreamer.” diye bitirmeye karar verdim. Hoş geldin Dreamer. Aslıhan Özhan HER TAM BİRAZ EKSİKTİR Mutlu kadınlar, uyumlu evlilikler ve eksiksiz hayatlar… Bunların her biri zihinlerimize yerleştirilmiş mutluluk tanımını karşılayan kelimeler. Peki, nedir bunların kıstasları? Modern hayatın getirdiği materyal zenginliğin mutluluk sağlayacağı anlayışı öyle kalıplaşmıştır ki insanlar hayattan beklentilerini bile sorgulamaktan vazgeçer çoğu zaman. Ben de bilinçsizce bu düzenin çarkları arasında hayatıma devam ediyordum ki bana neden bu rutine ayak uydurduğumu sorgulatacak bir kitapla karşılaştım. Paulo Coelho’nun Aldatmak adlı kitabı gerçekçi bakış açısı ve felsefi yorumlarıyla beni oldukça derinden etkiledi. Kitabın ismi ve konusu toplumun önyargılarına aykırı düşse de her bireyin yaşayabileceği büyük bir tutkunun insana yaşattığı dayanılmaz çelişkiyi gözler önüne seriyor. Akıllarda yalnızca şu soru kalıyor: Eksiksiz görünen her şey gerçekten tam mıdır? Başkahraman Linda, her kadının hayalini kuracağı bir hayata sahip. Başarılı bir iş hayatı, dünyanın sayılı zenginlerinden olan bir eşi ve güzel bir ailesi var. Aldatmanın bir seçenek olarak dahi kabul edilemez olduğu böyle bir durumda Linda’nın hayatındaki değişim küçük bir sorgulamayla başlıyor. Linda içinde yaşadığı bu eksiksiz hayatın görünmez eksikliğini buluyor: Tutku. O tutkunun derinliğini keşfettikçe kıvılcım alevleniyor ve Linda eşini aldatmayı seçiyor. Aslında benim en çok etkilendiğim durum tam da burada başlıyor. Aldatmanın kimle olduğu, ne zaman olduğu gibi bütün ayrıntılar önemini yitiriveriyor ve yalnızca aşk kalıyor geriye. Mutlu olmayı değil de aşkı tercih eden güçlü bir kadın karakter çıkıyor karşımıza. Aşkın olduğu yerde hiçbir toplumsal kural yahut vicdani rahatsızlık, aldatmaya engel olamıyor. Hayattaki yerini bulmadan önce kendisini hayatın içinde kaybeden bir kadının yaşam öyküsünü dinliyoruz Paulo Coelho’dan. Her kadın Linda’da kendinden bir parça bulur mu –bulsa da bunu itiraf edebilir mi- emin değilim. Fakat ben, içinde yaşadığım bu zaman diliminde çoktan Linda gibi kaybolmaya başladığımı hissettim. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin mutluluğu, heyecanı, yaratıcılığı yerini yarışa, yorgunluğa ve tekdüzeliğe bırakıyor adeta. Ben de kimi zaman Linda gibi yaptıklarımı neden yaptığımı bile düşünmüyorum. Alışkanlık halini alan şeyler hayatıma ne bir renk ne bir anlam katıyor. Okula gidiyorum öyle olması gerektiği için. Arkadaşlarımla buluşup kahve içiyorum herkes öyle yaptığı için. Spor yapıyor olmam bile reklamların beynime yerleştirdiği ideal vücut tipinden ileri geliyor. Yaşamımı bir yapboz gibi düşündüğümde tam olmadığını görebiliyorum. Bunu kimse fark edemez, en yakınlarım bile. Bu yüzden hayatımın yapbozundaki eksikliği, kendi tutkumu bulmak benim yaşama amacım olacak. İnsanın hayatında eksik olduğunu hissettiği bir şeyler varsa, sabah kalktığında gözlerini açası gelmiyorsa, aynaya baktığında yüzündeki gülümsemenin samimiyetine inanmıyorsa o kişi tam değildir. Hâlâ bulması gereken bir parçası vardır ve arayış içindedir. O arayış aylar da sürebilir yıllar da. Arayış içindeki insanın tehlikeliliği kadar iç ürperten bir şey yoktur bu dünyada. O kişi ailesinden, eşinden, tüm varlıklarından hatta kendinden bile vazgeçebilecek gözü karalığa sahiptir. Ben bu arayış halinin her insanın hayatında en az bir kere yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Bir nevi kendini bulma sürecidir bu. Benliğinin derinliklerini keşfeden ve huzuru materyal hazların aksine kendinde bulan bir kişi gerçekten mutlu olmanın yolundaki en büyük engeli kaldırmıştır kanımca. Günümüzün hızlı üretim ve tüketim dünyasında bir yapbozun eksik parçasını bulma işi mümkün değil gibi görünse de bu tükenmek bilmeyen yarış halinden bir paydos verebilirsek ne mutlu bize. Umarım herkes tamlığının eksikliğini bir gün tamamlayabilir, Linda’nın yaptığı gibi. Ezgi Can Kılıç HAYATIN KENDİSİ Yaşanmışlıklar… Bizi biz yapan, bizlere değer katan bazen ağırlığıyla saçlarımıza aklar düşüren, bazense mutluluğumuza mutluluk katan yaşanmışlıklar… İnsan kaç yaşına gelirse gelsin deneyimleri, öğrenecekleri asla bitmez. Kendimize sürekli bir şeyler kattığımız, yaşımız ilerledikçe de görmüş geçirmiş sıfatını aldığımız bu hayatta, kimileri monoton hayatının peşinden gözü kapalı koşarken kimileri tüm zorluklar içinde çırpınıp en küçük hikâyelerden kendilerine mutluluklar edinir. Ancak bu iki insan türü de geçmişinden muhakkak ve muhakkak kendisini yıpratan anılar biriktirir. Bu, ne kadar karamsar görünse de hayatın ta kendisidir. Her zaman yokuş inmek mümkün değildir, bazen de ne kadar zor olursa olsun o yokuştan çıkmak gerekir. Yaşanan tüm bu zorluklarla birlikte, içinde bulunduğumuz hayatı anlamlandırmaya çalışmak ve bir yanda da onu yaşamak için çırpınmak, yaptığımız şeylerin belki de en zoru. Sevdiklerimiz, seveceklerimiz, anılarımız, geleceğimiz, süresini bilmediğimiz tek bir ömre bağlı. Gözümüzü kapatıp açıncaya dek geçecek olan bu ömrümüze umutlarımızı, pişmanlıklarımızı, yapmak istediklerimizi, kaybettiklerimizi sığdırmak herkes için o kadar da kolay olmasa gerek. Her insanın tonlarca hikâyesi vardır ve çoğu da en acı olan hikâyelerini unutmak, sahiplenmemek ister. Ancak insanoğlunun bilip de idrak edemediği tek şey, zamanın bizi nerede ne zaman vuracağıdır. Her şey ne kadar güzel görünse de acı hikâyelerimizi silip önümüze bakmaya çalışsak da öyle bir an gelir ki her şeyimiz dediğimiz belki de en çok değer verdiğimiz şeyler ellerimizden yine kayıp gider ya da en düşük ihtimalle umudumuzu hepten yitiririz. Bazen Bahar adlı, okuduğum bu kitapta da verilen öykülerle bazen, âşık olduğumuz adamdan karşılık alamaz, hayalini kurduğumuz hayatı yaşayamaz veya sevdiklerimizi sonsuz yolculuklarını uğurlarız. Üstelik tüm bunların etkisi öyle kısa sürede de geçip gitmez. Her birinin ağırlığı başlı başına, bir insanı çürütmeye, düşlerinden koparmaya, yaşam sevincini yok etmeye fazlasıyla yeterli olur. Ne kadar güçlü kalırsak kalalım, yolumuza kaldığımız yerden devam etsek de bu görmüş geçirmişlik bizi küçük, saf bir çocuktan olgun ve derin hikâyeleri olan kimselere dönüştürür. Tüm umutsuzlukların yanı sıra ne olursa olsun insan yaşamına devam eder, kendini yağmur damlalarının sesiyle, huzuruyla mutlu etmek için çabalar. Çünkü hayat nasıl mutlu ya da mutsuz anlar barındırıyorsa insanoğlu da mutlu anları sevdiği gibi mutsuz anlardan da sağ çıkmayı başarır. Zamanla yaşamın ne demek olduğunu öğrenir. Her bir insanın hayatı o kadar değerlidir ki kaç sene yaşarsa yaşasın, büyüklü küçüklü ve kimisine göre de önemsiz sürüsüyle anı biriktirir hayatında. Yaşamın kendisi de budur ya zaten; bizim ne yaşadığımız, ömrümüze neler sığdırdığımızdır. İşte kitabın beni en etkileyen yanı da buydu. Gerçekleri görebilmek… Belki işten atılacağız, belki sevmediğimiz eşimizden boşanacağız; ama bunlar bizi üzmektense bize kim olduğumuzu ve ne istediğimizi hatırlatacak. Açılan yeni kapılardan tek tek geçeceğiz hızlıca, kendimizi bulmak için savaşacağız. Tüm bunlar olurken bizi olgunlaştıran anılarımız, yarım kalmışlıklarımız peşimizi bırakmayacak. Güzel şeyler olurken de onlar aklımızın büyük bir kısmına yer etmiş bizi izliyor olacaklar. Böyle durumlarda yapılması gereken, baş edemediğimiz anılardan kaçmak yerine onları sahiplenmektir; çünkü hepsi bizi biz yapan değerlerdir. Öyle bir an gelir ki bir kuş geçer, bir duvar yazısı görürsün, herkese sıradan görünen bir ağaç sana en sevdiğin şiiri okur rüzgârdan uçuşan yapraklarıyla. İşte o zaman anlar insan, geçmiş peşinden koşarken gelecek kucak açmış bekliyordur seni. Yaşamak için birini seçmek zorunda değilsin çünkü unutmak kendinden vazgeçmektir, seni sen yapan anıların elinden tutup öylece koşarsın sana sarılmayı bekleyen geleceğine. Kaynakça: Kesmez, Melisa. “Bazen Bahar”. İstanbul: Sel Yayınları, 2015. Baskı Burak YAŞAR 21502246 Gezilerimizin Öznelliği, İçimde Saklanan Gezme Hissi Yaşadığımız yer hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? Turistik yerleri, ünlü yemekleri, yerel kültürü... Bunları herkes kadar mı biliyoruz yoksa ortalamanın üstünde miyiz acaba? Herkes memleketinin öne çıkan birkaç özelliğini bilir. Hatta hiç gitmediğimiz şehirlerin, ülkelerin bile meşhur yapılarını, gezilip görülmesi gereken bölgelerini sayabiliriz onlar hakkında biraz ilgiliysek. Tabi bu bilgileri dolaylı olarak edindiğimizde ancak herkes kadar bilgili oluruz. Asla orada bulunmuş, orayı gezmiş, görmüş biri kadar anlayamayız. Yaşayarak tecrübe etmek çok daha kuvvetli bir bilgi sağlar bizlere. Her insan bulunduğu yeri anlatırken kendi bilincinin süzgecinden geçirdikten sonra bizlere sunar. Bu yüzden aynı yeri gezen aynı yerde bulunan kişiler farklı farklı anlatımlarla karşımıza gelir. Mesela her insanın Ankara ile ilgili gözlemleri farklıdır. İnsanlar farklı kişiliklere farklı hayat tarzlarına sahip olduğu için aynı yeri görmelerine rağmen farklı düşünceler geliştirebilirler. Gezi yazıları da böyledir. Okurken yazarla birlikte gezmeyiz de yazarın gözleriyle gezmiş oluruz aslında. Herkes gezerken farklı şeyler algılayabilir bu yüzden. Benim Ankara’yı ele alırken gezdiğim yerlerle ve tabi ki kampüsümle birlikte değerlendiririm. Soğuk havasından pek haz etmesem de beyaz kar örtüsünü sevebilir, her şeyi örten gri sisine şiir yazabilirim. Aynı Gençlik Parkı’nı ben gürültülü bulurken bir başkası huzur verici bir doğasının olduğunu düşünebilir. Yani gördüklerimiz aynı olsa da algıladıklarımız farklıdır. Bunun için fiziksel dünyada çıkmış olduğumuz yolda farkında olmasak da iç dünyamızdaki gezimiz düşüncelerimizi ve hissettiklerimizi önemli ölçüde şekillendirir. Yani bana kalırsa gezdiğim yerler içimde kendime özgü olanlardan beslenerek bana yeni tecrübeler katıyor. Peki ben bu yaşıma kadar ne kadar gezebildim? Eski Dünya Seyahatnamesi’ni okumak bu konuda biraz öz eleştiri yapmaya sevk etti beni. Birbirinden güzel tasvir edilen kentleri şöyle bir düşününce yeni yerler görmek farklı kültürler tanımak konusunda biraz eksik kaldım sanırım dedim. Çünkü gezmenin gücüne inanan biriyim. Kesinlikle bir canlılık katıyor insana, ufkunu genişletiyor ve düşünceyi zenginleştiriyor. Mesela Çanakkale Savaşı’nı ortaokuldan beri birçok kez okuduk. Kim bilmez ki “Çanakkale Geçilmez” i, Seyit Ali Onbaşı’yı? Demem o ki savaş hakkındaki her türlü detay kitaplardan ve hatta hemenhepimizin elinin altındaki Google amcadan rahatlıkla öğrenilebilir Çanakkale’ye gitmeye gerek kalmadan. Fakat o coğrafyayı çıplak gözlerimle gördüğüm zaman, şehitlikte dolaşırken hissettiklerimi hiçbir kitap veremez. Mümkün olursa yurdumu karış karış gezmek her şehrine gitmek istiyorum. Çocukken arkadaşlarımla Türkiye’de kaç farklı şehre gittiğimiz konusunda yarıştığımızı hatırlıyorum. O günlerde üç beş civarında olan il sayımın şimdi on dokuza ulaşması hiç fena değil, hatta biraz sevindirici. Bu sayıyı daha da artırabilir ve de dünyanın çeşitli noktalarına da uğrayabilirsem ne mutlu bana. Şimdilik pek vaktim yok gibi. Okul, yapılacak işler derken hep bir bahanem oluyor. Ben de artık kitabı okuyarak sadece ön bilgi sahibi olmaya çalışıyorum ve İlber Ortaylı gibi donanımlı bir tarih profesörünün gözünden dünyayı gezerek belki de şu an yapabileceğimin en iyisini yapıyorum. Kitapta en çok dikkatimi çeken kısım ise yazarın “Arnavutluk yeşilin son ülkesidir aslında”(Ortaylı 104) demesiydi. Bunun üstüne üç sene önce gittiğim Bosna Hersek aklıma geldi hemen. Karadeniz’den daha yeşil dağları, koyu zümrüt yeşili nehirleri(bir nehrin adı da Neretva idi ki yeşil göz demekmiş), el değmemiş yabani güzellikleriyle mükemmel bir coğrafyaydı. Ayrıca hayat sakin ve ucuz olduğu için emekliliğimde yaşayabileceğim yerler listemde. Bosna’yı bu kadar çok beğendiğim ve belki de daha yeşil bir yer görmediğim için acaba Arnavutluk nasıl bir yer diye özellikle merak ettim. Muhakkak da uğrayacağım bir Balkan seferine çıktığım zaman. Hatta umarım bir gün kitaptaki birçok ülkeyi çoktan görmüş olur ve kendimi gezilerimde gözlemlediğim birbirinden güzel coğrafyaları farklı kültürleri, yaşam tarzlarını eşime dostuma anlatırken bulurum. Eski Dünya Seyehatnamesi biraz olsun seyahat etme isteği aşıladı bana. Daha doğrusu olan keşfetme isteğimi artırdı. Açıkçası gezilerin insana çok şey kattığına inansam da eskiden dünyayı gezmeye dair aşırı bir isteğim yoktu veya varsa bile görmezden geliyordum, baskılıyordum belki. Oysa seyahat etmek özgürlüktür ve artık inanıyorum ki bu kitap gelecek seyahatlerim için bana bir kıvılcım ve her daim ışık tutan bir rehber olacak. Dünyayı kendi penceremden gözlerken kendimi de güncellemiş olacağım. Böylelikle kendi iç yolculuğumda da epey mesafe kat edeceğim. Kaynakça Ortaylı, İlber. Eski Dünya Seyahatnamesi. İstanbul : Timaş Yayınları, 2014. 10.Baskı. YALNIZLIĞIN GÖLGESİNDE YAŞAMA ARZUSU Oğuz Cömert / 24 Kasım, 2014 Bir insan 25 yıl tek başına yaşayabilir mi? Yalnızlığın yarattığı psikolojik etkiyle mücadele edilebilir mi? Bu soruların cevabını bulduğumuz Daniel Defoe’nin ünlü eseri Robinson Cruseo okuyucuyu etkileyici bir maceraya davet ediyor. Büyük ölçüde yalnızlık kavramının ele alındığı romanda bir İngiliz denizcisinin bir adada tek başına yıllarca mahsur kalması, yaşadığı maceralar, yeni hayatına ayak uydurması ve bir yamyamı eğitip kendi gibi ilkel olmayan bir insan yapmaya çalışması anlatılıyor. Crueso’nın bir adada mahsur kalır ve burada yıllarca yalnız yaşamak zorundadır. Büyük bir başarı göstererek hayatta kalmayı başarır, kendine yepyeni bir yaşam kurar. Bence Cruseo’nun yaptığı büyük bir başarı, çünkü bir insanın 25 yıl boyunca yalnız başına yaşayabilmesi bana mümkün gelmiyor. Hiçbir insanla konuşmadan, hatta görmeden hissetmeden, dünyada neler olduğundan habersiz, kendi başına yaşamak korkunç ve imkansız geliyor bana. Öyle yaşamanın ne anlamı var ki diye sordum sürekli kendime kitabı okurken. Psikolojik olarak yalnızlıkla başa çıkabilmenin zorluğu gözümü korkuttu. Bundan dolayı ki Cruseo’nun yıllarca umudunu kaybetmeden, bir gün sevdiklerine kavuşma ve insanlara ulaşma inancını içinde yaşatması ve hayatına bu umutla devam etmesi takdir edilesi bir davranış. Ben onun yerinde olsaydım bunu o kadar uzun süre başarabilir miydim hiç bilmiyorum. Zeki bir insan olan Robinson kendine güzel bir yaşam alanı yapar adada ve orayı insanlar için gerçekten yaşanacak bir yer haline getirir. Zamanının büyük çoğunluğunu etrafını keşfetmek ve düşünmekle geçirir. Büyük çoğunlukla düşündüğü zamanlar yalnızlığı ve hayatın anlamını sorgular kendi içinde. Yalnızdır ancak umudu onun en büyük dostudur. Evet, belki hayatının bir anlamı yoktur ancak yine umudu hayatına bir anlam katar. Kendimi onun yerine koyduğumda ona hak vermekten başka yapabileceğim bir şey olmadığını fark ettim. Umut etmekten, yalnızlığa direnmekten başka çaresi var mıdır Cruseo’nun? 25 yıl sonra boş yere umutlanmadığını görür karakterimiz. Bir gün adaya gelen bir yamyam kabilesindekilerin bir üyelerini infaz ederken, infazcılara karşı savaşıp kurbanı kurtaran Cruseo artık yalnız olmayacaktır. Crusoe, kendisi de yamyam olan kurtardığı kurbana Cuma ismini verir ve onu ilkel yaşamından kurtarıp eğitmeye başlar. Bu eğitiminde başarıya ulaşan Cruseo artık kendisine güvenilir bir dost, konuşabileceği bir insan kazanmıştır. Cruseo’nun kurtardığı yamyamla arasında çok büyük bir fark varken çabalayıp bir şekilde onu eğitebileceğine inanması ve bunu en sonunda başarması gerçekten büyüleyiciydi. Kitabın her sayfasında adada yaşadıkları olaylarla birlikte her seferinde Cuma’nın biraz daha farklılaşması ve bunu gözlemek oldukça keyif vericiydi. Romanı okurken içinde sürüklendiğimi hissettim. Kitapta ilerledikçe Cruseo gibi düşünmeye başlıyor, onunla birlikte hissediyordum duyguları. Crusoe’nun Cuma’yı bulmasıyla birlikte benim de Cruseo gibi, sanki uzun süren bir yalnızlıktan kurtulmuşçasına mutlu olmam bunu kanıtlar nitelikteydi. Her sayfada biraz daha geliştiğini görmek istiyordum Cuma’nın. Cruseo’nun onunla her sohbete bana ayrı bir zevk veriyordu. İki dost, maceralarla dolu 4 yılı arkalarında bıraktıktan sonra, korsanlar sayesinde adadan kurtulmayı başarırlar. Cruseo arkasında tecrübe, macera, umut dolu, biraz hüzün dolu yaklaşık 30 yıl bırakır. Bunun büyük çoğunluğunu yalnızlıkla geçirmiştir. Umudunun, hüznünün ve tecrübelerinin asıl kaynağı yalnızlığıdır. Bu kitap beni sürekli yalnızlık ve umut kavramları arasındaki ilişkiyi sorgulamaya itti. Bir insanın yalnızlıkla dolu bir yaşamı sürdürmek için bir güce ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cruseo’nun da bu güce ihtiyacı vardı ve o bunu umut da buldu. Bu sayede yalnızlığa karşı direndi, ondan korkmak yerine yalnızlığı anlamlandırmaya çalıştı. Bunun sonucunda da verdiği yaşam savaşından galibiyetle ayrıldı Cruseo. Sonuç olarak bu değerli romandan çıkarımım şu oldu: “Yalnızlık ancak bizim izin verdiğimiz ölçüde bizi etkileyebilir, bu ölçüyü belirleme gücünün kendi elimizde olduğunu asla unutmamalıyız.” ANILAR SANDIĞI Ne olurdu sınıf farkı düşünceleriniz olmasaydı? Ne olurdu kültür çatışması diye bir türkü tutturup ayırmasaydınız sevenleri? Çok mu önemli doğduğumuz coğrafyaların birbirine olan uzaklığı? Aşkı öldürmek isterken, aslında kendi ellerinizle siz yarattınız. Türk edebiyatının sevip de kavuşamayan âşıklarına yenilerini eklemiş Ahmet Günbay Yıldız. Anılar Da Yakılır kitabı bana aşk kavramını derinlemesine sorgulattı. Aşk gerçekten, sevip de kavuşamamak mıdır? Bence gerçek aşk birbirine âşık iki insanın, birbirini özlemle beklediği süreçtir. Kavuşursan o aşk olmaz, sevgi olur, sadakat olur. Bazı şeyler hayalken güzeldir. Hedef halini alıp da ulaşıldığı zaman, eski büyüsünü yitirir. Bu yüzdendir ki, kitapta kavuşamayan karakterlere çok üzülmedim, aksine imrendim. Çünkü onlar gerçek aşkı tatma ve yaşama imkânı buldular. Ben beklemenin, kavuşmaktan daha güzel olduğuna inananlardanım. Bir şeyi ne kadar istersen, o kadar anlam kazanır. Çabalarsın, kendinden, hayatından ödün verirsin… Ben iki kez âşık oldum. Bir hikâyem, kitaptakine oldukça benziyordu. Farklı ailelere ve yaşam tarzlarına sahip iki gencin, aileleri yüzünden, doğdukları coğrafyalar yüzünden birbirine uygun bulunmaması olayı, yalnızca bizim başımıza gelmemiş. Bunu yaşayan, bu ikilemde kalan sevgililer varmış. Zamanında olmadı diye kendimi parçaladığım şeylere gün gelip şükrettiğim çok olmuştur. Bu da onlardan biridir. Çünkü önyargılar ve yasaklar gerçek aşkı yaşamamda vesile oldu. Sevdim, kavuşamadım. Ben divan edebiyatı aşklarına gıpta ederim. “Seversin alırsın karın olur, seversin alamazsın kara sevdan olur” yargısının doğru olduğunu düşünürüm. Alırsan sana ait olur ve bir süre sonra, sahip olduğun her şey gibi anlamını, güzelliğini yitirir. Uğrunda çabalayacağımız bir şey kalmadıkça, zamanla aşk diye nitelendirdiğimiz duygunun değerinin azalışına şahit oluruz. Melek Hoca’nın elemli kederli halinin sebebi, kırk yedi yaşında olmasına rağmen, gençlik yılları ile hesaplaşmasından dolayıydı bence. Sandığındaki bir kâğıt parçası ve bir tek taş pırlanta yüzük, onu yıllar öncesine götürmeye, belki de unutmaya çalıştığı, unuttum sandığı her şey ile yüzleşmeye itiyordu. Melek Hoca’nın çok güçlü bir kadın olduğu hissine kapıldım, kavuşamadığı aşkları, ailesi ile yaşadığı çatışmalar onu güçlü bir kadın haline getirmişti. Belki de zorunda kalmıştır büyümeye, herkes gibi. Benim de farklı maceralara gebe olan hayatım, bir aşkla tabiri caizse bir panayıra döndü. Kendimi sarhoş bir halde, dönme dolabın en üst katında gökyüzüne bakarken bulduğumda, habersizdim yere çakılacağımdan. Ayrıca benim gibi o da, anılarını biriktirmeyi seven bir kadındı. Onun küçük sandığı gibi, benim de anılarımı, kırık hayallerimi biriktirdiğim bir kutum var. İçinde hüzünlerimi, sevinçlerimi, umutlarımı saklıyorum. Melek Hoca’yı belki de bu yüzden kendime bu kadar yakın bulmuşumdur. Melek, yüreği aşkla yanan bir kadın, beklemekten vazgeçmeyen bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Servet kavgalarının yaşandığı, entrikalarının döndüğü kitapta, Melek belki de en masum yüz olarak çıkıyor karşımıza. Kitabı okurken, her karakterin hikâyesinde, kendimden parçalar buldum ama en çok Melek etkiledi beni. Tunahan ve Berceste’nin merakla geçmişlerini öğrenme çabaları, Meleğin arada kalışı, Zeynep’in istenmeyen kadın durumuna düşmesi… Hayatın tam içinden seçilmiş karakterler, kitabın oldukça sürükleyici olmasının en büyük sebebiydi benim için. Belki bir gün tüm hayallerimizin gerçek olduğu bir dünyaya uyanırız. Belki Melek sevdiğine kavuşur, belki kavuşunca da aşk olur. Aşkın hüzünle güzelleştiğini düşünsem de, iki insanın imkânsızlıkla kavrulmuş hikâyesini okurken, çektikleri acılar karşısında içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissettim. Kaynakça : Yıldız, Ahmet Günbay. Anılar Da Yakılır. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı. 21502693 Berfin YÜCE eşlik parçamız♥ Yıldızlara Yüzüyorum O an geldi işte. Korktuğum; başıma gelmesin diye boşuna çırpındığım o vakit geldi, çattı. Kalbim on bin parça, bir başıma kalakaldım. Ah, gönlümün eşiğinden adım atmasına izin verdiğim gün biliyordum onunla başlayacağımı rüyalarıma ve en nihayetinde onunla uyanacağımı kör zindanlarda. Biliyordum, elbette biliyordum en derinlerinde şu aptal yüreğimin. Elbette vardı bir sonu bunun da, tıpkı her şeyin olduğu gibi. Ruhumu besleyen o sevgi, o aşk, o tutku yerini hüzne; Şekil 1 Terk Edilmişlik umutsuzluğa, kaybolmuşluğa bırakıyor delerek göğüs kafesimi. Tanıyamıyorum, sevdiğim; sayesinde yüreklendiğim adamı tanımlayamıyorum artık. Gidiyoruz, birbirimizden son sürat uzaklaşıyoruz. Nefes alamıyorum, yutkunamıyorum. Ayrılık sancısı kuşatıyor dört bir yanımı. Ben ayak parmaklarımdan saç tellerime kadar acıyorum. Kanıyorum. Kopuyorum. Yaşamdan, hayallerimden, güneşli; yemyeşil günlerden büyük bir ivmeyle uzaklaşıyorum. "Ah" diyorum, "bir kez daha uzanabilseydim şu sahilde, bir kez daha eşlik edebilseydim geceleyin yıldızlara.", fakat ne mümkün... Zaman, gitme zamanı. Hezaren çiçeği yeni açmıştı hâlbuki. Moruyla, mavisiyle, pembesiyle benim karanlık ve yosunlu evrenimi aydınlatıyordu. Fakat ne mümkün... Kaplumbağalar minicik yumurtalarını gizliyorlardı altın kumların ardına. Zümrüdü Anka kuşu küllerinden yeniden doğuyordu. Hiçbirine bir daha şahitlik edemeyecek olduğumun bilincinde; terk ediyordum sevdiğim adamın gönlünü. Arkamı dönüp bakmadan gitmem gerekiyordu, biliyordum. Çünkü küçücük bir an bile tereddüt etsem, sendeler gibi olsam bile hafiften; biliyordum... Geri dönerim. Ona geri dönerim. Lakin farkındayım yolumu değiştirmem gerektiğinin. Hayat bana acı verecek aksi takdirde, yakamı bırakmayacak bu afili sancı. Gidiyorum. Ayaklarım parçalansa da; dizlerim kesik dolu olsa da ben, gidiyorum. Elbette varılan bir nokta var, eninde sonunda. Mutluluk, yoksulluk, hüzün... Elbet varacağım bir yere. Ezilmiş çiçeklerimden taç yapıyor, konduruyorum saçlarımın arasına. Masmavi bir kelebek ziyaret ediyor tacımı, başımın üstünde yerin var miniğim benim. Bir anda ne kadar yalnız olduğumu hissediyorum, onsuz. Huzurlu ama hüzünlü... Bir zamanlar çaresiz, ürkek olan ben; bir kuş yuvasına sığınmışım, mercanların içine bakıyorum cesurca. Kedi balıklarını okşuyorum. Derinliklerine doğru yüzüyorum lacivert gökyüzünün, binlerce yıldız yoldaşlık ediyor bana. Arkamı dönüp bakıyorum. Kıyısı upuzun yeni kumsalımın, sakin ve duru... Deniz kabukları fısıldaşıyorlar kendi aralarında, dalgalarla öpüşüyorlar. Gülümsüyorum, sizi seviyorum. Kendimi uçsuz bucaksız sulara bırakıyorum, kaderimin Şekil 2 Şelalesorumluluğu onlarda artık. Kutup misali keskin tezatlıklar denizi, yumuşacık, köpürüyor vücudumda; ironik bir acı hissediyorum. Yunuslar geziniyor ayak parmaklarımın uçlarında, benimle yarışıyorlar adeta! Haydi, gidelim buradan! Hiç kimsenin olmadığı adalarda yaşayalım, hiç kimsenin yıkanmadığı şelalelerde yüzelim. Hiç kimsenin tatmadığı meyvelerden yiyelim. Ağaçlar yuvamız, kuşlar komşularımız olsun. Sırtımdaki kumları hissediyorum. Güneş yakıcı ışınlarıyla vücudumda geziniyor. Fakat ne güneş ne de yalnızlık sebep vücudumun alev almasında, Şekil 3 Saklı Sahil onsuzluk yakıyor tüm vücudumu. En son ne zaman baktım o bal rengi gözlerinin en derinlerine, anımsayamıyorum. En son ne zaman birleşti ellerimiz... Zihnim adeta bir savaş alanı, çığlıklar kopuyor göğüs kafesimde! Kalbim beynimle çatışıyor. Yanıyorum. Ah, harap oldum ben! Yüreğim avucumda, "haydi" diyorum, "son çabanı sarf et!", kalkıyorum ayağa ve ciğerlerim yanana kadar koşuyorum. Adanın derinliklerine, en ücra köşelerine koşuyorum. Rutubetli bir mağaraya giriyorum. Çığlıklarım alevleniyor, büyüyor ve dişlerimi parçalayarak çıkıyor ağzımdan. Rengârenk bir patlama oluyor. Her yer bembeyaz, harabe... Ardından bir huzur geliyor. Zümrüdü Anka kuşuyla bir oluyorum çok kısa bir süre içinde. Fakat ben, küllerimden yeniden doğmuyorum. Şekil 4 Yıldızları Saymak Ben yandım ve kül oldum. Ben, vardım ve yok oldum. Şimdi olduğum yerde kalıyorum. İzliyorum sevgilimi yuvamın pembe- turuncu penceresinden. Sensiz yapamam diyordu, şimdi bensiz gidiyor... Kaynakça “Abandoned Places”, Google, Görseller, Web. “Beach”, Google, Görseller, 27 Ocak 2017, Web. Carver, Raymond. Fil. 1. Basım, İstanbul: Can Sanat Yayınları, Mart 2015. “Iceland Landscape”, Google, Görseller, 17 Ağustos 2014, Web. “Stars”, Google, Google, Görseller, 05 Eylül 2015, Web. Theo'ya Mektuplar / Tuğra Pulatoğlu Vincent Van Gogh'u hepimiz kulağını kesen ünlü bir ressam olarak tanıyoruz... İnsanları etiketlemenin en basit olduğu bir dönemde Van Gogh'un ruh sağlığıyla ilgili sadece bu eylemden yola çıkarak yorum yapmaktansa, onun şahsi mektuplarına değinen "Theo'ya Mektuplar" kitabını okuyarak onun duygularla dolu iç dünyasını anlayıp ondan sonra Van Gogh'u yorumlamak çok daha doğru geliyor. Sadece etik açıdan değil, vicdani yönden de doğru olan bu. Kitap kabaca, Vincent'in iç betimlemeleri ve fazla popüler olmayan tablolarının resimlerinden oluşuyor. Mektuplar genelde abisinin yakın zamanda kendisine yolladığı para için ettiği teşekkür ile açılır, gün içinde görüştüğü kimselerle ilgili ettiği sohbetlerin anlatımıyla ve yoğun olarak tanrıya olan sevgisi-inancı ile kendi içindeki sorgulamaların yansımaları ile devam eder. Kimi yerde birbirine çok benzer gibi görünen bu mektuplar Van Gogh'un ne kadar duygusal ve incinebilir bir karakteri olduğunun göstergesi. Şuan bu kadar ünlü olan birinin o dönemde nasıl para sıkıntısı çekere hayatına devam etmek zorunda kaldığına tanık olduğunuzda insanın içi sızlıyor. Van Gogh'un kardeşi Theo’ dan para isteyişi hepimizin hayatımız boyunca en azından bir kaç kez yaşadığımız sıkıntının, utancın ama "mecbur kalma"nın aynısı. Aslında kitap, bizlerle aynı sıkıntıları yaşamış birisi olarak bakmamıza yardımcı oluyor Vincent Van Gogh'a. Sadece insan olarak bakabiliyor ve kendinizde bulduğunuz benzer parçalarla Van Gogh'u çok daha iyi anlayabiliyorsunuz. Tanrı sevgisini sorgulayarak betimleyişi okuyucuyu düşünmeye ve tartmaya yönlendiriyor. İster istemez, cümlelerdeki mantık yolundan geçiyor ve içinizden bir matematik problemiymiş gibi, sağlamasını yapıyorsunuz. Örneğin, "... ne zaman tanımlanamayacak, anlatılamayacak kötü bir perişanlık imgesiyle karşılaşsak - yapayalnızlık, yoksulluk, elem, her şeyin sonu ya da en aşırı ucu-kafamızda tanrı düşüncesi uyanıyor. Hiç değilse bende böyle oluyor bu..." bir mektubunun son kısmını oluşturan bu cümlede, hem Vincent Van Gogh'un sevgisiyle karşılaşıyor hem de bu sevginin ne zamanlar ortaya çıktığıyla ilgili mantığa dayandırılmış bir yan buluyorsunuz. Sahiden böyle değil midir? Pekala güzel geçen bir günde nedense, "Tanrı" aklımızın ucundan dahi geçmez, tabii fazla dindar değilseniz. Skalayı geniş tutmayalım, normal, sıradan, bir dine mensup ama o dinin gereklerini yerine getirmeye üşenen, yine de dinini sorsanız o dinin adını veren çoğunluk bizim örneklemimiz olsun. Bu geniş kitle, ne zaman başına kötü bir şey gelse, aklına hemen "Tanrı" gelir. Ya yardım ister, ya da isyan eder. İşte Van Gogh'un kendisi üzerinden örneklendirip değindiği mevzunun yine biz "sıradan insanlar" ile nasıl uyumlu olduğunu görebiliyoruz. Bu sayede Vincent Van Gogh'u Van Gogh olarak görmeyi kitaptaki bir kaç mektubu okur okumaz bırakıyorsunuz, onu yalnızca "insan" olarak görmeye başlıyorsunuz... Mektup yazılarının avantajı budur. Hele ki sanatçının gerçek mektuplarından oluşuyorsa, o kişiyi gerçekten tanıma fırsatını bulabiliyorsunuz. Bildiğiniz veya öğrendiğinizden çok daha başka biri olduğunu görüyor, şaşırıyor belki seviyor, belki acıyor belki de kızıyorsunuz ama onu gerçekten "o" olarak görebiliyorsunuz. Şaşalı ismi, ünü olmadan bir tek aciz bir insan olarak. Vincent'in deli zannedildiği için suçsuz yere hapishaneye atılışını kardeşine yazdığı mektubu insanın içine işliyor. Kızsam, öfkemi kontrol edemesem hemen azılı bir deli diyecekler benim için bu yüzden suçsuz yere hapishaneye atıldığıma kızamıyorum bile diyor mektupta. Mantığıyla duygularını baskı altında tutmaya çalışan, yafta yemiş, günümüzde de çokça gördüğümüz suçsuz yere hapishaneye atılmış birini görüyoruz karşımızda. Öldüğünde üzerinde bulunan mektupta, kendi ölümüne dair -intiharsa- herhangi bir değinme olmadığı açık. Fakat mektuba çok fazla umutsuzluk hakim. Vincent'in hayattan artık pek bir şey beklemediği, kendi hayatının düzelmesinin yanısıra kardeşininki için bile bir umut beslemediğini görüyoruz. Hayatı boyunca 2 resmini satabilmiş bir ressamın ne kadar umudu olabilir ki zaten hayata dair... Son mektubunda, değerinin öldükten sonra anlaşılacağına dair bir ipucu verdiğini düşünüyorum. Kendi kanısı bu yönde bence. Aynı hikaye Friedrich Nietzsche'de de vardır. Biri sanat biri fikir adamıdır ama ikisi de yaşamları boyunca değer görememiş, psikolojik hastalıkların pençesinde hayatlarını mahvetmiş, yoksulluk içinde yaşamış ve öldükten sonra anlaşılacaklarını, değer göreceklerini bilmişlerdir. Demek ki insanoğlu hiçbir vakit değeri yaşarken çıkarıp bulamamış, toprak altına girip elmas olmasını beklemiş ve ondan sonra parmağına ya da boynuna takmıştır. Üzücü... Kadirhan Tutoğlu Saklı İçgüdülerimiz Her ne kadar hayatımın her yönünde mantığı duygusallıktan ön planda tutmaya çalışan bir yapıya sahip olsam da izlediğim filmlerde olayın mantıksal olarak mümkün olup olmadığına odaklanmamaya, sadece keyif almaya çalışırım. Çünkü zaten hayatımın her yerinde baskın gelen mantıksal düşünceyi bir süreliğine de olsa kenara bırakmak beni rahatlatıyor. Fakat yönetmenliğini James DeMonaco’nun yaptığı The Purge (Arınma Gecesi) adlı film, bana içimizdeki hayvansı içgüdülerin aslında hep bastırıldığını belki de hukuk sistemlerinin getirdiği kısıtlamalar içerisinde olmasak hepimizin ne kadar da vahşileşebileceğini sorgulatmaya başladı. Belki de içimizdeki ilkel, vahşi, sadece yaşama içgüdüsüyle hareket eden insan hâlâ olduğu gibi duruyor ve salınmayı bekliyordu. İlk insanlardan günümüze kadar uzanan ve her zaman öngörülemez şekilde değişen insan hayatı tabii ki de ilk çağlara gittiğimizde günümüzdeki gibi sistematik ve düzenli değildi. Herkes hayatta kalabilmek için avlanmak, savaşmak ve tıpkı hayvanlar gibi doğa düzeni içerisinde yaşamak zorundaydı. Yazının icadı, tarımın keşfi gibi mihenk taşlarıyla ve insan sayısının ciddi bir şekilde artmasıyla insanlar hayvanlardan ayrılmaya başladı ve medeniyet dediğimiz şey oluştu. Sorunlarımızı kas gücü ve savaş yerine bilim ve hukukla çözmeye başladık. Fakat filmde değinildiği gibi bir gece gibi kısa bir süreliğine de olsa bütün hukuk kurallarının geçersiz olduğunu ve insanların bütün suçlar dahil olmak üzere istedikleri her şeyi yapmakta özgür olduğunu düşünmek gerçekten beni insanlığımızı sorgulamaya itti. Aslında beni sorgulamaya iten şey bu özgürlüğün verilmesinden ziyade filmde gösterilen o gecede yaşananlardı. Ailenizin, komşunuzun belki de sevgilinizin sizi gözünü kırpmadan öldürebilmesi gerçekten düşünülemez bir durum. Bu düşünceyle yaşandığında zaten paranoyak olmamak elde değil. Belki de engeller kalktığında hepimiz saldırganlaşıp diğer insanları vahşice kesip biçmeye başlayabiliriz. Bu düşünce gerçekten her gün beraber olduğumuz insanlara dahi güvenmeyi zorlaştırıyor ve insanı paranoyaklığa itiyor. Belki ileride olacak eşimiz veya çocuğumuz bile bizi öldürmek için uygun zamanı bekliyor olacak. Belki iş arkadaşımız sadece terfi almak için bizi öldürecek. Bunlar tabii ki de gerçek hayatımızda pek benzeri olmayacak durumlar fakat filmde arınma adı altında bu tip şeylerin yapıldığını görmek beni belki de hâlâ hayvansal içgüdülere sahip olduğumuzu düşünmeye itti. Bunu sorgularken aklımda beliren bir soru da aslında ne kadar evrildiğimizle ilgiliydi. Yeterince evirildik mi? Yoksa şu anki halimiz sadece dış görünüşümüzden mi ibaret? Acaba hepimiz devletlerin ve toplumsal düzenin baskısıyla koyun postunun altına saklanmış birer kurt muyduk? Bir cezası olmayacaksa istediğimizi almak için diğer insanları avlayabilir miydik? Birçoğumuz için bir hayvanın bile canını almak çok zorken acaba hukuk kurallarını yok sayarsak toplumun birbirini katletmesi kaçınılmaz mıdır? Hele ki senede bir kez bu duruma izin verilirse, senenin geri kalan kısmında insanların daha barışçıl bir şekilde Kadirhan Tutoğlu yaşayacağının düşünülmesi gerçekten utanç verici. Yaşadığımız bu modern toplumda insanların hâlâ ilkel düşüncelerden yola çıkarak kendi çıkarları adına planlar kurup insanları bu şekilde yönlendirmeleri ve insan hayatının bu ilkel düşünceye sahip insanların gözünde bu kadar değersiz olması yüz kızartıcı diğer detaylardan biridir. İnsanların yaşadığı sorunları çözmek için birbirini öldürmesi hangimizin kendini güvende hissetmesini sağlar ki? Bir de bunun arınmak için yapıldığı düşünüldüğünde durum içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ben hiçbir şekilde yapılan bir kötülüğün veya verilen bir zararın arınmak için yapıldığını aklıma sığdıramam. Bence bu sadece içimizdeki kötülüğe basit bir kılıf uydurma olur. Ege Ergünol 21402104 TURK102-8 Başak Berna Cordan 30 Mart 2015 3-2 ERGUNOL 1 SINIRLANDIRILMIŞLIK Kâğıdın yanma sıcaklığıdır 451 F. Okuldan, bir makaleden veya bir araştırmadan öğrenebilirsiniz bu bilgiyi ama bu aklınızda bir roman sayesinde kalmışsa bilin ki durum daha ilginç bir hâl almıştır. Fahrenheit 451, baskıcı bir devlet sisteminin etkili bir biçimde yorumlandığı, toplum-birey arasındaki bağa dair bakış açınızı tamamen değiştirebilecek bir romandır. Distopyanın en güzel örneklerinden biridir bu kitap. Distopik bir rejim siyasi açıdan bakıldığında totaliter bir yönetim anlayışıyla birlikte kalan tüm baskıcı sistemleri ifade eder. Distopik bir toplumda yaşayan insanlar baskı altında kalmış, yaşam hakları sınırlanmış, belirli bir kalıba uygun olmak zorunda bırakılmış bireylerdir. Fahrenheit 451 adlı eserde aydınlanma araçları olarak görülen kitapların itfaiyeciler tarafından yakıldığı, insanların medya ile ilgili olarak sadece televizyonda beyin yıkayıcı şovlar izleyebildiği, kitap okuyup düşünen ve aydın olmaya çalışan insanların yok edildiği bir topluluk ele alınmıştır. Bir toplum hayal edin; öyle bir toplum ki insanların düşünme, yeni fikirler oluşturma, yorumlama ve eleştirme yetileri ellerinden alınmış. Günümüz topluluklarının çoğunda rastlayabileceğimiz bir durum bu. Bu toplulukların en başında yer alan kişiler nasıl kurgulamışsa kendi devletlerini, öyle yaşamak düşüyordur sıradan insanlara. Çobandır bu üsttekiler, diğerleriyse sürülerinin sadece bir parçası. Sabitlenmiş bir kalıp oluşturmuşlardır. Düzen dışına çıkmaktan korkmak ve yönetime körü ERGUNOL 2 körüne inanmaktan ibarettir bu kalıbın temeli. Devletini sorgulamayan, eleştirmeyen ve düşünemeyen bireyler yaratmaktır bu kalıbın amacı, böylece onlara bir köle gibi davranmak kolaylaşacaktır. Bunun devam etmesi için de ellerinden geleni yapar bu kişiler. Fahrenheit 451’de kitaplardır insanları aydınlatan. Bu yüzdendir ki yönetmeliğin istediği onların yakılmasıdır. Böylece sürü anlayışlarını rahatlıkla devam ettirebileceklerdir. İşin ironi tarafı ise bu yakma işini itfaiyecilerin yapmasıdır; siz düşünün artık nasıl bir düzen hâkimdir bu topluluğa. Aslında günümüz devletlerinde de görülebilir böyle bir ironi, sonuçta insanlara doğru düzgün bir yaşam anlayışı vadettiklerini varsayıp onları kandıran ve kendi istediklerini yaptıranların çoğunluğu, toplulukları yöneten insanlardır. Her ne olursa olsun, kalıba oturmamak için elinden geleni yapan ve gerçeği görenler de vardır. Azınlıktır genelde bu kişilikler. En baştakilere göre toplumsal bir suç işliyorlardır. Karşı geliyorlardır onlara. En üsttekilere göre ideal olanın, olması gerekenin, eşitliğin, özgürlüğün savunucusu, gerçeklerin açıklayıcısı olanlar en büyük cezayı hak edenlerdir. Bu devlet anlayışına göre zararlı bilgilerdir bunlar. Fahrenheit 451’de de kitaplar, beyinleri zararlı ve gereksiz bilgilerle doldurduğu için yakılıyordur işte. Düşünsenize, ya kitaplar, bilgiler insanın düşünme gücünü geliştirir ve onlara eleştirme ve sorgulama yeteneği kazandırırsa? O zaman ne yapacaktır en baştakiler? Bu durum devlet yönetim mekanizmasının çökmesine yol açacaktır, onların kafa anlayışına göre belirlenmiş birlik ve beraberliği bozacaktır, hâkimiyetleri tehlike altına girecektir ve en sonunda yok olacaktır o kendilerine göre mükemmel düzenleri. O yüzdendir ki bu azınlıklar susturulur. Bu da parayla, ölümlerle, tutuklamalarla ve daha birçok yol ile yapılır; ama her ne olursa olsun fikirler asla ölmez, insanlar asıl olması gerekeni gerçekle bir araya getirdiği zaman harekete geçecektir. Fahrenheit 451’de olması gerekenle devlet sistemi arasındaki farklılığı gören ilk kişi bir itfaiyeci olmuştur mesela, gerçeği kavradığı an yaptığı işi bırakmış, sınırlamaları kaldırmak ve bağımsız olmak için savaşmış ve en sonunda başarmıştır bunu. İşte sansüre, totaliter yönetimlere ve uzun zamandır sürdürdüğümüz yaşam tarzına yönelik en çarpıcı eleştirilerden birini içeriyor bu kitap, bu itfaiyecinin bu toplumda geçen hayatını anlatarak. Bu şekilde insanlar bu kitabı okuyunca kendilerini ERGUNOL 3 yeni baştan kurar, ülkelerinin siyasi durumunu ve yaşamlarının bir çoban tarafından yönetilen bir sürü içindeki sıradan bir koyununkiyle benzer olup olmadığı sorgulamaya başlarlar. Bunu anlayıp kavradıkları ve birlik ve beraberlikle gereken tepkiyi verdikleri an, onlara distopyayı yaşatanlar da yok olmaya başlamış olacaklardır. KAYNAKÇA: Bradbury, Ray. Fahrenheit 451. Çev. Korkut Kayalıoğlu ve Zerrin Kayalıoğlu. 3.baskı. İstanbul: İthaki Yayınları, 2014. Kitabın çevirmenlerine ilişkin bilgi başlık sayfasında değil, ikinci sayfada verilmektedir. DÜNYA’NIN PARAZİT SORUNU Uzaydan bakıldığında fark bile edilemeyen, Güneş sisteminde kendi halinde sürüklenen, mavili yeşilli rengiyle sıcacık ve de biricik evimiz Dünya. İçinde canlıların yaşaması için her türlü imkânı barındıran, küçücük cüssesine bakmadan üzerinde yaşayanları Güneş’in düşman ışınlarından koruyan yegâne gezegen. Tüm cömertliğiyle besleyen, yağmurlarıyla temizleyen, birçok güzelliğe ev sahibi olan cennetten bir parça adeta. Ne yazık ki ne kadar güzel olursa olsun, içinde beslediği bir parazit yüzünden hiçbir zaman mükemmel olmayacak bir yer. Bu öyle bir parazit ki elinizi verdiğinizde değil kolunuzu direkt sizi kapan, asla doymayıp hep daha fazlası için savaşan ve bu uğurda yeryüzünü harap etmekten çekinmeyen bütün kıtalara yayılmış bir varlık. “Homo sapien” olarak isimlendirilen yeryüzünün bu en tehlikeli canlıları “insan” adı ile de bilinir. Yaşama amaçları kendi bencil hazlarının ötesine geçememiş bu tür, dünyayı yavaş yavaş kemirmekte ve “küresel ısınma” olarak adlandırılan bir gezegen hastalığına sebebiyet vermektedir. Ortalama bir Homo sapienin günlük hayatına bakacak olursak doğada ancak yüzyıllar sonra çözünebilen petrol türevi ürünleri çokça sevdiklerini ve de her alanda umursamadan kullandıklarını rahatça söyleyebiliriz. Dişlerini fırçaladıkları kıllı çubuklar, diğer plastiklerini koydukları plastik torbalar, sularını depoladıkları ve birden fazla kullanılmayan küçük pet şişeler ve daha niceleri koca koca yığınlar halinde öylece bekliyorlar dünyanın farklı köşelerinde. İşin garip olanıysa bu nesneleri tekrar kullanabilecekken yenilerini üretmek için bin bir zahmete girip yeryüzünü delik deşik etmeleri. Çıkardıkları simsiyah ziftleri, her biri beşer kişi almak için tasarlanmış ama birer birer bindikleri tekerlekli araçlarına boşaltıp çıkan zehirli gazları havaya salmak da ayrı bir zevkleri olmalı ki kendilerini sigarayla yavaş yavaş öldürdükleri gibi dünyayı da zehirleyerek hasta etmekten çekinmiyorlar. Dünyayı yavaş yavaş ısıtarak, boğarak, zehirleyerek ve eriterek öldüren bir hastalık bu. İçlerinde yaşadıkları dünyayı öldürüyorlar. Bu türde de bütün türlerde olduğu gibi deforme olmuş bireyler bulunmakta elbette. Kısaca “çevreciler” olarak isimlendirebileceğimiz bu grupsa kendini dünyayı kurtarmaya adayan insanlardan meydana geliyor. Kendi hayatlarında yaptıkları küçücük değişiklikler ile her şeyi düzeltebileceklerine inanıyorlar. Toplu taşıma denen daha geniş araçlara binip, plastik yerine ağaçları kesip elde ettikleri tahtayı kullanıyorlar. Adına eylem dedikleri bir aktivite için bir araya gelip yine ağaçları keserek elde ettikleri kartonlarla etrafta yüksek desibellerde sesler çıkarıyorlar. Daha etkili olduğunu düşündükleri için akan görüntülerden oluşan uzun videolar çekip diğer Homo sapiensleri bilinçlendirmeye çalışıyorlar. Örnek vermek gerekirse “Yıldızlar Arasında” adını verdikleri, sadece bir dünyamızın olduğunu ve ona iyi bakmazsak sonuçlarının ne olacağını anlatan film geniş kitlelere ulaşmak konusunda oldukça başarılı olmuştu. Etkisinin yarım saat sürmesi ve insanlarının dünyayı kaldıkları yerden harap etmeye devam etmesi ile sonuçlansa da bu film bir başarı olarak nitelendirildi. İnsan denen parazitler için henüz herhangi tedavi yöntemi bulunamamış olduğundan yüzyıllardır yaptıkları gibi yeryüzünü talan etmeye devam edeceğe benziyorlar. Dünya’nın iyileşmesi için umabileceğimiz tek şey çevrecilerin yaptıkları işleri büyütüp gerçek bir adım atmaları olsa da bu pek olası görünmüyor ne yazık ki. Bu durumda yapılabilecek en akıllıca şey Yıldızlar Arasında da olduğu gibi gözlerimizi gökyüzüne çevirmek ve kendimize yaşayabileceğimiz yeterince yakın, ısısı uygun, atmosfere ve bizi radyasyondan koruyacak bir manyetik alana sahip başka bir gezegen bulmak için dua etmektir belki de. Aradığımız şartlara uygun bir yer bulma ihtimalimizi de siz hesaplayın artık. KAYNAKÇA Nolan, Christopher. Yıldızlar Arasında.2014. Syncopy. Film. Melisa ALGÜR ÇERÇEVE Küçükken hep merak ederdim büyüyünce nasıl biri olacağım diye… Acaba anneme benzer miyim diye sorup dururdum kendime. Annemi çok beğenirdim, tapardım hatta. En güzel benim annem, o her şeyi bilir diye düşünürdüm. Annem hâlâ anlatır bir gün ona "Anne bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun?" diye sormuşum. "Büyüdüğün zaman sen de bu kadar çok şey bileceksin" demiş. O zamanlar annemi gözümde öyle bir yere koyardım ki ne ben ne de bir başkası oraya ulaşabilirdi. O her şeyin en iyisiydi. Elinden gelmeyen şey yoktu. Hayalî çerçevemdeki en güzel resimdi onunki. Büyüdükçe birçok şey değişir hayatımızda. Öncelikle bakış açımız. Artık farklı biri olmuşuzdur. Kendimizi dev aynasında görürüz hemen büyüdük diye. En azından benim için öyle oldu. Çerçevemdeki resim değişti. O yere göğe sığdıramadığım annem bir anda hiçbir şey bilmez, hiçbir şey anlamaz bir kadın oldu. Her şeye karşı çıkan, baskıcı, beni kısıtlamaktan başka bir şey yapmayan biriydi artık sanki. Nereye gitmişti benim melek annem? Neden istediğimi yapamıyordum bu evde? İnsanın düşünceleri ne kadar da kolay değişebiliyor, hayret ediyorum. Ergenliğin ilk yıllarında kendimi mahkum gibi hissederdim evin içinde. Odam benim hücremdi, annem de gardiyanım. Ondan izinsiz, onun onaylamadığı hiçbir şey yapamazdım. Babam asker olduğu için evde hep disiplin olmasını isterdi. Hatırlıyorum da ilkokuldayken odama her ay yapmam ve yapmamam gerekenlerin yazılı olduğu bir kural listesi asarlardı. Uymayınca ceza alırdım. Belki ben de bizim evin Mücellâ'sıydım o zamanlar. Annesinin bir dediğini iki etmeyen, onun koyduğu sınırların kıyısında yaşayan Mücellâ gibi yaşıyordum. Küçüklüğünden beri annesinin kısıtlamalarıyla yaşayan kız kendi benliğini bir türlü bulamıyor. Yalnızca annesinin dediklerini yapıyor, onun izin verdiği kadar yaşıyor hayatını ve ne yazık ki sonunda annesi gibi yapayalnız ölüyor. Ne yapsın ki başka? O kadar sene baskı altında yaşayınca bir daha geri dönüşü olmaz ki. Dediğim gibi büyüdükçe çok şey değişiyor biz farkına bile varmadan. Hem çevremizde hem benliğimizde. Üniversiteye geldiğimde ben kendimi çok başka biri olarak görüyordum artık. Yine ilk değişen bakış açım olmuştu tabii ki. Kendime dışarıdan bakabiliyordum artık. Burada birbirinden farklı o kadar insan tanıdım ki… Hiç olmadığı biri gibi davranan insanlar, her şeyi olduğu halde asla yetinmeyen, doyumsuz insanlar, hiçbir şeyi yokken mutlu olan insanlar… Tanıdığım herkesten bir ders çıkardım kendime ve öz eleştirimi yaptım. Önce ergenlik boyunca annemle babama beni baskıladığını düşünüp kızdığım için kendimi suçlu hissettim. Aslında yaptıklarının, öğrettiklerinin benim çocuk aklımla anlamadığım pek çok nedeni varmış. Ben onlar sayesinde ben olmuşum. Şimdi dönüp bakınca yine diyorum ki acaba ileride annem gibi olabilecek miyim? Çünkü o hâlâ her şeyin en iyisini biliyor. Çerçevemdeki resim yine değişti. Hani derler ya insanın gözünün açıldığı, kendini bildiği bir an olur gençliğinde. İşte ben o anı üniversitenin ilk aylarında yaşadım. Bir an bugüne nasıl, ne şartlarda geldiğimi, bende kimlerin ve nelerin etkisi olduğunu gördüm. Eve gittiğim ilk fırsatta annemlere bir teşekkür konuşması bile yaptım. Beni kısıtladıklarını düşünürken, meğer onlar benim şimdilerde özgür, kendinden emin bir birey olmam için uğraşıyorlarmış da haberim yokmuş. Şimdi inandığım bütün değerler benim evde öğrendiklerimmiş. Küçükken farkında varamasak da ailen sana ne verirse onu alıyorsun. Evde anne- babayla edilen bütün tartışmalar sana bir şey öğretiyor, seni büyütüyor. Seni sen yapan onlar. Ancak anlıyorum. Şimdi çerçevemde çok güzel bir resim var, bakınca gururlandığım. Artık hiç değişmeyecek. Kaynakça: Bekiroğlu, Nazan. Mücella. Cağaloğlu, İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı. YARIŞ ATLARI Hiç üniversitede kazandığım bölümden ya da yaptığım işten mutlu muyum diye soruyor musunuz kendinize? Bence herkes kendine bu soruyu soruyordur ve çoğu mutlu olmadığının farkındadır. Neden mi? Çünkü eğitim sistemi insanlara gerçekten yapmak istedikleri meslekleri değil toplumu memnun edecek meslekleri seçmeye zorluyor. Filmde de genel olarak insanların kendi istediği doğrultusunda değil toplumun istekleri doğrultusunda yaşadıkları gözler önüne serilmiş. Örneğin; Farhan'ın, vahşi doğa fotoğrafçısı olmak isterken babasının isteği ve yaptığı acındırmalar yüzünden mühendislik okuması, Raju'nun çok fakir olan ailesini geçindirebilmek için tüm sorumluluğu alarak çok para kazanabileceği mühendisliği seçmek zorunda kalması... Filmde ülke olarak mühendisliğe verilen değer çok belirgin, aileler çocuklarının mühendis olması için can atıyor, kimileri de bunu istemekle kalmıyor Farhan'ın babası gibi zorlama yoluyla yaptırmaya kalkıyor. Ben daha yeni YGS-LYS adlı sınavları atlattım, çalışmayı hiç sevmeyen bir öğrenci olarak sırf ailem mutlu olsun diye kendimi o kadar zorladım ki. Kendimi iki yıl boyunca tüm hobilerimden ve yapmayı sevdiğim diğer işlerden uzaklaştırdım. Artık eskisi gibi değilim, o çok eğlenen hayattan zevk alan ben yerine sürekli çalışan birisi geldi. Bu halimden memnun olmamama rağmen eğitim sisteminin getirdikleri yüzünden eski halime kolay kolay dönemeyeceğimi farkettim. Aileler tarafından harcanan emekler ve bunun getirdiği beklentiler ben de olmak üzere birçok öğrenciyi büyük bir baskı altına soktu. Filmde de söylendiği üzere Hindistan’da her 90 saniyede bir öğrencinin intihara kalkışması öğrencinin bu eğitim sürecinde ne kadar baskı altında kaldığını bizlere gösteriyor. Filmde Joy adlı karakterin okulun ve beklentilerin baskısını kaldıramayıp duvara “I quit” yazarak kendisini yurt odasına asması da bunun bir örneği değil midir? (Kendini asan o öğrencinin adının Joy yani “neşe” olmasını da ayrıca çok ironik buldum.) Aslında her insan bunun farkında ama filmdeki Ranço karakteri gibi pek az insan dışında kimse bir itirazda bulunmuyor, çaresiz, kendi güçlerinin farkında olmayarak çocuklarının geleceğini karartmasını izliyorlar. Film ayrıca düşünüp anlamayı değil yalnızca ezberi ve yarışı öğreten bir eğitim sistemini de eleştiriyor. Filmin bir sahnesinde Ranço öğrencilere bir soru sorar, “Kimse cevabı bulamadı mı? Şimdi bir dakika önceyi düşünün. Ben bu soruları sorduğumda sizde merak ya da heyecan oldu mu? Yeni bir şey öğreneceğiniz için sevindiniz mi? Hayır. Hepiniz hemen bir yarışa giriştiniz. Bu yöntemde birinci gelseniz bile ne faydası var ki? Bilgi hazneniz artmış olacak mı? Hayır, sadece üzerinizdeki baskı artacak. Burası bir üniversite, düdüklü tencere değil. Bir aslan bile kırbaç korkusuyla sandalyeye oturmayı öğreniyor. Ama biz bu aslana ‘iyi eğitilmiş’ diyoruz, ‘iyi eğitim almış’ demiyoruz.” işte filmdeki bu sözü çok beğendim. Bu söz ülkemizdeki eğitim sistemi ile de son derece benzeşen Hint eğitim sistemindeki çarpıklığı ve filmin asıl mesajını çok iyi anlatıyor. “Arkadaşınız başarısız oluyor, üzülüyorsunuz; arkadaşınız birinci oluyor, daha çok üzülüyorsunuz.” İşte bu söz çok doğru ve doğru olduğu gerçeği ise çok acı. Arkadaşlık, birbirinin üzüntüsünü paylaşmayı gerektirdiği gibi, başarısına da birlikte sevinmeyi gerektirir. Ancak bu bizleri adeta “Yarış Atları” haline getiren eğitim sisteminde aileyi ve toplumu memnun etme isteği ve hırsı gerçek hayatın ve arkadaşlığın önemini bizlere unutturuyor. Bence herkes toplumu düşünmeyi bırakıp kendi istediğini yapmalı, mutlu olmalı ve insanlarla içinde bulunduğu çıkar ilişkisini bitirip gerçekten sevdiği için arkadaş olmalı. Arya ÖZCAN Muhammed Emin KÖKTÜRK Sanat da NEY’miş Bu bir serüvenin hikâyesi aslında, bir insanla bir enstrümanın çıktığı uzun yolculuğun kısa bir özeti. Evet, bu yolculuk gerçekten uzun, belki de bir ömre sığamayacak kadar. İnsan enstrümanı ile müzik denizine girdiğini sanır ilk başta. Ömrünün sonuna doğru anlar ki, o denize girdiğini sandığı zamanda sadece ayakları ıslanmıştır. Ve kendi konumuna bakarsa görür ki, su sadece ayaklarını geçmiştir biraz. Müzik içine girildikçe sonsuzluğu anlaşılan bir ummandır. Zorluklarla doludur aynı zamanda bu yolculuk. Dünyanın her türlü işi insandan vakit ve çalışma isterken, hepsinden çalmak zorundadır insan. Çünkü çalgılar alıngandır, kıskançtır. Kendilerine vakit ayrılmadığı anda küserler. Enstrümanlar aynı zamanda ketumdurlar. İnsanoğlunu bildiklerinden, kolay kolay güvenemezler onlara. Karşılarına gelen aceleci insan topluluklarından seçerler sabırlı insanları. Sonra onları devamlı sınava tâbî tutarlar, sabırlarını ölçerler onların. Günler, aylar geçer. Yıllar sonra, bu seçilmiş insanların kendilerini bırakmayacağını anladıklarında, yavaş yavaş sırlarını açmaya başlar çalgılar. İşte bu sırlar bir açıldı mı, insan ile enstrümanı arasında, dostluk mu dersiniz aşk mı bilmem, bir muhabbet bağı oluşur. Bu noktada insan enstrümanı ile söyleşmeye, meşk etmeye başlar. Birçok sanatçının da ermek istediği hâl budur sanırım. Benim hikâyem bundan altı sene önce başladı. Altı yıl önce hayatıma giren bir enstrüman beni, dolayısıyla hayatımı değiştirdi. O yıllarda ben, kendini tanımaya çalışan bir bireydim. Çocukluktan ergenliğe geçiş safhasındaydım. Caz gitarı, rap müziğini sevdiğimi sanırdım. Durum böyleyken, yaşadığım küçük ilçede bir ney kursu açıldı. Hayatını büyük şehirde geçirmiş olanlar için normal bir şey olabilir ama yirmi beş bin nüfuslu bir ilçedeki bu kurs gerçekten olağanüstü bir imkândı. Küçüklüğümden beri zaten ney sesini sever ve onu çalmayı arzulardım. Bu kurs benim için bulunmaz bir fırsattı. Nitekim kursa başladım. Ney üfleyen herkesin bildiği gibi karşıma çıkan ilk zorluk neyden ses çıkarmaktı. İçinde sesin çıkması için hiçbir özel kıvrım bulundurmayan bu çalgıdan nasıl ses çıktığını çok merak etmiştim. Tabii, ilk zamanlar insan çok şevkli oluyor. İlk neyim plastikti ve onun gelmesini dört gözle beklemiştim. Geldiğinde ise internetten ney ile ilgili anlatım dosyaları buldum. İlk gecesinde bir miktar ses çıkarmayı başarmıştım. Birinci haftanın sonunda ise ney ile ilk eserimi geçtim. O zaman hocamız, bize klasik Türk müziği dışındaki müzikleri dinlemeyi yasaklamıştı. Bu yasak kulağa hoş gelmeyebilir, şu an uyguladığımı da söyleyemem. Ancak o zamanlar çok faydasını görmüştüm. İlk zamanlar sanat ve tasavvuf mûsikîsi bana çok ağır geliyordu. Dinledikçe onlardaki güzelliği fark ettim ve benim en sevdiğim müzik türleri oldular. Bu şekilde ney, benim kendimi tanımama yardımcı oldu, beni gerçekteki kendime yaklaştırdı. Böylece beni ve hayatımı değiştirmiş oldu. Neye başlayalı altı yıl oldu, fakat ben altı yıldır sürekli ney üflemiyorum. Ben neye başladıktan yaklaşık iki yıl sonra hocamız ilçeden ile tayin oldu. Bu dönemde ben hocasızlığı, fetret devrini yaşadım tabiri caizse. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir yol gösteren olmayınca hedefim de olmuyordu dolayısıyla. Bu sebepten neyim hep bir kenarda duruyor, benim de onu elime alasım gelmiyordu. Gerçekten çok çileli bir dönemdi. Ne zaman neyden söz açılsa veya neyi hatırlasam içimde bir sızı hissediyordum, içimde sevdiğine kavuşamayan insanın hüsranını yaşıyordum adeta. Neyim ile bir aradayken ona hasret kalıyordum. Bu hissi tarif etmek zor. Ulaşmayı çok istediğiniz bir nokta var ve çevrenizde sizin oraya ulaşmanıza yardım edebilecek kimse yok. Üç- üç buçuk yılım da böyle geçti. Lise biterken beni üniversite sınavlarına motive eden etkenlerden biri de neye hasretim ve kendime hoca bulma istediğimdi. Ne kadar büyük bir şehre gidersem hoca bulma ihtimalim o kadar artacaktı. Bu motivasyonla çalıştım ve Bilkent Üniversitesine gelmek nasip oldu. Üniversiteye geldikten sonra önce şehri öğrenmek istedim biraz. Gezdim, araştırdım. Belli bir süreç sonunda Neyhane adlı ney kursunu buldum ve bu kursa devam etmekteyim. Ney elbette ki güzel olduğu kadar zor bir enstrüman. Zorluğunu daha ilk ses çıkartmadaki cilvesiyle belli ediyor zaten. Belki daha yolun başındayım, belki ne kadar ilerlesem de yolun başında olacağım. Ama çok şükür ki ben hocamı buldum ve azimle çalışıyorum. Çünkü ben de o şanslı insanlardan olmak istiyorum, neyin sırdaş olarak seçtiği insanlardan… Ve ne düşünürsünüz bilmem ama, ben Ney’in yaşadığına inanıyorum. BAĞLARI KOPARMAMAK İnsanlar, hayatları boyunca birçok zorluk atlatır ve herkesin mutlu ve mutsuz günleri olabilir. Bu mutlu günlerde de, mutsuz günlerde de her zaman yanında olan kişidir dost. İnsanın sığınabileceği bir kapıdır, onu en iyi anlayan kişidir. Çaresiz kaldığımızda, ne yapacağımızı bilemediğimizde güvenebileceğimiz, bizim için orada olduğunu bildiğimiz kişilerdir dostlarımız. Bu dostluk ilişkisi bir insan için çok kolay bulunabilecek bir ilişki değil, çok özel, çok nadir bir ilişki. Bu yüzden de dostluk kalıcı bir ilişki olmalıdır, ömür boyu sürmelidir. Maalesef bugün dostluklarımızı sürdürmeyi beceremiyoruz, geçmişte kurduğumuz sıkı dostlukların kaçı bugün hala devam ediyor? Kaç arkadaşımızı hala arayıp soruyoruz? Bazı sebeplerden dolayı yolumuz ayrılsa dahi dostluğumuz bitmemeli, daim kalmalı. Çünkü dostluklar insanın bir ihtiyacıdır, yeri gelir ailenizle bile paylaşamayacağınız şeyleri onlarla paylaşırsınız. Başınızı her zaman koyabileceğiniz birer omuzdur onlar. Kendi adıma söylemem gerekirse ben bu dostlukların çok azını sürdürdüm. Bir dönem en iyi arkadaşım olarak adlandırdığım bazı kişilerle irtibatımı kesmiş durumdayım. Oysa gerçek arkadaşlık bu olmamalıydı, bu kişilerle iletişimimi kesmemeliydim. Bu bakımdan pişmanım, özellikle insanların çok rahat iletişim kurabileceği bu çağda bir telefon, bir mesaj uzaklıktaki insanlara ulaşmadığım için çok pişmanım. Çünkü onlar bir dönem benim yoldaşım oldu, iyi ve kötü günlerimde yanımda oldular. Onları bu kadar kolay silip atmamalıydım. Ayşegül Devecioğlu’nun “Ara Tonlar” isimli romanında da bende bu gibi düşünceler oluşturan olaylar geçiyor. Demir ismindeki karakter, bir zamanlar çok yakın olduğu arkadaş grubundan elinde olmayan sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kalıyor. Daha sonraki yirmi yıl içerisinde onlarla tekrar irtibat kurabilecekken kurmamayı seçiyor. Yirmi yıl sonra ise arkadaşlarıyla tekrar görüştüğünde eskiden aralarındaki o bağdan eser kalmadığını, hiçbir hissin aynı olmadığını kendisi de arkadaşları da anlıyor. Bugün içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle insanlarla iletişim kurmamız çok kolay. İstersek eski dostlarımızla olan ilişkimizi çok rahat bir şekilde sürdürebiliriz. Böyle yapmadığım için kendimi eski dostlarıma karşı borçlu hissediyorum. Çünkü onlar benim hep yanımda oldu, zor zamanlarımda bana destek oldurlar. Oysa ben onlara vefasızlık ettim. Eğer bir gün onlardan biriyle karşılaşırsam, onun yüzüne nasıl bakarım utanmadan, nasıl bir bahane üretirim irtibatı sürdürmediğim için bilemiyorum. Evet, bu durumun karşılıklı olduğunu biliyorum. O insanlar da istese benimle iletişimini sürdürmeyi deneyebilirlerdi ama denememeyi tercih ettiler. Ancak bu durum benim hatalı olduğum gerçeğini değiştirmiyor, ben biraz gayret gösterseydim onlarla aramızdaki bağı koparmayabilirdim. Bu yüzden keşke daha önce bunları düşünseydim diye kendi kendime hayıflanıyorum. Bazen hala onlarla konuşmak için çok geç değil, neden onlarla tekrar iletişime geçmiyorum gibi düşüncelere kapılıyorum. Daha sonra aramızdaki o eski, sağlam dostluk bağının yıprandığının, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının farkına varıyorum. Tıpkı kitaptaki kahraman Demir gibi. O eski samimiyet, birbirimizle her şeyimizi paylaştığımız o günler geride kaldı. Artık birbirimizle konuşsak bile bunun farkında olacağım için onlara eskisi kadar ısınamayacağım. Dolayısıyla onlarla tekrar iletişime geçme fikrinin çok iyi bir fikir olmadığının farkına varıyorum ve kafamdan atıyorum bu düşünceyi. Özetle, kurduğu dostluklar bir insan için unutulmaz olmalıdır. Dostlarımızla belirli sebeplerden dolayı yolumuz ayrılsa da onlarla iletişimimizi sürdürmememiz için hiçbir sebep yok. “Ara Tonlar” romanında da beni bu konu etkiledi ve eski dostluklarımı sürdürmediğimin farkına vardım. Umarım bugünden sonra kazandığım dostlukların hiçbirini kaybetmem ve bu dostluklar ömür boyu sürer. Ahmet Canberk Baykal ŞADİYE ŞEYDA İNCE Sesin Cinayeti Blog yazısı yazmak amacıyla kitap listesi arasında gezinirken her öğrenci gibi kitapların isimlerini okuyup ilgimizi çekenleri internette aratıyoruz. Fakat ardından yaptığımız şey ise üniversitemiz kütüphanesinde aratmak. İsmini görür görmez bunun hakkında yazmalıyım dedim kendime, Anne Carson’dan Sesin Cinsiyeti idi bu. Yazar antik dönemlerden başlayarak ses ve cinsiyet hakkındaki önyargılarımızı ve etkilerini anlatmış. Kitabı kütüphaneden aldıktan sonra teslim tarihine bakmak amacıyla siteye girdiğimde isimlerin birbirini küçük bir nüansla tutmadığını fark etmemiş olduğumu gördüm. Yukarıdaki ekran görüntüsünde olduğu gibi kitabın adı “Sesin Cinayeti” olarak yazılmıştı. Ayrıca gidip düzeltmelerini söylesem mi söylemesem mi bilemedim. Cinayet ve cinsiyet… Bugün ne kadar da birbirleriyle bağlantılılar, artık ayırt edemiyoruz bile. Öyle değil mi? Açıkça söylemem gerekirse burada kadın cinayetlerinden, aile içi/dışı kadına yönelik erkek şiddetinden bahsetmek istemiyorum. Görmezden duymazdan gelmek değil de artık içim almıyor. İstediğim şey kadınların sesleri bir cinayete kurban gitmeden önce duyulması, korkunç istatistiklerimizin artık ciddi bir biçimde önüne geçilmeye çalışılması lazım. İki hafta önce üniversitemizde düzenlenen İş’te Kadın adında bir panele katıldım. Bu etkinlikteki konuşmacılarından biri ise Aylin Nazlıaka idi. Kendisi meclise çok defa bu şiddet olaylarının araştırılması ve verilerin, istatistiklerin toplanıp halka ve meclise sunulması amacıyla önerge vermesine rağmen bakanlığın herhangi bir geri dönüş yapmadığını söylemişti. İnternetten baktığımda ise çeşitli platformların, kadın örgütlerinin, kadın odaklı sivil toplum kuruluşlarının istatistikleri var. Resmi kurumların istatistik verileri bundan birkaç sene ya da daha eski yıllara ait veriler. Tabii, artık bu olaylara karşı hassasiyetin arttığı şu günlerde illaki devletin ilgili kurumları bu konuda çalışıyorlardır, yaptırımların uygun görülmesi ve uygulanmasını sağlıyorlardır. Fakat bir şeyler hala değişmemiş gibi. Sorun şimdiye kadar farklı kalıplara giren ama temelde değişemeyen kadına bakış açısında. Kadın sürekli bir şekilde susturulmaya çalışılıyor. Bugün demokratik toplumlarda kadın ve erkeğin kamuda ve sosyal alanda konuşma özgürlüğü ve eşitliğine sahip olsa da, yasalar aracılığıyla doğrudan susturulmaya çalışılmasa da çok dinlenilmek istenmiyor. Geleneksel yapı ya da ataerkil düzenin gelenekler aracılığıyla bunu dayatması sağlıklı iletişimi engelliyor. Zamanla iletişimden de yoksun kalıyoruz. Geçmişte, antik Yunan şehirlerinde demokrasinin uygulandığını söylesek de aslında Atina demokrasisi veya Klasik demokraside sadece erkeklerin söz sahibi olduğunu bilmek gerek ki bu ataerkil düşünce toplumu, gelenekleri ve etik yapıyı düzenlemişlerdir. Anne Carson’un kitabında da belirttiği gibi, Freud’un açıklamasıyla, o dönemde bu çifte standart “Düşünen bir adamın kendisi yasa koyucusu ve günah çıkarıcısıdır ve kendi beraatini kendisi temin eder ama kadın… kendi içinde etik ölçütü barındırmaz. Sadece ahlakın sınırları içindeyken eyleyebilir ve toplumun uygun olarak belirlediği şeyleri takip eder(1).” düşüncesiyle sağlanmıştır. Carson, cinsiyet hakkındaki varsayımlarımızın sesleri duymamızda etkisini, özellikle arkaik ve klasik dönemde kadın sesinin niteliğinden dolayı geleneksel yapılarla kamusal ve sosyal alanda susturulmaya çalışılmasını kitabında incelemiş olsa da aslında o dönemde de kadın tepkisinin dile getirilmesini bu şekilde engellendiğini, kadınların sahip olduğu fikir ve düşüncelerinin yıkılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Bugün ise aile içerisinde kadını düşünürsek eğer eş, kadının bir hoşnutsuzluğunu dile getirmesini dırdır olarak nitelendiriyor. Dinlemek dahi istemiyor. Erkek, “Kadın sesi kötü çünkü hem kadın sesinin niteliği kulağa hoş gelmiyor, hem de kadın, sesini söylenmemesi gereken şeyleri dile getirmek için kullanıyor(1).” diye düşünüyor. Sırf kadının sesi nitelik ve nicelik açısından kötü diye duymazlıktan gelmek kadını eş değil insan yerine bile koymazlık değil de nedir? “Sanki bütün bir kadın cinsi dile gelmez şeylerin bir çeşit kolektif kötü hafızasıymış gibi, ataerkil düzen, tıpkı iyi niyetli bir psikanalist gibi, bu kötü sesleri politik olarak uygun kaplara yönlendirme gibi bir sorumluluğu üstlenmeyi kendi terapisi olarak görüyor gibi(2).” Hatta bu kadın evinde otursun, işe güce ihtiyaç yok demeye kadar da varıyor. Hep erkek, ataerkil düzen dedik ama bazen hemcinsimiz bile destek olmuyor bize. Yukarıda bahsettiğim paneldeki diğer bir konuşmacı olan Selcen Uyguntüzel nişanlısının annesiyle görüştüklerinde, kendisine eğer evlenirse çalıştığı şirketten ayrılıp ayrılmayacağını sormuş. Hatta sormak ne kelime, ayrılırsın herhalde değil mi, ne gerek var, ihtiyacımız yok gibi şeyler söylendiğini anlattı bizlere. Sonuçta, evet, günün sonunda herkes para için çalışıyor. Fakat Atatürk’ün de dediği gibi “Bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer yarısının göklere yükselmesi imkânsız.” olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Ayrıca onları bir yerlere kapatarak, sınırlandırarak seslerini nasıl duyabiliriz ki? “Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşırıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz(3).” Yönetimde, çalışma yerinde, evde, her yerde kadını toplumun bir bireyi hatta toplumun mimarı olarak görmeliyiz. Bir toplumu inşa etmede sorumluluğu olan bir bireyin susturulması temelimizi, bizi eksiltir. Sesin cinsine bakarak bir sesin, bir düşüncenin, bir haykırışın, bir imdadın duymazlıktan gelinmesi cinayettir. Birini değil, bir toplumu yıkar, öldürürsünüz. Kaynakça (1) E. Silberstein’a mektup, Grosskurth tarafından alıntılanmıştır (1980), 889. (2) Carson, Anne. Sesin Cinsiyeti. NOD Yayınları, 2015. (3) Simone de Beauvoir, The Second Sex. Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 KANATLANAN YALNIZLIK “İnsan, yalnızlığı idrak etmek için şiir ya da roman yazar, bilirsiniz.” (Arka kapak yazısı) Söyleyemediklerini kelimelerle daha kolay anlatabileceğinden midir, yoksa yalnızlığı kendi içinde yaşamasından mıdır bilinmez ama yalnızlığı iliklerinde yaşayan biri için bir kurtuluş yoludur yazmak. Bir şekilde, ağzından çıkması mümkün olmayan, yalnızlığınızı betimleyecek cümleleri, yazı yoluyla anlatmaya çalışmak ister insan. Yalnızlığın bir nebze azalacağı düşüncesini arkasına alarak yazarken, yalnızlığa sebep olan olayları teker teker gözünün önüne getirir yazan kişi. Yalnızlığını betimlerken, bambaşka bir dünyanın içine girer ve bir kurtuluş arayışına girer; ya da yalnızlıktan hoşnut bir biçimde kendi dünyasını anlatır ve böylece yalnızlığını tam anlamıyla idrak eder. Elif Türker, Sevgili Alef isimli romanında, yalnızlık ile yalnızlığın getirmiş olduğu yazma isteğini şu cümlelerle anlatmıştır: “Kadının güzel gülüşünden kendimi sıyırmayı başardığımda, bu dünyada herkes yalnız uçar; kanatlarımız, yalnızlıklarımızdır; o yüzden kitap şeklindedir, bakın, dedim ve ona sırtımdaki kitap kanadımı gösterdim.” (s. 69) Hayatta, herkesin yalnız olduğunun belirtildiği bu alıntıda, yalnızlıklar kanatlara, kanatlar da kitaplara benzetilmiştir. Kanatlar, insanların kaçışı için birer simgedir belki de. İnsan, yazdıkları kadar vardır ve yazdıkça daha ötelere gidebilir; yazdıkça iç dünyasını dışarı aktarabilir ve yazdıkça farklı dünyalara girebilir. Aslında insan yaşamı da bir nevi birisinin yazısı niteliğindedir ve herkes o yazıda yazılanlara göre yaşar. Yalnızlıklar, o yazının içerisinde kendiliğinden yer almaktadır ve insanlar, kitapta yazıldığı şekilde yaşarlar hayatı. Hayır, hayır; dini boyutundan bahsetmiyorum olayın, yanlış anlaşılmasın! Hayattaki düzenden bahsediyorum aslında ben. Hayatımız belli bir döngü içerisinde sürüp gitmektedir ve döngüyü değiştirmek, ancak kalemi kendi elimize aldığımız zaman mümkün olacaktır. “Bu romandan çıkmam lazım” (s. 74) dediğimiz anda kontrolü kendimiz alabiliriz ancak. Elif Türker’in Sevgili Alef isimli romanını okuduğumuzda da fantastik dünya ile gerçek dünya arasındaki geçişler, bize, kalemi kendi elimize aldığımız zaman romandan çıkma fırsatını elde ettiğimizi anlatıyor aslında. Kendi içimizde yaşadığımız yalnızlıkların, kalemimizin ne yazdığına bağlı olarak değişebileceğini anlatıyor biraz da. Fantastik dünya, yazdığımız dünya iken gerçek dünya ise yalnızlıklarımızın dış yüzünü, dışa aktarımını ele alıyor. Yalnızlığın ele alındığı kısımlar, bize kalemin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlatıyor. Elif Türker, kalemin gücü hakkında şöyle söylüyor: “Ve yalnızlık, insana inanın her şeyi yaptırabilir. Belki de sırf bu yüzden dünya üstünde işleyebileceği en büyük günahı işler ve yazdıklarında onlarca insanı öldürebilir.” (Arka kapak yazısı) Yazmanın bazen bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olduğunu ortaya koyuyor ve bu anlatımıyla temel iletisi olan fantastik dünya ile gerçek dünyayı harmoni içerisinde dışa aktarıyor. Şöyle devam ediyor sözlerine, Sevgili Alef isimli romanında: “Onlar gerçek değiller, diyeceksiniz ya, demeyin. Belki sadece hayaldir, belki de rüya; hatta belki de her ikisi birden. Hadi daha ileriye götürelim ve diyelim ki gerçeğin ta kendisidir onlar. Hiçbir gerçeğin olamayacağı kadar gerçektirler hem de. Çünkü bilirsiniz, hayal ve rüya bir araya geldiği vakit gerçekten söz edilebilir ancak.” (Arka kapak yazısı) İnsanın yazdığı her kelimeyi bir rüya veya hayal olarak görüyor. Bunların kimi zaman gerçek dahi olabileceğini söylüyor. Gerçeğin, yalnızca hayal ile rüyanın bir arada olması durumunda ortaya çıkacağını belirtmesi, romanın içerisindeki metinler arasılıkların nedenini açığa çıkarıyor. Kişinin yalnızlığı, hayal ve rüyanın bir arada olduğu durumlarda tam anlamıyla gerçeklik kazanıyor ve o kişi, yalnızlığıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. İşte o vakit, Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777 gerçekliğin ortaya çıktığı ve kişinin iç dünyasıyla yüzleştiği vakit, kalemler ortaya çıkıyor ve yalnızlığı anlatmak için harekete geçiliyor; kalemler, en güçlü silahlar haline gelerek gerçekliği olanca haliyle gözler önüne seriyor. Yalnızlık, kaleme döküldüğü anda tüm gerçekliği ile belirerek insanın iç dünyasının yansıması olarak ortaya çıkıyor ve bu iç dünyanın yansıması; insanların kanatlanarak bir kaçışa erişmesine, yalnızlığını geride bırakarak veya yanına alarak bir şekilde bulunduğu konumdan kaçmasına yardımcı oluyor. Bu kaçış, insanı kimi zaman farklı gerçekliklere götürüyor; kimi zaman ise yepyeni bir hayal dünyasına, yepyeni rüyalara… Büşra Göçer Hatırlamak Olmaktır ‘’Kimdi, burada ne arıyordu, neden geçmişi hatırlamıyordu, yolculuğa mı çıkıyordu? Ancak çabalarının bir yararı olmadı. Belleğini belleksizlikten ayıran o saydam eleğin gözeneklerinden aşağıya–kendisiyle ya da evle ilgili– hiçbir anı düşmedi. Geçmişe ulaşamamak, zamanın hallerine hükmedememek: Anısızlık bu olsa gerekti.’’ (9) Bu cümleleri ilk okuduğumda bir insanın anılarını hatırlamadan -ki bu durumun bendeki karşılığı kim olduğunu bilmemekle eşdeğerdir- olduğu kişiyi, geçmişini bilmeden, hayata karşı nasıl bir tavır sergilediğini düşünürken buldum kendimi. İnsan düşünmeyi bırakamayan bir canlı, bunun yanı sıra zincirleme düşünmeyi de bırakamayıp bilinç akışının sonsuz dalgalarında gerek akıntıya ters gerek ise paralel fakat sürekli hareket halindeki bir dinamiğine sahip. Bu düşünce akışı beni geçmişsizliğin dolayısıyla anısızlığın nasıl bir durum olduğunu düşündürmeye sürükledi, en büyük korkularımdan biri olan hatırlayamamakla bir kez daha yüzleştim. Anısızlık nedir? Anısızlık geçmiş yoksunluğudur, anısızlık hatırlayamamaktır dolayısıyla hissedememektir. Hissedememek gibi ağır bir kelimeyi kullanma nedenime gelirsek, biz şu anda olduğumuz kişiyi, sahip olduğumuz değerler dizisini bir zamanlar yaşanan bazı olayların sonucunda hissettiğimiz ve hatta hissettirdiğimiz duygular sonucunda edindik. Edinilen bu duyguların yaşama geçmesi dolayısıyla kişiliğimize yansıması için gerekli olan yegâne şeylerden birisi de hatırlamak. Unutmamak demiyorum çünkü unutmamak hatırlamanın yanında ufacık bir nokta kadar anca yer kaplıyor. Unuttuğumuz şeyler gün yüzündeki bilincimize yansımasa bile derinlerde bir yerde olduğumuz kişiye etkisi olan bir etmen olabilir. Oysa hatırlamamak… Hatırlayamamaktan dolayı ne hissettiğini bilmemek, bunlar çok daha ağır şeyler, unutmak bunları kapsayacak kadar geniş bir kelime değil. Bir insanın geçmişi hatırlamaması onu duygu hissedişinden alıkoyar gibi geliyor bana çünkü biz geçmişte yaşadığımız olaylar sonucunda, hissettiğimiz duyguları hissediyoruz, bir insanı böyle seviyoruz, bir şarkıya böyle anlam yüklüyoruz. İşte ben de bu yüzden korkuyorum hatırlayamamaktan, bu yüzden kendime ‘’Unutmak için yaşamadım ki, hatırlamalıyım beni ben yapan şeyleri.’’ diyorum. Diğer bir taraftan, benim düşüncemin aksine düşünen insan sayısı da azımsanamayacak kadar fazla. “Sadece istemekle ne yapabiliriz ki? Bence istemenin gücünü abartıyorsunuz. Bu bana pek inandırıcı gelmedi. İstemek, sadece bir sözcük; gücünün de yedi atımlık barutu var.” Bay T.D., “Demek öyle? Eğer istemek size yeterince inandırıcı gelmediyse bayım, o güçsüz sözcüğün yerine ‘acı çekmeyi’ koymayı deneyin o halde,” diyerek inadını sürdürdü. “Hiç acı çektiniz mi?” (20) Geçmişinde bolca üzüntü ve mutsuzluğa ev sahipliği yapmış ve artık hayatının hiçbir kısmında onları kesinlikle istemeyen insanlar için unutmak hatta ve hatta hiç hatırlamamak fikri cazip görünebilir. Nitekim etrafımda kendilerine hatırlamamak gibi bir seçenek verilirse bunu büyük bir şans olarak görüp bu konu üzerinde gerçekten düşünecek olan insanlar var. Bazıları bunu geçmiş üzüntülerden kaçmak için bir şans görürken bazıları ise yeni bir başlangıç olarak görüyor. Bense sanırım bu konuya biraz realist yaklaşıp üzüntülerden de ve mutsuzluktan da kaçılamayacağını kabul ediyorum. Onlarda duygularımız bir parçası dolayısıyla da insanlığımızın. Velhasıl, yeni bir hayat gibi ütopik bir şey beklemek yerine belki de elimizde var olan ve bize ait olan yaşamı dolu dolu, hatırlanmaya değecek bir şekilde yaşamaktır çözüm. Geçmişte olan her şey iyisiyle kötüsüyle bizi biz yaptı ve güçlü basan unutma isteğine rağmen onları hatırlayıp ve bir yerde minnettar olup ve onlardan ders alıp sahip olduğumuz hayatı güzelleştirmek… İhtiyacımız olan belki de bu. Büşra Göçer KAYNAKÇA: Eroğlu, Mehmet. Belleğin Kış Uykusu. 1.Baskı. İletişim Yayıncılık. Karanlığın Yüreği Üzerine Notlar İnsan, yaptığı kötülükleri toplumdan saklayıp gerçekleri çarpıtarak durumu olurunda gidiyor biçimde mi göstermelidir, yoksa yaptığının yanlış olduğunun farkında olduğunu ama yine de yaptığını açık açık dile mi getirmelidir? Elbette bu iki seçenek arasında kalınca kötü bir şey yapıyor olmak zorundaymışız gibi hissedebiliriz. 20. yüzyılın sömürgeci hayatının bir parçası olan bir “beyaz adam” isek tabii, kötü bir şey(ler) yapıyor olmamız kaçınılmaz. Thames Nehri’nden başlayıp Kongo Nehri’ne doğru yola çıkalım. İngiltere’den ne kadar uzaklaşıp Afrika’ya ne kadar yaklaşırsak, sanki nehir de bize “gelme” der gibi bir havaya girer. Kongo Nehri Afrika’nın yakınlarında sislidir, sığ yerlerine devrilen kütükler geçişinizi engellemek için elinden gelenin en iyisini yapar. Akıntı, destek olmayı bırakın, sizi tam aksi yönde, geri İngiltere’ye göndermeye çalışır. Sanki, bu medeniyetten uzak “siyah adam”ların bölgesinde siz “beyaz adam”ın istenmediği hâlâ yeterince açık değilmiş gibi bir de nehrin dibindeki kayalar geminize hücum eder. Sizi batırmaya çalışır. “Beyaz adam” engel tanır mı ama! “Beyaz adam” medenidir, medeniyeti “siyah adam”a götürmelidir, öyle değil mi? Afrika’da dönemin en değerli mallarından biri vardır, fildişi. Ağırlığına kıyasla akıllara zarar değerlerde işlem görür. Biz “beyaz adam”lar da duyduk, geldik tabii. Gelince de durmadık, kendimize bir yerleşke kurduk. Yapılacak ayak işleri için çalıştıracak adamımız da bol, yok mu o “siyah adam”lar... Onları tam hayatta tutmaya yetecek kadar doyurup, tüm angaryayı başlarına yığıp ardından da bunun bir “medeniyete geçiş” çalışması olduğunu yutturmakta ne var ki! Ne işverenimiz, ne kralımız buna aldırış eder. O zaman en başta sorduğumuz sorumuzda biz şu an birinci seçeneği seçmiş bulunuyoruz. İkinciyi seçen sözde asil bir kesim de mevcut elbette. Bizim de adına çalıştığımız şirketin çalışanlarından biri, Mr. Kurtz var, onu bulmak da buraya gelmemizin başka bir sebebi. Öyle bir adamdır ki Mr. Kurtz, herkesin nabzına göre şerbet verir. İşvereni onu kendini azmiyle işine adamış bir olarak, nişanlısı hayalindeki prensi olarak, altında çalışan adamlar ise onu kusursuz bir lider olarak görür. Bir de onun konuşmasını dinleseniz... Dünyaya bakışınızı on dakikada değiştirebilecek çok değerli bir insandır. Ama gelin görün ki bir kusuru var, iki yüzlü değil, yaptıklarını açık açık söylüyor. 20. yüzyıl İngiltere’sindeyiz sonuçta, biz Afrika’ya “medeniyeti getiriyoruz”. Kimsenin “Biz insanları köleleştiriyoruz, zulüm uyguluyoruz” demesini istemeyiz, neyimize lazım. Mr. Kurtz bu açıdan sınırını biraz aşan birisi. Mr. Kurtz öyle iyi bilir ki konuşmasını, o –siz deyin asiler, biz diyelim zenciler- arasında bile kendine bir yer edinmiş, neredeyse kendi adına savaşacak kadar onu seven bir kabilesi var! Haliyle bir sürü fildişi sağlıyor kendine onlardan. Hepsi güzel hoş ama o “siyah adam”lara burada uygulanan politika hakkında biraz fazla açık seçik konuşuyor. Şirket de buna tahammül edemez tabii ki. Mr. Kurtz, en başta sorduğumuz soruya ikinci cevabı veren insanlardan. Dönemin düzenindeyse böyle insanlar pek hoş görülmüyor, mümkünse ortadan kaldırılıyor. Bıraksanız, büyükleriniz olan biteni kılıfına uydurup topluma anlatır zaten. Mr. Kurtz gibi insanlar yüzüden, İngiliz yurttaşlarımız sonra neler düşünür Afrika’da yaptıklarımız hakkında. Söylediğim gibi, tek amacımız oraya “medeniyeti götürmek”. İşlerimiz şu an tıkırında, fildişimiz geliyor, biz de paramızı alıyoruz. Yine de, Mr. Kurtz’un durmadan tekrarladığı laflar aklımda: “Dehşet! Dehşet!” Sık sık kendimi sorular sorarken buluyorum. Günün birinde kendimizle yüzleşmemiz gereken bir an gelecek mi? Yıllar boyunca beslediğimiz bu karanlık yürek ile baş başa kalıp, kendimizi sorgulayacak mıyız? Şimdiye kadar kendimi hep karanlığın yüreğinin Afrika olduğuna, orada yaşayan “siyah adam”lar olduğuna inandırdım. Buna rağmen bazen soruyorum, karanlığın yüreği Kongo Nehri’nin bizi almamaya çalıştığı yer mi, yoksa nehrin tek amacı kendini oraya gelen karanlık yüreklerden mi korumak? Berat Geylan 
 1
 BİR ÇİFT HİKAYE Ayakkabı meselesi öyle kolayca pabucu dama atılabilecek meselelerden biri değil, değilmiş daha doğrusu. Hayatımızın her anında bize eşlik ederler. Dost başa düşman ayağa bakar derler, bu da üzerimizde önemli bir ekti bırakıyor olsa gerek ki özenle seçeriz ayakkabılarımızı. Bir anlamda bizi temsil ederler. Markasına, modeline ve gittiğimiz ortamın çeşidine göre seçeriz ayakkabılarımızı ve sonra giyilmeyi beklemeleri için rafa kaldırırız onları. Benim ayakkabılarla ilgili düşüncelerim bunlardan ibaretti. Fakat ufkumun genişlemesine vesile olan bir tablo ile karşılaştım.
 Üstelik Amsterdam’da. 
 Sanata karşı olan tavrım da ayakkabılara olandan ilgi alakamdan çokta farklı değildi bir noktada. Beğendim ya da beğenmedim diyerek geçip giderdim genelde ama Van Gogh’un “Bir Çift Ayakkabı” adlı tablosunun başında yarım saat durup şaşkınlığımı gizleyemediğimi hatırlarım. 
 Bütün müzedeki insanlar Van Gogh’un en meşhur eserlerini görmek için kümelenmişlerdi ben ise 1 A Pair of Shoes, Vincent van Goghkız kardeşimle tablolara tek tek bakıyordum. Kız kardeşim keyifle her birinin yanındaki yazıyı okuyup bana aktarıyordu, renklerden ya da her birinin ne kadar güzel olduğundan bahsediyordu bense çıkıp dışarıda Amsterdam’ın eğlencesini yaşamak istiyordum. İçerisi her ne kadar boyalı, rengarenk tablolarla bezeli olsa da benim ilgimi çekmiyordu. Ta ki koyu tonlarda kahverengi bir tablonun önünde durana kadar. Kız kardeşim Van Gogh’un en beğendiği tablolarından biri olduğunu söyledi ve ben de onun heyecanını yarıda bırakmak istemediğimden dinlemeye başladım. İlk bakışta sadece bir çift ayakkabı idi fakat Van Gogh bu tabloda kafa karışıklığını ve hayatını yansıtmak istemiş. Ne kadar enteresan bir andı benim için. Ayağımdaki yeni ayakkabılarıma baktım ardından kafamı kaldırıp tabloya baktım. Ayağımdaki ayakkabıları ne zaman aldığımı anımsamaya çalıştım. Belki de biraz utandım. Tablodaki ayakkabılar öylesine eski duruyordu ki Van Gogh gibi bir deha böylesine ayakkabılar giymiş dedim kendi kendime sonra insan olarak ne zaman bu hale gelmişiz de onlarcasına sahip olduğumuz ayakkabılar bize ”eşya” olmaktan başka bir şey ifade etmemeye başlamış dedim. Evet, karşımda bir eşyanın resmi duruyordu, yani kültürel bir nesne olan, doğadan ham maddesi alınıp insan eliyle üretilmiş bir çift ayakkabının. Bizlerin gözünde ayakkabı sadece bir nesnedir. Fakat Van Gogh onu işlemiş, bir yapıt haline getirmiş. Üstelik duygu ve düşüncelerini, hayatının işleyiş şeklini dahi içine katarak bir hikaye çıkarmış ortaya. Bağcıklarının düzeni her iki tekin de farklıydı. Ayakkabıların birbirine ait olması gereken çiftleri birbirinden öylesine uzaktı ki. Sanki aynı ayakkabıdan iki tane var ve iki farklı kişi giyip çiftleri bir araya getirmiş hissiyatı uyandırdı bende. Ama aynı kişiye ait olması tablonun anlattığı hikaye idi işte. 
 Van Gogh’un sefalet içinde yaşadığını bilirdim hep fakat diğer tablolarında genelde duygularına şahit oldum ve zaten nasıl bir hayat yaşadığını da o güne kadar merak etmemiştim hiç. Ama bir çift ayakkabı o an için dile gelmişti ve bana bunun cevabını vermişti bana. Aslında Van Gogh tablodaki ayakkabılar gibi bir hayat sürmüştü, yalnız belkide dedim kendi kendime. Tablonun konumunu hatırladığımda en güzel köşesinde değildi ve üstelik kalabalıktan uzakta duruyordu bu yüzden yalnız ve kötü bir hayat olduğuna kanaat ettim. Oysa ki değeri paha biçilemeyen eserler bırakmış bir dehadan bahsediyorum. Hayal ettiklerini resmetmiş ve resmettiklerini hayal etmiş bir insan tıpkı bu tablodaki gibi yaşayıp ölmüş, ne yazık. Kalabalığın içinde çok ta fark edilmemiş. Oysa ki durup bir düşünülse o zamanlarda da Van Gogh, Van Gogh olurmuş değeri paha biçilemeyen, tıpkı eserleri gibi. Fakat belki de insanlar hep onu bir çift ayakkabısına bakmış ve ön yargı ile yaklaşmışlar. Bu yüzden kıymeti zamanında bilinmemiş ve resmettiklerini yaşayamamış…
 Bir çift ayakkabı beni böylesine etkilemişti işte. Bir ayakkabı, ütelik bir ayakkabı tablosu bakış açımızı değiştirebilirmiş. Aslında konu yalnızca Van Gogh ve ayakkabıları değil. Daha çok önyargı, önyargılarımız. Dışarı çıktığımda ayakkabılarıma baktığımı hatırlıyorum. Kaç defa karşımdakinin kılık kıyafetine bakıp ön yargıyla yaklaştığımı bilirim maalesef. Fakat insanın değerini biçen üzerinde ki kıyafetler olmadığını biliyor olmama rağmen bu hataya düştüğüm olmuştu. Fakat Van Gogh’un ayakkabıları bana iyi bir ders verdi demem çok yerinde bir deyiş olur. Gezmek için, eğlenmek için gittiğim eğlencenin başkenti olan Amsterdam bir çift ayakkabı sayesinde sanatın da kurucu başkenti oldu benim için. Kurucu başkenti çünkü artık sanata karşı gerçek bir ilgim var ve üstelik kendimi sorgulamama neden olan bir deneyim yaşadım. Üstelik bir çift ayakkabı ile. Yani ayakkabı meselesi öyle kolayca pabucu dama atılabilecek meselelerden biri değil gerçekten de. Bize ne hikayeler anlatabileceğine yahut ne dersler verebileceğine şaşıp kalabiliriz… Fantazinin Efendisi H ayatının büyük bir bölümünü Yüzüklerin Efendisi evreninin büyüsü içinde geçirmiş birisi olarak bu serinin benim için kitaptan fazlasını ifade ettiğini başlangıçta belirteyim. Çocukluğumu Yüzüklerin Efendisi filmleri, kitapları ve oyunları ile iç içe geçirdim. Bu yüzden her karakterin, mekânın, şarkının veya objenin bende çağrıştırdıkları normal bir okuyucununkinden çok daha derin ve farklı. Yaşımın ilerlemesiyle birlikte serinin kitaplarından aldığım tat da giderek arttı.( J.R.R Tolkien’in uçsuz bucaksız evrenini çocukken kavramak biraz güç olsa gerek.)Romanlarını birçok defa bitirmiş olmama rağmen, her defasında büyük bir şevk ile okumaya başlıyorum tekrardan. Her seferinde, Boz büyücünün Shire’e girişi, yeni bir maceraya yelken açmanın verdiği heyecanı ve mutluluğu doğuruyor içimde. Shire’in o yemyeşil otlakları içimi ferahlatırken, leziz yemekleri ağzımı sulandırıyor. Frodo’nun başlardaki saflığı ve hobbitlere has dünyadan bihaber oluşunun, kitabın sonlarına doğru tamamen değişeceğini bilmek, o sayfaları okurken yüzümde ‘Sen dur, daha neler göreceksin’ gülümsemesi oluşmasına sebep oluyor. Kitabı okurken sanki Gandalf’ın arkasında, yüzük kardeşliğinin dokuzuncu üyesi olarak, Orta dünya’nın bir ucundan diğerine seyahat ediyorum. (Bunda serinin başarılı birşekilde sinemaya uyarlanmasının büyük etkisi var.)Frodo ve Sam’in yanında Ayrık Vadi’nin meltemini içime çekiyor, Khazadum’da Gandalf için beraber gözyaşı döküyor ve Minas Morgul geçitlerinde onlar uyurken ben nöbet tutuyorum. Tolkien’in kendi dilini, dinini ve coğrafyasını yarattığı bu uçsuz bucaksız evren, okuyucunun adeta dış dünya ile bağını kesiyor. Sayfaları okurken zaman su gibi akıp geçiyor ve zaten umurunuzda da olmuyor zamanın akıp geçmesi; çünkü siz o süreçte Orta dünya’nın keşfedilmeyi bekleyen ve oldukça tehlikeli bölgelerinde, yoldaşlarınızla beraber seyahat ediyor oluyorsunuz. Kitaplarda hoşuma giden bir diğer şey ise oldukça uzun ve detaylı bir tarihin bulunması. Tolkien’in hayatı boyunca yazıp, bitiremediği Silmarillion’da da bahsedildiği üzere, Yüzüklerin Efendisi serisi Orta dünya’nın son çağının sadece ufak bir bölümü. Böylesine uzun ve kadim bir tarihin olması, insanda gerçek dünyadakine benzer bir kavrayış yaratıyor. Mekânları ve kültürleri daha derinlemesine irdeleyebiliyorsunuz, yaratılış ve gelişim sürecini bilerek. Karakterlerin düşünce biçimlerinden çıkarımlar da yapabiliyorsunuz ait oldukları ırklara bakarak. Bir örnek verecek olursak, elfler Simarillion’da anlatıldığı üzere Eru’nun(Orta Dünya evreninin yaratıcısı) sevgili kullarıdır ve Orta dünya’da kısa süreliğine bulunmaktadırlar. Eru’nun onlara bahşettiği topraklara gitmeyi beklerler; dünya malı onlar için fazla bir şey ifade etmez(Materyalist değillerdir). Elfler daha çok maneviyata önem veririler, gurur, saygı, minnet gibi. Diğer taraftan cüce ırkı ise Eru tarafından yaratılmamıştır ve bazı kusurları vardır. Onları yaratan melek daha dayanıklı yapmaya çalışırken aynı zamanda kişiliklerine inatçılık ve aksilik tohumları serpmiştir. Bu da cücelerin sağlam karakterli ama bir o kadar da dik başlı bir ırk yapmıştır.Kitaptaki her karakterin farklı bir etkisi var üzerimde. Frodo kararlılığı, Sam dostluğu, Aragorn cesareti ve Gandalf bilgeliği simgeliyor benim için. Seri boyunca bazı karakterlerin düşünce yapısında değişiklikler gerçekleşiyor. Aragorn’un, başlarda atalarının zayıflığına ve açgözlülüğüne sahip olduğunu düşünmesi ve bu yüzden Gondor kralı olmaktan korkması, Gimli’nin elf ırkına duyduğu güvensizliğinin, Legolas’ın dostluğuyla beraber kaybolması gibi. Tolkien bu muazzam evreni yaratırken, eşine edebiyatta pek sık rastlanmayan ürünler de üretmiş aynı zamanda. Kendine has bir dil yaratması(Elfçeyi yaratmış ve diğerlerini ondan türetmiştir) veya bambaşka bir din olgusu oluşturması(Silmarillion’un başında anlatılan), hayatını adadığı bu evrenin gelişim döneminde açan birçok çiçekten birkaçı sadece. Tolkien hiçbir eserinde alegori yapmadığını söylese de böylesine kapsamlı bir evren yaratılırken, dönemin olaylarının etkisinin olduğu inkâr edilemez bence. Orta Dünya evreni de bizim dünyamız gibi karmaşık gerçeklikler içeriyor; kendine ait bir yaşam döngüsü, iyilik-kötülük kavramları ve adalet sistemi var. Bunlar göz önüne alındığında hiçbir edebi eserin yanına bile yaklaşamayacağı bir tarih ve yapay gerçeklik yaratılmış oluyor. Bu yüzden Tolkien’in bu eseri fantezinin yanında tarih ve felsefe alanlarına da cevap vermekte. Serinin sonunda kötülüğün bir kez daha yok edilmesiyle, karakterlerin bazılarının Orta Dünya’yı terk edip Gri limanlara(Tolkien’in cennet olarak betimlediği yer) doğru yolculuğa çıkması, her okuyuşumda üzerimde eski dostlarımdan ayrılıyormuş hissi veriyor olsa da. Böylesine muazzam bir eseri okuyarak, hayal gücümün derinliklerine Tolkien’in eşsiz dünyasını sığdırabildiğim için kendimi oldukça şanslı hissediyorum. Modern Savaş Ve Yenilgi 20. yüzyıl İngiliz edebiyatının önemli kalemlerinden biri olan George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Hayvan Çiftliği eserleri kadar bilinmeyen fakat Orwell’in tecrübesinden biraz daha beslenmek, onu biraz daha tanımak isteyenlerin gayet iyi bildiği bir kitap Aspidistra. Romana adını veren aspidistra aslında bir saksı bitkisi ama saksı bitkisi diye kestirip atmak olmaz, çünkü bu bitki aslında derin anlamlar taşıyor. Birincisi, aspidistra bitkisi kolay kolay solmayan, her ortama uyum sağlayabilen bir bitki, hayata bağlılığı ve umudu simgeliyor ve romanın İngilizce adında George Orwell’in ne demek istediği anlaşılıyor; “Keep the Aspidistra Flying” yani “Aspidistrayı Soldurma”. İkincisi, aspidistra o zamanlar İngiltere’de, bir statü simgesi, bir sınıf atlama sembolü olarak görülüyor. Gordon Comstock adında genç bir şairin hikâyesini okuyoruz kitapta. Gordon herkesin yaşayabileceği bir para sıkıntısı içinde fakat Gordon herkes gibi değil; derin sorgulamalar içerisine giriyor, kafasının içindeki dehlizlerde kayboluyor ve belki de o kadar takıntılı hale geliyor ki mantıklı düşünememeye başlıyor. Her konuyu paraya bağlıyor Gordon, onun için şairlik de, bir sevgili de, dostluk da parayla satın alınabilecek kavramlar oluyor. Belki zengin bir adam böyle düşünse bir mantık çerçevesine oturtulabilir bu düşünceler, “Arkadaşlarım, sevgilim benimle para için mi birlikte?” diye düşünebilir zengin bir adam. Ama Gordon gibi bir insanın böyle düşünmesi, para olmadan daha saf ve daha doğru bir arkadaşlık, sevgi bağı kurabileceğinin aklına gelmemesi veya aklına gelse de bu düşünceyi reddetmesi, okuru pembe dizi izleyen bir “teyze” kıvamına sokuyor ve “yapma be oğlum” dedirtiyor. Her şeyi bu kadar paraya bağladıktan sonra çalışıp para kazanmasını, aksi bir sonradan görme olmasını bekliyorsunuz ama Gordon tam anlamıyla paraya savaş açıyor, o ve onun nimetleri olduğunu düşündüğü her şeyden uzakta kalmayı seçiyor. Gordon her ne kadar paraya savaş açsa da bu bireysel savaşından zaferle çıkmak, en azından yenilmemek için yapması gerekenleri sonuna kadar yapamıyor. Bu belki âşık olduğu kadın Rosemary’den belki de bu durumun imkânsızlığından kaynaklanıyor. Belki de Gordon’un sürekli “eğer param olsaydı şöyle yapardım” diye düşünüp, parayı yereceği yerde daha da yüceltmesinden kaynaklanıyor. Gordon bir süre bu idealini gerçekleştirmek için kendine direniyor, yenilmekten çok hepimiz gibi pes etmekten korkuyor. Parası olmadığı için sevdiği kadınla bile sevişemiyor Gordon, hem hamilelikten korunmak pahalı olduğu için hem de eğer korunmazlarsa doğacak bir çocuğun masrafları çok olduğu için. Ama Gordon’un korktuğu bir gün başına geliyor, Rosemary hamile kalıyor. Çocuğunun olacağını öğrenen Gordon belki içinde oluşan babalık içgüdüsüyle belki de sorumluluk hissiyle yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Artık o da hiç beğenmediği, toplumun normlarına uygun bir insan oluyor. Fena sayılmayan bir işte çalışıp ailesine bakmaya başlıyor Gordon. Kitabın sonu belki mutlu bir son gibi ama karşımızda girdiği savaştan mağlubiyetle çıkan bir adam var, belki mutlu ama savaşını kaybediyor ve “kapitalizmin sıcak ve şefkatli kucağına” kendini bırakıyor. George Orwell bu kitapta belki anlamsız çabalara giren bir proleteri anlatıyor ama bu kitap insanı para konusunu irdelemeye, ergenliğin ne olduğunu anlamaya itiyor. Gordon her insanın ergenlikte içine girdiği o duyguların içine giriyor ve dünyayı, en azından kendi dünyasını, değiştirmek istiyor fakat yine her ergen gibi bu çabası başarısızlıkla sonuçlanıyor ve düzene ayak uydurup belki mutlu belki de mutlu olduğu yanılsamasında çarklardan birine dönüşüyor. HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045 DERS: TURK-102 / SEC:016 ÖĞRETMEN: ALİ TURAN GÖRGÜ 29.03.2015 UZAYLI OLMAK SUÇ MU? Merhaba, ben bir uzaylıyım. Evet, yanlış okumadınız. Bunu rahatlıkla itiraf edebiliyorum. Tıpkı Dennis gibi ben de Mars’tan geldim ve evime geri dönmeyi bekliyorum; ama Dennis dönmekten vaz geçti; çünkü David onu bu haliyle kabul etmeye karar verdi. Aslında bakarsanız ne ben uzaylıyım ne de Dennis. Biz de David gibi farklı insanlarız. Tabii ki her insan farklıdır; fakat bizimki biraz su yüzüne çıkan cinsten ve bu yüzden kolay yolu seçip kendimize böyle bir kılıf uydurduk. İşin komiği daha Mars’ta hayatın olup olmadığı bile belli değil. Merhaba Dünyalı, eşini yeni kaybetmiş David Gordon adındaki ünlü bir bilim-kurgu yazarının Dennis adındaki yetim bir çocuğu evlat edinme çabalarını anlatır. Dennis Mars’tan geldiğine inanan ve hiçbir aile tarafından kabul edilmeyen çok farklı bir çocuktur; fakat David küçüklüğünden beri farklılığı yüzünden garipsenen biri olduğu için bu duyguyu iyi bilmektedir ve bu yüzden Dennis’i evlat edinmek ister. Filmimiz bu olayı anlatırken aslında birçok konuya eleştirel ve ders verici olarak yaklaşmıştır. Taşbaş 2 Sosyal yapının en çok karşılaştığı sorunlardan birine değinmektedir: farklılıklar ve onlara karşı olan hoşgörüsüzlük. Dediğim gibi her insan farklıdır; fakat bazen bu farklılıklar birbirlerine çok yakın olur. Yakın olmayanlar ise hemen göze çarpar. Hal böyle olunca bu garipsenecek bir duruma gelir. Nedir bu farklılıklar diye soracak olursanız, şöyle açıklayayım. Bu farklılıklar fiziksel de olabilir ruhsal da. Ruhsalı biraz açalım; çünkü en çok sıkıntı yaşanan konu budur. Ruhsaldan kastım insanların karakterleri, hayata bakış açıları, hedefleri, hayalleri, bazen sahip oldukları ruhsal hastalıklar vs. dir. İşin içine insan psikolojisi ve ruhu girince bu liste uzayıp gider. Filmdeki karakterlerimize yönelelim ve durumu onlar üzerinden özetleyelim isterseniz; Dennis ve David’in diğer insanlar ve birbirleriyle olan ilişkileri bu durumu güzel açıklamaktadır. Dennis ve David’in farklılıkları sahip oldukları bakış açılarıyla ilgili ve bu onların başkaları tarafından zor anlaşılmasına neden oluyor. Daha doğrusu kimse onları anlayamıyor. Dediğim gibi onların bu farklılığı diğerlerine yakın değil; fakat yalnız değiller ve beni mutlu eden şey de bu. Dennis ve David’in bakış açıları birbirinin aynısı sanki. Bu yüzden kolay anlaşabilecek bir pozisyondalar; fakat ne yazık ki bu pek kolay olmuyor. Merak etmeyin burada kendimle çelişmiyorum, dediklerim enin de sonun da gerçekleşiyor. Benzerlikleri onları birbirlerine bağlıyor. Zor olmasının nedeni ise ki benim de çoğu zaman yaşadığım bir durum: Dennis’in kendini uzaylı gibi hissetmesi, daha doğrusu diğer insanların onu böyle bir yola sokması. Dennis’in farklılığı onun bakış açısıyla ilgili, benim ki ise hedeflerimle. Tek istediğimiz şey biraz hoşgörü. İnsanların bunu vermesi bu kadar zor olamaz. Ayrıca hiç düşünmüyorlar mı, herkes tıpa tıp birbirinin aynısı olursa bu güzelim rengârenk dünyamız ne kadar sıkıcı bir hale gelir? Bu aslında herkesin çıkarına olan bir şey değil mi? Sıkıcılıktan kurtuluyoruz işte ne güzel; ama yok! İlla herkes birbirine benzeyecek ya da belli sınırlar için yaşam mücadelesi verecek ve benzemeyen olursa da garipsenecek. Dennis işte bu garipsenme baskısına dayanamadığı için kendini uzaylı olarak tanıtmış ve Dünya’yı evi olarak görmemiştir; çünkü bir evi ev yapan şey ailedir, yani insanlardır, sizi olduğunuz Taşbaş 3 gibi kabul eden insanlar. Bu yüzden Dennis kendini dışarıya kapatmıştır; fakat işin güzel yanı şudur ki, David çok sabırlı ve duygudaşlık yeteneği yüksek bir insandır ya da şöyle diyeyim, çok hoşgörülüdür. Bu yüzden sabreder ve sonunda Dennis’in kendini bir insan olarak kabul etmesini sağlar. Sonuç olarak bu büyük başarıdan dolayı onu evlat edinmeye hak kazanır ve mutlu bir aile tablosu çizerler. Herkese rağmen farklılıklarını da sonuna kadar korurlar. Ben mi? Ben de uzaylı olmaktan vazgeçtim artık; fakat ne kadar vazgeçsem de garipsenme duygusu yüzünden hedeflerimi hiç kimseye açıklamıyorum neredeyse, sadece benim gibi düşünenlerle paylaşıyorum. Ne var biliyor musunuz, buna hoşgörüsüzlük yüzünden yorulmak deniyor aslında. Yine de kendimi tebrik ediyorum; çünkü bununla yaşamayı öğrendim ve hedeflerime daha da bağlandım. Hatta şöyle söyleyeyim, hedeflerimin en ağır basan yanı ise farklılıklara karşı olan hoşgörüm. Nerdeyse hayatımın temelinde bu var ve hoşgörüden öteye geçip onları destekleme yolundayım şu an; çünkü uzaylı olmak bir suç değil, dünyayı renklendiren bir nimet ve ben her yeri renge boğmak istiyorum. KAYNAKÇA  Merhaba Dünyalı. Yön. Meyjes, Menno. ABD. 21 Aralık 2007. Film 1 Ekin Berk Ekinci 21602597 Anime ve Mangalarla Yeni Dünyalara Yolculuk Film izleyip kitap okumak 21. Yüzyılda insanların kafa dağıtıp rahatlamak için en sık kullandığı yöntemlerden birkaçı, hatta en popülerleri. İnsanlar sürekli okudukları kitaplardan ve filmlerden konuşup, karakterlerin hayatlarından, yaptıkları şeylerden bahsediyorlar. Peki, gerçek olmayan bir konu üzerine neden bu kadar heyecan yapılıyor? Bence bunun cevabı insanların kendi hayatlarından memnun olmaması. Pek çoğumuzun hayatları sıkıcı ve kendini tekrarlıyor. Her gün belli bir saatte uyanıp belli bir işe gidip belli zamanda geri dönüyoruz. Her ne kadar değişik insanlarla karşılaşıyor olsak da, bir heyecan yok. Herkes efsanevi bir aşk yaşayıp gökyüzünde uçabilmek, yeni şeyler keşfedebilmek, bir kahraman olmak istiyor. Bu zamana kadar da çizgi romanlar, kitaplar ve Hollywood filmleri bize bu duyguları yaşatıyordu. Ne var ki, artık yeni fikir bulmakla uğraşmayıp garanti olarak para kazandıran işler yapıyorlar. Bize sunulan şeyler artık basmakalıp sıradan konumuna düştü, gerçek hayatımız gibi. Durum böyle olunca da ilk olarak Amerikalı dostlarımız yeni arayışlara girdiler ve karşılarına animeler, mangalar ve Kore çizgi romanları çıkmış. Tabii, Amerika’ da yayılınca tüm dünyaya yayıldı ve onlar sağ olsun bizim ülkemizde de epey popülerleşti. Animelerin ve mangaların bir anda bu kadar popülerleşmesi pek şaşırtıcı değil, en azından benim açımdan. Başkalarının ne hissettiğini bilemiyorum ama ben ilk animemi izlediğimde büyülenmiştim, sanki bambaşka bir dünyaya adım atmış gibi hissetmiştim. Her açıdan bugüne kadar izlediklerimden farklıydı. Sanki aşırı ayrıntılı bir kitap okuyor gibi hissetmiştim. Zaman harcamak için öylesine açtığım bir animenin bağımlısı olup bütün bölümlerini birkaç ay içinde bitirmiştim. Animeleri ve mangaları yaygın olan diğer şeylerden farklı kılan şeyler bana göre konuların eşsizliği, karakterlere verilen özen ve o anda yaşanan duyguyu aktarabilme yetenekleri. Seçtikleri konular o kadar yaratıcı ki insan kendini merak etmekten, daha fazlasını istemekten alıkoyamıyor. Örneğin Kore çizgi romanı The Gamer. Bu çizgi romanda günümüz dünyasındaki büyücüleri anlatıyor. Bu büyücülerin bazıları büyü yapmayı sonradan kendileri öğreniyor bazıları da dünyanın bilinci dedikleri varlıktan güçlerini alıyorlar ve bu güçler onları çok derinden etkilemiş olaylara benzer oluyor. Örneğin birisi küçükken kapalı ortamda kalmış ve karanlıkta zor anlar geçirmişse karanlıkla ilgili güçleri oluyor, bizim ana karakterimizinse güçleri bilgisayar oyunu karakteri olmak, çünkü bilgisayar oyunu bağımlısı. Bilgisayar oyunu karakteri olmak her gencin, özellikle benim hayalim çünkü gerçek anlamda yaralanma yok ve özelliklerinizi istediğiniz gibi arttırabilirsiniz. Düşünsenize canavarlarla savaşınca gücünüz sayesinde puan topluyorsunuz, bilgisayar oyunlarında olduğu gibi yere para düşüyor. Kim böyle bir gücü istemez ki. Hatta bu çizgi roman o kadar popüler ki, yeni çıkan Dr. Strange filminde bu çizgi romanda ki ayna boyut, büyücülerin etrafa zarar vermeden savaşabildikleri yer, kullanılmış. Eğer bende bu çizgi romanda karakter olsam, gücüm büyük ihtimalle Harry Potter’ la alakalı olurdu, küçüklüğümden beri hayalini kurarım çünkü. Kısacası bu yapıtlarda, konular o kadar yaratıcı ve değişik oluyor ki herkes kendini kaptırıp ben de olsam içinde diye düşünmeye başlıyor. 2 Ayrıca okuduğumda veya izlediğimde oluşturulan karakterlerin neredeyse tamamıyla bir bağ kuruyorum, çünkü neredeyse hepsine belli bir geçmiş, hayat amacı ve felsefi düşünce veriliyor. Yani başka bir kötü adam ya da yan karakter diye düşünemiyorsunuz. Örneğin Naruto adlı anime yaklaşık 700 bölüm ve binlerce karakteri var. Fakat neredeyse her kötü adama ve yan karaktere birkaç bölüm ayırılıp tanımamızı sağlıyorlar. Bu animede ki Pain adlı karakter mesela. Yeryüzündeki her kötü şeyin sebebinin acı olduğuna acının nefreti nefretin çatışmayı çatışmanın da daha çok acıyı doğurduğunu, bunun insanoğlu tarafından kırılamayacak bir döngü olduğunu söylüyordu. Her ne kadar kötü adam olsa da inandığı şey uğruna, bu döngünün parçası olmamak için kişi ayırt etmeden herkesin hayatını kurtarmak için kendini feda ediyordu. Bence bu kadar kararlı ve güçlü bir karaktere bağlanmamak mümkün değil. Ve neredeyse bütün karakterlerin böyle hazırlandığını düşünün. Gerçek anlamda bir düşünce şöleni ve kesinlikle bağımlılık yaptığını söyleyebilirim. Karakterlere bu kadar bağlanınca doğal olarak onlar üzülünce ağlamamak, onlar mutlu olunca gülmemek mümkün olmuyor. İnsanların hüngür hüngür ağlayıp katıla katıla güldükleri pek çok filmi izledim ve kitabı okudum. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim ki animelere güldüğüm kadar hiçbir şeyde gülmedim ve şu ana kadar hiçbir filmde ağlamadım, ama pek çok animede ağladım, hatta Naruto’da pek çok sahnede kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağladım. Bunların yaşattığı duygu selini neredeyse başka hiçbir şeyde göremeyeceğinizi söyleyebilirim. Keşke büyük bütçeye sahip olan filmler de bu kadar özenli olsa, ya da çok satan kitaplar da para kazanma amacı yerine bu duyguları yansıtma amacı taşısa. Ne yazık ki para kazandıkları sürece bundan vazgeçecek gibi durmuyorlar, pek çok insanın da başka seçeneklerden haberi olmadığı için bunlara muhtaç kalıyorlar. Eğer boş zamanınız varsa, sıradan bir televizyon dizisi izlemek yerine bunlardan bir iki bölüm izlemenizi öneririm, tek dezavantajı insanın kendini durduramaması oluyor. Mehmet Saçaklı 21300514 Bir Avrupalı Takvim yaprakları 22 Şubat 1942’yi gösterdiğinde Brezilya’da bir otel odasında hayatına son veren yazar Stefan Zweig, 20. yüzyılın yetiştirdiği üretken bir yazar ve gerek Birinci Dünya Savaşı, gerekse İkinci Dünya Savaşı’na tüm benliğiyle karşı koymaya çalışmış değerli bir hümanistti. Zweig tarafından 1941’te kaleme alınan Dünün Dünyası, savaşların getirdiği kaos ve yıkımın bir naif sanatçı ruhunu nasıl etkileyebileceğini tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının toplumlar üzerindeki etkileri hakkında binlerce makale bulunabilir. Fakat elimde Eylül 1971 baskısı bulunan Dünün Dünyası, bu savaşları takip eden felaket ortamında geçmişe, o güzel günlere özlem duyan bir adamın, Stefan Zweig’ın düşünsel yolculuğunu ve savaş ortamının bir birey üzerinde yaptığı tahribatları bizlere aktarıyor. Zweig, ilk olarak gençlik yıllarını anlatarak başlıyor eserine. Okullarda verilen eğitimi, içinde büyüdüğü güven ortamını, yaşamının tekdüze fakat can sıkıcı olmayan gidişatını anlatıyor. O gençliğinden bahsettikçe, 43 yıllık baskının yaydığı eşsiz kitap kokusu daha da artıyor sanki, bu düşünsel yolculuğa o da elinden geldiğince katılıyor adeta. Onun satırlarını okudukça, o dönem gençliğinin yaşamına şahit oldukça garip bir durum çıkıyor ortaya: Bir yanda Zweig kendi dününü ve bugününü anlatırken ben de istemsizce onun söyledikleriyle günümüz gençliğini karşılaştırıyorum ve aradaki farklılıklara, toplumların bir asırda yaşadıkları değişimlere şaşırıyorum. Zweig’ın belirttiği kitap okumak için uykusuz Mehmet Saçaklı 21300514 kalan, tiyatroya gitmek için aç kalan gençler günümüzün materyalistik ve bu tarz meselelere ilgisiz gençlerinin dünyasına ne kadar da uzak duruyor. Zweig bunları anlatırken eğitim gördüğü şehirleri; Paris, Londra ve Viyana’yı da anlatmayı ihmal etmiyor. Bu şehirlerde uzun bir süre önce yaşamış genç bir Avrupalı’nın anıları o kadar başarıyla aktarılmış ki, Zweig’ın yaşamına kare kare tanık oluyormuş gibi hissetmemek elde değil. Zweig’ın yaşamındaki bu eğitim sürecini Birinci Dünya Savaşı ve öncesindeki olaylar takip ediyor. Burada, Avrupalılık bilincine sahip, insan kalabilmenin yeryüzündeki her şeyden daha önemli olduğunun bilincinde olan bir Avrupa aydınının, gerçek bir hümanistin savaşı engellemek amacıyla yaptıklarına tanık oluyoruz. Zweig ilk başta savaşın çıkacağına ihtimal dahi vermemesine, insanoğlu olarak savaşı geçmişte, eski karanlık çağlarda bıraktıklarına inanmasına rağmen zaman onu yanıltıyor ve Avrupa’nın göbeğinde bir savaş patlak veriyor. Savaş süresince Zweig’ın yaptığı gözlemler eseri okuyan bizlere şu ana kadar sürekli söylenegelen olayları bir tarihçinin gözünden değil de bir edebiyatçının gözünden inceleme şansı veriyor. Franz Ferdinand’ın ölümünü, öldürüldüğü gün yaşananları, savaşın bitmesine yakın insanların duygularını Stefan Zweig Dünün Dünyası’nda öyle bir anlatıyor ki, defalarca okumak istiyor insan. Bunların dışında eserde dönemin önde gelen sanatçılarının neredeyse hepsine rastlamak mümkün. James Joyce’un, Rainer Rilke’nin Mehmet Saçaklı 21300514 Maksim Gorki’nin yolları Zweig ile bir yerlerde kesişiyor ki o dönemin kültür dünyasına az çok hakim biri için Dünün Dünyası’nı okumanın verdiği zevk katlanarak artıyor. Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden ve belki de İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük sebeplerinden biri olan ekonomik krizlere de şahit oluyoruz eserde. Zweig bu krizlerin ardından Avrupa’da Faşizm ve Nazizm’in yükselişini, o dönemleri yaşamış birinin gözünden anlatıyor ki bu da yaşananları birinci elden öğrenme şansı veriyor bizlere. Zweig’ın kitaplarının yasaklatılması ve toplatılması, arkadaşlarının onunla görüşmeyi Musevi olduğu için reddetmesi Zweig’ı -ve en azından beni de- ciddi anlamda yaralıyor. Bu durumlar ve Zweig’ı her daim rahatsız eden “tüm çalışmaların bir anda tuzbuz olduğu düşüncesi” onu dış dünyadan koparıyor ve kendi iç benliğine kapanmaya zorluyor. Tüm bunlar, Zweig’ı intihara götüren sebepler olarak tarihte yerini alıyor. Nazizm İkinci Dünya Savaşı aracılığı ile 1939-1945 yılları arasında milyonlarca can aldı. Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı nasyonal sosyalizmin öldürdüğü kişiler sadece cephede değildi, suçsuz insanlar sivil-asker ayrımı yapılmaksızın gerçekleştirilen bombalamalarda, bazı önemli aydınlar ise kurşuna dizilerek öldürüldüler. O değerli insanlar arasında parlayan öyle bir isim vardı ki, yine Nazizm’in aldığı bir can olarak kabul edilebilir: Stefan Zweig savaştan çok uzakta olmasına rağmen, insan olmayı ve insan kalabilmenin önemini bildiğinden bir sabah uyanmamayı seçti. Onun gibi insanların tarihte yaşadığını bilmek ve onların eserlerini okumak onlardan sonra gelenlerin mutlak bir görevi. ERGUNOL 1 Ege Ergünol 21402104 TURK102-8 Başak Berna Cordan 21 Nisan 2015 6-1 HAYATA TUTUNMAK Hayatımızda engelli bir insanla karşılaşabiliriz. Her yerde olabilir bu, zamanı da belli değildir. Zihinsel, bedensel veya görme engelli bir kişi olabilir bu insan. Çoğumuzun içinde bir acıma duygusu belirir bu tarz kişilerle karşılaştığımızda. Sanki onlar hayata bize göre geride başlamış düşüncesi belirir zihinlerimizde. Evet, onlar da insandır, bunun bilincindedir herkes ama ne kadar insan olsalar bile bizim yapabildiklerimizi onlar yapamaz diye düşünürüz, acıma duygusunun kaynağı da budur işte. Biz dünyada olup biteni görebilirken bazıları göremez mesela, diğer bir kısım küçük bir melodi bile duyamaz, kalanlar ise biz dışarıda rahatlıkla hareket edebilirken değneklere veya tekerlekli sandalyelere mahkûm olmuşlardır ne yazık ki. Can Dostum adlı filmin konu edindiği durum budur. Geçirdiği bir yamaç paraşütü kazası sonucu kafasındaki eklemler dışında vücudundaki hiçbir yerini oynatamayan, kafası dışındaki hiçbir yerini hissedemeyen ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş zengin, kültürlü ve sakatlığı yüzünden hayatından memnun olmayan Philippe ile onun bakıcılığını üstlenmiş haylaz, serseri görünümlü Driss’in arkadaşlığını anlatıyordur bu film. Engelli bir insanın bakıcısı dediğimizde çoğu kişinin aklına gelen şey, onun ihtiyaçlarını karşılayan, onu yatıran, giydiren ve bunun gibi birçok şeyi yapan kişidir. Can Dostum ’da ise Driss, ERGUNOL 2 Philippe’i sakat bir insandan çok hayatını birlikte geçirdiği bir arkadaşı olarak görüyordur. Bir başka deyişle, onun sakat olduğu gerçeğini aklından silmiştir. İşte günümüz dünyasında çoğu insanın bu düşüncede hareket etmesi gerekmektedir. Engelliler böyle olmayı seçmemiş ve istememiştir çünkü. Bu nedenle hayatın sunduğu onca şeyden mahrum mu kalacaklardır onlar? İnsanların gözünde her zaman masum ve acınası bir hâl almaya mahkûm mu edilmişlerdir? Elbette hayır. Bu filmde insanların engelli kişilere bakış açısı böyle değiştirilmeye çalışılmıştır işte. Önemli olan sakatlıklarını onlara yansıtmak değil unutturmaktır. Driss bunun bilincindedir ve onun için her ne kadar tehlikeli olsa bile Philippe’e hayatta yapılabilecek çoğu deneyimi yaşatmıştır. Ona hızlı bir spor arabayla hız tutkusunu yaşatmış, tekrardan yamaç paraşütü yaptırmış, hatta hayatının kadınıyla tanışma fırsatını sağlamıştır. Kısaca, Driss Philippe’e kendinden bir farkı olmadığını göstermiş ve bu şekilde onu yaşama bağlamayı başarmıştır. Onu hayata döndürmüştür bir başka deyişle. Aynı zamanda filmin değindiği bir başka nokta en zor şartlarda bile hayattan keyif alma olasılığının asla yok olmadığıdır. Evet, belki Driss olmasaydı Philippe istediği hayata kavuşamayacaktı ancak bunun arkasında bunu arzulaması yatıyordur. İnsan, hayatından memnun olmayabilir ancak sakatlığını kabullenmek ve hayattan tamamen kopmak yerine yeni yollar aramalı, umudunu kesmemeli ve hayatından küçük bile olsa keyif alabilmek için elinden geleni yapmalıdır. Aslında bu sadece engelli insanlar için değil, tüm insanlar için geçerlidir. Hiçbir insan mutsuz olmak için yaratılmamıştır. İnsan yaşamdan keyif almak için yaşar ve bunun için çabalarsa, işte o zaman mutlu bir birey olur. Gerekirse en küçük şeylerle mutlu olmasını bilmek gerekir çünkü amaçsız, yaşamdan en ufak bir haz bile alamayan kişi bırakın bunalıma girmeyi, intihara etmeye bile meyilli olabilir. Keyifsiz bir yaşam anlamsız bir hayat biçimidir çünkü. Filmde Philippe adlı karakter, ne kadar engelli olsa da en zorlu durumda bile insanlara yaşamdan keyif almak için umutlu olmayı aşılamıştır. Günümüz insanlarına öğretilmek istenen şey de budur. Günümüzde birçok insan bunalıma, strese ve diğer birçok insana zarar veren şeylere maruz kalmıştır. Sakatlığın ve görünüşün hiçbir önemi yoktur. Önemli olan insanın kendini ve dünyayı nasıl gördüğüdür. Kendini olduğu gibi kabul etmektir. Hayatta mutlu olmak, ondan keyif almak için geldiği bilincinde olmaktadır. Hayatta kaybettiğini ERGUNOL 3 düşünmemektir, kazanan olmaya çalışmaktır hep. İşte insanları ayakta tutan, hayata bağlayan şey budur. İnsan böyle olmadığı sürece cehenneme çevirir hayatını, oysa onu cennete döndürmek kendi elindedir ve asla imkânsız değildir. İşte günümüz insanlarının adapte etmesi gereken düşünce biçimi de budur. Böylece, yaşam herkes için daha anlamlı bir hâl alacak ve insanlar mutluluk dolu bir dünyada yaşamaya başlayacaklardır. KAYNAKÇA: Nakache, Olivier ve Toledeno, Eric (Yönetmenler). (2011). Can Dostum [Film]. Paris. Ceren BARLAK 21201308 Seda Uyanık Tanrıverdi Türk 102-1 09.10.14 Her şey güzel olacak Hayatımızın kontrolü gerçekten biz de mi? Yoksa, çevremiz ve sistem, hayatî kararları bizim adımıza mı alıyor? Üç ahmak filmi, Hindistan’daki öğrencileri bir yarış atı yerine koyan eğitim sistemini eleştirir.Hindistan’daki öğrenciler anne, baba ve çevrelerindeki insanların istedikleri mesleklerde, genellikle doktorluk ve mühendislik, okumak ve onlar için seçilmiş hayatları yaşamak zorundadırlar. Ben, bu filmi izledikten sonra bu yanlış eğitim sistemindeki; ailelerinin seçtiği hayatları yaşamak zorunda kalan öğrencileri, yirmi yaşında genç bir öğrenci olarak çok iyi anlayabiliyorum çünkü film ile benzer olayları ben de yaşadım.Ben altı yaşında iken arkadaşlarımdan biri,büyüdüğünde ne olmak istiyorsun sorusuna “ Makine mühendisi olmak istiyorum.” diyerek cevap verdiğinde çevredeki ailelerbu cevaba çok mutlu olmuşlardı. O zamanlar bunun sebebini anlayamasam da şimdi anlıyorum ki çocuk, tam da ailelerin duymak istedikleri cevabı vermişti. Belki de ailesi tarafından öğretilmişti bu cevap minik çocuğa. Henüz küçücükken, tertemiz beyinlerimize sokulmaya çalışılan düşüncelerden biriydi bu da. Aileler, çocuklarının büyüyünce hangi meslek grubuna dâhil olacağına, çocukların isteklerini görmezden gelerek karar veriyorlar. Hatta filmde de gözlendiği gibi kız çocuk henüz annesinin karnında iken annesi isminden önce onun bir doktor olacağını söylüyor. Çocuğun fikrini sormayı bırakın doğmasını bile beklemiyor aileler çocuklarını bir kalıbın içine koymak için. Benzer durumları kendi çevremizde de görmüyor muyuz? Eğer bir çocuk büyüdüğünde ne olacaksın sorusuna “ Tiyatro sanatçısı olacağım.” der ise tüm aile hep birlikte çocuğu bu fikrinden caydırmaya çalışır. İleride iş bulamazsın, aç mı gezmek istiyorsun gibi sözlerle çocuklara ve gençlere daha akla yatkın meslekler seçmesini tembih ederler. Küçüklükten itibaren çocuklara, “ kendi mutlu olacağın şey yerine başkalarını mutlu edecek şeyler yap” fikrini empoze ediyorlar.Eğer mühendis veya doktor olursam ileride rahat bir hayat sürer ve toplumda saygı duyulan bir birey olurum düşüncesi hangimizde yoktu ki?Henüz ne ile uğraştıklarını bile anlayamadığımız meslekleri çocukluktan itibaren benimsemeye başladık. Bu da henüz çocukluktan itibaren kendi hayatımızı yaşayamadığımızı gösteriyor. Ancak ben suçun sadece ailelerde olduğunu düşünmüyorum. Eğer eğitim sistemi öğrencileri özgür düşünmeye ve yaratıcılığa sevk edebilseydi,öğrenciler küçük yaşlardan itibaren yeteneklerine ve daha da önemlisi ilgi duydukları alanlara yoğunlaşabilselerdi bugün pek çok aydın gencimiz istedikleri mesleklerde mutlu hayatlar sürebilirdi. Tabii ki bu mutlu hayatlar da gelecekte pek çok buluşun, yeniliğin ve uygar toplumların kilidini açmakta anahtar görevi görürdü.AamirKhan’ın canlandırdığı özgür Rancho’nun bir arkadaşına verdiği öğütte bu sözlerimi doğrular niteliktedir. “Tüm kalbimizle çalışacağız ama sadece notlar için değil. Bir bilge ne demiş: İyi işler yapmak için çalış, zenginlik için değil. Mükemmeli yakalamaya uğraş, o zaman başarı zaten seni kovalar.” diyerek anlatmak istediği fikir, eğer bir insan sevdiği şeyi yaparsa onu para için değil kendi istediğiiçin yapar. İstediğin mesleğin eğitimini aldığın sürece keyifli bir öğrenim hayatı yaşanır ki bu da bizi bilgiye meraklı bireyler haline getirir.Bir öğrenci okula diploma almak için ya da iyi maaşlı bir iş için değil yeni bilgiler öğrenmek için gitmelidir. Ancak günümüz eğitim sisteminde üniversitelere diploma almak için gidiliyor. Bu durum da öğrencilerin öğrenme şevkini azaltıyor.Hatta bazı öğrencilerin yaşama azimlerini bile azaltabiliyor. Bu noktada ezberci eğitim sisteminden bahsetmemekte büyük bir haksızlık olur. Kalıplaşmış ve kitaplardan kopyalanıp beyinlerimize aktarılmış klasik cümleler bizlerin özgün bireyler olmasının önündeki en büyük engellerden birisidir. Ortaokul ve lise yıllarımızda pek çok öğrencinin de hatırlayacağı gibi dersler her zaman sıkıcı geçerdi. Kimya, fizik gibi derslerde kitaplarımızı açıp okurduk. Ankara’da saygın bir liseden mezun olmama rağmen her bilgiyi satır satır ezberlemek zorunda kalırdım. Kimya derslerinde bile laboratuvarlara gitmek yerine kitaplardaki uzun ve karmaşık bilgilerle yetinmek zorunda kalırdık. Bu sebeple birçok öğrenci bu derslere karşı olan ilgilerini yitirdiler. Eğer bu dersler pratikte keyifli ve öğrencinin de aktif katılabileceği bir müfredatta işlenebilseydi öğrenciler bu bilim dallarında araştırmalar yapar ve okumak istedikleri meslekleri çok daha rahat seçebilirlerdi. Şimdi ise hepimizin alması gereken bir karar var. Ya kendi istediğimiz hayatı yaşarız ya da bize dayatılanlara boyun eğeriz. Boyun eğdiğimiz sürece bizi mutsuz bir yaşam bekliyor olacak.Ancak filmde de denildiği gibi eğersen istediğin şeyde ısrar edersen her şey güzel olur. Azim ve kararlılık ile hepimiz dilediğimiz mutlu hayatlara ulaşabiliriz. Şevval Yaman 21502742 İSTEMEKTEN VAZGEÇME Her birimizin mutsuzluktan kaçmak için bir çözüm yolu vardır değil mi? Kimimiz arkadaşlarıyla kafa dağıtmaya çıkar, kimimiz müzik dinler, kimimiz ise bir sigara yakıp düşünmeye başlar. Ben her şeyin bir sebebi olduğuna inananlardanım bu yüzden oturup bir sigara yakar düşünmeye başlarım ve bu benim için daha rahatlatıcı oluyor. Düşünüyorum da neden bizi üzen her şeyden kaçıyoruz, neden hiç oturup niye böyle oldu demiyoruz? Bu kadar sonuca odaklanıp sadece üzülmek bizi nasıl çözüme götürecek? Bu yüzden benim çözümüm artık kaçmamak oldu. Hayatta yaşadığımız her şeyin bir sebebi olduğuna inandığımı söylemiştim bana göre yaşadığım mutsuzluk ya yeni bir mutluluğun anahtarı ya da beni daha mutsuz edecek şeyler için bir geri dönüş, kurtuluş. Geçmişe dönüp baktığımda mutsuz olma korkum yüzünden birçok şeyden öylesine vazgeçmişim ve şu anda bunun pişmanlığı çok büyük. Artık endişelerimizin, korkularımızın bizi vazgeçmek zorunda bırakmasından çok sıkıldım ve bunu değiştirmek istiyorum. Önemli olan bizim ne istediğimiz, korkularımızın bunu değiştirmesine izin vermesek acaba şu an sahip olduğumuz şeyler değişmez miydi? Tüm korkularımızın temel nedeni sonucunda mutsuz olacağımız düşüncesi, çoğu şeyi sonunda mutsuz olacağız diye denemekten bile çekinir olmuşuz. Küçük bir çocukken 'ya yapamazsam' korkusu ile isteklerimizim çoğu denenmeden vazgeçtim listesine atıldı. Kendimizden emin olduğumuz nitelikleri geliştirmek yerine yapamayacağımızı düşündüklerimizi deneseydik belki de bugün herkes hayallerinin ekmeğini yiyor olacaktı. İkinci sınıfa giden bir erkek çocuğu sırf boyu uzun değil diye elindeki topu potanın yakınına bile götüremiyor sırf arkadaşları basket atamazsa dalga geçmesin diye bu yüzden matematik sınavından aldığı yüksek puanı daha da yükseltmeye çalışıyor ve basketbol oynamak onun için aptalca bir fikir oluyor. İleride çok iyi bir basketbolcu olabilecekken sırf iyi olduğunu bildiği için mecburen matematik öğretmeni oluyor. Biz en büyük zayıflığımızı eksikliklerimiz olarak görsek de bana göre en büyük zayıflığımız cesaretimiz, isteklerimizden bu denli çabuk vazgeçişimiz. Ne var sanki denesek? Yapamadık mı gülsünler katıla katıla gülsünler dönüp insanları güldürebildiğimizi göreceğiz bundan güzel mutluluk var mı? Geriye dönüp keşke demek yerine iyi ki denemişim demek varken hâlâ korkmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum. Babam anlatmıştı ilkokuldayken çok iyi bir koşucuymuş ve en büyük hayali de milli takıma girmekmiş. Bir gün milli takım seçmeleri için okuluna gitmişler ve babam ikinci olmasına rağmen seçilememiş sırf zayıf ve kısa olduğu için. İşte o an babama çok kızdım, elde edebileceği, kazanabileceği bir hayalden sırf seçilmediği için çabucak vazgeçmiş ve nedeni başkalarının babamı o işe uygun görmemesi. Bırakalım artık bunları Allah aşkına, bırakalım da insanlar bizim yüzümüzden vazgeçmek zorunda kalmasın. Köstek olmayı bırakalım destek olalım birçok insan ya yapamazsam korkusu yerine insanlar ne der ne düşünür diye vazgeçiyor. Kim demiş erkek çocuğu dans edemez, kız çocuğu dövüş sporlarıyla ilgilenemez diye. Kim nasıl mutlu olacağına inanıyorsa onu seçsin biz de desteklemiyorsak bile susmayı bilelim. Bir kız bir delikanlıya deli gibi âşıkken maddi durumlarının farkını dillendirip, kızı sevdiğine karşı soğutmak bize ne katacak sanki? Bırakalım da para için aşkından mahrum kalmak onun seçimi olsun. Bizim çirkin diye nitelendirdiğimiz gençler sırf biz “o sana bakmaz” dedik diye aşkını itiraf edemeden vazgeçmek zorunda kalıyor. Birçok kız sırf sizin dilinize düşmemek için çok beğendiği eteği rengi, boyu yüzünden alamıyor. Böyle bir hakka sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Hepimiz mutsuzluktan bu denli kaçarken insanları mutsuz etmek bizi mutluluğa itmeyecek Şu saatten sonra insanların hepsini değiştiremeyeceğimize göre kendimizle alakalı değiştirmemiz gereken birkaç şey olabilir. Oturup düşününce bir yeniliği denemiş olmanın bize katacağı tecrübe, heyecan sanki bunun için değdi dememizi sağlayacak gibi sadece eğlence için bile denemek istediğim o kadar çok şey var ki. Kim ne der, ne düşünür diye kafa yoracak vaktimiz olduğuna inanmıyorum hayat bizim hayatımız ve istediğimiz her şeyi başkasına zarar vermeyecek şekilde yapabileceğimiz inancındayım bu yüzden kimse için kendimden vazgeçecek değilim. Şu saatten sonra üzüleceksem bile kendi seçimim olduğunu bilerek üzülür ona göre bir çözüm ararım. Kimse için hiçbir şeyden vazgeçmemiş olmak ise benim teselli ödülüm olsun. Esra Nur AYAZ Cengiz Aytmatov - Toprak Ana HAYATTAN ALINTILAR “Merhaba, Toprak,” diye sesleniyor usulca. “Merhaba, Tolunay. Demek geldin? Ne kadar kocamışsın. Saçların ağarmış. Değnekle yürüyorsun üstelik.” “Evet, yaşlanıyorum. Bir yıl daha geçti, sen de, Toprak, sen de bir hasat daha geçirdin. Bugün ölüleri anma günü.”* Hayatı kimin için yaşarız? Kendimiz için mi? Sevdiklerimiz için mi? Bu, kalemine hayran olduğum Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana kitabını okurken aklıma gelen sorulardan sadece biri. Herkesin kendisini dünyanın merkezinde sanma yanılgısında olduğu bu günlerde okuma şansına sahip olduğum Toprak Ana, birçok acı gerçeği insanın yüzüne vuruyor. Ve hayır, insanlar kendileri için yaşamaz; bilakis birbirleri için yaşarlar. Birey hiçbir şey ifade etmez başkalarına faydalı olmadıkça ve dahi hayatta kalamaz tek başına. İşte bu yüzdendir ki, toplum daima bireyden önce gelir ve sizin kaybınız veyahut varlığınız toplumu öyle pek de derinden etkilemez. Hikayenin ana kahramanı Tolunay’ın hikayesini kendi ağzından dinliyoruz. Hikayesini anlattığı sıralarda saçlarına aklar düşmüş, beli bükülmüş bir ihtiyar Tolunay, halkı için direnen bir lider, varı yoğu, her şeyi, toprak olan bir emekçi, yıllar yılı kocasının yasını süren bir dul, üç oğlunu da savaşa kurban vermiş bir ana, canından çok sevdiği gelinini doğumda kaybetmiş bir kadın, torunu Canbolat için ayakta kalan, tüm zorluklara göğüs geren bir nine. Kısaca; o bir insan. Tolunay’ın acısı ve sevgisi, ve elbette ki, insanlığı hikayesinde ilerledikçe sizi kendine hayran bırakıyor. İçinizde ayrım yapmaksızın tüm insanlığa karşı bir sevgi büyüyor, büyüyor ve büyüyor. Tolunay gibi tüm dünyayı kucaklamak; her şeyi, herkesi affetmek istiyorsunuz. Belki yapıyorsunuz, belki yapamıyorsunuz, belki de yavaş yavaş daha iyi, daha uyumlu, daha sevecen, daha faydalı bir insana doğru evriliyorsunuz. Fakat ne olursa olsun, insanlara artık daha anlayışlı yaklaşıyorsunuz; tıpkı Tolunay’ın Aliman’a olan yaklaşımı gibi. Daha bir alçakgönüllü, daha bir hoşgörülü, daha bir saygılı bir insan olup çıkıveriyorsunuz. Artık biliyorsunuz ki, herkesten öğrenecek, onlarla paylaşacak çok şeyiniz var. Tolunay’ın insanı kendine hayran bırakan dirayeti, insanı türlü türlü düşüncelere sevk ediyor. Hayatınızı, kendinizi, varlığınızı sorguluyorsunuz. Ben niye varım? Niye yaşıyorum? Niye buradayım? Niye taş, toprak, ot olarak değil de insan olarak varım? Var olmamdaki amaç ne? Düşünmekten başınıza ağrılar giriyor. Kendinizce bir şeyler buluyorsunuz, sonra kendi kendinize kendi fikrinizi çürütüyorsunuz. Kafanızda yazıp çizip siliyor, yapıp yapıp bozuyorsunuz. Bir türlü istediğiniz gibi olmuyor. Kafanızda bin bir türlü soru. Her biri diğerinden daha çetrefilli. Eskisi gibi olmaya unutmaya çalışıyorsunuz ama nafile! Zaman nasıl bir nehir gibi geriye doğru akmıyorsa siz de unutamıyorsunuz. Aklınıza gelen hiç bir soru, hiç bir fikir öylece kayboluvermiyor; zihninizde beliren hiçbir kıvılcım hemencecik sönüvermiyor. Beyin fırtınanızda soru, soruyu doğuruyor ve geçmişinizi sorgulamaya başlıyorsunuz. Kime, neye yararım oldu bu dünyada? Yoksa bunca zaman boşu boşuna mı var oldum bu yeryüzünde? Pişmanlıklarınız gözünüzün önüne geliyor birer birer. Herkes gibi bir şeylerden pişmansınız ve geçip gitmiş olsa da de size hala acı veriyor geçmişiniz. Velev birilerinin zoruyla yaptıklarınız, velev cesaretinizi toplayıp yapamadıklarınız; velev ağzınızdan kaçırıp dedikleriniz, velev dilinizin ucuna gelmesine rağmen diyemedikleriniz. Pişmanlık, maalesef ki, fayda vermiyor. Kitap aklınıza birçok düşüncenin üşüşmesine, aklınıza getirmek istemediklerinizin zihninizin gündemine oturmasına neden oluyor. Fakat bildiğiniz gibi, düşünmek ve sorgulamak insanı insan yapan en temel öge. Fikir üretmekten hiçbir zaman zarar gelmez. Bu nedenle Tolunay’ın hikayesini öğrenmek ve ondan kendi payımıza düşeni almak herbirimizin en doğal hakkı ve en gerekli ihtiyacı. Fikir üretmeniz ve bu fikirleri diğer insanlarla paylaşarak dünyamızı aydınlatmanız dileğiyle… “Yalnız ikimiz varız burada: sen ve ben, başka kimseler yok. Hayatımı baştan sona biliyorsun zaten. Ama bugün anma günü. Savankul’un, Kasım’ın, Muslubeg’in, Caynak’ın, Aliman’ın anıları önünde eğiliyorum bugün. Yaşadıkça hatırlayacağım onları. Vakti gelince Canbolat’a her şeyi anlatacağım. Kafası bizim kafamız, yüreği bizim yüreğimiz gibiyse, o da anlayacak. Ama ya ötekiler? Ya dünyanın diğer insanları? Onlara da seslenmeliyim. Onların yüreklerine nasıl ulaşabilirim? “Güneş sen gökyüzünde parlarsın, dünyayı çepeçevre sararsın, sen anlat onlara. “Yağmur bulutu, aydınlık yağmurlar gönder insanlara, her damlanla onlara anlat. “Toprak, Toprak Ana, göğsüne bastır bizi, dünyanın her köşesindeki insanları besle. Anlat onlara, sevgili toprak, anlat onlara.” “Hayır Tolunay. Sen anlat… Sen insansın. Her şeyin üstündesin. Her yaratıktan akıllısın. ** Sen insansın. Sen anlat!” * Cengiz Aytmatov. Toprak Ana, (Çev. Ülkü Tamer), İstanbul, Varlık Yayınları,Aralık 1969: 5. ** Cengiz Aytmatov. Toprak Ana, (Çev. Ülkü Tamer), İstanbul, Varlık Yayınları,Aralık 1969: 145-146. Alpkaya 1 Büşra Alpkaya 21201317 Turk 102 section- 8 Gönenç Tuzcu 25 Kasım 2014 Kitap 3 SADAKATİN PEŞİNDE Biri Kabil’de üne kavuşmuş, zengin işadamının oğlu Emir , diğeri ise evin hizmetkarının oğlu Hasan. Uçurtma Avcısı, farklı dünyalara sahip bu iki gencin hüzünlü hikayesine konu oluyor. Kabil’de geleneksel hale gelmiş uçurtma turnuvasında Hasan ve Emir’in yaşadığı o tatsız olay, insanın yüreğine derin izler bırakıyor. Aynı zamanda eser, Afganistan’da yaşanan sefaleti, sömürgeciliği, ırkçılığı ve iç savaşları, olaylar üzerinden gözler önüne seriyor. Kitabı okuduğumda en çok dikkatimi çeken olgu, Hasan’ın fedakarlıklar üzerine kurduğu dostluk olmasına rağmen üzerinde durulan diğer kavramlar ise sadakat, ihanet, fedakarlık, sevgi ve baba- oğul ilişkisidir. Eserde, Sovyetler Birliğinin işgali ve Afganistan’daki ırkçılık çok dikkat çekici. Kitabı okurken, Afganistan’da insanlara uygulanan zulümler, halkın yaşadığı sıkıntılar, çeşitli değerlere sahip o toprakların acımasızca yok edilmesi beni derinlemesine etkiledi. Bizler Alpkaya 2 savaş görmeden büyüdük, kimse bize ayrımcılık yapmadı, o dönemler nasıl atlatıldı bilmiyoruz. Peki ya Hasan? O küçücük yaşına rağmen yaşadıkları...Sırf Hazaralara mensup olduğu için yaşadığı o travmatik olay, o acımasız şiddet. Eşitlik ilkesinden mahrum, hâla monarşinin etkilerinin görüldüğü bir ülkede yaşamak ne kadar kolay olabilir ki? Kitap beni bu çerçevede o kadar çok etkiledi ki, kendimi karakterlerin yerine koydum ve ne kadar şanslı bir yaşama sahip olduğumun bilincine vardım. Kitabın belki de bütününü oluşturan kavram sadakat... Hayatta, insan ilişkileri her zaman sadakat üzerine kurulur. Özellikle dostluk; sadakat göstererek, mutlulukları paylaşarak, zor zamanlarda birbirine destek olarak kazanılır. Bir uçurtmayı yakalamak uğruna Hasan, hayatını tehlikeye atarken, Emir’in zor durumdaki Hasan için kılını kıpırdatmaması beni gerçekten çok şaşırttı. Bana kalırsa, kitapta bahsedilen uçurtma, Hasan’ın sadakatini temsil ediyor. Hasan, canı pahasına, sırf arkadaşının mutluluğu için o uçurtmanın peşinden koşuyor. Emir’in Hasan’a olan ihaneti ve yaşadığı pişmalığa gelirsek... Vicdan, insana iç huzuru da iç sıkıntıyı da veren bir kişilik kavramıdır. İnsanlar, kafasındaki düşünceyi atamadığı ve vicdanını rahatlatmadığı sürece, mutluluğa ulaşamazlar. Bu bağlamda, Emir’in yaşadığı yeri değiştirmesi, belki de vicdanının sesinden kaçmak istemesinden kaynaklanıyor. Fakat bu suçluluk duygusu nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın onun peşini bırakmıyor. Kişi, her ne kadar geçmişini unutmak adına bir şeylerden kaçmaya çalıssa da, yaşadıkları her zaman onunladır. Bazı durumlarda, üzerinden yıllar geçmesi, yaşanan olayları unutturmaz, yalnızca biraz hafifletir. İşte, bu hikaye de onlardan bir tanesi. Kitapta dikkat çeken bir diğer konu ise baba- oğul ilişkisi. Bence kitap, babalar oğullarına benzer yargısını ortadan kaldırıyor. Babası Tufan Ağa’nın aksine Emir, korkak, özgüven eksikliği yaşayan bir çocuktur. Babanın, kendi çocuğunun karakterini yargılaması, sıkça çocuğunu eleştirmesi, başka insanların davranışlarını çocuğuna örnek göstermesi, çocuklar için büyük bir travmadır. Baba sevgisi, baba şefkati ve babadan takdir almak bir Alpkaya 3 çocuk için oldukça değerlidir. Bana kalırsa, Hasan’ın düzgün karakteri ve bunun Emir’in babası tarafından takdir edilmesi, Emir’in bir nebze de olsa Hasan’ı kıskanmasına neden oluyor. Uçurtma Avcısı, etkileyici hikayesiyle ince mesajlar veren bir kitap. Okuyuculara, sadakat kavramının önemini vurgulayarak, dostluğun karşılıklı sevgi, saygı ve fedakarlık üzerine kurulması gerektiğini hatırlatıyor. Kitapta geçen “ Şimdi mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır; tek bir günah, o da hırsızlıktır. Onun dışında bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. ”(19) bu cümleler beni derinden etkiledi. Belki de hırsızlık denince, ilk akla gelen şey, birinin eşyasını çalmaktır. Ancak bu kavramın bununla sınırlı olmadığı, bu cümlelerle gözler önüne serilmektedir. Hayatımızdaki değerli kavramlara dikkat çeken bu eşsiz roman, beni gerçekten derinlemesine etkiledi. Kaynakça Hosseini, Khaled. Uçurtma Avcısı. İstanbul: Everest Yayınları, 2014 Nalan Akyürek 21200466 TURK 102-3 Kuyucaklı Kadın Yusuf’un bize anlatacağı çok şey var, metanet, duygu yoksunluğu, değerler, eğilimler ve dahası. Fakat bunların hepsini incelemek hem benim haddime değil, hem de romanın yüzden ben ismi söylenmemiş ama orada olduğunu kendisinden daha uzun sürer. Bu bildiğimiz, olaylarda aktif bir etkisi olmadığını düşündüğümüz ama aslında birçok şeyi şekillendiren bir algıdan bahsedeceğim: “kadın algısı”. Hani köklü ve ahlakı ile ün salmış ailelerin “yaramaz” çocukları olur, kimsenin sormadığı soruları sorar, kimsenin cesaret edemediği şeylere kalkışır ve ailesi onu baskı altına almaya çalıştıkça aksine zorlar, “Bu çocuk neden böyle oldu anlayamadık!” dedirtir ya; Sabahattin Ali, aynı o çocuk gibi sorular lu kültürüne. “Peki ya kadın?” diyor, “Evlilikte, ailede, toplumda ‘kadının’ yöneltiyor Anado yeri neresi?” Henüz kitabın ilk sayfalarında karşılıyor bizi anlatıcının evlilik kurumuna bakış açısı: “Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde de bu müzmin evlenme hastalığı hüküm sü rmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler.” (12) Peki nedir evliliği mikrop yapan? İlk yanıt aynı sayfada gösteriyor kendini: Erkeğin kadını kendisi ile eşit bir insandan çok bir kedi, kuzu gibi evcil başka bir mahluk olarak görmesi (12), ailelerin kızlarının "saçlarına ayırdıkları vakit kadar kafalarının içine vakit ayırmamaları" (13), yanlış çözüm yöntemleri ve toplumun bütün bunları algılama biçimi... Kaymakam bey ile Şahinde Hanımın evliliklerinde bu faktörlerin hepsinin rolü vardı. Sabahattin Ali betimlemelerin içinde okuyucuya açıkça kadının düştüğü durumu gösteriyor ve herkesin "toplumsal gerçekler" olarak kabul ettiklerini eleştirel bir gözle uyor. Sonra anlatıcının bakış açısını bir kenara bırakıyor ve Yusuf'un gözünden yoruml bakıyoruz duruma: "Yusuf bir kadının çenesini bu kadar açabilmesine hayret ediyor, bunlara tahammül eden Kaymakam'a biraz da merhametle bakıyordu." Zira kendi annesiyle babası arasındaki kavgalara kavga demek pek mümkün değildi çünkü annesi "sessizce ağlamaktan fazlasını yapamazdı babasına karşı” (15). Haliyle, üvey kardeşi ile yaptığı evliliğin çok da sorunsuz olması düşünülemezdi. Nitekim Yusuf, ailesinden habersiz alıp götürdüğü, daha sonra da karısı olarak eve geri getirdiği Muazzez'i hiç dinleme gereğinde bulunmadı. Ona günlük sorular dışında soru dahi sormadı, çünkü kadındı nihayetinde, ne kadar büyük sorunları olabilirdi ki? Eve para getirmek için çalışıyor, ona bir şekild e bakabiliyordu, onun bundan fazla neye ihtiyacı vardı? Muazzez iyi gelirli bir aileden gelmiş olabilirdi, ama Yusuf ona sevgisini vermişti, hem de karısıydı artık, kimse ona yan gözle de bakamazdı. Geçinip gitsinlerdi işte. Karısını ölüme götüren kurşun i sabet edene kadar onun isteklerini de sadece düşünmekle yetindi. Karısını çok sevdi belki ama ona hiç saygı duymadı. Zaten evlilikte doğal olan da bu değil miydi? Fakat Muazzez'in duygu ve düşüncelerinin var olduğunu unutan yalnızca Yusuf değildi. Şakir, Yusuf'tan intikam almak için önce Kaymakam Beyi babasına borçlandırıyor, Muazzez'i de bir mal gibi ondan satın almak istiyordu (55), Muazzez'in babasının ölümünden sonra gelen Kaymakam Bey ise Muazzez'i ve annesini kendi zevklerine alet etmek üzere tahsildar olarak şehir dışına gönderiyordu (176). Muazzez ya bir intikam silahıydı ya Yusuf'u da bir haz nesnesi. Her iki durumda da ona insan gözüyle bakılmıyordu. Toplum tarafından da bu durum, zamanında babasının eve geç gelmeleri kadar bile eleştirilmiyordu. Anlatıcımız bütün bunları bir fotoğraf donukluğunda anlatıyor bize, Yusuf'un acılara tepkisizliği gibi, Şahinde Hanım'ın kızını bir nesne gibi istekleri için kullanması gibi, ya da Anadolu insanının o dönemde kadına bakış açısı gibi. Kitap bana şimdiye kadar okuduğum Batı feminizminin otoriter kitaplarından çok daha yoğun bir kadın algısı sağladı. Kaynakça Ali, Sabahattin. Kuyucaklı Yusuf. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013. Baskı. ASUMAN BİLİR (The Mindtrap) YOLDA OLMAK İlkokul ikinci sınıftaydım henüz, sınıf öğretmenimiz hayalini kurduğumuz ve eğer mümkün olsaydı tasarlamak isteyeceğimiz bir buluşun resmini yapmamızı istemişti bizden. Ben de bir zaman makinesi çizmiştim büyük bir heyecanla. Makinemin üst kısmında kocaman yuvarlak bir platform, bunun etrafında ise binlerce küçük düğme vardı. Her düğmenin üzerinde geçmişte kalmış, gitmek isteyebileceğim bütün tarihler vardı. Tabii ki bu makinenin en güzel yanı tek bir düğme ile dilediğiniz tarihe gidebiliyor olmanız değil, tek bir düğme ile zamanı durduruyor olabilmenizdi! Tabii o zamanlar çocuktum ve bilemezdim on iki sene sonra o hayali makineme böylesine ihtiyaç duyacağımı. Hayatımın, hayata yetişmeye çalıştığım bölümünü yaşıyorum galiba. Yeni bir güne uyandığım anda başlıyor zamana karşı yarışım. O gün yapmak istediğim şeylerin listesini yapıyorum hemen kafamda, öğrenmek istediğim yeni şeylerin, okumak istediğim kitabın sayfalarını belirliyor ve daha bir sürü şeyi not ediyorum kafama. Günün sonuna geldiğimde ise, planladığım şeylerin ancak küçücük bir kısmını yapabildiğimi görmek, kocaman bir hayal kırıklığı bırakıyor içimde. Adeta yetersizlik duygusu içinde acımasızca akıp giden zamanın galip gelmesi karşısında ezildiğimi hissediyorum. Yelkovanın sanki bir dakikada on dakikalık bir zaman dilimini tüketiyormuşçasına dönmesini durdurabilmeyi o an ne kadar da istiyorum! Bazen de, dakikalar boyunca ufak da olsa bir nefret duygusu ile saate bakıp, dolu gözlerle hayal kırıklığımı kusuyorum saate ve birkaç dakika da burada tüketiyorum… Günlerin çok kısa oluşu muydu problem, yoksa zamanımı verimli kullanamıyor olmam mıydı? Bu noktadan sonra, e yani ben de insanım. Sorgulamadan edemiyorum bunca koşuşturmayı; her günün bitiminde zamana karşı hissettiğim mağlubiyet duygusu ve ertesi güne hemencecik uyanmam için beni motive eden ” bir dahaki sefere ben yeneceğim” düşüncesinin yerini giderek “sen ancak rüyanda görürsün “ tarzı ve daha gerçekçi bir düşünceye bırakmasını. Bu problemi daha derinlemesine düşündüğümde kararsızlığımı gördüm; bir günüme çok fazla şeyi sığdırmaya, yani bir ömürlük süreme birkaç ömürlük şey sığdırmaya çalışıyordum. Peki, bunu yapmaya çalışmamın sebebi neydi? Bu soruyu düşündüğümde ise insan hayatının en temel felsefi sorusuna doğru bakarken buldum kendimi. Benim hayattaki amacım neydi? Ben bu dünyada hangi amaç için yaşıyordum ve hangi sebepten ötürü var idim? Madem kısıtlı bir yirmi dört saatim var bir günde, e madem bir ayı devirdiğimde kendimi sanki bir hafta yaşamış gibi hissediyorum, ortalama altı tane onluktan altmış yıllık bir ömür biçersem dünyadaki şu macerama, bana verilmiş bu kısıtlı süreyi bu amaca uygun şeyler yaparak geçirmem gerekiyordu. Bana kesin bir cevap gerekiyordu bunun için. Felsefenin yirmi beş yüzyıldır veremediği cevabı istiyordum! Bu cevabı alır almaz, bu amaca uygun şeyler yapma düşüncesi ile uyanabilirdim güne… Ömrünün üçte birini başarıyı amaç edinerek geçirmiş ve kalan üçte ikisini bu şekilde yaşamak istemeyen birinin gözleriyle söyleyebilirim ki hayatın amacı bu kadar basit olamaz. Fakat gelin görün ki şu koşuşturmada otomatiğe bağlanmanız isteniyor sizden. “Başarılı” olmak için o anda sizden beklenen o şeyi yapabiliyor olmanız yeterli. Ya evet ben de isterim başarılı olmayı, herkes gibi. Ama neden başarılı olmalıyım? Para için mi, itibar için mi? Hayır… Bunların hiçbiri yeterli cevabı vermiyor. Sokrates Öncesi ve Sonrası adlı kitap daha önce hiç okumadığım bir tarzda, inceleme tarzında yazılmış bir eser. Ama hayır, kendimden utanmama sebep olan nokta daha önce inceleme tarzında bir kitap okumamış olmam değil; şimdiye kadar eleştirel düşünmeyi kendine yaşam felsefesi edindiğini zanneden ben, felsefenin ve eleştirel düşüncenin temelini atan ve bana göre gelmiş geçmiş en bilge şahsiyet olan Sokrates hakkında hiçbir şey okuma zahmetinde dahi bulunmamıştım! Bu gerçeklik bana ne kadar sığ bir insan olduğumu acı bir şekilde gösterdi aslında. Ne yalan söyleyeyim, iyi de oldu hani. Hayatın amacını sorgulamak güzel, ama bu soruya kesin bir cevap bulmaya çalışmak cüretini göstermek; sürekli “oldum” demenin peşinde olduğumu hatırlattı bana. Bir şeylerin peşinde koşma sebebimiz, bir yerlere varmak oluyor ne yazık ki. Hâlbuki hayatın amacını “bilgeliğin peşinde olmak” olarak tanımlayan Sokrates, aslında felsefe yapmadan bunu başaramayacağımızı gösteriyor bize. Felsefe yapmaksa, sorduğu sorulara cevap almayı beklemeksizin soru sormaya devam etmek cesaretini göstermek değil mi zaten? O halde hayatın amacı, hayatın amacını aramak değil de ne ki? (Yeni Felsefe) Kaynakça CORNFORD, F. M. (2015). Sokrates Öncesi ve Sonrası. İstanbul: Türkiye İş Bnakası Kültür Yayınları. The Mindtrap. (2017). Time Machine: http://www.themindtrap.com/en/time-machine adresinden alınmıştır Yeni Felsefe. http://www.yenifelsefe.com/sokrates-ve-uc-filtre adresinden alınmıştır Karanlık Gelecek ve Kusursuz Devlet Karşı ütopya tanımı insanların hayal edebildikleri en kötü sosyolojik durumları hayal etmesi ile başlar. İnsanın en kötüyü hayal etmesi, kaderini bilmek istemesi tamamen insanın kendi hayatta kalma içgüdüsünün sonucudur. Bugün var olan insan gelecekte de var olmak ya da ne zaman yok olacağını bilmek ister. Toplumlar da insanlar gibi içgüdüleriyle var oldukları için hayatta kalmak için en doğru yolu ararlar. Bunun en uygun yolu ise en kötü durumu göz önüne alarak tam tersi istikamette toplumun kendisini şekillendirmesidir. İşte bu durum felsefeciler tarafından distopya adıyla anılır. George Orwell de bu kitabında kendi bakış açısından İkinci Dünya Savaşı sonrası toplumların oluşturduğu iki kutuplu dünyayı görmüş ve endişelerini Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanıyla belirtmiştir. Dönemin iki kutuplu dünyasının aksine üç toplumsal kutupa ayrılmış bir dünya var kitapta. Bunun asıl nedeni; kitabın yazıldığı yılları dikkate alırsak (1949), Sovyet toplum sisteminin kitapta anlatılan sisteme benzemesi ve SSCB’den gelecek tepkileri azaltmak için olduğu düşünülebilir. Kitabın ana karakteri Winston Smith ülkeyi yöneten parti içerisinde çalışan sıradan memurlardan biridir. Partinin koyduğu yüzlerce yasağın ve kısıtlamanın arasında kendi küçük dünyasını kurmaya çalışan Winston, yaptığı her kural ihlalinden sonra kendinde daha fazla yasağı delmeye cesaret bulmuştur. Fakat bütün bunlar olurken tek tip toplum oluşturmayı partide dikkatleri üstüne çektiğinin farkında değildir. Partinin düşüce polisi tarafından yakalanan Winston bundan sonra sistemi sorgulamaya ve başına gelen işkenceler yüzünden en iyinin bu olduğunu düşünmeye başlar. Partinin yegâne amacı kusursuz kendi kendini koruyan ve idame ettiren bir sistemi mümkün kılmaktır… Dünya üzerinde hiçbir toplum şu ana kadar böyle bir sistemi ortaya koyamadı ya da uygulayamadı. İnsan faktörü her zaman toplumun önüne geçti ve kendi varlığını toplumun varlığından üstün tuttu. İnsan var olduğundan beri sırf içgüdüsel bencilliği yüzünden ideal sistemlerde devamlılık sağlayamadı. Düşünen tek hayvan olarak tanımlanan insan peki neden kendisi için ideal toplumu yaratma ve bununla birlikte olabildiğince çok uzun süre hayatta kalmaktan kaçınır? İnsan sadece düşünmez aynı zamanda sorgular. Sorgulayan insan kendisi için her zaman en iyi yolu seçer. Toplumun ona sunduğu yolu reddeder. Sınırlanmak istemez. Bu, kusursuz sistemin varlığı için en büyük tehlikedir. Sorgulayan birey sistemi sorgular. Toplumu sorgular ve en son kendini sorgular. Kusursuz sistemin distopya olmasının nedeni budur. Sistem kusursuzdur ama toplum sadece sistemi çalıştırır, bireyi yok eder. Sistem kendi varlığı için insanın insani davranışlarından vazgeçmesini ister. Hayatınız boyunca âşık olamazsınız, yeni yerler göremezsiniz, işinizi değiştiremezsiniz. Farklı olduğunuz an toplumun varlığına tehdit haline gelirsiniz. Sistem farklıyı yok eder. Düzgün dişliler çalışmaya devam eder. Şimdiki dünya düzeni aslında George Orwell’in bu konudaki endişelerinin boş olmadığını gösteriyor. Devletler tek tip insan modellerini yaratmaya çalışıyorlar. Yaratıcılığı öldürerek kendi varlıkları için ideal vatandaşları yani modern köleleri yaratıyorlar. Ülkeler arası sınırları kaldırarak tek dünya tek insan tek amaç yönetimini devreye sokmaya çalışıyorlar. Dünya’da ulus devletler yerlerini büyük koalisyonlara bırakmaya başlıyor. Kutuplar saflarını belirlemeye başlıyor. İnsanlara hükümetler tarafından dayatılan bilgiler insanlığı zehirliyor. Bunun sonucunda üretmeyen, sadece ona verileni tüketen; sorgulamayan, sadece ona verilen bilgiyi alan insanlar yetiştiriliyor. Bugün dünyadaki tüm toplumlar büyük bir insanlık savaşı veriyorlar. Bizi insan yapan duyguları olmayan, gelenek görenekleri olmayan sadece hayatta kalmayı amaçlayan ideal toplum sistemleriyle savaşıyorlar. İki karşı kutup olan ne kapitalizmin ne de sosyalizmin birbiriyle savaşmadığı sadece birbirine hizmet ettiği bu yolla belli oluyor. Duygusuz toplumlar güçlendikçe duygularımız yok oluyor. İnsanlar savaşlara, ölümlere, özgürlük kısıtlamalarına tepkisizleşiyor. Bir yandan eşitlikçiler bir yandan özgürlükçüler yarışırken asıl önemli olan insanlığımızı kaybettiğimizi anlamıyoruz. Sürekli gündemleri takip etmekten başımızı kaldırıp ne ile karşı karşıya olduğumuzu göremiyoruz. İnsanlar ölüyor, dünya değişiyor ama tepkisiz toplum sistemin ona verdiği günlük dertleri düşünüyor. İnsanların tek amacının hayatta kalmak değil dünyayı öğrenmek olduğunu unutturuyorlar bize. Bizim için en iyi sistemi düşünmekten kendimizi düşünmeyi unutuyoruz. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı bu işin sonucunu görmek için okunabilecek en iyi roman bu yüzden. Toplumlar var olmaya çalışırken yok ettikleri insani duyguların sonucunda insanlara ne olacağının çok net bir kanıtı. İnsanların bir bitki gibi değil sorgulayan bir varlık gibi yaşamasının nedenidir bu kitap. Berfu Laçin KARAMAN 21300468 Çağatay Çelebi 21602992 Türkçe 4. Ödev draft OBJEKTIF TARIH ILUZYONU Bir yalanı tekrar ederek onu gerçek kılamazsınız. Ama o yalanı yeteri kadar tekrar ederseniz, yalanı sistematik olarak nesiller boyu söylerseniz yeterince insanı ona inanmaya ikna edebilirsiniz. İkna etmeyi başardığınız zaman da söylediğiniz şeyin gerçek ya da yalan olması çok önemli değildir çünkü inanan insanlar zaten o yalanı gerçeği bilenlere karşı sonuna kadar savunacaktır. Rönesanslar’ın yazarı Jack Goody’nin yaptığı da bu nesiller boyu gelen yalanlardan birine dur demek. Jack Goody kitabında kendi sözleriyle “Batı’nın kazanımlarındaki benzersizliği yadsımayı değil, bu kazanımları bağlamına oturtup açıklamayı” istiyor. Peki, bununla ne demek istiyor? Goody Rönesans’ın Avrupa tarihi açısından bir dönüm noktası olduğunu ve sadece Avrupa’yı değil tüm dünyayı etkilediği gerçeğini reddetmiyor. Goody Rönesans’ın okullarda anlatıldığı gibi eşsiz olmadığını, yani bir anda gökten indirilmediğini, söylüyor. Rönesans’ın bizlere bir anda oluşan bilimsel ve kültürel bir aydınlanma olmadığını, Doğu’nun yani Çin, Hindistan, Yunan ve Helen kültürlerinin etkisi ile oluşmuş bir yansıması olduğunu söylüyor. Goody bize aslında Rönesans’ın Avrupa ve Amerika’da derslerde Doğu’dan daha da farklı anlatıldığını gösteriyor. Batı’da Rönesans genel olarak Helenistik ve Yunan kültürlerinin yeniden keşfedilişi ve insanların özgürleşmeye ilk adımı olarak anlatılırken Doğu’da ve Goody’nin kitabında, Hint, Arap ve Çin kültürlerinin “Aydınlanma Çağını” nasıl başlattığı anlatılıyor. Modern Tarih biliminin geçmişte yapılan Tarih araştırmalarından en önemli farkı objektifliğidir, ya da bize böyle öğretildiği için bunu söylüyoruz. Tarih biliminin, objektif olduğunu ve olayları neden-sonuç bağlamında incelediğini düşünürsek dünya çapında tek ve kesin bir Tarih olması gerekmez mi? Teoride evet ama gerçek hayatta niye bunun örneklerini göremiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde tarih derslerinde Orta Çağ’ın bitişi İstanbul’un Fethi yani 1453 olarak alınırken neden Avrupa ve Amerika’da 1492 yani Yeni Dünya’nın bulunuşu olarak alınıyor? Aynı Avrupa ve Amerika onların şu anki gücüne ulaşmasının başlangıcı olan Rönesans’taki Doğu’nun katkısını nasıl reddedebiliyor. Çok basit bir açıklaması var aslında. Tarih kazananları yazar ve kazananlar da tarihi yazar. 2. Dünya Savaşı’nda Mihver Devletleri kazanan taraf olsaydı belki de şu an da Adolf Hitler’in hayvanseverliği veya Yahudilerin zayıflığı üzerine bir yazı yazıyor olacaktım. Ama onun yerine, oyunlar ve Hollywood sayesinde, Amerikalıların ve İngilizlerin kahramanlığını, Churchill’in kahramanlığını ve Hiroşima ile Nagazaki’ye atılan atom bombalarının haklılığını konuşuyoruz. Yaşadığımız olaylar ve tarih siyasi iktidarlar elinde bir yapboz gibi parçalanıp tekrardan yaratılabiliyor. Aşağıdaki tablo 4 farklı senelerde yapılmış bir anketin sonucunu gösteriyor. Fransa’da 1945, 1994, 2004 ve 2015 yıllarında yapılan tekrardan yapılan anket Fransız kamuoyuna göre kimin savaşın kazanılmasında en önemli rolü oynadığını gösteriyor. Aynı zamanda sistematik bir propagandayı da gün yüzüne çıkartıyor. Savaşın kazanılmasından hemen sonra halkın büyük bir kısmının savaşın kurtarıcısı olarak Sovyetler Birliği’ni gördüğünü ortaya koyuyor. Ama onların torunları, Amerikan yapımı oyunlar oynayan ve film izleyen çocuklar, Nazilerinin yenilgisinde en önemli payın ABD’de olduğunu düşünüyor. Bu çocuklar izlediği filmlerden ve oynadığı oyunlardan devamlı olarak propaganda altında kalıyorlar. Araştırma 2-3 nesil sonunda da genel kamuoyunun nasıl değiştirilebildiğini de gözler önüne seriyor. Bu duruma gelmemizin en önemli nedeni araştıran ve sorgulayan nesillerin gelişmemesidir. Böyle bir nesil araştırma ve başkaldırma ile oluşan, propagandayı yenebilecek tek düşünce akımı olan, Rönesans’ın gökten inme bir şekilde yaratıldığına inanabilir. Böyle bir nesil siyasilerin söylediklerine tamamen inanıp savunabilir. Böyle bir nesil oyunda duyduğuna, filmlerde gördüğüne inanarak fikirlerini onlara göre şekillendirebilir. Gerçek tarihe sahip çıkmak istiyorsak geçmişten değil, şimdiki nesli eğitmekten başlamalı ve geçmişi tekrar araştırmalıyız. KAYNAKÇA 1. Goody, Jack; Rönesanslar, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2010, sayfa 10 2. https://www.les-crises.fr/the-successful-70-year-campaign-to-convince-people-the-usa-and-not- the-ussr-beat-hitler/ Burak MANTICI 21201124 HAYATI ANLAMAK Okuldan çıkmışım eve geliyorum yine.Her zamanki yerinde bekliyor bizim dolmuş. Geçiyorum arkaya oturuyorum kalkış saatini bekliyorum.Başlıyor bizim neneler anlatmaya yine : “Geçen Hasan'ın kardeşi Mahmut vardı ya o ölmüş daha gencecik yaşta ”.Vah vahlar yükseliyor sonra bir tanesi ordan soruyor nasıl ölmüş diye. Ne farkediyorsa sanki . Ölüm işte bu nasıl gelirse gelsin. gideceğin yer toprak nasıl olsa sen ona bak.Önemli olan nasıl öldüğü değilki zaten önemli olan hayattayken ne yaptığı ve ölümü nasıl karşıladığı. Ama merak ediyor insan işte.Herkesin karşına Naci'ninki gibi bir Hatçe çıkmıyor ki hayatın ne demek olduğunu amacımızın neler olduğunu öğrenelim.Belki de Hatçe gerçek olamayacak kadar saftı belki de bu yüzden bir kitabın gizli kahramanıydı. Hatçe sahip olduğu tek şeyiyle saflığıyla bir felsefe asistanına aslında sahip olunabilecek pekte birşeyin olmadığını gösterdi . İnsanın sahip olabileceği tek şey “aşk”tı. İnsana duyulun aşkın bile bir sonu oluyordu hem kitaplarda hem televizyonda hatta gerçek hayatta. Böyle bir dünyada aşkı kimle nasıl yaşabilirsin ki ? İşte bu soruyu cevaplamıştı Hatçe. Hayatına sadece durakmış gibi uğrayıp giden bir kadın aslında geri kalan hayatını da değiştirmişti Naci'nin. Hatçe İlahi aşkın kapılarını Naci'ye aralamıştı bütün saflığıyla. Bazen kimden yardım istemeliyim diye merak ediyorum .Acaba bütün sıkıntılarımı etrafımdaki- lerin yardımıyla halledebilir miyim? Bütün bu soruları cevapladı Hatçe benim için .İnsanların gece ışıklar södükten sonra kurduğu hayaller ne kadar imkansız olursa o kadar özgün oluyormuş.Ben kendi kurduğum hayalleri düşünüyorum: “Acaba yarın fizik sınavında ne yapcam ?”, “Şu okuldan mezun olunca ne kadar para kazanırım?”.Aslında hepsi ne kadar küçük kaygılar ne kadar gereksizler.Bir çoban bile geleceğini bu kadar kaygı etmiyordur ya da bir çoban kadar cesur değilim yarını yaşamak için.Naci gibi olmak istiyorum onun hissettiklerini hissetmek istiyorum.O değişimi hissetmek ,gelgitler arasında kalıp verilmesi gereken o zor kararı vermek istiyorum . Hayatının geri kalanı vereceğin karara bağlıyken o sorumluluğu almayı ve doğru kararı vermeyi istiyorum.Doğru bildiklerime yanlış, yanlışlarıma da doğru demek istiyorum. Hayatıma u dönüşünden devam etmek istiyorum.Saf bir kızın suratına bakıp hayatımın amacını bulmak yaşamaktan korkmamak istiyorum. Naci hiç düşünür müydü bütün inandığı şeylerin aslında yalanlardan ibaret olduğuna , bildiklerini inandıklarını bir kalemde sileceğine , gerçekleri aslında bir köylü kızından öğreneceğine , inanır mıydı bunları insanlara anlattığında dışlanacağına , çağdışı insan damgası yiyeceğine .O sadece kafası sonradan çalışmış biriydi ve bundan sonra da diğer insanların kafalarını çalıştırmaya uğraşacaktı. Onlara hayatın göz ardı edilmiş taraflarını göstermeye çalışacaktı.Ama herkes öyle düşünmüyordu ,üniversitedeki hocalar bile onu yobaz olarak görüyorlardı.Yine de yoluna devam etti, bildiği inandığı şeyleri insanlara anlattı. Başta da belirttiğim gibi insana duyulan aşkın bile sonu varken neye aşık olacaktı insan. İşine mi, evine mi, eşyaya mi.İşte bunu cevapladı bu kitap Naci için. Sadece Naci'ye değil neye inanacağını şaşır- mış kendi duvarlarını yıkıp etrafına bakamamış bütün insanlar için .İlahi aşkın varlığında hayatın anlamlı olduğuna, kimselerden medet umamazken ona sırtımızı yaslayabileceğine kanaat getiriyor insan bu kitapla .Karşılaştığım problemler birer engel olmaktan çıkıp sadece birer hediye gibi geliyor artık.Onlara birer bela gözüyle bakmıyorsun artık sadece sevgiliden gönderilmiş birer hediye.Bu hediyelerle artık kendini geliştirip ve hayatına anlam kazandırıyorsun. DUVARLAR İKİ TARAFLIDIR Duvarlar, birçok şaire, yazara, şarkıcıya veya filozofa ilham ve konu kaynağı olmuş, insan hayatının ciddi bir kısmını oluşturan unsurlardır. Genellikle bir yeri muhafaza etmek veya sınır belirterek geçişi önlemek gibi işlevleri vardır duvarların. İlham kaynağı olduğu noktalar ise tam da bu özellikleridir. Her insan elbet hayatta bir noktaya gelmek, bir şeylere ulaşmak ya da bir şeyleri korumak ister ve bu istekler genelde soyut olduğu zaman, mesela mutluluğa veya sakinliğe erişm kullanılan nesne deduvarların soyut halleridir. Kimi duvarı ek gibi, varması gereken noktaya giderken önüne çıkan bir engel olarak görür, kimi hayatında muhafaza etmek istediği şeyleri koruduğu araç. Ben ise duvarlara öbür yüzlerinden, belki de yerden bakıyorum. bittikleri Öncelikle benim farkına vardığım şey; insanlar duvarları çoğu zaman kendilerinden ayrı bir mecaz, dış dünyanın beraberinde getirdiği bir engel veya yardımcı kabul ediyorlar. Hayat inşaatlarında odaları ayırması gereken duvar belki de tam girişe örülüyor. Hâlbuki birçok durum ve olayda ihtiyacımız olan veya aşmamız gereken duvar aslında bizler, kendimiz oluyoruz. Belki insanlara kendilerine bakmamak ve problemi dışarıda aramak daha kolay geliyor ama gerçekte meselenin kaynağı kendimiziz. Bunu fark edince insan şimdiye kadar kullanılmış olan duvar mecazının kendisi olduğunu fark edebiliyor. Artık tüm o serzenişler, sitemler veya şükranlar insanın tarih boyunca farkında olmadan kendine söylediği ifadeler ı daha iyidir çünkü baştan beri bilinseydi eğer bu duvarların haline geliyor. Belki böyle olmas büyük kısmının bizler olduğu, belki bu kadar iyi öz eleştiri yapamazdı insanoğlu. Karşıdakinin sen olduğunu bilmeden eleştirmek daha gerçekçi, övmek daha mütevazı olacaktır herhalde. ın biz olduğunu fark ettikten sonra işin zor kısmı baş gösteriyor, kendinle savaş. Bu Duvarlar savaşın diğer savaşlardan en büyük farkı iki taraf değil, tek taraf olması. Adeta intiharın eşiğindeki bir insanın hayat ve ölüm arasında git gel yaşarken aynı anda kendini hem ölüme hem de yaşamaya çalışması gibi kendisiyle savaşan insan düşmanını tanıyor ama ikna etmeye düşmanı da onu çok iyi tanımaktadır. Dolayısıyla her türlü çaba ve hile karşı taraftan bir şekilde mukabele görmektedir. Tarihte bu savaşın destansı müca delesini verenleri çok duymuşuzdur çünkü onlar genelde bu savaştan muzaffer ayrılan nadir insanlardan olmuşlardır. Benim bu konuda kendisini çok beğendiğim insanlardan daha doğrusu kendisiyle savaşanları şu şekilde filozoflardan birisi Friedrich Nietzsche, dile getiriyor “Kendine karşı cebir kullanmayana iyi denilir. ” Ama nefsini yenen kahramana da iyi denilir. Böylece kendisiyle savaşta galip gelebilenlerin kahraman olduklarını görürüz. Duvarlar onlar için aşmak istediklerinde çabalarken başkalarına veya dış şartlara suç atmadan aşmayı bildikleri içlerindeki düşmanlardır. Tam tersi, iyi bir durumda da vazifesini yerine getiren duvar yine insanın ta kendisidir. Bu farkındalıkta olmak ve bununla yaşamak eminim insana verecektir. Tanıdık bir düşman, tanımadık bir hem daha fazla güç hem de daha fazla umut dosttan yeğdir çünkü. Şuan birçok insan, duvarı bir mecaz olarak kullansa da kullanmasa da, hatta bu mecazdan haberi bile olmasa da temel olarak kendi hayatını istediği gibi idame ettirmek isteyecek ve önüne çıkan engellerin büyük bir kısmını, aslında kendisini, dış etken gibi görecek belki de ona teslim olacaktır ki bu durumda aslında kendine teslim olmuş olur. Hayatta en kötü iki şey varsa biri kendini kandırmak diğeri ise kendine mağlup olmaktır. Bu sebeple bahsettiğim farkındalığın hayati öneme sahip olduğunu ve insanların okuyarak, yaşayarak veya dinleyerek bu farkındalığa bir an önce ulaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Muhammed İkbal Turan YAŞAMIN DİLİ Hayatı(cid:374)ızda (cid:271)ir a(cid:374) içi(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)la yaptığı(cid:374)ız yarışı (cid:271)ırakarak çevre(cid:374)izde gerçekleş(cid:373)ekte ola(cid:374) olayları izle(cid:373)ek içi(cid:374) ke(cid:374)di(cid:374)izi ikna ede(cid:271)ildiği(cid:374)iz oldu (cid:373)u? Karşı(cid:373)ıza çıka(cid:374) her varlık, gerek dikkat kesil(cid:373)ede(cid:374) hiç(cid:271)ir kulağı(cid:374) duya(cid:373)aya(cid:272)ağı (cid:374)otaları gerekse yal(cid:374)ız(cid:272)a üzerinde düşü(cid:374)e(cid:374)leri(cid:374) hesaplaya(cid:271)ile(cid:272)eği sayılarıyla o(cid:374)ları ta(cid:374)ı(cid:373)a(cid:373)ız için bizlere fırsat sunar. Ağa(cid:272)ı(cid:374) yeşili(cid:374)de bazen ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) göre(cid:373)eye(cid:272)eği a(cid:374)la(cid:373)ları yakalarsı(cid:374)ız, o(cid:374)u(cid:374) ka(cid:271)ukları(cid:374)ı(cid:374) kahvere(cid:374)gisi(cid:374)de yaşadığı tü(cid:373) a(cid:272)ıları duyarsı(cid:374)ız. O ağa(cid:272)ın dalı(cid:374)a yuvası(cid:374)ı kur(cid:373)uş (cid:271)ir kuşu(cid:374) ötüşü(cid:374)de(cid:374) daha ö(cid:374)(cid:272)e görül(cid:373)e(cid:373)iş a(cid:374)la(cid:373)ları çıkarırsı(cid:374)ız. Gü(cid:374)eş ışıkları te(cid:374)i(cid:374)ize değdiği a(cid:374)da i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) su(cid:374)a(cid:373)adığı (cid:271)ir sevgiyle karşıla(cid:374)ırsı(cid:374)ız. Yal(cid:374)ız(cid:272)a (cid:271)u(cid:374)larda değil; dükkâ(cid:374)ı(cid:374) ö(cid:374)ü(cid:374)de otura(cid:374) yaşlı (cid:271)ir ada(cid:373)ı(cid:374) gülüşü(cid:374)de o gün yaptığı satışları(cid:374) iyi gittiği(cid:374)i fark edersiniz belki. Kapalı bir kapı(cid:374)ı(cid:374) yan tarafı(cid:374)da göze çarpan, henüz açıl(cid:373)a(cid:373)ış perdelerdeki kara(cid:373)sarlıkla suratı(cid:374)ızı asarsı(cid:374)ız. Evet, dinlemek isterseniz yal(cid:374)ız(cid:272)a (cid:272)a(cid:374)lılarda değil, yapay varlıklarda da ko(cid:374)uşula(cid:272)ak çok fazla konu olduğu(cid:374)u algılarsı(cid:374)ız. Ne yazık ki bu pek zordur ve çoğu tarafı(cid:374)da(cid:374) tercih edilmez. Hepi(cid:373)iz doku(cid:374)duğu(cid:373)uz eşyalarda (cid:271)ir (cid:373)iktar da olsa izi(cid:373)izi (cid:271)ırakırız, o(cid:374)ları göre(cid:272)ek i(cid:374)sa(cid:374)lar içi(cid:374) hazırda tutarız. Dağı(cid:374)ık bir oda(cid:374)ı(cid:374) sahibinin i(cid:373)zası olduğu(cid:374)u fark ederiz, düzenli bir mekâna oranla daha haşi(cid:374)dir, öfkesini ve atılga(cid:374)lığı(cid:374)ı hissedersiniz. İsle kapla(cid:374)(cid:373)ış yorgu(cid:374) (cid:271)ir gaz la(cid:373)(cid:271)ası(cid:374)a rastlarsı(cid:374)ız daha so(cid:374)ra, eğer o(cid:374)u di(cid:374)leye(cid:272)ek olursa(cid:374)ız size sahi(cid:271)i(cid:374)i(cid:374) geç saatlere kadar kendisini yoruyor olması(cid:374)da(cid:374) yakı(cid:374)a(cid:272)aktır. Re(cid:374)gi sol(cid:373)uş (cid:271)ir tişörte ulaşırsı(cid:374)ız ardı(cid:374)da(cid:374), o da size o(cid:374)u giye(cid:374) kişi(cid:374)i(cid:374) ke(cid:374)disi(cid:374)i (cid:374)e kadar sevdiği(cid:374)i a(cid:374)lata(cid:272)ak kadar şı(cid:373)ar(cid:373)ış ola(cid:272)aktır; (cid:272)a(cid:374)lı (cid:271)ir kır(cid:373)ızıda (cid:271)ile o(cid:374)da görüle(cid:272)ek egoya rastlaya(cid:373)azsı(cid:374)ız. Baze(cid:374) ye(cid:374)i kıyafetleri o(cid:374)ları(cid:374) da giyil(cid:373)e za(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) gele(cid:272)eği(cid:374)e dair ik(cid:374)a et(cid:373)e(cid:374)iz gerekir. Ze(cid:373)i(cid:374)de açıl(cid:373)a yö(cid:374)ü(cid:374)de iz oluş(cid:373)ası(cid:374)a se(cid:271)ep ola(cid:374) (cid:271)ir kapıyla ko(cid:374)uşa(cid:271)ilirsi(cid:374)iz, sizlere fazlasıyla sı(cid:272)akka(cid:374)lı (cid:271)ir karşıla(cid:373)a su(cid:374)a(cid:272)aktır. Onun uzu(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)dır (cid:271)u işi yaptığı(cid:374)ı a(cid:374)larsı(cid:374)ız, karşı(cid:374)ızdaki artık te(cid:272)rü(cid:271)eli (cid:271)ir ele(cid:373)a(cid:374) hâli(cid:374)i al(cid:373)ıştır. El(cid:271)ette her kapı o(cid:374)u(cid:374)la ay(cid:374)ı fikirde olmaz. Bazıları çekingendir, size ufak bir aralıkta(cid:374) bakar. Tam olarak söylemeniz gerekenleri bilmezsiniz, bazen o(cid:374)ları kibarca görmezden gelmeniz daha doğru olur. Bulaşık makinesinde yıka(cid:374)(cid:373)akta(cid:374) ötürü eski ihtişa(cid:373)ı(cid:374)ı yitir(cid:373)iş, çiziklerle dolu (cid:271)ir (cid:271)ardakla ko(cid:374)uş(cid:373)aya çalışırsa(cid:374)ız size geç(cid:373)iş gü(cid:374)leri(cid:374)i a(cid:374)lata(cid:374) te(cid:272)rü(cid:271)eli (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374) izle(cid:374)i(cid:373)i vere(cid:272)ektir. Masalardaki her (cid:373)uha(cid:271)(cid:271)ete şahit olduğu içi(cid:374) pek çoğu(cid:374)da(cid:374) daha (cid:271)ilge ko(cid:374)uşa(cid:272)aktır, (cid:271)elki de i(cid:374)sa(cid:374)ları (cid:374)eredeyse herkeste(cid:374) daha iyi ta(cid:374)ıya(cid:272)aktır. Nede(cid:374)i (cid:271)ellidir, çoğu i(cid:374)sa(cid:374) (cid:373)asası(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)aşı(cid:374)da ye(cid:373)eği(cid:374)i paylaştığı kişilerle hiç(cid:271)ir yerde (cid:271)ula(cid:373)adığı güveni (cid:271)ula(cid:272)aktır. Bu(cid:374)da(cid:374) e(cid:374) (cid:271)üyük övgüleri (cid:373)asa(cid:374)ı(cid:374) çağırdığı(cid:374)ı duya(cid:271)ilirsi(cid:374)iz. O(cid:374)u(cid:374) verdiği güve(cid:374)i pek çok eşya vere(cid:373)eye(cid:272)eği için haklı da ola(cid:271)ilir zira i(cid:374)sa(cid:374)lar sakla(cid:374)(cid:373)a ihtiya(cid:272)ı duydukları(cid:374)da yatakları(cid:374)da(cid:374) so(cid:374)ra ilk olarak (cid:373)asaları düşü(cid:374)ürler. Masalar ke(cid:374)dileri(cid:374)e vurulduğu(cid:374)da, sigaralar külleri(cid:374)i (cid:271)ıraktığı(cid:374)da (cid:271)ile sırtları(cid:374)ı dö(cid:374)(cid:373)ezler. Yataktan da bahsetmek isterdim ancak o sır tutmada hepsinden daha iyidir. Nelere şahit olduğu(cid:374)u merak etseniz de sizi soruları(cid:374)ızla (cid:271)aş (cid:271)aşa (cid:271)ırak(cid:373)ayı tercih eder. Bunun üzerine bir koltuğa gidip (cid:374)asıl olduğu(cid:374)u soracak olursa(cid:374)ız size minnet duya(cid:272)aktır. Neredeyse (cid:373)üthiş bir yorgunlukla so(cid:374) (cid:271)ula(cid:374) gü(cid:374)ü(cid:374) ardı(cid:374)da(cid:374) (cid:271)izi rahatlata(cid:374) (cid:374)es(cid:374)elerdir o(cid:374)lar. E(cid:373)ekleri(cid:374)i(cid:374) karşılığı(cid:374)ı al(cid:373)ak isterler. Koltuğu(cid:374) karşısı(cid:374)daki televizyo(cid:374)u(cid:374) size (cid:271)ekle(cid:374)tiyle (cid:271)aktığı(cid:374)ı fark edersi(cid:374)iz. O(cid:374)u(cid:374) (cid:271)iraz şikâyetleri vardır: Aptal Kutusu olarak çağrıldığı içi(cid:374) ne kadar alı(cid:374)dığı(cid:374)ı a(cid:374)lat(cid:373)aya (cid:271)aşlarsa lütfe(cid:374) çekip git(cid:373)eyi(cid:374), i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) ke(cid:374)disi(cid:374)i kulla(cid:374)(cid:373)ayı (cid:271)il(cid:373)ediği ko(cid:374)usu(cid:374)da (cid:271)irkaç söz daha söyleyip sessizliği(cid:374)e geri dönecektir. Patri(cid:272)k Rothfuss tarafı(cid:374)da(cid:374) yazıla(cid:374) Sessizliğin Müziği kita(cid:271)ı(cid:374)da da Auri, eşyaları di(cid:374)le(cid:373)ekte hepi(cid:373)izde(cid:374) daha iyi olduğu(cid:374)u gösteriyor. Hepsinin bir ismi var, hepsi(cid:374)i(cid:374) ayrı (cid:271)ir kişiliği var o(cid:374)u(cid:374) gözü(cid:374)de. Tıpkı (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) yaptığı(cid:373) gi(cid:271)i, o(cid:374)lara yüklediği yaşa(cid:373)ları okuyoruz kitap (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a. İs(cid:373)i ol(cid:373)aya(cid:374)lar içi(cid:374) duyduğu hüz(cid:374)ü siz de duyuyorsu(cid:374)uz kita(cid:271)ı okurke(cid:374). Oysaki bu kadar etkisi altı(cid:374)a gir(cid:373)e(cid:374)iz bile sizi şaşırtıyor bir noktada. Roman içerisinde normal i(cid:374)sa(cid:374)ları çekecek hiçbir aksiyon, takip ettiği kita(cid:271)ı(cid:374) a(cid:374)a karakteri(cid:374)e dair (cid:271)ekle(cid:374)tiyi karşılaya(cid:272)ak e(cid:374) ufak (cid:271)ir iz dâhi yok. Yi(cid:374)e de karakteri(cid:374) düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)e kapılıyor, o(cid:374)u(cid:374) yal(cid:374)ızlığı(cid:374)da geçe(cid:374) soh(cid:271)eti(cid:374)i di(cid:374)liyorsu(cid:374)uz. Kitap (cid:271)ittiği â(cid:374)da(cid:374) iti(cid:271)are(cid:374) sizleri (cid:271)ir daha hayata asla ay(cid:374)ı gözle bakmamak üzere etkiliyor, yaşa(cid:373)ı(cid:374) dili(cid:374)i öğre(cid:374)iyorsu(cid:374)uz. AYSİMA KARAHAN ARTIK DİNOZORLAR YOK Ne kadar sabırlı bir insan olduğunuzu daha önce hiç sorgulamış mıydınız? Ama böyle yüz parçalık bir puzzle düşünün, onu bitirebilecek kadar değil. Biraz daha fazla… Şöyle yedi bin beş yüz parçaya minik minik ayrılmış, her yeri aynı tondan kahveler, siyahlar ve bordolardan oluşan o ünlü tabloları layıkıyla bitirmekten bahsediyorum. Tam da zaruri ihtiyaçlardan dolayı başladığım, odamda sere serpe benim yolumu gözleyen puzzle gibi… Ona hayat veren resmin adı ise "The Introduction After The Bath" (Filippo Baratti, 1889). İnsanın günü gününü tutmaz ya hani; o gün de bütün şanssızlıklar beni bulmuş, çözemeyeceğim problemler üst üste gelmiş ve hatta hayatta ilk defa gerçekten büyüdüğümü hissettiren nur topu gibi bir de hayat tecrübesi edinmiştim. Beynimin içinde tepişen filler, mideme oturan öküzle yakın bir dostluk kurmaya başladığında ise; kafam dağılsın, bazı parçalar da bahaneyle birleşsin parolasıyla, çoğu zaman olduğu gibi, gidip yeni bir puzzle almaya karar verdim. Tabii bu kafaya da böyle kasvetli bir tablo… Ya da sadece bana öyle geliyor, bilemiyorum. Aslına bakarsanız bende bile kötümser bir hava yaratmadığı zamanlar oluyor. Ama tabloda öyle ısınamadığım şeyler var ki. Mesela ortada büyükçe bir salon ve o salonda her biri birbirinden samimiyetsiz on dokuz kişiden oluşan bir topluluk var. Gerçi itiraf etmeliyim ki başka zaman karşılaşsak aralarında sevimli bulabileceğim tipler de yok değil hani. Yine de bana göre mi? Tartışılır. Bana uygun olmayışının sebebini, tabloya farklı anlamlar yüklüyor olmamda da arayabiliriz. Sonuçta bu işe sinirimi bir nebze dizginlesin, gerginliğimi hafifletsin diye başlamıştım. Zaten bütün faturayı da Filippo Baratti’ye kesmek doğru olmaz. Dediğim gibi bazen bazı şeylerin yolunda gitmediğini hissederiz ve hem fizyolojik hem de psikolojik açıdan giderek asileşiriz. Yani en azından bende reaksiyon aynı bu şekilde ilerliyor. Peki bu gibi durumlarda ruhun dinginleşmesi için sanata ihtiyaç duyulur mu? Hiç şüphesiz... Özellikle sanat ile puzzle birleşince benim için her şey bir harika. Böyle düşünmemin sebebini anlamak için ise o meşhur çocukluğa inme ritüeline başvurmamız gerekebilir. Ben daha çok küçükken, babam bana devasa parçaları olan kocaman dinozorlu bir yapboz almıştı. Yapboz isminin hakkını verirdim gerçekten. Bıkmadan usanmadan her gün o yapboz yere serilir, defalarca yapılır ve bozulurdu. Dolayısıyla her parçanın bütün detayları da tarafımdan ezberlenmiş oldu. Benimle özdeşleşen bu şaheseri bitirme sürem üç dakikaya indiği gün ise, bilinçli ebeveynlerim beni bir üst sürüme güncellemek amacıyla eve ellerinde yeni ve daha zor bir yapbozla çıkageldiler. Benim de bu puzzle merakım o gün başlayıp bugünlere kadar katlanarak geldi. Ne zaman keyfim olmasa, o evin ortasında beni bekleyen puzzle birkaç parça daha yaklaşıyor tamamlanmaya. O tamamlandıkça ben tamamlanıyorum. Sabretme gücüm de kuvvetleniyor. İşte şimdi başlangıç noktamıza dönmenin tam zamanı. Size sabırlı olup olmadığınızı değil de bu gücünüz üzerine ne kadar düşündüğünüzü sorarak başlamıştım. Düşünün dostlar! Bunun üzerine saatlerce düşünün, saatlerce sabredin. Ve bu sabretme gücünüzü farkına varın, her daim ona sahip çıkın. Hayata dair bir şeyler sizin için mutlaka aydınlanacaktır. Bu arada benim karamsar, kendisine ısınamadığım tablo da aydınlandı zamanla. Sabırla da sevdirdi kendisini bana. Tamamlandıkça gösterdi içindeki sırları. Samimiyetsiz gözüken insanların aslında her birinin dayanmak zorunda oldukları acılar, sonundaki mutluluğu sabırla ve heyecanla bekledikleri sınavları vardı. Yüzü yalandan gülenlerin ise artık sadece yorgunlukları ve boşvermişlikleri... Selman PÖGE 20.11.2017 AHENKLE GICIRDAYAN BİSİKLET E(cid:374) so(cid:374) eli(cid:373)e (cid:271)ir kale(cid:373) alıp ö(cid:374)ü(cid:373)e (cid:271)ir kağıt koyduğu(cid:373)da (cid:862)Dost aşkı(cid:863)diyerek ağla(cid:373)ıştı(cid:373). Şi(cid:373)di ise Ali Lidar(cid:859)ı(cid:374), Z Raporu adlı kita(cid:271)ı(cid:374)daki(cid:862)i(cid:373)ka(cid:374)sız aşk(cid:863) (cid:862)hüzü(cid:374)lü aşk(cid:863) , hikayelerini okuduktan so(cid:374)ra yazıyoru(cid:373). Ağla(cid:373)ıyoru(cid:373) (cid:271)u sefer; üz(cid:373)edi, (cid:272)a(cid:374)a yakı(cid:374)dı. Kal(cid:271)i(cid:373)i çok okşa(cid:373)adı, yala(cid:374) yok, a(cid:373)a kır(cid:373)adı da: Kitap dostluğu(cid:374)u(cid:374) – dostluğun aslı(cid:374)da hatta kimine göre - en ideallerindendi . Güvenli, ş (cid:271)i ku(cid:272)ak aç(cid:373)ış (cid:862) (cid:863) geni ister gel.. ister gelme der gibiydi, gittim ben de.. Bahsettiği(cid:373) (cid:271)u hüzü(cid:374)lü aşk yazıları(cid:374)ı okudu(cid:373) ilk ö(cid:374)(cid:272)e. Ağlat(cid:373)adığı(cid:374)ı tekrar söylüyoru(cid:373) a(cid:373)a etkile(cid:373)ediği a(cid:374)la(cid:373)ı(cid:374)a gel(cid:373)iyor (cid:271)u. Be(cid:374)i ağlat(cid:373)aya(cid:374), (cid:271)e(cid:374)i etkile(cid:373)e şekliydi: (cid:862)Bu(cid:374)ları(cid:374) çoğu(cid:374)u söyledi(cid:373) (cid:271)e(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374)da, çok yakı(cid:374) geçti kal(cid:271)i(cid:373)e(cid:863)dedi(cid:373) ve o za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)u(cid:374)ları söyleye(cid:374) (cid:858) (cid:859) ben var ya, artık (cid:858) (cid:859) Güzel a(cid:374)(cid:373)ıyoru(cid:373) ke(cid:374)disi(cid:374)i yıllardır, ağlat(cid:373)adı (cid:859) hiç sevmem ben o beni. o yüzden , Ali Abinin bir suçu yok. Mela(cid:374)koli(cid:374)i(cid:374) (cid:271)ağı(cid:373)lılığı ve sarhoşluğuyla di kuyruğu(cid:373)u kovaladığı(cid:373) saç(cid:373)a (cid:271)ir hayat ken yaşıyordu(cid:373) Dahil olduğu(cid:373) orta(cid:373)larda, arkadaşlıklarda (cid:271)ir tek (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) la(cid:374)et hayatı(cid:373)da o zamanlar. herşey yolu(cid:374)da gidiyordu. E(cid:374) yakı(cid:374)ı(cid:373)daki i(cid:374)sa(cid:374)lar a(cid:374)(cid:374)e (cid:271)a(cid:271)a ayrılığı(cid:374)ı(cid:374) a(cid:272)ısı(cid:374)ı çekerke(cid:374), (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) - , (cid:373)utlu (cid:271)ir aile orta(cid:373)ı(cid:373) vardı?! (cid:862) (cid:863) neden mutlu ebeveynlerim Dün yine annemle kavga ettik.. diyordu i(cid:374)sa(cid:374)lar, (cid:271)e(cid:374) a(cid:374)(cid:374)e(cid:373)e sesi(cid:373)i yükselt(cid:373)eye yelte(cid:374)se(cid:373) ye(cid:373)ek fela(cid:374) yapıyordu, saçı(cid:373)ı okşuyordu, güldür(cid:373)ede(cid:374) veya e(cid:374) kötüsü derdi(cid:373)e, sıkı(cid:374)tı(cid:373)a ufak da olsa (cid:271)ir çözü(cid:373) su(cid:374)(cid:373)ada(cid:374) uyu tmuyordu e(cid:374)i. Bu (cid:374)asıl a(cid:374)(cid:374)elik b böyle?! (cid:862)Ba(cid:271)a(cid:373)ı özledi(cid:373)(cid:863) Babam ise hala gurbetteydi o zamanlar, arada bir cesaret edip der, duygula(cid:374)ırdı(cid:373); gülerlerdi (cid:271)a(cid:374)a. Özle(cid:374)e(cid:374) (cid:271)a(cid:271)a (cid:373)ı olur ya?! Ba(cid:271)a dediği(cid:374)i(cid:374) e(cid:374) iyisi despot olur, duyarsız olur, ilgisiz olur! düze(cid:374)li şekilde dayak ata(cid:374)dır (cid:271)a(cid:271)a(cid:374)ı(cid:374)! (cid:862)Ba(cid:271)a(cid:373)ı özledi(cid:373)(cid:863) En ideali alkoliktir, der, ağlardı(cid:373); sa(cid:374)ki ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) parası(cid:374)ı(cid:374) yet(cid:373)ediği (cid:271)ir şekeri yalıyor(cid:373)uşu(cid:373) gi(cid:271)i göz dikerlerdi, kıska(cid:374)ırlardı, susturulardı (cid:271)e(cid:374)i hatta. E(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)da eli(cid:373)de(cid:374) de aldılar o şekeri, yere atıp toprağa ladılar. Ki(cid:373)se kaza(cid:374)(cid:373)adı, sade(cid:272)e (cid:271)e(cid:374) kay(cid:271)etti(cid:373). Kay(cid:271)ettiği(cid:373) tek şe o değil(cid:373)iş sade(cid:272)e, adı (cid:858) (cid:859) bu y sevgi ola(cid:374) şekeri(cid:374) te(cid:373)izliği(cid:374)e ola(cid:374) i(cid:374)a(cid:374)(cid:272)ı(cid:373)ı da kay(cid:271)et(cid:373)işi(cid:373). Belki de her şekeri(cid:374) toprağa (cid:271)ula(cid:374)(cid:373)ış ol(cid:373)ası, k ol(cid:373)ası gerektiği(cid:374)e i(cid:374)a(cid:374)(cid:373)ışı(cid:373) şi(cid:373)di düşü(cid:374)ü(cid:374)(cid:272)e.. buru Aşka dalaş(cid:373)aya (cid:271)aşladığı(cid:373)da da saflığı(cid:374)ı i(cid:374)kar eder(cid:272)esi(cid:374)e ha(cid:373)le yaptı(cid:373) uzu(cid:374) süre (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a. Baksa(cid:374)ıza, (cid:374)asıl yapış(cid:373)ışsa dili(cid:373)e, (cid:858)dalaş(cid:373)ak(cid:859)diyoru(cid:373). Aşk (cid:271)u, aşk! İt (cid:373)i, köpek (cid:373)i, dalaş(cid:373)ak (cid:374)edir?! Mutluluktur, huzurdur aşk! Bili(cid:374)dik (cid:271)ir (cid:373)utluluk, huzur ta(cid:271)losu çizeyi(cid:373) size: Ilık (cid:271)ir ilk(cid:271)ahar gü(cid:374)ü, öğle(cid:374) saatleri, hafif yokuş aşşağı, ye(cid:374)i asfalt atıl(cid:373)ış (cid:271)o(cid:373)(cid:271)oş (cid:271)ir yolda (cid:271)isiklet sürüyorsu(cid:374)uz. Bu (cid:373)uazza(cid:373) hissi daha fazla arttır(cid:373)ak adı(cid:374)a yapa(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)iz (cid:271)ir şey varsa, (cid:374)edir? Eğer yapa(cid:271)iliyorsa(cid:374)ız, direksiyo(cid:374)da(cid:374) çeker, kolları(cid:374)ızı ya(cid:374)lara doğru açar, rüzgarı(cid:374) deye(cid:271)ile(cid:272)eği ala(cid:374) en fazla ellerinizi yüzeyi(cid:374)i eli(cid:374)izde(cid:374) geldiği(cid:374)(cid:272)e arttırır ve (cid:271)ir şarkı (cid:373)ırılda(cid:374)ırsı(cid:374)ız. Mırılda(cid:374)(cid:373)ak (cid:374)e de(cid:373)ek, (cid:271)ağıra çağıra söylersi(cid:374)iz! İşte (cid:271)e(cid:374) (cid:271)öyle (cid:271)ir yolda (cid:271)isikleti(cid:373)le giderke(cid:374) aşka doğru, eli(cid:373)deki ço(cid:373)ağı ö(cid:374) tekerleğe sokup takla atardı(cid:373) (cid:271)isikletle (cid:271)era(cid:271)er. (cid:859)ı(cid:374) aşkları(cid:374)ı, özle(cid:373)leri(cid:374)i okurke(cid:374) ke(cid:374)di(cid:373)i gördü(cid:373) işte. Kulağa hoş gele(cid:374), yaşa(cid:373)ası Ali Lidar çeki(cid:272)i görü(cid:374)e(cid:374), sarhoş ede(cid:374) a(cid:373)a yıkı(cid:272)ı hislerdi (cid:271)u(cid:374)lar. Kal(cid:271)i(cid:373)i(cid:374) yakı(cid:374)ı(cid:374)da(cid:374) geçti dedi(cid:373), çü(cid:374) kü değ(cid:373)edi (cid:271)u sefer; izi(cid:374) ver(cid:373)edi(cid:373). Bisikletle takla at(cid:373)aya (cid:271)aşladığı(cid:374)ızda dura(cid:373)aya(cid:272)ağı(cid:374)ız (cid:271)ir yokuştur çü(cid:374)kü (cid:271)u (cid:373)ela(cid:374)koli; şa(cid:374)ssızsa(cid:374)ız, yal(cid:374)ızsa(cid:374)ız, ke(cid:374)di(cid:374)izde(cid:374) geriye hiç(cid:271)irşey kal(cid:373)aya(cid:374)a kadar o taze asfaltı(cid:374) sürtü(cid:374)(cid:373)esiyle yok olursu(cid:374)uz. sürdü a(cid:373)a yaraları(cid:373) iyileşti ve o (cid:271)isikleti ta(cid:373)ir et(cid:373)eyi (cid:271)aşardı(cid:373) (cid:271)e(cid:374). Sakı(cid:374) Zor oldu, uzun hayatı çözdüğü(cid:373)ü düşü(cid:374)düğü(cid:373)ü sa(cid:374)(cid:373)ayı(cid:374)! Güzel ka(cid:271)uklar (cid:271)ağladı o yaralar, hepsiyle gurur gı(cid:272)ırtıları(cid:374)ı(cid:374) yarattığı (cid:373)üzikle, yavaş ve saki(cid:374) (cid:271)ir şekilde, duyuyorum. O dökük bisikletin ahenkli kahkahaya hep (cid:272)ürret ede(cid:373)ese(cid:373) de istikrarlı, ke(cid:374)di(cid:374)e güve(cid:374)e(cid:374) (cid:271)ir gülü(cid:373)se(cid:373)eyle ilerliyoru(cid:373) hala o yolda. A(cid:374)(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) al(cid:374)ı(cid:374)da(cid:374) öpüp iyi ge(cid:272)eler diliyor, kitap oku(cid:373)ası (cid:271)iti(cid:374)(cid:272)e odası(cid:374)ı(cid:374) ışığı(cid:374)ı kapatıyoru(cid:373); o (cid:271)a(cid:374)a çok gördüğü(cid:374)üz (cid:271)a(cid:271)ayı öptükte(cid:374), o(cid:374)a sarıldıkta(cid:374) so(cid:374)ra uyuyoru(cid:373), (cid:271)ulutlar yatağı(cid:373) oluyor İki küçük dudağı(cid:374) arası(cid:374)da(cid:374) haykırış olarak sıçraya(cid:374) (cid:271)ir sevgi, yüreği(cid:373)i(cid:374) dağları(cid:374)ı her gece benim. sallıyor, hayatı daha da sevdiriyor (cid:271)a(cid:374)a. Ali Lidargi(cid:271)i güve(cid:374)li, ge(cid:374)iş (cid:271)i ku(cid:272)ak açıyoru(cid:373) hayata a(cid:373)a (cid:862) (cid:863)diye (cid:271)ağırıyoru(cid:373). (cid:862) (cid:863) onun aksine, Gel! Gel, gerekirse yürürüz beraber.. . Gözdenur Doğru UFUK ÇİZGİSİNDE BİR HAYAT Hayat, en çok denize benzemez mi? Bazen fırtınalar kopar, dalgasından geçilmez; bazen de düşünceli bir hâle bürünür; durgunlaşır. İster durgun olsun ister dalgalı, o dalgalar eninde sonunda ufuk çizgisinde biter. İşte o yüzden deniz sonsuz değildir, tıpkı hayat gibi. 19 yıllık hayatımı bir sahil kasabasında geçirdim. Ankara’dan her eve dönüşümde o sahil beni çağırır yanına. Bazen sevinçle karşılar, bir rüzgar estirir yanaklarıma doğru, öper beni. Bazen de üzgün olur, griye dönüşür, köpürdükçe köpürür. Küçükken oyuncak bebeğimi üzerinde uyuttuğum, ilk aşık olduğumda gözyaşlarımı üzerine bıraktığım, üniversiteyi kazandığımda ise sevinçten üzerinden atladığım ahşap kokan iskeleye otururum. Yaşadıklarımı anlatırım ona, neye üzüldüysem, güldüysem hepsini anlatırım. Anlattıkça içime huzur dolar, içim huzur doldukça deniz de durulur sanki. Deniz ile ilgili anılarıma Wesley ve Bill’de artık dahil olacak. Hayranlıkla okuduğum kitaptan çıkıp ahşap iskelede yanıma oturacaklar. Kitabı okurken demek istediklerimi yüzlerine karşı çekinmeden söyleyeceğim. Bill’de kendimi gördüğümü, Wesley gibi bir arkadaşa ihtiyacım olduğunu itiraf edeceğim onlara. O sırada bir dalga çarpacak iskeleye, belki biraz ayaklarımız ıslanıp üşüyecek. Ben ve Bill biraz sinirleneceğiz ama ilk kahkahayı Wesley patlatacak. Sonra hep bir ağızdan gülüşüp devam edeceğiz sohbete. Sanki dünyayı kurtaracakmışız gibi ciddi tartışmalarımız olacak. En sonunda yine özgürlüğü konuşacağız. Özgürlüğü başladık mı konuşmaya hepimizin ruhu serpilecek, tıpkı kitabın yazarı Jack Kerouac’ın istediği gibi. Deniz sonsuz bir güç gibi geliyor çoğu zaman insana. Sahi o kadar güçlü mü deniz? Dünyanın her yerini mavi kollarıyla saran, sesiyle insana cenneti çağrıştıran deniz, hayatımızı kurtarabilir mi gerçekten? Rayından çıkmış hayatımıza yeniden yön verebilir mi? Makinelerin yerini alıp onlarca ezilen işçinin acısını dindirebilir mi mesela? Bir dalgayla gelip o sudan mavi kollarıyla eline bir kürek alıp bir madene girebilir mi? Kafasına ışığının yarısı yanan bir baret takıp kaç metre dayanabilir yerin altında? Yerin altına indikçe sudan mavi kollarını emmez mi o toprak? Emer, kurutur onun suyunu. O yüzden deniz, bir işçinin yerini alamaz hiçbir zaman. Her şeye çare olamaz. Tek yapabildiği: yerin karanlığından çıkıp onun kıyısına oturan, ona içini açan işçilerin yüreğine mavi sularından serpmek. İşte sular serpildikçe insanın yüreğine hayatındaki acıları beş dakikalığına da olsa unutur, ruhu ferahlar o kıyıda. Kafamda bir baretim ya da sırtımda bir buğday çuvalım yok. Yine de bazen benim de ruhum ferahlamak istiyor. Yaşımdan mıdır bilinmez, kaçmak istiyorum. Kıyıların aslında sınırlar olduğunu her fark ettiğimde süvarimle beraber gitmek istiyorum buradan. Benim süvarim: babam. Kendimi bildiğimden beri denizde babam. Belki de o yüzden kıyılar benim için geçiş hakkımın olmadığı sınır. İlk karnemi aldığım gün, dedemin hayata gözlerini yumduğu gün, gitar çalmaya başladığım gün… Bu günlerde bile geçiş izni alamadım o sınırdan. Bir an atlamak istedim ama karnem ıslanmasın, gitarım su olursa paslanır diye atlayamadım. Ama yine kızamıyorum o sınıra. Eninde sonunda babama kavuşturuyor beni. Süvarime kavuştuğum zamanlarda kıyılar sınır olmaktan çıkıyor, koruyucu çit oluyor benim için. Ne kaçasım geliyor ne de ruhum ferahlamak istiyor. Çitler hüznümü, huzursuzluğu atıveriyor başka kıyılara. Ne olmuş sanki her şeye çare olamıyorsa deniz? Sonsuz değilse, ufuk çizgisinde tükeniyorsa gücü… Birçok insanı mavi kollarıyla sarmalıyor, kendi ufuk çizgisini göstererek teselli ediyor onları. Koskoca denizin bile sonsuz olmadığını anlatıyor. Daha da önemlisi, hayatın bir iki kulaç atmak kadar hızla gelip geçtiğini… Mert Can Arıcı NBA TARİHİNE KEYİFLİ BİR YOLCULUK Dünya basketbolunun gözbebeği haline gelmiş, basketbola ilgi duyup duymaması fark etmeksizin neredeyse herkesin keyifle izlediği Amerikan Basketbol Ligi, bilinen adıyla ‘’NBA’’, son yıllarda sosyal medya ve teknolojiyi de etkin kullanarak sevilen markasını pazarlama konusunda bir uzman haline geldi. Bu başarının mimarı olan ekibi tanımamakla beraber Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’da açtıkları ‘’NBA Fan Zone’’ isimli sergi beklediğim kadar yankı bulmadı ancak bir basketbolsever olarak içtenlikle söyleyebilirim ki İstanbul’un sosyal kalbinde konumlanmış Demirören İstiklal’e adım atıp bilet gişesini gördüğüm anda bile heyecanlandım. Böylesine önemli bir sergi için bedava sayılabilecek bilet ücretini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Öğrenci indirimi olduğunu duyduğumda şaşkınlığım ve coşkum önemli ölçüde arttı. İçeride geçirdiğim her dakikadan keyif aldığım bu sergiden biraz daha detaylı bahsetmek istiyorum. Haziran ayının başlarındaki İstanbul ziyaretimde beni ağırlayan en yakın arkadaşımla gitmeye karar verdiğim bu sergi, yürüyen merdivenlerden iner inmez genç ve enerjik bir görevlinin elimize tutuşturduğu, üzerinde sorular olan birer kâğıt ve ufak birer kalemle başladı. Kâğıtta 6-7 adet soru vardı, her ne kadar soruların çoğu bana oldukça basit gelse de herkesin ilk bakışta cevaplayamayacağı sorulardı. Bu sergide bana eşlik eden en yakın arkadaşım Ali’nin kâğıda bakışlarını gören görevli kadın gülümseyerek soruların cevaplarının sergide olduğunu söyleyince elimizde kâğıt kalem içeri geçtik. Bizi girişte takımların flamaları karşıladı. İçeri girdiğim andan itibaren dikkatimi cezbeden ilk şey ışıklandırmaydı. Yürüdüğümüz patikaya benzeyen yolda karşıya bakınca hep bir karaltı görüyorduk ve bu merakımızı artırmakla beraber nerede duruyorsak o kısmı incelememizi sağlıyor ve dikkatimizi oraya yoğunlaştırmamıza yardımcı oluyordu. Bizi ana alana ulaştıracak koridorda sağ ve solumuzda kronolojik olarak NBA’nın kilometre taşlarının yazdığı bir çizelge vardı. Benim ilgimi çekmiş olmasına karşın sergiyi benim kadar hevesli gezmeyen biri için sunumu sebebiyle sıkıcı bir kısımdı. Birçok yazının bulunduğu ve birçok bilginin verildiği bir kısım daha estetik ve ilgi çekici olsa daha çok kişi okurdu diye düşünüyorum. Sergideki ana alana girince karşımıza sanal gerçeklik gözlüklerinin olduğu bir bölüm çıktı. Son smaç yarışmasının bu gözlüklerle dört dakikalık bir özetle izlendiği bu bölüm bu gözlükleri ilk defa kullanan biri olarak beni etkiledi diyebilirim. Gözlükleri görevliye teslim ettikten sonra sağıma döner dönmez gözlerim ışıldadı. Efsane oyuncuların formalarının bir mücevher gibi spot ışıkları eşliğinde sütunlar halinde sergilendiği bu kısım bana kalırsa serginin en güzel kısmıydı. Bir çocuk gibi sütunlar arasında turladım durdum. Adeta serginin içinde koşturuyordum. Basketbolun büyüsü bu sporla haşır neşir olan biri için eşsizdir, fakat bu basketbol değil, düpedüz NBA büyüsüydü! Basketbolun zirvesi olan bu ligi keyifli kılan ana etmen parkede oynanan oyunun kalitesinden çok izleyicisini etkisi altına alan elitlik ve kalite. Dünya’nın en keyifli sporunun en üst seviyesine tanık olduğunuz hissi tıpkı ekran başında olduğu gibi iliklerinize kadar işliyor burada da. Bu nadide formaların büyüsünden biraz olsun kurtulduktan sonra sevdiğim oyuncuların formalarını da kadraja alarak birkaç öz çekim yaptım. İşim bitince telefonumu cebime koymaya hazırlanırken şampiyonluk kupasının bire bir ölçülerdeki maketinin sergiye gelenlerin fotoğraf çektirmesi için boş bir alana konulduğunu gördüm. Fotoğrafımızı çekmesini rica ettiğim kişiyi ve hatta Ali’yi dahi bıktıracak kadar fazla zaman harcadım orada ama emin olun buna fazlasıyla değdi. Fotoğraflardan birini anında sosyal medyada paylaştım. Telefonun ekranına hızlı hızlı dokunurken gülümsememe engel olamıyordum diyebilirim. Bu alanda işimiz bitince Avrupalı oyunculara ayrılan bir bölüme çıkardı bizi yürüdüğümüz koridor. Önceki odaya nazaran burası biraz sönüktü sanki. Bu odada tüm takımların formaları ve bazı oyuncuların el ve ayak izleri sergilenmişti. Bu izlerin ölçülerini kendi el ve ayak izlerimizle kıyaslayabilme imkânı sunan bu kısım beni hayal kırıklığına uğrattı. Sergiyi gezen başka insanların bu bölüm hakkındaki yorumları doğrultusunda artan beklentilerim sebep oldu buna muhtemelen. ‘’Beklentiler daima yaralar.’’ Shakespeare’e* bir kez daha hak vererek ellerimi ve ayaklarımı izlerin üzerine yerleştirdim. Azıcık hayal kırıklığına uğramış olsam da basketbolla ve NBA ile iç içe olmaktan son derece mutluydum. Serginin son odasında piyasaya sürülen son NBA oyununun oynanabildiği oyun konsolları vardı. İnsanları eğlendirmesine karşın serginin dokusunu bozduğunu düşündüğüm ve ürün tanıtımına benzettiğim bu bölümde vakit harcamadık ve serginin çıkışı olan, belki de hayatımda kullanmayı en sevdiğim iki şeyin bir arada bulunduğu yere geldik: top ve pota. Burada da çocuklar gibi şut yarışması yaptıktan sonra büyülü yolculuğun sonlanmasının yarattığı durgunlukla sergiden çıktık. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, sergi sırasında bize eşlik eden müzikler çok doğru seçilmişti. İnsanları havaya sokmak konusunda müziğin üstüne yoktur zaten. Bazı kısımları beklentimin altında kalsa da basketbola ilgiyi artırmak ve sporun da oldukça ilgi çekici bir kültürünün ve tarihinin olduğunu herkese göstermek amacıyla yapılan her etkinlik gibi bu sergi de beni memnun etti. Spor en sade haliyle de güzeldir ama onu ilgi çekici yapan görselliği ve içinde barındırdığı duygu yüklü hikayelerdir. Sergi boyunca attığım her adımdan keyif aldım ve bu serginin Türkiye’de organize edilmesinden memnuniyet duydum. Basketbol özelinde sporu ve sporun bana hissettirdiklerini seviyorum. Sporu hayatımın merkezine koyum sporun ekseninde yaşamayı da seviyorum. Naçizane tavsiyem: Sporu hayatınızdan asla eksik etmeyin ve barındırdığı hikayelerin satır aralarında dolaşmaktan çekinmeyin. Spor hem fiziksel hem de zihinsel bir terapidir. *William Shakespeare’in bu sözü nerede ve ne zaman söylediğine dair kanıtlanmış bir bulgu yoktur. Kaynakça  http://image.istanbul.net.tr/uploads/2017/05/event/nba-fan-zone-770x470.jpg  http://www.biletix.com/static/images/live/event/eventphotos/nba-fone-13.jpg  http://www.finspor.com.tr/profesyonel/images/stories/haberler/01.jpg  Ve kendi objektifimden bazı fotoğraflar Merve Nur AŞKAR YİNE GELSİN YİNE GİDERİM (İbrahim Maalouf’un Illusions albümünün kapağı, 2013) 22 Mayıs 2013 tarihinde Ankara Cer Modern’de harika bir konser olduğunu öğreniyorum, çok sevdiğim bir müzisyenin konseri. Gidip canlı canlı dinleyebilmek için inanılmaz bir istek duyuyorum içimde. Bu konseri benim kadar istekle bekleyen bir arkadaşım daha var, birlikte gitmeye karar veriyoruz. Bütün planlarımızı bu konseri düşünerek yapıyoruz, alıyoruz biletleri, sabırsızlıkla beklemeye başlıyoruz hayranı olduğumuz sanatçının canlı performansını. Tam konser günü geliyor, akşam oluyor fakat; konsere iki saat kala bir yakınımın sağlık sorunu nedeniyle il dışına gitmem gerekiyor. Bütün hevesim kursağımda kalıyor, üzgün üzgün yollara düşüyorum. Arkadaşım bensiz gidiyor konsere, ben de görebileyim diye videolar, fotoğraflar çekiyor. Ama hiçbir şey, o atmosferde o müziklerle coşmak gibi olmuyor, “Bir konser daha olsun lütfen.” diye diye bir buçuk seneyi geçiriyorum. Ta ki, 2014 Eylül’ünün ilk günlerine kadar. Çünkü o sıralarda 24 Ekim 2014’te Ankara’da tekrar konser vereceğini öğreniyorum bu sanatçının. Alıyoruz biletleri yine aynı hevesle, bu sefer herkese söylüyorum o gün bana ulaşamayacaklarını. Bir sorun çıksa bile ne yapıp edip gideceğimi tekrar ediyorum içimden hep. Bu sefer -çok şükür ki- bir sorun çıkmıyor ve o atmosferi yaşıyorum. 24 Ekim 2014 tarihinde kendim için çok iyi bir adım atarak, ünlü trompetçi İbrahim Merve Nur AŞKAR Maalouf’un Illusıons albümü kapsamında hazırladığı Ankara konserine gidiyorum. Müziğin güzelliğini bir kenara bırakarak, konsere genel olarak bir göz atmak istiyorum başlangıçta. MEB Şura Salonu’nda yapılan konserde, her şeyden önce ışık şovlarına hayran kaldım. Parçaların ritimlerine ve bazen de sözlerine uygun olarak planlanan ışık şovu rüya gibiydi, dinleyiciler üzerinde müziğin etkisini artıran çok güzel bir ögeydi; keskin ses değişimlerinde sertçe, sakin ritimlerde yumuşak geçiş yapan dev ışıklar. “O sahnede olsaydım, heyecanımı yenebilmek için en çok bu ışık şovundan faydalanırdım, misafirler bu muazzam görüntüyü izlerken hatalarıma dikkat edemezdi.” diye geçirdim içimden. Nitekim de böyle oldu, sahneyi bütün olarak izlerken, konserin güzellikleri bütün hataları silip süpürdü. Işıklara dikkat ederken seslerin güzelliğini kaçırdığımı düşünmeye başlayıp müziğe odaklandım ve hayatımın en güzel gecelerinden birini geçirdim. İbrahim Maalouf, Lübnan doğumlu ve Fransız asıllı bir şarkıcı. Müzisyen babasının icadı olan dört sübaplı trompetle harikalar yaratıyor yıllardır. Dinlediğim zaman “Nasıl olur da bu kadar duygu dolu şarkılar, trompetle bu kadar güzel çalınabilir?” diye düşünmeden edemedim. Maalouf’u ilk dinleyişimi dün gibi hatırlıyorum, aynı gün içinde hem annem hem de müzik kulağına hayran olduğum erkek arkadaşım dinlemem için o şarkıyı göndermişlerdi bana, They Don’t Care About Us. Aslında Michael Jackson’ın yaptığı bu harika şarkıyı, Maalouf yeni birkaç düzenleme ile özel trompetiyle çalmıştı. Bir seneden fazla geçmiş olmasına rağmen, bu şarkıyı dinlerken neler hissetiğimi detaylarıyla hatırlıyorum. Böylelikle sıkı bir dinleyicisi oldum, İbrahim Maalouf beyefendinin. Ankara’daki ilk konserinden çok farklı olduğunu söylüyor arkadaşım bu konserin. Ekibindeki diğer trompetçilerle yan yana durarak sahnenin açılışını yaptığı için şaşırıyorum ünlü sanatçıya, nasıl göründüğünü ya da kim olduğunu bilmesem “Hani sanatçı? Burada sadece orkestrası var.” diye düşünürdüm. Bu durumu sorguladığımda, sanatçının ne kadar mütevazı olduğunu anlıyorum, kendini ekibinden ayrı tutmadığını. Lübnanlı müzisyenin; ego gösterisi yapmak yerine, ekibiyle bir bütün olduğunu ve onlarsız müziğinin eksik kalacağını vurgulamıştı. Müziğiyle, görsel şovlarıyla, tavırlarıyla ve konserde çaldığı şarkılarının hikayelerini anlatışıyla unutulmaz bir atmosfer yaratmıştı ünlü trompetçi. Bu konserde yeni şarkılarını çalması daha da güzeldi, az bilinen ya da henüz popüler olmayan parçaları ilk dinleyenlerden olmak müthiş bir histi. Ben bir sonraki Ankara konserini hayal etmeye başladım şimdiden; insanın kendine yatırım yaptığını, kişiliğine güzel değerler kattığını hissettiren organizasyonlar her zaman bulunamıyor ne yazık ki. Davet edebildiğim herkesi de davet edeceğim bir dahaki sefere, bu müziği dinleyebilmeleri için. Böyle güzel hisleri ve tınıları sadece kendime saklamak çok büyük bir bencillik örneği olur çünkü. Hilal Sena Balandı 21501631 Bir Cümlelik Hayatlar Her gün onlarca insan biz farkında olmadan geçiyor birer birer hayatlarımızdan. Bazen bir bakışla, bazen bir kahkahayla, bazen ise hızlıca adımlarıyla bir şekilde yaşamımıza katılıyor insanlar tramvaylarda, meydanlarda, parklarda… Çoğunun hayatımızda hatrı sayılır bir anlamı yok, kimisiniyse ömrümüze katıyoruz kendi ellerimizle. Dost oluyoruz, aşık oluyoruz ya da sadece “kanımız ısınıyor” ve arkadaş oluyoruz. Sorsanız bir nedeni de yok çoğu zaman. Aşkın nedeni mi olur? Mantıklı bir sebep bulabilsek adı “aşk” olur mu? Ya da dostlarımızı küçük defterimize yazdığımız “kriterlerimize” göre mi seçiyoruz? Tabii ki hayır. Bir nedenden, iç ısıtan bir hissiyattan doğan samimiyetle tanıdığımız insanlar yıllarca hayatımızda kalıyor kimi zaman. Doğal gelişiyor aşk ve dostluk, doğallığın güzelliğini taşıyor. Bazen, özellikle de gece vakitlerinde, başka hayatların düşüncesini, imgelerini alır taşırım zihnime. Hayatı bir başkasının gözünden görmeye çalışır, şahsın mevcut hayatının hayallerine dalarım. Çocukluğumdan beri yalnız başımayken pencere başına tüneyip gelip geçen insanların hayatlarını zihnimde betimlemek bana ayrı bir tat vermiştir. Görüntülerinden, adımlarının hızından hatta mimiklerine kadar görebildiğim her ayrıntıdan bir anlam çıkarıp kurgularım zihnimde. Geçip giden insanların hayatına sahip olduğumu düşünüp, bir nevi empati kurup, hissetmeye çalışırım hissettiklerini. Düşündüm de, pek kimse yapmaz bunu. Yapmak istemez. Çünkü ağırdır her hayatın yükü… Birçok insan önce “Benim yüküm bana yeter.” diye düşünür sonra da bırakır başka hayatların senaryosunu yazmayı. Tam da bu noktada başka hayatların yükünü alana, almayana Mario Levi “Bir Cümlelik Aşklar” kitabıyla göstermiş her gün yanımızdan gelip geçen hayatların boğucu sıradanlıklarının yanı sıra büyüleyici taraflarını. Her bir öykü öyle gerçek hayattan izler taşıyor ki sanki biri size dönüp, tanıdığınız biri hakkında bir hikâye anlatıyor. Hayatın farkına varmamız adına güzel bir özellik taşıyor yapıt. Mahallede her gün yanınızdan geçen esnafın kızı Ayşe, her sabah saat dokuz sularında ısrarla durakta karşılaştığınız iyi giyimli ama mutsuz görünen adam, camın önünde bekleyen yaşlı Semra teyze… Onların hayatını betimlememiz için birkaç kelime yetiyorken, aslında hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Mesela Semra teyze her gün çocuklarını, torunlarını bekliyor gelsinler de yüzlerini göreyim diye. Sonra umudu kesip akşama kadar dalıyor televizyon kanallarına. Ne yapsın kadıncağız? Semra teyzenin ya da Mehmet amcanın ya da yoldan geçen herhangi birinin dışarıya yansıttığının yanı sıra bir kişilik, bir hayat ve derin duygular taşıyabileceğini unutuyoruz çoğu zaman. Yüzeysel bakıyor, yargısız infazlara bayılıyoruz Türk toplumu olarak. Gerçi düşününce, herkes kendi hayatının derdine düşmüş durumda. İnsanlar evini geçindirip huzur bulana kadar çevresinde olup bitenleri düşünecek vakit bulamıyor. Gençler kafalarını telefonlarından kaldırmıyor, orta yaş grubu ise kazanıp evini geçindirecekleri paranın derdinden kendilerini unutmuş hâlde… Onca derdin, koşturmacanın arasında da insanların hayatı nasıl, kimler ne zorluklar ya da ne güzellikler yaşıyor diye düşünmektense kim ne giymiş diye bakmak toplumumuzun işine geliyor haliyle. Bu durum bizleri çevremize karşı duyarsız bireyler haline getiriyor. Komşularımızla selamlaşmaz, ihtiyacı olan insanlara yardım etmez oluyoruz. Özetle bencilleşiyoruz. Her hayatın kendine özgü problemleri, sevinçleri ve değeri vardır. Ve bu hayatların farkında olup, onları hissedebilmek eminim ki insanlara duyarlılık katacaktır. Umuyorum ki bu farkındalığın getirdikleri ile dünyayı ve hayatı algılayış şeklimiz değişecek, bencilliğimizi bir kenara bırakıp başka hayatların en az sahip olduğumuz hayat kadar değer taşıdığı düşüncesini benimseyeceğiz. Kaynakça: Levi, M. (2016). Bir Cümlelik Aşklar. İstanbul: Everest Yayınevi. Ceyda Tekalp Yıllar Önceydi, Çok da Güzeldi “Önce güzelce okulunu oku, bir iş bul, sonra hali vakti yerinde uygun bir damat adayı getir bize, hayırlısıyla torunlarımızı da sevelim güzel kızım.” Her çocuğun hayallerini şekillendirmesinde doğal olarak en büyük rolü ailesi, onu yetiştiren büyüten insanlar yer alır ve her kız çocuğu ailesinden hayatının bir döneminde yazıma başladığım cümleleri duymaz mı? Bu cümlelerin aynılarını erkek çocukları da güzel bir gelin, iyi bir kariyer gibi değişikliklerle duymaktadır. Peki, sizce bu cümleler çocuklarımızın hayallerini şekillendirirken aynı zamanda da kısıtlamaz mı? Çocuklarımız okula ilk başladıklarında, ilk aşık olduklarında bu cümleleri aile fertlerinden duymaya başlarlar. İlişkilerine, hayallerine bu doğrultuda bakmaya başlarlar. Kağıt üzerinde yazılı olan hayatlarına ulaşmaya çalışırlar bir nevi… Bunu kimse sorgulamaz, bir anda çocuk olmaktan ve saf düşüncelerinden sıyrılıp, yaşamak zorunda oldukları hayatlara adım atarlar. Bu hedeflerine ulaşamayınca üzülürler, hayal kırıklıklarına uğrarlar. Peki, her çocuğun hayali evlenmek, maaşı iyi bir işte çalışıp çocuklarına para götürmek mi olmalıdır? Bir çocuk pilot olup köpeğiyle birlikte tüm dünyayı gezerek geçirmek isteyemez mi mesela bu dünyadaki günlerini? Kendimize ve çocuklarımıza koyduğumuz sınırlı gelecek hayalleri (daha doğrusu planları) yüzünden böyle farklı hayaller kurup mutluluğu yakalayamayan, evli, mutlu, çocuklu bir hayat kurup bunlarla yetinmek istemeyen ama hayatın ona çizdiği küçük çerçeveden de dışarı çıkmaya korkan bir sürü insanla dolu aslında çevremiz. Gayet mutlu görünseler de, içinden gelenleri yapamamış olmanın, kurallara uymuş olmanın verdiği buruk acılarla dolu birçok insanın yüreği. Evlenmek istemeyen ama aşık olduğu adamla tüm dünyayı gezmek isteyen bir kızın önündeki engelleri bir düşünsenize; “Evlenmeden olmaz, hani nerede bizim torunlar yaşınız geldi de geçiyor, gezmeye para harcayacağınıza biriktirin de bir düğün yapalım.” Onlara benimsetilen bu hasarlı ahlak kavramı, hasarlı çocuklar yetiştirmemize sebep oluyor olamaz mı? Arkasına dönüp baktığında çocukluğu boyunca bu hayatı yaşaması için yontulduğunu, hata yaptığı zaman hatalarının çevresi tarafından ustaca düzeltildiğini, deneyerek öğrenmeye çalıştığı zaman cezalandırıldığını ve böylece yetişkinliğe erkenden adım attığını fark eden bir birey… Ne zaman bu kadar normalleştiğini, ne zaman saf hislerini kaybettiğini sorguladığında her şey için çok mu geç kalınmıştır sizce? Yoksa hiçbir şeyi umursamadan kaybettiği yılları yaşamaya çalışsa mutluluğu yakalayabilir mi? Adı kadar renkli olan Renkli Rüyalar Oteli’nin ana karakteri Nihan gibi cesaretiyle bütün toplumsal kuralları yıkarak değişebilir mi? Bütün bunları düşünerek kendinizi sorgulayın. Acaba sizin içinizden geçenler neydi? Toplumumuzdaki ahlak kuralları gereği sınırlandırmalar evlenmek, çalışmak, çoluk çocuğa karışmak gibi eylemlerle de kalmıyor, öznelere de sınırlandırmalar koymaktan çekinmiyor. Ailemizin ön yargılarının oluşturduğu “O sana denk mi? Bir kendine bak bir de ona. Maaşı yeterli mi sence ideal bir koca olabilmek için?” gibi cümleler çıkıyor karşımıza. Yani sadece evlenme hedefimizin gerçekleşmesi yetmiyor, bir de ailemizin bize uygun gördüğü bir insan bulmamız gerekiyor. Hayatta her şeyin denklikler; kültür denkliği, maddi denklik gibi şeylerden ibaret olduğunu sanıyor ve aslında çok yanılıyoruz. Davul bile dengi dengine mantığı… Fakat bence hiçbir birey kimin kiminle mutlu olacağını bilebilecek kadar nitelikli değildir. Böyle aşık olduğu insan soğutulup uzaklaştırılan bir bireyin, sonrasında mutlu bir evlilik yapması pek de mümkün değildir. Çünkü bu bireyin içinde kalmış olan şey sadece bir hayal değil, kalbinin derinliklerine gömülmek zorunda kalınmış bir aşktır. Nihan’ın kitap boyunca geçirdiği değişimlerin sebebi içinde kalmış, yarım bırakılmış hayatını yaşamak istemesiydi bence. Kendi yolunu kendi çizmek, yaptıklarının sonunda çok mutlu da olsa, eskisinden çok daha mutsuz da olsa, pişmanlıklarını da, sevinçlerini de kendi denemek ve görmek! Bu kitap, bu büyük değişim benim hayatıma hiç bakmadığım bir pencereden bakmamı sağladı. Kendimi, yaşadıklarımı ve çevremdeki etkenleri sorguladım ve bir kere daha ailemle gurur duydum. Beni sınırlandırmadan, nasıl mutlu olacaksam öyle yaşamam gerektiğini anlatarak büyüttüler beni. Bu sebeptendir ki ben her şeyi deneyerek öğrendim; üzülerek, gecelerce ağlayarak, sevinerek, sevinçten dans ederek! Her duyguyu kendi yaptıklarımla tattım ve hemen büyümek zorunda bırakılmadım. İçimdeki saf duyguları kaybetmek zorunda bırakılmadım. Benim de ileride anne olursam sergileyeceğim davranış annemden gördüğüm bu güzel ve anlayışlı davranış olacak. Ama eğer içinizde bu yazıda vermiş olduğum örnekleri yaşayarak, bu satırları okurken hayatını bir çerçeveye hapsedilmiş gibi hissedenler olursa, sakın durmasın. Hayatını kendi avuçları içine alıp kısıtlayıcı düşüncelerden kaçsın! Üzülmeyi de, mutlu olmayı da göze alıp harekete geçsin. Çünkü elinizde size verilen sadece bir hayatınız var, bir gününün bile “Keşke, keşke hissettiğim gibi yaşasaydım.” diyerek geçmesine izin vermemelisiniz. Kaynakça: “Felsefi Karikatürler” cnnturk.com 18.04.12 Web. 25.10.16 Baran E. (2016).Renkli Rüyalar Oteli. İstanbul: Okuyan Us Yayınları. DÖNME DOLAP’TAKİ BENİM HAYATIM Yoğun sınav döneminin ardından ilk hafta sonum. Geceden alarmı kurmamıştım. Vücudum ne zaman uyanmak isterse o zaman uyanacaktım. Cumartesi sabahıydı. İyice uykumu almıştım. Ufak tefek atıştırmalıklarla kahvaltımı yaptıktan sonra en sevdiğim şeyi yapacaktım: Kahvemi içerken yoldan geçen insanları izlemek. Kahvemi aldıktan sonra salondaki boy aynasında kendime baktım. Yüzümde özgürlüğün getirdiği belli belirsiz bir gülümse vardı. Sınavlar arasındaki bu kısa boşlukta -belli ki çarçabuk geçecek- kendimi mutlu hissediyordum. Anı yaşamayı seviyordum. Ana caddeye bakan pencereme gittim. Kahvemi yudumlarken bir sağa bir sola koşuşturan insanları izliyordum. Yaşam telaşesi nasıl da büsbütün sarmış insanlığı. Kim bilir hangi hayaller için koşuşturuyorlardı. Hızlı adımlarlar yürüyen orta yaşlı bir adam, giydiği paltosundan memur olduğu belliydi. Çantası belinde lise talebeleri, belli ki hayallerindeki üniversite için hafta sonlarını dershanelerde geçiriyorlardı. Ben de böyleydim. Şimdi hayalimdeki üniversitedeyim. Ama hayallere ulaşmak yeterli miydi mutlu olmak için? Değilse bitmek bilmeyen hayaller zincirine bir yenisini eklemeli miydi? Bu düşüncelere dalmışken farkına varmadan kitaplığıma baktığımı fark ettim. Gözüme Behçet Necatigil’in Sevgilerde şiir kitabı ilişti. Necatigil’in dilini ve üslubunu çok severim. Biçimden çok içeriğe önem verir kendisi. İletmek istediği mesajını imgelerle anlatır. Onun imgesel anlatısını yorumlamak büyük haz veriyor bana. Hazır hayat üzerine düşüncelere dalmışken, çok sevdiğim Dönme Dolap şiirini okumak geldi içimden. Belki bu sefer imgelerden başka fikirler çıkarabilirdim. Sayfaları karıştırdım ve şiiri okumaya başladım. Dizeler gözlerimin ucundan kelime kelime geçiyordu. Behçet Necatigil’in bıkkın ve yalnız dünyasına merhaba diyordum. Gördüklerine, gözlemlediklerine hak veriyordum. Ancak Necatigil kadar hayata uzak değildim. “Başka şeyler de vardı, ekmek gibi, su gibi Gülüşler öpüşler ne bileyim hepsi.” (194) Başka şeyler de vardı elbette bizi hayatta tutan. Gülüşler, öpüşler ve bin bir çeşit insanı mutlu eden, insana hayat enerjisi veren tıpkı ekmek ve su gibi elzem şeyler… Bunlar için yaşıyordum doğrusu. Beni hayatta tutan materyalist dünyanın elinden kurtulabilme hayaliydi. Hayalimi gerçekleştirmem çok zor, ama bıkmıştım artık ardı ardına dizilmiş materyalist hayaller kurmaktan ve onlara ulaşmaktan. Hayalim buydu en azından kendimi sabahlara kadar hırpalayarak ulaşabileceğim hayallerden değildi. “Sıkıştığım yerde vakit çabuk geçti Bak dediler baktım pek bir şey göremedim.” (194) Tanıdık geliyor bu dizeler yaşamımdan. Necatigil gibi değilim ama. “Bak!” dediklerinde bakmıyorum. “Yap!” dediklerinde yapmıyorum. Zamanın hızlı geçtiğini biliyordum zaten. Kendime yetiremediğim zamanı insanların arzuları ve isteklerine harcamamak konusunda yeteri kadar tecrübeliydim. Bildiğim bir şey varsa herkesin kendi hayatını yaşadığıdır. Necatigil’in dönme dolabında herkesin bir turu vardı. “Geldim, yer açtılar, oturdum Girip çıkanlar vardı Zaten ben geldiğimde. ” (194) Turuna yeni başlayanlar ve henüz bitirmiş olanlar hepsi bir tura sahipti yani bir hayata. Bindiği ve indiği yer aynı. Bilinen tek şey bu yerlerin dönme dolabın kapısının dışında olduğudur. Bu öyle bir kapıdır ki ne dönme dolaba bir şey getirmene izin verir ne de dönme dolaptan bir şey götürmene. Demem o ki gelirken ne getirdik ki giderken ne götürelim. Ne demiş Yunus Emre, “Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan”. Farkında olmak faniliğin, asıl mesele bu değil mi? “Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken Zaten ben geldiğimde. ” (Necatigil, 194) Bu gün olumlu bakıyorum hayata. Necatigil’in bıkkın ve karanlık dünyası ne de önem verirmiş başkalarına. Gelirken söylenenler, yaşarken söylenenler, giderken söylenenler ne de yön verir hayatımıza. İhtiyacımız olmadığı halde ihtiyacımızmış gibi görünen hız tutkusu gibi. Doğru ya kim söylemişti ihtiyacımız olduğunu? Bilmek, okumak güzel şey doğrusu, bunlardan daha önemlisi ise düşünmek… Bugün yine düşündüm Necatigil’in yaptığı gibi, üzerine düşündüğümüz şey aynıydı ama nasıl düşündüğümüz farklıydı. Anı yaşamayı seviyorum. Bugün umut dolu düşünürken yarın büsbütün Necatigil’e katılıyor olabilirim. Kahvemi bitirdim. Kitabı kitaplıktaki yerine bıraktım. Hayatıma döndüm. Gelecekten korkmamalı. KAYNAKÇA Necatigil, Behçet. "Dönme Dolap." Sevgilerde. Istanbul: Can Yayınları, 2013. Ömer TEKİN yeteri kadar tecrübeliydim. Bildiğim bir şey varsa herkesin kendi hayatını yaşadığıdır. Necatigil’in dönme dolabında herkesin bir turu vardı. “Geldim, yer açtılar, oturdum Girip çıkanlar vardı Zaten ben geldiğimde. ” (194) Turuna yeni başlayanlar ve henüz bitirmiş olanlar hepsi bir tura sahipti yani bir hayata. Bindiği ve indiği yer aynı. Bilinen tek şey bu yerlerin dönme dolabın kapısının dışında olduğudur. Bu öyle bir kapıdır ki ne dönme dolaba bir şey getirmene izin verir ne de dönme dolaptan bir şey götürmene. Demem o ki gelirken ne getirdik ki giderken ne götürelim. Ne demiş Yunus Emre, “Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan”. Farkında olmak faniliğin, asıl mesele bu değil mi? “Kalkacaklar yol vermeye bakacaklar ardımdan Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken Zaten ben geldiğimde. ” (Necatigil, 194) Bu gün olumlu bakıyorum hayata. Necatigil’in bıkkın ve karanlık dünyası ne de önem verirmiş başkalarına. Gelirken söylenenler, yaşarken söylenenler, giderken söylenenler ne de yön verir hayatımıza. İhtiyacımız olmadığı halde ihtiyacımızmış gibi görünen hız tutkusu gibi. Doğru ya kim söylemişti ihtiyacımız olduğunu? Bilmek, okumak güzel şey doğrusu, bunlardan daha önemlisi ise düşünmek… Bugün yine düşündüm Necatigil’in yaptığı gibi, üzerine düşündüğümüz şey aynıydı ama nasıl düşündüğümüz farklıydı. Anı yaşamayı seviyorum. Bugün umut dolu düşünürken yarın büsbütün Necatigil’e katılıyor olabilirim. Kahvemi bitirdim. Kitabı kitaplıktaki yerine bıraktım. Hayatıma döndüm. Gelecekten korkmamalı. KAYNAKÇA Necatigil, Behçet. "Dönme Dolap." Sevgilerde. Istanbul: Can Yayınları, 2013. Ömer TEKİN Bu akşam havada tarih kokusu var. Zamanın tozlu raflarından gelen, günümüzde artık kütüphanelerde duyumsayabileceğiniz türden yaşanmışlık kokusu. Tarihi Osmanlı devri konaklarını gezme fırsatı olanlar bilirler, yaşanmışlık duygusu verir insana bu mekânlar. Çok severim bu sanat eserlerinde gezip dolaşmayı. Boğaza nazır beyaz boyalı, üç katlı büyük bir konaktayım. Birkaç ailenin bir arada yaşadığı geniş kalabalık gruplar var bu konaklarda. Kayınvalideler, kayınpederler başköşedeler her zamanki gibi. Birkaç nesli barındıran bu konaklarda ilişkilerin hassas dengesi son derece önemlidir. Yüzyıllardır geleneklerimizden gelen erkek evlat sahibi olma gururunu bir kız olarak anlamamış olmama rağmen alışmış gözükmekteyim. Günümüzde bu önyargılı bakış açısı artık yavaş yavaş gücünü kaybediyor lakin bazı geri kalmış beyinlerde hâlâ başköşedeler. Yazarımız Necip Fazıl’ın aile büyüklerinin ona olan öncelik duygularının bir benzerini ben de ailemde pek çok kez gözlemledim. Annem ve babam olmasa da özellikle babaannem erkek torunlarına karşı her zaman daha özenli, umutlu ve gururluydu. Kızlar ne yapsalar erişemezler o yüce makama. Ne zaman bu cinsiyet ayrımcılığıyla karşılaşsam bir yerlerde dayanamıyorum hemen iki cümle ile de olsa sitemimi dile getiriyorum. Tarihi konaklardaki gönül gezime geri dönmek istiyorum müsaadenizle. Kulağımda çok uzaklardan gelen bir ut sesi var. Muhtemelen konağın paşa dedesinden kalmadır. Camın önündeki sallanan sandalyeye oturup boğazı seyrederken zihnim okumakta olduğum kitapta. Ut sesine tambur ekleniyor. Huzuru hissediyorum iliklerime kadar. Gökyüzü bulutlanıyor- “ yağmur yağacak galiba ” diyor büyükanne. Islak toprak kokusu burnuma geliyor aniden. Çok severim bu kokuyu ve bana hissettirdiklerini. Temizlik güzeldir, hayatın kirlerini yıkar adeta yağmur. Topraktan yeniden umut olarak filizlenir duygular ama artık kirlerinden arınmıştır. Arınmak deyince aklıma konakların asırlık çınarları geliveriyor ve onların ansızın ailelerinden ayrılışları. Ölüm bir nevi arınma benim için. Dünyadan arınıp gerçek huzura ulaşma. Dedeler, nineler aramızdan ayrılırken çocukluk anılarımızı da beraberlerinde götürüyorlar ne yazık ki. Anneannemle birlikte asırlık bilmeceleri, güzel sesiyle söylediği ilâhileri ve doğum hikâyelerimiz de öteki âleme gittiler. Ne kadar da özlemişim onu. Hâlâ pamuk saçlarıyla rüyalarıma giriyor. Gül yanaklı anneannem benim tasavvufla tanışmama vesile olan kişidir. Hayata bakış açısıyla, geçmişte yaşadığı acı anılarına rağmen yaşama neşeyle gülümseyebilen dimdik vakur bir hanımdı. Sadece yaratanın huzurunda eğilmiş, gönül teli Allah deyince titreyen ve ilâhileriyle benimkini de titreten ilk hayat öğretmenimdi. Çocukluğumun neşeli günlerinde neşeme neşe katan, ergenlikte beynimdeki kimlik karmaşasında niçin yaşıyoruz, benim bu hayatta yerim nerede olmalı gibi karmaşık sorularıma en samimi cevapları veren kadını nasıl unutabilirim. Büyüdükçe hayat karmaşıklaşıyor amaçları, öncelikleri belirlemek gerektiğini öğretiyor hayat bizlere. Eski dönemlerde ki mürşidi-i kâmiller misali anneannem benim hayat yolumu seçmemde en etkili büyüğümdür. Hayat beklenildiği gibi tozpembe değil. Acılar, adaletsizlikler, kötü insanlar bir tarafta dururken çok şükür ki iyi insanlar da diğer yanda durmaktalar. Her kişi kendi cephesini seçmeli. Şüphesiz hepimiz insan olmanın gerektirdiği hatalar ve kusurlarla dopdoluyuz. Bu kusurlarımız ve hırslarımızın da etkisiyle yanlış yönlere yönelmemek için bilge insanlara ihtiyacımız var. Yunus Emreler, Mevlanalar bu işlerin kurucuları olmaktalar. Bu arif gönüllerin kalemlerinden dökülen şiirleri yıllar geçmesine rağmen hâlâ etkinliğini korumakta. Ney eşliğinde ne de güzle dinlenirler ve ruhları dinlendirirler. Gönülle çıkmak lazım bu yola. Hayat sadece akılla idrak edilebilecek kadar kesin kurallara sahip değil. Genel geçer bakış açısıyla yaklaşırsanız yaşama, bu ulvi deryadan manevi olarak nasiplenemezsiniz. Akıl tabi ki önemli. Dünyayı, düzeni, hayatın matematiksel yönünü kavrayabilmek için gerekli ilk araç. Ama akılla çıkılan yolda yürek ve ruh aç kalmakta. Ruhu besleyip yaşamı daha farklı görmemizi sağlayan gönül dünyamız ve maneviyatımızdır. Ancak manevi âlemde ilerlemek sanıldığı kadar kolay değildir. Nice acıları göğüslemek, gözyaşı akıtmak gereklidir. İlerleme kat ettikçe yaşanan acı ve hüzünler yerini zevke bırakmakta. Maruz kaldığımız her acının Allah tarafından bizi olgunlaştırmak ve sınamak için geldiği bilinci kişide oturmaya başladıkça kişisel hazlar doyumlar ikinci planda kalmaya başlar. Asıl gayenin ruhu tatmin ederek huzura kavuşmak olduğu sonucuna ulaşılır. Bu yolda nefis ve onun istekleri kişinin en büyük düşmanıdır. Çünkü nefis isteğinin olması için kişiyi hep kıskaç altında tutar. Onunla uzlaşıya varmak da oldukça zorlu bir süreçtir. İnsan bu yolda ilerlerken yağmurdan önceki fırtına misali çeşitli buhranlarla boğuşur. Boğuşur ki sonu rahmet olsun. İnsan bazen kendini bu dünyaya ait hissetmez. Yabancılık hissi kapalar içimizi. Yunus’un da dediği gibi; Bir garip öldü diyeler Üç günden sonra duyalar Soğuk su ile yuğalar Şöyle garip bencileyin Meğerki gökte yıldızım ola garip bencileyin (Şöyle garip bencileyin, Yunus Emre) Necip Fazıl bu şiiri ve mesajını şöyle açıklar bize; garibiz her yerde her şeyin içinde ve herkesin ortasında garibiz. Vatanımız burası sanmayın! Ve bu gurbet Allah hasretinden başka hiç bir şey değil. Her şey ve herkese uzaklığın da aksi davası o, Allah… Yakın olan o ama biz farkında değiliz. (Necip Fazıl, O ve Ben s:113) Bu âlemi tanıma yolculuğunda önümüzdeki rehberimize olan duruşumuz, saygımız, sevgimiz bu yolun temel taşlarından. Onunla her sohbet bir kapı daha aralar dünyadan mana ufuklarına. Bu kapıdan basamaklarla yukarı çıkılır, imtihanlarla dolu bu yolda yaşanan manevi farklılıkları mucize varsayıp, kibre kapılmak en büyük nefsi tuzaktır. Tevazu her daim korunmalı ve edep duygusuyla süslenmelidir. Bu yolun diğer bir adımı rabıta yapmak. Yani kendinizi devamlı huzurda ve sevdiğinizle birlikte hissetme çabası. Amaç, rehberinizle aranızda bir benzerlik kurup kemal noktasına ulaşabilmektir. “Allah ile kul arasına girilmez” diye bir söz vardır. Rabıtanın mantığını bu söze ters bulanlar olabilir. Fakat ikisi arasında ince bir fark vardır. Manevi rehber ve onun kılavuzluğunun amacı araya girmek değil bu çetin yolu kolay kılıp bir bakıma referans olmak olarak düşünebiliriz. Yoksa her kul duasında, her nefes alıp verişinde yaratıcısıyla baş başadır. Bu buluşmayı hissedebilmek mesele… Seven sevdiğini bir an olsun dilinden düşürmek istemez. Herkese ondan bahsetmek ister. Her anında onunla gibidir. Zikir deneyimini de bir içsel bağlılık olarak tanımlayabiliriz. Sadece dil ile arka arkaya ismi tekrar etmekten öte, dudaklar kapalıyken bile fark etmeden gönül bağını kurmak. Bu bağı daimi kılmanın çok önemli unsuru şüphesiz ki namaz kılmaktır. Günde beş vakit Allah’ın huzurunda olmak, bu buluşmaya yetişmek pek çok fedakârlık gerektirir. Hayatınız bölünmüş bir plan dâhilinde sürer. Planlı yaşamak insana farkındalık hissi verir. Aklınızın bir köşesinde bir sonraki adımınız vardır. Bu kutsal buluşma için maddi manevi kirlerinizden arınır, adeta hayata ulvi bir mola verirsiniz. Yazımın başında ilk manevi rehberim olarak tanıttığım anneannemin vefatıyla hayatta kendimi bir anda yalnız hissettim. Sevinçlerimi özellikle hüzün ve kırgınlıklarımı onunla paylaşırdım. Artık iş başa düşmüştü. Tavsiyeleri hatta sesi kulaklarımda hâlâ yankılanmaktadır. Kendisi bedenen burada olamasa da benim içimde yetiştirdiği manevi rahmetle bugün bile yolumu aydınlatmakta. Hayat insana törpülenmeyi kibirden, gururdan hırslar ve öfkelerden sıyrılarak dingin bir ruha sahip olmayı öğretiyor. Aşırı uçlardaki tepkilerimiz yerini kabullenişe olayların arkasındaki asıl manayı görmeye bırakıyor. Asıla ulaştıkça teferruat önemini yitiriyor ve varlıkta eriyor insan. Tasavvufun bende bıraktığı hafifleme hissini seviyorum. Canım anneannemin dizlerinde hafiflettiğim hüzünlerimi artık ondan öğrendiğim manevi telkinlerle hafifletme gayretindeyim. Yağmur yerini fırtınaya bıraktı. Gök gürültüsüyle irkildim. Vakit hayli geç olmuş, konaktakiler çoktan uyumuş olmalılar. İçimde tarifsiz bir huzur var. Duam o ki huzur içinde uyusun herkes, bu dünyadakiler ve âlemini değiştirenler… TEK ATIŞ Sadece tek şansımız var. Nefes almak, aşık olmak, gezip eğlenmek için sadece bir yerimiz var. Dünya’nın cezbedici olmasının sebebi de bu olmalı. Rengarenk bir sürü varlık, bizi sarıp sarmalayan binlerce doğal güzellik... Böyle bir yerde yaşadığımız için çok şanslıyız. Diğer gezegenlerin sıradanlıkları ve zevsizlikleri içinde kaybolup gidebilirdik de. Dolayısıyla restorantın en güzel masası bizim için rezerve edilmiş. Çok güzel yemekleri olan bir restorantın en güzel köşesindeyiz. Yani oraya nasıl geldiğim benim için hiç önemli değil. Biri beni bir anda oraya ışınlamış da olabilir ya da ben bütün masaları gezerek buraya karar vermiş olabilirim. Beni ilgilendiren şey yalnızca menüye bakıp en güzel yemeği seçmek ve birlikte oturduğum insanlarla tatlı bir sohbet eşliğinde yemeğimi yemek. Tabi sonrası da benim için önemli değil. Yemeğimi bitirdikten sonra hesabı ödemeyi ve oradan kalkıp gitmeyi düşünmek bile istemiyorum. Çünkü bu restorantta sadece bir kez yemek yeme şansım var. Bu da beni alabileceğim en büyük keyfi almam konusunda daha da çok cesaretlendiriyor. Yani sonrasını düşünmemeyi. Fakat bazı insanlar için bu durum geçerli olmamış ki yaşamdan sonra ne olacağı konusunu tartışmışlar. Lucretius, tam da böyle bir filozof. Yani daha yemeğini yerken nasıl eve gideceğini düşünenlerden. Doğanın Evrimi adlı kitabında ölümden sonra ne olcağını anlatmaya çalışıyor. Bu noktada bana ilginç gelen bir şey var. Tamam ben ölümden korkmuyorum ve hayatı ölüm korkusu olmadan yaşamam gerektiğini düşünüyorum. Fakat bu zamana kadar etrafımda hiç ölümden korkmayan birini görmedim. Herkes ölümden sonra ne olacağını düşündüğü için veya bu dünyadaki güzelliklerden mahrum kalacağı için ölmekten çok korkuyorlar. Lucretius ise tamamen bu insanlardan farklı ve yaşadığı dönemdeki çok tanrılı ortam ve üstüne devletinin inanç konusundaki baskısına rağmen yine de ölümden korkmanın zararlı olduğunu söyleyebiliyor. Bunu yapabilmesi onun yaşadığı zamanı göz önüne aldığımızda gerçekten beni etkileyen bir olay. Ölümü düşünmek ondan korkmayı beraberinde getiriyor. Çünkü sonrasındaki belirsizlik, insanın tüylerini diken diken ediyor. Gelecekte ne olacağımı ve neye dönüşeceğimi ya da dönüşemeyeceğimi anlamaya çalışmak sadece bir düşünme etkinliğinden öteye nasıl gidebilir ki? Ayrıca bunları düşünüp korkmak da istemem. Bence insana mutluluk verecek olan şey yaşamından keyif almaya çalışmasıdır. Belki bu dediğim şey çok tanıdık gelebilir çünkü herkesin ağzında olan fakat uygulamaya gelince kimsenin başaramadığı bir şeydir bu. Madem ki herkesin kafasında aynı şey var ama kimse bunu başaramıyor; demek ki bizim sandığımız zevkler keyif verici şeyler değiller. Dolayısıyla buna yamuk bakmalıyız. Yani alıştığımız şeylerin tamamen dışında bir keyif algısı oluşturmalıyız. Bu yazıda nelerden keyif alınabileceğini yazmayacağım elbette. Yani paraşütle atlayın, denizde dalış yapın, spor yapın gibi şeyler bana hep yanlış gelmiştir. Çünkü bence keyif, tanımı yapılacak ya da belirli ölçütleri olan bir olgu değil ki. Fakat kendim için keyfin ne olduğunu söyleyeyim: ölümü düşünmeden istediğim her şeyi yapmak. Ölümü düşününce nedensiz bir gerginlik kaplıyor vücudumu. Çocukken gördüğüm bir trafik kazasının da bunda etkisi olabilir ya da dedemi bir daha göremeyecek olmam. Bu yüzden ne adını duymak ne de düşünmek istiyorum onu. Sadece mutlu olmak, bana verilen süreyi çok güzel kullanmak istiyorum. Benim yapmaktan hoşlandığım aktiviteler daha önceden belirlediğim şeyler değil. Bazen kitap okumak, bazen sevgilimle film izlemek, bazen de yalnız kalıp güzel bir yürüyüş yapmak benim için keyfin kaynağı oluyor. Önemli olan ne yapmam gerektiği değil, o an ne yapmak istediğim. Dolayısıyla yaşamak benim için sıcak bir yaz günü biranın verdiği serinlik kadar güzel ve vazgeçilmez. Başta bir restorantın en güzel masasında olduğumuzu söylemiştim. Bu masada güzelce yiyelim, sohbet edelim, bir sürü fotoğraf çekelim, şarkılar söyleyelim... Fakat yemekten sonrasını düşünmeyelim. O zaman bizim için bu güzel şans hiç gelmemiş demektir. Ölümü düşünüp üzülmeye gerek yok. Verilen şansı en iyi şekilde kullanalım yeter. O zaman ne yemekten sonra eve gitmek için trafikte geçireceğimiz zaman ne de yiyemediğimiz diğer yemekler üzebilir bizi! Lucretus. Doğanın Evrimi. Arya Yayınevi. 2011. Baskı. Turgut Uluç Atıl 21601518 Sahipken Bilinmez Değerler Toplum, bir arada yaşayan insanlar bütününe verilen isimdir. Bu kadar sade ve açık bir anlama sahip olması sizi yanıltmasın, gözüktüğü kadar kolay değildir topluma mensup olmak. Bir bölgede yaşayan herkes o bölgedeki topluma ait midir yoksa başka şartlar da var mıdır? Vardır tabi. Toplumsal değerler, uyulması gereken ahlaki kurallar vardır. Bu şartları yerine getirmeyen bir birey o toplumun merkezinde bile yaşasa o topluma ait olmaz. Toplumun dışında kalır. İşte bu dışarıda kalma sürecine “yabancılaşma” denir. Hepimiz zaman zaman yabancılaşmıyor muyuz topluma? Çoğunluk gibi düşünmediğimiz, içten içe ahlaki kurallara aykırı davranışlar yaptığımız en azından yapmak istediğimiz olmuyor mu? Şahsen benim oluyor. Ama bu acayip adam kadar değil. Kim mi bahsettiğim adam? Sizi Mösyö Meursault ile tanıştırayım. Albert Camus’nün müzmin yalnızı, duygu karmaşalarına ve topluma yalnızlaşmaya dair bütün birikimini kağıda saçmasını sağlayan aracıdır kendisi. Etrafında çok insan vardır; sevgilisi, komşusu, iş arkadaşları, patronu... Peki sizce bu durum Meursault’yu yalnız olmayan biri yapar mı? Tabiiki de hayır. Çölün ortasında tek başına duran ve varlığından herhangi bir canlı organizmanın haberdar olmadığı yorgun, dış kabuğu nasır tutmuş deriye benzeyen bir kaktüs gibi yalnızdır Meursault. Çöldeki yalnız kaktüs ile Meursault arasında yalnızlıkları bakımından büyük bir benzerlik var hakkaten. Peki farkları var mı? Eğer aralarında bir fark varsa bu fark kaktüsün etrafında gelişen olaylara karşı daha alakalı ve duyarlı olmasıdır bence. Zira bu umarsızlıktır Meursault’yu derin yalnızlığa iten. Başlarda bohem bir yalnızlığı vardır Meursault’nun. İşini kaybetmeyi umursamaz, üst komşusunun yaşlı bitkin köpeğine kötü davranmasını umursamaz, tepeden tırnağa materyalist duygular beslediği sevgilisini umursamaz. Belki de bu umursamazlıklar, hepimizin hayalinde olan umursamazlıklar. Öyle ya, hiçbir şeyi kafaya takmamayı ya da taksa bile sonuçlarına aldırmamayı istemez miyiz zaman zaman? Hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığımızı hissetmek, başımıza buyruk yaşamak ve insanlardan uzaklaşıp kalabalığın içerisinde sadece kafamızın içindeki sesleri duymak istemez miyiz? Hayatın hem güzelliklerinden hem zorluklarından uzaklaşmak… Meursault’nun durumu da tam böyledir işte, en azından başlarda. O kadar umursamazdır ki bu yönü onu çok sağlam karakterli bir adam olduğu algısını yaratır bizde. Ya da yanılgısını diyelim... Neden mi yanılgısı diyorum? Şu yüzden, hani bir söz vardır ya “gün gelir devran döner” diye, işte tam bu yüzden. Yalnzlığından mıdır yoksa sonuçlarını düşünmeyecek kadar umursamaz olmasın mıdır bilinmez, bir gün bir adamı öldürür ve idama mahkum edilir Meursault. Bu havalı umursamaz adamdan ilk tepki nedir sizce? Tabi ki önemsemez yine. Fakat dedim ya değişir bir kere işler. O umursamadığı, söylediklerini çoğu zaman dinlemediği kız arkadaşı gözünde tütmeye başlar. Hem onu, hem onunla yaptıklarını özler. Sonra işini özler, güneşi özler, özgürlüğü, mutluluğu, hayatı özler. Özler tabi nasıl özlemesin! Denir ya bir şeyin kıymeti onu kaybedince anlaşılır diye. Hepimiz için geçerli bu durum. Konu ne olursa olsun bir şeye sahipken değeri ya hak edilen kadar veya hatta hiç bilinmez. Alex mesela… Babamı zar zor ikna edip gittiğim maçlarda koşmuyor diye kafayı yerken Kadıköy tribünlerinde, gittiğinde anladım iyi futbolcu olmak için önce koşmak değil adam olmak gerekirmiş. Ya da şehrimi, İstanbulumu… Hayatı her sabah binlerce insana çekilmez kılan Pendik-Kadıköy minibüs yolu trafiğinin bile benim için bir değer ifade ettiğni…. Uzun lafın kısası; insan yalnız da kalmak istese, trafikten hayıflanmayacağı bir şehirde yaşamak da istese hayatımız bunlardan ibaret aslında. Varlığında değerini bilmediğimiz sahip olduklarımızıdan…. Emin Bahadır Türker Bir Başkaldırıdır Özgürlük Kelime anlamını düşünecek olursak özgürlük herhangi bir zorlamaya, kısıtlamaya göre davranmadan, herhangi bir koşula bağlı olmadan yaşamak demektir. Özgürlük bizim geniş düşünmemizi ve kendimize olan güvenimizin artmasını sağlar. Fakat özgürlüğün herkes için farklı anlamları vardır. Kimisi için düşündüğünü söyleyebilmek, kimi için huzurlu bir şekilde yaşamak, kimi içinse rahatça eğlenip gezip tozmaktır. Kişiden kişiye değişen tüm bu özgürlük tanımlarının temelinde aslında rahat ve serbest bir şekilde düşünebilme yetisi yer almaktadır. Yalnızca özgür düşünebilen insanlar toplumda yer edinebilir. Bir insana özgürce düşünebilme hakkı verilmiyorsa, o kişi ne yaparsa yapsın yaptıklarını hür iradesiyle yapmadığından özgür sayılamaz. Böyle durumlarda insanlar ya boyun eğmektedir ya da haklarını aramaktadır. Birçok insan özgürlük ve hak kavramlarının farkına varınca bunlara sahip olmak ve bunları kullanmak ister ama maalesef çok azı bunlar için çaba sarf eder. Bu yazıdaki amacım bir nevi hakkını aramayıp boyun eğenlerde ufak da olsa bir etki yaratmak ve onları harekete geçirmek istememdir. Kitabımıza gelecek olursak, Bjartur adlı karakterin yıllarca karın tokluğuna çalıştığı çiftlikte, sonunda üç beş kuruşu bir araya getirerek kırların ortasında kalan ve lanetli olduğuna inanılan bir çiftlik evini satın aldığını görüyoruz. Aslında bu evi almasının amacı kimseye bağlı olmamak istemesi ve özgürlüğüne büyük önem vermesidir. Bu yüzden ona bu özgürlüğü veren etkenlere çok değer verir. Bu çiftlikte eşiyle, çocuklarıyla ve birkaç hayvanıyla birlikte yaşamaktadır ama evi aldıklarından beri başına gelmeyen kalmamıştır. Önce eşini kaybeder sonrasında da hayvanları hastalanır, bazıları ölür ve geçimini sağlamakta zorlanmaya başlar. Ama o her seferinde bir şekilde toparlamaya çalışır ve asla yılmaz. Eşinin ölümü üzerine başka birisiyle evlenir ve geriye kalan koyunlarıyla yaşamına devam etmeye çalışır. Kitapta geçen ‘’Acını beslemeyeceksin’’ cümlesini her seferinde kendisine söyler ve asla yaşadıklarının kendisini yıldırmasına izin vermez. Evet, yaşadığı kötü olaylara takılıp kalmaması güzel bir şey, eğer karamsarlığa düşüp elinde kalanları da kaybetseydi o çok değer verdiği özgürlüğünü de kaybedecekti ve tekrardan birinin emri altında karın tokluğuna çalışmaya başlayacaktı. Fakat beni düşündüren şeylerden biriyse, hayatta bazı yaşanılanların ne yazık ki öyle arkaya bakmadan yola devam etmemize engel olabilecek güçte olması, bu yüzden de eşinin ölümü üzerine arkasına bakmadan, sadece kendini düşünerek gidip başkasıyla evlenmesi oldu. Bunu da zannediyorum özgürlüğünü kaybetmek istemediğinden yaptı. Peki ya Bjartur’un bu kadar önem verdiği, benimse bu kadar olmazsa olmaz olarak nitelendirdiğim özgürlüğün kötü yanlarının olup olmadığının sorgulanması gerekmez mi? Bazen birilerinin özgürlüğü başkalarının özgürlüğünü kısıtlamakta ve özgürlükle ilgili bana göre tek sorun da bu. Bunun sebebiyse insanların özgürlüklerini yaşarken maalesef başkalarının haklarına saygı göstermemesidir. İnsan önce özgürlüklerini elde etmeli, sonrasında sahip olduğu özgürlüklerle neler yapabilir bunu düşünmelidir. Bu özgürlüklerinin bir sınırı var mıdır, varsa sınırları nedir, bu özgürlükler onların hayatlarına ne gibi şeyler katıyor, hayatlarını daha iyi bir hale mi getiriyor yoksa hem kendilerinin hem de başkalarının hayatlarına zarar mı veriyor gibi sorular sorup kimsenin hakkını elinden almadıklarından emin olmalıdır. İnsanlar biraz da bu soruları kendilerine sorduğunda doğru yanıtı alabiliyorlarsa özgürlüklerini aramalılar diye düşünüyorum. Çünkü etrafımızda özgürlük kavramının arkasına sığınıp bunu suistimal edenler de çok fazla. Özgürlüklerini ararken de gerektiği yerde başkaldırıp, haklı oldukları konularda kimseye taviz vermeden sonuna kadar hakları için uğraşmalı ve bunları korumaya çalışmalıdır. Yiğit Atalay Tez YAZIN ANKARA En sevdiğim mevsim yazdır. İçimi huzurla doldurur ve beni mutlu eder. Sadece okul olmadığı için değil, birçok nedenden dolayı, her sene yazın gelişini iple çekerim. Haziran ayında doğmuş biri olduğum için, yaz ayları beni çocukluğuma döndürür. Yazı bu kadar çok sevmemin sayısız nedeni var. Ayrıca ben sadece yazı değil, yazı Ankara'da geçirmeyi çok severim çünkü yazları Ankara ayrı bir güzeldir. Yazları Ankara'da kalıp kendi mahallemde dolaşmayı severim. Çünkü az önce de dediğim gibi, Ankara yazın bir başkadır. Herkes tatile gitmiş olur. Parklar sakindir. Oyun oynayan çocuklar imkan verdikçe kuşların seslerini dinlemek, temiz havayı içine çekmek, yemyeşil ağaçlara bakmak bambaşka bir zevktir. Sokaklar bomboştur. Hava geç karardığı için istediğiniz saate kadar dolaşabilirsiniz. Otobüsler, metrolar, dolmuşlar sıkışık ve havasız değildir. Bu nedenle şehri istediğiniz gibi gezebilirsiniz. Bu keyifli imkanlardan dolayı çoğu zaman tatil için başka bir şehre gitmem ve Ankara'da kalırım. Doğa, ilk baharda giydiği, en güzel elbisesini yazın da çıkarmaz. Ağaçlar yeşilliğini, gökyüzü ise maviliğini korur. Ankara'da da bu böyledir. Kışın karanlığa bürünen şehirden eser yoktur. Yazın, sabahları kalkınca odamın penceresinden ağaçlara bakmayı çok severim. Penceremi açtığım an, ağaç kokusu odama dolar. Önümde boylu boyunca uzanan gökyüzü içimi açar ve güneş tüm parıltısıyla odamı aydınlatır. Kuşların sesi kulaklarımda yankılanır. Hafif bir esinti olunca ağaçların yaprakları hışırdar. Ankara'nın yazları sıcaktan kavrulmasına engel olan da işte bu esintidir. Akşamları, her ne kadar şu kış mevsiminde kulağa hoş gelmese de, hafiften bir soğuğa bile neden olur. Bu yüzden akşamları yapılacak en iyi şey, gezmeye çıkmaktır. Ankara'da oldukça fazla gezilecek yer var; kapalı ya da açık. Bu yüzden, kız arkadaşımla yaz boyu sokaklarda dolaşıyoruz, yemek yiyoruz, parklarda oturuyoruz, alışveriş merkezlerini geziyoruz ve bunların tamamını, günler uzun olduğu için bir gün içerisinde yapabiliyoruz. Yukarıda bahsetmiş olduğum gibi, metro ve otobüslerin sakin olması, ulaşım imkanlarını arttırdığından, tek bir gün içerisinde birçok yeri gezebiliyoruz. Bu yüzden kışa yaklaşırken günlerin kısalması, imkanların azalması canımı sıkıyor. Sabah karanlığa uyanmak ve okuldan çıkınca havanın kararmış olması, bir şeyler yapma hevesimi kırıyor. Yaz aylarında okul olmaması da yaz aylarının yabana atılmayacak bir özelliğidir. Sınavlar yeni bitmiş olduğundan, dinlenmek için eşsiz bir fırsattır. Ayrıca okul zamanında yapmaya fırsat bulamadığım şeyleri yapmak için de bolca zamanım olur. Okula giderken önünden geçtiğim ama vaktim olmadığından oturamadığım parklara oturur, Ankara'da olan ve gezme fırsatını bulamadığım yerleri gezer ve yaşadığım şehri keşfetmeye çalışırım. Bence tatilin amacı da bu olmalı; tatil hazırlıklarıyla ve yolculukla yorulmadan, bir şehri gezmek. Aradığınız şey deniz değilse tabii... Yazın en sevdiği günü ise 21 Haziran'dır. Çünkü hem en uzun gündür, hem de kız arkadaşımın doğum günüdür. Kız arkadaşım da yazları benim gibi Ankara'da kaldığından, 21 Haziran gününde diğer her gün olduğu gibi, birlikte vakit geçiririz. O günün gelmesini heyecanla beklerim çünkü beraber dolaştıktan sonra pasta yeriz. Ankara'da pastaneciden bol bir şey olmadığından da, oturacak yer bulmakta zorlanmayız. Ankara özel günleri geçirmek için muhteşem bir yerdir. Ankara'da yaz ayları bu kadar keyifli ve neşeliyken, sabırsızca yazın gelişini beklememek elimde değil. Daha yazın gelmesine çok olsa ve önümüzde soğuk bir kış olsa da, sonunda yaz varsa beklemeye değer. Yazı o kadar çok seviyorum ki, yazın tek sevmediğim yanı, bitmesi diyebilirim. Gerçi bitmeseydi bir anlamı da olmazdı sanırım. Umarım bu sene başarılı bir eğitim yılının ardından, yazın hak ederek dinlenip, eğlenebilirim. Yaz boyu burada olacağımın garantisini verebilirim. ASLA ASLA DEME İmkansızlık mı? Bana imkansızlıktan bahsetmeyin. Zira bu dünyaya geldiysek eğer, zihnimizde ‘imkansızlık’ kavramına yer vermemeliyiz; çünkü düşüncelerimiz oranında hayal kurarız, hayallerimizin oranında inanırız, inandıklarımız uğruna yaşarız ve yaşadıklarımız kadar varız. Bu doğrultuda çalışır, bu amaç uğruna çabalarız. Böylece düşüncelerimizi, ruhumuzu, hayallerimizi kısacası benliğimizi özgür bırakır ve kafesimizden çıkarız. Biz bu kafesten çıktıkça kendimizin farkına varmaya başlar, hayallerimiz doğrultusunda hayatımıza daha doğru bir şekilde yön verebiliriz. Fakat zihnimizdeki imkansızlık kavramıyla bu saydıklarımdan hiçbirini gerçekleştiremeyiz. Ve bu imkansızlık kavramının, düşüncelerimizi kemiren bir fare olduğunu düşünürsek, bu da zihnimize, düşüncelerimize, en büyük hayal ve amaçlarımıza konulan bir barikat gibidir, zihnimizde yeri olmaması gerektiğini görürüz. Ben, hayatın bize sunduğu rolleri incelemeden, araştırmadan, sorgulamadan kabul eden, o rolleri bir kukla gibi ruhsuz, karaktersiz ve renksiz oynayan, yanındaki insanlara rol arkadaşı muamelesi yapan insanları oldum olası sevmemişimdir. Zaten bu imkansız kelimesini de başımıza saran bu insanlar değil midir? Ben, benim. İçimdeki ruhla, hayallerimle, zevklerimle, geçmişim ve geleceğimle, amaçlarımla, bunları gerçekleştirmek uğruna yaptığım fedakarlığımla, aldığım risklerle, sevdiğim insanlarla, yaptığım seçimlerle, azmimle olduğum ve olmak istediğim kişiyim. Benim için hayat çok basit iki kelime üzerine kuruludur; azim ve inanç. Ben hayattaki rolümü bu iki kelimenin ışığı doğrultusunda şekillendiriyorum. Rolüme ruhumu, inançlarımı ve her koşulda benim yanımda olan insanları dahil ediyorum. Rolümü benim rolüm, canlandırdığım karakteri ben haline getiriyorum. Ve ne var biliyor musunuz? Size başta söylediğim o imkansız kelimesinin benim için güneşin altından erimeden kalmaya çalışan bir kardan adamdan farkı kalmıyor. Benliklerini ve hayallerini hiçe sayan, azmi ve kazanmayı kendilerine düşman edinmiş kendi hayatlarını özgürce yaşayamayan o insanların tek dostu imkansızlıkken; beni ben olduğum için seven dostlarım, arkadaşlarım, yakınlarım, bana en büyük desteği veren ailem, gerçekleştirmek uğruna risk aldığım hayallerim ve bu yoldaki en büyük yardımcım olan azmim, benim en büyük dostum ve yol arkadaşımdır. İmkansızlık, sınırlama, kabullenme gibi kavramlar ise henüz bana karşı zafer kazanamamış düşmanlarımdır. Bu düşmanlarım bir koşu bandının üstünde bana yetişmeye çalışıyorlar ama bilmiyorlar ki azim ve kararlılığım beni her seferinde bitiş noktasına getiriyor. Ben hedefe ulaştığımda ise onlar bıraktığım yerde bana ulaşabileceklerini zannederek sadece yerlerinde sayıyorlar. Bu gülünç durumu bir amacım uğruna savaştığım her zaman yaşıyorum ve bilin bakalım ne oluyor? Sonuç yine aynı… Bundan dört yıl kadar önce bu yazdıklarımı bana okutsalar, bunu benim yazdığıma inanmaz, güler geçerdim. Çünkü o yıllarda her girişimin başarısızlıkla sonuçlandığı, kendime inancımın olabildiğince az olduğu, amaçlarından vazgeçmiş, yanımda olan insanların desteğini pek de umursamayan, kendine inanmayan bir insandım. Ta ki liseye geçinceye kadar… Lisede kendimi daha iyi tanıma fırsatı buldum, neyi yapıp yapamayacağımı ya da istedikten sonra bana o zamanlar imkansız gelen şeyleri başarabileceğimi anladım. Kendime hayallerim doğrultusunda bir amaç belirledim. Bu amaç uğruna yaptığım fedakarlıklar, her şekilde yanımda olan insanların yardımları, azmim ve inancım beni bugün buraya getirdi tıpkı Apollo Creed gibi… Filmi izlerken o insanın gözlerindeki inanç ve azim bana beni hatırlattı. Ben de bir zamanlar istedim, hayal ettim, çalıştım ve başardım. Artık biliyorum ki benim tek rakibim, aynada gördüğüm o insan, benim. Bir şeye inandığınız ve gerçekten olmasını istediğiniz zaman asla geri adım atmayın, size verilen senaryoyu, dayatılan hayatı, sorgulamadan, düşünmeden yaşamayın. En başta kendinize, her koşulda yanınızda olan sevdiklerinize sonra değerlerinize, istek ve hayallerinize inanın, inanın ki önünüzdeki tüm engeller azminiz karşısında eğilsin, ufalsın ve toz olup yok olsunlar. ! ! KALABALIK ! Her geçen gün, birçok insanı silip kenara iteriz. Bir daha hiçbir zaman görmeyeceğimiz, yakın arkadaş veya âşık olabileceğimiz insanları bir çırpıda silip atıveririz. Bu öylesine hızlı olur ki biz henüz aldığımız nefesi vermeden sokakta yanımızdan geçen adamın ters bakışı biz fark etmeden kıyafetlerimize siner. Anlık bir dalgınlıkta bir dostun elini omzumuzda hissederiz, bu tüylerimizi ürpertir. Bir şey söylemek için ağzımızı açtığımız saniyede bir aşk doğar ve cümlenin sonunda o aşk ölür. Bu anları, geçişleri Görsel'1'1'Chungking'Express düşünmek insana öyle bir acı verir ki arabacı ata kırbaç vurduğu anda Nietzsche nasıl ağladıysa öyle ağlamak gelir insanın içinden ve Nietzsche ata nasıl sarıldıysa öyle sarılmak isteriz yaşamımızdan gelip geçen insanların tümüne. Daha sonra, kendi küçük kalabalığımızın, tek tek sarılamadığımız her bir ferdinin peşinden koşmak isteriz. Nefesimiz kesilene, hiçbir şey düşünemeyene ve kendimizi unutana kadar koşmak isteriz. Ne yazık ki insan bunun imkansızlığının da, tehlikesinin de farkındadır . Tek bir hayat , takip edilecek tek bir yol ve izlenebilecek tek bir yabancı vardır. O, takip edilebilecek tek yabancı kişinin kendisinden başkası değildir. Yaşamımız süresince farkına varalım veya varmayalım sadece ve sadece kendimizi bulmanın peşindeyizdir fakat bu hiç kolay değildir, saptırılabilir ve bu sapmanın sonucunda benliğimizden olabiliriz. Kulağa ne kadar bencilce gelirse gelsin kendini bulma eylemi diğer bütün eylemlerimizi kapsar ve sanıldığı kadar bencilce değildir. Bütün eylemlerimiz, hatalarımız, doğrularımız kendini bulma amacına hizmet etmek zorundadır. Hong Kong Ekspresi filminin Numara 663’ünün aksine, vazgeçmeyi bildiğimiz sürece her biri amacına olağanüstü bir biçimde hizmet edecektir. Kurduğumuz ilişkiler de bu hizmete dahildir. Dostlarımızdan, sevgililerimizden ve ailemizden asla ayrılmak istemeyiz. Numara 663 de kendisini terk eden sevgilisinin hayaletine öylesine sadık bir tutsaktır ki kendini unutmuştur. Bunun sebebi sevgilisinde bir ben var etmiş olmasıdır. Diğer bütün insanlar da sevdiklerinde bir ben var eder. Yani aslında, vazgeçmek korktuğumuz ne annemiz, ne babamız, ne dostlarımız ne de dünyalar güzeli sevgilimizdir. Vazgeçmekten korktuğumuz şey bu insanlarda yarattığımız benliktir. Bu bir sanrıdır, yakınlarımız bir tür sihirli ayna gibi düşünülebilir. Yarı insan, yarı ayna bu kişiler bize görmek ve Görsel'1'2'Chungking'Express duymak istediğimiz bizi sunarlar. Bunun beraberinde korkunç ve neredeyse çaresiz bir körlük getirir. Aynada sonsuza kadar mutlu, kusursuz âşık ve ne fedakâr kadın yalanlarından başka görecek bir şey kalmaz geriye. Peki Bu kuşatılmışlıkta çare nedir? Çözüm, aynaları çatlatacak çığlığı atmak ve koşmaya başlamaktadır. Bu hamle, çevremizdekileri de yansıtıcılığın esaretinden kurtaracak ve belki onların kendi koşuları için işaret fişeği olacaktır. Diğerlerindeki benliğimize duyduğumuz aşktan daha tehlikeli bir şey varsa o da bir ayna olduğumuza kendimizi inandırmamızdır. Kalabalıklar içinde biz de çok yüzlü bir ayna olmak durumundayızdır. Birçoğunun benine yuva olan bir ayna olmak fikri de oldukça çekicidir çünkü beraberinde kandırmaca bir sevgi getirir. Başkalarının kendine duyduğu aşkı, bize duyuluyormuş gibi yorumlarız. Bu, özden tamamen kopmaktır ve varoluşumuzu çürütür, anlamsızlaştırır. Toparlamak kolay olmaz ucuz bir ölümdür o andan sonra en Görsel'1'3'Chungking'Express çok kendimiz olduğumuz an, mezar taşımızda “Canım Annemiz”, “Tanrı’nın Cennet’ini yeryüzünde istedi”, “Biricik Oğlumuz” veya “İyi bir babaydı” yazar, benimizden geriye ancak bunlar kalmıştır, mermere oyulmuş ve içinde soluklanamayacağımız birkaç satır. Oysa insanın, insan olabilmesi için içinde soluklanabileceği bir ağaç kavuğu yeterlidir. Ata sarılmasının ardından, Nietzsche’nin iki gün boyunca bir divanda hareketsiz ve sessiz yattığı ve on yıl sürecek bir sessizlikten önce, son sözlerinin “Anne, ne aptalım!” olduğu söylenir. Nietzsche, atın gözlerinde kendinden başkasını görmemiştir. Her sabah uyandığımda, her birinin gözlerinin içine tek tek bakarak “Hayat, böyle Görsel'1'4'Chungking'Express bir şey değil, ne aptalım!” derim tanrıma, bütün tanrıları öldüren Nietzsche’ye ve küçük kalabalığıma. Bu yedi kelime benim bir ömür boyu sürecek sessizliğimdir çünkü ben kendimi ararken etrafımı kuşatan insanlara kapılmak istemiyorum. İşte, bunun için ardıma bakmadan koşabildiğimce koşacağım. Kaynakça Chungking Express. Dir. Wong Kar-wai. 1994. Kundera, Milan. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği. Vol. 40. İstanbul: İletişim yayınları, 2013. The Turin Horse. Dir. Bela Tarr. 2011. ! Görsel!1!1!Chungking!Express!..........................................................................................................................!1! Görsel!1!2!Chungking!Express!..........................................................................................................................!1! Görsel!1!3!Chungking!Express!..........................................................................................................................!1! Görsel!1!4!Chungking!Express!..........................................................................................................................!1! AİDİYET, ARAFTA KALMAK VE KARARSIZLIK Enes DURAN Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken konu nedense ait olma ve aidiyet duygusuna geldi. Arkadaşımın "Kendimi hiçbir gruba veya zümreye ait hissetmiyorum" ifadesi beni gayet şaşırttı. Çünkü benim kafamda arkadaşımın bulunduğu yer, ait olduğu düşünsel grup onun sahip olduğu düşüncelere ve fikirlere göre belliydi. Yine de kendini yalnız ve arafta hissediyordu, kendini hiçbir gruba ait hissetmediği için. Benim de içime belli belirsiz doğup bana sıkıntı veren bu anlık duygu değişimlerinin arkadaşımda da bulunduğunu öğrenmemle bu düşüncenin sadece bana ait olmadığının, başkalarında da bulunduğunun farkına vardım. Peki neden bir gruba ait olmamak, başka bir ifade ile arafta kalmak benim ve ben gibi diğer insanların canını sıkıyordu? Neden aidiyet duymak, ait olmak istiyorduk yani bir yerlere? Bu istek doğuştan mı gelir, sonradan mı kestiremiyorum. Fakat şuna eminim ki bu istek birçoğumuza hayatımız boyunca bize eşlik eder. Mesela çocuklukta bir oyun grubuna dâhil olmak isteriz. Gençlikte de âşık olmak isteriz, kalbimizin birine ait olmasını yani, daha ileri yaşlarda sakinleştiğimizden midir bilinmez belli bir kalıplara ait olmak isteriz, onlara tutunduğumuz, onları savunduğumuz ve onlardan destek aldığımız kalıplar. Aidiyet duygusunun olmaması durumunda ise arafta kalma meydana gelir. Hiçbir yere ait olmamak, her konuda ortada kalmak gibidir araf. Ne gidebilmek ne de kalabilmektir. Bir konuda karar vermeyip o konuyu askıda bırakmaktır. Bu durum bazen insanı iki arada bir derede bırakır. Bir karar verdirtmediği için etken olmayı değil, edilgen olmayı seçtirir. Mesela karar veremeyen bir seçmen oy atamaz, ikilemde kalan bir şoför direksiyonunu bir yöne kıramaz. Çünkü onlar arafta kalmıştır, yani bir sonuca varamamıştır ve bundandır ki kararsız oldukları sürece edilgen olarak kalırlar. Buna ek insanda kimlik bunalımına yol açar arafta kalmak. Çünkü başkalarını tanımlayan ve anlatan sıfatlar arafta kalan kişiyi tanımlayamaz, anlatamaz. Bu durum kişinin sayı doğrusu üzerinde tam 0'da bulunmasına benzer. Ne negatif diyebilir kişi kendine ne de pozitif. Kendini tanımlayamaması ise insanda onun hiçbir yere ait olmaması, hiçbir dayanağının olmaması hissiyatını meydana getirir. Bu da insana sıkıntı verir. Nitekim ana karakter Peri de annesi ve babası arasında arafta kalmanın verdiği sıkıntıyla "Ben ne annem gibi dindarım, ne babam gibi kâinatın beş duyumla kavradığım şeylerden ibaret olduğuna kaniyim. Öyleyse ben neyim?" (34) demiş. Bazı konularda -örneğin Tanrı'nın nitelikleri. Azur hakkındaki düşünceleri- kararsız kaldığından kendini tanımlayamaması, kendini bir tarafa ait hissetmemesi onu büyük bir bunalıma itmiş. Kitabı okurken kendimi de bazı konularda - hayat görüşüm, hayattaki amacım, değer yargılarım -romanın ana karakteri Peri gibi arafta hissettim. Ne bir tarafı tutuyordum ne de diğerini. İki taraf arasındaki farklılıktan dolayı zihnimde dindirilmesi pek de kolay olmayan çatışmalar çıksın istemiyordum. Çünkü ne kadar düşünürsem düşüneyim yine bir tarafı seçemiyor ve yine arada kalıyordum. Bu da bana inanılmaz bir sıkıntı veriyordu. Anladım ki ben hudutlarını bulandırmak istemeyen, karar verip bir tarafa ait olmak isteyen, tüm bunlara rağmen yine de arafta olan biriydim. Bundan olmalı ki bana çok önemli bir ihtiyaç gibi geliyordu aidiyet. Bazılarına da bana garip gelen bir şekilde ihtiyaç gibi gelmez bir tarafa ait olmak, yani sıkıntı değildir onlar için arafta kalmak. Kendisini çeşitli bakımlardan hiçbir sıfatın niteleyememesine aldırış etmezler onlar. Bunun, yani arafta kalmanın seçmeme özgürlüğü olduğunu savunur böyle düşünen insanlar. Yani illâ ki bir tarafı seçme zorunluluğundan kurtulmaktır onlar için araf. Kararsızların, yani hiçbir tarafta yer almayanların kaçış noktasıdır. Sorulan her soruya çekimserim diyebilme rahatlığıdır. Önüne gelen şıkları beğenmemiş olan öğrencinin E şıkkı gibidir araf onlara göre. Hepsine uzak ve hepsine eşit mesafede... İşte böyle düşünenler arafın varlığını ve arafta kalmayı paha biçilemeyen bir çözüm olarak görürler. Her ne kadar arafta kalmanın, kararsızlığın bazı konularda verdiği rahatlık benim için inkâr edilemez olsa da insana kararına göre aksiyona geçme fırsatı verdiği için bence en kötü karar kararsızlıktan iyidir. Çünkü insana destek alacağı bir tarafa ait olmasına izin verir, insanın fikir yalnızlığını bitirir. Kaynakça: Şafak, Elif. Havva'nın Üç Kızı. Doğan Kitap, 2016. Samet Demir 21502139 AŞKIN DİYALEKTİĞİ Hiç aşkı tam anlamıyla tanımlayan bir söz gördünüz mü? Tanımlaması en zor terimlerden birisidir aşk. Bazı kişiler bu tanımlanması zor kelimeyi bir kişi için dünyadan vazgeçebilme gücünü veren duygudur diye tanımlar. Bazıları ise aşk senin için yaratılanı keşfetmenin adıdır diye tanımlar. Bunlar gibi aşkı tanımlayan birçok tanım yapılmıştır yüzyıllar boyu. Ama hiçbiri tam aşkın tam manasını sözcüklere sığdıramamıştır. Eugene Delacroix “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden çok farklı bir dil gerekir.” diyerek aşkın tanımlanamayacağını göstermiştir. Aşkı anlamamız için bir tanım lazım mı acaba? Yoksa aşkın özelliklerini bilerek de aşkın ne olduğunu anlayabilir miyiz? Ben ilk âşık olduğum zaman bu soruları sırasıyla sormuştum kendi kendime ve bu sorular başka soruları da beraberinde getirdi. “Hadi diyelim ki aşkı bir tanıma ihtiyaç duymadan sadece özelliklerini bilerek anladık, peki o zaman aşkın özellikleri nelerdir ve bu özellikleri nasıl tespit edebilirim?” diye sordum bu sefer kendime. Daha sonra bu sorular üzerinde bir filozof gibi kafa yormaya başladım ve en sonunda aşkı anlamak için bir tanıma ihtiyaç olmadan sadece özelliklerinin yeterli olacağını anladım. Daha sonra aşkın özelliklerine önceden derin bir ateşi ile yanmış büyük sanatçıların hikâyeleri ile ulaştım. Bu özelliklerden birincisinin “Aşk bölücüdür” olduğunu Neşet Ertaş’ın Leyla ile arasındaki aşktan öğrendim. Aşk insanı ailesi ve sevdiği kişi arasında bıraktırır ve birini bırakmak gerekirse kaybeden taraf büyük ihtimalle aile olur. Neşet Ertaş, babasının rızası olmadan Leyla ile evlenmiş ve babasıyla arası kötü olmuştur. Peki, insan neden iki gün önce tanıdığı birini onu yetiştiren, büyüten ailesine tercih eder? Bu nedeni fazla aramaya gerek yok. Bu neden aşktan başka bir şey değildir. Ben Beethoven’ın bütün bestelerini bir kadına aşkında dolayı yazdığını ve bu kadını kimseye söylemediğini öğrendiğimde aşkın ikinci özelliğinin “Aşk gizliliği sever” olduğunu anladım. Bazı insanlar aşkı bir sır olarak düşünüyorlar ve “Üç kişinin bildiği sır sır değildir” diyerek aşkı mümkün olduğunca gizli tutmaya çalışıyorlar. Hatta Ahmet Altan’ın Bir Hayat Bir Hayata Değer kitabında anlatıldığına göre Halil Cibran bu gizliliği daha da abartarak hiç görmediği, sesini duymadığı, kokusunu bilmediği ve hiç bir zaman karşılaşmadığı bir kadına âşık olmuş ve onula mektuplaşmıştır ama görüşmekten yüz yüze görüşmekten kaçınmış ve bu ilişkiyi gizli tutmuştur. Eğer onunla görüşürse aşkının zaman içinde azalacağından ve sonunda biteceğinden korkmuştur. Bu iki örnek bize aşk gizli kaldıkça aşktır gerçeğini yansıtıyor. Sizinle yeri gelmişken bir genel kültür bilgisi de paylaşmak isterim. İnsanların evlenince aşk biter demesinin asıl sebebi aşkın gizliliğinin gün yüzüne çıkmasındandır. Gelin aşkı tek taraflı sevenlerin penceresinden bakarak inceleyelim. Bu pencere aşkın en acı verici ve ateşi ile insanın aciz kalbini kor gibi yakan özelliğine açılır. Bu özelliğin adı “Aşk adil değildir.” Yaratılış itibariyle kimimiz ayna çatlatacak kadar güzel, kimimiz ise aynaya bakmaya utanacak ve korkacak kadar çirkindir bu hayatta. Durum böyle olduğundan dolayı çirkine birine kimse âşık olmaz, çirkin bir kimse âşık olduğunda ise platonik bir aşk acısı yaşar narin kalbinde. Hiçbir zaman ulaşamaz kalbinde yatan prensesine veya beyaz atıyla kendisini bekleyen prense. Her ne zaman yanından geçen bir çift görse yüreği yağın kızgın ateşe atıldığında çıkarttığı sesi hisseder ve kendi yanında da sevdiği kişinin olmasını ister. Aşk bu yüzden bu insanlara karşı adaletli değildir. Tanımı olmayan aşkı daha iyi anlamak ve tanımak için aşkın özelliklerini bilmek yeterlidir. Aşkın bölücü olduğunu, gizlilikten hoşlandığını ve herkese adil davranmadığını iyi bilir ve anlarsak, âşık olmadan önce ne yaşayacağımızı önceden tahmin ederiz ve yapmamız ve yapmamamız gereken önemli şeyleri göz önünde bulundururuz. KAYNAKÇA Altan, Ahmet. Bir Hayat Bir Hayata Değer. İstanbul: Everest Yayınları, 2016. Baskı. Kürk Mantolu Madonna: Kitap Değil, Adeta Bir Arkadaş Dürüst olmak gerekirse, kitap okumakla pek aram yoktur. Ne zaman bir kitaba başlasam ya dayanamayıp sonunu okuyarak kitabın tüm tadını kaçırır; ya da kitap okuduğum sırada duyduğum herhangi bir ses, gördüğüm herhangi bir şeyle dikkatimi dağıtarak, okumayı bırakırım. Beni kendine bağlayan, benimle konuşan ve beni bana anlatan o doğru kitabı bulamamaktan kaynaklandı bu durum belki de bu zamana kadar. Ancak birkaç gün önce bir türlü almaya cesaret edemediğim Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını okuyunca bu durum değişti. Yazar hakkında pek bilgi sahibi olmamama rağmen kitabın aylar boyunca “Çok Satanlar” rafında durması ve hemen hemen tüm arkadaşlarımın bu kitabı yere göğe sığdıramayarak anlatması beni bu kitabı okumaya şaşırtıcı bir şekilde cesaretlendirdi; nitekim sayfaları çevirdikçe doğru bir karar verdiğimi tekrar tekrar anladım. İki yüz sayfalık kısacık bir romanı bile günlerce okuya okuya bir türlü bitiremeyen ben, bu romanı aldığım gece uykusuz kalmak pahasına bitirdim. Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazmış olduğu son roman olma özelliğini taşıyan bu kitap, okuyanda okudukça roman özelliğinden çıkıp; adeta okuyucuyla içindeki parçaları ve dertleri sürükleyici ve sıkıcı olmayan bir üslupla paylaşan, sessiz ama etkili bir arkadaşa dönüşüyor. Hem bu kadar az sayfa içerip hem de fazlaca Osmanlıca kelime bulundurmasına rağmen hayatımızda ve içimizde aslında sürekli var olan ama fark etmediğimiz çoğu duygu ve düşünceyi bu kadar akılda kalıcı şekilde işlemesi, kitabın bende ayrı bir yer edinmesini sağladı. Kitapta yeni işe başlayan bir memur, içsel dünyasını ve başlarda kendisine sıradanmış gibi gözüken - fakat kitabı okudukça aslında bu memurun da tamı tamına öyle biri olduğunu gördüğümüz - Raif Efendi’nin Maria Puder’le yaşadığı tutkulu ama acıklı aşk hikâyesini ve bu hikâyenin Raif Efendi’nin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Raif Efendi’nin kitap boyunca hissettiği duygular, yaşadığı olaylar, aslında bir bakıma da bizlere olayları ve kişileri ilk bakışta yargılamamız gerektiğini; olayların insanları ne denli değiştirebildiğini fark etmemizi sağlıyor. Şahsen, kitabı okuduktan sonra eskiden yaşadığım olaylar ve iletişim kurduğum kişiler hakkında yeterince şeyi bilmeden, yanlış yargılara vardığımı; bu yargıların benim şu anki bazı pişmanlıklarımın sebebi olduğunu fark ettim. Kitabın son kısımlarında Raif Efendi’nin, kendisine biricik aşkı Maria Puder’den yazılan mektupların kesilmesinin ardındaki asıl sebebi bilmeden Maria Puder’i suçlaması, ancak asıl sebebin Maria Puder’in ikisinin kızının doğumundan bir hafta sonra komaya girerek ölmesi, benim bu farkındalığımı ortaya çıkartan olaylardan sadece biri… “Gene dün akşam anladım ki, hayatımdan o kadın çıktıktan sonra, her şey hakikiliğini kaybetmiş; ben onunla beraber, belki de daha evvel, ölmüşüm.” sözüyle de pişmanlığını anlatan Raif Efendi’nin, olayın etkisini üzerimde güçlendirdiğini söyleyebilirim. Kitaptan Raif Efendi’nin gerçek olmasını dileyecek kadar etkilendim. Onun kederli, durgun yüzünü görmeyi ve hayatının bu denli nasıl değiştiğini aşama aşama gözlemlemeyi isterdim. Kitaptaki anlatıcının da dediği gibi Raif Efendi “benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.”. Eğer siz de benim gibi kitap okumaktan çabuk vazgeçebilen bir insansanız, Kürk Mantolu Madonna bunu değiştirebilecek türden bir kitap. Özellikle aralarda kendinizden parçalar buldukça kitaba daha da bağlanacak; kendiniz ve yargılarınız hakkında bol bol düşüneceksiniz. Benimle sessizce konuşan dikdörtgen şeklindeki bu arkadaş; hem hayat, hem aşk, hem de güven hakkında birçok fikir edinmemi sağladı. Bununla beraber hayatıma, hissettiğim duygulara, çevremdeki insanlardan gördüğüm sevgiye ve çevremdeki birçok insana daha farklı ve anlayışlı bir şekilde bakmama neden oldu. Bu yüzden ne yapıp ne edin, siz de Kürk Mantolu Madonna’yı bir an önce okuyun. BU ŞİKAYET NİYE? Sabah annemin yanağıma kondurduğu öpücükle uyandım. Babamın " günaydın benim meleğim" demesiyle güne başladım. Sıcacık yatağımdan oflayarak çıktım. İsteksiz şekilde yüzümü sıcak suyla yıkadım. Dolabımın karşısında ne giysem diye düşünüp durdum. Yine hiçbir şeyim kalmamıştı. Aralarından birkaç tanesini seçip hemen giyindim. Annem kahvaltı yapmamı söylese de hemen evden çıktım. Dışarısı soğuk. İyi ki atkımı da almışım yanıma dedim kendime. Arabama bindim ve okula doğru yola çıktım. Yine çok trafik vardı, ofladım pufladım. Müzik eşliğinde okula doğru yavaş yavaş gidiyordum. Kırmızı ışıklarda dakikalarca bekleyişler... Tam geçecekken kırmızı ışık yandı ve durmak zorunda kaldım. Sol tarafıma baktım ve bir çocuğun bana doğru baktığını gördüm. Çaresiz bakıyordu. Yalvarmak istiyor ama yalvarmaya hali kalmamış gibi görünüyordu. Sanki "Gözlerimden anlatamıyor muyum çaresizliğimi" der gibi bakıyordu. 5-6 yaşlarında, esmer ve küçük bir çocuktu. Kıyafetleri yıpranmıştı ve üşüyordu da. Küçücük bedeni titriyordu. Birden aklıma sabah yüzlerce kıyafet olan dolabıma bakarak "giyecek hiçbir şeyim kalmamış" demem geldi. Neyin şikâyetiydi bu? Sımsıcak evimde ailemin sevgisiyle büyürken, bu bollukta neye dayanarak şikâyet ediyordum hayatımdan? Neredeyse her gün akşam haberlerinde Suriye’de yaşananlar gösteriliyor. Mültecilerin kamplarda nasıl yaşadıkları anlatılıyor. Avrupa’ya göç ederken yaşadıkları sorunlar anlatılıyor. Bazı haberler de insanlığımızdan şüphe ettirecek nitelikte: “Suriyeliler ne zaman gidecekler? Çocuklarımız korkuyorlar artık” gibi haber başlıkları gördükçe insanlığın bittiğini bir kez daha anlıyorum. Haberlerde izlediklerimiz ya da gazetelerde çıkan haberler sanki bize bir aksiyon filmi gibi geliyor. Atılan bombalarla yüzlerce insanın ölmesi… Yaşananların gerçek olduğunu idrak etmek istemiyoruz belki de. Yanı başımızdaki ülkede masum sivil halkın öldürülmesi gerçek değilmiş gibi geliyor. Halbuki biz canını kurtarmak için kaçan çaresiz insanlardan şikâyetediyoruz. Suriyeli mülteciler için açılan kampları araştırmak için internete giriyorum. Benim ne yardımım dokunabilir diye araştırma yapmak istiyorum. İnternette gezinirken birden bir fotoğraf çarpıyor gözüme. Dakikalarca fotoğrafa bakıyorum. Fotoğraftaki kızın gözleri esir alıyor beni. Küçüklüğüme çok benziyor. Aynı benim de böyle uzun ve kahverengi saçlarım vardı. Gözlerimiz de çok benziyor fakat onunkiler korkuyla bakıyorlar. Endişeyle bakıyorlar, geleceği belli olmayan hayata. 7 belki 8 yaşında. Kendimi düşünüyorum o yaşlarda. Ailemin sürekli aldığı oyuncaklarla oynardım. Hep yeni oyuncak isterdim. Annemin ve babamın sevgisiyle büyüdüm o yaşlarda. Yarın yaşayabilecek miyim acaba diye kaygılarım olmadı hiç. Annem hep yanımdaydı. Babam çatışmada kalbine kurşun yiyerek hayata gözlerini yummamıştı. Geç büyüdüm ben. Bu masum kızın yaşadıklarını yaşamadım. Onu anlıyorum ya da yaşadıklarını anlıyorum diyemem. Hiç kimse diyemez. Fakat bir nebze de olsa anlamaya çalışıp, olaylara tarafsız ya da tepkisiz kalmamamız lazım. Bu küçük kızın bizim desteğimize ihtiyacı var. İstemeyerek okuduğum Hukuk Fakültesini bazen iyi ki tercih etmişim diyorum. Özellikle bu fotoğraftan sonra iyi ki hukuk okuyorum diyorum. Masum canlar hayatını kaybederken onları kimsenin savunmaması beni deliye çeviriyor. Bir sürü uluslararası derneğin, yardım kuruluşunun boşuna çalıştığını düşünenlerdenim. Dünya barışı için birçok kuruluş varken niye hala insanlar, özellikle çocuklar, öldürülüyor? Hani insan hakları? Hani yaşama hakkı? Onların haklarını kimler savunuyor? Sadece televizyona çıkıp konuşmakla ya da kınamakla insan hayatları kurtulmuyor. Hayatını yitirmiş çocuklar, hayata dönüp huzur ve barış içinde okullarına gitmiyorlar. Bazı insanların buna dur demesi gerektiğini düşünenlerdenim. Tek bir insanın bile bir şeyler başaracağına inananlardanım. Tıpkı Nelson Mandela gibi, tıpkı Mahatma Gandhi gibi. Bu masum kızın gözlerine baktıkça hukuk eğitimini tamamlayıp o kız gibi olanların yanında olmak istiyorum. Bir şeyleri değiştirmek istiyorum bu dünyada. Beyza Nur Ercoşkun Kaynakça “5-6 Milyon Suriyeli Çocuk”. 9 Mart 2016 tarihinde erişildi. www.akademikperspektif.com. Samed Alperen Tavşancı HÜZÜNDÜ GÜN BATIMININ ADI Sadece bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama güneşin batmasına az bir zaman kala günün son ışıkları gökyüzünü maviden pembeye, turuncudan kırmızıya kadar bin bir farklı tonda renge boyarken, içimde uyandırdığı derin duygularla birlikte kendimi bu harikulade tabloyu izlemekten alamıyorum. Sanki insanlar daha derin düşünebilsin, hissettiklerinin aslında ne kadar etkileyici olduğunun farkına varabilsinler diye güneş ve gökyüzü bu muhteşem görüntüyü inşa ediyor. Frederic Edwin Church tarafından resmedilen "Twilight in the Wilderness" tablosu, tam olarak anlatmak istediklerimi somutlaştırmak için yapılmış. Yüzyıllar önce benim gibi gün batımına hayran olanların derdine derman olmak istercesine vurmuş fırça darbelerini. Altı üstü bir resim deyip geçmeyin sakın. Çünkü, insan bazen öyle duygular içerisindedir ki hissettiklerini anlatamaz, anlatmak istese de dili dönmez. O yüzden ya kendisinden hiç beklenmeyen davranışlar sergiler ya da derdini anlatabilmek için bir müzikle veya benim gibi bir tabloyla cevap verir karşısındakine. Aynı şekilde gün batımı ve tablosu da benim anlatamadıklarımı, kelimelerin sebep olduğu anlam karmaşasından uzak bir şekilde yansıtıyor. Benim hakkımda bir şeyler arayanların bulabileceği ipuçlarıyla birlikte her gün görebiliyoruz gökyüzünde gün batımını. İşte bu yüzden günün en güzel saatlerini dört gözle bekliyorum ve o an geldiğinde anılarımla birlikte hayallerimin arasında kaybolmak için sabırsızlanıyorum. Gün batımını sevmemin bir diğer sebebi ise, gökyüzünün en sevdiğim renklerle yani turuncunun tonlarıyla bezenmesi. Yalnızca gökyüzü de değil aslında beni büyüleyen. Her gün güneşin doğuşuyla birlikte filizlenen gün, akşam saatlerinde adeta son kez insanı rüya aleminde gezdirmek istermiş gibi ne kadar güzelliği varsa hepsini ortaya seriyor. Gökyüzü ile birlikte sanki bütün tabiat, geceye varmadan önce kalan az bir zamanı en güzel şekilde değerlendirmek için ahenk içinde kusursuz bir şekilde akışına devam ediyor. Ancak tüm bu işleyişe rağmen insanlar dışındaki diğer varlıklar kaçırdığı şölenden habersiz. Çünkü gündüzün sona ermesi, diğer canlılar için yalnızca biyolojik saatlerini ayarlamak, yaşamsal döngülerini bir düzen içerisinde devam ettirebilmek için var. Yani onlar için gün batımından çok, ışığın miktarının değişmesi söz konusu. Renk cümbüşünün oluşturduğu binlerce harikulade sahneyi durup izlemek, bu gösteriye birden çok anlam yüklemek onlara göre değil. Fakat onlarla aynı ortamı paylaşan, bakıp gören ve gördüğünden birden çok anlam çıkartabilen insanlar, yani bizler, aslında gün batımını anlamlı kılarız. Bizi diğer canlılardan farklı kılan özelliklerimizle, gerçekten şahane bir tablo karşısında mest oluruz. Fakat şunu da kabul etmek gerekir ki, herkes için aynı anlamı taşımaz gün batımı. Kimisi sevmez bile, ölümü hatırlattığı için veya unutmak istediği fakat aklından çıkaramadığı bir olayı anımsattığı için. Ya da gerçekten neleri sevip neleri sevmediğini bilmediği için. Fakat benim için öyle değil. Gün batımı 'hayatımın en güzel anı' dediğim zamanları, uzun süren bekleyişlerin sona erdiği vakitleri, aynı şekilde yaşanan acıları, haksızlıklar karşısındaki çaresizliğimi, en çok da kimselere anlatmadığım hüzünlerimi en derin şekilde yaşadığım zamanlar. Kısaca kim olduğumu daha iyi kavradığım dakikalar diyebilirim gün batımı için. Ayrıca bir insan kendisi hakkında ne kadar çok bilgiye sahipse, hayatta yaşayacağı olaylar karşısında nasıl durması gerektiğini daha iyi belirler. Onu hangi sonuçların beklediğini de daha iyi bilir. Bu yüzden gün batımları benim için ayrı bir yere sahip. Güneşin son kırıntılarını neredeyse her gün görebiliyor olmam ise bıktırmıyor beni. Aksine her seferinde daha farklı şekilde seviyorum akşama yarım saat kala vakitlerini. Çünkü ışığın turuncu ile pembe arasında görünen o rengi dünyadan ağır ağır çekilirken, hiç bitmesini istemediğim bir masalın son sayfalarında hissettiğim tarif edilemez anları hatırlatıyor bana. Küçük Prens'in de dediği gibi "Biliyor musun, insan üzgün olunca günbatımının tadına daha iyi varıyor." (de Saint-Exupéry 31) Belki de ben de gerçekten çok üzgün olduğum için seviyorumdur gün batımlarını, kim bilir? KAYNAKÇA Church, Frederic Edwin. Twilight in the Wilderness. 1860. Yağlıboya. Cleveland Museum of Art. Cleveland de Saint-Exupéry, Antonie. Küçük Prens. Çev.Tomris Uyar. İstanbul: Can Yayınları, 1990 CANSU KÖMEÇ ORTANCA DÜĞME İLİKLEMESİ (Heinrich Bünting: Mitolojik kanatlı at şeklinde Asya haritası. 1581.) “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan, bu memleket, bizim.” (Nazım Hikmet, Davet, 1929) Dün Şinasi Sahnesi’nde Sunay Akın; küçük hikayelerini anlatırken “Yaşadığımız topraklarla ilgili gerçekten de ne kadar az şey biliyorum.” diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi. Anlattıklarıyla bizi hem güldüren hem de şaşkına çeviren Sunay Akın; bir kez daha bilgiyi öğrenme konusunda kırk fırın ekmek yememiz gerektiğini ilginç tesadüflerle ispat etti bizlere. Haritada gözünüze çarpan ilk şey kanatlı at oldu, öyle değil mi? Resmin altında da belirttiğim gibi o aslında bir harita, daha da önemlisi eski Asya’yı gösteren bir harita. Ama şimdilik konumuz bu değil. İlk dikkatinizi çeken kanatlı atın ismi Pegasus ve bizimle iki alakası var: Birincisi Pegasus; Yunan mitolojisinde ilham götüren varlık olarak bilinir. Ama sadece şairlere. Bir diğeri de Pegasus’un başının olduğu yer Anadolu… İki farklı insan, iki farklı zamanda birbirlerinden habersiz; biri dizelerine dökmüş Anadolu’yu, biri de beyaz tuvaline. Olur ya, belki Nazım gördü bu haritayı ondan ilham aldı, belki de Pegasus bu olanları biliyormuşçasına aktardı ilhamını Nazım’a… İşte dörtnala başlıyor insanoğlunun Anadolu’ya göç yolculuğu. Başlıyor da hemencecik bitiyor mu? Hak getire! Her gün yeni bir sayfa açılıyor bazıları için. Yaşadığın şehri terk edip de başka toprakları vatan bellemek zor. Beynin patlamak üzere olur. Hal bu ya, gelecek kaygısı taşırken, geride bıraktıklarının ardından uzaklaşmak her baba yiğidin harcı değildir. Öte yandan, sen gidiyorsun da arkandakiler bakıyor mu sadece? Kalanların ciğeri paramparça, helak olurlar ağlamaktan. Nice evlilikler de bitiyor bu ayrılık uğruna ya da aşkından ölse de Andaylar geri dönüyor ruhunun ait olduğu yere; yüreği kor ateş, yarım kalmış bir sevgili ardında. Kimisi de yine aşık; ama vatana ve işte tam da bu yüzden dönemiyor. Bedeni sürgün edilse de nafile; bitmiyor aşkı. Bitmez. Doğup büyüdüğün toprakları çeker kan. Yaşıyorum da oradan biliyorum. Tamam belki sürgün edilmedim ama içimdeki his en az sürgün kadar güçlü. Geri dönülemez bir yola girdim tabiri caizse ve uzak kaldım sevdiğim şehrimden. Yılda iki kere görmek en sevdiğim sokaklarını ya da koklamak havasını dokunuyor bana. Normalde mesafeler önemli değildir seven insana. Ancak bazen o iş öyle olmuyor. Ne zaman ki memleket yıldızlardan daha uzakta olur, işte o zaman kalbin sıkışır. Nefes alıyorsun, karnın tok ama buna nasıl yaşamak denir? Her sabah kalktığında, güneş daha henüz vururken evin damlarına, burnuna gelen o yeni çekilmiş acı kahvenin kokusuna alışmış bu bünye bir kere. Nasıl unutur? Nasıl özlemez? “Can çıkar, huy çıkmaz.” demişler. Haklılar ve bunu anlamak için bir elli yıla ihtiyacım da yok. Özlem her şeyi değiştiriyor. Anlamlaştırıyor, değerli kılıyor. “Kaybedince anlarsın.” dedikleri işte tam da bu. Büyüdük ama bitmedi sorular. Çocukken “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sorulurdu, şimdi “İleride ne olacaksın?” diye. Ben ilerde İstanbul olmak istiyorum sevgili okur. İçimde onca insanı, onca yaşanmışlığı barındırmak istiyorum. Her köşe bucağım tarih koksun, dilimden milyonlarca yıllık hikayeler dökülsün istiyorum. Yüreğimi görenler Galata’dan Boğaz’a bakarmışçasına ferahlasın… Ben; İstanbul kadar İstanbul olmak istiyorum. Her gözlerimi kapatıp hayale daldığımda, Üsküdar’dan Dolmabahçe’ye bakan bir kıyıda, sandalyede oturmuşken buluyorum kendimi, ruhumun ait olduğu yerde… KAYNAKÇA GÖRÇEK. Oy. Sunay Akın. Şinasi Sahnesi. Ankara. 5 Aralık 2016. Gösteri. Fotoğraf: https://www.google.com.tr/search?q=ancient+as%C4%B1a+map+and+pegasus&b iw=1229&bih=568&noj=1&tbm=isch&imgil=oIwp5fbeZJIaJM%253A%253B0e_197 eDB8OVWM%253Bhttps%25253A%25252F%25252Fwww.pinterest.com%25252Fp in%25252F509610514055298284%25252F&source=iu&pf=m&fir=oIwp5fbeZJIaJM %253A%252C0e_197eDB8OVWM%252C_&usg=__5ZQO1DS00OfDtU1qFeQ- U9x4D6k%3D&ved=0ahUKEwix36iDh- DQAhUJLZoKHbxlCc0QyjcIJg&ei=UPBGWLH3JYna6AS8y6XoDA#imgrc=oIwp5fbeZJI aJM%3A Hüseyin Yenilmez Kuşağımızın En Büyük Hastalığı Hızla akıp giden ve bu hızlı akışa bir türlü müdahale edemediğimiz, istediğimiz şekilde yön veremediğimiz hayatlarımız karşısında, biz “y kuşağı” olarak isimlendirilen bireyler, bu durumun nasıl gerçekleştiğini anlayamadan bir bakıyoruz ki çoktan yaşlanmış olarak görüyoruz kendimizi aynada. Hayatı yaşama şeklimiz, bizlere her gün bir yenisi sunulan, sürekli olarak takip etmemiz gereken, kendi irademizden bizleri soyutlayan bir yaşam beklentisi ve bu beklentiyi karşılamak için çalıştığımız şekillerimiz bunun en büyük müsebbibi. Bizlerin ömürleri, bir başkasının bizler için uygun gördüğü şekildeki yaşama ayak uydurmaya çalışarak geçiyor. Bizleri günden güne yıpratmaktan başka işe yaramıyor bu şekilde sürdürülen yaşam ne yazık ki. En çok da insanların, çalışmaya başladıklarında yani meslek hayatlarına atıldıklarında bu gibi hisleri yoğunlaşıyor. İnsanlar en fazla, bu zaman diliminde kendilerini yıpratıyorlar ya da yıpratılıyorlar. Günümüzde, insanlar hep en çok kazancı elde edecekleri işlerde çalışmanın peşindeler. Okul hayatı da bu nedenle oldukça stresli bir zaman dilimi olmaya başladı. Hâlbuki insan hayatında, en güzel yılları olarak hatırlamalı öğrencilik yıllarını. Hemen hemen bütün insanlar artık, maddi anlamda en çok hangi işte tatmin olacaklarsa o yöne rotalarını çeviriyorlar. Hayatta ne yapmak istiyorum, bana hangi meslek uygun, başkalarının fikirlerinden bağımsız şekilde ben nerede ne yapıyorken mutlu olacağım gibi soruları kimse düşünmüyor. Düşünseler bile bu sorulara isteklerini karşılayacak şekilde değil, yine maddi kaygılarla cevap veriyorlar. Bunun nedeni, günümüzün sistemi kuşkusuz. Bir kimse eğer işini yapıyor ve çalıştığı yere maddi katkı sağlanmasını kolaylaştırıyorsa onun manevi açıdan da tatmin olması gerekliliği düşünülmüyor bile. Bundan dolayı da insanlar, henüz öğrenciyken yalnızca maddi tatmin odaklı düşünüyorlar. Çalışma hayatında çok kazanma isteği, meslek seçimi öncesinde tercih edilen okulların da bu amaca uygun şekilde belirlenmesine sebep oluyor. Bu şekilde sürdürülen yaşam şekli, Philip Roscoe’nun Harcıyorum Öyleyse Varım adlı kitabında bahsettiği üzere, insanların etik açıdan insani özelliklerinden feragat edip kendi kişiliklerine aykırı davranabilecekleri durumları meydana getirebiliyor. Örneğin bir kimseden patronu bir işte kazanç sağlamak uğruna ondan çıkarlarına uygun olacağı için kötülük yapmasını istese ve bu çalışanın kişiliğine aykırı bir durum olsa dahi onun bunu kabul etmesi böyle bir durumdur. Bu gibi durumlar da toplum hayatında yozlaşmalara neden olmakta. İnsanlığa dair iyi özellikleri harcamadan zenginleşmek mümkün değil midir? Bugün yaşadığımız dünya, maalesef, insanların ne kadar kazanıp, ne kadar harcadıklarına bakılıp o kadar insan olarak düşünüldükleri bir dünya. Maddi kaygılardan meydana çıkan bu sorunlar yüzünden var olan düzene inkâr edemiyoruz. Daha da kötüsü öyle bir ruh haline büründürülüyoruz ki, sanki karşı koysak bile hiçbir işe yaramayacağını tüm benliğimizle hissediyoruz. Böyle hissetmemizi sağlamak için çabalayanların karşımıza çıkardığı bir problem bu. Ne yapılırsa yapılsın sonuç değişmiyor ne yazık ki. İnsanlar her geçen gün daha da tepkisiz hale geliyorlar ya da getiriliyorlar. Asıl sorun ise, bu durumun normalmiş gibi düşündürülmesi. Zamanla insanlar, kelimenin tam anlamıyla sindiriliyorlar. Ekonomik endişelerle meydana gelen sorunlar, insanların hayatlarını onlardan bağımsızmış gibi yaşamalarına sebep oluyor. Bir diğer deyişle, insanların hayatlarının merkezinden onları dışarı atıyor ve zamanla kendi yaşayışlarına müdahale edemeyecekleri bir hale gelmelerine neden oluyor. Bu sebeple de birtakım problem insanların yaşamlarının tam merkezine oturuyor ve yaşam gün geçtikçe içinden çıkılmaz, tat alınmaz bir soruna belki de bir işkenceye dönüşüyor ne yazık ki. Çağatay İskender 21300769 TURK 101-27 Final Kara Kitap Tahsin Yücel edebiyat dünyamızın çok sayıda ödül toplamış önemli yazarlarından biridir. Yazdığı öykülerle edebiyat dünyasına giriş yapan Yücel, uzun bir süre öykücülüğe devam edip farklı alanlarda da çalışmaya başladı. Öykü anlamında yazdığı “Düşlerin Ölümü” adlı eser on bir öyküden oluşmaktadır. İçerisinde bulunan öyküler oldukça karamsar bir tarzda yazılmıştır. Okurken okuyucuyu umutsuzluğa ve hüzne sürüklemektedir. Yazılan öykülerde çocukluk dönemi ağırlıkla işlenmiştir. Öykülerde çocukluğa duyulan özlem de kendini hissettiriyor. Yazılan öykülerde yazarın kendine ait ögelerin bulundurulması, yazar hakkında okuyucu meraklandıran bir unsur oluyor. Bir insanın eserlerine kendi çocukluğundan ögeler katması benim düşünceme göre heyecan ve merak vericidir. Öyküler okundukça okuyucunun kafasında yazarın çocukluk dönemine ait sorular belirmesi bir başka güzel unsurdur. Eserin genel temasının karamsar olmasında dönemin getirdiği akımların etkisi olmakla birlikte bunun nedeninin sadece dönem koşulları ve akımlar olduğunu düşünmüyorum. Yazarın kendi içinde bulunan hüzün ve özlem duygularını eserlerine işlediği çok açıktır. Aynı zamanda bu duyguları okuyucuya aktarmakta da oldukça başarılıdır. “Gene Ağlatmışlar Kara Gözünden” bu eserin en çarpıcı ve beni en çok hüzünlendiren öykülerinden biridir. Ekonomik zorlukların yarattığı acı ve derin yaralardan bahseden öykü, bir çocuğun okulda başına gelen bir olayı anlatır. Çocuğun gömleğinden bit çıkmıştır ve öğretmeni aşağılamış, arkadaşları alay etmişlerdir. Olaydan sonra sefalet içinde yaşayan ailede duygusal krizler başlamıştır. Para olmadığı için ikinci bir gömleğin olmaması, kefenden dikilen gömleğin sorumluluk ve baskı yaratması aile içinde derin yaralara neden olmuştur. Büyük bir gerçeklik payı bulunan öykünün okuyucuda hüzün ve karamsarlık yaratması kaçınılmazdır. Sonunda çıkartılacak bir ders olan yazıyı okuduğumda, şanslı biri olduğumu fark ettim ve buna şükür ettim. Belki de çoğu insanın yaşamadığı ve büyük ihtimalle yaşamayacağı bu derin acıları empati yoluyla düşünmek bile insanı kederlendiriyor. Bir başka etkileyici öykü ise “Akça Gölge” öyküsüdür. Olayda geçen kişi aşık olduğu, sevdiği insanı ölmüş olmasına rağmen onu geri hayata döndürmek istemektedir. Ölen karısını ölümsüzleştirmeye çalışan Avşaroğlu, cesedin yanında dört gün beklemiştir. Eşinin saçlarını kesip yanından bir saniye bile ayırmak istemeyen Avşaroğlu bir çok zorluktan geçmiştir ve askere gidince eşinin saçları kendisinden alınmıştır. Bunun üzerine Avşaroğlu’nun hayatı tam bir zindana dönüşmüş ve onu acı içinde yaşamaya mahkum etmiştir. Öyküde anlatılan ölüm-aşk savaşı derin bir şekilde işlenmiştir. Bir gün herkes bu acıyı yaşayacağından, sevdiklerinden fiziki olarak ayrılacağından, benim gözümde çok çarpıcı bir kurgudur. Saçların saklanması ve kaybetme korkusu aşkın ne denli yoğun ve büyük olduğunu göstermektedir. Okurken hüzünleneceğimiz ve karşılaşacağımız bu kaçınılmaz duyguyu düşünmemek elde değildir. Her canlı bir gün fiziki olarak bu dünyadan ayrılacaktır ama kalbimizden asla kopmayacaktır. Kitap adeta bir hüzün ve keder kaynağıdır. Hayata dair çarpıcı ve gerçekçi olayları ele alması kitabın oluşturduğu duyguyu kat ve kat fazlalaştırmaktadır. Yazar Tahsin Yücel, kullandığı gerçekçilik ve işlediği karamsar temayı okuyuculara iyi bir şekilde aktarabilmiştir. Kitabı okurken durmak ve okumamak istememizin nedeni de öykülere işlenen gerçekçi hüzünlü temalardır. Bireyler kötü bir olayın kendi başlarına gelmesini asla istemezler ve başkasının başına gelince de kötü olaylar önemsizleşir. Maalesef kendimizi başkalarının yerine koymakta çok b   aşarılı değiliz. İnsanın içini açan ve ferahlatan bir eser olduğu söylenemez ama okunmasının bazı derin acıları empati yaparak çok az da olsa anlamamızı sağladığı söylenebilir. Koral Korkmaz 21201575 Ahmet Özer TURK101-32 Aziz Nesin’den Beş Kısa Oyun Okulumuzun yeni kulüplerinden mizah topluluğunun ilk kez gerçekleştirdiği tiyatro etkinliği konu olarak Aziz Nesin’in beş kısa yapıtını ele aldı. Bir İnsan Başı Üzerine Üç Sesli Üzünç, Bir Kadın İçin Düet, Sen Gara Değilsin, Yaşasın Kavuniçi. Aziz Nesin’in ülkemizdeki acınası olayları nasıl mizah ile ele aldığı tartışılacak bir konu değildir. Bu oyunları izlerken Aziz Nesin’in seneler önce yazdığı şeylerin şu an bizzat içinde olmamız beni en çok etkileyen durumdu. Eser seneler önce yazılmasına rağmen günümüzü o kadar güzel anlatıyor ki, tiyatrocu arkadaşların belki de en keyifli ve kolay oyunları olmuş olabilir. Tüm oyunlar birbirinden güzel olsa da beni en çok etkileyen ve düşündüren eserleri, Sen Gara Değilsin ve Yaşasın Kavuniçi idi. Oyunların beni hangi yönlerden düşüncelere daldırdığından bahsetmeden önce oyunlar hakkında kısa bir bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Sen Gara Değilsin, Gara isimli karakterin köyünde en korkak çocuk olması, hırsızlık yapması, bir baltaya sap olamamasından dolayı gönüllü olarak askerliğe gitmesinden bahsedilmektedir. Gara’nın askerlikte yaptığı durumların medya ve Gara’nın şansından dolayı köylülere bir savaş kahramanı olarak söylenmesi köyün isminin Gara olarak değişip bir de büstünün yapılmasından bahsedilmektedir. Günümüzde ülkemizde bu durumlar var mıdır diye düşündüğümde aklıma belirli olayların gelmemesi ancak ülkemizin davranışına ne kadar yakın olduğunu gördükçe kesinlikle oyundaki olayların benzerlerinin ülkemizde yaşandığı kanısına vardım. Gerçekte farklı olan olayların kulaktan kulağa dolaşarak farklılaşması ve en son gelinecek noktada biz halkın olayı nasıl anlamak istersek öyle olduğu kesin bir yargı olmuştur. Belki de bizim ülkemizde bu kadar dedikodunun olması gayet normaldir. Gerçekte olan olayları insanlar kendi anladıkları gibi veya anlamak istedikleri gibi başkalarına aktardığı zaman, olayın gerçekliğiyle alakasının kalmaması ne yazıktır ki ülkemizin trajikomik olaylarının başında gelebilir . Peki neden biz istediğimiz gibi anlamaya meyilliyiz ve ya neden gerçekleşen olayların bizim işimize gelmemesi çok derin bir soru olsa gerek. Hepimizin içinde sanırım bir edebiyatçı var ki olayları kurgulamakta üzerimize yoktur. Bu çok üzücü bir durum, herkes bunun farkında ve yapılmasının yanlış olduğu herkes tarafından bilindiği halde her olayda aynı döngünün yaşanması kaçınılmaz oluyor. Benim düşüncem ülkemizde herkesin her konu hakkında üstün bir bilgi birikimi olduğunu düşünmesi bu davranışın temelidir. Bunun kanıtıdır gerçek olaydan türemiş iki farklı olay başkaları tarafından ortaya tezler, kanıtlar konularak birbirlerini ikna etmeye çalışmasındandır. Sizin hakkınızda olmayan şeylerin konuşulduğunu düşünsek belki Gara’yı biraz daha iyi anlamış oluruz. Savaştan önce yok diyecek kadar halk tarafından sevilmeme köyünüzden uzun bir süre uzaklaşmanıza neden oluyor. Daha sonra köyünüze tekrar döndüğünüzde herkes size bir hayaletmişsiniz gibi bakıyor ve gelişinize bir türlü inanamıyorlar. Arkanızdan konuşulan hikayelerin kendi anlattıkları gibi doğru çıkması için sizi köyden kovuyorlar. Sizin gerçekte olanları anlatmak isteğiniz ise canınızın alınması için güzel bir sebep oluyor. Yaşasın Kavuniçi, bir milletvekilinin kız isterken kızın verilme sürecinde bürokratın geleceğine göre şekillenmesi beni güldürmenin yanı sıra hüzünlendirdi de. Artık bizim ülkemizde insanlar evlendirilirken bile kocasının geleceğine, durumu iyiyse bile daha da iyi olup olamayacağına göre evlendirilmektedir. Kızlarını veren babalar kendi eşlerini isterlerken aynı duruma düşselerdi nasıl hissederlerdi acaba. Konuşmasına, eğitimine, aile yapısına göre değil de nerde çalıştığına, cebindeki kabarıklığa, gelecekte nerelerde olabileceği düşüncesine göre eş verilseydi kızlarını bu şekilde evlendirmeye çalışan babalar nasıl hissederdi acaba. Ülkemizde eğitimin ne kadar küçümsendiği de bu tarz olaylar sayesinde tüm gerçekliğiyle gözümüzün önüne serilmiş oluyor. Veya farklı açıdan bakacak olursak aklı başında kızlarımızın sevdikleri, mutlu olacakları adam yerine sırf cebinde çok parası var diye ailesinin evlendirmeye zorladığı ve kızlarımızın hayat boyu mutsuz kaldıklarını hiç düşünmüyor muyuz? Aziz Nesin’de görmesek bu olayları farkına varır mıydık acaba ya da durumun farkındayız da elimiz kolumuz mu bağlı. Konuşmaya gelince herkes doğrucu, özgür, çağdaş ama olayın gerçekleşmesi sürecinde bu hislerimiz bir anda kayboluyor. Oturup çocuklarımıza eğitim önemli diye başlarında nöbet tutmamız kolay ancak bu tarz olaylarda asıl eğitime çocukların asıl eğitimcilerinin: annelerinin, babalarının ihtiyaç duyduğu gün gibi ortada maalesef. Ne zaman bu durumun farkına varacağımızı benim gibi kaç kişi merak ediyordur acaba. Abidin Dedekargınoğlu 21302505 22.12.14 Başak Berna Cordan Section:020 Yüzyıllık Yalnızlık Zamanın Anda İzleri 1982 Nobel Edebiyat Ödüllü, Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez' in 1967 yılında Meksika'ya ilk gidişinde yazdığı başyapıtı. Yazar çocukluğunun geçtiği Aracataca'yı Macondo adıyla fantastik bir kurguyla sunmuştur ve amacını "çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak" olarak açıklamıştır. Kitap büyülü gerçekliğin en önemli eserlerindendir Zamanımız giderek daralıyor, zaman belirli bir döngüde kaybolarak geçiyor, asla bir gerçeği yansıtmayarak. Varlığın temeline dayandırdığımızda birçok değişken görürüz, temellendirmek yanlış bir durumdur, çünkü bir olguyu temellendirmek, onu kökleştirmek demektir, bu da zamanın değişme kuralına aykırıdır. Canlılar ve özellikle insan, bir kuş misali Cordan 2 yaşar hayatı, geldiği ve gittiği hep dar zamanda kısılır. Zaman döngüsel bir formdan çok, bence daha üst bir metadır. Tüm yaşananları, yaşanmışlıkları, varı ve yok olanı sadece zaman kavramına sıkıştırmak, imkânsız bir döngü gibi geliyor bana… Edebi anlamda da bu kavram üzerinde durulmuştur, felsefi anlamda da… Fakat belki de hiçbiri aslında istenilen ya da istedikleri betimlemeyi yapamamış, zamanı somutlaştıramamıştır. Akıp giderken zaman, sıradanlaşan, kalıplara sıkışan hayatlarımızın ne kadar farkına varabildiğimizi düşündükçe zamanın zihnimizde hatırlanmayan bir kavram olduğunu düşünüyorum, belki de zaman, bize akıp gittiğini fark ettirmeyecek kadar hızlı ve kavramsaldır. Dönüp duran, geçip giden, akan fakat bizim ya da herhangi hiçbir varlığın ilerlemesine engel olamadığı, çok boyutlu bir kavram olan zaman aslında varlığı bizlere sunan, gerektiğinde bizlere en kötüyü ve en iyiyi yaşatan andır. Zaman, aslında bir andan ibarettir, çünkü her şey zamanın içinde tek bir ana dayalı olarak, hızlı hızlı, kontrol etme yetisinden uzak olarak gerçekleşir. Düşündüğümüz zaman, bunu hayatımıza uyarlayalım. İnsanlar, hayatlarını kontrol edebilme konusunda çok yönlüdürler, etkide kaldıkça bunu beceremezler, kendin olmak, kararı verebilmek bir insan için olmazsa olmazdı eğer amaç zamanın içinde kaybolan hayatları kontrol edebilmekse. İnsanlar her geçen gün kendilerini tarihin tozlu sayfalarına eklerken, icraatlarıyla ya da söylemeleriyle, gerçeklerde kaybolurlar. Kurulan zaman ve ona karşı üretilen tez ve antitezler, insanlığın çoğu sözüne konu olmuş, nice yazısında yer bulmuştur. Hayatlarını yaşarken, bir yandan da sorgulayarak zamanı anlamaya çalışmış, boyutları olduğunu anlamış ve hayatın sadece görünen yüzenden arınabilmişler. Niceleri, en büyükleri anlamlandırmaya çalışmış, romantizm, sevgi ve nefret gibi duygularla harmanlayarak bir anlam bulmaya çalıştı fakat hikâyenin sonu hiç gelmedi. Dönüp baktığımda, anlam aramıyorum sadece davranış arıyorum zamanda. Sevgiyi zaman içinde düşündüğümüzde, şahsi kanaatim en güzel sevgi hissettiğiniz zamandır, o his zamanın bütün boyutlarına, anlarına sıkıştırılabilmelidir benim için… Hiçbir şey, çok değer verdiğiniz birine, sarılırken ama gerçekten tüm benliğinizle ve sevginizle sarılırken hissettiğiniz mutluluğu veremez, en azından bu his değerlerle ölçülemez. Sevginin zamanda anlık en saf, en güzel olduğu biçimdir o an. Anın kötülükleri de vardır elbette; sevgi verdiği kadar üzüntü de verir, bu durumda zamana sıkışıp kalmak isteği çok fazlalaşabilir, duygular zamanın içindedir, bizde değil. Yaşayan bizizdir fakat bize onları an getirir, an şekillendirir. Zaman düşünüldüğü kadar basit değildir, kimi zaman hayatın kendisidir, çünkü çok zaman zamanın durması dilenir. Hissiyatta zaman an temellidir, geniş değil dar bir açıdan temellenmiştir, hissiyat ana dayanır, olaylar anlıktır ve anlık hareket gerektirir. Kararlarda ve davranışlarda zaman kısa bir süreçtir, kuş gibidir yani; uçar, bir oraya, bir diğer tarafa, özgürce… Bağlı olduğu sınırların farkında değildir sadece, sınırlar soyuttur ve görünmez oturtulmuştur, aslında zaman özgürlüğümüzü alan yegâne olgudur. Zaman kısıtlar çünkü zaman insanlığa yaranamaz, insan daima şikâyet eder zamandan ya da zamanın içini doldurduğu olgudan. Küçükken büyümeye özenen insan, büyüyünce geçmişini özler, zaman asla yaranamaz ve zamandan sürekli yakınıldığı için zaman asla insanları özgür bırakmaz. Zaman aslında andır, zamanın içindeymiş gibi gözüken an zamanın temelini oluşturur, zaman uzun vadede vardır, an tek bir saniye, anlar birikerek zamana gider, geldiğinde sonuç oluşur. Yani, ortaya bir tez çıkar, çok anlamlı, çok boyutlu ama fark etmeden ve istemeden bizi içine alıp, sıkıştıran ve özgürlüğümüzü yok sayan bir zaman kavramı. Cordan 3 Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C3%BCzy%C4%B1ll%C4%B1k_Yaln%C4%B1zl%C 4%B1k Sele  n  KÜRKÇÜOĞLU   1 1 Hep Beraber Daha İyiye, Daha Güzele Sanatı her zaman çok sevmişimdir. Her bir sanatçıda, her bir renkte, her bir sözde ya da her bir notada kendimden bir parça bulmuşumdur. Geçtiğimiz hafta sonu kendi istediklerinin bu olmadığını bildiğimi bile bile, sadece etraftaki gözlerin taciz edici ve kınayıcı bakışlarına maruz kalmayayım diye eteğimin boyunu uzattı anne ve babam. Sonrasında arkadaşlarının çay partisine giderken elime aldığım sanat dergisinde gördüm Frido Kahlo’nun “Kırık Sütun” tablosunu. Tam da o anki duygularımı özetliyordu, vücuduma saplanmış yüzlerce çivi, vücudumu çepeçevre sarmış kemerler ve vücudumun tam da ortasından geçen taş bir sütun... Bedenen ve ruhen verdiğim, verdiğimiz mücadeleyi anlatıyordu bu kare, tüm kadınlar olarak. Düşündüm, kültürel ve ekonomik açıdan oldukça rahat ve refah seviyesi yüksek bir hayatım olmuştu. Ailem çoğu zaman hiçbir şeyime karışmamış, sorumluluklarımın bilincinde ve olup biteni farkında olan bir birey olarak bana güvenmişlerdi. Ama o gün eteğimi uzatmışlardı. O gün “O etek                                                                                                                 çok kısa.” diyen ses babamın sesi miydi, yoksa toplumun onlara zorla     söylettiği bir cümle miydi? Bu soruya cevap ararken düşündüm, belki toplum 1   Kahlo, Frido. Kırık Sütun. 1944Sele  n  KÜRKÇÜOĞLU   benim anne ve babama bile söyletmişti bu cümleyi, ama bunu duyanların söylenenleri olduğu gibi yapmasına daha fazla sessiz kalmayacaktım. Nereden başlasam bilemiyorum. Kadının toplumda bir eşya gibi görülmesinden mi, her özgürlüğünün sınırlandırılmasından mı, yoksa yaşamdan soyutlanmaya çalışılmasından mı? Ergenliğe girdiğimiz andan beri şekillenen kalçalarımızı, büyüyen göğüslerimizi “Ayıptır.” diye kapatmaya çalışmamız bir yana dursun, sünnetini dünya aleme duyuran erkeklerin yanında yine “Ayıptır.” diye köşe bucak saklanıyor regl sancımız. On beşimizde evlendirilip, evlenmeyince başımıza kaldı olarak nitelendirilen biz, tecavüz edenden hamile kalınca bebeğini doğurmaya zorlanan ya da daha kötüsü onunla birlikte öldürülen kadınlarız. Bir başka bedene izinsiz el sürme hakkını kendinde görenlerle dolu bu memlekette, dekolte giymeyi, dövme yaptırmayı, dudaklarını kırmızıya boyamayı ya da gece geç saatte tek başına dışarıda olmayı tecavüzü kaçınılmaz kılmak olarak görenler, kadınların da suçlu olduğunu söylerler. Çünkü bir erkek aynılarını istediği gibi yaparken kimse ona nereye gittiğini bile sormaz. E hâliyle kadın da susar tabii. Susmasa, haykırışını hangi yozlaşmamış kafa, hangi vicdanlı insan duyardı peki? Dünyaya yanlış cinsiyetle geldiğimizi düşünür bazılarımız, her güne, her uzvuna lanet eder. Oysaki lanet edilmesi gereken şey kötü kader değil, sığ insanlardır. Bir de koca bulursak vay halimize. Gelinlikle çıkan bir daha ancak kefenle dönebilir baba evine. Değer bilmez ellerde hırpalanır, bir busenin ışıldatması gereken yanaklarımızda tokat izleriyle dolaşırız. Fiziksel acıdan çok yürekten aldığımız acıları çoğu zaman toplumdan dışlanmamak adına ifade bile edemeyiz. Çoğumuzun gün boyu sırtı koltuk yüzü görmez, saçları süpürge yine de akşam işten gelen kocası kadar yorgun olmayı hak etmez. Kadının işi budur çünkü, yorulmak, ölene kadar çalışmak, evi çekip çevirmek, belki işe gitmek, çocuklara bakmak ama en önemlisi de bunu asla karşısındakine yansıtmamak. Bir de dayak yersek üstüne, üstelik yemek tuzsuz olmuş diye, kim sesini çıkarabilir ki buna? Çünkü aile içine karışmaz kimse, kutsaldır aile. Dayak yemezsek de azar yer, laf işitir, aşağılanırız ama ne önemi var. Ama olur da bir gün sesimizi çıkarır, “Bu ay az para kazandın.” ya da “Dolap kapağı kaç gündür kırık.” dersek yüzümüz gözümüz dağılır.   Erkeklerimizin kendine yediremediği bu lafların cezası da susturulmamızdır. Sele  n  KÜRKÇÜOĞLU   Kadın ve erkek eşit yaratılmıştır ancak toplum buna izin vermemiştir yüzyıllardır. Erkeğe ‘evin reisi’ gibi görevler yüklenirken kadına bir sıfat bile yakıştırılmamıştır. Erkek eve para getirince satın alabilir kadını tabii; çünkü kadın mutfakta aşçı, evde temizlikçi, dışarıda da hanımefendidir. Toplumsal duyarlılığın birden nüksettiği bir elin parmağını geçmeyecek zamanlar dışında kadın cinayetlerini, tecavüzlerini, kadına şiddeti azaltmak için ne kadar mücadele edildi peki? “O saatte eve tek başına dönemezsin” demek yerine bu durumu değiştirmek için kim harekete geçti? Kadınlar güçlüdür aslında, zeki yaratılmışlardır, sezgileri kuvvetlidir. Kadınlar hoşgörülüdür, kararlıdır, fırsat ve destek verilse dünyayı değiştirebilirler. Maviden uçsuz bucaksız bir gökyüzü, yeşilden içinde kaybolacağınız bir orman yaratabilirler. Yüreğinden geçen her şeyi sunabilecek canlılıktadır çünkü kadınlar. Ancak baskılanmışlardır erkekler ve bazen de hemcinsleri tarafından. Şimdi ise yapmamız gereken bıkmadan, usanmadan, cesurca yürümektir sokaklarda, medeniyet yolunda. Tüm çarpık düşüncelere ve kara zihinlere rağmen savaşmalıyız özgürlüğümüz için, kızlarımızın gelecekleri için, yıllarca ezilmiş tüm kadınlar için, kadınlık için. Sırf cinsiyetimiz yüzünden hayata 1-0 yenik başlamaya göz yummamalıyız asla. Kendi potansiyelimizi keşfetmeli, gücümüzün, benliğimizin farkına varmalıyız.   Eğitmeliyiz birbirimizi bu yolda; hep beraber daha iyiye, daha güzele yürümek   için. Em   eğimize, bedenimize, kimliğimize sağlık! Sina Kıratlı 21603406 Büyük Arayamayış İnsanoğlunun daima bir arayışta olması şaşırılacak bir gerçek değil. Doğamız gereği bunu yapıyoruz ancak bu arayışlarda artık belirli bir noktayı geçtiğimizi kabul etmemiz gerekiyor. İlgimizi çeken dünyada kimse su ve yemek aramıyor ancak ölümsüzlük gibi çılgın hayallerin de unutulduğunu görüyoruz. Yinede yöneldiğimiz şeyler bizi birbirimizden oldukça ayrıştırıyor. Klişelerden haz etmeyen bir insan olmama karşın insanların günümüzdeki arayışlarını genel olarak gruplamak isterim. Bu arayışları yaşlara göre gruplandırırken klişelere çalım atmak en doğrusu olacaktır. Dünya Başkentleri olarak gruplandırabileceğimiz birkaç şehir, insanları gruplamak için turnusol görevi görmektedir. Geçtiğimiz günlerde ziyaret etme imkanı bulduğum Roma kenti de buna örnek olabilir. Şehir oldukça eski öte yandan geçmişe ilgi duymamanız durumunda geçirdiğiniz zaman sizin için zul gelebilir. Ancak aradığınız hissiyat Sezar ile aynı bağın şarabını içip aynı meydanda yürümek ise tam yerindesiniz. İnsanların arayışlarındaki farklılığı burada hissettim çünkü genç insan sayısı oldukça azdı. Acaba insanlar medeniyetin kaynağını ya da nereden geldiğimizi geç yaşta mı merak ediyor? Bu yaş duruma getirilebilecek en ilginç örnek de muhtemelen bulunduğum yerin binlerce kilometre ötesinde yer alan ülkemizin yaşlıları olacaktır. Yine belki bir klişe olacak ama ülkemiz yaşlılarının, geçmişe bir sünger çekip son yıllarını dini ibadetlere ayırdığı iddia edilir. Henüz rastlamadım ama yılların çapkınının bir günde değiştiğini görmek oldukça ilginç olacaktır. İlginç ya da değil bu durum gözümüzün önünde yaşanıyor ve adeta bir yaşlı kültürü olmuş durumda. Zaten alışılageldik düzende yalnızca yaşını almış insanların Hacı sıfatına sahip olduğunu görüyorum. Öte yandan yaş almanın insanın arzularını değiştireceğini tabiki kabul ediyorum ancak bunun büyük bir grupta olduğunu görmek beni şaşırtıyor. Hele bu daima arayışta olma dünyasının bir de pazarlama boyutu var ki sormayın! Hayatımıza ilmek ilmek dokunan bu detayları görmek için gazetelere bakmak yeterli. Orta yaş grubuna hitap eden sayfalar, emlak ilanları ve araba görselleri ile dolu. Gençlerin ilgisini çekmek ise malumunuz zor. Onlar için sayfalarca spor ve alımlı insanların fotografları var. Toplumumuzun ve okuyucuların son baharında olan gruba geldiğimizde ise onlar için büyük puntolarla yazılmış, kaçınılmazın ilanı yer alıyor. Basını ve eğlenceyi takip ederken birileri hayattaki arayışımızı yönlendiriyormuş gibi gelmiyor değil. Otuz beş yaşındaki illa araba mı almak zorunda ? Hadi Avrupalıları geçtim, beğenmediğimiz Acem bile seksen yaşında doktorluk yapabiliyorken bizim mahalledeki dede niçin yaşadığı her anı son günü gibi yaşamak zorundaymış gibi hissetmeli? Biraz da gençlerden bahsetmek gerekirse oldukça içimiz kararabilir. Sınav temposu gibi klişeleşmiş bahaneleri çıkardığımızda dahi ne aradığını bilmeyen bir güruh kalıyor. Bizden iki önceki nesil yıkıcı bir Dünya Savaşı geçirdi. Dünyayı tamir ettiler. Anne babalarımız ise gezegeni daha yaşanabilir hale getirdi. Peki biz ne yapacağız? Rahata alışan nesil olarak bizden beklenen nihai hedef medeniyeti evrene taşımak. E bunu yapacak teknoloji yok ve üretmemiz mümkün durmuyor. İsviçre’de yaşayan bir arkadaşımın dediğine göre bu durum oradaki gençler için en büyük problemmiş. Herkes hedefsiz olduğundan kimse özellikle öğretmen, doktor ya da eğitimi uzun süren bir meslek edinmek istemiyormuş. Demekki yerinde sayan ve tembel olan tek millet biz değilmişiz. Amaçsız ve arayışsız yaşayan insanlar ve toplumlar hakkında söylenmiş oldukça fazla sayıda söz var ama elden bir şey gelmez çünkü bahsettiğim gibi imkanlarımız yok. Bu gidişle bizim arayışımız da boş adamlığı keşfetmek olacaktır. Hayatın bir döngü olduğunu hiçbir zaman kabullenmek istemedim ancak bu yazıda da detaylandırdığım gibi bazı unsurlar gerçekten kaçınılmaz oluyor. Bu unsurları kültürel ve çevresel unsurlar tabiki etkiliyor etkilemesine ancak bozulmayan mükemmel bir düzen olduğunu görüyoruz. Daima kaçınmak istiyoruz ama aslında hayat ya da kader dediğimiz süre baştan aşağı bir klişe. Kaynaklar: "Roma Forumu (Foro Romano)." Gezip Gördüm. N.p., 23 Feb. 2017. Web. 11 Mar. 2017. Sabah Neşesi! / Berkay BİÇER Nehir'in gözkapakları güneşle olan kavgasında bir kez daha mağlup düşmüştü. Doğruldu aniden , tüm vucudunu titreten bir esneme yardımıyla. Uykusu tamamen dağılmıştı artık fakat gördüğü kabusun etkisinin bir süre daha devam edeceğini hissedebiliyordu. Elleriyle gözlerini ovuşturdu, azıcık da olsa inandırabilmek için kendini, gördüklerinin yalnızca bir kabus olduğuna. Geçmiş bir gölge gibi peşimde diye inledi içinde bir ses fakat Nehir'den başka ne duyan vardı onu ne de bilen. Karşısındaki duvarın beyazlığı gözlerini yakmaya başlamıştı artık, kalkmanın vakti geldi diye düşündü. Bir süre ayaklarıyla terliklerini aradıktan sonra nihayet ayağa kalkmıştı. Üstündeki paçavralara bir göz gezdirdi ama bunun üzerine düşünmek dahi istemiyordu. Yavaş adımlarla banyo kapısına kadar gelmişti bile. Kapı kolunun soğukluğu tüm bedenini titretti, bu en sevdiği duygulardan biriydi. Çünkü, soğuğun bedeninden çok ruhunu titrettiğini biliyordu. Kapı kolunu kavrayan elini aşağı doğru ittirdi ve banyoya doğru bir adım attı. Bu ne çirkin bir banyo diye düşündü istemsizce. Baktığı aynanın çirkinliği kendini iyi hissetmesine sebep oldu bir an için. Fakat bu duygu yerine acımaya bırakmaya çoktan hazırdı. Neyseki bu ani duygu değişimleri artık canını acıtmıyordu Nehir'den. Tüm hayatına küçük bir kız çocuğunun yön verdiğini kabulleneli epey olmuştu. Musluğu açtı ve suyun hareketini izledi bir süre, döne döne gidere doğru usulca yaklaşıyordu akan su, adeta dans ediyordu. Parmaklarını ovuşturdu, bir kez daha vucudunda soğuğu hissedeceği için heyecanlandı. Sağ elinin parmak ucuyla lavaboda dans eden suya katıldı, yuvarlaklar çizerek bir aşağüı bir yukarı hareket ettirdi parmağını. Bu kadarı hevesini almasına yetmişti, iki avcunu birleştirip suyla doldurdu ve tereddütsüz bir şekilde çelimsiz yüzüne çarptı avcundaki tüm suyu. Kalbinin hızlandığını hissedebiliyordu. Çökmüş yanaklarından süzülen damlalar göğsünün üzerine düşüyordu. Bir süre daha bekledi damlaları hissedebilmek için ve sonra yanındaki eskimiş havlu ile yüzüne sıkıca bastırdı, kendini boğmak istercesine. Alnını ve boynunu da iyice kuruladıktan sonra havluyu buruşmuş bir şekilde aldığı yere bıraktı. Tüm bu hazırlıklara rağmen yeni bir güne hazır olmadığını biliyordu, ne gücü ne de hevesi vardı dünün aynısı olan bir başka gün yaşamaya. Yorgun adımlarla çıktı banyodan, yatağına yaklaşırken aniden tüm vucudu kasıldı, arkasını dönüp koşar adımlarla banyoya girdi ve kapısını dahi kapatmadan bedenini klozetin üzerine bıraktı. Nefes nefese işinin bitmesini beklerken, yüzünde yersiz bir gülümseme belirmişti. Böyle bir şeyin aklından nasıl çıktığını düşünüyor, kendine gülüyordu, ve tabi ki yaşadığı rahatlamanın da bu gülüş de payı vardı. İşi bitince, indirdiği paçavraları toparladı ve sifona bastı. Aniden boşalan su gök gürlemesine benzer bir ses çıkararak odayı inletti, Nehir çoktan ellerini yıkayıp yatağını toplamaya koyulmuştu. Çarşafı bir kenarından tutup havalandırarak yatağın üzerine örttü düzgünce. Eliyle kırışmış yerleri düzledi, ardından yorganı da aynı şekilde yatağın üzerine serdi ve son olarak yastığı yerleştirdi. Gurur duyması gereken bir iş becermiş gibi hissediyordu yatağını toplayınca, fakat hemen sonra bu düşüncenin ne kadar zavallıca olduğunu düşünüp kendini cezalandırıyordu. Yatağın kenarındaki pencereye doğru bir adım atıp, pencerenin önündeki tülü çekti. Odasının manzarası midesini kaldırsa da her sabah buradan dışarı bakmayı alışkanlık haline getirmişti bile. Meraklı gözlerle dışarıyı süzdü bir süre fakat Nehir'i heyecanlandıracak en ufak bir değişim bile yoktu yine. Bu lanet hastanede, başka bir gezegende gibi hissediyordu. İnsanlardan umudunu keseli çok olmuştu ama artık kuşlar bile uğramaz olmuştu bu lanetli yere. Nehir'in içi yeniden karamsarlıkla dolmuştu. Dokunduğu her şey parçalanacak, baktığı her şey dağılacak gibi hissetti. Gözlerini kapadı, geçmişine dönmeyi ölesiye diledi. MİSAFİR Yerden metrelerce yüksekteyim, güneş gözümü alıyor daha önce hiç alışık olmadığım gibi. Adeta bir tüy gibi süzülüyoruz Londra’nın semalarında. Çok geçmeden içerisinde bulunduğum devasa ve bir o kadar da zarif metal kuşun piste ayaklarını koymasıyla başlıyor bir zamanlar üzerinde hiç güneş batmayan birleşik krallıktaki hikâyem… Uçaktan indiğim andan itibaren değişik bir atmosfer karşılıyor beni. İçime çekiyorum her seferinde daha önce hiç ayak basmadığım bu toprakların kokusunu. İndikten sonra vakit kaybetmeden ayrılıyorum hava alanından tren istasyonuna doğru. İki ay sürecek ve daha önce hiç cesaret edemediğim bir seyahate başlıyorum. Bu sefer farklı duygular hissediyorum tabi kendi içimde, tek başıma gelmiş olmamın verdiği heyecan ve merakla olması gerekenden belki de biraz daha yüksek bir sesle söylüyorum: -Bristol’e tek bir bilet lütfen! Her gezinin, tatilin veya başımızdan geçen uzun süreli bir olayın kendine özgü bir hikâyesi vardır aslında. Kimi zaman sıkıcı, kimi zamanda sizi peşine takıp götürebilecek kadar sürükleyici olan hayatımızdaki bu küçük kesitler oluşturur bizim hikâyemizi. Buralarda karşılaştığımız ve gördüğümüz her olay sayesinde adeta bir film şeridi gibi geçer yaşam öykümüz gözlerimizin önünden. Acısıyla veya tatlısıyla bir resim daha eklenir bu uzun film rulosuna. Ancak insanın yaşamında karşılaştığı ve yaşadığı bazı anlar vardır ki anlatmaya kelimeler, fotoğraflar veya film ruloları bile yetmez. Hayata dair artık daha emin adımlar atabileceğimiz veya tam bir U dönüşü yapabileceğimiz bir kilometre taşı gibidir bazı olaylar. Daha önce hiç görmediği bir yaşantıya, var olduğundan bile haberi olmadığı bir topluma birden bire alışmaya çalıştırır insanı… Bana göre de ancak böyle tarif edilebilirdi Bristol adındaki bir tarafında tarihin ve medeniyetin ayak izlerini bulunduran, diğer tarafında ise modern dünyanın en iyi yansımalarından birini sakinlerine yaşatan bu şehirdeki hikâyem. Yanlarına konuk olduğum aileden, tüm sakinlerine kadar bana adeta bir kültür şoku yaşamama neden olan, insanları oldukları gibi kabul etmeme ve biraz da onlara alışma duygusunu bana ilk kez yaşatabilen bir şehri nasıl hayatımda sıradan bir yere koyabilirdim ki? Dört tarafı yemyeşil bir bitki örtüsüyle sarılmış bu sevimli şehirde hayatımda ilk defa farklı bir kültürü ve medeniyeti tek başına yaşayarak deneyimleme fırsatım olmuştu. Farklı kültür ve medeniyet demişken, kendi içlerinde bile onlarca aksana ayrılıyordu kullandıkları o meşhur dil. İlk defa otobüse binerken bilet almak için dört kere aynı cümleyi tekrar ettiğimi hiç unutamıyorum. Bize okullarımızda öğretilen ingilizce çok uzaklardaydı orada. Daha önceki fanus misali yaşadığım dünya birkaç aylık da olsa artık çok uzaklardaydı. Daha önce hiç olmadığı gibi önyargılarımı yenmiş ve kendim olmayı öğrenmiştim geçirdiğim bu süre zarfında. Yaşadığım bu deneyim aslında dünyanın kendisinin etrafında dönmediğini anlatıyor insana. Daha önce hiç görmediği, bilmediği ve belki de bir daha ömrü boyunca yolunun düşmeyeceği bir yerde bile adeta sıfırdan bir serüven yaratıyor kişi tek başına. Bristol`ü keşfederken yanlış otobüse binip şehrin belkide en belalı mahallerinden birinde kayboluşum çok yerinde bir örnek olarak verilebilir bu yargıya. Hepsi şeker gibi pembe, mavi ve beyaza boyanmış olan sevimli iki katlı otobüslerin olduğu bir şehirde inanın bu hiç de zor değil... Önce oto-stop çekip sonrasında ise taksiciye haritayı gösterip ancak kaldığım evi tarif etmek hayatım boyunca kesinlikle güzel bir anı olarak kalacak aklımda. İşte böylece yılların verdiği yıpranmışlıktan ve rutin hayat biçiminden uzakta, insanların size uygun gördüğü yerde değil, kendi olmak istediğiniz yerde buluyorsunuz kendinizi. Misafirin daha önceden beri olduğunu değil, istediğini veya o anda birden başına geleni yaşadığı bir hayata dönüşüyor Dünya. Tek başına yetebilmenin verdiği özgürlük ve özgüven ile yepyeni bir karakter doğuyor bireyin içerisinde. Sanki en başındaymış ve hiç bitmeyecek gibi yeni bir sayfa açılıyor insanın hayatında Ancak her güzel şeyin de bir sonu olduğu gibi bu kendime vermiş olduğum uzun aranın da bir sonu olmak zorundaydı tabi ki… Bristol’den ayrılırken, Londra`ya olan trenimi sadece birkaç dakika ile yakalamam ile birlikte içimde bir burulmadı değil ama artık bende geldiğim gibi dönmediğime dair çok kuvvetli bir his vardı. Artık hayata daha farklı bir pencereden bakabiliyor, içerisinde bulunduğum düzene daha olumlu bir şekilde bakabiliyordum. Bir yabancı olarak gittiğim bu eşsiz şehirden geldiğim yere bir ‘ Dünya Misafiri’ olarak emin ve güçlü bir şekilde dönüyorum diyordum kendi kendime… Tolga Tamuroğlu Kaynakça: Tüm olay örgüsü ve gezi içeriği kendime aittir 1.Resim: http://bestofbristol.co/wp-content/uploads/2015/04/22.png 2.Resim: http://freeimagez.com/man-sitting-in-high-place-and-watching-city-view/ Hasan Furkan Dursun Tutku Nedir? Bu hayatta hepimizin bazı tutkuları yani hayatta başarmak istedikleri şeyler vardır. Kimimiz kariyerine tutkuyla bağlı olur kimimiz ise sevdiği insanlara tutkuyla bağlı olarak onların menfaatleri doğrultusunda çaba harcar, bu şekilde tutku duyulan pek çok şey vardır hayatımızda... Ama bazılarımız bu tutkularına kendilerini çok fazla kaptırarak etik ve ahlaki değerlerin hepsini bir kenara bırakır ve tutkularının peşinden koşar. İşte yönetmenliğini Lexi Alexander’ın üstlendiği İngiliz yapımı Yeşil Sokak Holiganları filminde tuttukları takıma çok büyük bir tutkuyla bağlı olan bir taraftar grubunun içine giren bir gencin yaşadıkları anlatılıyor. Bu filmde; Amerika’nın en iyi üniversitelerinden biri olan Harvard’dan atılan Matt isimli bir genç, kocasıyla birlikte yaşayan ablasının yanına yerleşmek üzere İngiltere’ye geliyor. İngiltere’ye gelir gelmez kendini bir taraftar kavgası içinde bulan Matt daha sonra ortama ayak uydurmaya başlıyor ve o bölgenin futbol takımlarından birinin çok sıkı bir taraftarı oluyor. Aslında bu noktada taraftar kelimesi biraz yumuşak kalıyor, Matt için holigan tabiri biraz daha uyuyor. Her maç öncesi rakip takım taraftarlarıyla şiddetli kavgalar içine giren bu taraftar grubunun hareketleri bizlere çok vahşice ve çağ dışı gelebilir ama o insanlara bu konu sorulduğu zaman cevapları şu şekilde oluyor; tutkuyla bağlandığımız ve hayatımızı adadığımız takımımız için kavga etmeyeceksek ne için kavga edeceğiz? Filmde bu repliği duyduğum zaman aklıma şu soru takıldı: “Sadece taraftarlık meselesinde değil hayatın tüm alanlarında insanları harekete geçiren tutku nedir?” Bana göre tutku, istemenin bir sonraki aşamasıdır çünkü günlük hayatta istediğimiz bir şey olmayınca ondan çok kolay bir şekilde vazgeçebiliriz ama tutku öyle değildir. Bir şeye tutkuyla bağlandığınızda veya istediğinizde ondan kopamazsınız ve asla vazgeçemezsiniz. Yeşil Sokak Holiganları filminde de görüldüğü gibi bir şeye tutkuyla bağlandığınız zaman kendinizce o şeyin iyiliği için elinizden gelen her şeyi yaparsınız, buna ahlak dışı davranışlar da dâhil olabilir. Peki, tutkuyla bağlandığı bir şey için ahlak kurallarının dışında çıkan bir insanı suçlayabilir miyiz? Pek çoğumuzun cevabı: “Kanun ne derse odur olacaktır”. Ama ben insan içgüdülerinin olduğu yerde kanundur uygulanır geçilir denilmesini savunmuyorum, tabii ki bir kişiye veya mala verilen zararın cezasız kalmaması gerekir. Ama tutkuları doğrultusunda suç işlemeyi bile göze alan insanlara karşı gizliden bir hayranlık duyduğumu itiraf etmek gerekir ve bu insanların tutkularıyla alakalı davranışlarının pek çok açıdan incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneklerle konuyu zenginleştirmek gerekirse; ailesine tutkuyla bağlı olan bir insan onları korumak için bir suç işleyebilir hatta kendi hayatını dahi tehlikeye atabilir. Bence bu olay öyle üstünde durulmadan geçilecek bir konu değildir çünkü bu şekilde sınırları aşmayı göze alan bir insan bizlere inandığı ve tutkuyla bağlı olduğu şeyin kendince ne kadar yüce olduğunu gösteriyor. Madalyonun diğer yüzünde ise saçma sapan tutkuları yüzünden çevresindeki insanları düşüncesizce tehlikeye atan ve bu konuda sınır taşımayan insanlar da vardır. Bu şekilde hareketlerde bulunan insanlar kendi tutkularını kutsal olarak kabul edebilir ama bunların yaptığı aşırılıktan başka bir şey değildir. Mesela dini inancını alet ederek insanlara karşı rastgele terör eylemleri düzenleyen insanların yaptıkları hareketler sadece toplumun zararı için yapılan şeylerdir. Şimdi elimizde iki örnek var: Bir yanda ailesi için çizgiyi aşan bir insan, diğer yanda ise dini için pek çok insanın canına kıyan alçak bir terör zanlısı. Bazılarımız bu iki örneği birbiriyle eş göstererek terör saldırılarını haklı çıkarmaya çalışabilir. Benim bu konuda ise görüşüm şöyledir; ailesini savunan adam ailesinin güvenliği için hak eden bir insanın canını almıştır veya başka bir hukuksuz iş yapmıştır, ama diğer taraftaki terörist diğer insanlar için bir şey ifade etmeyen dinini savunmak amacıyla insanların canını almıştır ve bir anlamda tutkularının kölesi olmuştur. İşte tutkularımız doğrultusunda hareket etmek bizim için çok önemlidir ama tutkularımızın kölesi olarak aptalca sebeplerden dolayı çevremize ve kendimize zarar vermemeliyiz. Bütün bu örnekler ve ayrıntılar arasında bana göre tutku, insanın kendisini kaybetmeden bir amaç için uğraşması demektir. Sonuç olarak ben tutkunun hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olduğunu, bize yaşadığımız hissettiren bir kavram olduğunu düşünüyorum. Ama tutkularımızın peşinden koşarken o tutkuların bizlere neler kazandırdığınız sorgulayıcı bir şekilde gözden geçirmeliyiz ve ona göre hareket etmeliyiz, aksi halde tutkularımız bizi yaşama bağlamaktan çok bizleri yaşadığımız hayattan koparırlar. Sena Beril Toprak 21502931 MODERN İNSANIN ÇIRPINIŞLARI Bazen her şeyi bırakıp gitmek istediniz mi? Ya da birileri tarafından elinizin kolunuzun bağlanmış olduğunu hissettiğiniz oldu mu? Fark ettiniz mi hiç kaçamadığınızı ne kadar çırpınsanız da bu sizi çevreleyen ve aslında bir parçası olduğunuz düzenden? Başarıyla okulunu tamamla, yüksek maaş alabileceğin bir iş bul, evlen, ev al, araba al, çocuk yap… Fark ettiyseniz bu durum modern dünyada yaşayan herkesin problemi. Aslında bazılarımız için problem değil çünkü sorgulamıyoruz, bize ne verildiyse kabul ediyoruz. Bazılarımız bilse bile kabul ediyor bu döngüyü. Neden mi? Çünkü para kazanıyor ya sonucunda, ya da güzel bir arabası var. Bunlar güç göstergesi maalesef. Paran varsa güçlüsün. Güçlü olmak için kendini bile kaybedebilirsin çünkü dünya bir yarış. Monotonlaştığının, kendini kaybettiğinin farkında bile değilsin. ‘Siz’ öznesiyle konuştuğuma bakmayın, ben de bu yarışa girmek üzere olanlardan biriydim. Ne mi benim fikrimi değiştirdi? Uslubuyla seyirciyi rahatsız eden Michael Haneke’nin, izledikten sonra suratınızda tokat yemişsiniz etkisi bırakan Yedinci Kıta adlı filmi. Filmin ilk kısmında karakterler yukarıda bahsettiğim gibi sistemin kölesi olmuşlar. Bu beni o kadar çok etkiledi ki, hepimizin yavaş yavaş dönüşmeye başladığı o duyarsız insanı gördüm. Sabah işe ya da okula gidiyoruz, akşam oturup televizyon izliyoruz. Kazandığımız parayla ise yiyecek, mobilya ya da giysi alıyoruz. Kullanıp yenilerini alıyoruz. Tek derdimiz para kazanmak ve tüketmek. Sistem yüzünden mutsuzuz ama bir şeyler satın alarak mutlu olabileceğimizi düşünüyoruz. Sosyal ilişkilerden yoksunuz, çünkü mahkum olduğumuz o aptal kutumuz var düşünmemizi engelleyen. Düşünmemizi istemiyorlar, düşünürsek farkına varacağız çünkü bu lanet düzenin… Sıradan, sıradan ve sıradan. Filmde dikkatimi çeken bir nokta ise çocuklarına karşı bakış açıları ve tutumları. Çocuklarının sadece temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Anne bazen kızına onu çok sevdiğini söylüyor ama bunu gösterme biçimi sadece kızına kahvaltılık mısır gevreği hazırlamaktan ibaret... Kötü zamanlarda bile insanı neşelendiren çocuklar bile insanı bu sistemde mutlu edemez hale gelir olmuş. Ama bunu sorumlusu biziz. Aslında beni en çok etkileyen kısım ise filmin ikinci yarısı oldu. Her şeyi ama her şeyi yok ediyorlar, kendileri de dahil olmak üzere. O sırada siz de rahatsız oluyorsunuz ama bir bakıma hafifliyorsunuz. Aslında düşündüm de ben de sahip olduğum şeyleri yok edemesem bile -o kadar cesur değilim- azaltsam, o kadar mutlu olurum ki… Eşyalarımın yükünden kendimi kaybetmişim de farkında değilmişim. Bir şekilde elde ettiğim şeylerin kölesi olmuşum aslında. Ve bu böyle süregelip gidecekmiş farkında olmasam. Üzerime başkaları tarafından yüklenen başarı ve iş sahibi olma beklentisi yavaş yavaş çürütmeye başlamış beni. Maddi şeylere bağlanmaya başlamış hayatım. Mutluluğu yanlış yerlerde aramak derler ya, işte ben onu ileride meslek sahibi olarak, para kazanarak, beğendiğim ev ve arabayı alarak gerçekleştireceğimi sanmışım. Kendimi güçlü ve özgür zannedişimin parayla doğru oranlı olduğunu düşünüyormuşum. Halbuki o kadar büyük bir yanılgı içerisindeymişim ki Haneke bana bunları gösterene kadar, kendi küçük monoton dünyamda kendimi kandırmaya devam edecekmişim. Belki ben de filmdeki karakterler gibi dayanamayacaktım bu yüke bir süre ilerki hayatımda. Aslında o kadar zor ki karşı gelmek tek başına böyle bir şeye. Güç aslında para değil, bu duruma karşı gelebilmek. Kısacası bize bahşedilen bu küçük dünyada insanın uğruna kötülükler işlediği kağıt parçasından ve üzerime binmiş olan beklentilerden çok daha değerli ve önemli olduğumu fark ettim. Şu saatten sonra kimse beni o sistemin bir parçası yapamayacak çünkü izin vermeyeceğim buna. Özgür olacağım ben, yıkıp dökmeye gerek kalmadan hiçbir şeyi. Tek tip olmayacağım, her gün 8.00 - 17.00 çalışmayacağım ben. Paraya sahip olmak için her şeyi gözardı etmekse eğer güçlü olmak, ben güçlü biri olmayacağım. Tek yapacağım şey ise kendimi gerçekleştirmek olacak. Yabancılar Arasında Bir Yabancı “Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı. Ve kendimi burada buldum.” (17*) Söyledim değil mi, yıllar önce, Hakkari’nin soğuk kış günlerinden birinde, Pirkanis Köyü’nde bir “tekne kazası” oldu. Denizi olmayan yerde tekne kazası nasıl olur demeyin, oldu işte. Kaza, “Pir” Köyü’ne nereden, nasıl geldiğini hatırlamayan bir kazazede sürükledi. Belki de bir denizci. İşte “Hakkari’de Bir Mevsim” böyle, gerçekle düş arasındaki o ince çizgide başladı. Anlatıcı, “Hak.” kentine nasıl geldiğini “ansımamaktadır”. Bir kazazede midir? Yoksa bir sürgün mü? Yoksa bir mahkum mu? Ne kendisi, ne de okur bilmektedir bu soruların cevabını. Bilinen tek bir gerçek vardır ki, o da anlatıcının orada olduğudur. Dilinden anlamadığı insanlar arasında. O insanlar, bir çevirmen aracılığıyla anlatıcıyla anlaşırlar ve ona bir iş verirler: Öğretmenlik. Belki de bildiği hiçbir şeyi ansımayan bir insanın öğretmenlik yapması ironik olarak nitelendirilebilir. Ancak ondan öğretmesini istedikleri şey, anlatıcının aklında kalan tek şeydir; ana dili. Bu, çevresindekileri anlamasının ilk adımıdır. “Çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir. / Ortak dil ise, ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş / kimi yerde, ortak düşüş demektir.” (13) Yapıt boyunca “düş-düşüş” izleği okurun karşısına çıkmaktadır. Bu kavramlar anlatıcının “düştüğü yer” yahut “düşünde gördüğü yer” olarak yorumlanabilir, ve düş-gerçek ayrımının tam olarak yapılamayacağının altını çizmektedir. Zamanla, bulunduğu yere tamamen ait hissetmese de, yaşam koşullarına alışmaya başlar anlatıcı. Karşısındaki tablo ise tüyler ürperticidir. Hakkari’nin ağır koşulları, Edgü’nün dili ustaca kullanımıyla gözler önüne serilmiştir. Kullanılan cümleler uzun değildir. Hatta bazen sadece yüklemden oluşmaktadır. Ancak şiirsel dil ile, sözcük seçimi ile, kullanılan teknikler ile okur adeta anlatıcının hikayesini deneyimler. Kullanılan bir teknik, yeniden yapılandırma tekniğidir. Edgü, Hakkari kelimesini Hak/kar/i olarak bölümlere ayırmış, kentten çokça “Hak.” kenti olarak bahsetmiştir. Bu yapılandırmada “Hak.” Tanrı’nın uğramadığı yer olarak ele alınabilirken, “kar” ise sert kış koşulları gerçeğinin altını çizmektedir. Peki neden bu kente tanrı uğramamıştır? İlk olarak, devlet kurumlarında ciddi aksamalar vardır. Bu kurumların içlerinin boşaltılmışlığı, tabelaların birleşik yazılmasıyla (örn. TCMİLLİEĞİTİMBAKANLIĞIHAKİLİMİLLİEĞİTİMMÜDÜRLÜĞÜ) ve kurumlarda çalışan insanların özel adlarının olmamasıyla vurgulanmıştır. (örn. Bayİlköğretimmüdürü) Bu kente devlet uğramamıştır ve bu toplumdaki düzen bozukluklarında açıkça görülmektedir. Örneğin hemen her köylünün şehirde bir davası sürmektedir; hemen hepsi bir suça karışmıştır. Köylülerin işledikleri suçlar, somut suçlardır. Ancak bir “soyut suç” vardır ki, devletin kayıtsızlığıdır ve o suçların en büyüğüdür. Anlatıcı ise karşısına çıkan bu acı tabloyu şöyle özetlemiştir: “Dostoyevski sürülseydi sana / Yer Üstünden Notlar’ı yazardı / ya da Suç ve Suç’u.” (10) Tüm bu olumsuzluklar içinde, zamanla anlatıcının bir evi, bir işi olmuştur. Ancak o hala kendini tanımamakta, hatırlamamaktadır. Kendini tanıyan insan diğer insanları tanımlamaya, hayatı anlamlandırmaya başlayabilir. Bu nedenledir ki, yapıtın temelini anlatıcının kimlik arayışı ve kendini sıfırdan var etme isteği oluşturur. Peki kurallar içinde insan kendini bulabilir mi? Yahut insan gerçekten kendini bulabilir mi? Kendini bulmak ne demektir? İnsan kendini kimde/ nede bulabilir? İşte bu sorular yapıttaki varlık sorunsalının temelini oluşturur ve anlatıcı bu sorularla doludur. Anlatıcının ruh hali, bilinç akışı tekniğiyle; çağrışımların, soruların ard arda dökülmesiyle sunulmaktadır okura. Çoğu zaman “iç monolog” olarak tanımlanan kendi kendine düşünme, neredeyse “iç diyalog” halini almıştır. Çünkü kendini görmek isteyen insan kendini sorgular; kendini sorgulayan insan ise kendiyle konuşur. Aslında, bunu yalnız insan yapar. Buradaki yalnızlık fiziksel bir olgudan çok ruhsaldır. Bir insan kalabalığın içinde de yalnız olabilir, küçücük bir köy odasının içinde de. Yani anlatıcının deneyimlediklerini anlamamız için bir köyde sürgün olmamız gerekmez. Onun geçtiği sorgulamalardan geçtiysek, belki de çoktan anlamışızdır nasıl hissettiğini. Belki de hepimiz, kendi Hak. kentimizde sürgünlüğü yaşamış, hissetmişizdir yahut hala yaşıyoruzdur. Yapıt, doğrudan atıfta bulunulmasa da Kafkaesk bir rutinden kopuşla başlar. Gregor Samsa’nın adı anılmamaktadır belki ama Samsa’nın ve anlatıcının yaşadıkları sorgulama süreci pek de birbirlerinden farklı sayılmaz. Kendini bir gün dilini anlamadığı insanların arasında bulan anlatıcı, bir süre onlara dilini öğretmeyi denediyse de bu hem uzun zaman alacağından, hem de bir anlamı olmayacağından onların dilini öğrenmeyi seçmiştir sonradan. Esas önemli olansa kendi yöntemini izlemektir. Beklenilmeyen durumların içinden kendi yolunu çizerek çıkmayı bilmektir. “Günün birinde benzeri (ya da benzemezi) bir durumda kalırsan, kuşkusuz sen de başka bir yöntem izleyeceksin sevgili okurum: Kendi yöntemini. / Çünkü her kişinin bir başka yolu, bir başka yöntemi olmak gerektir. (14) Ilgın Ergin 21402221 * Edgü, Ferit. Hakkari’de Bir Mevsim. Sel Yayıncılık, 2013. Tolga Güler 06/12/2016 Bakış Açısı Sokakta şimdi bir röportaj yapsak ve her yaştan her kesimin üzerine konuşabileceği , yoruma açık bir soru sorsak eminim ki yüzlerce farklı cevap alırız. Şu ana kadar hiç düşünmediğimiz bakış açıları hiç akıl edemediğimiz ayrıntıları görürüz çünkü herkes yaşlı ya da genç , kadın ya da erkek fark etmeden hayata farklı pencerelerden bakar ve kendilerine özgü düşünceleriyle yorumlar. Aslında bu gayet normal bir şey. Sonuçta herkesin yaşadıkları çevre, yetiştikleri toplum ve karşı karşıya kaldıkları seçimler birbirinden farklı. Ancak günümüz insanları ve özellikle Türkiye toplumu genel olarak farklı bakış açılarını kaldırabilecek düzeyde değil. Aynı düşüncede olmayan insanları, kendi deyimleriyle “düzeltme”, onlara kendi bakış açıları içerisinde bir kılıf uydurma derdindeler. Sanki dünyadaki her insan bir renge baktığı zaman aynı hisleri, aynı duyguları ve aynı düşünceleri paylaşmak zorundaymış gibi düşünüp bu yolda çok doğru olduklarını düşünerek ilerliyorlar. Peki gerçekten de insanlar bir yemeğin tadına baktıklarında, her birinin damağında aynı tat kalır mı? Bu sorunun kendisi bile her insanın kafasında farklı bir cevap uyandırır. Sürekli olarak değişime, yeni fikirlere, yeni trendlere ve en önemlisi farklı düşünen insanlara açık olmalıyız. Konusu siyaset, din, aşk ne olursa olsun, konuya bakmadan yanlış olduğunu düşünsek bile sadece farklı bir düşünceye bir şans verip dinlemeliyiz. Dinlemeliyiz ki bizim düşüncelerimizin farklı ya da yeni olarak görüldüğü yerlerde de bizi dinlesinler. Her zaman empati kurmalı ve bizim fikirlerimizden farklı olanlara saygı göstermeliyiz ki hiçbir çatışma ya da yanlış anlaşılmalar hayatımıza giremesin. Ama maalesef ki bunu her zaman yapamıyoruz. Bence bu durumun nedeni, insanların sürekli olarak karşısındaki insanları ikna etme isteği. Bu duruma kendi hayatımdan da örnek verebilirim aslında. En basitinden okuldaki şu ana kadar aldığım hemen hemen tüm derslerimde yorum odaklı sınavlarla karşılaştım. Bu derslerden birinin hocası olduğunuzu düşünsenize. Bir sınav yapıyorsunuz ve karşınıza her soru için birbirinden farklı 20 tane fikir ve kendilerine özgü yorum geliyor. Bunları değerlendirmekte zor olmalı bir hoca için. Ya da en basitinden kim bilir aynı kitap hakkında kaç tane yazı yazılmıştır ancak hepsinin yorumu ve içinde barındırdıkları bambaşkadır. Aynı şekilde insanların iletişim kurma çeşitleri de farklılık gösterir. Herkes herhangi bir konuyu, kendine has bir yorumla anlatır ancak aslında anlattıklarımız sadece karşı tarafın bizi anladığı kadardır. İstersek tüm kelimelerimizi dikkatle, biri bin yararak seçelim yine de fayda etmez. Eğer bir insan karşısındaki yeni fikirlere, düşüncelere ve pencerelere açık değilse anladıklarıyla, anlatılanlar arasında dağlar olabilir. Karşımızdaki insan eğer daha konuşmanın en başından “dediğim dedik” bir insansa, dünyanın en açık kelimelerini kullansan da onun için fark etmez. Saatlerce, günlerce konuşsan da anlayacağı şey maalesef değişmez. Yazarımız da kitabında, dostluk ilişkilerindeki fikir ayrılıklarına parmak basmış ve değişime her daim açık olmamız gerektiği nasihatinde bulunmuş. Kitabı okurken, birçok noktada durup kendimi düşündüm, gerçekten dikkatle düşündüğümde günlük hayatımda birçok defa yanlış anlaşılmalarla ve yeri geldiğinde fikir değişikliklerine pek ayak uyduramadığımı fark ettim. Bunun sadece benim için değil tüm insanlar içinde böyle olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hepimiz insanız eminim ki gerçekten dikkatle düşünsek hepimiz yanlışlarımızı ve yeni fikirlere karşı olan değişim göstermeyen tavırlarımızı fark edebiliriz. Uzun zamandır böyle düşündüren bir deneme eseri okumamıştım ancak yazarın böyle derin düşünceleri kitabına yazılarıyla gayet harika bir şekilde geçirmesi sanırım hiçbir okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Zeynep Ahsen Denizhan SENDEN KALMANI İSTEMİYORUM “Senden kalmanı istemiyorum ya da seni buna zorlamıyorum. Geminin kalkmasına daha beş-altı saat var, ondan önce kararını verebilirsin. Kalmak zorunda değilsin. Parayı paylaştırırım tabii. Bunun için üzgünüm. Kalmak istediğinden emin değilsen kalmanı istemem. Ama sanırım ben kalacağım. Hayatımın yarısı geçti, yarısından fazlası. Belki de yıllardır başıma gelen gerçekten olağanüstü tek şey, tek şey sana âşık olmaktı. Yıllardır olan gerçekten olağanüstü tek şey bu”. Raymond Carver’in öykülerinden oluşan ‘Azgın Mevsimler’ Carver’in hayata bakışının bir yansıması gibi. Gördüklerimizi işlemiş satırlara, her gün karşımıza çıkanları tüm yalınlığı ve doğallığıyla… Aşina olduğumuz her şeyi, anları duyguları fikirleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Duygular var Raymond Carver’in satırlarında, aşktan bahsediyor, senden kalmanı istemiyorum diyor sevdiği kadın giderken. ‘Senden kalmanı istemiyorum’ gerçekten ne anlama gelir? Birinin kalmasını istememek gitmesini istemek midir yoksa kal diyememek mi? Giderken duymak isteyeceğimiz bir şey mi? Neden âşık olduğumuzu kabul ve itiraf ettiğimiz birine bunu söyleriz? Çünkü emin olmak ister insan, kal dediğim için mi kaldı, kal demesem benimle burada mı olacaktı… Düşüncelerimiz bırakmaz peşimizi, sevgimiz bitmese de şüphemiz de onunla birlikte var olur, hep tedirgin eder sevgimizi. Daha sonra da mutlu olmamıza izin vermez, yavaş yavaş sarıp ele geçirir, sevgiyi yok etmez belki ama sabrı tüketir. Diğer yandan, kal desin ister diğeri. Çünkü o da emin değildir, çünkü muhtaçtır kalbi birinin gitme demesine, emin olmak ister istendiğine orada. Sever çünkü ve bilir kalırsa daha da çok seveceğini, daha zor olacağını bilir daha sonra giderse. Gidişi kuşkusundandır onun, istendiğini bilmemesinden. Kalacağına değsin ister kalacağı zaman sevileceğini bilmek… Ama kimse kal demez, senden kalmanı istemiyorum der. Durdurmaz bu da gideni, sevse de gider. Yoksa korkmak mıdır kal diyememek veya gitmek? Bağlanmaktan mı korkar insan? Yoksa sıkılmaktan mı? Mutlu olmamaktan mı? Hepimiz korkarız, bağlanmaktan da sıkılmaktan da mutsuzluktan da… Ve hepimiz de ya giden oluruz ya da uğurlayan. Çıkarırız sevdiklerimizi hayatımızdan. Peki bu bizi daha mutlu eder mi? Bağlanmaktan korkan biz kimseye bağlanmayınca daha mı mutluyuz? Güvenemeyerek, kimseyle paylaşmayarak hayatımızı, gider ya da biter diyerek hayatımıza girenlere daha mutlu olacağımızı sanırız. Çöpe atarız bitecek bile olsa bitene kadarki mutlulukları, yok sayarız yaşanabilecek anıları. Belki yaşanmayacak olan ayrılıktan korkumuza tüm mutlulukları bir kenara iteriz ve daha iyi bir hayat yaşadığımızı sanırız, adımız da duygusal değil mantıklı bir insan olur. Evet, risktir belki kalmak veya gitmemek, üzülürüz belki ama olmasa daha mı az üzülürüz? Hayatın parçası değil midir üzüntüler, ne kadar ve nereye kadar koruyacağımızı sanıyoruz kendimizi? Hüznü tadacaksak hepimiz, neden sevdiğimiz insanla mutsuz olmayalım? Ama ne kimse kal der ne de kimse vazgeçer. Korkularımızın esiri oluruz kendi küçük dünyamızda, evet belki daha az üzülerek ama bilmeden aşkı, reddederek olabilecek güzel şeyleri, yaşayıp gideriz buralarda. Arada çıkar gitme diyenler ve gitmeyenler, bakar insanlar, bakar ve sonra umursamaz ya da dalga geçerler cesaret edemediklerine. Gitme diyenler dramatik olur onlar için, eğer üzülürlerse hak etmişlerdir, çünkü duygularını dinledi onlar, mantıklı davranmadılar, onlar kadar akıllı olamadılar. Mutlu olurlarsa da rivayet olurlar, önemsenmez hiçbir zaman, lafı edilmez. Hak ettiğini yaşasa keşke insan, sussa korkak ölecek olanlar ve biz sevebildiğimiz kadar mutlu olsak, cesur olduğumuz kadar özgür. Berke SEVÜKTEKİN 21601409 İYİ DUYGULAR DİSTOPYASI Ütopyalar, yani gerçekleşmesi imkânsız görülen, mükemmel toplum düzenini ele alan düşünceler, MÖ. 5. Yüzyılda Platon’un ‘Devlet’ adlı eseriyle birlikte dünya edebiyatına kazandırılmıştır. Ütopyaların düşünülüş ve yazıya geçiriliş amacı, toplumdaki aksaklıkların ve sorunların olmadığı bir dünyanın nasıl sağlanacağı üzerine fikir yürütmektir. Distopyalar ise ütopyaların tersi olarak görülebilir ve genelde baskıcı ve dayatmacı bir toplumu ifade ederler. Aldous Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’ adlı eseri de 20. yüzyılda yazılmış bir distopya örneğidir. Acı, kaygı, pişmanlık, kıskançlık gibi duyguların var olmadığı bir dünya hayal edin. Hayal etmek bile zor değil mi? Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’’sında bu duyguların hiçbirine yer yok. O dünyada sadece keyif var. Mutluluk değil keyif. Bu kısım çok önemli çünkü sandığımızın ve ilişkilendirdiğimizin aksine mutluluk ve keyif birbirinden çok daha farklı kavramlar aslında. En önemli farkları ise, keyfin mutluluktan çok daha kısa süreli olması. Örneğin güzel bir yemek yemek veya eğlenceli bir aktiviteye katılmak. Fakat ne yazık ki o güzel yemeği yedikten sonra, ya da eğlenceli bir aktivitenin sonunda iç dünyamıza, sorumluluklarımıza ve dertlerimize geri döneriz. Mutlu olmak ise, bunların farkında olup kabullendiğimiz hâlde iyi hissetmektir bana göre. ‘Cesur Yeni Dünya’’da yaşamak da keyifli olarak tanımlanabilir. Acı, pişmanlık ve kıskançlık gibi duyguların var olmadığı, olsa da soma adı verilen haplarla keyfe çevrildiği, bastırıldığı bir dünya. Farkındalık, çok ama çok az kişinin sahip olduğu belki zaman zaman sorgulatan bir ayrıcalık. Mutluluksa, kimsenin sahip olmadığı ve o düzen içinde asla olamayacağı unutulmuş, antik bir duygu. İyi de tüm kötü duygulardan arındırılmış, ya da bir şekilde bastırılmış bir dünyada neden mutlu olmasın insan? İşte kitabın okuyucuya yönelttiği can alıcı soru da bu. Benim kendime cevabım hatırı sayılır bir düşünme süresinin sonunda geldi aklıma. Bana göre mutluluk, kötü olarak nitelendirdiğimiz duyguların ve iyilerinin birbirleriyle etkileşiminden oluşmaktaydı. Eğer mutsuzluğu, acıyı, pişmanlığı hiç tatmamış olsaydınız mutlu olduğunuzu hissedebilir miydiniz? Tıpkı küçük bir çocuğun sobaya dokunması ve fiziksel acıyla tanışması gibi. Acıyı hissettikten sonra sobaya dokunmaktan hatta belki yanına yaklaşmaktan bile çekinmesi gibi. Deneyimlemediğimiz duyguları hissedemeyiz ama acıyı tattıktan sonra acısızlık için elimizden geleni yaparız ve acı çekmediğimiz için şükreder, mutlu oluruz. Bu yüzden, duyguların zıtlığı aslında hayatın tuzu biberidir. Yani o hep isyan ettiğimiz kötü duygularımız, aslında mutluluğun ne olduğunu anlamamızı sağlar. Biz de, bu mutlu anların hatrına yaşarız hayatlarımızı. İşte bu yüzden kitabın verdiği mesajlardan biri ve bana göre en önemlisi de hissetmekten hoşlanmadığımız duyguları kabul etmemiz gerektiği. Bize ne kadar kötü hissettirseler de aslında mutlu olmamızda belki de en büyük rolü onların oynadıkları. Bu yüzden ki hissettiğimiz acı tatlı her duyguyu, hissedebildiğimiz için şükretmeyi ve kabullenmeyi öğrenmeliyiz hayatta. Ne de olsa mutsuz olmadan mutluluğun, acı çekmeden acısızlığın değerini anlayamayız. Huxley, okuyucuya, şiddet, acı çektirme gibi cezalar olmadan da insanın sorgulama yetisinin köreltilip, köleleştirilebileceğini göstermiş. Keyfin kölesi olmanın nasıl hissettirebileceğini düşündürmüş. Özgürlük, hissedebildiğimiz zaman özgürlüktür. Sadece davranışlarımızla kısıtlanmamalıdır. Hissetmekte özgür olamazsak ne yaparsak yapalım yine de özgür sayılabilir miyiz? İnsanoğlunu hayvanlardan ayıran en önemli özelliği belki de karmaşık duygularıdır. Duygular da acısıyla tatlısıyla bir zıtlıklar bütünüdür ve hayatı bir amaç uğruna yaşamamızı sağlar, insani değerlerimizi oluştururlar. Bu yüzdendir ki kitaptaki dünya, ütopya yani mükemmel toplum düzeni olarak değil de distopya yani baskıyla sağlanmış toplum düzeni olarak sınıflandırılmıştır. Her ne kadar kötü hislerden arındırılmış olsa da. KAYNAKÇA: Aldous, H. (1932). Brave New World. İstanbul: İthaki Aziz Barış Ateş GERÇEK YALNIZLIK Dünyada yaklaşık olarak yedi milyar insan bulunuyor ve sayı giderek artmakta. Yani günümüz dünyasında gerçek anlamda yalnız kalmak imkânsız bir durum gibi gözüküyor. Belki şu anda hemen aklınıza odanızda tek başınıza oturduğunuz anlar gelmiştir. Ama o anda bile gerçekten yalnız mısınız? Gerçek yalnızlık sizce tek başınıza bir odada kalabilmek mi? Bence gerçek yalnızlık nerede olduğundan ya da olmadığından çok kimlerle olup olamadığınla ilgilidir. Hayatımızda, doğumdan ölüme kadar, birçok insanla tanışırız. Bazılarından hoşlanır ve yakın hissedersin. Onlar yakınınızdayken kendinizi yalnız hissetmemen kadar doğal bir şey yok aslında. ‘Passangers’ filminde Jim Preston’ın uzayda tek başına kaldığında kendini yalnız hissetmesi de buna en iyi örnek olabilir. Jim’i o şekilde uzayda yalnız gördüğümde gerçek yalnızlığın ne olduğunu düşünmeye başladım. Bir süre sonra farkettim ki aslında etrafımda birçok insan olmasına rağmen yapayalnızım. Bir konu hakkında biri ile konuşmak yerine o konuyu kendimle tartışır hâlde olduğumu farkettim. Etrafımdaki insanların aslında beni dinlemediğini farkettiğim an yapayalnız kaldım çünkü insanların aslında kendi dertlerini anlatmak için sıra beklediklerini hissettim. Bu düşüncelerden sonra hayatımdaki bazı şeyleri sorgulamaya başlayıp görüşlerimde ve duygularımda değişikliklere gitmeye karar verdim. Kararlarım doğrultusunda yaptığım ilk iş tüm insanlarla iletişimimi üç gün boyunca kesmek oldu. Bu günleri kendimi nasıl geliştirebileceğimi ve hayatta aslında nasıl başarılı olabileceğimi düşünerek geçirdim. Üç günün sonunda ilk işim yeteneklerim doğrultusunda kendimi geliştirmeye çalışmak oldu. Ardından insanlarla olan ilişkimi sadece analitik düşünce ile kısıtladım. Bir diğer deyişle duygularımı tamamen kapattım. İşte tam olarak bu an yalnızlığın en uç noktasındaydım ve Aziz Barış Ateş bundan mutluydum. Gerçek yalnızlık tam olarak buydu çünkü. Karşımdakilere olan güven, sevgi, nefret gibi duygulardan kendimi arındırdığım an artık sadece kendi başımaydım. Tüm duyguları kendi içimde yaşıyordum. Doğru olup olmadığını arada düşünsem bile hâla bu düşünceyle hareket etmeye çalışıyorum. Bazı insanların benim değiştiğimi farketse de bunu çok takmadıklarını farkettim çünkü aslında gerçekten de her insan gibi onlar da bencildi. Sorunlarını dinlemediğimi, hayatlarını umursamadığımı fark ettikten sonra teker teker uğraştılar ve bunlar da beni daha yalnız bir birey yaptı. Hayatımda vermiş olduğum en farklı karar olmasından dolayı sanırım, kendimi eskiden olduğumdan çok daha yaşlı hissediyorum. Çocukluk da bu verdiğim karar ile yok oldu sanırım. Belki de yalnız hissetme sebebim de yetişkinliğe doğru adım atmamdır. Bu noktada ise düşünmem gereken şey yetişkinliğin yalnızlığına doğru geri dönüşü olmayacak bir yola devam etmek mi yoksa eski ben olmak için, çocukluğumu geri kazanmak için, yeni bir çaba sarfetmek mi? Tüm bunları düşünüp en son kararı verecek olan benim sanırım ama farkettiğim bir şey varsa o da düşündükçe çocukluktan uzaklaştığımdır. Dünyada bu denli insan olmasına rağmen bu hâlde bu kadar yalnız hissetmemin sebebi insanlar ve bencillikleri mi yoksa benim sadece fazla takıntılı olmam mı bilemiyorum ama bildiğim tek şey insanlığın benden çocukluğumu aldığı ve yerine de kocaman bir yalnızlık koyduğudur. Bu durumdan hoşnut olmadığımdan değil ama belki de hayattan artık pek bir beklentim olmadığı için sanırım bunları düşünmeyip önüme ne çıkarsa yaşamak en iyisi olacaktır. Belki o zaman hayatın bana ne getireceğini bilmemenin vermiş olduğu cesaret ve özgüven ile çocukluğum ile yetişkinliğim arasındaki ideal dengeyi bulabilirim. İşte o zaman gerçek yalnızlığın yerini gerçek huzur alacak ve ideal benliğime ulaşmış bir şekilde hayatıma devam edebileceğim. Çocuksu Bir Heyecanın Kötü Sonucu Anlatılanlara göre 2003 yılının Kasım ayı imiş. İlkokul bire gittiğim dönemler yani küçüğüm daha. Bir de ben zor bir çocukluk geçirmişim yani hiç yerinde duramayan, ortada gördüğümüz zaman seveceğimiz yerde hareketliliğinden dolayı sinir olduğumuz çocuklar vardır ya, onlardan biriymişim ben de. Aile dostlarımızla birlikte Budapeşte’ye gidecek daha güzel bir zaman bulamamış sanırım ailem. Ya da benim biraz daha büyümemi mi bekleselermiş? Sanki çok berbat bir seyahat geçirmişiz gibi düşündünüz değil mi? Aslında çok güzel bir gezi geçirmişiz ta ki ben son anda büyük, hatta bizim o ülkede kalmamıza sebep olabilecek bir sorun çıkartana kadar. Ben o zamanlar çok küçük olduğumdan tam hatırlayamadığım bu seyahatimiz Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte’de geçiyor. Seyahate aile dostlarımız olan Haluk Amcamlar; benimle yaşıt küçük çocukları Orhan, kızları Ece, anneleri Kıvılcım Teyze ve Haluk Amcamın annesi Ayla Teyze, ve tanımadığım bir tur acentesi ile gitmiştik. Şehir merkezinde bir otelde kalıyorduk. Gezilerimiz hep turla birlikte oluyordu. Bu yüzden hep bir program içinde hareket ediliyordu, istediğimiz zaman istediğimiz yerde gezemiyorduk. En azından bunlar annemlerin düşüncesi yoksa ben kaç yaşında çocuğum ne anlarım yurt dışından. Karnımı doyurabilecek yemek bulmuşsam o gün benim için bitmiştir zaten. Neyse ki Orhan’la aram çok iyiydi. Orhan benim kreşten arkadaşımdı ve tüm zamanımızı beraber geçiriyorduk. Bu yüzden seyahat sırasında hiç sıkılmamıştım. Tek sorun şuydu; Orhan benim aksime çok durgun, ağırbaşlı bir çocuktu. Benim gibi sürekli hareket halinde, sağa sola sataşan, yerinde duramayan bir tip değildi. Buna rağmen çok iyi anlaşıyorduk. Seyahatimiz 4 gece 5 gün sürmüş ve kazasız belasız bir şekilde son güne gelmeyi başarmışız. Son gün valizler toplanmış, otelden çıkış yapılmış, uçak saati bekleniyordu. Uçağın kalkmasına iki saat olduğundan tur rehberi serbest zaman vermiş. Bizimkiler de, yani benim ailem ve Orhan’ın ailesi, resme meraklıdır. Bu yüzden hemen otelin karşısındaki “Museum of Fine Arts” adındaki resim ve heykel sergileri olan müzeyi gezmeye karar vermişler. Müze çok büyük bir alana kuruluymuş ve içinde de binlerce resim ve heykel içeriyormuş. Zamanın az olmasından dolayı biz hakkımızı resimlerin olduğu kısmı gezmekte kullanmışız. Babam bir yer de annem bir yer de, herkes bir yere dağıldı ve asılı olan yüzlerce yıllık sanat eserlerini dakikalarca izliyorlar ve hakkında konuşuyorlar. Ben o yaşlarda ne anlarım resimden, tarihi eserden. Resimle ilgili olmak lazım böyle yerlerde gezmek için. Yoksa o eserlerden bir anlam çıkaramadıktan sonra ne anlamı kalır müzeyi dolaşmanın? Orhan’a baktım o da annem, Ece ve Kıvılcım Teyzem’in peşine takılmış hep birlikte bir tablonun önünde durmuş resmi işaret ederek birbirlerine bir şeyler gösteriyorlardı. Meraklanıp yanlarına gittim ve ne yaptıklarını sordum. Annem “Gel oğlum, resimdeki insan kafalarını sayıyoruz, sen de say” dedi. Sonunda uğraşabileceğim bir uğraş bulmuştum. Tüm dikkatimi verdim ve başladım saymaya. Bir, üç, beş, yedi, on bir, derken on üçüncüyü bulmanın vermiş olduğu heyecana kapılıp elimi on üçüncü insan figürüne vurdum. O darbenin sesi tüm salonda yankılandı adeta. Niyetim sadece göstermekti. Ben küçük bir çocuktum. Kendimi kontrol etmeyi yeni yeni öğreniyordum. Fakat olay yerinin ne zaman terk edilmesi gerektiğini bildiğim için hemen kaçtım oradan. Annemlerin anlattığına göre, İngilizce bilmeyen bir görevli anında yanlarına gelmiş ve bir şeyler söylemiş fakat anlaşamamışlar. Görevli İngilizce bilen bir meslektaşını çağırmış. Yeni gelen görevli resim üzerinde bir inceleme yapılıp hasar var mı yok mu tespit edilmesi gerektiğini ve bizlerin de bu işlemler bitene kadar hiçbir yere gidemeyeceğimizi söylemiş. Babamlar bunları duyunca başlarından kaynar sular dökülmüş çünkü uçağın kalkmasına iki saatten az süre kalmış. Ben olay mahalline geldiğimde Orhan ve Ece ağlıyor, annem ve Kıvılcım Teyze görevlilerle tartışıyor, babam bir köşeye çökmüş başını tutmuş ve ağlamaklı bir şekilde düşünüyor, Haluk Amcam da Ece ve Orhan’ı sakinleştirmeye çalışıyordu. Onların o halini görünce ciddi bir şey olduğunu ancak anlayabildim. Bu sırada aklımda kalan tek sahne; bizimle konuşmaya çalışan ilk, huysuz olan görevlinin diğer görevli arkadaşlarına benim taklidimi yaparak ve abartılı bir şekilde olayı anlatması oldu. Neyse ki daha sonra yanımıza gelen İngilizce bilen görevli çok anlayışlı biriymiş ki tespitlerin yapılmasını, raporların tutulmasını hızlandırmış. Resimde herhangi bir hasar, yıpranma olmadığı için benim hakkımda bir tutanak tutulduktan sonra gitmemize izin vermişler. Mucizevi bir şekilde uçağa yetişmişiz ve Türkiye’m canım ülkeme dönmeyi başarmışız. Sanırım son gün yaşanan bu korkunç ama benim açımdan bir o kadar eğlence kaynağı olan bu olay seyahatte geçirilen tüm o güzel anıların önüne geçmiştir. Annemlerin yaşadığı o korkuyu, telaşı şimdi çok daha iyi anlayabiliyorum. Müzede benim hakkımda tutulan tutanağı babam hâlâ saklıyormuş. Ne kadar ilginç ki sekiz yaşındaki çocuğu hakkında başka bir ülkede tutanak tutuluyor. İşin komik tarafı işte. Günümüzde benim bu müze maceram hala anlatılır. Bu anı her anlatıldığı zaman kendime şunu diyorum; Budapeşte’ye bir dahaki gidişimde o müzeye tekrar gidip o resimle fotoğraf çekileceğim. Müzelerde fotoğraf çekmek yasak dilebilirsiniz. Şöyle düşünün ben o resme dokunmuş hatta vurmuş biriyim, fotoğraf mı çektiremeyeceğim? MERT ÖZBAYER UMUDU KOYBOLMUŞ PİYANO Hayatın olmazsa olmazlarından biri müziktir bence. Bir kalabalığın ortasındayken kulaklığı taktığın an çalan şarkıya göre bambaşka bir yere gidebilirsin. Etrafta dolaşan insanların her adımına bir anlam yüklersin ya da kaybolurlar gözünün önünden ; onların yerine kendi hayal dünyanla baş başa kalırsın. “Ben müzik sevmem ve dinlemem.” diyen insanlarımız yalan söylüyorlar, herkesin hoşuna giden bir nota dizisi vardır elbet. Dinlerken bambaşkadır müzik; ama yaparken apayrı bir zevk verir insana. Ben kendimi bu iki katagoride de yer aldığım için şanslı buluyorum. Parmaklarım ilk defa 2002 yılında değdi piyanoya. Hayal meyal bir iki sahne var zihnimde o yaşlarıma dair. Bunlardan bir tanesi de piyanoyla ilk buluştuğum andır. İlk gördüğümde çocuk aklımla pek bir anlam veremedim bu siyah beyaz şeyler kütlesine. Parmak uçlarımı piyanonun tuşlarına bastırdıkça rahatsız oluyordum çıkan sesten. Bu yüzden de hep hata yapıyormuşum da biraz daha gösterime ihtiyacım varmış gibi yapardım öğretmenime. O da her defasında çok daha güzel çalardı parçaları. Hayran kalırdım onun pamuk beyazı ellerinin dans edişine. Piyano onun elleriyle bir bütün olur beni beyaz tuşlarına daha çok hayran bırakırdı. Zamanla piyano ve arkadaşları, hala sevmediğim ritim saymama yardımcı olan metronom, en yakın arkadaşım oldu. Her yönüyle büyümeme yardımcı oldu piyano. Her sene sonu verilen resitaller, heyecanımı kontrol etmemi sağladı, kulağım diğer insanlara göre çok daha seçici oldu, en güzeli de müzik seven insanların içinde büyüdüm. Yıllar böyle piyanonun arkadaşlığıyla geçmiş oldu. Üzüldüğümde veya mutlu olduğumda hep siyah beyaz tuşlara sarıldım, öğretmenim böyle öğretti çünkü. “Piyano bir ders değildir, sen nasıl istersen öyle çalarsın. Belli bir süre sonra sabit olan piyano kurallarını öğrenirsin zaten.” derdi. Okuldan beni o alır, eve gidene kadar arabasında her daim çalan klasik müzik cderinden dinlerdik. Hıphızlı giderdi benim öğretmenim, bir an önce piyano başına oturalım isterdi, çok hızlı sürerdi arabayı. Ben de ne zaman Fransız besteci Alexandre César Léopold Bizet’nin parçalarını çalacağım diye merak ederdim. Dersler biter, yaz mevsimi gelirdi ama öğretmenimle bağımız kopmaz; haftada en az bir gün bize gelir, birlikte yüzerdik. Daha sonra Bizet’den Carmen çaldım, büyüdüğümü söyleyen gözlerle bana bakışını hatırlıyorum. Victoria’nın bana öğrettiği son şey ise kendi bestesi “Butterflies on the snow” oldu ama Bizet’nin yanı sıra bunu da çaldığımı göremedi. Zaten ellerim de son kez o zaman değdi piyanoya. En sevdiği oyuncağı anlamadığı bir sebepten elinden alınan çocuk gibi ne anlam verebilirdim bütün olanlara ne de geri verildiğinde piyanoyu benimseyebilirdim tekrardan. Çünkü piyanonun beyazı da kalmadı, bana verdiği umut da. Piyanonun parlak siyaha boyanmış ahşap kapağını şimdi her açtığımda beş yaşıma geri dönüyorum. Önce Victoria’nın elleri beliriyor beyaz tuşların üzerinde. Sonra ise sesini duyuyorum: “Belini dikleştir, bilekler kalkık, parmaklar serbest, ayaklar birbirine dolanmamış.” Ayağındaki topukluyla ritim saymama yardım ediyor, çünkü metronom sevmediğimi biliyor: “Bir ve iki ve üç ve son kez!” Peki ya şimdi hata yaparsam? Beyaz inci kolyesini takmış bir şekilde gelir mi yine yanıma? Ben şimdi yanlış çalıyorum oysaki, ne nota ne bir porte hiçbir şeyi dinlemeden öylesine hatalı çalıyorum her şeyi. İçimde beş yaşında bir çocuğun piyano sandalyesine her oturduğunda oluşan umutları var. Defalarca yanlış basıyorum tuşlara ama kimse sandalyesini çekip gelmiyor yanıma. İşte piyano ilk defa o an susuyor benim için. Oysa arabada George Bizet dinlerken ben ona hep söylerdim: “Çok hızlı gitme öğretmenim. Zamanımız çok…” DENİZ ALKIŞLAR 21502930 DOĞUŞTAN GELEN CEVHER Doğan her bebek hayat macerasına atıldığı ilk günden beri gelişir ve neticesinde büyüyerek bir birey haline gelir. Bu gelişim süreci kendi benlik hamuruna kattıkları ve bu hamurun yeniden şekillendirilmesi ile oluşur. Yani bireyin kendi hamuruna kattıkları ve katmak istedikleri tamamen kendi elindedir. Ancak elinde olmayan bir şey var ki o da doğuştan gelen birtakım özellikler. İşte bu noktada insan hamuruna ne katarsa katsın doğuştan gelen özellikleri elde edemiyor. İnsandan insana farklılık gösteren doğuştan gelen bu özellikleri ne ölçüde kullandığımız da tamamen bizim elimizde. Her özellik toplumun gelişimine katkı sağlasa da liderlik denen bir özellik var ki bu özellik medeniyetimizin gelişmesinde büyük rol oynuyor. Geçenlerde izlediğim Steve Jobs’un hayatını anlatan film sayesinde doğuştan bir lider olmanın ne demek olduğunu öğrendim. Lider olmak en başta azim gerektiren bir işti. Doğru bildiğin yoldan sapmadan arkandan kitleleri sürükleyebilecek niteliğe sahip olmak demekti. Çünkü diğer insanlar senin kararlılığına ve yolunun doğruluğuna güvenerek izini takip edeceklerdi. İşte Steve Jobs tam olarak bunu yaptı. O kendi bildiği doğruların dışına hiç çıkmadı. Azimli bir şekilde kendi bildiği doğrunun peşinden gitmeye devam etti ve sonunda hayal ettiği başarıya ulaştı. Bunu yaparken azim ve kararlılığı ile diğer insanların güvenini de kazanmayı bildi. Lider olmanın bir diğer şartı ise ileriyi görebilmektir. İleriyi gören insan bugünü şekillendirerek toplumu geleceğe taşır. Bunu yaparken faydanlandığı yegane şeylerden biri toplumun ihtiyaçlarıdır. Çünkü insan bir şeye ihtiyaç duyduğu zaman bu ihtiyacını gidermek için elinden geleni yapacaktır. Steve Jobs toplumun ihtiyacı olan ürünleri yenilikçi bir şekilde üreterek, toplumun ihtiyacını karşılamakla kalmayıp teknolojiyi her yaşa hitap edebilecek şekilde basitleştirmiştir. İşte bu noktada gerçek bir lider toplumun her kesimine hitap edebilmelidir. Mükemmeliyetçilik de bana kalırsa bir liderin sahip olması gereken özelliklerin başında gelir. Mükemmeliyetçilik aslında bir hastalık gibidir. İnsanın yakasını bırakmaz, bireyi sürekli mükemmeli bulma arayışına iter. Mükemmeli elde etmek de bu durumda imkansızdır. Çünkü mükemmeli bulma arayışı bir lider için toplumun ihtayaçlarının analizi sonucu devam eden bir süreçtir. Liderin gecesi gündüzü bu arayışla geçse de mükemmeli bulma arzusu bu arayışın devamlılığını sağlayan bir etmendir. İşte Steve Jobs’da tam olarak bunu yaptı. Mükemmel bilgisayarı inşa etmek uğruna gecesini gündüzüne kattı. Pek çok insan için hali hazırda mükemmel bir bilgisayar inşa etse de ona göre yaptıklarının hep bir parça eksiği vardı. İşte bu eksiği tamamlama isteği onu dünyamızı değiştiren devrim niteliğindeki teknolojileri yaratmaya itti. Filmden edindiğim bütün bilgilerden sonra kendimi sorgularken buldum. Acaba içimde liderlik tohumları var mıydı? Doğuştan bir lider miydim? Bunu anlamak her ne kadar zor olsa da bir gerçek var ki o da bir Steve Jobs’ın daha bu dünyaya kolay kolay gelmeyeceği. Bu kadar ileri görüşlü bir insanın yenilikçi ve yaratıcı fikirleri ile ürettikleri insan hayatını ne derece kolaylaştırdığı ortada. Fakat Steve Jobs’ın da her insan gibi kimi zaman kibirine yenik düştüğü görülüyor. Karşılaştığı bütün zorluklara rağmen elde ettiği başarılar beraberinde kibiri de getiriyor. Hatta bu kibir onun öz kızını reddetmesine bile yol açabiliyor. Yani aslında doğuştan gelen bu özellik doğru yönetilmez ise beraberinde istenmeyen olaylara da sebebiyet verebiliyor. Ancak yine de Steve Jobs gençlere örnek olmaya devam ediyor. Kim bilir, belki yeni bir Steve Jobs aramızdadır. Ahmet Berk Eren Marcel Proust’un Komşuluğu ve Günümüzde Komşuluk Üst Kat Komşusuna Mektuplar, Kayıp Zamanın İzinde ve Swann’ların Tarafı adlı kitapların yazarı, ünlü fransız düşünür ve yazar Marcel Proust’un gerçek hayattaki üst kat komşusu Madam Willliams’a yolladığı mektupların derlenmesiyle ortaya çıkan bir kitaptır. Ne kadar elde edilmesi zor olsa da (kitabı bulmaya çalışırken çektiğim zorluklardan dolayı) çok samimi ve bir o kadar da incelikle yazılmış mektupları okuyunca bu çabalarınızın hepsine değdiğini göreceksiniz. Bu kitabı okuduktan sonra komşularımızla olan ilişkilerimizde nasıl davranmanız gerektiğini anlayacağımız bir yapıt. Öncelikle neden bu kitabı seçtiğimden bahsedeyim. İlk olarak mektuplarda Marcel Proust, yaşanılan her şeyin mantıklı açıklamalarının üzerinde durmak yerine, her anın duygusal analizlerini yapmayı seven ve en basit, geçici bir his ile derinlemesine hissettiği duyguları birbirine katan, çok değerli aynı zamanda okumaktan ve yazdıkları üzerine düşünmekten zevk aldığım bir yazardır. Bu kitapta Proust’un gerçek hayatta nasıl biri olduğu, çevresindekilerle nasıl geçindiğini, ne tür zorluklar yaşadığını öğreneceğimi düşündüm nitekim de öyle oldu. İkinci olarak kitabın adı beni çok şaşırttı. Bir insan neden üst komşusuna mektup yollar ki? Normalde insan istediği zaman komşusunun kapısını çalıp konuşabilir diye düşündüm ama mektupları yazanın Marcel Proust olduğunu düşününce kafamdaki önyargıları bir kenara bırakıp kitabı okumaya başladım. Mektupların konuların nedir? Proust kendi uyku ve çalışma saatlerinde üst kattaki tadilatlar yüzünden rahatsız olur. Mektuplardan da anlaşılacağı üzere bu tadilatlar canını çok sıkar ama Madam Williams’a şikâyet ederken hiçbir zaman kırıcı bir söz kullanmaz ve her zaman büyük bir incelikle kendisinin uyku ve çalışma vakitlerinde sessiz olmalarını rica eder. Hatta Proust bazen bu ricalarıyla komşularını sıkboğaz ettiğini düşünür ve çoğu mektubunda ne kadar mahcup olduğundan bahseder. Günümüzdeki komşuluk ilişkilerine baktığımızda bu inceliği çok nadir görüyoruz. Hatırlıyorum da küçükken evimize bir tadilat yaptırmıştık. Tadilatta çalışan bazı ustaların oluşan çer çöpü yanlışlıkla komşumuzun balkonuna ve bahçesine döktüğünden haberimiz yoktu. Bu olaydan sonra komşumuz bizi güzel bir dille uyarmak yerine kapımıza gelip olay çıkarmaya çalıştı. Belki Proust gibi güzel bir şekilde uyarsaydı hiçbir sıkıntı çıkmadan olay çözülebilirdi. Günümüz komşularının Proust’tan alması gereken bir ders de teşekkür etmek olabilir. Proust’un mektuplarında rica ettiği bazı problemler üst kat komşusu tarafından halledilirse Proust’un bir sonraki mektubunda hemen teşekkür ettiğini görüyoruz. Komşusu Madam Williams ile mektuplaşmaları git gide dertleşmeye ve hatır sormaya dönüşür. I. Dünya Savaşı nedeniyle bazı sevdiklerini kaybettikleri için üzüntü içerisindelerdir ama yolladıkları mektuplarla birbirlerini teselli ederler. Aslında komşuluk ilişkilerinin böyle olması gerekmez mi? Komşu dediğin komşusunun dertlerini dinlemeli onu teselli etmelidir. Günümüzdeki komşuluklarda bırakın dertleşmeyi adam akıllı selam veren yok. Komşular birbirlerinin hayatları hakkında hiçbir şey bilmiyorlar ve bilmek de istemiyorlar. Evlerine çekilip kendi dertlerinde boğuluyorlar. Kitapta gördüğümüz üzere Proust’un ne kadar fazla sıkıntısı olsa da Madam Williams’ın da sorunlarıyla ilgileniyor ve bu dertlerde boğulmamasını istiyor. Belki de Madam Williams’ın Proust ile mektuplaşmaları bittikten sonra intihar etmesinin nedeni kendi dertlerinde boğulması ve ona yardım edecek kimsesinin olmamasıdır. Kitaptaki mektupların nasıl komşu olunacağını göstermesi bir yana Proust bazı mektuplarında sanatsal ve bir o kadar düşündürücü sözler de yazmayı ihmal etmemiş. Yazarlığını sadece kitaplarına aktarmamış. Hayatının her zerresine sanatı ve edebiyatı koymayı ihmal etmemiş. Birinci mektubundaki “Bütün dileklerim, önümüzdeki sene, biten senenin verdiği acıları dindirsin diye, unuttursun demiyorum ama, çünkü yaralı kalplerin gururlu hazinesidir hatıra.” (Proust 2015, 19) sözleri ve diğer mektuplarında buna benzer birçok sanatsal ifadeleri beni gerçekten çok etkiledi. Sonuç olarak hepimiz Proust’un yazılarındaki inceliğinden ve komşuluk ilişkilerinden ders almalıyız. Günümüz komşuluk ilişkilerinin Proust’un Madam Williams ile olan komşuluğu gibi dayanışma ve yardımlaşma içerisinde olmasını sağlamalıyız. Kaynakça Proust, M., Gökteke, E., Williams, M., Gaudry, E., & Tadié, J. (2015). Üst kat komşusuna mektuplar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. HİSLERDİR GERİYE KALAN Günümüz toplumlarında insanlar gerek gelişen teknolojinin etkisi gerek ulaşım imkanlarının artmasıyla duygusuzlaşmakla ve her şeyi metalaştırmakla suçlanıyor. Sosyologlar bu avantajlarla duygusuzlaşma arasındaki bağlantıyı şöyle açıklıyor, mantık çok basit, örneğin önceki yıllarda uzakta olduğunuz ailenizi, sevgilinizi ya da dostlarınızı beklemenin kendince zor olsa da bir güzelliği vardı. Fakat teknolojik avantajlar, bu duyguları sundukları imkanla köreltti ne yazık ki artık sevdiklerimizden gelecek bir haberi mektup yolu gözler gibi beklemiyor, seslerini duymak için telefonun bir ucunda saatlerimizi harcamıyoruz. Canımız ne zaman isterse imkanlarımız dahilinde yanlarına gidebiliyor, istediğimiz kadar sohbet edebiliyoruz. Sosyologların aksine ben bu iletişim ve ulaşım araçlarının insanları birbirine daha iyi bağladığını düşünen tipik bir teknoloji çağı insanıyım. Belki onlardan gelecek mutlu bir haberi beklemenin süresi kısaldı fakat acıyı, mutluluğu hissetmenin süresi azalmadı ve açıkçası bana sorarsanız insanı insan yapan kendi kişisel hisleri ve de başkalarıyla paylaştığı değerlerdir. Bu hislerin yokluğu insanın doğasını altüst edebilir. Stefan Zweig, Olağanüstü Bir Gece adlı eserinde şu cümleleriyle aslında duygusuzlaşmanın insana ne denli acı veren bir şey olduğunu çok güzel ifade etmiştir. “İçimdeki bu kıpırtısızlıkla hayatım giderek tekdüzeleşti, uğraşılarımın ve olayların çeşitliliğine rağmen günler öne çıkan bir şey olmadan peş peşe diziliyor, bir ağacın yaprakları gibi yeşeriyor ve sararıp gidiyorlardı.” (Zweig, sf.10) Zweig bu sözleri sayesinde insanı insan yapan asıl değerin hisler olduğuna çok güzel bir dille dikkat çekmiştir. Kendimizi duygusal açıdan iyi hissetmediğimiz dönemlerde aslında bir çoğumuz bu hissizleşmeyi yaşamışızdır bunun nedeni çok küçük duygusal çöküntülerden, sevdiğimiz birini kaybetmenin verdiği üzüntüye kadar uzanabilir. Yani farklı bakış açılarından farklı olayları değerlendirdiğimizde acı ve üzüntü herkes için aynı dışavurumu temsil etmeyebilir. Kimisi yaşadığı kayıp nedeniyle hayata daha sıkı tutunmak zorunda kalırken, kimisi hissiz bir biçimde hayatına eski haliyle devam edebilir bu davranışların hepsi azda olsa çokta olsa insani hislerimize bağlıdır. Diğer bir açıdan bakacak olursak insan acıya farklı tepkiler verirken aynı şekilde mutluluğa da farklı tepkiler verir. Ama burada gizlenmiş küçük bir farklılık vardır. Eğer kendi iç dünyanızda dahi mutluluk hislerinden yoksun olmaya başladıysanız ve artık sizi en çok sevindiren olaylara karşı bile çevrenize sahici olmayan gülücükler atıyorsanız burada bir problem var demektir. Mutluluk da aynı acı gibi zamanla artıp azalabilir; günler, aylar geçtikçe üzerimizde ilk öğrendiğimiz andaki tadı ya da acıyı bırakmayabilir ama burada benim anlatmaya çalıştığım şey, ilk andaki mutluluk bile sizi artık sarhoş etmiyor, başınızı döndürmüyorsa hissizleşmeye başlamışsınız demektir. Acıyı ya da mutluluğu hissedememek ilk anın verdiği şok etkisiyle normal olabilir. Lakin, kısa ya da uzun vadede artık içimizde mutlu değilsek yani hobilerimizle, arkadaşlarımızla, ailemizle veyahut kendi kendimize geçirdiğimiz o hayatın en kaliteli zamanlarında bile mutlu olamıyorsak, hep bir şeyler eksik kalıyor hissine kapılıyorsak işte bunu normalleştiremeyiz, bu içimizin yavaş yavaş öldüğünün acı bir kanıtıdır. Çevremizde her gün gördüğümüz ailemizden olan ya da sokakta karşımıza çıkan yaşlıca teyzeler veya amcalar bizlere eski güzel günlerini anlatırken hala o geçmiş günlerin mutluluğunu yüzlerindeki gülümsemeyle bizlere kanıtlıyorlar, zaman zaman yüzlerinde o güzel günlere geri dönemeyecek olmanın hüznü tebessümlerini buruklaştırsa da her ifade bir his taşımayı sürdürüyor. Ve aslında onlar bizlere her anımızı, acısıyla tatlısıyla geçen günlerimizi gerektiğinde acıyı gerektiğinde ise sevinci, mutluluğu hissederek geçirmemiz gerektiğinin en güzel kanıtıdırlar. Kalpten gelen hiçbir hissimizi kaybetmeyen bir nesil olmayı, yaşadığımız hiçbir anı akıllı telefonlara değişmeden, belki bazılarını sosyal medyada paylaşmadan sadece yanımızdakiler ile yaşayarak geçireceğimiz bir ömrümüz olmasını ve ileride bizlerin de aynı şekilde bu güzel zamanları gelecek nesillere tebessümle aktarmayı diliyorum. Bir daha bu güzel yaşlara dönemeyecek olsak dahi. Kaynakça Zweig, Stefan. Olağanüstü Bir Gece. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Seda Çam 21400830 Sera Zenginler 21501872 Kaçış Kendini tamamen dış dünyadan soyutlamak mümkün müdür? Bugünün şartlarında bunun mümkün olduğunu düşünmüyorum. Şehrin gürültüsünden, havanın kirliliğinden, trafikten kaçarak çıktığımız Pazar yolculuklarında bile bin türlü sosyal medyayı beraberimizde götürüyoruz. O fırından yeni çıkmış tazecik sıcak ekmeğin bile soğumasına aldırmayıp, önce fotoğrafını çekip internete koyuyoruz daha sonra tadına bakıyoruz. Sorgulamadan edemiyorum, gerçekten soyutlanmak istiyor muyuz? Yoksa yalnızlık kavramı bizim neslimiz için düşünülemez mi? Hâlbuki güzel şeydir yalnızlık. İnsanlarla iç içe geçirdiğin her gün bir kat daha kalınlaştırdığın kabuğundan sıyrılır, derin bir nefes alırsın. Olaylara bakış açını değiştirir yalnızlık, normal şartlarda gözünden kaçan ufak detayları bulursun, yeni açılar keşfedersin. Kendini öğrenme zamanıdır yalnızlık biraz da. Yapılacaklar listeni evde bırakıp, dağ taş demeden tırmanmaktır kendi doruklarına. İtiraf etmeliyim ki korkutucu da olabilir yalnızlık. Kendinle baş başa kaldığın o saatlerde keşfedeceğin şeyler seni mutlu etmeyebilir de. Nasıl bir insanmışım ben, diye sorgulamaya başlayabilirsin. Ben de evden ayrıldığımdan beri bunu sorguluyorum. Lise hayatım boyunca yalnız kalmanın hayali kurduğumdan olsa gerek, üniversitenin getirdiği yalnızlık pek bir hoşuma gitmişti önceleri. Daha sonra ise yalnızlığın üzerimde eğreti durmaya başladığını fark ettim. Tartışmak için bile bir insan arar oldum. Bu dönemde eski dostlarım olan kitaplar bana arkadaş oldu, Gerbrand Bakker’ın Dolambaç adlı romanındaki Emilie karakteriyle de bu vesileyle tanışmış oldum. Doktora tezini Amerikalı şair Emily Dickinson’ın eserleri üzerine yazan bir akademisyen, Emilie. Bu isim de kendine verdiği âdeta bir kaçış, hayattan kopuş ismi. Toplumdan kopuk bir yaşam tarzını benimsemiş, hayatının son yıllarında kimseyi görmeyi kabul etmemiş bir yazar olan Dickinson üzerine derinlemesine bir araştırma yürüttüğünden olsa gerek, Emilie de benim gibi yalnızlığı, soyutlanmayı romantikleştirenlerden. Bu nedenle kariyerini, kocasını ve onu o yapan her şeyi geride bırakarak Hollanda’nın Galler kırsalında eski bir çiftlik evine taşınıyor. Dolambaç Emilie’nin yalnızlığını ve bu yalnızlığın ona getirdiklerini ve götürdüklerini konu alıyor. 1 Yalnızlık, Emilie’ye yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Kafasındaki denklemlerde, sabit olduğunu sandığı terimlerin birer değişken olduğunu keşfetmesine aracı oluyor. Bu da denklemlerin çözümlerini değiştiriyor. Internet Distraction. Sunday Business. victo-ngai.com/69184/home Dediğim gibi, Emilie bu maceraya 1800’lerde yaşamış bir şairden esinlenerek başlıyor, ama o dönemin şartlarıyla bugünkülerin çok farklı olduğunu gözden kaçırıyor. Son iki yüz yılda çok değişti insanlık kavramı. Hayat şartlarımızın iyileşmesine ve hemen hemen her şeyin kolaylaşmasına rağmen, küçük kutulara sığdırılmaya başlandık. Eskiden at arabasıyla ya da trenle aylarca süren yolculuklara çıkarlarmış mesela. O bile bir nefes alma şansı verirmiş insanlara. Şimdilerde her şeyden kaçmak için Hollanda’ya bile yerleşmeye karar verseniz, bir uçakla aynı gün oradasınız. Bu da insanın kararları hakkında uzun uzun düşünmesini engelliyor bence. Kafanıza bir şey esiyor, daha eğrisini doğrusunu düşünmeden yapma imkânınız var. Bu kolaylık pişmanlığı beraberinde getiriyor. 2 Yazının başında da belirttiğim gibi, bugünün şartlarında dış dünyadan soyutlanmak bambaşka bir anlama geliyor. Kaçışlarımızı bile adım adım belgeleyip, diğer insanlara sunuyoruz Instagram, Twitter, Facebook gibi sosyal medya platformları aracılığıyla. Bu nedenle de bugünün insanının yalnız kalma korkusunun eski zamanlarda yaşayan insanlara oranla daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bizler her gün yüzlerce, belki binlerce insanla etkileşimde olmamıza rağmen, yalnız bir nesiliz çünkü. Eskisi gibi güçlü bağlar yok aramızda. Kitapta biraz da soğumuş insan ilişkilerine değiniliyor Emilie ve bir polis memuru arasında geçen diyaloglar esnasında. Hiç şüphesiz son yıllarda birbirimiz hakkında daha çok şey öğrenme imkânı bulduk. Başka bir şehirde yaşayan ortaokul arkadaşımızın en sevdiği mekânı, hatta kahvesinin yanında sipariş etmeyi sevdiği tatlıdan bile haberdarız şimdilerde ama yine de bir soğukluk var aramızda. Omzuna yaslanıp ağlayabileceğimiz insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez hâle geldi. Bu da yalnızlık korkumuzu arttırdı. Yazıyı bitirirken, geçenlerde tekrar izleme fırsatı bulduğum, yalnızlık, insanlardan ve geçmişten kaçış temalı bir filmi önermek istiyorum. Jean-Marc Vallée’nin yönettiği 2014 yapımı Wild. Her ne kadar hikâyeleri, geçmişleri farklı olsa da ben Wild’ın başkahramanı Cheryl ve Emilie’i birbirine benzettim. Biraz da kendimi gördüm bu iki kadında. Her ne kadar insanlardan tamamen soyutlanmak imkânsız olsa da insanın her şeyi ve herkesi geride bırakıp, çıkacağı bir yolculuk fikri kulağa hoş geliyor. 3 Faruk Ege Hatırnaz İNCE BELLİ ÇAY BARDAĞINDAKİ BOTANİST Tercih edilmemiş yalnızlığın beyinde yarattığı o terk edilmişlik hissi. Bomboş bir evde eksik olan her sesin karşılığını, eşit derecede boş olan ruhundan yükselen kulak uğuldamaları veriyor. Yapayalnız olmak için başka bir gezegende olmak gerekmiyor. Mahalle bakkalına iyi günler dilerken de yalnız olabilirsin. Evindeki kediyle konuşurken bile yalnız olabilirsin. Sabah okuluna yetişmek için nefes aldırmaz bir dolmuş kalabalığında tavanı izlerken yalnız olabilirsin. Ruhundaki o yalnızlık varken gezegeninde yedi buçuk milyar insan olmasıyla senden başka hiç kimse olmaması arasında hiçbir fark yok. Ah o asap bozan, klişe “yedi buçuk milyar” sayısı ve o klişe insanlar! Evimin kapı eşiğinde bomboş hissediyorum. O gün gülümsediğim herkesi kapının dışında bırakıyorum. Anahtarlarım kapımın deliğini bulmaya çalışırken gülümsememi apartman boşluğunda serbest bırakıyorum. Burası benim gezegenim ve tek başımayım. Bağırdığımda sesimin yankılanması gereken evimde odamın kapısını kapama alışkanlığımı koruyorum. Bir apartman dairesi bir odaya dönüşüyor. Marslı'nın ana karakteri Mark Watney'in Mars'ta yapayalnız bir şekilde patatesle hayatta kalması gibi, makarna, çay ve yalnızlığımla hayatta kalıyorum. Hikâyem dört yüz sayfa sonra mutlu sonla bitmiyor. Evim, kaldığım yeri her akşam unuttuğum kitabımın sayfaları ve ben, bir çalışma masasında duran çay bardağının ince belinde dönüp duran bir japon balığıyım. Ben kızıl bir gezegene terk edilmiş o botanistim. İşin komik olan yanı, yalnızlığım beni eşsiz yapmıyor. Bazı zamanlarda insanların yüzüne baktığımda o tanıdık hisse sahip olan tek kişi olmadığımı görüyorum. Bu kesinlikle beni rahatlatmıyor. Hatta gerçek şu ki, o insan selinde benim gibi tam teşekküllü uzay kıyafeti giyen başkalarını görmek beni o kadar ürkütüyor ki... Ait olmadığımız bir gezegendeki kazazedeleriz. “Mars'ın ne kadar sessiz olduğunu fark etmemiştim. Hemen hemen ses taşıyabilecek atmosferi olmayan, çöl bir gezegen. Kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum.” -Mark Watney, Marslı (21. Bölüm) İnsanlar konuştukları zaman rahatlıyorlar mı çok merak ediyorum. Hislerini başkalarına anlatabildiklerinde mesela. Öz anneme günümün nasıl geçtiğini anlatmaktan bile acizim. Kafamda dakikalar sürse de dudaklarımdan “eh aynı işte” çıkıyor. Günüm bu. Devasa bir “eh işte”yi yaşıyorum hayatımda. Mucizevi uçak kazalarından yapayalnız bir şekilde hayatta kalan insanların büyük bir bölümü, kimseyle konuşamamayı büyük bir zorluk olarak dillendiriyor. Konuşamıyorum. İnsanlara ne anlatmalıyım bilmiyorum. İnsanlara Balkanlar'dan gelen soğuk hava dalgasından mı bahsetmeliyim? 6-0 biten efsanevi derbiyi mi? Ülkeyi yönetmesi için hangi iki yüzlüyü desteklediğimi mi anlatmalıyım? Kocaman küre şeklindeki kaskımı çıkardığımda nefes alabilmem için ne söylemeliyim bilmiyorum.Her canlının içindeki o “kaç ya da savaş” sistemi... Ya doğduğum gezegenden kaçacağım ya da yaşadığım dünyayla Don Kişot'umsu bir savaşa gireceğim. Ne var ki iki yol da insanı yalnızlıktan kurtarmıyor. Bir satranç tahtasındayım ve hep yanlış karede duruyorum. Evren hep benden üç adım sonrasını görebiliyor, kapana kısılıyorum. Bir yanda oyunu kurallarına göre oynamamak var, bir de yalnız kalmış şâhımı devirmek var. Mızıkçı ya da pes eden. Delilik ya da odanın ortasında duran devrik bir sandalye. İki seçenekte de kaybediyorum, oyunun artık bilmem kaç hamle gerisindeyim. Yapayalnızım. NASA beni kurtarmak için bir gemicik göndermeyecek. Houston, bir problemimiz var: Burnunuzun dibinde, Dünya denen mavi boncuk misali gezegenimizde insanlarla boğuluyorum. Kabullenmek zor, içimde sıcacık, parlak bir yaşama isteği olsa da dünyadaki her insana paylaştıramayacağım kadar küçük. Kızıl gezegendeki dev bir fırtınadaki bir botanikçi kadar çaresiz bir istek. Ben, tatlı suyuna geri dönmek isteyen bir japon balığıyım ve çay bardağımı masadan düşürmek için dönüp duruyorum. SENİ AFFEDİYORUM Hayat dediğimiz kavram, her zaman sandığımız kadar uzun olmuyor. Yapacak bir ton iş, âşık olacak birçok insan, düşülecek milyonlarca hata var. Ve bütün bunların arasında kin beslemek, bir şeylerden, en önemlisi kendinden nefret etmek doğru bir tercih midir? Pek sanmıyorum. Nefret, taşınması en ağır ve en zor yük. Gittiğiniz her yerde sizinle ve bu yüzdendir ki asla yalnız değilsiniz. Ondan kaçmadığınız sürece tabii. Nedenleriniz de bu durumda oldukça önemli. “Neden nefret ediyorum, neden kaçıyorum, neden ben?” Peki bir soru da ben ekleyeyim; neden bırakıp gitmesine izin vermiyorsun? Aslında bu göründüğü kadar kolay bir şey değil. İnsanoğlu kendi potansiyelini keşfettikçe sistematik koşullandırmamız kollektvizimden bireyciliğe doğru yönelim göstermiştir. Teknoloji ve bilgi çağı insanların kollektif sistemden bağımsız olarak kendini geliştirmesine ve benlik kazanmasına yardımcı olmaktadır. Bundan dolayıdır ki birey, bulunduğu çevrenin ve toplumun bir parçası olma ihtiyacını gütmemeye başlamıştır. Bu durum içerisinde birey özgün bir yapıya ulaşırken aynı zamanda da egoizmin etkisi altına girmeye başlar. Hayatını kendi başına sürdürebileceğinin bilincine varmış birey için başkalarının fikir ve düşünceleri ne kadar önem taşır? Bu sorunun cevabını uzun uzun yazmanın bir anlamı yok. İçinde bulunduğumuz toplumdaki ve dünyadaki nefret ve kin üzerinden işlenen savaşların ve suçların sayısının azımsanmayacak derecede çok olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat gene de.. “Tanrı tarafından affedildiğimiz için birbirimizi affetmeliyiz.” Diyor Ekim Bebeği adlı filmdeki rahip.Ve ekliyor ; “İsa katında affedildiğin için; affetme gücüne, affetmeyi seçme gücüne sahipsin.” Her ne kadar inanışlar farklı olsa da ben hepimizin için de bu gücün var olduğuna inanıyorum. Her insanın sanıldığından daha bağışlayıcı, daha iyi biri olduğuna inanıyorum. Çünkü bu dünyada hala iyiliği hakeden bir çok insan var. Hal böyleyken; nefrete bürünüp karanlıklarda yaşamak neden? Bu her şeyi bizim için daha da zor yapmaz mı? “Suçtan nefret et, suçludan değil.” Yalandan, kalp kırmaktan, tutulmamış sözlerden nefret et. Bunları yapanlardan değil. Çünkü; “İnsan olmak güzel kusurlarının olmasıdır”.Çünkü insan olmak hatalarının üzerine bir hayat kurmak, bunlardan ders alarak ilerlemek demektir. Filmde evlatlık olduğunu 19 yaşlarında yeni öğrenen Hannah için de bu tam olarak böyle olur. Maddi ve manevi açıdan gayet birikimli bir üvey aileye sahip olmasına rağmen gerçekleri öğrenince nefretini de yanına alıp biyolojik annesini bulmaya gider. Kendisini, onu büyüten ailesini, gerçek annesini suçlar defalarca. Soru işaretleri büyür ve büyür. Tıpkı bizim yaptığımız gibi cevaplarını aramaya başlar. Ancak nefretle yapılan her iş yanlış, sorulan her soru da cevapsız değil midir? Ve her zaman asıl başladığımız yere döndürmez mi bizi? Çünkü bağışlayabildiğimiz kadar mutlu, bunu yapabileceğimize inandığımız kadar huzurluyuz. Filmin diğer bir teması olan evlatlık durumuna gelecek olursak; ben her zaman evlat edinilen çocukları daha şanslı görmüşümdür. Zoraki bağlılıktansa size bilerek ve isteyerek kucak açan bir ailenizin olması dünyadaki en güzel şeylerden biri olmalı.Tabiki öz anne ve babanın yeri bir başka gelebilir ancak onca insan arasından seçildiğinizi, sevildiğinizi bilirsiniz. Özel hissedersiniz kendinizi. Nefret edilecek bir yanınızı da bulamazsınız çoğu zaman, ‘ailem beni bilerek, bunları isteyerek kabul etti,’ dersiniz.Kişiliğinizi sorgulamaz, özgüven sahibi bir birey olarak basarsınız yere ayaklarınızı.İçinizdeki asiyi bu nedenler sayesinde bastırırsınız belki de. Demem odur ki hayat, siz onu nasıl görmek isterseniz öyledir. Bir sabah trafikten şikayetçi olup herkesten, her şeyden nefret eder tam da tıkalı kaldığınız yerdeki güzellikleri göremezsiniz. Diğer bir gün çok sevdiğiniz birinden çiçek alır tüm insanlığı seversiniz. Peki her yeni gün o çiçeği yollayanın siz olmasına ne dersiniz? REFERANSLAR Brin Hill.20 Nisan 2014.In Your Eyes. Başak ÖZAYDIN Hayatın Renkleriyle Süslü Robotlar Üniversite hayatıma adım attığımdan beri kendimi geleceğin mühendisi olarak görüyorum. Ortaokuldan beri kurulan hayallerin gerçekleşmesine bir adım daha yaklaşmaktı benim için elektrik-elektronik okumak. Kendimi bildim bileli bu alanda araştırmalar yapabileceğim konuları düşünmek beni adeta büyülemiştir. Ancak ya izlediğim filmlerden ya da okuduğum bilim kurgu romanlarından olacak, özellikle çekildiğimi hissettiğim bir alan var. O da yapay zekâ. Yapay zekayla niye ilgileniyorsun diye soracak olursanız cevabım çok basit. Çoğu insan gibi yapay zekaya sahip robotların insanlık için çok büyük bir gelişme olacağına inanıyorum inanmasına ama yapay zekâ deyince “Tamam, ben hayatım boyunca bu konu üzerinde çalışmak istiyorum.” dedirten asıl şey yapay zekâ sahibi robotların yaşayacakları hayatlar, üretecekleri fikirler, yapabilecekleri şeyler. Olasılıklar sınırsız. O yüzden yapay zekaların sınırlarını belirleyen temel faktörün, insanların kendi zekâları ve hayal güçlerinden başkası olamadığına inanıyorum. Yapay zekâ dediğimiz olgunun sadece robotların, var olan olasılıkları analiz edip yapabilecekleri en iyi şeyi yapmaları olduğunu düşünmüyorum. Onu şu anki bilgisayarlar bile yapıyor. Yapay zekanın sınırlarını adeta elinde fırçasıyla tuval üzerine resim çizen sanatçılar gibi, bu konu üzerinde çalışan insanlar kendi düşüncelerine göre şekillendiriyorlar. O yüzden yapay zekanın sınırları benim yorumuma açık bir konu. Bana göre gerçek bir yapay zekâ olması için robotların, insan zekasının işlevine sahip olması lazım. Peki o zaman insan zekasının işlevi ne? Zor bir soru bu. Hakkında sayfalarca tartışılabilecek bir konu. Ama kendi fikrimi kısaca özetlemem gerekirse dünyaya kendi gözleriyle bakan, olayları kendi tecrübelerinin ve bilgi birikimlerinin izin verdiği ölçüde kavrayan ve belki de insan hayatının vazgeçilmezi olan duyguların oluşmasını sağlayan bir araç olarak tanımlayabilirim insan zekasını. O zaman gerçek bir yapay zekada bunların hepsi olmalı. Yani bir insanı, kendisinin bir insan olduğuna inandırabiliyor olmalı. Bütün bu özelliklere sahip bir robotun kendine ait bir hayatı olacağını düşünüyorum. Yapay zekâ, robotların kendilerine ait, insan hayatının tüm renklerini içeren hayatlara sahip olmasını gerekli kılıyor. Beklenen bir olayın gerçekleşmesi için duyulan heyecandan tutun değerli bir şeyi kaybetmekten duyulan acıya, küçük sürprizler sayesinde hissedilen mutluluk, var olan olasılıklar üzerinden hissedilen umut, 1 Başak ÖZAYDIN başkalarının kaba davranışlarından kaynaklanan üzüntü… Bunlar ve daha nicesini barındıran bir hayat yapay zekâ sayesinde robotları bekliyor. Yani insanların sahip olduğu duyguların her biriyle donatılmış bir hayat. Peki bu durum robotlar için ne kadar uygun? İnsanlar robotları kendi yapmadıkları ağır ve zorlu işleri yapmak için üretiyor. Yani her bir robot insanlığa hizmet için tasarlanıyor. Durum böyleyken insanların robotlarla ilgili tek düşünceleri onların insanlığa hizmet için yaratıldıkları. Robotların yapay zekaya sahip olmalarının insanların bu algısını değiştireceğini düşünmüyorum. Bazen kendi bencilliklerinden ötürü başka insanlara bile zarar verebilen bireyler varken robotlar yapay zekaya sahip diye duyarlı davranacak insan sayısı gerçekten acınacak sayıdadır. O zaman bu yapay zekalardan beklentimiz kendileri kadar zeki olmayan atalarının, daha ilkel robotların, üstlendikleri görevlerden çok da farklı olamaz. Bir insanın yapmaya tenezzül etmeyeceği şeyleri yapması temel sorumluluğu olurdu. İlkel robotlar üstlendikleri görevleri yapmak için özel olarak tasarlanıyordu. Konu yapay zeka olunca durum tamamen farklı bir noktaya geliyor. Çünkü onlar adeta üzerine bir şeyler çizilmeyi bekleyen beyaz kağıtlar gibi olan işlemcilerle üretilip daha sonradan kendi öğrendikleriyle hareket edebilecek durumda olmalılar. Eğer yapay zekalar da insanlarla aynı algı düzeyine sahip olurlarsa, o zaman hissettikleri şeyler o 2 Başak ÖZAYDIN durumdaki bir insanın duygularına paralel olurdu. Yani onlar haksız veya zorlu bir durumla yüz yüze gelince insanlar gibi önce bir üzüntü hisseder sonra bu üzüntüler yerini öfkeye bırakır. Böylece bir çıkış yolu aramaya başlarlar. Bu açıdan bakıldığında Spielberg’in “Yapay Zeka” filminde anne sevgisini hissetmek için yaratılmış yapay zeka robotunun annesi onu terk edince hissettiği dehşetle annesine gitmemesi için yalvarması ve ardından annesini aramaya koyulması insana oldukça mantıklı geliyor. Bundan ötürü insani duygular hissedebilen ve bu duygularla hareket edebilen bir robot, kendisine uygun davranılmadığı takdirde adeta işkence çekmeye mahkûm olur. Yapay zekâ teknolojisi beraberinde avantajlar kadar dezavantajlar da getiriyor. Mühendislerin programlaması gerek olmayacağı için çok geniş bir kullanım alanına sahip olabilir ancak kesinlikle yapay zekaların, şimdi kullandığımız makinelerden çok daha hassas bir kullanım gerektireceği açık. İnsan hayal gücünün sınırlarına kadar uzanabilecek bu alandaki çalışmalar bu yüzden ayrı bir incelikle yürütülmeli bana göre. Yapay zekâ çalışmaları, bütün bunlardan ötürü bir yanı zorluklarla bezeli diğer yanı ise mucizelerle süslü çok nadir bir madalyon. Zorlayıcı doğasından ötürü bana adeta altında birçok gizemin cevabını barındıran bir bilmece gibi geliyor. Belki de insanlığın çözmeye uğraştığı en zorlu bilmece… 3 VATAN MİLLET NAZIM Nazım Hikmet bana göre epik şiir alanında Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük şairlerden bir tanesidir. Onun her şiirini okuduğum da milli duygularım ve şuurum zirve yapıyor. Benim zihnimde Nazım Hikmet, “Vatan” “Millet” ve “Sakarya” kavramlarıyla tam anlamıyla özdeşlemiştir. Tanzimat döneminde Namık Kemal için kullanılan “Vatan Şairi” sıfatı bana göre adeta Nazım Hikmet’in şiirlerinde ve eserlerinde hayat buluyor. Kitaptaki çoğu şiiri okuduğumda vurgular ve seçilen kelimelerin zihnimde yarattığı çağrışımlar nedeniyle kendimi Kurtuluş Savaşı sırasında cephede savaşan bir asker gibi hissettim. Bunun bana göre kitaptaki en çarpıcı örneği “8.Bap” şiiridir. Bu şiirde Kurtuluş Savaşı’nın destansı özelliği Nazım Hikmet’in dizeleriyle bambaşka bir hal alıyor. Şiirdeki betimleme gücü sayesinde bir dizeyi okuduğumda Afyon Kocatepe’de diğer bir dizeyi okuduğumda ise Urfa’da gibi hissettim kendimi. Böyle kitabı okurken yaşadığım soyut maceralar sayfalar ilerledikçe devam etti. Özellikle “1.Bap’taki” şiirin benim için ayrı bir unutulmaz yanı var. Bu şiir benim için tam anlamıyla Kurtuluş Savaşının simülasyonu özelliği taşıdı çünkü şiiri okurken her satır teker teker gözümde canlandı ve adeta o anın içindeydim. Bence Kurtuluş Savaşı’nı tepeden tırnağa öğrenmek ve hissetmek isteyen herkes üç yüz veya beş yüz sayfalık kitaplar okumak yerine bu az ama fazlasıyla öz beş sayfalık şiiri mutlaka okumalıdır. Yedi’den yetmiş yedi’ye yaşı kaç olursa olsun herkeste aynı etkiyi yaratma ihtimalinin yüksek olduğu nadir kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum bu kitabın. Bu özelliğini de insan zihninde canlandırdığı öğelerden aldığını düşünüyorum. Örneğin kitabı bitirdiğimde kafamda canlanan en önemli şey o meşhur Çanakkale Şehitliğindeki yazı oldu. Orada yazan “DUR YOLCU! BİLMEDEN GELİP BASTIĞIN BU TOPRAK BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR.” cümlesi benim için bütün kitabı özetleyen bir slogandır. Örneğin eğer bu kitabı basma yetkisi bana verilseydi kapak resmine hiç düşünmeden Çanakkale Şehitliğindeki o yazının resmini koyardım. Kitapta birde diğer şiirler arasında biraz farklı olan 4.Bap şiiri gözüme fazlasıyla çarptı. Şiirde ne yazık ki günümüzde hor görülen ama o dönem Atatürk tarafından “Milletin Efendisi” şeklinde tanımlanan “Türk Köylüsü” anlatılmaktadır. Hatta Nazım Hikmet onları en yalın bu şiirde “Topraksız öğrenip kitapsız bilendir.” diyerek aktarıyor(sayfa 49). Köylünün fedakâr rolünün Kuvayi Milliye destanı na olan etkisinden bahsedilmektedir. Kitabın bütününe baktığımda ise gerçekten tarihimle bir kez daha gurur duyuyorum. Böyle tarihinden utanmayan ve başı dik bir nesil yetişti ise Kuvayi Milliye Destanı nı yazan ve ona öncülük eden insanların katkısının büyük düşünüyorum. Nazım Hikmet’in ise tarihi hakikatlere uygun bir şekilde bu kitabı yazması sonraki nesiller için çok önemli. Kurtuluş Savaşındaki her türlü iç ve dış zorluklara rağmen bir ulusun baştan yaratılması gerçekten hayranlıkla bakılacak cinsten. Nazım Hikmet ise “Birinci Bap” şiirinde bu zorluklardan ülke içinde olanları “Ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk” diyerek anlatıyor(sayfa 15). Bu ve bu gibi cümlelerle şair o dönemin kahramanlarını yoğun bir şekilde övdüğü gibi milli mücadele düşmanlarını da aynı yoğunlukta yerin dibine sokuyor. Örneğin “İkinci Bap” şiirinde milli mücadele karşıtları Vahdettin Sultan, damat Ferit, İngiliz muhipleri ve Mandacılar için “Kendi köpek döllerimiz” tanımlaması yapıyor. Nazım Hikmet’in bu keskin ve ezber bozan üslubu da benim bu kitap hakkında sahip olduğum olumlu düşüncelerin artmasına sebep oldu. Eğer kitap hakkındaki son düşüncelerime bakarsak kendi açımdan Kuvayi Milliye Destanı nı bu kadar yakın hissederek ve bu kadar etkilenmiş bir şekilde hiçbir kitaptan veya bir dergiden okumamıştım. Kuvayi Milliye ne kadar büyük bir destansa Nazım Hikmette o kadar destansı bir şair olduğunu bu kitap sayesinde kanıtladığını düşünüyorum. EGE KATIRCIOĞLU Turgut Uluç Atıl GERÇEK SANATÇI ORHAN VELİ Altını doldurması zor bir tabirdir “sanatçı”. Nedir sanatçı? Ne yapar? Nasıl giyinir? Ne zaman susar? Ne zaman konuşur? Nasıl konuşur? Ne hisseder? Ne hissettirir? Herkes için öznel bir tabiri vardır sanatın ve sanatçının. Bence sanatçı; ortaya koyduğu ürünü inceleyen insana kendini tattıran bir aşçı, topluma hitap etmekle özgün ürün ortaya çıkarma arasındaki ikilemden ustalıkla sıyrılan bir ip cambazıdır. İçtenliğini hissettirirken güldüren, güldürürken düşündüren, düşündürürken kavratmayı bilendir. Kanıtlayacak bir şeyi yokken adını tarihe yazdırabilendir. Sevilmek ve yahut beğenilmek gibi bir kaygı taşımadan adını zihinlere kazıtabilendir. Bu sanatsal girişten çıkarılabilecek sonuçları en sade ve duru hale indirgersek, herhalde “Gerçek sanatçı olmak çok zordur.” anlamı ortaya çıkar. Peki öyleyse, kimdir “gerçek sanatçı” ? Sanatın tanımı nasıl kişiden kişiye nasıl değişiyorsa, sanatçının tanımı da değişir, kimin gerçek bir sanatçı olduğu da. Benim fikrimi merak ediyorsanız, sanatçı dendiğinde benim aklıma hep aynı Ankaralı, mütevazı, sade adam gelir: Orhan Veli Kanık. Neden mi? Şöyle açıklayayım: Kağıt parçalarına, kalıplara sığmaz Orhan Veli. Kendini öyle bir ifade eder ki hem herkese anlatır derdini hem de kimsenin erişemeyeceği bir mağara oluşturur içinde. Okununca anlaşılır sözleri, hisleri. Fakat paylaşmaya çalışınca, ortaya çıkar onun kapalı dünyası. Bir duygu adamıdır Orhan Veli. Kimi zaman hissettirir duygularını şiirlerinde, kimi zaman da dalga geçer gibi yok sayar onları. İşte böyle bir adamın iç dünyasına adım atmak; bir tarafı gökkuşaklarıyla diğer tarafı fırtına bulutlarıyla kaplı bir vadide çocuklar gibi ordan oraya koşmak gibidir. Peki, maalesef aramızdan çok erken ayrılan bu duygu adamının duygu dünyasına açılan bir kapı var mıdır acaba? Vardır. Büyük aşkı Nahit Hanım’a yazdığı mektupların derlendiği “Yalnız Seni Arıyorum” adlı kitap, bu duygu adamının yaşadığı en derin duyguyu anlatır bizlere. Üstelik hiçbir aracı olmadan. En güzeli en özlüsüdür yazı türlerinin, mektup. Aracıya gerek olmaksızın duyguların bir şelale gibi aktığı, en ufak hislerin dahi kendine yer bulduğu sanattır, bir iletişim aracından çok daha fazlasıdır. Öylesine samimidir ki okuyana anında hissettirir mürekkebin taşıdığı anlamları. Bu samimiyet, mektubu kaleme alan Orhan Veli olunca iki kat artar haliyle. Her türlü konuda kalemi kağıda dokundururken yazı yazmaktan çok daha fazlasını yapan Orhan Veli’nin, aşkı da çok farklıdır. Yine her zamanki mütevazılığıyla fazla süslemez bu yoğun duygularını; sığ anlatır, derin anlaşılır. “Benim seni ne kadar özlediğimi tasavvur edemezsin. Aklımda fikrimde hep sensin...”(Kanık,45) der mesela. İlk bakışta kolay geldi değil mi okuyunca anlaması? Peki ya Orhan Veli’nin hissettiklerini anlamak... o kadar da kolay değildir aslında. “Aşkla beraber kendimi de dünyayı da unutmak istiyorum.” (Kanık,83) der. Anlatır yine derdini, açar cümlenin anlamını. Açmadığı şey ise duygu denizinin derinliklerindeki karanlık mağaradır. O kadar sade ve duru anlatır ki, mutlaka arkasında derin bir anlam var diye düşündürür. Oysa yoktur, neyse odur Orhan Veli. Yine de anlayamayız onun sadeliğini. Aşk gibi karmaşık duyguların iç içe geçmesini anlatan kavramı bile öylesine duru anlatır ki, bizim hissettiğimiz aşkla onun hissettiği aşkın aynı şey olup olmadığını düşündürür, denizinin dibinde karanlık bir duygu mağarası olduğuna inandırır. Çok farklıdır Orhan Veli. Hayatı da farklıdır, üslubu da farklıdır, kişiliği de farklıdır. Kendini çok net anlatır, o kadar net anlatır ki anlaşılmaz kimi zaman. Onu anlayabilmek için hem en derin duyguları yaşamış olmak hem de bu duyguları rahatça kelimelere dökmeyi bilmek gerekir. Bu duruluğa alışkın olmayan insan, suyun aşırı bulanık olduğunu ve bu duruluğun bir halisünasyon olduğunu düşünebilir. Kim bilir belki öyledir belki değidlir. Orhan Veli’yi ve mektuplarında anlattıklarını yine en iyi kendisi özetler: Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. Kanık, Orhan Veli. Yapı Kredi Yayınları 1. Basım 2014 SEVGİ, ZEKA VE ADALET Eminem’in ‘’When I’m gone’’ adlı şarkısında çok çarpıcı bir soru vardır: ‘’Birini hiç kolunu verecek kadar sevdin mi?’’ Sahi, bir düşünün bakalım, hayatınızda uğruna bir kolunuzu feda edeceğiniz kimler var? Hayatımızda birçok kişiye onları ne kadar sevdiğimizden bahsederiz, birçok kişi de bizi çok sevdiğini iddia eder. Bana göreyse gerçek aşk, samimi sevgi böyle anlarda ortaya çıkar. Gerçek sevgi özveride bulunmaktır. Yüzmekten korkuyorsan sevdiğin insan hoşlanıyor diye denizin diplerine dalıp deniz kabuğu toplamaktır, kokusuna bile tahammül edemediğin yemeği kendi ellerinle pişirmektir mesela. Bazen hiçbir menfaatin olmamasına rağmen, hatta aksine sana zararı dokunsa bile seversin inadına. Kendi yüreğine saplanacağını bile bile bilemektir bir bıçağı... Sana deseler: ‘’Ya sevdiğinden ayrılacaksın ya da kolunu koparacağız. Seç birini.’’, hiç tereddütsüz kolundan vazgeçmektir ve belki en çok da bunu derken o kişinin seni kolsuz da seveceğinden emin olmaktır. İşte büyük sevgi budur kanımca. Pek çok kişinin hayatında bu özverilerde bulunabileceği birileri vardır: Annesi, babası, sevgilisi, eşi, evladı... Peki çıtayı biraz daha arttırsak? Örneğin ömrünüzü feda etmek. Sanırım bunda en çok fedakarlığı evlat alırdı, sonrasında aranızdaki bağa göre diğerleri gelirdi. Belki yoktur böyle biri hayatınızda; bu zorunlu seçim bir şekilde gerçek olup önünüze sunulsa önce yutkunurdunuz, sonra ağlardınız, dudaklarınız titreyerek ‘’Ben yaşamayı seçiyorum.’’ derdiniz, gözyaşlarınız vicdanınızdaki yaraya tuz basardı. Peki ya hak etmediğiniz bir şeyi sineye çeker miydiniz? İşlemediğiniz bir suçu kabullenir miydiniz? Bana kalırsa bu sorular bizi çok daha katmanlı sorulara sevk ediyor. Örneğin, şu anda yaşadığımız hayat adil miydi ki bir şeyi hak etmediğimizi düşünerek itiraz ediyoruz? Yani, en başından beri her şey çok mu adildi sanki? Şimdi itiraz edeceksek bu zamana kadar neredeydik? Bu arada, adalet nedir? Maalesef adaleti sevgi gibi basit sözlük terimleri dışında kendimce tanımlayamayacağım. Adalet hakkın yerini bulmasıdır desem hakkın ne olduğunu, kimin neyi, ne kadar, neden hak ettiğini merak ediyorum. İlahi ve dünyevi adalet hakkında sorular beynimi kemiriyor. En sonunda pes ediyorum. Çünkü biliyorum ki doğru sonuca ulaşsam bile –ki bu bile neredeyse imkansız ama diyelim ki oldu- bunu benim tek başıma uygulamam bir şey ifade etmeyecek. Aslında bütün insanlık uygulasa olabilir ancak biliyorum ki bu mümkün değil. İşte bu noktadan sonra insan var olanı çok sorgulamadan işine bakmayı tercih ediyor. Günümüzde dünyada devasa ve büyüleyici bir adalet sistemi var. Peki, bunlar samimi mi yoksa yalnızca göstermelik oluşumlar mı, ‘’Yahu, baksanıza, dünyada adalet var işte! Görmüyor musunuz be, orada, her yerde, yeryüzünde!’’ demek için? Örneğin Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin vatandaşlarının tonlarca hakkı var. Oysa Akdeniz’in sularına gömülen hayatlar için pek çoğu kayıtsız. Sosyal medyada rastgeldiğim bir videoda spiker mülteci çocuğa soruyor: ‘’Hayalin nedir?’’, yanıt: ‘’Hayalim yok.’’. O çocuğun hayalleri gömüldü çünkü, çok derinlere... Belki dünya Batı Avrupa ülkelerinden meydana gelse bu sisteme adil denebilirdi, oysa bu şekliyle mümkün müdür bu? Hayır, bana kalırsa bütün o haklar o ülkelerin vatandaşları için verilmiş bir sus payından ibarettir. Yani diyebiliriz ki bizim biricik dünyamız pek de adil sayılmaz. Peki ya bir an için, bir durum için adaleti çok istesek? Hani böyle içimizi kemirse, dudaklarımızı kanayana kadar ısırttırsa, başka bir şey düşünemesek, uyuyamasak, yiyemesek, içemesek... Tek bir şey geçse aklımızdan: ‘’Adalet yerini bulmalı. Belki her şey için adaleti sağlayamayabilirim fakat bu sefer yapabilirim, evet ben, bu defa adaleti kendim tesis edebilirim.’’. Tamam o halde, artık adaleti kendimiz sağlamaya karar verdik. Ama diyelim ki planımız mevcut adalet sisteminin sinsi ağlarına takıldı. O zaman ne yapacağız? Yenebilir miyiz o canavarı? Evet, o an için adalet sistemi bize bir canavar gibi görünür. Yüce adaletin karşısında kendini bilmez saçma bir adalet bozuntusu durmaktadır. Büyük bir canavardır o. Başınızı kaldırsanız onun kafası bulutlardan görünmez. Ama filmlerde de öyledir ya, büyük canavarlar genelde aptal olur. Bu canavarın tül kadar sık, çelik kadar sağlam ağlarından zekamızla sıyrılabilir miyiz? Ya devreye bir de sevgi girerse? İş çok daha karmaşık bir hal alır. İşte Yüce Adalet bize tam da bu durumu anlatan bir film. Sevgi, zeka ve adalet girift bir boyutta karşımıza çıkıyor. Bir anne, bir evlat, bir avukat... Sevgi, aşk, fedakarlık, zeka ve adalet uçurumun kenarında dans ediyor. ŞÖHRETİN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ Çocukluğumdan beri şarkı söylemeye bayılırım. Amy Winehouse da dinlemekten, şarkılarını söylemekten en keyif aldığım; beni gerçekten duygulandıran sanatçıların başında yer alır. Öldüğünü öğrendiğim an ilginç bir şekilde gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Hayatının belgesel olduğunu öğrendiğimde ise hemen izlemem gerektiğini düşündüm. Çünkü yaşadığım saplantılı aşktan kaynaklı kendimi, ona çok yakın hissediyordum. Benimle aynı duyguları paylaşan birilerinin neler yaşadığına şahit olmak, beni biraz da olsa rahatlatacaktı belki de. Hislerime karşılık bulamadığımı ve bunun hiç adil olmadığını düşündüğüm şu günlerde aslında şunu fark ettim; herkes davranışlarının karşılığını alıyordu. Filmi izlemeden önce, Amy Winehouse’un psikolojik problemlerinin ünlü olduktan sonra başladığını düşünüyordum. İlgisiz bir anne ve sadakatsiz bir baba figürü, insanların hayatlarının bambaşka noktalara kaymasına neden oluyor. Sözde özgürlük duygusuyla yalnızlık duygusu arasına sıkışıp kalma durumu, ciddi psikolojik problemleri de beraberinde getiriyor. Avrupadaki aile kültürünün, Türkiye ve diğer bir sürü ülkeye göre daha esnek olduğunu çoğumuz biliyoruz, fakat insanın karakterinin oluşmaya başladığı çağda ailesi yanında olmalı. Kişinin yapabileceği ve yapamayacağı şeyler sınırlı olmalı. Eğer bu durum gerçekleşmezse, bahsettiğim sözde özgürlük durumu ortaya çıkıyor ve insan yalnızlığının farkında olmasına rağmen, bunu kimseye belli etmemeye çalışıyor; belli etmeyi de bir zayıflık olarak görüyor. Tam bu noktada, bazen beni sıkboğaz ettiklerinin düşündüğüm ailemi düşünüyorum. Aslında varlıklarıyla ve destekleriyle beni ne kadar şanslı kıldıklarını bir kez daha anlıyorum. Filmi izlerken düşündüğüm başka bir şey ise şöhret olup olmak istemediğimdi. Şöhret benim gözümde ne kadar imrenilecek bir kavram olsa da, psikolojiyi tüketen yanlarının olduğunun farkındaydım fakat bu boyutun bu kadar büyük olduğunu yeni fark edebildim. Ünlü olmak aslında özel hayatının kalmaması, insanın profesyonel iş hayatı ve özel hayatı arasında sıkışıp kalmasıymış. Hayatında bir şeyler yolunda gitmezken insanlara hiçbir şey yokmuş gibi davranmak çok zor olsa gerek; zaten Amy’nin bunu beceremediği apaçık ortada.Ama ben Amy’yi yargılayamıyorum da. Kendimi onun yerine koyduğum zaman, sahip olmadığım bir hayatı yaşıyormuşum gibi davranmam mümkün değil. Ben sıradan, ünlü olmayan bir insan olarak, üzgünken üzüntünü, sinirliyken sinirini rahatça belli edebilmenin çok büyük bir lüks olduğunu düşünüyorum. 1 Filmin başından beridir sabırsızlıkla beklediğim bölüm Amy Winehouse’un kocası ile tanışıp uyuşturucu kullanmaya başladığı kısımdı. Bu kısmın beni bu kadar çok etkilemesinin sebebi; ikimizin de benzer psikolojik problemleri olan birine aşık olmamızdı. Kendi beden ve ruh sağlığına saygısı olmayan bir adama aşık olmak, benim de neredeyse ruh sağlığımı kaybetmeme neden oluyordu. Neyse ki, ben ruh sağlığımı zor da olsa koruyabildim ama Amy koruyamamıştı. Aşık olduğunuz insanın anlık zevkleri için sizin de beden ve ruh sağlığınızı tehlikeye atması kadar kabul edilemez bir durum olamaz. Ama aynı zamanda kime aşık olacağını da seçemiyor insan maalesef. Seçemediği için de sürekli kendini suçluyor ve sorguluyor. Kendi deneyimime dönüp baktığımda ise; kendimi ne kadar suçlasam da, her şey bittiği zaman, bir yanlışın içine düşmediğim ve öz saygımı kaybetmediğim için şanslıydım da aslında. İşte Amy benim yaptığımı başaramadığı için tam anlamıyla ve her şey ile “bitmişti”. Ben gerçek aşkın bu şekilde olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Kanımca birini çok sevmek hayatını, kariyerini, karakterini bu kadar hiçe saymayı gerektirmemeli. Birisi seni sen olduğun için sevmeli. En önemlisi ise senin beden ve ruh sağlığını en az senin kadar hatta bazen senden daha çok düşünmeli. Ama maalesef ki bazen, insan duygularına engel olamıyor ve bu özelliklere sahip olmayan insanlara aşık olabiliyor. Benim fikrimce, böyle durumlarda insan sadece ruh sağlığını korumaya çalışmalı. Bu filmi izledikten sonra bu düşüncemin doğru olduğu yönündeki hissim daha da kuvvetlendi. Zira, istediğiniz kadar bedeniniz sağlıklı olsun ruh sağlığı olmadan, insanoğlu var olamıyor bu dünyada. Debelenip duruyor sadece. Filme dair beni en çok üzen ve düşündüren şeyler ise şunlardı: Şöhret gerçekten bu kadar kötü bir şey miydi? Amy’nin bütün bu başına gelenler, kendi zayıflığı yüzünden mi, şöhret yüzünden mi yoksa kocası yüzünden mi olmuştu? Acaba ünlü olmasa şu an hala yaşıyor olur muydu? Bu soruların cevabını filmi izlemiş olmama rağmen veremiyor olsam da, insanın her şeyden evvel öz saygısını yitirmemesi gerektiğini bir kez daha anladım. Kimse ve hiçbir şey için hayatımızı kendi isteğimiz dışındaki noktalara çekmemeliyiz. 2 Toplumda Cinsiyet Toplumu ikiye ayıran bir grubu ötekinden daha güçsüz kılan koyduğu kurallarla daha doğmamış bebeklerin büyüdüklerinde nasıl yaşayacağıyla ilgili planlar yapan o keskin kavram: cinsiyet. Toplumsal yapımızı anlatmak için “ataerkil” gibi klasikleşmiş bir sıfatı kullanmak yerine “ses” gibi daha soyutlaşabilen ve daha önce karşılaşılmamış bir kavramla cinsiyet farkını bireyler üzerinden anlatan Anne Carson Cinsiyetin Sesi adlı eserinde, ayrışmanın sesle bile mümkün olabileceğini gözler önüne sermiştir. Cinsiyet ayrımının bu denli derinleştiği toplumumuzda zaman zaman kadınların erkeklerin yanında kısık sesle ve başları eğik konuştuğunu ve hatta bazen konuşamadıklarına da şahit oluyor fakat bunu anlamlandıramıyordum. Büyüdükçe fark ettim ki, kadını erkekten ayıran sadece erkeklerin tavrı değil toplumun bakış açısıymış. Beşikten mezara değin bu algının gündelik yaşamdaki yankısı, kadının sesinin bastırılması gerektiği mesajını verirken erkeğin sesini güçlendirmiştir. Bebekken bile kızlara pembe giydirilmesi ve erkeklere mavinin uygun görülmesi, “o erkektir yapar.” tarzında ifadelerin sıça günlük diyaloglarda geçmesi, ailelerin erkek çocukları ön planda tutması ve buna benzer daha nice örnekler erkeğin sesini kalınlaştırıp kadınınkini inceltebildiği kadar inceltmiştir. Tarihi çizgi bile cinsiyetin ayrıştırıcı yanını kanıtlar niteliktedir öyle ki tarihte kadınlar erkeklerden çok daha sonra seçme ve seçilme hakkına sahip olmuş, erkeklerle kıyaslandığında onlardan çok daha uzun bir zaman ardından iş hayatına atılmıştır. Buna rağmen günümüzde bile kadınların ekonomik özgürlükleri için verilen feminist hareketler gibi mücadelelere tanıklık ediyoruz. Aşikar olan şu ki, kadınlar tam da zincirlerini kıracakken binlerce kadının sesi kısılıveriyor erkeklerin tek bir göz hareketiyle. Susmak, bu dünyada sadece kadınlara verilmiş gibi gözüküyor. Anne Carson‟un Cinsiyetin Sesi adlı eserindeki “Odysseus eliyle yaşlı kadın Eurykleia‟nın ağzını kapatır ve şöyle der: „ou themis‟ : „Tam da şimdi bağırmana izin yok. İçinden sevin…‟( Carson, s.22) ifadesinde kadının içinde bulunduğu durum, genel tabloyu özetler bir nitelik taşımaktadır. Cinsiyetçilik, sadece kadına karşı bir tavır olmaktan çıkarak çok daha derin bir uçurum yaratmaya devam etmektedir öyle ki dilimizi bile ele geçirmiştir. Erkeğe “erkek” denilmesinde hiçbir sakıncanın olmaması yanı sıra kadına “kadın” demek o kadar olağan değildir öyle ki bunun yerine anlamsal açıdan daha nötr bir kelime olan “bayan” ya da daha yumuşak nitelikte olan “kız” sözcüğü tercih edilmiştir. Bu yönden, “kadın” anlam itibariyle daha keskin ve feminen görünüşünden dolayı kullanımına son verilerek kontrol edilebilirliği daha yüksek olan “kız” ve “bayan” tercih edilmiştir. Mesele sadece erkeklerin kadınlara karşı otoriter tavrı ya da dilimizde bile kadının başka şekilde ifade edilmesini çoktan aşmıştır. Kadınların sadece sesi kısılmamış, onlar aynı zamanda cinsel anlamda objeleştirilerek karşı cinsin arzuları doğrultusunda yaşamaya zorlanmıştır ve hatta kızların ergenliğe girmesiyle beraber hayatlarının sonuna kadar vücutlarını yeniden şekillendiren değişikliklerden utanmaya zorlanmışlardır. Bununla beraber, fiziksel olarak daha zayıf olmaları sebebi ile şiddete maruz kalmışlar. Oysaki erkek çocukların özellikle Türkiye gibi Müslüman ülkelerde geçirdikleri operasyonun sünnet düğünüyle kutlamalara sebebiyet vermesi gerçeği ile ergenliğe giren kızların büyüyen göğüslerini saklamaya ihtiyaç duyması ya da regl olduklarında kullanacakları pedi gizli saklı yanlarında taşıması ile karşı karşıya getirildiğinde cinsiyetçiliğinden çığrından çıktığını apaçık ortaya koymaktadır. Geçmişle karşılaştırdığımız zaman günümüzde kadının statüde erkeğe yaklaştığını görüyoruz fakat 21. yüzyılda bile kadın ve erkek için “eşit” diyememekteyiz, ama en azından artık kadınlar seslerini daha çok yükseltip hakları için sesi bile cinsiyete göre ayırıp sınıflandıran zihniyete karşı savaşabiliyorlar. Bu noktada, inanıyorum ki gün gelecek cinsiyet kavramı küresel dünyanın geniş potasında erirken ayrıştırıcı olma özelliğini yitirecek. Bütün ümidim, herkesin eşit olduğu bir dünyada yaşamak. Kaynakça  Carson, Anne. Sesin Cinsiyeti. İstanbul: Metis Yayınları, 2015. Ali Gencay Tuğcu SARARAN ATLIKARINCALAR Ne garip iştir büyümek… Renkleri öğrenmenin mükafatı olan atlıkarıncaya binmek için bir hafta uykusu kaçan çocuklarken; bir anda sorumlulukları omzuna almış, kafasında milyonlarca sorunu stresle çözmeye çalışan erişkinler olmuşuz. İnsan farkına varamıyor zamanın nasıl geçtiğinin, nasıl hızlı büyüdüğünün... Hayatın getirdiği dayatmalara ayak uydurma telaşından en değerli kavram olan zamanı unutuyoruz. Aynaya baktığında kaz ayaklarını görmek koymamalı insana. Alnında oluşan çizgileri yorgunluğa, bıkkınlığa yormamalı insan. Her çizgide anlam saklıdır keşfedebilene. Sorgu gerek, anlamlandırma gayesi gerek insana mutlu olmak için. Hayat anlamlandığında güzeldir, değil mi? Tecrübesizliktir bizi av yapan yanlışlara. Düşe kalka anlarız hep gerçeği. Bir musibetin bin nasihatten daha iyi olmasının sebebi bu olsa gerek. Acılar o kadar içine çekiyor ki bizi, başka bir şey göremez oluyoruz. Çözüm bulmak, ders çıkarmak, anlam yüklemek, hepsi meşakkatli geliyor bize. Zamanın her şeyin ilacı olmasının suçudur belki bu. Bütün dertlerin devasını sadece zaman olarak gördük. “Gün geçsin, gerisi mühim değil” dedik. Kendimizi zamana teslim edip yılların geçmesini beklemek, büyümek mi demek şimdi? Yıllar önce çektirdiğimiz fotoğraflar sararınca büyümüş mü olduk, yoksa pastada üflediğimiz mum sayısı artınca mı anladık zamanın geçtiğini? Halbuki şarkılar bile bize söyler; “anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan” diye. Anladığın zaman güzeldir yüzündeki çizgiler, üflediğin mumlar, geçen yıllar; büyümek. Nedir peki büyümek? Dünyayı yaşadığın şehir kadar zannederken başka ülkelere seyahat etmek mi? Sinemada anlamadığın halde herkes gülüyor diye gülerken, yalnız başına kaldığında şarkılarla ağlar hale gelmek mi? Yoksa ışığı yakmaya boyu yetmezken sandalyeye çıkıp yakabilmenin yaşattığı sevinci, bir daha yaşayamamak mı? O kadar fazla yorumu ve tanımı var ki, hangisini okursa okusun insanın aklına yatıyor. Bana göre ise büyümek; içindeki çocuğa sarılıp aynada gördüğün yansımaya tek tek anlam yükleyebilmek, geçmişi hatırlayıp ailenin lafına gelebilmek ama her şeye rağmen “iyi ki yapmışım” diyebilmek, belki ışığın yanmasına şaşıramamak ama yeni hayretlere düşebilmek, yaşanmışlıkları hatırlatan şarkılarda kendini bulabilmek… Hayatın her yerinde saklı aslında büyümenin bıraktığı izler; ilişkilerde, şarkılarda, filmlerde… En nihayetinde hepimiz bu hayatta benzer yollardan geçiyoruz. Bir kafede otururken çalan şarkının sözüne tebessüm edebilmek, iki yıl önceki anlam veremediğin olayı anımsayıp hak verebilmek; büyümektir. Çocuklar bir an önce büyümek isterken, bizim de “keşke anaokulundaki uyku saatlerinde uyusaydım” diye iç geçirmemizi yadırgarım hep... Çocuk kalmak istememizin altında yatan büyüme korkumuz mu? Alacağımız sorumluluklar, vereceğimiz emekler bu korkunun filizlenmesindeki başroller. Kendi kendimize çekilmez kılıyoruz bazen hayatı. Her yaşın ayrı güzelliği varken alabileceklerimizi almıyoruz hayattan. Camdan geleni geçeni izlemeye başlamadan önce farkına varmalıyız. Sorumlulukların üstesinden gelerek ve hayattan ders çıkararak büyümeliyiz. “Ben bunu başardım” diyebilmenin zaferini tatmalıyız. Zaten hangi ağacın vazgeçtiği görülmüş ki dalları kırıldı diye çiçek açmaktan, büyümekten? Hangi balık pes etmiştir ki yüzgecinden yaralandı diye yüzmekten? Hangimiz yılmalıyız sorumluluklarımız ağır geldi diye büyümekten? Büyümek; hayatın bir gereği olan, baş etmemiz ve anlamlandırmamız gereken bir eylem. Elbette ki kendini zamana bırakıp saçlarının ağarmasını beklemek kolaydır, acının merhemini zaman belleyip bir sonraki acıya temel inşa etmek de öyle. Mühim olan ders çıkarıp “bu yüzdenmiş” demek, acıları anımsayıp “iyi ki” diyebilmek. Büyümenin güzelliğini dolu dolu tatmak, “anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan” diyebilmek lazım. Ne mutlu, büyümek budur işte… Boş ver, belki atlıkarıncaya bineceksin diye bir hafta uykun kaçmayacak ama bunu hatırlamak bile çok güzel. GUGUK KUŞU Uyumsuzluk Deliliktir Türkçeye Guguk Kuşu olarak çevrilen bu filmin orjinal adı “One Flew Over The Cuckoo's Nest”tir ve “Guguk Kuşunun yuvasının üstünden biri uçtu” anlamına gelmektedir. Argoda guguk kuşu deli anlamına geldiğinden kastedilen şey “deliler diyarından birinin geçtiği”dir. Deliler diyarından geçtiği kastedilen ana karakterimiz kavga ve bazı sarkıntılık suçlarıyla hapse düşen ve daha fazla orada kalmamak için deli taklidi yapıp akıl hastanesine getirilen, özgür ruhlu mahkum Mcmurphy’dir. Mcmurphy deliler arasında kendine yer edinmeye çalışır ama hastalardan sorumlu büyük hemşirenin büyük iktidarı altındaki bu düzene daha fazla dayanamaz ve bazı şeylere karşı çıkmaya başlar. Çünkü her şey gereksiz bir şekilde fazlaca düzenlidir ve burada yapılan tedavinin kimseye bir faydası yoktur. Bu arada filmin başından beri sessiz ve hareketsiz bir hasta olarak Mcmurphy'nin dikkatini çeken hastamız Şef vardır. Sağır ve dilsiz olduğu bilinen Şef'i tekrar harekete geçirmek isteyen Mcmurphy onunla konuşur, maç yapar, ona normalmiş gibi davranır, onu hayatın içine çeker. Bir gün şefin aslında sağır ve dilsiz olmadığını sadece öyle davrandığını öğrenir. Şef de onun gibidir, deli taklidi yapan normal biridir. Sadece insanlardan kaçmak kendini toplumdan soyutlamak için sağır ve dilsiz numarası yapmaktadır. Mcmurphy oradaki herkese normalmiş gibi davranır, hatta filmin bir sahnesinde onlara, sokakta dolaşan gerzeklerden daha deli olmadıklarını söyleyerek istedikleri gibi davranmaları gerektiğini belirtir. Bir gün düzeni bozar hastaları hastaneden kaçırır, denize açılarak onlara balık tutmayı öğretir. Büyük hemşirenin bozulamayan büyük faşist iktidarını zedeleyen Mcmurphy ve hemşire arasında bir çekişme başlar. Mcmurphy’nin yaptığı her başkaldırış diğer hastalar için umut haline gelir, Mcmurphy onlar için bir özgürlük anıtıdır. Gelin görün ki ilerleyen dakikalarda aslında hastaların kendi özgür iradeleriyle orada kalmak istedikleri öğrenilir. Deli değillerdir sadece biraz sorunludurlar aslında diğerlerinden farklıdırlar. Sorunlarını halletmek ve normal olmak için orada kalıp düzenin içinde yaşamaya başlamışlardır. Yani özgürlüklerini kendi elleriyle hastaneye teslim etmişlerdir. Bu Mcmurphy'i çıldırtır. Onlara deli olmadıklarını aslında özgür birer birey olduklarını anlatmaya çalışır her seferinde ama bu aptal hastalar hala özgürlük denen şeyi kabul etmemektedirler. En sonunda dayanamaz ve şefle bir kaçış planı yapar. İki kız ve biraz içkiyi hastaneye sokarak güvenlik görevlisini oyalar. Sabah olduğunda hemşire bir hastayı kızlardan biriyle çıplak bir şekilde yakalar. Bu hasta annesi tarafından buraya getirilen ve annesinden inanılmaz korkan kekeme Billy’dir. Billy geçirdiği geceden sonra özgüvenli biri olmuş hatta kekelemeyi bırakmış ve kendini bir insan gibi hissetmiştir. Ama hemşire bu olayı annesine söyleyeceğini belirtince Billy tekrar kekelemeye başlamış ve kendini öldürmüştür. Mcmurphy Billy’nin ölmesine neden olduğu için hemşireyi boğmaya çalışır. Hemşire sorunları çözmek yerine bunları birer koz olarak kullanıp tüm hastaları iktidarı altında tutmaya çalışmaktadır. Billy’nin sorununu da koz olarak kullanmıştır. Bu şekilde hastaları faşist düzeninde “normal” insanlar yapabileceğini düşünür. Filmin sonunda Mcmurphy’ye elektroşok tedavisi uygulanarak hareket kabiliyetleri azaltılıyor ve artık tepki vermeyen bir bitki haline getiriliyor. Şef onun bu halini görünce Mcmurphy’nin, özgürlüğünü düzene teslim etmektense ölmeyi yeğleyeceğini bildiğinden onu yastıkla boğarak öldürüyor ve hastaneden kaçıyor. Tam bu sahnede Şef ona kendini çok güçlü hissettiğini ve artık kaçabileceğini söyler. Ona bu gücü veren Mcmurphy’nin arkadaşlığıdır, onu anlamasıdır, ona toplumda varolabileceğini hissettirmesidir. Doğadaki guguk kuşları yumurtladıktan sonra yumurtalarını başka kuşların yuvasına bırakırlar. Orada uyum sağlayabilen yavru guguk kuşu kendi cinsinden olmayan bu kuşların aralarında yaşamaya devam eder, uyum sağlayamadığı takdirde bırakıldığı yuvanın anne kuşu tarafından yuvadan atılabilirler. Uyum sağlayan yavru bir gün ait olmadığı bu yuvayı terk eder ve bunu yapmadan önce yuvayı dağıtır. Şef ve Mcmurphy birer guguk kuşu yavrusuydu. Mcmurphy uyum sağlayamadı, beyin fonksiyonları durduruldu bir bakıma büyük hemşire tarafından yuvadan atıldı çünkü artık yuvada varolabilecek hali kalmamıştı. Şef ise uyum sağlayan guguk kuşuydu, giderken dağıttı yuvasını Mcmurphy’i öldürerek. Film, psikiyatrik tedavilerin yanlışlığına dikkat çeker ama temelde değindiği şey toplumdaki uyumsuzların toplumdan nasıl dışlandığıdır. Toplumda bir düzen ve kurallar vardır. Buna uymayan, aksi düşünce beyan eden insanlar dışlanır ve deli olarak gösterilir. Toplumda kendine yer edinemez ve mutsuz olurlar. Ünlü varoluşçu filozof Søren Kierkegaard’ın ünlü bir sözü vardır bu konuyla ilgili. "İnsan sosyal bir hayvandır, sadece sürünün içindeyken mutlu olur. Saçmaymış, kötüymüş, onun için fark etmez, her şeyi benimseyebilir, yeter ki sürü de benimsemiş olsun. Sürünün yaptığı her şeyi yapar, böylece bir yere ait olur." Bu film düzene ve sürü psikoljisine bir tepkidir. Orası akıl hastanesi değil hayatın ta kendisidir Oradaki hastalar da deli değillerdir sadece düzene uymuş, denilenleri yapmış ve sürüye ait olabilmişlerdir. Mcmurphy de deli değildir sadece farklıdır. Çünkü o bir birey olarak elinde varolan özgürlüğün farkındadır. Ama toplum onun gibi değildir bu yüzden uyum sağlayamaz, mutsuz olur ve dışlanır . Aslında hepimiz akıl hastanesindeyiz. Verilen görevleri yerine getiriyor, haplarımızı yutuyor, herkes gibi hayatımızı “normal” denilen düzenden devam ettiriyoruz. Sonra bir guguk kuşu çıkageliyor aramıza, reddediyor bizim haplarımızı içmeyi, yaptıklarımızı yapmayı. maalesef sonu trajik oluyor bu guguk kuşunun, çünkü toplum çoğunluk ve çoğunluğa uymak doğanın kanunu. Deli diyoruz biz bu guguk kuşuna. Ama hiç düşünmüyoruz ki toplumdaki herkes de neticesinde onun gibi bir canlı sadece yani kime göre, neye göre delilik bu kastedilen? KAÇIRMAMAK ÜZERİNE Bazı insanların çevresindeki diğer insanlardan daha tecrübeli olduğu su götürmez bir gerçektir. Peki, bu insanların yaşam süreleriyle bu süre boyunca kazandıkları tecrübe arasında nasıl bir bağ vardır? Bence bu insanları tecrübeli kılan, fikir danışılan bir hale getiren verdikleri kararların çokluğudur. Hayat insanın verdiği kararlardan yapılan bir gökdelen gibidir. Devamlı karar veririz ve her kararımız bize bir kat daha kazandırır ve bizler daha geniş bir alanı görmeye başlarız. Doğru kararları verdiğimize emin olduğumuz zaman geçerlidir tabii ki bu durum. Peki, emin değilsek? Ya daha iyisine karar verebilecekken biz yanlışı seçtiysek? İşte böyle durumlarda insan hep “Ne kaçırdım acaba?” diye düşünür. İşte bu gibi kaçırdığımız durumları, aslında nelerden vaz geçtiğimizi anlatan bir kitaptır Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü (Smith,2005). Acaba kelimesidir bütün bu olayı tetikleyen. Kararı verdiğimiz zaman kısa bir süre içinde hemen zihnimizde belirir. İnsanın belki de en zayıf anıdır bu anlar. Kendinden emin olmadığı, yenilmeye ya da yıkılmaya hazır olduğu zamanlardır. Bir boks maçı düşünün mesela. Anlık bir karar verirsiniz ve rakibin şu bölgesine vursam mı diye düşünürsünüz. Ama acaba derseniz ve vurmazsanız, o anda rakip size vurduğunda yıkılırsınız. Çünkü tamamen odağını kaybetmiş biri haline gelirsiniz ve bütün saldırılara açıksınızdır. Bu yüzden insanın en zayıf anının acaba dediği anlar olduğunu söyleyebiliriz. Peki, ne zaman acaba deriz başka? Aslında çoğu zaman bu düşünce zihnimizde belirir. En basitinden şu an ödevi yazarken bile her cümlede acaba diyebiliyorum. Anlam bütünlüğünü bozdum mu, anlattıklarım arasında kopukluk oldu mu ya da noktalama konusunda hata yaptım mı? Bütün bunlar devamlı anlık aklımda dolaşan sorular diyebilirim. Muhtemelen ödevin sonuçları açıklanana kadar da bu şekilde devam edecek. Peki, ödev açıklandığı zaman ne olacak? Acaba kelimesi yerini keşke kelimesine bırakacak. Keşke şöyle yapsaydım da puan kırılmasaydı deme olasılığım çok yüksek. Tıpkı yumruk yedikten sonra yerde yatarken boksörün düşündüğü gibi keşke doğru olanı yapsaydım diyeceğim ama iş işten çoktan geçmiş olacak. İşte bize keşke dedirten olaylar aslında “kaçırdıklarımız” olarak adlandırılabilir. Hayat, insanın verdiği kararlardan yapılan bir gökdelen gibidir demiştim yazının başında. Peki ya kaçırdıklarımız? Onları da aslında bu gökdelenin yanında inşa edilen bir diğer gökdelen gibi düşünebiliriz. Hiç ona geçemeyiz ama kendi gökdelenimizden hep onu izleriz. Ah be ne kaçırmışım deriz. Hiç uzağa gitmez onlar, tam dibimizde ve görebileceğimiz şekilde hep yanımızdadır. Onun da yükselişini izleriz. Bir nevi iki hayat yaşarız. Yaşadıklarımız ve kaçırdıklarımız. Peki, bu gökdelenlerin uzunlukları nasıldır? Eğer kaçırdıklarımız gökdeleni hayat gökdeleninden daha uzunsa bir sıkıntı var demektir. İnsan hayatta bazı şeyleri yanlış seçimler sonucunda kaybedebilir ama yanlış kararları doğru kararlarından yüksek ise orada problem var demektir. Eşit veya daha kısa olma durumunda ise çok bir sorun olmaz çünkü insanız ve bizi insan yapan olgu yaptığımız hatalardır. Peki, bunları söylüyorsun ama sendeki durum ne acaba diye sorabilirsiniz. Aslında hayat gökdelenim, kaçırdıklarımın gökdelenimden daha uzun diyebilirim. Henüz 20 yaşımda olmamdan kaynaklanan bir durum da olabilir belki bu çünkü bu zamana kadar aslında hayatımın büyük bir bölümünü ailemle yaşadım diyebilirim. Bana kılavuz oldular ve en az hatayı yapmamı sağladılar. Bu yüzden hata oranım ya da kaçırdıklarım nispeten daha az oldu. Ama hayat bu, artık kendi başıma sayılırım. Bir ömür boyunca vermem gereken bir sürü kararım olacak ve aslında bunlar beni işin sonunda tecrübeli kılan faktör olacak. Temelimin sağlam olduğunu söyleyebilirim, aslında bu yüzden çok bir endişem de yok diyebilirim. Detaylı bir düşünme ile kaçırdıklarımızı azaltabiliriz. Kaçırmamanız dileğiyle… Furkan Yasin Taksim Sözü Geçen Çalışmalar Phlips, A. (2015). Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü. Metis Yayıncılık. İnsandır Şiir Şiir nedir? Şiir içimizdeki fırtınaların dile gelmesidir, acıların kelimelere dökülmesi, sevginin hayat bulmasıdır. Bazen şiir umutsuzluk, bazen yalvarıştır. Bazense yalnızca bir sesleniştir, kulaklarını tıkayanlara inat. Kendini, duygularını anlatmaktır çoğu zaman. Sahi tüm bunların dışında nedir şiir? Bilge Karasu'nun Şiir Çevirileri adlı kitabındaki "Rimas" şiiri bana bunları düşündürdü. Çünkü, "Şiir ne ki ?" diye başlıyor Gustavo Adolfo Becquer. (21) Ardından "Şiir...sensin ya!.." diye devam ediyor. Çünkü, şiir aynı zamanda sevgilidir. Yazarın kendisiyle beraber sevgilisini anlatmasıdır. Onunla yaşayışının, onu yaşamasının dile getirilmesidir. Ona olan sesleniştir şiir. Biraz özlemdir, biraz kavuşamamaktır. En çok da çekilen acıdır şiir. Kırılan kalplerin, kaybedilen sevginin anlam kazanması, kelimelerle can bulmasıdır. Bizler sevdiğimiz birini kaybettiğimizde acı çekeriz. Bu acı öyle bir acıdır ki belki gülümsemeyi, belki de yaşamayı unuturuz. Kimilerimiz kendini dört duvar arasına kapatır. İçinden çıkamadığı, anlam veremediği kaybedişini tekrar tekrar yaşar. Acısını dindirmek yerine onu güçlendirir, onu büyütür. Yaşadığı bu kayıpla birlikte kendinden vazgeçtiğini fark etmez önceleri. Kendini, benliğini yitirir, içinde büyüttüğü, içinde tuttuğu tüm o duygularla. Kendine, hayata yeni bir şans vermek istemez çoğu zaman. Acıyla yontulur kalbi de dili de. Federico Garcia Lorca şöyle diyor bu konuyla ilgili "Kaçış Gazeli" adlı şiirinde: "Nice nice yitirdim kendimi denizlerde kulaklarım yeni koparılmış çiçeklerle dolu dilim sevgiyle, sonsuz acıyla dolu. " (61) Belki insan hala kaybettiği o kişiyle geçirdiği güzel günleri hatırlar, o kişinin güzel sözlerini hala duyar sanki yeni söylenmişçesine. Yeni koparılmış bir çiçek gibi tazedir güzel anıları. Fakat, ne olursa olsun gerçeğin farkındadır. Çünkü, acısı tüm olanları ona bir şekilde hatırlatır. Sevgisinin önüne geçer yaşadıkları ve nihayetinde acıyı unutmak ister. Bir gün her şeyi arkasında bırakmak, eskisi gibi, eskisinden mutlu olmak ister. Gülümsemek, hayata yeniden sarılmak ister, kaybettiği kişiye, ve yitirdiği benliğine rağmen. Kendini dışarıda bulur, yeni bir başlangıç için. Sonra onu görür, kaybettiği o insanı, onun gülümseyişini, onun mutluluğunu. Çektiği acıları onun anlamadığını düşünür, onun aynı şeyleri yaşamadığını ve asla da yaşayamayacağını var sayar. "Kalabalığın içinde görürüm onu arada bir yanımdan geçer, gülümser de geçerken, düşünürüm: -Nasıl? " (Becquer, 21) İşte tam olarak budur şiir. Bu dizelerdeki gibi şaşkınlığımızın dile gelmesidir, tüm o acılarımıza rağmen. Kavrayamayışımızdır gerçekleri ya da görüneni. Belki acıyı anlatmak zordur şiirde, belki onu tekrar tekrar yaşamak ağır gelir bizlere. Fakat şaşkınlığımızı anlatmak sanıldığından kolaydır. Sesinin duyurulmasıdır şiir, içindeki tüm o karmaşaya rağmen. Ne hissettiğini bilmektir şiir çoğu zaman. Bazense bir arayıştır. Neyi aradığını bilmeden aramaktır. Belki başkası olmaktır şiir, başkası olmak istemektir "Gül Kasidesi" inde geçtiği gibi. "Gülün istediği Gül değildi..." (Lorca, 41) Olduğun kişiye rağmen, onu reddederek kim olmak istediğini keşfetmektir şiir. Ne istediğini, ne hissettiğini aramaktır kimi zaman. Belki başkalarının mısralarıyla, başkalarının mısralarında kendini görmektir. Belki de eline aldığın kalemle kağıda dökülen her kelime de bulmaktır kendini. Şiir, aynı duygularının farklı kelimelerle dile getirilmesidir, farklı dillerde farklı coğrafyalarda tek bir histir, Şiir Çevirileri'nde gördüğümüz gibi. Şiir anlaşılmak istemektir, anlaşılmayı beklemeden. Sesleniştir, duyulmamayı umursamadan. Kendini var etmektir, varlığından kimsenin haberi olmadan. Var olmaktır şiir. Şiir insandır aslında her şeyi ile. Onun çaresizliği, onun çabalayışı, onun umutsuzluğudur. İnsanın gülümsemesi, çektiği acıları, yaşadığı şaşkınlıklarıdır şiir. Simge ÖZAYDIN Kaynak: Karasu, Bilge. Şiir Çevirileri. İstanbul: Metis Yayınları, 2014. DÜNYA CAN BENİM HİKÂYEM Bir gün sabah uyanıp da aklıma gelen ilk şeyin ‘’Yaptığım şeyleri aslında neden yapıyorum?’’ sorusu olması beni zaman zaman ürkütmüştür ve ‘’Ben hayatımla ne yapıyorum?’’ dememe yol açmıştır. Bu gibi düşünceler haliyle hayatımı ara sıra yaşanması zor bir hale getiriyor. Özellikle de sahip olduğum hayatla ne yapacağımı bilemediğimde. Böyle zamanlarda, ünlü düşünürlerin sözlerini ya da uzun zaman anlatılmış olan hikâyeleri, efsaneleri okumuş ve onları kendime yol gösterici olarak seçmiştim. Tüm bunların, içerilerinde bir öğüt ya da hayat tecrübesi barındırdığından, hayatımı da iyi bir yönde değiştirdiğini savundum çünkü onları okuduğumda amaçsız yaşamıma bir anlam yüklüyorlar gibi geliyordu. Dahası, bana değil de bu ‘’yol göstericilere’’ ait olan fikirleri benimser ve hayatımı da ona göre şekillendirirdim. Şimdilerde fark ediyorum ki hayatımı uzun süre ben değil, efsaneler ve birkaç özlü söz yönetmiş. Aslında bu durum bir süreliğine işime de gelmedi değil. Ne zaman önemli bir konu hakkında karar veremeyecek olsam, hemen bir ünlü söz düşünür ve hayatımı ona göre yaşardım. Sonrasında da sanki sorumluluğu kendi üstümden atmış gibi hissederdim. Fark etmediğim şey ise kararı verenin hala ben olduğumdu. Ama bu hiçbir şeyi değiştirmezdi çünkü okuduklarım benden büyük ve daha tecrübeli insanlar tarafından yazılmış veya anlatılmıştı. Mutlaka bir bildikleri olmalıydı değil mi? Hayatımı fikirlerine göre yaşadığım insanlardan biri de yazdıklarına hayran olduğum Orhan Pamuk. Lakin elime aldığım Kırmızı Saçlı Kadın kitabında bu sefer sadece kararlarımı sorgulamama neden olmadı, ilk defa yaşamımda kararları verenin kim olduğunu düşünmeme de yol açtı. İnisiyatifi elime almayarak, efsanelerin bana hayatımı nasıl yaşamam gerektiğini söylerken hayat daha kolay geliyordu belki de. İşin kolayına mı kaçıyordum? Bu soruya uzun süre cevap bulamamam zaten yüksek olmayan özgüvenimi de epey zedeledi. Orhan Pamuk, Cem’in hikâyesini anlatırken babasız büyüdüğünü söylüyor ve hayatında bir rol model aradığını anlatırken sadece bir örnek değil, aslında ona ne yapması gerektiğini söyleyecek bir insan da aradığından bahsediyordu. Bu arayışın hayatını nasıl bir uçuruma sürüklediğini de. Cem de, hayatta babasızlıktan ya da farklı sebeplerden bulamadığı cevapları benim gibi, kendi cevaplarını bulmak ve çözümler üretmek yerine efsaneler ve hikâyelerde aradı lakin uzun vadede sonuçlarını düşünmedi ve hayatının da gerçekten bir efsane senaryosuna dönüşeceğini hesaba katmadı. Cem’in gittikçe zavallı hale gelen hayatını gördüğümde kendi hayatıma da üçüncü bir gözle bakma ihtiyacı duydum. Bana ait olmayan anlatıları kendi yaşamımmış gibi benimsemişim meğer. Yaptığım en ufak hareketin, alakası olmasa bile, o efsanelerle bağlantısını kurmuş ve bundan sonra ne olacağına buna göre kara vermişim. Hatta mutsuz sonla biten bazı öykülerdeki hayatları yaşamamak adına, oradaki insanlar ne yaptıysa tersini bile yaptım. Zarar verdiğim ve kaybettiğim tek şeyin kendi hayatımdaki kontrolüm ve rolüm olduğunu biraz zor fark ettim ama bu fark ediş hayatımda yaptığım bazı radikal değişiklerin de önünü açmış oldu. Belki Orhan Pamuk’un yazdıklarının hayatımı yönlendirmesi tekrar izin verdim ama bu sefer öğrendiğim şey, kendi kararlarımı başkasının söylediklerinin ya da bir kâğıtta yazılı sözlerin etkisinde kalmadan ve sahip olduğum hayat tecrübesiyle vermek oldu. Tüm hayatımı bir hikâyeye ya da özlü söze göre yaşayacaksam, hayatım o sözden yahut hikâyeden daha iyi bir yere gidemeyecek çünkü öyle ya da böyle en kötü senaryodan kaçınsan bile adımını onlara göre attığında mutsuzluk gelip seni buluyor. Evet, bir yazı parçası benim şimdiye kadar biriktirdiğim hayat tecrübesinden daha fazlasını içerebiliyor fakat insanın da hayatta yaşayacak sınırsız macerası, okuyacağı sınırsız sayıda kitap ve tanışacağı tonlarca insan var. Okuyabileceğimden çok daha fazlasını yaşayacağımı ve kararları veren sadece ben olduğumda bunca yılı yaşamama değmiş diyebileceğimi anladım. Eninde sonunda her insan kendi hikâyesini de kendi elleriyle yazıyor çünkü. İRONİK DÜNYALARIMIZ Dünya tarihinde hiçbir yer yoktur ki haksızlık şu ya da bu şekilde vücut bulmasın. Bu haksızlıklar kimi zaman bizden iyimserliğimizi, sevdamızı, mutluluğumuzu çalarak gerçekleşirken, kimi zaman da iş maddiyata biner de malımızı, mülkümüzü hatta canımızı elimizden alır. Zulmün bence en acıklı yönü de yaşadığımız asırda bizden malımızı, mülkümüzü almayı bırakıp, bizi de kendine benzetmesidir. Doğumla başlayan tüketim kültürü yahut adını bilmediğim bir gizli el günden güne bizi de kendine bağlamış, karakterimizi, ruhumuzu hatta şiirimizi bile kendi isteğine göre şekillendirmiştir. Sonuçta kendimize ve doğamıza yabancılaşarak; hayallerimizden vazgeçerek başkalarının istediği şekle bürünmüşüzdür. Okula başladığımızda bize sorumluluk almayı ve aldığımız sorumlulukları yerine getirmeyi, başkalarına yardımcı olmayı, temizliği, düzeni ve de saygıyı öğretmişlerdi. Gerçek şuydu ki bizim bunları öğrenmemizle uygulamamız tamamen farklı şeylerdi. Çünkü bunları öğrenmemiz ne yetenek gerektiriyordu ne de vicdan... Halbuki gerçek hayatta bunları uygulamak için kocaman bir yüreğe sahip olmamız lazımdı. Yani hayat bize öğrendiklerimizi uygulayabilecek bir ortam sunmuyordu. Gerçeğin bu denli ironik oluşu ve varlık kaygısıyla tüm öğrendiklerimizi bir kenara koyup biz de hayatımızı o bahsettiğim gizli ele teslim ediyorduk. Dedim ya insan masum doğuyordu, bir şekilde güzelliklerle eğitiliyordu. Lakin insan büyüdükçe hayatın ona sundukları, iyilikle, dürüstlükle hareket etmesini engelliyordu. Şarkılarıyla bizi büyüten büyük şarkıcı Hüsnü Arkan’ın Hırsız ve Burjuva isimli romanını okurken hayatın acımasız ironisini bir kez daha tattım. Aşklarımızı, hayallerimizi, yalnızlığımızı, yaşam savaşımızı, kazandıklarımızı, kaybettiklerimizi... Bu da hayatın gerçekleri tarafından bir kere daha sorgulandığımı hissetmeme neden oldu. İnsanı huzursuz eden bunca sebep varken ve bu sorunların kaynağı doğrudan insanoğlunun kendisiyken hala, niçin modern asrın güzellikleriyle övünmeye çalışıyordu? Bunca haksızlıkta da sadece haksızlığı yapan mı suçluydu? Örnek vermek gerekirse kitaptaki ana karakterimize isim verirken dönemin güçlü adamı Kenan Evren’in soyadını evlatlarına isim veren anne ve babalarının hiç mi suçu yoktu? Yahut da daha basite indirgersek çıkarları için her türlü alçaklığı yapan insanların dost dediğimiz kadar yakın insanlardan çıkması bizi suçsuz mu kılardı? Biz de içimizdeki dürüstlüğe rağmen hayatın içinde, çıkarlarımız için küçük de olsa büyük de olsa haksızlıklara figüranlık yapmıyor muyuz? Bir tarafta üstüne binbir kere gölge indirilmiş vicdanım, diğer tarafta da gücü seven, güce tapan hatta tüm insanlara hakim olmaya çalışan bencilliğimi hissettim. Yalnızlığımın kıymeti bir kez daha memnun etti beni her şeye rağmen. Bir şekilde hayatımı devam ettirebilecek kaynaklara kavuşabiliyordum. Sonra tiksindim kendi benliğimden. Utandım bu hayattan yaşadıklarımdan. İnsan bu kitap sayesinde bir kere daha ne kadar alçak bir mahlukat olduğunun farkına varıyor. Açlıktan ölen Afrikalı çocuklar geliyor aklıma. Yoksulluktan yeni bir çift pabuç bulamayan insanları hatırlıyorum birden. Bombalarda ölen yahut Ege’nin, Akdeniz’in derin ve soğuk sularında boğulan bebekler beliriyor gözümün önünde. Bunlarda hep bir çıkar peşinde koşan insanların parmağı vardı ve biz de ne kadar kabul etmesek de çıkarlarımızın kölesi olmuştuk. Sonra hayallerim geliyor gözümün önüne. Bunca zulüm, bunca baskı olmasaydı diyorum az çok bizim hayatta bulduğumuz tadı başka insanlar da tadabilseydi diyorum. Gözlerimin önüne gülen gözler geliyor. Kulağıma bir Cem Karaca şarkısı geliyor “İnsanlar gülüyordu de trende, vapurda, otobüste/ yalan da olsa söyle” Ama olmuyor maalesef ki. Dünyaya baktığımda kocaman bir vahşet görüyorum. Ağlayan insanlar, mutsuzluk, para, kan ve kir… Acaba diyorum “biz bir şey yapamaz mıydık bu dünyayı değiştirmek için?” “Çabalasak bir parça yetmez miydi?” diye düşünüyorum. Devamı derin bir umutsuzluk oluyor. Sanki kitaptaki Halim Bey gibi yaşamak daha kolay geliyor. Her şart altında çıkarının peşinde koşmak, çıkar için sessiz kalmak daha doğru gibi geliyor… Başta belirttiğim gibi zulmün en ağırına, en aşağılığına uğrayıp onun bir parçası oluyoruz… Oğuzhan ÜNAL 21501165 Beyaz Kanat “Damızlık Kızın Öyküsü” nü bir arkadaşımın önerisi üzerine okumaya başlamıştım. Arka kapağında kitap bir feminist distopya olarak tanımlanıyor fakat distopya olmasına rağmen konunun, günümüzdeki kadınların uzak olmadığı bir gerçeğin ta kendisi olduğu yazıyordu. Konusu çok ilgimi çekti ve arkadaşımın “Bazen insanın okuyası gelmiyor. Ağır bir kitap.” uyarısına rağmen çok zevk alarak bir solukta okudum. Gelecekte, kurgusal bir ülkede tek görevleri çocuk taşımak olan kadınların erkek egemen zihniyet altında yaşadıkları, aslında bugün yaşadıklarımızdan çok da farklı değil. Somut olarak yaşanan şeyler, örneğin kadınlara koyulan yasaklar farklı olsa da bu sonuçları doğuran zihniyet kadınlar olarak özellikle de Türkiye’de yaşayan genç, okuyan, sorgulayan kadınlar olarak benim kuşağımın yakından tanıdığı bir zihniyet. Kitaptaki kadınların toplumsal yeri, değeri, ne giymeleri, nasıl konuşmaları gerektiği devlet tarafından belirleniyor. Tabii ki bu günümüzde bize uygulanabilen bir tavır değil. Ancak, birçok devletin kadın ve kadın bedeni üzerinde bu tarz bir kontrole sahip olma isteği açıkça ortada. Türk siyasetçiler tarafından da kadın şöyledir, kadın şöyle olmalıdır, yarım kadın, tam kadın örf ve adetlere göre kadın gibi konuşmalar yoluyla bir çeşit kontrol sahibi olmak deneniyor. Herhangi bir ideolojiye indirgemiyorum bunu. Evet kimi politik görüşler açıkça erkek egemen fakat hemen hemen her ideolojiden bu tarz düşünceleri destekleyen erkekler çıkabiliyor. “Damızlık Kızlar” değiliz belki ama bu yaşadığımız gerçekliğe çok uzak bir kurgu değil. Günümüzün en tutkulu tartışmalarından biri kadının toplumdaki rolü ve hayatını yaşayış biçimi. Bir kadının çocuk sahibi olup olmamasına kadar söz sahibi olmak isteyen bir hükümetin gölgesinde yaşayan kadınlar olarak kitapta anlatılanlar yabancısı olduğumuz bir şey değil. Kitapta bu düzene ve yaşam biçimine karşı çıkanlar kolonilere gidiyor. Kolonilerdeki kadınlara “gayri- kadın” deniyor. Kolonideki erkekler ise aşağılayıcı bir sıfat tamlamasına sahip değil. Yaptığımız seçimler, politik görüşümüz, giyiniş tarzımız, yaşam biçimimiz gibi başlıklar üzerinden günümüzde de kadınlar çoğu kez gayri-kadınlar olarak adlandırılabiliyor. Bu sebeplere kahkaha atmak bile dahil. Savaşın eşiğindeki bu kurgusal ülkede kolonilere gidip sisteme baş kaldırmak çok cesurca ve yapması zor bir şey gibi görünüyor. Ancak, aslında erkek egemen sisteme ve toplum tarafından belirlenmiş demode normlara karşı gelmek de bizim kolonimiz olabilir. Kitapta ana karakter sık sık geçmişi hatırlıyor ve yeterince önemsemediği için kendine kızıyor. Ana karaktere göre geçmişte kadınlar durumun bu raddeye gelebileceğini düşünmemiş ve gereken önlemleri almamış. Bu yüzden günümüzde cinsiyetçiliğe ne kadar erken ve etkili tepki gösterebiliyorsak o kadar iyi olduğunu düşünüyorum. Kitapta beni şaşırtan noktalarda biri de bu sistemde kadınlara ne kadar saygı duyulduğunun anlatılmasıydı. Kadınlar her koşul altında korunuyor ve onları incitebilecek ya da rahatsız edebilecek her türlü davranıştan kaçınılıyor. Bu şekilde korunmak bazı insanların hoşuna gidebilir. Kişisel olarak bu beni rahatsız eden bir düşünce. Ben tek çocuğum ve babam bana her zaman kendi ayaklarım üzerinde durmam gerektiğini öğütlemiştir. Özellikle de bir kadın olduğum için. Babam çocukken hayal ettiği işi yapan şanslı insanlardan. Bu nedenle de bana da her zaman sevdiğim işi yapmamı söyledi. Ancak, sevdiğim, hayal ettiğim iş olmasının yanı sıra yükselebileceğim, kendimi geliştirebileceğim, sınırlarımı zorlayabileceğim ve maddi olarak getirisi fazla olan bir iş olmasını dilediğini de ekledi her zaman. Neden diye sorduğumda ise kardeşin yok ve tabii ki seni destekleyen büyük bir ailen var ama annene ve bana bir şey olduğunda kendi ayaklarının üzerinde durabilmelisin, benim senden tek isteğim bu demişti. Babamın bu konuşmasını hiç unutmadım ve unutacağımı da düşünmüyorum. Bir kadın olarak özgürlüğümün, bağımsızlığımın kaygan zeminde olduğunun farkındayım. Bu kitap her ne kadar kurgusal olsa da günümüze olan şaşırtıcı bağlantıları sayesinde bu konudaki görüşlerimi teşvik etti. Kitabı bitirir bitirmez babamla olan bu konuşmayı düşündüm ve noktaların birbirine bağlandığını gördüm. Kitap, bir kadın olarak ve her şeyden önce bir insan olarak beni çok etkiledi. Umarım okuyan herkese kendi hayatına yansıtabileceği değerler katmıştır. Kaynakça Margaret Atwood (Goodreads Author), Sevinç Kabakçıoğlu (Translator), Özcan Kabakçıoğlu (Translator), et al. “Damızlık Kızın Öyküsü.” By Margaret Atwood, 21201670 Giray Tandoğan TURK101-32 Aslı Uçar Kendini Aldatma! Tutkularımızın esiri olmalı mıyız? Yoksa sevdiğimiz veya zamanında belki de bir gençlik heyecanıyla söz verdiğimiz ve sevmediğimiz ama sevdiğimizi sandığımız insana sadık kalmalı mıyız? İki çocuk sahibi olduktan ve uzun bir evlilik sürecinden sonra günün birinde çocukluk yıllarındaki aşkınıza rastlayıp aslında istediğiniz heyecanın onda olduğunu fark etseydiniz ne yapardınız? Yıllardır aynı yatağı paylaştığınız ve çocuklarınızın babası veya annesi olan insana sırf bu heyecanı yaşamak için tutkularınızın esiri olup kıyabilir miydiniz? Linda yıllar sonra Jacob’a rastladığında yaşadığı yoğun duygular ve karşılığında Jacob’ın hislerinin Linda’nınkiler ile aynı olması sonucunda, evet, tutkularının esiri olup hayat arkadaşına verdiği söze ve hatta belki de iki çocuğuna ihanet ediyor, onlara kıyabiliyor. Peki Linda’yı bu yasak aşk için yargılamalı mıyız? Aslında ben “kıyabiliyor” derken de ne düşündüğümü bir ölçüde belli etmiş olabilirim. Ama yazarımız Paulo Coelho öyle düşünmüyor sanırım. Kitabın bazı bölümlerinde Linda üzerinden bu durumu savunuyor bile diyebilirim hatta. Bu durumun, yani aldatmanın, yani yasak aşkın evlilik müessesesine katkıda bulunabileceğinden, evlilikleri sağlamlaştırabileceğinden bahsediyor. E insan şaşırmadan edemiyor haliyle. Ben merak ediyorum mesela hiç mi empati yapmıyor bu insanlar? Hiç mi vicdan denen şey kalmadı günümüzde? Tamam, aldatmak her devirde, her dönemde vardı. Kötü denebilecek hikayeler hep anlatıldı, çünkü yaşanmışlardı, yaşanıyorlar ve yaşanacaklar. Bunun önüne geçmemiz mümkün değil. Ancak bu hikayeleri anlatan sorumlu kişilersek hele ki aydınlardan bahsediyorsak hikayemize kattığımız yorum bu denli acımasız mı olmalı? Bana geri kafalı, çağdaşlıktan uzak veya geleneklerine gereğinden fazla bağlı, yaşadığı toplumun örf ve adetlerine derinden inanmış ve bunu hayat felsefesi olarak benimsemiş gibi türlü benzetmelerde, yakıştırmalarda bulunabilirsiniz. Ama ben ne olursa olsun aldatılmayı kabul edemem. Bunu kabul edemediğim gibi birini aldatmayı da kabul edemem. Bunları geçtim aldatmayı iyi göstererek bu konuda aldatın evliliğiniz güçlensin gibi bir alt metni kabul etmemeyi bırakın midemi bulandırdığını söyleyebilirim. Kitabın adı “Aldatmak” ve akıcı bir dille yazılmış, güzel bir anlatıma sahip. Yazarın önceki kitaplarındaki başarıları yadsınamaz zaten. Böylesine başarılı, çıkacak kitabı için insanların günler öncesinden heyecanlanmaya başladığı bir yazarı evet, biraz sert eleştirmiş de olabilirim ama ben zaten kitabın edebi özelliğiyle ilgilenmekten çok bir yazarın fikrinin nasıl bu kadar acımasız olabileceğine takılmış durumdayım. Bu durumun midemi bulandırmasına gelecek olursam aldatılmanın verdiği hissi çevremizdeki aldatılan insanlardan veya daha da acısı kendimizden bile biliyor olabiliriz. Verdiği etki, yaşattığı acı inkar edilemez. Bu yüzden bana göre aldatan veya yazarımız gibi aldatmanın iyi sonuçlar doğurabileceğini savunan biri, sebebi ne olursa olsun, aslında kendini aldatıyordur. Çünkü kitapta da gördüğümüz gibi, bu işe kötülük diyecek olursak, kötülüğü ilk yapan yani başlatan taraf sonunda yine mutsuz olan taraf. Linda bu acımasızlığı ilk yapan taraf. Sebebi tartışılabilir ve kimse kimseyi hayatını nasıl yaşadığı konusunda yargılayamaz evet ama aslında her şeyin bir çözümü mevcut. İlişkiler bitebilir, sevgi artık eski etkisini yitirmiş olabilir ama bunu karşı tarafa belli etmeden veya asıl ilişkiyi bitirmeden yasak ilişkiye başlayan taraflar sonunda yine mutsuzluğu yaşayan kişiler oluyorlar. Çünkü bana göre bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurulamaz. Kurulacaksa bile bu işin bir adabı olmalı. Linda ve Jacob’ın yaşadıkları, diğer iki insanı derinden sarsabilecek ve mutsuzluğun en büyüğünü yaşatabilecekken bunu savunmak acımasızca olmuş. O yüzden aldatanlar önce siz kendinizi aldatmayın. Sevgili Paulo Coelho, sen önce kendini aldatma! Ali Murat Soysaraç Etki ve Tepki: Baskı ve Eylem Eğer Ursula K. Le Guin’in kaleminden çıkan Malafrena’yı okursanız kitabın başında kilise kapısına siyasi bir şiiri çivileyen genç bir öğrenciyle başladığını görürsünüz. Öğrencinin daha ertesi gün okuldan atılma tehdidiyle karşı karşıya kalması olayların geçtiği hayalî ülke Orsinya ’nın muhalefete ne kadar tahammülü olduğuyla ilgili bir fikir verebilir. Ama beni asıl ilgilendiren kitapta sansürün nasıl işlendiğinden çok, kısıtlamaların aldığı hali gösteren (ve hiç kuşkusuz Luther’den esinlenilmiş) bu hayati sahnenin ana karakterinin bir üniversite öğrencisi olması ve onu ilk yargılayanın da üniversitenin rektörü olması. Malum, muhtemelen kurulmalarından çok da sonraya rastlamayan bir dönemden beri üniversite öğrencileri hâlihazırdaki iktidara karşı çıkmalarıyla nam salmışlardır. Malafrena ’nın 1822 yılına alternatif bir bakış açısı getirdiği düşünülürse, insan o zamandan bugüne öğrenciler ve otorite (çünkü bu devlet değil, basitçe üniversite yönetimi de olabilir) arasındaki anlaşmazlığın nasıl değiştiğini merak ediyor. Bir bakımdan, artık her tür siyasi konularda herhangi bir sansürle karşılaşmadan, özgürce konuşmak geçmişe göre günümüzde çok daha kolay (gerçi bana kalırsa hâlâ hiç zorluk olmadığını söylemek epey abartı olur) ama henüz yeterli özgürlüğün ne olduğu konusunda tam bir fikir birliğine varılmış değil. Zira fazlasıyla iyi bilindiği gibi, birinin özgürlüğü başkasınınkinin azalmaya başladığı yerde biter. Üniversite öğrencileri başta olmak üzere pek çok kişinin otoritelerle asıl çatıştığı nokta da bu: Tam olarak hangi noktada ifade özgürlüğünün başka insanların özgürlüklerini ihlal etmeye başladığı. Hangi protestolar kişinin kendi haklarını aramasından ileri gidip, başkalarının özgürlüklerine müdahale etmeye başlar? Muhalefet nerede suça dönüşür? Bunların hepsi şüphesiz cevaplanması oldukça güç ve uzun zamandır tartışılan sorular ve ben de cevapları kesinkes bildiğimi iddia etmeyeceğim. Öte yandan bunun öğrenilmesi gereken bir şey olduğu kesin: Hiçbir iktidar (buradaki iktidar aile reisinden devlet yönetimine kadar değişebilir) mükemmel olmadığına göre bu iktidardan duyulan memnuniyetsizlik nasıl dile getirilebilir? Bana öyle geliyor ki bu konu herhangi bir yükseköğrenim kurumunda okutulan bir ders olmadığından (diye tahmin ediyorum, sosyal bilimlerinin tüm ders programları incelenirse belki bulunabilir ama yine de doğrudan “Nasıl Protesto Yapılır” başlıklı bir konu olduğunu düşünmüyorum) bu bir öğrenme şekli olabilir. Muhtemelen üniversitelerdeki protestoların, eylemlerin ve yönetime karşı diğer tüm başkaldırıların okul yönetimleri ve güvenlik güçleri tarafından pek de fark edilmeyen bir faydası da öğrencilerin, bu gibi hareketler sayesinde haklarını nasıl arayacaklarını öğrenmeleri olabilir. Deneme yanılma bu gibi hayati öneme sahip konular için uygun bir öğrenme yolu olmayabilir ama dediğim gibi, bunlar okulda öğretilmiyor. Öğrenciler üniversite gibi nispeten güvenli ve açık bir ortamda haksız buldukları durumları eleştirmeleri nasıl protesto yapılacağını öğrenmeleri ve sınırlarını fark etmeleri için faydalı olabilir. Tüm bunlar göz önüne alındığında üniversitelerde yapılan protesto ve eylemlerin aslında olumlu hareketler olduğunu düşünüyorum. Tabii ki gerekli makamlar tarafından kimsenin incinmediğinden ve eylemin amacı dışına çıkmadığından emin olunduğu sürece. Eğer öğrenciler bu gibi meselelerde kendi yöntemleriyle hareket edip ne yapmaları, nasıl iletişim kurmaları ve nasıl kendilerini genel olarak ifade etmeyi öğrenebilirlerse toplumun ve demokrasinin okulda öğretilmeyen yanlarından birini anlayabilirler belki. Le Guin, yine Malafrena ’da uzun süre söylenmeyen kelimelerin sessizliğin gücünü taşıdıklarını söyler. Bir şeylere karşı çıkmak için seslerini kullanmaya çalışan insanlar varken susturulmaları sadece tepkilerini arttırır. Aynı şekilde, benim örneğimde, üniversitelerde huzuru sağlamak için bastırılmanın kullanımı sadece sonradan oluşacak tepkinin şiddetini arttırır. Aslında en iyisi basitçe, toplumun ve otoritenin, sorunlarını konuşup çözmeleri. Simay Tekgül 21301024 Aslı Uçar 14 Ekim 2014 ZITLIKLARIN DENGESİ Her olgunun, her varlığın iki karşıt kutbu vardır ve birbiriyle taban tabana zıt olduğu düşünülen kavramlar ne olursa olsun ayrılmayan bir bütün oluştururlar. Birbirinin düşmanı gibi görünen iyi ile kötü, güzel ile çirkin, savaş ile barış ve daha niceleri aslında bir bütünün ayrılmaz parçaları, bir elmanın iki yarısı, ‘’Yin Yang’’ sembolünün siyahıyla beyazıdır. Zıtlıkların beraberliği, Çin kültüründe biri siyah biri beyaz olan ‘’Yin’’ ve’’ Yang’’ balık motifleriyle simgeleştirilmiştir. Siyah balığın gözleri beyaz, beyaz balığın gözleri ise siyahtır. Bu inanışa göre aslında her şeyin özü ve çekirdeği kendi zıddından oluşmaktadır. İyilik ve kötülüğün bitmek bilmeyen üstünlük mücadelesini düşündüğümüzde, iyiliğin kötülüğü yok etme çabasının da bir çeşit kötülük olduğu sonucuna varırız. Öte yandan kötülüğün iyilik üstünde egemenlik kurduktan sonra başka rakibi kalmayacağı için oluşan barış ortamında kötülük kendi kendiyle çelişmiş olmaz mı? Ama hayat; keskin bir sınırla ayırıp bu iyi ya da kötüdür diyemeyeceğimiz kadar karmaşık ve iç içe geçmiş olaylardan ve de kavramlardan oluşmaktadır. Her iyiliğin içinde bir art niyet, her güzelin bir kusuru, her gerçeğin bir eksik tarafı olduğu gibi her acının olgunlaştırıcı yönü, her yalanın da doğruluk payı vardır. Zıt kavramların bu ilişkisini bana sorgulatan ve düşünmemi sağlayan film; ‘’Leon: The Professional’’ oldu. Seyirciyi kendine bağlayan başarılı olay akışının yanı sıra filmi favorilerimden biri haline getiren en önemli özelliği; hayatta her zaman iç içe geçmiş şekilde karşımıza çıkan zıtlıkların çarpıcı bir biçimde işlenişiydi. Filmde bir D.E.A. (Drug Enforcement Administration) ajanı olan Stansfield’ın kanun tanımaz ve aykırı kişiliğine karşı, profesyonel bir kiralık katil olan Leon’un son derece mantıklı, ayakları yere basan fikirleriyle kadın ve çocuklara zarar vermeme prensibi anlatılmış. Bencil ve acımasız bir polise karşılık kiralık bir katilin merhametini buluyoruz filmde. Uyuşturucu haplar kullanan bir D.E.A ajanı, beyaz kâğıttaki siyah lekelerden biri değil de nedir? Stansfield ve Leon, mutlak iyi ve mutlak kötünün olmadığını sokar gözümüze. İyi bir değerlendirme için her zaman daha derine inmek gerekir. Filme sahip olduğu ün ve değeri kazandıran Mathilda ve Leon’un ilişkisi var bir de. Sevgisizlik ve hor görülme ortak paydasında birleşen, şimdiye kadar kimseden göremedikleri ilgi ve şefkati bir apartman boşluğunda bulan, birbirlerinden olabildiğince farklı karakterlere sahip iki insan... Belki de zıt kutupların birbirini çekmesi gibi Mathilda’nın tüm ailesini kaybetmiş olmasına rağmen sahip olduğu neşesi ve Leon’un durgun hüznü birbirini tamamlamıştır. Belki de Leon’un planlı programlı yaşamı, Mathilda’nın savrukluğunda anlam kazanmıştır. Mathilda’nın cüretkârlığı, Leon’un utangaç ve içine kapanık dünyasına değer katar, onu yüceltir. Sigara kullanan on iki yaşındaki küçük bir kız ve içtiği tek içecek süt olan kocaman bir adam düşünüldüğünde varılan sonuç doğal olarak tezatlık olacaktır. Leon ve Mathilda’nın, yıllarca süren yalnızlıklarını birleştirerek kurdukları ve filmin iskeletini oluşturan bağın kenarına köşesine iliştirilmiş detaylar umarım ki benim gibi pek çok izleyiciye farkındalık kazandırmıştır. Filmi izlediğim süre boyunca ve sonrasında olayların, insanların ve kavramların çok yönlü olduğunu ve hayatın tadının da bu karmaşada gizli olduğunu düşündüm. Güzellik kavramı, çirkinlikle birlikte vardır ve güzelin ne kadar güzel olduğu yine çirkinin ne kadar çirkin olduğuyla anlaşılır. Özlem duymayan birine kavuşmanın tadını, hiç üzülmemiş birine mutluluğun değerini, geceyi bilmeyen birine gündüzün aydınlığının kıymetini, hayatını refah içinde sürdürmüş bir insana huzurun nasıl bir hazine olduğunu anlatamazsınız. Çünkü zıt kavramlar sanıldığı gibi hasım değil, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan iki kardeştir. O yüzdendir ki her sevgide bir çıkar, her öfkede merhamet, her başarısızlıktan alınan bir ders, her mutluluğumuzda buruk kalan bir tarafımız vardır. Cennetim de Cehennemim de Sen misin Acaba? Tiyatroya sıklıkla giden veya tiyatroyu çok seven biri olmadım hiç. Ancak, aldığım Ge250 kodlu dersin ve tiyatro sevgimi artırma çabamın da etkisi ile birlikte Gizli Oturum adlı bir tiyatro oyununa bilet aldım. Oyunun en çok ilgimi çeken noktası içinde taşıdığı cehennem başkalarıdır görüşü oldu. Açıkçası, bu benim uzak olduğum bir düşünceydi. Bu bağlamda, cehennemin nasıl başkaları olabileceğini düşünmeye başladım. Ancak, bu düşünce aklıma çok daha başka soruyu da getirdi, eğer başkaları insanın cehennemi olabiliyorsa cenneti de olamaz mı? Yazıma başlamadan önce belki de biraz cennet ve cehennem kavramları hakkındaki görüşlerimden bahsetmeliyim. Ben cennet veya cehennem kavramlarını hiçbir zaman bu dünyadan ayrı olarak, sadece dinlerde bahsedilen öteki dünyalara ait kavramlar olarak düşünmedim. Bana göre hem cennet hem de cehennem bu dünyanın içinde barındırdığı kavramlardı. İnsan bu dünyada hem cennetten hem de cehennemden parçalar ve örnekler bulabilirdi ve bu dünyada cehennemi de cenneti de yaşayabilirdi. Önceden belirlenmiş ortak bir cehennem veya cennet yoktu bence, bu kavramlar kişiden kişiye değişebilirdi. Birinin cehennemi başkasının cenneti, birinin cenneti başkasının cehennemi olabilirdi, cennet ve cehennem tamamen insanın karakteri, istekleri ve korkuları ile şekillenirdi. İşkence odalarından, zebanilerden, yanan ateşlerden, hurilerden, yeşilliklerden bahsetmenin pek de anlamı yoktu. Çünkü bu bahsedilen kavramların gerçekten bir kişi için cennet veya cehennem olduğunu bilmenin yolu yoktu. Bu nedenle ben; eğer öteki dünya var ise, o dünyada cennet ve cehennemin bize anlatılanlar gibi olduğuna hiç inanmadım, bence herkesin cehennemi ve cenneti kendine göreydi. Bu düşüncelerin etkisinde cehennem başkalarıdır düşüncesini kafamda tartışmaya başladım. Eğer cehennem kişiye özelse, yani en azından ben öyle düşünüyorsam, bazılarının cehenneminin başka insanlar olması çok doğal bir durumdu. Herkes için konuşamasam bile benim tanıdığım çoğu insanın ve benim hayatlarımızda nefret ettiğimiz, bir dakikayı bile birlikte geçirmeye tahammül edemediğimiz insanlar olmuştu. Bazen bu nefret o kadar şiddetli olmuştu ki kavgalara, arkalardan konuşmalara, aşağılamalara ve kötü davranışlara neden olmuştu. Bu insanlarla bir dakika bile kişiye cehennem gibi gelebilirdi. Ancak, benim ve çevremdekilerin hayatındaki örnekler düşünüldüğünde pek de cehennemin o korkunç yapısına yaklaşmıyordu. İşte, tam bu noktada dünyada olan olayları düşünmeye başladım. Her gün patlayan bombaları, ardı arkası kesilmeyen tecavüzleri, çocuk ve kadınları ayırt etmeyen füzeleri, sokaklarda sürünen insanları; her gün, her geçen saniyede tasavvur bile edemeyeceğim acıları çeken insanları getirdim aklıma. İnsanların, insan olduğunu savunanların, başka insanlara yaşattığı terörü ve acıyı düşündüm. İşte, bu noktada cehennem başkalarıdır sözü kafamda anlam kazanmaya başladı. Evet, belki benim bu söz hakkındaki yorumum Gizli Oturum’unki kadar felsefi değildi ancak ben insanların insanlara yaptıklarını düşündükçe, başkalarının nasıl bir insanın cehennemi olabileceğini anlıyordum. İnsan kendi çıkarları, hırsları ve ihtirasları uğruna başkalarına bu dünyayı zehir edebiliyordu. Bu durumun ise birilerinin cehennem tanımına uyması ihtimali bu bağlamda bana çok yüksek geliyordu. Bu noktada, aklımda karşıt bir düşünce şekillendi. Evet, bazılarının cehenneminin başkaları olması doğaldı ancak benim öznel cehennem tanımım başka insanlardan öte çok daha başka bir kişi üzerinde duruyordu: kendim. Bence bu dünyada bir insanın kendine yapabileceği kötülüğü başka hiç kimse yapamazdı. İnsanın içinden gelecek bir darbe her zaman dışarıdan gelecek bir darbeden daha yıkıcı idi bence. Bu noktada, içinde yaşadığım dünyayı düşündüğümde çok büyük zorluklara rağmen hayatta kalan, umudunu yitirmeyen ve mücadelesine devam eden insanlar vardı, bu insanlar başka insanların onlara yaptıklarına karşın bir şekilde hayatta kalmayı başarıyorlardı. Bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen hayata farklı bakış açıları getirebiliyorlardı. Buna karşın, bazı insanlar da en küçük zorlukta hayatı kendine zehir ediyorlar, en ufak olumsuzlukta bile yılıyorlardı. Hayatın önlerine sunduğu her şeye rağmen bu insanlar bu dünyada kendi cehennemlerini yaratıyorlardı. İşte bu bağlamda, ben tiyatro oyunundan ayrı düşmeye başlıyordum. İnsanın cehennemi kendisidir görüşü kafamda şekillenmeye başlıyordu. Aynen Türkçe blog yazılarında olduğu gibi hayat kişinin oyun hamuruydu, önüne ne atarsa atsın mesele kişinin hayatla ne yaptığı idi. Kişini kendisi hakkındaki görüşleri, kendisine yaklaşımı ve de hayatı algılayışı idi önemli olan. Bu bağlamda kişinin cehennemi kendisiydi, başkaları değil çünkü kişi hayat şartlarını seçemezdi belki ancak onunla ne yapabileceğini seçebilirdi. Beni bu blog yazısı yazmaya iten sorulardan biri olan “Başkaları insanın cenneti olabilir mi?” sorusuna geri dönersem eğer, günümüzde, insanın insana yaptığı kötülüğün ne yazık ki bir sınırı yok. Ancak, sevgi ve aşk kavramlarının hâlâ varlığını yitirmediğini de unutmamak gerekir. Bu kavramlar doğrultusunda hayatı başka insanlar ile daha anlamlı olan, başka insanların varlığı ile mutlu olan insanların da var olduğu gerçeği yadsınamaz. Bu bağlamda, eğer cehennemi başkaları getirebiliyorsa, cenneti de başkaları getirebilirdi. Ancak, cennet başkalarıdır düşüncesi ne kadar kulağa mantıklı gelse de, bence yine cenneti getirecek kişinin kendisiydi. Hayat insanın oyun hamuruydu, nasıl ona cehennemi getirebiliyorsa, cenneti de getirebilirdi. En azından benim cennet tanımım bu düşünceyi beraberinde getiriyordu. Bütün bu düşüncelerin sonunda herkes için geçerli bir cennet veya cehennem kavramından söz etmeyi mantıklı bulmamakla birlikte ben cennetin veya cehennemin kişinin kendisi ve hayata bakışı ile ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, hayat kişinin elindeki malzemedir, onu nasıl kullanacağı, onu cenneti mi cehennemi mi yapacağı kişiye kalmıştır, başkasına değil. Kaynakça  Gizli Oturum. Jean-Paul Sartre. Yön. Jason Hale. Oy. Ecesu Sevindik, Hakan Coşar, İpek Erim, Kıvanç Değirmenci. Bilkent Tiyatro Salonu. Ankara. 18 Şub. 2016. Gösteri. HASTASIYIZ! Farklı kültürleri tanımak, incelemek hep çok hoşuma gitmiştir. Ankara’da farklı kültürleri tatmak her zaman mümkün olamıyor fakat geçen cuma Next Level Alışveriş Merkezi’nin podyum katında gerçekleşen Ayhan Sicimoğlu&Latin All Stars konseri Latin havasını tatmak için kaçırılmayacak bir fırsattı. Konserin gerçekleşeceğini duyduğum anda heyecanla o günü bekledim. Ayhan Sicimoğlu hem sanatçı, hem gezgin hem de bir gurme olarak hayranlık duyduğum bir insandır. İmkanınız olursa bir gün televizyon programını da izlemenizi tavsiye ederim çünkü klasikleşmiş turistilikten öte farklı yerler keşfetmemize çok yardımcı oluyor aynı zamanda kişiliğini de bizden saklamadan yansıtabiliyor. Kişiliğini bizden saklamayışı ve bu sayede anladığımız özgür ruhu bize onun her zaman karşısındaki insana bu hayatın yaşamaya değer olduğunu ve daha keşfedilecek bir çok şeyin olduğunu hatırlatıyor. Ayhan Sicimoğlu&Latin All Stars konserine ikinci gidişim, ikisinde de bir konser insana ne kadar çok şey katabilirse onun farkındalığı ile ayrıldım. Hayat enerjisi o kadar yüksek ki konser bitiminde dinleyicilerin hepsinin suratında gülümsemeyle ayrıldılar, ben de dahil olmak üzere. Yaklaşık 500 kişiyi mutlu etmek bence herkesin yapabilceği bir eylem değil. Eğer bir gün “Bir etkinliğe gidiyim ve bu etkinliğin sonunda çok mutlu olarak ayrılayım ordan” derseniz, Ayhan Sicimoğlu ve grubunun konserine gitmek yapabilceğiniz en iyi tercih olacaktır. Yorucu geçen bir günün sonunda böylesine keyifli bir etkinliğe gitmek beni çok mutlu etti. Ayhan Sicimoğlu ve grubu aslında çok kültürlüğün somut hali gibiydi çünkü hem Türkçe şarkıların Latin ezgilerle çalınması hem de grupta farklı ırktan insanların bulunması buna bir örnek. Alışmış olduğumuz Türkçe şarkıların farklı bir şekilde yorumlanması önceden dinlemediğim şarkıları şimdi beğenip, dinlememe sebep oldu. Yaptıkları müzik alışılmıştan o kadar farklı ki Ayhan Sicimoğlu’nun deyişiyle “hastasıyız”. Grubun solistleri Yaima Aguirre Hechavarria ve Suami Ramirez Veliz Küba doğumlu olmalarına rağmen Türkçe şarkıları çok güzel söylüyorlardı. Suami Ramirez Veliz’i dedesi büyütmüş ve hem ülkesinin özlemini hem de dedesine olan özlemini gelenekselleşmiş olan “Yüksek Yüksek Tepelere” şarkısını söylemesiyle bize yansıttı. Yabancı bir kızın geçmişe ve ülkesine olan özlemini bizim türkümüz ile yansıtması bir tek beni değil Ayhan Sicimoğlu’nu da çok duygulandırmış. Alışkın olduğumuz bu türküyü, Latin havasında dinlemek benim çok hoşuma gitti. Grubun diğer üyelerinden bahsetmek istersek trombon çalan Taşkın Akarsu ve trompet çalan Barış Yazıcı aslında İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda çalan fakat alışılmışın dışına çıkmak için aynı zamanda Latin All Stars’ın da bir parçası olmayı tercih etmişlerdir. Taşkın Akarsu ve Barış Yazıcı’nın bu kararları aslında insanın hep aynı noktada gitmesi değil farklı alanlarla da tecrübe edinmesi gerektiğini bana hissettiriyorlar. Örneğin sadece okuduğumuz bölümle kendimizi kısıtlarsak hiç bir gelişme sağlayamayız. Endüstri Mühendisi olan birisi ilgisi varsa bir müzik aletinde kendini geliştirebilir. Ayhan Sicimoğlu hayattaki her şeyden sonuna kadar faydanlanmak isteyen ve hayatı o kadar güzel ve kaliteli yaşayan bir insan ki insana rol model olmaktan başka bir çaresi kalmıyor. Hayata o kadar bağlı ki yaptığı programın adının “Renkler” olması ve üzerindeki kıyafetlerini hep renkli tercih etmesinden bunu anlayabiliyorum. Ayhan Sicimoğlu konuşmasıyla ve anlattıklarıyla bende tüm Dünya’yı gezme duygusu uyandırıyor. Bir insanın gelişmesinde ve karakterinin oturmasında en büyük etkenin farklı kültürleri ve farklı insanları tanımaktan geçtiğine inanıyorum çünkü insan alışılmışın dışına çıktığında kendini tanır bu yüzden Ayhan Sicimoğlu donanımlılığı ile benim için rol model olmuştur.Konser alanından ayrıldıktan sonra iyi ki gitmişim ve kelimenin tam anlamıyla “hastasıyız!” dedirtebilen bir etkinlikti benim için. Latin müziğine ilgisi olan veya olmayan herkesin gidince keyif alabilceği tarzda ve yaşadığı şehirde Latin rüzgarının eseceği bir konserdi bu yüzden Ayhan Sicimoğlu&Latin All Starsın konserine denk gelirseniz kesinlikle gitmenizi tavsiye ederim. Konser çıkışı hepinizin benim gibi konser müziklerine bakacağınızdan eminim. Bu güzel konserin keyfini ve size katacaklarını görmeyi hepinizin bir gün yaşaması umuduyla. Emre  Arslanbek   MESAFELER   Elleri titrerken içeri girdi. Girdiği an sanki birazdan böğrüne saplanacak olan kurşundan haberi vardı ama bunu kendine itiraf edemiyordu. Onu gördü ve tam karşısına oturdu. Kıytırık çay bahçelerinin gereği olarak sorgusuz sualsiz masada iki çay belirdi, biri açık. Gözleri buluştu ve mermiler kızın ağzından dışarı çıktı; “biraz mesafeye ihtiyacım var.” O gün o çay bahçesinde biri öldü. İnsanlar yıllardır düşünüyor en acı veren ölüm hangisidir diye. Boğularak mı? Yanarak mı? Hiçbiri. En acı veren ölüm mesafelerle ölmektir. İnsanların arasındaki en kısa mesafenin hiç de kısa olmamasıdır. Mesafeler, tanrının hesaplamadığı hatalardır. Yedi milyar insanın minnacık bir küre üstünde birbirine bu kadar uzak kalacağını tahmin etmemiştir. Ya da belki hepsi büyük bir planın parçasıdır? Eğer öyleyse bu yazı burada biter. İnsan yaratılırken acı, sevgi, keder, mutluluk, hüzün, heyecan ve aklınıza gelebilecek ne kadar duygu varsa insanın içine işlenmiştir. Bir tek mesafeler işlenmemiştir. İnsan mesafeleri kendisi yaratmıştır. İçinde olanlar içinde olmayanı doğurmuştur. Acılar yaşadıkça, kedere boğuldukça mesafeler koymuştur. Ara sıra mutlu olunca da bu mesafeleri kısaltmıştır ama yok etmemiştir. En kötüsü ise, insanın koyduğu mesafeler fiziksel değildir. Keşke fiziksel olsalardı! O zaman her şey daha kolay olurdu. Dağlar aşılır, sular geçilir, yollar biter ama mesafeler hiç bitmez. Birbirine bakamayan iki çift göz arasındaki mesafeyi ölçmek mümkün müdür? Aramızdaki en kısa mesafe neye göre, kime göre en kısadır? Aramızdaki en kısa mesafe hiç de kısa değildir. Bana göre elbette! Aynı masada oturup birbirine bakmayan iki göz arasındaki mesafe yaşanmışlıklar kadardır. Kimse yaşanmışıkları katedip karşısındakine kolay kolay ulaşamaz. İnsanoğlu arabalar, uçaklar, gemiler yapmıştır ama yaşanmışlıkları katedebilecek bir ulaşım aracı henüz yapmamıştır. O iki göz arasında gözyaşları vardır, dakikalarca yankılanan kahkahalar vardır, sabahın ikisinde ışığı yanan telefonlar vardır, öylesine çekilen fotoğraflar vardır ve çarpmanın sertliğinden kirişleri kırılan kapılar vardır. En sonunda ise birbirine uzanamayan eller, birbirine değmeyen hayaller ve sonsuzluğa gömülen sırlar vardır. Gözyaşları sel olur, hayaller çürür, eller uzaklaşır, masadaki çaylar soğur ama mesafeler kısalmaz. Mesafelerin boyunu ölçmeye yeltenirsek, toprakta biten otları kullanabiliriz ya da dalından koparılmış renk renk çiçekleri. Sıradan bir topraktakiler değil ama, başında kocaman bir mermer olan topraklardan. Mezarlıktakilerden bahsediyorum! Mesafeler sadece yaşayanlar arasında olacak diye bir kural yok en nihayetinde. Bir uzaklığın mesafe olması için iki insana ihtiyaç vardır. Biri toprağa girdiğinde mesafe belki biraz kısalır ama toprağa gömülmez. Yaşanmışlıkları, sadece beraber dinlenen şarkıları, duyguları toprağa gömebilir misiniz? Mezarlıklar mesafelerin en tehlkelisidir. Artık mesafeler ne uzar ne kısalır, hep öyle kalır. Yaşayan kahrolur, ölen öldüğüyle kalır. Biri gerçek ceset diğeri kanlı canlı ceset olur. Devam edelim. Bence hiçbir sakıncası yok. Birbirimizin gözlerine bir daha hiç bakmayalım, ellerini hiç tutmayalım. Çayları soğumaya terk edelim. En kötü ne olabilir ki? Ölür müyüz? Zaten mesafeler varken çok da yaşadığımız söylenemez. İnsanlık son hız çürüyor. Bu çürüme her geçen gün artıyor ve durdurmak için yapabileceğimiz pek bir şey yok denemek dışında. Neyi mi? Mesafeleri aşmayı. Yol bitmez ama kısalabilir ya da bize öyle gelebilir. Denemekten ne çıkar ki? İşe bir çay söyleyerek başlayabiliriz. Ya da iki! Biraz kafamızı kaldıralm ve gözlerimiz birbirine değsin bir anlığına ve mesafeler bir hayal olup havaya karışsın. Sonra iki çay gelip masaya konsun, biri açık. Güneşin etrafında bir tur daha Ahmet Burak Çatlı Dün, üzerinde bulunduğum kaya parçası, daha büyük bir kaya parçasının etrafındaki 18. turunu tamamladı. Nereden aklıma geldiğini bilmediğim bu gerçekle birlikte haddim olmasa da insanın evrendeki yerini sorgulamaya başladım. Ünlü fizikçi Carl Sagan’ın dediği gibi, hepimiz, bütün insanlar, gelmiş veya gelecek, siz ve ben, hepimiz şu an üzerinde bulunduğumuz “soluk mavi nokta”nın üzerinde yaşıyoruz. Fakat bizim bütün dünyamız olan bu mavi gezegen, belki de evrenin ölçeğinde şu an varlığından haberiniz dahi olmayan odanızdaki milyonlarca toz parçacığından daha küçük bir yer kaplıyor. Bir yıl hayatımızda nispeten uzun bir zaman, ne var ki milyon ve milyar yılların kol gezdiği galaktik Dünya, dev bir evrensel arenada yer zaman skalasında, bu miktar, ufacık, minnacık alan çok küçük bir sahnedir. Bütün o kalıyor. Bizim bütün ömrümüz bir yıldızın küçüklük komutan ve imparatorların akıttıkları kısmının dişinin kovuğunu bile doldurmuyor. kan göllerini düşünün... Şan ve şöhret içerisinde, bu noktanın küçük bir Ne demeye çalışıyorsun? parçasında kısa bir süre için efendi Demem şu ki, evrende daha soğan cücüğü olabildiler. Bu noktanın bir köşesinde kadar bir yer kaplamıyorken; dünyaya gelmemiz yaşayanların, başka bir köşesinde küçük, kirli bir su parçacığı sebebiyleyken; yolda yaşayan ve kendilerinden zar zor ayırt yürürken pat diye düşüp ölebilecekken, bu ego, bu edilebilen diğerleri üzerinde kendini beğenmişlik, bu “Ben yaptım”cılık neden? uyguladıkları zulmü düşünün... Hayır, müthiş bir toplumsal analiz peşinde değilim, Anlaşmazlıkları ne kadar sık, sadece biraz öz-değerlendirme yapmaya birbirlerini öldürmeye ne kadar çalışıyorum. Size değil kendime sesli konuşuyorum istekliler, nefretleri ne kadar yoğun! yani, ama üzerinize alınmakta serbestsiniz. Bu -Carl Sagan dünya, şu ufak toz parçası, bu kötü duygulara, kötü davranışlara, insanları kırmaya değer mi? Bence değmez. Şu an tek bildiğimiz akıllı ve şuurlu canlı türü biz insanlar, yakın gelecekte de bunun değişmeyeceğini düşünürsek, önümüzde 60 yıl birbirimizin yüzüne bakacağız. Hani, yapmayın be hocam, kırmayın birbirinizi. Şunun şurasında 60 yıl bile küçük bir zaman, bir de düşünsenize Güneş’in size “Bi’ tur daha bin, sonra alacağım onu elinden” dediğini, son turunuzu attıktan sonra siz kalmayacaksınız dünyada, ama sadece bıraktıklarımız kalacak ve işte o önem vermediğimiz bıraktıklarımız bizden çok daha uzun süre yaşayacaklar. Gökbilimin alçakgönüllülük gerektirdiği söylenir, gerçekten de kendini beğenmişliğin akıldışılığını görüyor gökbilimciler herkesten önce. Akıl almaz bir kocamanlıkla karşı karşıya kalıyorlar, ve tabiri caizse hadlerini biliyorlar. Bir kez bir teleskoptan bakmak da yetti bana bu konuda galiba, karanlık gökyüzüne merceği çevirince gördüğüm Satürn bile beni ürpertti büyüklüğü karşısında. Hatta, yazar Douglas Adams, ünlü bilim-kurgu kitabı Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde de evrendeki çarptırılabilecek en büyük cezayı “Tam Gerçeklik Girdabı” adıyla tarif ediyor, öyle ki, mahkûm bir anda bütün evreni birebir ölçekte ve ardından kendini o evrenin içinde görüyor; öyle dehşetli bir tecrübe olarak tasvir ediliyor ki bu Adams’ın başyapıtında, ölümden daha ağır. Eğer bu resme dikkatlice bakarsanız, orada bir nokta göreceksiniz. O noktaya tekrar bakın. İşte o nokta burasıdır. Evimizdir. O nokta biziz. –Carl Sagan Resim: NASA/JPL Belki de o kocaman evrende kimse yok, bu da ihtimaller dahilinde. Fakat biz insanların o kocaman evrenden alabileceğimiz dersler çok fazla. Belki de bütün evren bize gönderilen bir “Ne ayaksın?” mesajı. Vermek istediğim mesaj biraz fazla evrensel oldu, biraz havada kaldı biliyorum; lâkin şu anki ruh hâlimde bütün düşünebildiklerim bunlar. Soluk mavi nokta aklıma geldikçe kendimi ufak bir Tam Gerçeklik Girdabı prototipinde gibi hissediyorum zira; ne ehemmiyetimiz var ki şu evrende? Bütün ederimiz şu küçük noktanın üzerinde işte. Bu yazı, bütün bu düşünceler, kendime aldığım bir yaşgünü hediyesi gibi, çünkü insan evrendeki küçüklüğünün ufak da olsa farkına varınca, yaşadığı her şeye daha farklı bakıyor ve bu “daha farklı bakma”nın doğru ucundan tutabilirsem inanıyorum ki daha iyi bir insan olabilirim. Az önce verdiğim örnekler gibi, dünya kötülük yapmaya değmez diyerekten hayatımı yaşamayı planlıyorum bu aralar. Bir de şu var, insan etrafında dönen olaylar üzerinde ne kadar az kontrolü olduğunun farkına varınca, artık başına gelenleri kabullenmekte, olaylara uyum sağlamakta da sıkıntı çekmiyor. “Başa gelen çekilir” diyerek yolunuza devam ediyorsunuz. Geçmişteki olayları çok daha fazla düşünmektense elimden geldiğince önümdekilere odaklanmaya çalışıyorum artık. Hani elimden geldiğimi yapayım da ben, sonra ne olursa olsun; büyük çerçevede belki pek bir şey değişmiyordur, ama önemli olan kafamın rahat olması en nihayetinde. Bir gökyüzüne bakmak gerçekten de ne kadar çok şey katıyor insana, biraz tevazu, biraz karakter, biraz da küçüklükten gelen bir rahatlık; artık ne çıkarırsanız. Bana göre, birbirimize, şu soluk mavi noktanın insanlarına biraz daha iyi davranmamız gerektiğinin altını çiziyor. Aynı kaya parçasının insanlarıyız nihayetinde. Kaynakça 1. Adams, Douglas. (2005). Otostopçunun Galaksi Rehberi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. 2. Sagan, Carl. (1994). Pale blue dot: A vision of the human future in space. New York: Random House. Lütfen Fotoğrafımı Beğenir Misin? Okulların başlamasıyla ders sırasında telefon kullanma günlerim de resmi olarak başladı. Dört aylık bir tatilin her anında elimde telefon olduğundan bu alışkanlığımı bir şekilde okul yaşamına da entegre etmem gerekiyordu. Eskiden boş zamanlarda kitap okuyanların, film izleyenlerin, müzik dinleyenlerin yerini şimdi avuç içi büyüklüğündeki ekrana hipnotize bir şekilde bakanlar aldı. Sosyal medya platformları hayatımın öyle büyük bir kısmını ele geçirdi ki herhangi bir bildirim gelmemesine rağmen her otuz saniyede bir telefonumu kontrol etmeyi kendime görev hâline getirdim. Günde en az bir fotoğraf paylaşıp gelen beğenileri hesaplamak ve aynı oranda diğer takip ettiğim kişilerin fotoğraflarını beğenmek de rutin aktivitelerimin başında geliyordu. Bu durumu başlarda oldukça normal karşılarken geçen hafta sonu izlediğim Black Mirror’ın 3üncü sezon ilk bölümü tüm düşüncelerimi tepetaklak etti. Gün geçtikçe daha da tehlikeli bir noktaya varan beğenme ve beğenilme arzusunu ilk defa bu kadar çarpıcı bir şekilde izledim. Daha önce hiç sevilmeyen bir insan gibi tanımadığım insanların bile ilgisine muhtaç olduğumu fark ettim. Bitmek bilmeyen bir açlık vardı içimde. Daha fazla izlenme, daha fazla görüntülenme... Ancak bu şekilde varolabilirmişim gibi hissediyordum. Tıpkı en sonunda sosyopat bir hâl alan ana karakter gibi. Oysa her şey bir tıkla var olup bir tıkla yok olabilecek kadar sahteydi. İzleyenler bilir Black Mirror serisi başlı başına bir insanların teknolojiye olan bağımlılığının eleştirisi. Üçüncü sezonun ilk bölümünde ise bir kadının sadece sosyal medya profili üzerinden beğenilmek için neleri göze alabileceği eleştiriliyor. Ne kadar da tanıdık bir hikâye değil mi? Ve durup bir düşününce kendimi tam olarak o kadının yerinde görüyorum. Sırf son dönemde oldukça popüler olduğu için eskiden asla okumayacağım yazarların kitaplarıyla ilgili paylaşımlar yapıyorum ya da iç dizaynı fotoğraf çekmeye çok müsait olduğundan evimin kilometrelerce uzağındaki bir kafede saatlerimi öldürüyorum. Tatile gittiğim, gece dışarı çıktığım, bir sürü arkadaşa sahip olduğum anlaşılsın diye kendimi şekilden şekle sokmaktan da asla rahatsız olmuyorum. Bu satırları yazdığıma göre yaşadıklarımdan ders almış gibi görünsem de içinde bulunduğum sanal gerçekliğin bir parçası olmak için bu yaşantıma eskisi gibi devam etmem şart. O sayede artıyor takipçiler, beğeniler ve yorumlar. Çünkü günümüzde sosyal platformlar insan içinde değer görmenin en önemli kriteri. Kendimi baz alıyorum bu çıkarımları yaparken. Örneğin; sosyal medya hesaplarında sahip olduğu takipçi sayısına göre insanları belirli kategorilere yerleştiriyorum. Paylaştığı fotoğrafların içeriğine göre karşımdaki insana dair bir kişilik analizi yapıyorum. Tüm bu bilgiler o insanlara dair nasıl davranmam gerektiğinin haritasını çıkartıyor önüme ve bu sayede kiminle arkadaş olup olamayacağıma karar veriyorum. Aynı zamanda imrendiğim, kıskandığım ve içten içe keşke onun yerinde ben olsam dediğim hesapları da takip ediyorum. İşte, asıl sorun da burada başlıyor. Gerçek olmayan dünyanın gerçek olmayan fenomen insanları beni de etkisi altına alıyor hem de hiç istemememe rağmen. Her gün gezen, alışveriş yapan, günlük sorunların hiçbirini kafasına takmayan, gülen ve eğlenen insanları gördükçe kendi hayatımın ne kadar da sıradan ve sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Tam da o anda başlıyor sosyal medyanın insanı sonu olmayan bir bataklığa çekme serüveni. Kendimi dur durak bilmeyen bir yarışın içindeymiş gibi hissediyorum ve diğer yarışmacılara ayak uydurmak için ben de elimdeki tüm kozları kullanmaya çalışıyorum. Sonuç ise ortada, bir beğeni daha alabilmek için gerçek hayatta yüzüme bile bakmayan insanların gönderilerini beğeniyorum. Emre Çakmak 21400261 Büşra Karabak Göçmen Yalnızlığı Yaşadığımız bu günler kuşkusuz sürekli karşılaştığımız, haberlerini duyduğumuz yoğun göçmen nüfusuyla anılacak ileride. Elbette ki bu zamanları önemli kılan pek çok olay yaşanmakta. Yaşanması muhtemel olayların tedirginliği de bizimle beraber. Benim için göçmen olgusu ayrı bir öneme sahip. Bunun en önemli nedeni kişisel olarak tecrübe edebilmem. Televizyon, gazete, sosyal medya gibi dolaylı aktarımların dışında tamamen kendi gündelik hayatımın bir parçası olarak fikir sahibi olabiliyorum. Metrolar, otobüs durakları gibi insan yoğunluğunun kaçınılmaz olarak yer aldığı her nokta onların varolma mücadeleleri için mutlak uğrak yerleri. Ancak tecrübe ettiğimi söylediğim göçmen olgusunu anlamakta bu karşılaşmalar ve kurulan iletişim hep eksik kalıyor. Odak genelde zorunlu ihtiyaçlarını karşılama çabasının dışına pek çıkmıyor. Bu ihtiyaçların önemi ve çoğunlukla çocuklarla beraber yürütülen bu çaba, benim şimdiye kadar yetişkin göçmenlerle ilgili düşüncelerimin de sınırlı kalmasına neden olmuştur. “Kırık Köşeli İlkbahar” kitabını okuduktan sonra göçmen yetişkinlerin hayatına bakışım biraz daha farklılaştı.(Benedetti, 2014) İnsan olmanın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının dışında anlamları olduğunu hatırladım. Kitabın “Sürgünler” bölümlerinde özellikle “yalnızlıktan ölen” bir gazeteciyle ilgili kısım bunda etkili oldu. Bunu unutturan ise muhtemelen sokaklarda görmeye alıştığımız göçmen çocukların talepkar bakışları ve onların ne zorluklarla (barınma yoksulluğu, açlık) baş etmek zorunda oldukları gerçeğiydi. Tabi ki birçok insan gibi çocukların sokaklardaki zorlu varoluş mücadeleleri benim de içimi sızlatıyor. Soğuk, yağmur, giyim kuşamları, ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamadıkları konusu sık sık endişenlendiriyor beni. Şunu da biliyorum ki bunlar çocuk ve yaşamsal zorunlulukları yerine getirildiğinde, mutlu olmak için çok fazla neden aramazlar. Aileleri yanlarında oldukça yeni hayatlarına tutunmakta zorluk çekmezler. Kitabın çocuk karakteri Beatriz’in yaşamında bunu görebiliyoruz. Ülkede bir darbe yaşanmış. Babasının da dahil olduğu pek çok kişi tutuklanmış, öldürülmüş ya da sürgün edilmiş. Tüm bu şartlar altında Beatriz’in, babasınının ceza evinden yazdığı mektupları, büyükbabasının sohbetleri, annesinin yoğun ilgisi, okulu, arkadaşarı sayesinde, mevcut durumun gerçekliğiyle yüzleşmesinin ve kötü etkilenmesinin engellendiğini görüyoruz. Buna karşın tüm yetişkinlerin çok ciddi sorunlar yaşadıkları, bunlarla baş edebilmek için büyük emek harcadıkları görülüyor. Yetişkin göçmenler için de aynı zor durum geçerli. Türlü nedenlerle, doğup büyüdükleri, bir yaşam biriktirip umutlandıkları hayatı bırakıp, kaçınılmaz şekilde “öteki” olacakları yeni bir yaşama dahil oluyorlar. Bu öteki olarak varoluş, kaçınılmaz bir yalnızlık dayatacak onlara. Bu yalnızlık günlük hayatın olağanlığının dışında çok daha sert ve aşılması zor bir yalnızlık olacak. Günlük hayatımızın sıradanlığında zaman zaman içine düştüğümüz – ki bazen çok şiddetli yaşanabilir- aşılması genellikle zamana ve değiştirilmesi görece basit şartlara bağlı olan bir durum değil. Yalnızlığın güvensizlik ve güvencesizlikle olan ilişkisi, birbirini üretmeleri, fiziksel ve psikolojik koşullarca beslenmeleridir. Kendi hayatımdan, çok basit, yaşamsal olmayan –onlarla karşılaştırdığımda şımarıkça- örnekler yetişkin göçmenlerin tüm fiziksel zorlukların yanında, çok üstünde durulmayan psikolojik sorunları aklıma geliyor. Kendi evimde bir oda değişikliği bile tüm düzenimi bozabilir. Odaya ait sesler, düşen ışıkların yeri, zamanı; tüm bunların eksikliğini duyarım. Yeni odamda bunları ararım ve bunlara alışmam zaman alır. Yeni sesler, yeni ışıklar, yeni bir koku… Fakat sesini, ışığını terk etmek zorunda kalmış bu insanlar, kişisel tarihlerini, coğrafyalarını, biriktirilmiş bir hayatı geride bırakmışlar. Yalnızlıklarını düşünmek bile korkutuyor beni. Burada da yankılanıyor sesleri, ışık burada da aydınlatıyor gökyüzünü. Kendi rüzgarlarının taşıdığı, kendi çölünde toza bulanıp nehirlerinde yıkanmış ışık değil ama. Yankıya şekil veren coğrafya aynı değil. Cevheri burada dövülmemiştir ışığın ve sesin. Mümkün olsa bile bir gün dönmeleri, onları bekleyen kentler, sokaklar aynı olmayacak. Tüm yaşanmışlığıyla harabeye dönmüş bir ülke ve o harabenin altında kalmış milyonlarca insanın yaşama dair umutları. Bunun yarattığı yalnızlığı kavrayabildiğimi sanmıyorum. Bu durum insanlarda aşılması güç bir yalnızlığa neden oluyor. Kendilerini tarihsel ve sosyolojik olarak bir parçası olmadıkları kurumlarla, gelenekle, dille karşı karşıya bulunuyorlar. Güvensizlik ve güvencesizlik hayati bir hal alıyor. Kurumlar karşısında, özellikle de devlet karşısında buralı insanların bile sürekli dumura uğradıkları düşünüldüğünde göçmenlerin bu anlamda ilişkilerini yürütmelerinin zorluğu aşikar. Bu insanlar tüm bunlarla nasıl baş ediyorlar ya da edebiliyorlar mı? Giyim kuşam, yemek, barınak sağlayan kurumlar psikolojik destek veriyor mu? Bu destek, çok önemli bir sorun olarak gelecekte bizi bekleyen toplumsal arazların en azından bir kısmının önüne geçilmesini sağlayacaktır. Kuşku yok ki artık beraber paylaşacağız bu ülkeyi ve gelecek bir nesli bu insanlar yetiştirecekler. Dolayısıyla onların yalnızlık, güvensizlik ve güvensizlik hislerinden mümkün olduğunca uzaklaştırılıp bu ülkenin bir parçası olduklarına yapıp ettiklerimizle inandırıp her alanda adaptasyonlarını mümkün olan en iyi biçimde gerçekleştirmeliyiz. Aksi takdide; yalnızlık hissi elbette pek çoğunun ölümüne neden olamayacak. Ama kurumsal olarak üzerine gidilmezse belli başlı sorunları işleyen yaralar halinde yaşamları boyunca taşımalarına daha kötüsü kendilerinden sonraki kuşaklara aktırmalarına neden olacak. Kaynakça Benedetti, Mario. Kırık Köşeli İlkbahar. Çev., Filiz Öztürk. İstanbul: Ayrıntı Yayınları: 2014 Aram Yunus Geboloğlu 21202341 Türkçe102-1 Başak Berna Cordan SAĞIR SESSİZLİK Georges Perec dünyada çok fazla tanınan bir yazar değil fakat Uyuyan Adam romanını okumak, üzerimde çok derin etkilere sebep oldu. Romanı bir bardak su gibi tek dikişte bitirdim. Ne kadar yüzeysel görünürse görünsün, aslında nihilizm, travmatik sebeplere sahip, çok derinlere inen güçlü bir duygudur. Ben de kendi içimde yaşadığım bazı nihilist deneyimlerimi aktarmaya çalışacağım ve bunu yaparken insanlık tarihinin ne kadar yaralı olduğunu aklımdan çıkarmayacağım. Georges Perec, ailesindeki insanları toplama kamplarında kaybetmiş ve soykırımın birinci el tanıklarından birisi olarak hep aklımda kalacak. İnsanların boşluğa düştüğü anlar, aslında etraflarındaki her şeyi algıladıkları fakat kayıtsız kaldıkları, katatonik zamanlardır. Oblomov’u bilirsiniz. Ama onun aptal ve uyuşuk bir adam olduğu hakkında kolay kolay kimseyle hemfikir olamazsınız. Tanrısal bir boyut gibidir boşluk ama kendinize bir tanrı gibi müdahale edemezsiniz. Bizleri bu pasif duruma düşüren sebepler sinir sistemimizi felç eder. Artık damarlarımızda akan kanı bile duyar hâle geliriz fakat kalkacak mecalimiz bile yoktur. Dünya döner, saatler geçer. İlk anımız ile son anımız arasındaki hiçbir farkı gözetmeyiz. Sıradanlığın ve basitliğin tadına vararak mesut ederiz kendimizi ya da bunun ısdırabıyla yavaş yavaş eririz. Hüzün, yerini sadece nefes almaya bırakır. Var olmayan bir mezarlıkta var olan tek ölüyüzdür. Varoluşsal değerimiz, cürmümüz ve kütlemiz artık yoktur. Peki, neden hâlâ nefes alıyoruz? Yavaş yavaş ölmenin getirdiği o varoluşsal his hâlâ damarlarımızda gezdiği için. Yaşadığım bazı hayat deneyimlerinin altında ezildiğim anlar oldu. Yıkıldığımı biliyordum. Sahip olduğum en güzel duyguların, bir yanılsama olduğunu anladığımda, beni yaşama bağlayan sevgi ve güven duygularının ellerimden kayıp gittiğini hissettim. Bu kimi zaman saatli bir bombayı beklemek gibi ve kimi zamanda infilakın tam ortasında kalmak gibi oldu. Sanırım ikincisi daha tercihe şayan. Bomba patladığında ne olduğu artık biliyordum. Yaralandığımı, yerde kaldığımı ve belki de parçalandığımı hissediyordum. Ama o saatli bomba, o bin bir türlü anksiyete, sanki beni her an bir gökdelenin çatısından aşağıya itiyordu. Her saniyemi yere çakılmayı bekleyerek geçirdim. Çürümüş bir et yemeye benzer bu hissiyat fakat onu tükürme şansınız yoktur. Midemin onu hazmetmesini beklemekten başka çarem yoktu. Hâlâ da geçmişimi sindirebildiğimden emin değilim. Zamanın gücüne güvenemiyordum, çok soyut bir kavram gibi geliyordu bana. Ama beklemekten başka çarem yoktu. Büyümekten, olgunlaşmaktan başka çarem yoktu. Ya yenilip pes edecek ve bana güvenen az sayıda insanı hayal kırıklığına uğratacaktım ya da ayakta kalıp onların arasına katılacaktım. Ne yaşandığının bir önemi yoktu. Kimse bununla ilgilenmez. Yaşananlar görecelidir ve ben de tıpkı herkes gibi kendi göreceliğimle savaştım. Mücadelem dış dünyayla değildi. Kendi yaralarıma dikiş atmak, bunu erken fark etmem ile başladı. Yapabileceğim tek şey, insan iradesinin kudretini öğrenmekti. Benim yaşadıklarımın şimdi abartılacak bir yanı yok. Ama kalbimin göğüs kafesinden söküldüğü anları hâlâ hatırlıyorum. O zamanlar çocuktum. Benim yaşadığım endişenin çok daha fazlasını yaşayan insanların var olduğunu bilmek bana her zaman güç ve motivasyon vermiştir. Ama en büyük kazanımım, hayata karşı mütevaziliğim oldu. Yanlış anlaşılmasın, bunun anlamı korkaklık veya kadercilik değil, hayata ve hayatın getirilerine saygı duymaktır. GEBOLOĞLU 2 Sebebi her ne olursa olsun, acılara dayanamayarak ölmek bir kurtuluş yoludur. Ama zorlukları yenmenin getirdiği o özgüven ile karşılaştırılamayacak kadar basittir ölüm. Yaşlılara saygım bundandır. O kırışık yüzlerin ardında kim bilir neler saklı. Sorunların büyük ya da küçük olması hiçbir şey ifade etmez. Her sorun, öznenin kişiliği ve yorumlaması ile orantılıdır. Reklamın iyisi kötüsü olmaz derler ya, işte bu kadar saçma ama bir o kadar da gerçektir sorunlar. Enine boyuna düşündüğümüz zaman, sorunların aslında oldukça ironik olduğunu görürüz. Derler ya şimdi düşündüğümde gülüp geçiyorum diye, bu durum hayatın ironik olmasından dolayı değil de nedir? Bir iplik yumağının içinde yaşıyoruz. En sıkı düğümlerin bile boşlukları vardır ve biz o boşluklarda sıkıştığımız zaman, gerisi hep sağır sessizliktir. İçimizdeki ses çevremizdeki bütün fiziksel uyaranları bastırır. Nasıl o boşluklardan çıkıp da düğüme dâhil olduğumuzu hatırlamayız bile. Geriye dönüp baktığımızda o boşluklar sayılamayacak kadar çoktur. Buna neden gülümsediğimizi anlamış değilim. Belki de bu tavrımız, bir sonraki boşluğun nasıl olacağını bilmediğimizdendir. Boşlukta kalan da oradan çıkan da bizsek, buna gülüyor olmamız da ironik değil midir? Perec, Georges. Uyuyan Adam. 1967. İstanbul: Metis Yayınları. 2013 Pırıl Eskitaşçıoğlu SONSUZ İSTEKLERİMİZ Ne çok şey ister insan hayat boyu... Büyümek ister, büyüdüğünde ise küçülmek. Gezmek, görmek ister. Tanımak, sevmek ve bir o kadar da sevilmek ister. Tüm bu istekler içinde bazen kaybolup gider bazense durup düşünür kafasını yastığa koyduğunda, “Gerçekleşmesi ya da bir gün bitmesi çok mu zor tüm bu isteklerimin yoksa bir sonu var mı?” diye. Oysaki istemek, arzulamak insanın doğasında var ve bazen başarısızlık korkusuyla basitleştirilmeye çalışılsa da bir kere arzulanan şey ömrünün sonuna kadar aklına tutunup kalıyor insanın. Biliyorum ki hayatta emin olunacak çok az şey var. Her cevaba, her işe yaklaşırken biraz olsun şüphe duymalı insan. Ancak zar zor da olsa eminim dediğim bir şey var bu hayatta; insan çoğu zaman bir istekte bulunurken gerçekçi ve mantıklı olmayı başaramıyor. Bana göre olmamalı da. En basitinden, hepimize küçükken doğrultulmuş olan “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusunun cevabını değerlendirelim kendi kafamızda. Hangimiz sabah dokuz, akşam beş mesaisinde çalışan bir devlet memur olmayı istedik. Hangimiz kısıtladık hayallerimizi. Astronot olmak isterken aklımızın ucundan geçti mi, “İyi hoş da nasıl olacak bu iş?” diye. Şimdi geriye baktığınızda “çocukluk işte” dediğiniz her şey aslında hayatın şartlarını reddederek kokusuzca dile getirdiğimiz gerçek istekleriniz. Çünkü çocukken her şey mümkündü. Kendinizi, yapabileceklerinizi ve arzularınızı küçümsemenize gerek yoktu. Başarısızlıkla henüz tanışmamış olduğunuzdan ondan korkmuyordunuz da. Gerçekleşmesi uzakta olan her şeyi istemek oldukça kolaydı. Sonra biri geldi ve size “Yapamazsın.” dedi ve siz bir astronot olup Ay’a çıkmak yerine Adliye’de dava dosyalarıyla boğuşan bir avukat oluverdiniz. Çünkü şartlar bunu gerektirdi. Sonra istekleriniz yaşadıklarınıza göre şekillenmeye başladı belki de. Hayatın bu gibi tadsız yanlarını görünce insan isteklerine layık olmadığını hisseder çoğu zaman. Sonra da “Olmayacak duaya amin dedim ben.” diye suçlar kendini. Böylelikle iyice basitleştirir isteklerini. Gözünü yukarılardan alıkoyup olabildiğince yakına, alçağa indirir. “Mantıklı kararlar” almaya başlar. Peki, şu bizi her hayal kırıklığından koruyacağına inandığımız mantığımız isteklerimize gerçekten de söz geçirebilir mi? Süreyya Berfe’nin Her Gölge Titrer kitabında geçen “Mutlu” şiirinde de dediği gibi “Yan yana dizilmiş zaman parçalarını, bitmeyen tükenmeyen isteklerimizle ufalıyoruz” (Berfe, 2015, 11). Bu bitmeyen tükenmeyen isteklerin gerçekleşmesi zorlaşınca da vazgeçmiş gibi yapıyoruz çoğu zaman. Böyle durumlara halk arasında “Yapamadım, içimde kaldı.” denildiğini duydum. Bu deyim, mantığımız tarafından susturulsa bile bir yerlerde başımızın etini yemeye devam ediyor ve kimi zaman bu isteklere olan hırsımız ulaşamadıkça her gün biraz daha artıyor. Çünkü kim ne derse desin doyumsuzluk ve bencillik insanın doğasında var. Bu, her ne kadar olumsuz bir durum gibi görünse ya da gösterilse de hayatımızı devam ettirmemiz için bir zorunluluk aslında. Yaşamınız boyunca pedal çevirmenizi sağlayan şey istekleriniz, hırslarınız ve amaçlarınıza ulaşmak için harcadığınız çabalarınız. İstediğiniz yere ulaştığınızda ise şunu anlayacaksınız, sizi canlı tutan ulaşmak değil, ulaşamamak aslında. Bu nedenle hayatın özellikle de içinde bulunduğum üniversite yıllarının bir son durağı yok ve olmamalı. Çünkü dışarıdan doyumsuzluk olarak yargılanan bitmek bilmeyen isteklerimiz aslında bizleri ayakta tutuyor. İsteklerimiz başarısızlık korkusunu bir kenara attığımızda hedeflere dönüşüyor ve bu hedefler yürüdüğümüz yolda savrulmamızı engelliyor. Zamanı unufak etsek de isteklerimizle, çoğu zaman düşüncesi kendisinden daha güzel olan arzular insanın hayatına heyecan katar. “Yeterli görmek.” mütevazilik ve mutluluk gibi görünse de bu tutum bir süre sonra sizi monotonluğa itecektir. Bu nedenle istemek ve bu istekler karşısında takındığımız hırs, dozu ayarlandığı takdirde doyumsuzluktan çok yaşama sevincine dönüşür. OSMAN AKGÜN HATALARIN DEĞERİ Hayatımızda her zaman yol ayrımlarıyla karşı karşıya kalırız. Bazen çıkmaz yola gireriz kendi ayaklarımızla bazen aydınlık bir yola çıkar yürüyüşümüz. Çoktan seçmeli sorularla dolu bir sınav kâğıdı gibidir hayat. Ancak bu sınavda bir şeyi kullanmak yasak: silgi. Doğru ya da yanlış bir şekilde seçimimizi yapar ve o şekilde devam ederiz. Peki, bir süreliğine Mehmet Eroğlu’nun Belleğin Kış Uykusu kitabında yaşasaydık yani bize yaptığımız hatalardan dönebilme fırsatı verilseydi ne olurdu? Kimsenin hatalarından dolayı acı çekmediği bir dünya mı olurdu yoksa mutluluğun, doğrunun kıymetini bilmeyen insanlar mı olurduk? Yaptığımız hatalar sayesinde doğruya bir adım daha yaklaşırız. Çektiğimiz acılar, yaşadığımız üzüntülü anlar bize yaşamanın kıymetini öğretir. Tabii ki de bu yazdıklarımı o anı yaşarken düşünmemiz imkânsız. Kendimden örnek verecek olursam özellikle hata yaptığım anda kendime çok kızar ve bir gün öncesine dönüp bu hatadan geri dönmek isterim. Ancak birkaç gün sonrasında anlarım ki bu yaptığım hata bana çok şey öğretmiştir. Muhtemelen benim yaşadıklarımı herkes ömründe birçok kez yaşar. Böyle bir durumda bize geri dönme imkânı verildiğini düşünelim tıpkı Mehmet Eroğlu’nun Belleğin Kış Uykusu kitabındaki gibi. Hatayı yapıyoruz daha sonra geri dönüp o hatayı yapmadan doğru yoldan ilerliyoruz. Her şey çok güzel görünüyor değil mi buraya kadar? Peki, sadece doğru yola gitmek bize ne kazandırır? Hiçbir tecrübe kazanmadan, acı çekmeden doğru yolda yürümek ne kadar haz verir bize? Aslında yaşamdan haz almamızın temel nedeni yaptığımız hatalardır. Onların sayesinde mutluluğun, gülmenin kıymetini biliriz. Onların sayesinde tıpkı yer altındaki elmas gibi işlenip değerli bir hâle geliriz. Bizi biz yapan temel şey yaptığımız hatalardır. Bu hatalardan geri dönülemeyeceğini bilmemiz bizim adımlarımızı daha dikkatli atmamızı sağlar. Bazen öyle bir hata yapar, öyle bir düşeriz ki her tarafımız yara bere içinde kalır. Bazense yaptığımız hatalar çevremizdekilere çok büyük zararlar verir. Bizim kişiliğimizi oluşturan bu yaptığımız hatalar ve bu hatalardan çıkardığımız derslerdir. Hatalardan geri dönebilmek demek bu hatalardan hiçbir ders çıkarmaya ihtiyaç olmaması demektir. Bu durumda hiç üzülmeyen insanlar yani hep mutlu bireyler olacağımızı düşünebilirsiniz. Peki, böyle bir durumda gerçekten birey olabilir miydik? Bizi diğerlerinden ayıran şey ne olurdu? Ben kendi cevabımı vereyim, herkesin suratına aynı maskeyi takıp dolaştığı ve bunun farkına bile varmadığımız bir dünya olurdu. Böyle yaşamayı, Belleğin Kış Uykusu kitabındaki Bay M gibi, kimsenin isteyeceğini düşünmüyorum. Çünkü hiçbir hatası dolayısıyla hiçbir anısı olmayan insanlar olmak bizi biz yapan değerlerin olmaması anlamına geliyor. Anıları olmayan bir insanın da kökleri koparılmış, kesilmiş bir ağaçtan da farkı yoktur. Hepimiz bu köklerimizden(anılarımızdan) beslenir, yaşadığımız acıları hatırlayıp mutlu olduğumuz her anın tadına varıp hayattan zevk alırız. Hafızamızın hiçbir zaman uyumaması bazen bizi üzer çünkü bize acılarımızı, hatalarımızı hatırlatır. Ancak insan olmanın temel özelliği de budur. Hepimizin birer değerli bireyler olması hafızamız sayesindedir. Yaşadığımızı anlamamız yine belleğimizin yardımıyla olur. Önemli olan bellekle kavga etmeye çalışmayıp hatırlattığı şeyler için ona teşekkür etmek ve bundan en iyi şekilde yararlanmak. Çünkü eminim ki eğer Belleğin Kış Uykusu kitabındaki Bay M gibi yaşasaydık, maskelerin altına mahkûm olmuş ve hiçbir değeri, anısı olmayan sadece yaşamak için yaşayan birer insanımsı varlıklar olurduk. Bu durumdaki en ürkütücü durumda şu olurdu ki böyle yaşadığımızın farkına varamazdık. Bu yüzden yaşadığımız her anın kıymetini bilmemizi sağlayan ve en iyi öğretmenlerimiz olan hatalarımızın değerini bilelim ve onlardan kaçmaya çalışalım. Kitabın Adı : Daha Yazar : Hakan Günday Hazırlayan : Burak Erdem Varol 21202534 - CS Daha Ne Kadar Can Verilecek! Son dönemde yaşananları bilmeyenimiz yoktur. Ne canlar veriliyor, bir hiç uğruna binlerce masum insan hayatı kaybediliyor. Koca bir boşluk içerisinde kör ve acımasız insanların hırsları yüzünden acımasızca katlediliyorlar ya da katledilmeye, vatanlarından sürülmeye mahkum ediliyorlar. Suriye ve daha onun gibi bilmem kaç ülkede bu durum yaşanıyor ve yaşanmaya devam edeceğe de benziyor. İnsanlar evlerinden yurtlarından kaçmak zorunda bırakılıyor. Bu durumun ne kadar acımasız ve duygusuzca olduğunun da bir önemi olmuyor. Zaten insan mısın o bile tartışılır o karışıklık içerisinde yaşarken ya da yaşamaya çalışırken diyelim. Dünyanın en büyük problemi ne su ne yiyecek sıkıntısı, dünyanın en büyük problemi insanların yaşamlarına verilen değerin sıfırlanmış olması ya da sıfırlanıyor olması. Bu değerin kaybolmaya başladığı ülkelerde yaşanan göç dalgaları dünya tarihinde yerini almaya devamediyor. Acaba kaçımız düşündük bu insanlar neden vatanlarını topraklarını terk edip bizim ülkemize geliyorlar diye, neden ve niçinlerini kaçımız masaya yatırıyoruz ya da yatıracağız. Bunların cevabını vermek gerçekten zor ama şunun cevabını verebilirim, bu insanların vatanlarından ayrılmalarının sebebi açlık ya da sefalet değil, başka güçlerin ülkelerinde oynadıkları küçük savaş oyunlarının birer piyonu olmak istememeleri ve kardeşin kardeşi vurmasına kayıtsız kalmamalarıdır. Haberlerde her gün rastladığımız klasik olmuş haberlerden biri mülteci problemidir. Nedenher gün güzel yapılan şeylere değil de mülteci haberlerine ya da bir yerden bir yere kaçak geçmeye çalışan göçmenlerin dramına rastlıyoruz. Nedenini açıklamak bazı makamlar açısından zor olsa da insanlığını kaybetmemiş bir insanın açıklaması bence çok daha kolay oluyor. Gelin hatta bunun nedenini ben sizlere açıklayayım. Devlet dediğimiz varlık halkı ne kadar güçlü ve kararlı ise o kadar ayakta durmaya yatkın bir sosyal kurumdur. Göç veren ülkeler açısından baktığınızda, halkın eğitim politikalarıyla değil de savaş politikalarıyla yönetilmeye çalışıldığını çok rahat anlarsınız. Bunun nedeni dış mihrakların güçlü bir devlet görmek istememeleri ve kolay yönetimi olan ama halkın anlamlandıramadığı şekilde zor görülen, arkasında oyun çevirmesi kolay fakat oyunları ortaya çıkarması zor olan tablolar oluşturmak. Olayı daha basite indirgemek ve anlamanızı kolaylaştırmak açısında şu günlerden bir örnek vermek daha sağlıklı olacaktır. Bu örneğin girişinde devlet gelişmesinde tabi ki de yerli halk yer alıyor. Yerli halkın buradaki rolü yıllarca devletin adına çalışıp, devleti zengin etmek. Hiçbir temel ihtiyacını karşılayamaz duruma geldiğinde ise olanları kabullenip sefil hayatına devam etmek. Devlet nedir peki, olanı biteni bir düzenin parçasıymış gibi lanse ederek, halkın olan biteni sorgulamasını engelleyip, tüm yayın organlarından halkı uyutmaya çalışan kurumdur. Suriye işte yukarıda anlattığım tablonun yaşandığı yerdir. İnsanların yıllarca çalışıp öz vatanlarından kovulmalarının tarihidir. Başka ülkelere gitmeye çalışırken ölmek ya da mülteci kamplarından kalmanın hazin tarihidir. Daha 2 hafta olmadı gazetede çıkan bir haber yüreğimi burktu daha beş yaşında bile olmayan bir çocuğun cansız bedeni sahile vurdu. Bunun sebebi neydi insanların kaçak olmaları değil kaçırılmış olmalarıydı, vatanlarından kovulmuş olmalarıydı. Onlar seçmediler bu hayatı, onlar kaçak diye tabir edilip ardından saçma sapan yöntemlerle bir yerden bir yere geçmeye çalışırken hayatlarını kaybetmeyi istemediler. Aralarından şanslı olarak atfettiklerimiz, ne kadar şanslılar Allah bilir, kaçakçıların botlarına ödedikleri fahiş ücretlerin karşılığında sefalet içerisinde yolculuk etmeyi ya da yolculuk sırasında ölmeyi haketmediler. Şu zamanlarda insan kaçakçılığının hat safhalarda olduğu ülkemizde insanların bu işi Allah rızası için değil de para ve hırs uğruna yapmaları ve insan hayatları ile kumar oynamaları ne kadar güzel bir dünyada ve ülkede yaşadığımızı sanırım çok güzel açıklıyordur. İnsan hayatları ile kumar oynamak bu kadar kolay olmamalı. Bizlerinde hayatları denize düşüp yılana sarılan insanların dramlarıyla uyanmak olmamalı, onları da düşünmek ve onlara da kucak açmak olmalıdır. Onları dışlamak ya da ellerinde kalan son şeylerini de alıp hayal tacirliği yapmak olmamalıdır. Bir lastik botta ya da kapalı kutular içerisinde onları taşımak, kendi pislikleri içerisinde boğulmalarına izin vermek ya da insan kaçakçılarının kirli elleriyle ticaret parçası olmalarını izlemek olmamalı bizlerin tutumu, bu durum karşısında haykırmak ve sesimizi dünya üzerinde yaşayan tüm insanlara duyurmak insanlığın kitabının yeniden yazılmasını sağlamak olmalıdır. Belki benim bu yazıyı yazdığım sırada bir mülteci azgın dalgalarla boğuşuyor ya da bir insan kaçakçısıyla amansız bir yolculuğun pazarlığını yapıyor. Ne kadar söylemek içimden gelmese de bir deniz dibinde ya da gemi deposunda, belki de kimsenin bilemeyeceği bir yerlerde o henüz hayata gözlerini yumdu ve bizlere cennetten gülümsemek için ruhu arşa yükseliyor olacak. Merçe Kaan Olcay 21602289 KALP KANATAN AŞK Aşk acıtır derler ama sizce bu kadar acıtmalı mıdır? Karşımızdaki hayatımız boyunca aradığımız her şey olduktan sonra bile, bize yaptıkları onların aşkına değer mi? “Aşkta ve savaşta her şey eşittir” her ilişkide geçerli olabilir mi? Bir kalp seven tarafından kırıldıktan sonra, sanki bir yabancı kırmışçasına tamir edilebilir mi? İnsan sevdiğinin üstüne en çok düşer derler ve bu doğrudur. Hepimiz en çok sevdiğimiz kişilerin; eşyaların daha çok üstüne düşer, onları daha çok koruruz. Koruma içgüdüsü bir ilişkinin neresine kadar mantıklı olabilir ama? Nereden sonrası işkence, nereden sonrası “korumadır”? Zarar veren kişinin açıklaması çok basittir: “Onu sevdiğim için yaptım.”. Hâlbuki seven biricik sevdiceğine onlar tarafından bir zarar gelmesine izin verir mi? Gözlerinin önünde sevgilisi yaşlar içindeyken, durması için yalvarırken içlerinde olan zarar vermenin hazzı mıdır, yoksa zihinlerinin gerisine attıkları “aşk” mıdır? Her an sevgililerinin onları bırakacaklarından, aldatacaklarından korkarlar; çünkü aşırı derecede paranoyaları vardır. Korumacı tavırlarının ardında aşkını her şeyden uzak tutmak, izole etmek pahasına korumak vardır. Sevgililerinin her saniyesi, her anları mutlaka onlarla olmalıdır, yoksa onlara zarar geleceğini söylerler şiddet yanlısı âşıklar. Onlarsız her saniye bir endişedir, her türlü tehlike ve risk olsa dahi sevgililerini her zaman görmek isterler. http://www.canbilgi.com/ask-sozleri-ask-mesajlari-sevgiliye-guzel-sozler.html Öte yandan bu şiddete maruz kalanlar, sessiz kalırlar. Hayatlarındaki tek soru “Yine neyi yanlış yaptım?”dır. Hâlbuki aslında bilmezler ki ne yaparlarsa yapsınlar karşı taraf için bu asla yeterli olmayacaktır. Sessiz kalırlar; çünkü bilirler ki eğer birilerine açıklamaya kalkarlarsa ya onlara kimse inanmayacak, ya da sevgilileri onlara daha çok zarar verecektir. Ne zaman “dur” deseler susturulurlar, çünkü bunu “hak edecek” bir şeyler yapmışlardır. Ne zaman kaçmak isteseler diğer yarıları onu bulur, hayatınızı sizin kadar iyi bilen birinden nasıl kaçabilirsiniz zaten? En başta bu olayların ilişkinin bir parçası olduğunu düşünürler, sadece “sevgilerinin” bir parçası olduğunu, “endişelendiklerini” düşünürler. Çevresindekiler ne derse desinler onlara inanmak istemezler. Sevenler birbirlerini incitmek istemezler, değil mi? Ancak her ilişkide bir dönüm noktası olur, bu noktada her şeyin ne kadar yanlış olduğunu görür şiddet gören kişi. Ne kadar yanlış, ne kadar can yakıcı, ne kadar gerçek… Kaçmak isterler ama çok geçtir. Kapıları şiddet kapatır, elleri de ağzını. Kollarını tutar “Benimsin!” diye bağırır, ama kalp biri için atmadıktan sonra, o kalp birine ait olabilir mi? Bu umutsuz kara delikten çıkabilmenin tek yolu her ne kadar korkutucu gelse de birine anlatmaktır. Ses ne kadar yüksek olursa o kadar korkutucu, kaçırıcı olur. Bu yüzden birlik olmak için, yardım bulmak için başkaları ararız. Bize yol gösterecek, problemleri atlatmamızı sağlayacak insanlar bulmaya çalışırız çünkü başkasının ses olmasına izin vermek her zaman yardım eder. Aşk can yakar, kördür ve en yoğun duygudur. Ama yine de bunları uçlarda yaşamak, büyük bir hatadır. Her ne kadar iki âşık her zaman birbirinin yanında olması gerekse de, aynı zamanda ayrı olacakları zamanları ve anları da bilmelidirler. Aşk bir güldür, ama dikenleri biri size batırıyorsa bu güzel bir aşk değildir. Bir ilişki eğer size onun sevgisini sorgulatıyorsa veya ondan endişe duymanızı sağlıyorsa, onu kesinlikle bırakmalısınızdır; çok geç olmadan önce. Ne de olursa her can yakan çiçek güzel kokmaz ama her aşk denemeye değerdir. Kaynakça OATES, Joyce C; SUNAR, E. İlk Aşk. Alakarga, 2015 Ali Eren Sürmeli YAZILI OLMAYAN KURALLARIN DİL İLE İLİŞKİSİ Biz mi koyuyoruz kuralları bu dünyada? Yoksa dünyanın baştan beri kuralları var mıydı? Bu sorular geldi aklıma Murat Özyaşar'ın Sarı Kahkaha adlı kitabını okuyunca. Hatta tam olarak ''Yan'' isimli öyküsündeki bir ayrıntı sebep oldu düşünmeme. ''Bir çay, bir çay, bir çay'' diyerek içtiği üç çayın her birinin parasını ayrı ayrı veren Kerim adlı karakterden bahsediyor Özyaşar. ''Oysa hesaba kalkan herkes toptan söylüyor ne içtiğini; üç melengiç, dört kahve, yedi çay... Bunu böyle demeyi ne zaman öğrendik, ilk kim kurdu bu toptan cümleyi. Başka bir aklı var Kerim'in, oldukça eski, sakatlanmamış daha. Dünyanın erken vaktinden gönderilmiş''(5). Böyle bir insanla karşılaştığımızı düşünelim. İlk izlenimimiz ''Bu adam deli herhâlde!'' olur büyük ihtimalle. Neden ''Üç çay'' demediğini düşünürüz. Ancak asıl düşünmemiz gereken şey şu: Biz neden ''Üç çay'' diyoruz? Kime göre doğru? Hepimizin bildiği ve uyguladığı birtakım yazılı olmayan kurallar var. Bu kurallar birçok kişinin düşünmeden, sadece alışık olduğu için uyduğu kurallar. Peki bu kurallar bir zamanlar birilerinin koyduğu kurallar mı, yoksa kendi kendiliğine oluşan kurallar mı? Mesela Kerim'in yaptığı gibi üç çayı tek tek ödemek neden mantıksız? Bu kurallar tamamen çoğunluk o şekilde yaptığı için mantıklı geliyor bize. Yeni doğan bir çocuğa bu kurallar öğretilmezse, bu kuralları uygulayacağını düşünmüyorum. Çünkü doğal olarak oluşmayan, tamamen toplumsal düzende sırıtmamak için uyguladığımız kurallar bunlar. Doğru veya yanlış olduğunu söylemiyorum, sadece topluma uyum sağlamak için yaptığımız şeylerden biri olduğunu söylüyorum. Yeni doğan bir çocuğun o toplumun dilini bilmemesi gibi, bu gibi kuralları da bilemez. Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir araçtır. Ancak hiçbir insan bir dil bilerek ile doğmaz. Dili, konuşmayı sonradan öğrenir. Bu yazılı olmayan kurallar da aynı şekilde sonradan öğrenilir. O sebepten bu kuralları uygulamayan birini, mesela Kerim'i, deli statüsüne koymak çok mantıklı değil. Özyaşar'ın dediği gibi ''Başka bir aklı var Kerim'in, oldukça eski, sakatlanmamış daha. Dünyanın erken vaktinden gönderilmiş''. Ancak başka bir konuya değinmek istiyorum. Bu kurallar toplumun iyiliği için mevcut. Dil olmadan anlaşamayacağımız gibi, bu kurallar olmadan toplum hâlinde yaşamamız da mümkün değildir. Her ne kadar doğal olarak oluşmasalar da bu kurallar toplum hâlinde yaşayabilmemiz için varlar. Tiyatro veya sinemada bilet için insanların kuyruğa girmediğini düşünelim. O gişede bir kargaşa, bir kaos oluşur. Toplumsal kurallar işte tam da bu sebepten dolayı, kargaşayı ve kaosu önlemek için mevcut. Toplumsal yaşamın işleyişini kolaylaştıran yazılı olmayan birçok kural mevcut. Bu kurallar her ne kadar hayatın en başından beri var olmasalar da, var olmalarının sebebi hayatı kolaylaştırmak. ''Bir çay, bir çay, bir çay'' demek yerine ''Üç çay'' demek, zorunda olmadığımız ancak hayatımızı kolaylaştırmak için kullandığımız bir söz. Nasıl dil hayatımızı kolaylaştırmak için, iletişim kurabilmek için, toplum hâlinde yaşayabilmemiz için varsa, bu yazılı olmayan kurallar da aynı sebeplerden dolayı var. Her ne kadar her birimiz birer birey olsak da insanlar toplum hâlinde yaşayabilmek için varlar ve bu kurallar da olmak zorunda. Bu kuralların olmaması yukarıda bahsettiğim gibi toplumu kargaşaya ve kaosa sürükler. Bu kurallar hakkında düşünmeme sebep olan Sarı Kahkaha adlı kitabı herkese öneririm. Kaynakça: Özyaşar, Murat. Sarı Kahkaha. İstanbul: Doğan Kitap, 2015. E-kitap. Kırtaş 1 Nehir KIRTAŞ Münire Sevgi Şen TURK102-095 GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE YAŞANABİLİR BİR DÜNYA Katharine Burdekin’in Swastika Geceleri’nde anlattığına benzer bir ülkede yaşıyor olsaydık ülkemizin askerlerinin kahramanlıklarıyla ve zaferleriyle dolu bir marşımız olurdu. Nasıl bir ülke mi bu bahsettiğim? Zalim, vahşi, diktatörlüğün hüküm sürdüğü ve kadınları bir hiç olarak gören bir ülke. Belki de gözlerinden tüm dünyaya intikam ve nefret fışkıran insanlarla dolu bir ülke... “Gurura inanıyorum, yeteneğe, şiddete, vahşiliğe, katliama, acımasızlığa ve diğer sert ve kahramanca erdemlere inanıyorum" (12) diyor Hitler'e tapan bu ülkenin vatandaşları. Böylesine distopik bir dünyanın hatta bir geleceğin var olmasının imkansız olmadığını düşünüyorum. Böyle korkunç bir senaryonun gerçekleşebileceğini düşünmemin nedeni de günümüzde şiddetin gittikçe artması ve terör saldırılarında onlarca insanın hayatlarını kaybetmeleri ne yazık ki. Hatta Radikal İslam gibi bir ideolojiden beslenen bir terör örgütü bile tüm dünyanın yönetimine hakim olabilir. Neden mi? Başka bir ülkeyi askeri anlamda yenmek ne kadar zor olabilir, zira Orta Doğu'da yıllardır süren savaş durumunun içinde artık savaşmayı çok iyi bilen tecrübeli bireyler olabileceği düşünülürse. Bir de bu “savaşçıların” ideolojilerinden kaynaklanan hırs ve cesarete sahip olduklarını düşünün. Kolay değil mi İslam gibi belirli bir amaç çevresinde toplananların dünyaya egemen olması ve ideolojilerini işgal ettikleri yerlere yaymaları? Peki bir terör örgütü veya bir diktatörlük nasıl ortaya çıkıyor? Bireylerin zayıf noktalarının veya inançlarının başkaları tarafından yönetilmesiyle kısacası beyinlerinin yıkanmasıyla belki de böyle ortak amaca sahip bir örgütün üyesi oluyor bu bireyler. Bunun dışında diktatörlük veya birKırtaş 2 terör örgütü oluşturmak için girilen savaşlarda çoğunluk da önemli hatta belki başka ulusların da yardımı. Swastika Geceleri'nda olduğu gibi Hitler'in o kadar toprağı egemenliği altına alması da başka ulusların sesinin çıkamamasından veya içten içe böyle vahşice bir devlet anlayışını benimseyip desteklemelerinden. “Bir imparatorluğu yönetmenin diğer yöntemi ise, tabi ırkların esasen değersiz olduklarına, bambaşka birinin kutsal ırkı tarafından yönetilmeye ve eşit vatandaşlığı sonsuza dek inkar etmeye inanmalarını sağlamaktır" (32) diyerek Burdekin diğer ulusların Hitler ideolojisinin egemen olduğu devlet tarafından nasıl sindirildiğini açıklıyor. Hitler de bu ulusları tıpkı birer kölesi gibi kullanıp kendisinin yayılmacı politikasına yardımcı araçlar olarak görmemiş mi zaten? Düşünce bakımından ikna edemiyorsan savaşarak işgal et. Başka ulusların yardımı, cesaret, sayıca çoğunluk ve tecrübeye sahip olunduğunda ülkeleri işgal edip diğer uluslara yaşama hakkı tanımayacak anlamda vahşi ve saldırgan politikalara sahip bir ülkenin yöneticileri olmak zor değil aslında. Bu şekilde düşünmemin nedeni ise bizim vatandaşlarımızın da cesaretinin ve tecrübesinin yerinde olması. Belki sadece ekonomik olarak sorunlar yaşayabilirdik, parayla ilgili konular; en son teknoloji savaş ekipmanlarına sahip olmak gibi. Nüfus olarak da sorunumuz yok, 75 milyon, genç ve dinamik ruha sahip nüfus bakımından kalabalık bir ülkeyiz sonuçta. Bu genç ve dinamik nüfus da kolaylıkla savaş gücü ve destansı kahramanlıklarının yazılabileceği askerlere dönüştürülebilir. Ülkemizin jeopolitik konumu da gayet iyi; dünya enerji rezervlerine yakın, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını barındıran bir ülkeyiz biz. Kısacası neden olmasın, doğru uygulanan bir politikayla tüm dünyada güç sahibi olan ve ideolojisini yayan bir ülke olabiliriz. Neredeyse elimizde gereken her şey var. İnsanları ikna etmek de kolay, işgal edilen ülkeler için bu tıpkı bir çocuğun elinden oyuncağını almaya benzeyecektir. En başta ağlayacaktır belki küçük fakat sonra tatlı sözlerle ikna olacak, kandırılacaktır kolaylıkla ve yaşadıklarını unutuverip gidecektir asla hatırlamamak üzere. Kırtaş 3 Bakın gördünüz mü nasıl da zalim olduk hemen? Güç sahibi olunca hemen vahşi ve acımasız bireyler halini aldık. Halbuki ne gerek var insanların canlarına kıymaya ve gözyaşlarını izlemeye? Neden güç için bu kadar savaşıyoruz ve bu güce sahip olunca başımız dönüyor? Sakin, mutlu ve huzur dolu bir dünyada yaşayabiliriz aslında, saygı çerçevesinde ilişkilerin kurulduğu bir dünya. İntikam, nefret ve şiddete hiç gerek yok ve dünyamızda yer de olmamalı. Şu dünyada masumlar ölmesin saldırılarda, sevdiklerimizi her an yitirme korkusuyla yaşamayalım. Vahşetin, diktatörlüğün ve terörün olmadığı bir ülkede yaşıyorsak yazılsın marşımız içimizdeki insan sevgisi ve hoşgörü temel alınarak. Yaşanabilir bir dünya olsun sadece gözlerimizin önünde. KAYNAKÇA Burdekin, Katharine. Swastika Geceleri. İstanbul: Encore, 2014. Baskı. DİLRUBA KABAKULAK ID:21200492 SECTİON:102-001 SERBEST BAŞAK BERNA CORDAN 02.07.2015 İÇ DÜNYANA YOLCULUK Her şeyi terk edebiliyordu insan bazen. Yaşadığı yeri, sevdiklerini, okulunu, arkadaşlarını… Eğer canını yaktıysa sevdiğini bile bırakıp gidebiliyordu insanoğlu. İnsan uzaklaştıkça acılardan besleniyordu. Ölmüyordu ve güçleniyordu. Bir insanın kaçamadığı tek şey kendisidir. Beynini kemiren sorulardır. Aklının odalarında saklanır bir insan. Her koşulda koşup saklanacak bir odası vardır. Kimi zaman kendine duyduğu gururdan ayakları yerden kesilir ve beyninde dans eder, kimi zaman dünyadan nefret eder ve kendini beynindeki en köhne odaya kapatır. Kaçacak bir yer kalmayınca insan kendine saklanır. Her insan tek bedende binlerce kişilik taşır. Zaman zaman kendimiz bile karar veremeyiz iyi mi yoksa kötü mü olduğumuza. İnsan hatayı başkalarında aramaktan vazgeçip hatayı kendinde aramaya başladığı an olgunlaşır. Başkalarına kızmaktansa kendine kızmaya başladığı zaman daha doğru kararlar alır. Kendi kişilik analizimi yaptıkça kendimi eğitmeye çalıştığımı fark ediyorum. Bundan beş altı yıl önce kolejde okuyan bazı insanlarla arkadaşlık etmeyi kendine yakıştıramayan, kendini beğenmiş biriydim.Gülümsemeyi çok görüp çatık kaşlarla bakardım hayata. İnanmayacaksınız ama daha ilkokul birinci sınıftayken sınıf öğretmenim anneme benim insanlara tepeden baktığımı ve arkadaşlarımı küçümsediğimi söylemişti. O zamanlar annem çok üzülmüştü. Benimle konuşmayı denemiş ama nafile. Yıllar geçtikçe kendime duyduğum aşırı özgüvenin beni yalnızlaştırdığını ve insanların bana yaklaşmaya çekindiklerini fark ettim. İyi bir insanın böyle davranmaması gerektiğini ve insanın gönlünü alçalttıkça yükseleceğini keşfettim. Çatık kaşlarımı yavaş yavaş indirip yerini gülümsemeye bıraktım. Bütün insanlarla sohbet etmeyi ve bu sohbetlerin ne kadar yararlı olduğunu öğrendim. Mesela otobüs bekleyen bir amcayla sohbete dalıp alnındaki çizgilerin hikâyesini ondan dinlemek beni biraz daha olgunlaştırdı. Ben büyüdükçe bütün insanları sevmeyi öğrendim. Daha doğrusu ben büyüdükçe insan olmayı öğrendim. Zor durumda olan insanlara burun kıvırmaktansa onların acılarını paylaşmayı ve onlara yardım etmeyi öğrendim. Güzel cümleler kurmanın ve yüzünden tebessümü eksik etmemenin en büyük servet olduğunu öğrendim. Ben daha 23 yaşındayım ve önümde yürümem gereken uzun bir yol var. Biliyorum ki daha öğrenemediğim yüzlerce şey vardır. Her yeni yaş olgunluk katıyor insana. Eskiden oturduğum bir mekânda soğuk ya da dökülmüş gelen bir çay yüzünden oradaki çalışanları azarlayabileceğimi zannederdim ama şimdi bunun böyle olmadığını ve bütün insanları en az kendimi sevdiğim kadar sevmem gerektiğini öğrendim. Tatlı bir dille uyarmanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu öğrendim. Benim inançlarıma göre bu hayatta bir insanı küçümsemekten daha büyük bir kötülük yoktur. Siz de deneyin! İnsanlara güler yüz gösterdikçe ne kadar çok sevildiğinizi fark edeceksiniz. İçiniz huzurla dolacak ve egolarınızdan arınacaksınız. İnsan hatalarıyla insandır. Kusursuz olmak mümkün değildir maalesef. Kötü düşüncelerinizden ve davranışlarınızdan kurtulmak sizin elinizdedir. Bir insanın en güzel eğiticisi yine kendisidir. Aynanın karşısına geçip kendinizle konuştuğunuzda bütün gerçeklerle yüzleşirsiniz çünkü insan kendisinden kaçamaz, kendisine yalan söyleyemez. Sizi sizden başka hiç kimse değiştiremez. En başta söylediğim gibi aklınıza yatmayan bir şey olduğunda kaçarsınız her şeyden ve herkesten ama kendinizden asla kaçamazsınız. Kendinizi eğitmeye öncelikle kendinizi sevmekten başlayın çünkü kendisini sevmeyen bir insanın başka insanları sevmesi beklenemez. Sonra yüzünüzden eksik etmeyeceğiniz bir gülümsemeyle devam edebilirsiniz. Gülümseyen bir insanın kendisine ve çevresine verdiği pozitif enerji bütün güzelliklerin başlangıcı olacaktır. Zaman değişiyor. Siz de değişin. Her gün biraz daha “insan” olmak dileğiyle… Fatma Sezgi ABAK ZEYTİN DALI OLARAK ÇOCUKLAR Superbowl'un kendisi kadar devre aralarında verilen konserleri de başta ABD olmak üzere hemen hemen bütün ülke vatandaşlarının çenesini yoruyor. Ben de en son performansı izledim ve sonra "Yine kimse Michael Jackson'ınkini geçememiş " dedim. Michael'ın performansında beni en çok etkileyen şey konser sırasında tribündeki herkesin birer kâğıt parçası tutarak bir resim oluşturduğu andı. O resimde Dünya'nın her yerinden çocuklar el ele tutuşmuşlardı. Yine "dünya barışı" mesajı çocukların üzerinden verilmişti. Peki, bize çocukların barış elçisi ya da masumiyet timsali olabileceğini gösteren şey nedir? Çocuklara küçük yaşlarına rağmen çok büyük sorumluluklar yüklüyoruz. Mesela bize göre hepsi masum olmalı . İnsanlar doğduklarında, çocuk olduklarında vicdanları ve belirli bir ahlak anlayışları olmuyor, çünkü bunlar sonradan öğrenilen, deneyime dayalı kavramlar. Bir insanın vicdanının olmaması demek sanıldığı kadar kötü bir şey değil aslında. Bu, sadece kişi kendi davranışlarını değer yargılarına göre muhakeme etmiyor demek. Annesinin çamaşır yıkarken ne kadar yorulacağını hesaba katmadan saatlerce çamurla oynayan bir çocuğun yaptığı gibi. Zamanla bu değer yargılarını öğreniyoruz. Büyüyünce vicdansızca yaptığımız davranışlarımız yadırganıyor. İster istemez içimizden geleni değil de toplumun istediğini yapmaya başlıyoruz. Birini kırma kaygısıyla kullandığımız kelimelere dikkat ediyor, konuşurken iki kere düşünüyoruz. Hâlbuki bir çocuğun aklındakini iki kere düşünüp söylediği hiç görülmüş müdür? Aklından geçeni pat diye söylemek çocukluğun hilkatinde vardır. Biz bunu masumiyet olarak tanımlarız, çünkü çocuklar bizim aksimize toplumdan dışlanmamak için belirli değerleri benimsemek zorunda değildir. Belirli değerlerle sınırlandırılmadıkları için de farklılıklara yetişkinlerden daha hoşgörülüdürler. Bir çocuk için diğer bir çocuğun ten renginin, dua ettiği Tanrı'nın, kilosunun farklı olması onunla saklambaç oynamaya engel değildir. Yetişkinlerin aksine farklılıkları göz ardı etmeleri karşısındakileri kırmamak için değil, gerçekten farklılıkları önemli görmedikleri içindir. Çocuklar kendilerinden farklı olanı toplum tarafından dayatılan düşüncelerden dolayı kabul etmek ya da etmemek zorunda değildir. Hiçbir çıkar göz etmeden yalnızca içlerinden geldiği gibi davranırlar. Bu yüzden barışı ve masumiyeti temsil etmeyi hak ederler, çünkü duyguları ve davranışları yapaylıktan uzak ve tertemizdir. Barış mesajının çocuklar üzerinden verilmesinin bir diğer sebebi de çocukları geleceğimizi sembolize etmekte kullanmamız. Yetişkinler deneyimlerinden dolayı biliyor ki kin, nefret, savaş, ayrımcılık gibi insanı olduğu yüzyıldan çok daha gerilere sürükleyen kötü duygular ve olaylar tarih boyunca bizi çok kötü bir şekilde yıprattı. Bunun farkında olan yetişkinler kendilerinin bunu artık değiştiremeyeceğini düşünüyor ve bu kötülüklerden uzak bir dünyada yaşamak umuduyla çocuklara bu kötülüklerle savaşmaları için asker üniforması giydiriyor. Çocukların ön yargısız duyguları hem bizim hem de çocukların daha güzel bir dünyaya olan inancını artırıyor. Biliyoruz ki yetişkinler de çocukken kötü duygulardan uzak yaşardı. “Bir kere böyle yaşadıysak neden devam edemeyelim? ” diye soruyor yetişkinler de kendilerine. Öte yandan şunu da biliyoruz ki yetişkinlerin başlattığı bir savaştan ya da yalnızca birilerinden üstün olduklarını kanıtlamak için doğada yarattıkları tahribattan en çok çocuklar etkileniyor. Çocukların bu durumlardan nasıl etkilendiklerini hepimiz çok iyi biliyoruz aynı barışa en çok onların ihtiyacı olduğunu bildiğimiz gibi. Böyle bir durumda barışa olan ihtiyacı onlar kadar etkileyici anlatacak birilerini düşünemiyorum. Çocukları tarih boyunca masumiyet ve barış timsali olarak gördük ama ne yazık ki bu masumiyeti ve barış arzusunu kaybetmeleri için her şeyi yaptık. Şimdi bırakalım bu çatışmaları da çocuklar dünyamızı daha güzel bir hale getirsin. “KÜÇÜK CADI” DİYEN BİR ADAMMIŞ, HABERİMİZ YOKMUŞ Bir ünlünün bize benzer hayatı olabileceğini hiç tahmin etmezdim hiç. Hele ki bu ünlü kişi bizden yüzyıl önce yaşamış bir bilim adamıysa. Albert Einstein’ı hepimiz küçüklüğümüzden beri okulda gördüğümüz derslerden, haberlerden etrafımızdaki insanlardan ve müzelerde sergilenen kitaplarından biliyoruz. Einstein gibi ürettiği teorilerle bilime damgasını vurmuş bir bilim adamını duymamak mümkün değil zaten. Herkes gibi ben de bu Alman adamı biliyorum ama iş aklımda canlandırmaya gelince ortalık çok karışıyor. Hayal edemiyorum, onun da bizim gibi bir insan olduğunu düşünemiyorum üstelik fotoğraflarını yüzlerce kez görmeme rağmen. Nasıl fotoğrafını gördüğüm bir insanı “insan” olarak algılamakta zorluk çekebilirim ki. Anlayamıyorum. Belki de kafamda Einstein’ı bir insan olarak canladıramamamın sebebi her yerde onun resmini çok fazla görmemden kaynaklanıyordur. O kadar fazla görmüşüm ki, artık o resimler yüzyıl önce yaşamış bir insanın fotoğrafı değil de, her yerde gördüğüm bir resim tablosu haline gelmiş. Artık o, insan olmaktan çıkmış, her yere basılan bu “tablo”yla bilimin simgesi haline gelmiş. Fotoğraflarına bakarak Einstein’ı kafamda canlandırmayı geçtim, onun yaşadığı yere, Princeton’a gitmeme rağmen bunu başaramadım. Okuduğu ve araştırmalarını yaptığı üniversitede bulunmak, kitap ödünç aldığı kütüphaneyi gezmek veya onun bulunduğu sınıflara girmek bile kitaplarda gördüğüm o adamı bir insan olarak hayal etmeme yeterli olmadı. Bunların üstüne yaşadığı evin önünden geçtim ve yine canlandırmakta başarısız oldum. Garip duygular yaşamıştım o sıralar. Onun bu teorileri o mekanlarda çalışarak bulduğunu kavramakta çok zorluk çekiyordum. Belki de o formüllerin bir insan zekası tarafından bulunma ihtimalini çok az gördüğümden bu karmaşıklıkla karşı karşıyaydım. Albert Einstein’ın sevgilisine ve sonra da eşi olacak kadınla mektup yazışmalarını okuduktan sonra ona çok farklı bir gözle bakmaya başladım. O mektuplarla beraber Einstein’ı, bir insanın tanınabilecek en insani yönüyle tanıdım: aşkla. Mileva Maric’e yazdığı mektupları okurken kitap kapaklarında gördüğüm adam sanki yavaş yavaş kitabın içinden çıkıp da canlanıyor gibiydi. Her sayfada daha çok bize benziyordu ve onu insan olarak düşünmekte hiç zorlanmamaya başlamıştım çünkü; onun da bizim gibi kütüphaneden ödünç kitap aldığını, sevdiği kıza derste not tuttuğu defterini verdiğini ve onu kapısının önünde beklediğini öğrendim. Yeri geldiğinde çok mutlu olduğunu, yeri geldiğinde de sıkıntılar yaşadığını fark ettim aynı bizim gibi. Einsten’ın yazdığı mektupları okurken onun bize benzediğini en yoğun şekilde hissettiren ve aynı zamanda beni en çok şaşırtan cümle şuydu: “Dün Zürich’te zamanım sıkışıktı ve fizik defterini evinize bırakma fırsatım olmadı. Suratınızı asmayın, küçük cadı!” Bu koca bilim adamının sevdiği kadına “küçük cadı” dediğini öğrendiğimde yüzümde minik bir tebessüm oluştu ve işte o an Albert Einstein’ın da herkes gibi duyguları olan bir insan olduğunu fark ettim. Şimdi tekrar Princeton Üniversitesini düşünüyorum ve bu sefer gittiğim yerler daha anlamlı geliyor. Daha önce orada Einstein’ı canlandıramazken şimdi çok net gördüğüm yerlerde çalışırken hayal edebiliyorum. Okuduğum mektuplar teker teker tamamlamış o yerleri de farkında değilmişim. Boş gördüğüm sınıfları, kütüphaneyi ve yurtları artık içinde insanlarla ve özellikle her yerde ismini duyduğum ünlü bilim adamıyla doldurabiliyorum. Önceden kendisini insan olarak bile kavrayamıyorken, hele ki aşık olabileceğini hiç düşünemezdim. Belki Einstein’ın günlüğünü okusam bu kadar etkilenmezdim; fakat aşk mektuplarını okumak ona tamamen farklı bir gözle bakmamı sağladı. Sadece hayatının bir kısmını öğrenmekle kalmadım; duygularını, aşık olduğu kadının duygularıyla beraber öğrendim. Yani onun için olabilecek en özel duyguları, onun kadar yakından tattım: Beraber bilim dergisi okumalarına, aileleriyle tanıştıkları anlara, evliliklerine ve nasıl birbirlerinin yanında olduklarına şahit oldum. Hatta birbirlerine isim taktıklarını da gördüm: Dollie ve Johnnie. Albert Einstein diye başlayan, Albert diye devam eden ve Johnnie diye biten bu mektup yolculuğunda yüzyıl önceye gidip onların duygularını paylaşınca tanıdım ben o mucizeler yaratan bilim adamını. Artık o benim gözümde kitaplarda yer alan bilimi temsil eden bir simge değil, deli gibi aşık olan hatta sevdiği kadına “küçük cadı” bile diyen bir Johnnie. Elif Gamze Dedeler Son Günümüzdür Belki Yarın Ne çok uzağız ölüme, ne de çok yakın. Her daim aklımızda olan bir şey olmadığı gibi hayatlarımızda da yeri yok diyemeyeceğimiz türden bir şey aslında. Biliriz çünkü her masal sonlanmadı mı çocukluğumuzda, her oyun sona ermedi mi? Tıpkı sona eren şeylerin olması gibi yaşamın da bir sonu; nihayete ereceği zaman vardır. Belki çok yakın, belki değil. Hazırlıksız da yakalayabilir bizi, en beklediğimiz anda da gelebilir. Bugün nasıl var isek, yarın o kadar yok olabiliriz. Bıraktığımız belki yarım kalmışlıklar ve parça parça anılardan ibaret gibi gözükecek olsa da her zaman daha fazlası olacaktır. Her ne kadar yaşamın tam ortasında, yaşamın sonunu düşünmek gereksiz gibi gözüküyor olsa da bu gerçeğe yakın yaşamanın da bana zararının olmayacağını, tersine iyi geleceğini düşünürüm. Ne göze güzel gözüktü, ne kulağa biliyorum fakat her aydınlığın bir karanlığı vardır elbette. Her mutluluğu da yarım bırakmış, kalp burkan bir üzüntüsü… Ne tamamen sona odaklanmalı, ne de hiç son gelmeyecekmiş gibi yaşamalıyız tam da bu sebepten dolayı… Enver Aysever, Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı adlı romanında tam da düşüncelerimi şekillendirmeme yardımcı bir cümleye yer vermiştir; “Ölümü düşünmek bir rüya görmek gibi desek yeridir. Bir dize kurmak gibi! Bildiğimiz yaşantıya ait değil, ama yine de tastamam göbeğinde yaşamın.” (56) İçinde bulunduğumuz yaşantıya, günlük hayatlarımızda daima yer vermeyi düşünmediğimiz, anmadığımız bir şey olarak gözükse de aslında hayatlarımızın merkezindedir ölüm. Görmezden gelmeye çalıştığımız kadar görünür olur ve bir anda karşımıza çıkıveriri belki de kim bilebilir? ‘Yarını son gününmüş gibi yaşa’ terimi de belki 1 de sona ne çok uzak ne de çok yakın olduğumuzun bilincinde kalınarak söylenmiştir. Her duruma karşı “keşke yapsaydım” diyeceklerimizin olmaması için aslında bugünü değerlendirmemiz büyük önem taşır. Değerlendiremediğimiz bugünler ve yapamadığımız her şey için bizi “keşke”lerle başlayan cümlelerden oluşan pişmanlıklar günbegün rahatsız edebilir… Doya doya yaşamaktan bahsedilir, hayatı ve yaşamı israf etmemekten… Kime göre neye göre israf olmaz hayatlarımız? Bana kalırsa keşkelere kadeh kaldıracağımız zamanlara tanık olmadığımız sürece hayatı verimli yaşamış sayabiliriz. Hayatlarımızın bu denli merkezinde yatan “son” bizlerden bir şeyler alıp götürmeden mesela, konuşmalı, paylaşmalı, dertleşmeli ve üzmeyi bildiğimiz kadar sevmeyi de bilmeliyiz. Her duyguyu sonuna kadar yaşamak vardır, bir de yarım yaşamış olmak. Biz sonuna kadar yaşayanlardan sayabilir miyiz kendimizi? Eğer öyleyse işte sona yakın olmamız bizden bir şey almaz, bizi eksiltmez fakat eğer yarım kalmışlıklarımız varsa aynı durum geçerlidir diyemeyiz. Yarım kalmışlıklarımızla birlikte bize yakınlaşan son her geçen gün artacak olan“keşke”lerimize sebep olacaktır… Gördüğümüz bir rüyaya dahil ettiğimiz sonlar. Ölümler, elimizdeki kayıplar… Görmemeye çalıştığımız zamanlar olduğu kadar gözümüzün önünden ayrılmadığı ve daima göz önünde olduğu zamanlar da vardır sonların. Ne çok göz önünde tutmak güzeldir, ne de hiç kale almamak. Gelgelelim en sonunda istesek de istemesek de sonla yüzleşecek oluşumuzdandır bu da. Varsın gördüğümüz bir rüya olarak kalsın, kurduğumuz bir dize gibi… Yatağa yatmadan önce müzik dinlerken kafamızda dönüp dolaşan klip sahneleri tadında olsun bizim için bu sonlar. Birer birer eksildiğimizin bilincinde olmak nasıl canımızı yakacaksa bizi de hayatımızın 2 merkezinde gözlerimizi kapattığımız zaman zoraki karşılaştığımız bu sona o kadar yaklaştıracaktır. Nefes aldığımız sürece var olmasının bizlerde yarattığı farkındalık ise bugünlerimize şükrettiklerimizin yansıması olarak dönüp dolaşacak, en sonunda yine bizde son bulacaktır… KAYNAKÇA Aysever, Enver. Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı. Doğan Yayıncılık, 2014, İstanbul. 3 21201670 Giray Tandoğan TURK101-32 Aslı Uçar Vefa Bazen Unutmaktır Vefa kelimesinin anlamını bilen kişi sayısı bir elin parmağını geçmez denecek kadar azaldı günümüzde maalesef. İnsanlar, vefanın anlamını bırakın, vefa ile birleşerek güçlendirecek kelimelerin anlamlarını bile ne kadar doğru biliyor emin olamıyorum. Sevgi, dostluk, saygı ve bunları devam ettirecek olan güç gibi derin anlamları olan kelimeler, sözcük öbekleri... Birbirimize bağlılığımız azalırken bencilliğimiz git gide artmakta. Vefasızlığı sorgulamama sebep olan Haydar Ergülen’in “Vefa Bazen Unutmaktır” adlı denemesi de bu unutulmuş kavrama ışık tutarken çözümünün aslında vefanın zıt anlamına denk gelebilecek olan unutmak olabileceğini öneriyor. İnternet hayatımıza girdikçe kelimeler de anlamalarını yitirmeye, şekil değiştirmeye başladı. Vefa da bunlardan biri. Sosyal medya denen kavram internetle birlikte gündelik yaşamlarımızın bir parçası olmaya başladıkça bencillik seviyemiz de git gide artmakla birlikte kafalarımızı karıştırmaya başladı. Sosyal medya ortamında insanlar kendi fotoğraflarını yine kendileri çekerek en güzel hallerini diğer insanların görüp beğendiklerini belli edebilecekleri bir ortamda paylaşım yapmaya başladı. Belki de en çok sorgulanması gereken bencilliğe sebep olan bölüm burasıdır bu konuda. Ama benim burada değinmek istediğim esas mesele vefa gibi derin anlamı olan bir kavramın bu bencil ortamlarda yer edinmeye, tutunmaya çalışması. Kendi fotoğraflarını paylaşan insanlar beğeni sayısı denen bir mekanizma sayesinde fotoğraflarının kaç kişi tarafından görüntülendiğini ve beğenildiğini görmekte ve arkadaşlarından, değer verdiği insanlardan vefayı bu ortamda kendi fotoğraflarını beğenmeleri şeklinde beklemeye başladı. Karşılıklı arkadaşlık isteği göndermek gibi cümleler kurulmaya başlandı. Yalnızca birbirlerinin fotoğraflarını beğenerek arkadaşlık edenler türedi. Bu ortamlarda anlamını kaybeden vefa artık biri birinin fotoğrafını beğendiği zaman yerine getirilmiş gibi hissedilmeye, algılanmaya başlandı. Oysa ki eskiden bir iyilik yapıldığında karşılık beklenmezdi. Beklenmediği gibi karşılık gelmese dahi iyilik yapılmaya devam edilirdi. Buna rağmen insanlar kendilerine yapılan bu karşılıksız iyiliklere, vefakar bir şekilde, vefa borçları olduğunu hisseder ve bu borçlarını iyiliğe karşı iyilikle cevap vererek öderlerdi. Yani vefa borcu denen kavramlar vardı eskiden. Komşular komşularıyla selamlaşır, birbirlerine misafirliğe gider ve karşılaştıklarında birbirlerinin hatırlarını sorarlardı. Komşuya dolu giden tabak boş dönmezdi. Bunu bir kenara bırakalım komşuya dolu tabak giderdi. Şimdilerde insanlar bir selamı birbirlerine çok görmekteyken bu paylaşımların ilginç gelmesi de gayet doğal aslında. Vefa aynı zamanda çocukların kendilerini büyütmüş, yetiştirmiş olan ailelerine de duyduğu ve zamanı gelince onlara destek olarak ödediği bir borç, bir duyguydu. Artık maalesef çocukları bile onlara sınırsızca emek ve zaman harcamış ve bunu yine karşılık beklemeden yapmış olan ailelerine günü geldiğinde sırt çevirmekte, kendilerini düşünerek vefadan uzak bir şekilde yaşamaktalar. Eskiden bu kadar fazla huzur evi yoktu mesela. Aileler yaşlısı genci birlikte geniş aile şeklinde aynı çatı altında ömürlerini geçirirlerdi birbirlerine destek olarak. Şimdi evler küçük, aileler küçük, insanlar birbirlerine uzak, sevgi yok denecek kadar az düzeyde, saygı mecburiyetlerden ve hiyerarşik çalışma ortamlarında yapmacık şekillerde var ve bunların hepsinin birlikte var olduğu bir dünyada tabi ki vefa da yok. Varsa bile kabuk değiştirmiş, değerini kaybetmiş bir şekilde sanal ortamlarda yer edinmeye çalışacak kadar düştü. Peki çözüm nerede veya nasıl olmalı? Ne yapmalıyız da vefayı, vefa borcunu kurtarmalıyız? Belki de Haydar Ergülen haklıdır. Aslında zıt anlamlar olan unutmak ve vefa bir arada çözüme ulaşacaklardır. Yapmacık ilişkiler yaşayacağımıza, beklenti içinde olacağımıza hiç bunlara gerek kalmadan unutup vefa borcumuzu unutarak ödeyebiliriz samimi bir şekilde. Belki de vefa bazen unutmaktır... Sezernaz Sezer 21300554 TURK 102 - Şube 10 Aslı Uçar OTOMATİKLEŞTİRME BENİ! Toplum normlarına ters düşen insan davranışları, hiç kuşkusuz, edebiyat ve beyaz perde için daima meyve veren ağaç konumundadır. Sinemada yerleşik kalıpların dışına taşan Stanley Kubrick’in İngiliz romancı Anthony Burgess’in romanından cüretkar bir şekilde uyarladığı Otomatik Portakal da bu konuyu ele alan filmlerden biri. Hava karardığında dehşet saçmak için sokağa dökülen gençler, kapıları yardım için çalındığında bile açma konusunda tereddüte düşen kadınlar, günün yirmi dört saati gece karanlığının tedirginliğinde geçen bir atmosfer... Film, vizyona girdiği 1971 yılında bir distopya ise de şimdilerde geçmişten gelip gerçeğe dönüşmüş sosyal bir kehanet sanki. Toplumda genel kabul gören düşünce, insanların sistemin yarattığı kurallara ayak uydurabildiği ölçüde iyi, toplum faydasına aykırı düştüğü ölçüde ise kötü olduğu yönündedir. İnsanın toplumdan bağımsız olarak düşünülemediği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda insan ruhunun eğilimi hangi yöndedir? Freud, insan bilincini üç ayrı ruhsal kategoride inceler. İlki cinsellik, saldırganlık, kin gibi hayvansal içgüdülerimizi ifade eden id; ikincisi doğayla id arasındaki denge unsuru ego; sonuncusu ise insanın içinde bulunduğu toplum tarafından yaratılan kural ve değerler bütünlüğü ekseninde insana yön veren süper egodur. İnsan, süper ego sayesinde toplumca kabul görmeyecek tutkularını ve hayvani içgüdülerini çoğunlukla bastırır, erteler ya da derinlere hapseder. Bu sayede topluma ayak uydursa da temelde değişmez. Temelde, kabuğundan sıyrıldığında ilkel insandan farksızdır. Bu yüzdendir ki ruhunda varoluşundan kaynaklı doyumsuz bir hayvan bulunan bir varlık için mutlak iyilikten bahsetmeyi ütopik buluyorum. Şayet mutlak iyilikten bahsedebilsek bile bu tür insanların bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olduğu ortada. Asıl mesele sistemin çizdiği ahlak sınırlarına aldırmadan, sırf kendi doyumu adına hareket eden “kötü”ye, sistemin gösterdiği direncin şiddeti ve yol açtıklarıdır. Cevabı mutlak olmayan iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı tartışmasının ötesinde üzerinde durulması gerekenler vardır: Suç, ceza, sistemin suçluyu topluma kazandırmak için sunduğu eğitimin etikliği, devlet ideolojisi uğruna yok edilen iradeler... Öyleyse suçun orijinini, nereden, neden geldiğini, sorumlusunu –aile, sosyal çevre...- bir kenara bırakalım da suçlunun karşısında duran sisteme bir göz atalım. Devletin, örgütlenme modeliyle topluma egemen olan düşünce sistemini şekillendirdiği su götürmez bir gerçektir. Kudretli(!) devlet, üstün buyurma gücünü ve bürokratik araçlarını devreye sokarak bünyesindeki insanları istediği forma sokar. İdeolojisini temel alarak yarattığı bu düzene aykırı düşen, kamu huzurunu bozan, varlığına tehdit olarak gördüğü “kötü”leri bir bir ayıklar ve onlar üzerinde kimi zaman “iyileştirme, topluma kazandırma” adı altında olsa bile baskı mekanizmalarını kullanmaktan çekinmez. Ötekilere -öteki değerlere, öteki yargılara, öteki davranışlara, öteki ideolojilere- tahammül etmez, kendi amaçları doğrultusunda asimile eder. Totalitarizme doğru emin adımlarla yelken açar âdeta. Amacı iktidar-birey çatışmasında galip gelip tek tip “iyi” birey yaratmaktır. Etik ya da değil, büyük oranda gerçekleştirir de bunu. Kurbanlar baskılanarak, iradeleri hiçe sayılarak “iyi”ye evrilmiştir şimdi. Peki, iradesi doğrultusunda kötü olmayı tercih etmiş hatta bundan ziyadesiyle zevk alan bir kişiyi iyi olmaya zorlamak ne derece iyidir? Bu baskılar neticesinde iyi olmak bir seçim olmaktan çıkıp bir mecburiyete dönüşmüşse iyi olmak hâlâ bir erdem midir? Nerede kaldı iyi ile kötüyü ayırt etmesi için yalnız insana bahşedilmiş irade? Evet, suçlu suçundan arınmıştır ancak artık ahlaki seçim yapabilecek bir varlık da değildir. Artık, “iyi” tanımına fazlasıyla uygun “yapay bir otomatik portakaldır” sadece. Ve unutulmamalıdır ki o portakal elbet bir gün soyulup başucuna koyulur. Görkem Türer KOŞMAK Romanlarını beğenerek okuduğum Japon yazar Haruki Murakami'nin Koşmasaydım Yazamazdım denemesi, yazarın özel hayatından ve deneyimlerinden geniş bir kesit paylaştığı “samimi” bir kitap. Beğendiğim bir yazarı edebiyat dünyası dışında bana tanıma fırsatı sunan bu kitabın, birçok Murakami takipçisi için de armağan niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Kitap yazarın okuduğum diğer popüler romanlarından farklı olarak konusu ve anlatımı dolayısıyla büyük okuyucu kitlelerine hitap edemeyebilir. Ancak; sıkı takipçileri için, sadece yazı yazan “soyut” Murakami'nin yerini tüm içtenliğiyle hayat felsefesini okuyucularıyla paylaşan “samimi” yazar Murakami alıyor. Yazar, koşmak ve yazmak eylemlerinin kendisi için ne anlama geldiğini ve hayatındaki önemini sohbet havasında içtenlikle paylaşıyor. Murakami, ilk kez profesyonel olarak yazı yazmaya başladığı sıralarda düzenli olarak koşma antrenmanlarına başladığından bahsediyor. Sadece koştuğu müddetçe yazı yazabiliyor olmak akla yatkın bir açıklama olabilir mi? Benim cevabım: “Evet, neden olmasın!” olurdu. Kitabı okumaya ilk başladığım zaman bunun tuhaf bir rastlantı olduğunu düşündüm. Ancak; kitapta yazarın hayatında gerçekleşen gelişmeleri okudukça yazmak ve koşmak arasındaki bağlantının sıradan bir rastlantıdan ibaret olmadığını; aksine bu iki eylemin birbirini besleyen ve geliştiren kavramlar olduğunu fark ettim. Öyle ki; maraton koşmak, öncesinde iyi planlanmış birçok düzenleme gerektiren, uzun zamana dayalı bir egzersiz. Bu uzun zaman süresince, motivasyon ve kondisyon yeteneklerini kendisini sürekli geliştiren bir ritimde yarışa hazırlamak en önemli ayrıntılardan biri. Benzer şekilde, yazarlık da uzun bir hazırlık dönemi ve her bir sonraki yazı denemesinde edebiyat yeteneğini geliştirmeyi gerektirir; çünkü aksi hâlde okuyucu bulabilme zorluğu çekilir. Öyle görünüyor ki, koşmak ve yazmak bir çok ortak gereksinime sahip iki eylem. Aynı şekilde doğaları gereği koşmak ve yazmak birbirini destekleyen ortak ideallere de sahip. Mesela, maraton yarışlarına hazırlanırken vücut dengenizi koruma, yazmakta olduğunuz hikâyeleri dikkatinizi dağıtan hiçbir şey olmadan düşünüp geliştirebilme imkânınız olur. Profesyonel bir yazar olarak yazarken edinilen sabır, disiplin gibi karakter özellikleri de maraton koşarken sizi “finish” noktasına taşır. Dolayısıyla; meslek olarak yazarlık yapan, her gün düzenli olarak koşma alışkanlığına sahip olan birisi için maraton yarışlarına katılmak, gayet tabii, mesleğindeki başarısının püf noktası olabilir. “Koşuyorum, öyleyse varım!” (Murakami, 112) Koşmak, yüzmek, resim yapmak gibi alışkanlıklar edinmek kişiyi değiştirir; ona nesneleri, olayları, kısacası hayatı daha farklı bir açıdan görme imkânı verir. Sporla ve sanatla daha uzun süre ilgilendikçe muhtemelen meslek hayatında da alışkanlıkların değişmeye başladığı gözlenir. Böylece, kişiliğimiz biraz daha şekillenmiş, karakterimiz biraz daha bize özgün hâle dönüşmüş olur. Başka bir deyişle; hobilerimizle gerçek anlamda “var” oluruz, bize özgü bir hayat duruşu ediniriz. Öyle olduğuna inanıyorum ki, Haruki Murakami de koşma alışkanlığı ile birlikte kendine has yazı üslubunu geliştirme şansına kavuştu. Düzenli olarak koşmaya başlamadan önce; muhtemelen yazmak istediği hikâyeleri bir düzen içinde kurgulayıp, yazmakta en azından profesyonel olarak yazarlık yaptığı bugünlerine kıyasla oldukça güçlük çekmiş olduğunu düşünüyorum. Üstelik, sporla ve sanatla daha çok uğraştıkça rekabete dayalı bu alanda başarıları ve başarısızlıkları deneyimleriz. Geliştirmeye ihtiyaç duyduğumuz özelliklerimizin üzerine daha çok düşeriz. Böylece, hayattaki inişleri ve çıkışları doğal olarak kabullenme, yapılan hatalardan ders çıkarma, yeni fırsatları daha iyi bir şekilde değerlendirebilme yeteneği kazanmış oluruz. Sözün kısası; koşmak sadece keyifli vakit geçirilen bir eylem olmayıp, mesleki yetenekleri geliştiren, kişinin hayata bakış açısını değiştiren, hayatı yaşanılır kılan bir aktivite. Başka bir deyişle, koşmak ve hayat arasında sağlıklı bir denge bulmak önemli. Koşmaya devam etmeli... KAYNAKÇA Murakami, H. (2013). Koşmasaydım Yazamazdım. Doğan Kitap. Görsel, D&R. < http://www.dr.com.tr/Kitap/Kosmasaydim-Yazamazdim/Haruki- Murakami/Edebiyat/Deneme-Yazin/urunno=0000000572947 > adresinden temin edildi. Makbule Berfin BAYDAR 21502463 BİR KATLİAMIN ÖYKÜSÜ: SEVGİ FOTOĞRAFI Geceleyin gökyüzünden göz kırpan yıldızların parlaklığı, bazılarının puslu ve soğuk bir kentten farkı olmayan kalplerinin kirini, pasını örtmeye yeter miydi? Ben ne zaman yastığa başımı koyup gözlerimi kapatsam Sidar'ın, Veysel'in ve nicelerinin masum gülüşleri ve bakışları karşıma dikilir. İşte o masum insanların kanları bir ekim günü şehrin kanalizasyonlarına karıştı. Öyle umutsuzuz ki şimdi; kahkahalarımızın arasında bile damla damla gözyaşlarımız var. Ama bir şey var bizi şimdiye bağlı tutan, tüm umutsuzlukların arasından yolumuza ışık olan; Tümay Berkin'in o kara gün çektiği fotoğraftaki sevgi. Fotoğraf 1 (http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2015/10/baris-mitingi-patlama6.jpg) Dostlarımla omuz omuza barış için gittiğimiz yolun sonunun ölüme çıkacağını kim bilebilirdi ki? Hiçbir kelimeyle ifade edemeyeceğim kadar acı tüm halkımızın kanlarıyla sokaklara dökülmüştü o gün. Gençlerimizin, arkadaşlarımızın kahkahaları yerini yaşlılarımızın ağıtlarına bırakmıştı. Gözümüzü bir açıp kapattık ve gördük ki meydanlardaki halayların yerinde insanlarımızın parçalanmış bedenleri ve bedenlerinden ayrılmış uzuvları vardı. Nereye baktıysak kederdi, hangi hastaneye koştuysak umut olmak için daha çok yara aldık. Bir mahşer yeriydi sanki. Gözyaşlarımı akıtamadım, ne olduğunu bile anlayamadım. Gözlerim görmez, kulaklarım duymaz oldu sanki. O gün tüm bu cehennemin ardında belki hiçbirimizin göremediğini gördü sevgili Berkin. Bir başka baktı etrafındaki mahşere. Ve bastı deklanşörüne. Orada olmayan ve barışa inanmayan herhangi bir insana göre bu fotoğraf sadece birbirine korku ve dehşetle sarılmış iki insan olabilir ama ben barışa olan inancımla biliyordum ki bu fotoğraf onların gördüğünden çok daha fazlasıydı. İzzettin ve Hatice Çevik fotoğrafta birbirlerine öylesine sıkı sıkıya ve sevgiyle sarılıyorlar ki baktığınız an "Hayır, daha hiçbir şey bitmedi." diyebiliyorsunuz. Kızının cansız bedeninin yanında, kocaman alevlerin ardında, eşine acısını aşkla kavurup sunan bir koca adam var orada. O kocaman alevlerin ardından aklıma Adnan Yücel'in şu dizeleri geliyor: “bitmedi daha sürüyor o kavga/ve sürecek/yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!". (Yücel, 1986) Bir halkın barışa olan inancını, umutlarını, sevgisini, hasretini ve kederini her şeyiyle apaçık gözler önüne seren bu fotoğrafa baktıkça sevgi acıdan da güçlü bir duygu demek ki diyorum kendi kendime. Hep yineliyorum bunu ve kendi kendime bir söz veriyorum. Geçtiğim her yolda, karşılaştığım her yüzü aklıma kazımaya, onları sevmeye ve öykülerini yazmaya. Kin ve nefret, intikamı besler. İntikam ise yeni intikamlara ve nefretlere gebedir her daim. Oysa sevgiden hiçbir kötülük doğmaz. İnsanlar birbirini sevdikçe çoğalır, barışır. Ben en kirli kalpleri bile merhametimle temizleyebileceğimi öğrendim bu fotoğraftan. Affetmenin, intikam almaktan çok daha zor ama bir o kadar da hafifletici bir duygu olduğunu da. Sevgimle, merhametimle ve affediciliğimle vicdanı bile olmayanları yenebileceğimi öğrendim. Umut etmenin başkalarının dediği gibi acı veren bir duygu değil, ayakta kalmamızı sağlayan bir değnek olduğunu öğrendim. Yüreğimin en köşesine, en derinine koydum bu ânı ki zalimlere karşı zalim olmaya kalktığımda bana bir vicdanım olduğunu hep oradan hatırlatsın diye. Bindiği otobüsler, yıllarca okuduğu sıralar, oturdukları banklar, koştukları bahçeler, buluştukları meydanlar ve tren garları bile ihanet etti bu şehrin insanlarına. Bir ardımıza bakıyoruz ve görüyoruz ki hepsi terk etmiş bizi hem de öyle alelacele bir çocuk telaşıyla. Biri öldüğünde çıkan gürültünün arasında tek gerçek ses var; kalplerimizin sesi. Bizi birleştiren, bütünleştiren ve barıştıran… Dilimiz, rengimiz, kökümüz ayrı olsa acılarda birleşiyoruz, ağıtlarımızın dili ayrı olsa da anlattıkları aynı. Gencecik bedenleri toprağa teslim etmenin acısını yaşıyoruz hepimiz. Ömrümüzün sınırlarını korkuyla çizmek isteyenlere inat, hep birlikte haykırmalı: “Seviyoruz birbirimizi ve korkmuyoruz çünkü halkız biz, biriz!”. Bizim asıl hikâyemiz biter gibi burada başlayacak. Ölümle, yıkımla ama sevgiyle… Affetmek ve sevmek, intikamdan ve kinden kat be kat zor olanıdır. Ama biz geride kalanlar, gidenlere barış borçluyuz, ömür borçluyuz. Bu karanlık memlekette ebemkuşaklarının gökyüzünü süslemesini sağlamalıyız. Günü aydınlatmalı ve hep birlikte nefes almalıyız. Veysel’in gülüşü, Sidar’ın kahkahaları olmak zorundayız. Bu fotoğrafta olduğu gibi birbirimize hep daha sıkı ve sevgiyle sarılarak barışlı günleri inşa etmek zorundayız ve inanıyorum ki başaracağız. Kaynakça Yücel, A. (1986). Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek. Ankara: Yurt Yayınları. Zeynep Balıbek 21400644 KENDİMİZLE HESAPLAŞMAK “Özgürlük nedir? İnsanoğlu tam anlamıyla özgür olmak, özgür hissetmek için ne yapmalıdır?” bu gibi sorular kendimi bildim bileli zihnimi meşgul etmekte… Birçok yazarın, özgürlük kavramını farklı açılardan ele aldığını gördüm, ancak ilk kez Ellias Canetti’nin İnsanın Taşrası adlı eserinde, özgürlüğün aslında daha farklı olguları içinde barındırdığına şahit oldum. İnsanoğlu her ne kadar korksa da, yaratılışından itibaren sürekli bir değişim içerisindedir. Sürekli bir değişim içinde olmayı istemiş, hep bunun için çabalamıştır. Kendi tekdüze, monotonlaşan hayatına biraz renk katmak istemiştir bu sürekli değişim içinde olan dünyada… O sıradan hayatını değiştirme çabaları başarısız olduğunda ise, özgürlük demiş, üzerinde türlü tartışmaların döndüğü özgürlüğü istemiştir. Kısıtlanmaktan, sorgulayamamaktan ve bir robot gibi bize dayatılan komutları aksatmadan yapmaktan daralmıştır. İşte tam da bunu fark ettiklerinde gerçek özgürlük üzerine düşünmeye ve onun için mücadele etmeye başlamışlardır. Bu mücadelenin ilk aşaması ise “kendini okumak” veya “kendinle hesaplaşmaktır.” Ellias Canetti’den İnsanın Taşrası tamamı kişisel notlardan oluşan, bana göre bir uyanış, hesaplaşma ve bilinçlilik eseri… Kendi ruhumuzun sınırlarını ve egolarımızı aşarak kendimizle hesaplaşmak veyahut kendi dünyalarımıza dışarıdan bir gözmüş gibi bakmak zordur. İnsanoğlunun özü ve özgürleşmesi budur aslında… Çünkü insanoğlu bunu yapma cesaretini gösterdiğinde daha da özgürleşir ve bu özgür olma durum karşısında daha da bilinçlenip gelişir. İşte bu kitapta da Canetti, “İnsanın Taşrası” ismindeki taşra kelimesiyle bu kişiselleşmeyi, bilinçlenmeyi tanımlamıştır. Yazar böyle düşünüp kendisiyle hesaplaşmayı ve bilinçlenmeyi amaçladığında, doğal olarak okur da kendisiyle hesaplaşma içine giriyor. Bu sebeple olacak ki oldukça içten, samimi ve okuru da düşündürüp farklı dünyaların kapılarını açan bir kitap çıkmış ortaya… “Kentlerin adları yanık et kokuyor.” En çok aklımda kalan ve beni en çok etkileyen cümledir bu kitaptaki… Dünyevi şeyler uğruna nesneleri yok etmek artık olağan karşılanmaya başlandı ve bu düzende insan git gide makineleşip adeta “nesnelere” dönüşmekte… Hayatımızın merkezindeki nesnelere göre yaşamakta ve onlara tapmaktayız ve nesne olmayanın gözümüzde bir değeri yok. Canetti’nin en çok üzerinde durduğu ve beni düşünmeye zorlayan konulardan biridir bu makineleşme… Her açıdan yozlaşan ve körleşen bu dünyada, insanı ve insanlığın anlamını kaybediyoruz, her geçen gün bir makine, bir nesne olmaya daha da yaklaşıyoruz. Belki de bu yüzdendir özgürlüğün bu kadar önemli oluşu. İnsanı bu makineleşmeden, bu körlükten koruyabilmenin tek yolu… Nesnelere dönüşüp körleştiğimiz hayatlarımızda, özgürlük en önemli olgulardan biridir, bir çıkış kapısıdır. Özgürlük, insanı içinde bulunduğu kalıplardan dışarı çıkartır, farklı açılardan bakmayı ve insanın kendisiyle hesaplaşma imkanını sağlar. En başta düşündürüp ufkumuzu genişletir, kendimize güvenimizi kazanmada ve korkaklık durumundan arınmamıza büyük ölçüde katkı sağlar. Fakat maalesef çevreme baktığımda bu durumun tam tersini gözlemliyorum. İnsanlar özgürleşip korkaklık ve çekingenlik durumundan arınmak yerine, kendileriyle hesaplaşmaktan ve gerçeklerden kaçıyorlar adeta… Bu kaçma hali insanı daha da karanlığa sürüklüyor, daha da çıkmaz bir sokağa sokuyor. Eğer hepimiz Canetti gibi kendimizle hesaplaşma cesaretini gösterip onun gibi büyük bir cesaretle bu hesaplaşmayı kağıda dökebilsek daha aydınlık bir yolda yürüyeceğimiz düşüncesindeyim. Bizleri insan yapacak, cesaret verecek ve makineleşip körleştiğimiz hayatlarımızdan çekip çıkaracak tek koşul ise şudur; özgür olmak… Özgürlük kendimizle hesaplaşmadan geçer. İnsanın toplum tarafından konulmuş bütün kurallara ve sınırlara baş kaldırıp onların dışına çıkması, kendini özgür olma yolunda bilinçlendirmesi gerekmekte… Kendi içimizi ve kendi potansiyelimizi keşfetmenin tek yolu budur. Bazen hayatlarımıza dışarıdan bir gözmüş gibi bakıp öyle değerlendirmeli ve bu makineleştiğimiz dünyalarımızı özgürlükle yıkmaya çalışmalıyız. Kaynakça Canetti, Elias. İnsanın Taşrası. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2015. Baskı. Tank 1 Irmak Tank Vedat Yazıcı TURK 101-40 21302283 DALİ’NİN ZAMANI Dali denildiğinde akla iki şey gelir. Bunlardan ilki ince bıyıklı, uçuk kaçık, İspanyol bir adamken diğeri onun uçuk kaçık, herkes tarafından bilinen o ünlü tablosudur. Bizler bu tabloyu genellikle “Eriyen Saatler” olarak biliriz. Tablonun asıl adı ise “Belleğin Azmi”dir. 1931 yılında, henüz 27 yaşındayken yaptığı bu tablo Dali’nin dünyaca en çok bilinen tablosudur. Aynı zamanda tablo sürrealizm akımını en iyi yansıtan eserlerden bir tanesidir. Resme baktığımızda gözümüze ilk çarpan kuşkusuz eriyen saatlerdir. Cep saatlerinin bu şekilde resmedilmesi zaman kavramının katılığına bir başkaldırış olarak görülür. Dali, aynı zamanda zaman kavramının yapaylığını gözler önüne serer. Arka planda gördüğümüz kayalıklar ne kadar gerçekse, zaman da o kadar yapaydır. Yine arka planda bulunan kumsal, deniz ve gökyüzü bize sonsuzluğu anımsatır. Sonsuzluğun var olduğu bir dünyada, zaman kavramına bu kadar önem Tank 2 vermek kısmen absürt olur. İşte cep saatlerin erimesi de bu yüzdendir. Dali onları eriterek bize bir bakıma “Zaman büyüttüğünüz kadar da önemli bir şey değil.” der. Bu noktada resmin ortasında yer alan insan figüründen söz edecek olursak, bu figürün gözlerinin kapalı olduğunu fark ederiz. Bunu uyku hâli olarak yorumlarsak karşımıza şu soru çıkar: Bilincimizin kapalı olduğu zamanlarda, zamanın bizim için herhangi bir önemi kalır mı? Zaman, tüm insanlar tarafından değişmez ve katı bir kavram olarak görülmesine rağmen aslında insanın kendi yaratısıdır, yani insan bilinci tarafından yaratılmıştır. Bu yüzdendir ki insan figürünü uyur durumda, yani bilinci kapalı olarak resmeden Dali, saatleri de görünüş olarak bozuk, yani erimiş resmeder. Uykuya dalıp bilinçaltımız harekete geçtiğinde zaman kavramı bozulur. Bu tablonun da kendisinden etkilendiği sürrealizm akımında amaç bilinçaltındaki gerçekliği vermektir. Öyleyse bir kez daha Belleğin Azmi’nin sürrealizmi oldukça doğru kullanan bir tablo olduğunun altını çizmek gerekir. Öte yandan gözleri kapalı bu insan figürünü ölümle bağdaştırmak da mümkündür. Bu şekilde düşündüğümüzde resimdeki canlı varlıkların sadece turuncu cep saatinin üstündeki karıncalar ve onun yanındaki cep saatinin yelkovanına konmuş bir sinek olduğunu görürüz. Böcekler ölümden sonra çürüme ve yok olmayı akla getirir. Yani yine bilincin kapanması ve zaman kavramının da bununla birlikte yok olması durumu vardır. Buna ek olarak resimde bir cep saatinin asılı olduğu zeytin ağacının kurumuş olduğunu görürürüz. Zeytin ağacı çoğu zaman huzur, barış gibi iyi olguları simgelese de Dali’nin bu tablosunda kurumuş oluşu yine bizi ölüm kavramına yönlendirir. Dali, Belleğin Azmi hakkında çok fazla konuşmamıştır. Hatta sadece tek bir açıklamada bulunmuş ve bu açıklamasında bu resmi için güneşin altında erimekte olan bir Camembert peynirinden esinlendiğini dile getirmiştir. Yine de bu açıklamaya tamamiyle inanmak doğru olmaz. Çünkü Dali’nin bu tarz kafa karıştırıcı açıklamaları, sarkastik kişiliğinin doğal bir sonucudur. Genel anlamda baktığımızda oldukça sade görünen bu tablodan böylesine derin anlamlar çıkarmamız kuşkusuz Dali’nin sürrealist bir ressam olmasındandır. Dali bu nedenle bilinçaltının Tank 3 dışavurumuyla oldukça ilgilidir. Aynı zamanda bilinçaltı konusundaki çalışmalarıyla tanınan Sigmund Freud’un büyük bir hayranıdır. Yani her ne kadar kendisinden uçuk kaçık olarak bahsetmiş olsam da, kesinlikle deli olduğu söylenemez. Aksine, Dali aslında oldukça ciddi eserler ortaya çıkarmıştır. Hatta kendisinden alıntı yapacak olursak “Bir deliyle benim aramda tek bir fark var. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Bense deli olduğumu biliyorum.” sözleri durumu oldukça güzel özetler. Dali, kısmî deli kimliğinin arkasına saklanarak oldukça değerli eserler üretmiştir ve Belleğin Azmi bunların arasında en önemlilerden biridir. Yargı ve Hümanizm Adar UÇAR 22 Aralık 2014 Pazartesi Öfke, özellikle de geçmişi ve altyapısı olan öfke, olgunun kendisinden daha tehlikeli ve etkilidir. Öfke öyle bir duygudur ki insanın zihninde, kalbinde ve damarlarında birikir ama karşıdaki insana patlar…ki bu da aslında hüzün vericidir. Öfke asıl ne zaman tehlikelidir biliyor musunuz? Masum, yaftalanmış ve haksızlığa uğramış birine patladığı ve mâl edildiği zaman. Bir yargılama sahnesi düşünün… Hâkim, jüriyi ve onun “sayın”, “onurlu” mensuplarını bir odaya, sizin varlığınız ve yokluğunuz arasındaki ince çizgiyi çekmesi beklentisiyle gönderiyor ve jüri, sizin gözlerinizin içine bakarak, usulca bir odaya süzülüyor. Aslında, “12 Öfkeli Adam” filminde bence eksik olan da bu; sanık, yani Latin Görsel 1: Henry Fonda'nın canlandırdığı sekiz numaralı gencin, jüri odadayken yaşadığı bunalımlı ve bir o jüri, vicdanın sesi olmuştur. kadar da ürkek hali, izleyicinin yorumundan mahrum bırakılmıştır. Bir insanın canına, üçüncü bir kişi tarafından son verilmesi, varlık durumundan yok olma durumuna geçilmesi veya geçileceği hakkında bir şüphe bile olması, o belirsizlik, insanın korkması için yeterlidir. Filmin ilk on dakikasında, filmin aynı odada, saatlerce süreceğini anlamıştım, bu da bir hayal kırıklığı yarattı kaçınılmaz bir şekilde. On iki jüri üyesinin, bir odada saatler boyunca bir çocuğa elektrik verilmesi suretiyle hayatına sonlandırılması ihtimalini tartışacağı fikri, midemde bir bulantı, başımda bir ağrı yarattı desem, çok da abartmış olmayacağım muhtemelen. Önyargı, azmin gücü ve kararlılık… Bir insanın kaderinin, bu iş için para alan ve çok “değerli” zamanlarından önemsiz bir kesit ayıran, mutlulukları ve hüzünleriyle, zayıflık ve güçlü yanlarıyla on iki insana bırakılması trajedi değil de neydi? İnsanlık, yüzyıllar boyu, ölümler ve mücadeleler sonucunda bu noktaya gelmiş olamazdı… Eser, idam cezasından, yargılamanın her aşamasını tartışan, argüman dolu bir filmdi. Asıl ilginç olan, kendiliğinden gelişen empati duygusuydu belki de... Düşünülenin aksine ben, 1 yargılanan, buna yargılanmak denirse, çocuğun ruh haliyle meşguldüm. Hem film hem de ülke olarak seyirci olduğumuz bu film bize yalnızca bir “Hollywood Etkisi” olarak geliyordu ama ne acı ki, bunlar devam etmekteydi. Bir çocuğun kendi babasını vahşice katletmesi, analize açık bir konu değildi de neydi? Peki, nedendi jüri üyelerindeki bu sorumsuz acelecilik? Film sırasında, sekiz numaralı jüri üyesinin ileri sürdüğü fikirlere ve deliller üzerinde yaptığı profesyonel görünen ama içi boş çürütmelere karşı çıktım. Gerçekten, duruma baktığımda, çocuğun bu suçu işlemiş olabileceği inancındaydım. Film beni, beklediğimden farklı bir yere sürükledi. Suçlu olduğunu bilmeme rağmen Latin çocuğu, sanık özelinde bir insanı, kurtarmış olmayı diledim. Henry Fonda’ya, yani sekiz numaralı jüriye bilinçsizce hak verdim. Bilemiyorum: acaba Reginald Rose gerçekten burada bize hümanizmi ve insanın canını almanın hiçbir koşulda kolay ve doğru olmadığını mı empoze etmeye çalıştı? Yoksa bu, sadece bir yanılsama mıydı? Şimdi baktığımda, ilk düşünce karmaşama, yani yukarıda belirttiğim kendi fikrime, kendim katılıyor ve bu yolla da bir iç çatışma yaşamış oluyorum. İdam cezası veya ne kastla olursa olsun insan canına son verilmesi ne kadar acı ve ahlâksızca bir şey… Olaya dini boyutuyla yaklaşmanın ötesinde, ortak insan paydasında buluşup incelemek yetiyor durumun Görsel 2: Üç Numaralı Jüri'nin bağlılıkla savunduğu tezlerinin, savunması kolay olsa da vahimliğini anlamak için… İnsan, bir başka insanın başarısız olması, adaletin varlığı şeklinde bir inanç yaratmıştır. canını nasıl alabilir? İşte bu gerçekten sosyolojik analize muhtaç bir konu… Filmin belki de en önemli sahneleri, karakterlerin önyargıları ve onların kökenlerini itiraf ettikleri bölümlerde yer aldı. En son kalan üçüncü jürinin itirafları ise “Ah be adam, bu kadar zaman direnilmeseydi, sırf kendi hırsların için bir çocuğun canını mı alacaktık?” dedirtti. Gelecekte mesleğim ve hayatımın büyük bir kısmını “esaret” altına alacak yargının bu kadar sübjektif olması, bir korku yarattı doğrusu. Ne mutlu bize ki, ülkemizde jüri sistemi yok- kendimize has adalet sorunlarımız mevcut-yargıçların da insan oldukları ve kusurlarının olabileceği fikri rahatsız ve huzursuz edici. Peşin hükümlü, ön yargılı olmak; daima zayıf olmak demektir. 2 Samuel Johnson Nitekim önyargılı olanlar da bu filmde zayıflıklarına yenik düşmüş ve kaybetmişlerdir. 3 Faydalanılan Eser 12 Öfkeli Adam. Yazan Reginald Rose. Yön. Sidney Lumet. Haz. Henry Fonda. Prod. Henry Fonda ve Reginald Rose. 1957. CD. 4 Masumiyet Sarısı Fark ettim ki ben masumiyeti farklı anlıyormuşum. Viyanalı bir ressam bana çok yardım etti bu konuda ki rastlantılara bile o kadar inanmazdım. Hep bu yanılgıya düşerdim, keşke en başında anlasaymışım. Bir kadınla bir adam arasındaki, belki bir kediyle bir adam arasındaki basit ilişki kadar masummuş aşk. Mükemmeliyet aranmazmış, aranmamalıymış aşkta ve masumiyet sadece bir hikâye kurgusundan ibaret değilmiş. Anlam veremeyeceğiniz cümleler kuruyorum çünkü geç kurulabilmiş cümleler bunlar. Cesaret edip, “masumiyet sadece güzel sonlarda oluyor” veya “ilişkide masumiyet mi olurmuş” diyememiştim daha önce. Cesaretimin olmamasının sebebiyse bir açıklamamın olmamasıydı, hepsi birer aptalca önyargıdan ibaretti. Peki, ne denilebilirdi bunun hakkında? Öncelikle önyargılarım var, her insanın olduğu gibi ve bunlar kırılabilirler. İkincisi yaşadığımız çağdan dolayı, “inanıyorum” diyebilmek öylesine bir söylem haline geldi. Benimki de öylesine bir söylemdi ve her âşıktan özür diliyorum. Artık, inanıyorum, kelimenin tam anlamıyla inanıyorum, masumiyet tablolardan okunsa dahi yalnızca, yine de var. Masumiyet, kirlenmiş bir kavramdı benim için. Bir kadının böyle teslim olduğunu görmedim çünkü daha önce… Ayrıca kadının güçlü görüldüğüne inanmadım o dönemde çünkü daha önce bir kadının teslim olurken yine de ortaya koyduğu bir yumruğun, narin bir yumruğun olduğunu görmedim tablolarda. Ama gramerden de anlaşılabileceği gibi, hepsi geride kalan yıkılmış önyargılar! Masumiyetten bahsediyordum, bu tablodan sonra benim için sevginin bir sonucudur. Sevgi her türlü karşımıza çıkabilecekken ne yazık ki masumiyet her şekilde karşımıza çıkmıyor, çıkamıyor. Keşke dedirtiyor o anda, hepimiz sevdiğimiz adama veya kadına sarılırken, böyle masum durabilsek… Sarının her tonu tenimizdeyken aynı zamanda aşkımızda, bitirmesek kendimizi yavaşça dünya dertleriyle. Sarı bu kadar mutlu onları sararken, niye ben, hatta beni boş verin, insanlık sarıyla donanamıyor? Keşke dedirtiyor yine, insanlık adına iç çekişin nefesiyle beraber ağızdan çıkan bir keşke. Sarılmak, yine sevginin getirdiği bir eylemdir ne kadar kolay görünse de. Kolay değildir içten sarılmak, adam* gibi sarılmak, öylesine aşık ve huzurlu, öylesine masum ve onurlu… Masumiyetten bahsediyordum, aynı sarılmak gibi işte, öyle karmaşık ama yine öyle gurulu. Bahsini açtığım şeyden korkup kaçıyorum, farkındayım. Haksız önyargıma kızıyorum, gördüğüm şeyi yadırgıyorum ve yine ondan söz hakkımın ne kadar az olduğunu biliyorum. Bu nedenle yalnızca elimden belirli kelimeler çıkabiliyor. Cümle şekline getirebilmem için yine cesaret gerekiyor. Korku değil, korkaklık da değil fakat korkunun sonucu aynı masumiyetin sevginin bir sonucu olduğu gibi. Sarının tonlarının hepsinde görülen mutlulukla bağırıyor bana bu tablo, “Ben” diyor, “Ben sadece aşk değilim, ben sadece teslimiyet de değilim. Daha fazlasıyım, düpedüz masumiyetim”. Gerçekten de öyle, bana o güzel günleri anlatırken hüzünden kısmen çatlayan keman sesini, gitar sesini hatırlatıyor. Dire Straits veya Satriani çalarken hatırladıklarım, Bulutsuzluk Özlemi veya Ezginin Günlüğü çalarkenki çocukça neşem aklıma geliyor baktığımda. Bir kadının adamına, bir adamın kadınına teslimiyetinin masumiyeti ve belki ahkâm kesercesine yazdığım sözlere bir cevap niteliğinde bunların bütününün aşk olduğunu görüyorum her anında bakışımın. Fark ettim ki, belki de ilk defa bir tabloya bakmaktan daha fazlasını yapıyorum, görüyorum. Söylediğim her şeyi görüyorum, ister bir cahilin aydınlanması ister yanlış anlamış birinin alelade tespiti diyin, görüyorum işte. Bana kalırsa kırılan önyargının ayağımın altında çatırdaması bu. Belki de daha fazlası. Bir şalın, belki de masumiyet şalının altındaki öpücük bu, o zor zamanda verilen öpücük bu; öylesine bir eylem de değil, masumiyet dolu. Bağın masumiyeti deyin ister, ister dokunuşun. Sonuçta masum ve masumiyetse o güzel bağın adının “aşk” konulmasından doğuyor. Bir kediyle bir adam arasındaki karşılıksız sevgi gibi… Bal gibi hoş ayrıca bal gibi de sevgi! Kahramanlarımız ve Çocukluklarımız Süper kahramanlar çocukluklarımızın kendisiydi. Her sabah erkenden kalkıp izlediğimiz çizgi filmler, okuldan gelir gelmez televizyonun başına koşmamıza neden olan süper kahramanlar sadece filmlerin değil çocukluklarımızın da ana karakterleriydiler. Superman de bizdik Batman de. Örümcek Adam gibi en iyi biz uçardık ve iş dünyayı kurtarmaya geldiğinde kimse elimize su dökemezdi. Çocukluğumuzun hayali şimdiki gerçekliğimizden daha güzeldi belki de kim bilir? Sunay Akın Türkiye’nin sayılı emekçilerinden. Ünlü olurken dişe dokunur, insanlara yardım edecek uğraşlar bulan insanlara rastlamak kolay değil maalesef ülkemizde. Sunay Akın gibi bir anlatım ustası karşısına çıkınca, karşısına oturup dinlemekten kendini alıkoyamıyor insan. Sunay Akın hep çocukluğu canlandırır benim gözümde. Oyuncak Müzesi’nin kurucusu olması yüzünden olsa gerek anlatımlarında hep kendimi, çocukluğumu buluyorum. Ne de heyecanlıydık kahramanlar dünyasında yaşarken! Gerçeklikten bağımızı koparmış, izleyici olmaktan çıkmış kahramanın kendisi olmuştuk. Çocuklar gerçeklikle bağlantıyı henüz kuramamış oldukları için kendilerini hayal dünyaları içine atarlar. Hayali arkadaşlar, kahramanlar, yaratıklar… Hep iyiler kazanır o dünyada. Kötüler günün sonunda daima mağlup edilir, dünya kurtarılır. Delilik ile dahilik arasında ince bir çizgi varsa çocuklar mutlaka bu çizginin dahilik tarafına yakın olmalılar. Gerçeklikten uzak olmaları, onlara dünyayı kimsenin göremediği bir bakış açısıyla görmelerini sağlıyor. Mantık bizi belli bir noktaya götürebilir ama hayal gücü bizi istediğimiz her yere ışık hızında götürür. Çocukların dünyası bunun için özeldir. Üst insan diye bir kavramdan söz edeceksek belki de çocuklar için kullanmalıyız bu terimi. Maalesef dünya insanı kirletiyor. Büyüdükçe sadece hayalleri değil kendi de küçülüyor. Yapacaklarının önüne sınırlar koyuyor. Sınavlardan istediği puanları alamayacağından, istediği mesleği yapamayacağından, hayallerini gerçekleştiremeyeceğinden emin bir tür haline geliyor insanlar. Gidin ve bir yetişkine bir dilek hakkı olsa ne isteyeceğini sorun. Cevabın büyük paralar, evler, arabalar, prestij ve güç olacağına şüphe yok. İstedikleri ne olursa olsun belli sınırlar içinde dile getirirler istediklerini. Peki ama bir çocuk nasıl cevaplar bu soruyu? Uçmayı isterdi bir çocuk, bir diğeri istediği hayvana dönüşmeyi dilerdi, bir tanesi şeker ve çikolatalarla dolu bir dünya isterdi kesinlikle! Yetişkinlerle çocuklar arasındaki fark bu kadar büyük işte. Çocukların hayallerinde hiçbir sınır yok, ne istiyorlarsa onu söylerler. Zaman, mekan ve mantık önemli değil onlar için. Süper kahramanların hepsi de birer çocuktur aslında. Hiçbiri sınırlamalar içinde yaşamaz. Superman’in uçmak için kanatlara ihtiyacı yoktur mesela. Hiç kimse Red Kit’den hızlı değildir. Hayalet Casper duvarların içinden geçebilir. Temel Reis sadece ıspanak yiyerek dünyanın en güçlü adamına dönüşebilir. Tıpkı çocuklar gibi onlar için sınırlama denen bir şey yoktur. Belki de bu yüzden çok sevdik süper kahramanları. Kendimizi gördük onlarda. Yetişkinlerin mantıksız bulduğu şeylerin hepsi vardı onlarda. Küçükken Superman’ın Clark Kent haline özendiğimi hiç hatırlamıyorum mesela. Superman’in gerçek olabilmesi için Clark Kent’e ihtiyaç yoktu ki. Clark Kent sadece Superman’i yetişkinlerin de benimsemesini sağlayacak bir sınırlandırmaydı. Çocukluğumuzu özlüyoruz belki ama ondan kaçmak yerine onu sahiplenirsek özlemimizi dindirebiliriz belki. Kendimize sınırlar koymaktan, önümüze engeller çıkarmaktan vazgeçersek bir nebze olsun bir çocuğa veya süper kahramana dönüşebiliriz belki. Unutmayın bütün süper kahraman fikirleri bizlerden çıktı ve onları hayallerimizde yaşatanlar da yine bizleriz. Dünyayı çocuklar kurtaracak, hayal güçleriyle ve fikirleriyle. İyilikle kurtaracaklar, engelleri yok sayarak. Hepsi birer süper kahraman onların. Umalım da içimizdeki süper kahramanı yani çocuğu bir gün biz de kurtarırız. Çağrı ÇAVUŞ Selin Şahin Belki Sen de Bir Hırsızsındır Küçük bir çocuk size gelse ve en büyük günahın ne olduğunu sorsa ne derdiniz? Adam öldürmek, yalan söylemek ya da hırsızlık ? Eminim herkesin bir cevabı vardır bu soruya ama Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı adlı eserinde bu soruya çok farklı bir yanıt buluyoruz. Kitaptaki, Baba karakteri oğlu Emir’in sorduğu bu soruya şu sözlerle; “Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.” (19) cevap verir. Yedi kısa cümleden oluşan bu ifade, kitabın başlarında geçmesine rağmen kitabı okurken beni gerçekten en çok etkileyen kısımlardan birisi oldu ve bu bakış açısıyla karşılaştıktan sonra günümüz dünyasında şahit olduğum olaylara karşı yaklaşımım tamamen değişti. Nasıl mı ? Yazarın vurguladığı bu “hırsızlık” kavramından sonra kendi yaşamıma, etrafıma ve dünyaya baktım ve aslında hepimizin birer hırsız olduğunu düşünmeye başladım. Evet! bizler gerçekten de birer hırsızız. Neden mi ? Mesela buna en basit ve en masum örnek olarak neredeyse hepimiz hergün bir arkadaşımızı, eşimizi veya herhangi bir insanı bazen dakikalarca bazen da saatlerce bekletebiliyoruz ve aslında bilmeden onların elinden zamanlarını çalıyoruz. Fakat maalesef ki her zaman böyle masum hırsızlar olmuyoruz. Biz insanlar, kendimizi geliştiriyoruz, büyük başarılar elde ediyoruz ve bazen bir kurumun veya bir devletin başına gelebiliyoruz ama işlerimizi yaparken kendi çıkarlarımız için hileye, yalana ve ayrımcılığa göz yumarak diğer insanların ellerinden doğruluğu, haklılığı ve gerçekliği çalıyoruz. Hatta sadece bununla kalmayıp yaptığımız bu hırsızlıkların bir sonucu olarak yüzlerce insanın hayatını saniyeler içinde çalıp onları karanlığa iterek ailelerin umutlarını çalıyoruz. Bu söylediklerim maalesef sizlere de tanıdık geliyor dimi ? Şu an öyle bir dönemde yaşıyoruz ki hem kendi ülkemiz hem de çevremizdeki birçok ülke de bu anlattığım hırsızlıkları görüyoruz. Çok yakın tarihlerde malesef bu hırsızlıkların örneklerine şahit olduk. Mesela 13 Mayıs 2014’te gerçekleşen Soma ve 28 Ekim 2014’te Ermenek ilçelerinde gerçekleşen maden kazaları(?) sanırım bizlere yetkili kişilerin bazı şeylere göz yumarak maden işçilerinin yaşamlarını nasıl çaldıklarını gösteriyor. Bir başka örnek ise sürekli haberlerde gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz hatta Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bazen şahit olduğumuz Suriye’ de, Irak’ta, Filistin’de ve dünyanın bir çok yerinde olan savaşlar. Ülkelerin başındaki insanlar, çıkarları için halkın yaşama hakkını, çocukların okula gitme, aileleriyle yaşama ve özgür olma gibi haklarını çalıyorlar. Peki bu durumları izleyen ve bazen sessiz kalan bizler de olanlara göz yumarak, bu düzeni değiştirmeyerek gelecek nesillerin daha iyi bir dünyada yaşama hakkını çalmıyor muyuz? Sizce bizler de bu durumda birer hırsız değil miyiz? Evet! Maalesef ki hepimiz çeşitli nedenlerle birer hırsız olabiliyoruz ama unutmayın ki Uçurtma Avcısı’nın başında Rahim Han’ın, Emir’e dediği gibi “ Yeniden iyi biri olmak mümkün”( 2 ). Bizler bu dünyayı, bu çıkarlar üstüne dayalı sistemi değiştirebiliriz yeterki isteyelim ve birer hırsız olmak yerine doğruluğu, dürüstlüğü, eşitliği, özgürlüğü ve insanların haklarına saygı göstermeyi seçelim. Kaynakça Hosseini, Khaled. Uçurtma Avcısı. Çev. Özgören, Püren. İstanbul: Everest Yayınları, 2008 (7. Basım). TEKNOLOJİ İYİ HUYLU MU KÖTÜ HUYLU MU? İnsanın varoluşunu incelemek bana her zaman ilgi çekici gelmiştir. Sanırım bu benim biyolojiye olan ilgimle alakalı bir durum. Genler ve bunların işlevi, kalıtsal hastalıklar, genlerle hastalıkların tedavi edilişi vs. Sonuçta sağlık hepimiz için önemli bir konu ve genler de bu konuda gözardı edilemeyecek bir kavram. Doğada nasıl bir denge varsa, tıpkı doğanın bir unsuru olan insanın da genlerin de böyle bir uyumu var. Tıpkı DNA’ daki Adenin ve Timin bazlarının arasındaki bağın iki olması ve Guanin ile Sitozin bazlarının arasındaki bağın üç olması gibi. Bir gün yeni film arayışlarına girdiğimde, mutlaka izlenilmesi gerekenler arasında olan bir film ilgimi çekti ve adı Evrim. İlk başta isminden dolayı aklıma gelen ilk kavramlar yukarda bahsetmiş olduğum biyolojik kavramlardı ama filmin bu kavramlarla alakası yoktu. Filmin türünün bilim kurgu ve teknoloji ile alakalı olması oldukça ilgimi çekti. Başrolünde Johnny DEEP vardı ve bu tabiki diğer bir unsur oldu ilgimi çekmesine sebep olan. Günümüzde hepimiz ‘network’ kavramına aşinayız. Çok karşıyım İngilizce kelimelerin dilimize girmesinden ve bu sebepten ötürü network’ den ağ olarak bahsetmek istiyorum. Teknoloji hızla gelişiyor ve eğer örnek verecek olursak teknolojinin bir parçası olan bilgisayarlarımız hemen hemen hayatımızın her alanının merkezi olmuş durumda. Özellikle de iş hayatında müthiş bir iş ağı ve günlük hayatta da sosyal ağ var ki istediğimiz zaman dünyanın öbür ucundaki insanla bile irtibata geçebiliyoruz. İş görüşmeleri yapabiliyoruz. Araştırmalar,incelemeler vs. Ne istersek yapabiliyoruz ağlardaki bilgi verileriyle ve her geçen gün yeni veriler ekleniyor. Film de Johnny Deep Dr. Wil Caster adında ve büyük buluşlara adını yazdırıyor ve aynı zamanda yapay zeka projesini yürütüyor. Öyle bir bilgisayar ve öyle bir sistem tasarlanmış ki sistem dünyanın her noktasıyla bağlantı ağı kurabiliyor, suçlular yakalanabiliyor, hastalıklar insansız bilgisayar tarafından yönlendirilen makinelerle tedavi edilebiliyor,yaralar çok kısa bir sürede iyileştirilebiliyor, hatta doğuştan görme engelli bir insana görme kabiliyeti bile kazandırılabiliyor. Bu gibi olanaklar hayatımızda tam anlamıyla olsaydı eminim sağlık konusu çok da endişelenmeyeceğimiz bir kavram olurdu ama ne yazık ki teknoloji bu kadar gelişmiş durumda değil ama bu filmin yapılmış olması eminim ki ilerde bu gelişmelerin olacağının habercisi. Şu ana kadar hep teknolojinin gelişmesinin yararlarından bahsettim ama gelişmesi ile beraberinde olumsuzluklar getireceğinden de eminim. Mesela radyasyon insanların sağlığını olumsuz etkilemekte ve ameliyatlar da bile makinelerin kullanılıyor olması ilerde yeni sağlık problemleri yaratabilir mi ? Ya da sosyal ağlar yüzünden insanlar birbirleriyle olan iletişimini büyük ölçüde yitirebilir mi? Ya da bu teknolojik gelişimler bir güç unsuru olarak görülüp daha acımasızca silahlar tasarlanabilir mi ? Bana soracak olursanız eğer bu gelişimler ülkelerin çıkarlarına bağlı gelişirse çok acımasız silahlar tasarlandığı gibi dünyadaki dengeyi de altüst edecek durumda. Yani sonuç olarak demek istediğim şey teknoloji insana hizmet için gelişiyorsa her zaman bir adım ötesi hayal edilerek geliştirilmeli. Eğer çıkar ve menfaatler uğrunaysa gelişmesin daha iyi. Eskiden insanlar nasıl yaşıyormuş ! Şimdi filmin gerçek olduğunu düşünelim ve bu teknolojik gelişimlere karşı birtakım radikal gruplar olsun, tıpkı filmdeki gibi. Zaten hayatın hemen hemen her konusunda da böyle değil midir ? Her zaman karşı görüşü savunan insanlar olacaktır. Karşı görüşlerin olması bana göre her zaman iyidir tıpkı eleştirilmek gibi. Çünkü bu durum insanların kendilerini geliştirmesine, yeni fikirlere açık olmasına ve karşı görüşlerin gelişimle birlikte çürütülmesine sebep oluyor. O zaman biraz düşünelim sizce teknoloji iyi huylu mudur yoksa kötü huylu mudur ? Benim fikrimi merak ediyorsanız eğer, teknoloji insana hizmet ettiği ve zarar vermediği ölçüde iyi huyludur. Melis BAYRAK En Sevdiğim Renk: Yeşil Aşk nedir? Aşkı hisseden, ancak hiçbir zaman sebebini ve kaynağını bulamayan bir ırkın mensuplarıyız. Aşk olgusunu ancak âşık olduklarımızda yarattıklarımız, hissettirdiklerimiz ve ortaya koyduklarımızla gösterebiliyoruz. Peki, bu kadar gerçek ama bu kadar gözden uzakta olan aşk neden en büyük ilham kaynağımız? Tarih boyunca yapılmış tüm tablolarda, bestelenmiş tüm şarkılarda ve insanoğlunun neredeyse yarattığı her eserinde aşkın etkisi kendini göstermektedir. Ayrıca aşk ile yapılan bu eserler bakıldığında aşkı hissettirebildikleri güçte insanlar üzerinde bir etki oluşturabilirler. Almanya’nın Frankfurt şehrinde rastladığım Gustav Klimpt’in The Kiss adlı tablosu insanın içinde kaybolmuş olan umut duygusuna tutunan ve bu duyguyu tekrar hissettirebilen sayılı eserlerden. Kimi insan işine, kimi insan sanata, kimi insansa güzelliğe âşık olur. Klimpt güzelliğe âşık bir sanatçı idi. Resminde yer verdiği çiftteki güzelliği görebilmiş ve bunu kendi aşk yorumundan geçirip bir esere dönüştürebilmişti. Eser insanda aşk duygusunu uyandırsa da, âşık insanlara hissettirdikleri çok farklı. Çünkü dünya üzerinde zaman ve boyutları aşabilen, ölümden sonar bile devam eden yegâne duygudur aşk. Bir insanı paradan, nefretten ve hatta korkudan daha fazla etkileyen tek duygu. Hırs bir insana daha fazlasını başarma gücü verebilir, ancak aşk, bunu zorunlu kılar. Örneğin işine aşık olan bir adam ile yaptığı işten hoşlanmasa da yüksek geliri olduğu için yapan adamın yarattıkları arasında büyük farklar göze çarpmaktadır. İşine âşık adam için bu iş dünyanın en önemli meselesidir. Çünkü yaptığı işe daha fazlasını kazandırmak, geliştirmek ve güçlendirmek için kendinden bir şeyler verebilmektedir bu adam. Öte yandan işinden hoşlanmayan ancak kazanç hırsını desteklediği için bu işi yapan insanda, önlenemeyen bir sabitlik ve gelişememe durumu söz konusudur. Mevcut konum bu insanlar için yeterli olup karınlarını doyurmaktadır çünkü. Bu farklılık, aşkın insanda yarattığı motivasyon ve pozitif düşüncelerden kaynaklanmakta, başarılı insanların ve başarılı şirketlerin başarının sırrı olarak sözünü ettiği birinci olgu olmaktadır. Sanatçılarda ise aşk kendini gizliden gizliye değil apaçık ve korkusuzca göstermektedir. Sanat ve sonucunda yaratılan eserler sanatçının iç dünyasının bireysel filtrelerden geçirilmiş hali olduğundan sanatçının hissettiği her duygu yarattığı eserde bir parça haline gelmektedir. Bu duruma verilebilecek en gerçekçi örnek te, halkına âşık olan sanatçı Pablo Picasso ’dur. İspanyol katliamları sırasında halkına duyduğu aşkı yaralanmıştır Picasso’nun ve onu dünyaca ünlü eseri olan Guernica’yı resmetmeye itmiştir. Eğer Picasso böyle bir aşk duymasaydı bu eseri yaratabilir miydi? Cevap: İmkânsız. Çünkü aşk, yaralandığında acıtır. Âşık olduğunuz varlığa bir zarar geldiğinde bu size dünyanın sonuymuş gibi gelir ve kabiliyetiniz doğrultusunda sizi yaratmaya iter. Fakat aşkın yaralanışı herkeste farklı etkiler doğurmaktadır. Kimi sanatçılarda, Picasso da olduğu gibi yaratıcılığa dönüşürken, kimilerinde öfke ve ölümle sonuçlanabilmektedir. Bu sonuçlara da insanın içinde yatmakta olan ve insanların günlük hayatta “öz” dedikleri bir olgu yol açmaktadır, çünkü aşk insanın içindeki bastırılmış olanı dışarı çıkartmasıyla ünlenmiştir yıllarca. Kimi severken yere göğe sığdıramazken, kimileri öldürür sevdiğini. Ölüm bizi ayırana kadar sözüne inat. Aşk savaş başlatır, isyan çıkarır, dostu düşman, düşmanları ise dost yapar. Böyle bir güç hayatımızın içindedir her an, her dakika. Ancak modernleşen dünyada insan göremez hislerini. Düşüncelerle dolup taşan kafasında onu kurtarabilecek tek olgu olan aşkın orda olduğundan bile habersizdir. Herkes de kolay kolay âşık olamaz. Çünkü aşk zannedilenin aksine ilk görüşte değil ilk güvende oluşur. Peki, sizin il güvendiğiniz insan kimdi? Dertlerinize koşan mutluğunuzda ve hüzünlendiğiniz zamanlarda ilk aklınıza gelen kişi kimdi? Bir tabloya bakarken, bir şarkı dinlerken aklınızda adeta bir resim gibi canlanan o yüzü hatırlamaya çalışın. Neydi adı? Belki Ayşe, Ahmet, Esin… Benimkinin adı İrem’di. Ne toplumuna, ne sanata, ne spora âşık olan bir insan olarak bana aşkı öğretebilecek tek kişi olduğu gerçeği Klimpt’in resmettiği gençler arasında gördüğü bağ kadar saf ve güçlüydü. Üniversitenin ilk yılının ilk günü tanıdım onu. Kıvır kıvır saçları omuzlarından dökülürken arkasını döndüğünde ilk kez baktım yemyeşil gözlerine. Başta aşk kokusu olmasa da işaretçileri her yanımı sarmıştı sanki. Birlikte vakit geçirdikçe bu işaretçiler gerçeklere dönüştü. Bir hayatı paylaşır olmuştuk, bir bütün gibi. İşlerimizi beraber yapıyor, beraber ağlayıp beraber seviniyorduk. Kalabalığın içinde yalnız kalmış bir birey olarak hissettiklerim yepyeni bir pencere açmıştı sanki bana. Her sabah daha neşeli uyanıyor, onu görme arzusuyla okula koşuyordum. Aşk karşıma yeni bir umut olarak çıkmıştı. Benden beklenenin çok daha fazlasını yapabileceğim, birlikte başarmanın verdiği duyguları tadabileceğim bir umut. Umut ışığım dedim ona. Tüm tercihlerinde arkasında dururken, daha iyisini elde etmesi için çalıştım ve en önemlisi mutluluğu ve iyiliği için her şeyi göze aldım. Çünkü aşk bunu gerektirir. Aşk, gereksinimleri olan, empati ile beslenen, gerçek ve dünyanın en güzel duygusudur. Aşk insanın kişiliğini şekillendirebilecek belki de en güçlü ve tek duygudur. Âşık olmaktan korkmayın. Âşık olun. Canım yanar diye korkup kaçmayın. Cesaret edin, çünkü âşık insanın cesareti her zaman ödüllendirilir. Peşinden gidin, çünkü ancak inandığı şey uğruna savaşanlar hafızalarda kalır. Ve çok sevin, çünkü sevmek ve emek harcamak tüm dinlerde kutsaldır. Aşkın dili, rengi, ülkesi yoktur. Aşk insan olmaktan bize kalan en kıymetli hazinedir, iyi koruyun. Naci Arda Şahinoğlu Mahsume Zeynep YAYCILI ID:21202316 Türkçe 101-1 Ödev 2- Roman Başak Berna CORDAN 22.06.2015 İÇİMİZDEKİ GÜÇ Halide Edip Adıvar’ın kitaplarından olan Vurun Kahpeye Aliye adındaki İstanbullu genç bir öğretmenin, Anadolu topraklarında yaşadığı içler acısı bir durumu anlatır. Romanı okuduğum zaman aşkla karışık olan vatan sevgisini ve inanılan doğrular uğruna gösterilen çabanın ne kadar önemli olduğunu anladım. Kimsenin gitmek istemediği Anadolu topraklarında topraklarını toprak, evlerini evi benimseyeceğini ve oradaki çocuklar için bir ana bir ışık olacağını belirten Aliye bu amacına ulaşmak için korkusuzca her zorluğun üstesinden gelmiş ve bir güneş gibi doğmuştur Anadolu topraklarında. Her ne olursa olsun kendimize olan güven, inançla karşılaştığımız bütün zorulukların üstesinden harcadığımız çabalar sonunda gelebileceğimizi çok iyi anlatan eşsiz bir roman. Hayat, o kadar acımasızdır ki uğruna savaştığımız isteklerimizi bize verememek için önümüze büyük engeller çıkarır. Düşüncemizin, inançlarımızın benimsenmediği dışlanma duygusunu hissettiğimiz ortamlarda bulunabiliriz. Karşılaştığımız zorluklarda sığındığımız en güvenilir limandır kenimize olan güvenimiz ve cesaretimiz. Güven ve inanç duyguylarını barındırmayan insanın hayattan aldığı haz anlık mutluluğuyla kısıtlıdır. Uğruna savaştığımız mücadele verdiğimiz en ufak bir şey bile aslında hayatımızın temeline kök salmaktadır. Peki, ya bu güven, inanç, cesaret gibi hayatımızın temelini oluşturan yapıların başında ne gelir? Şüphesiz ki; umut! Umutsuz bir insan içinde barındırdığı cesareti, inancı ve hayata dair olan hadeflerini açığa çıkaramaz. Umuttur içimizdeki devasa dürtü. Anadolu topraklarına giden Aliye içinde beslediği hedeflerini geliştirme umudu olmasaydı gelebilir miydi onca zorluğun üstesinden? Kesinlikle hayır. İnsanoğlu bazen amaçlarına ulaşmadan önce hayatın acımasızlıklarıyla dolu okyanusun ortasında bulur kendini. Her YAYCILI2 saniye acımasız dalgalara doğru kulaç atması ve umuduna dört eller sarılması gerekir çünkü umuttur oksijensiz kaldığımızı hissettiğimiz an bize nefes olan. Hayatımızın ışığına olan yolculuktur umut. Hayata gözlerimizi açtığımız anda başlar sıkıntılarımız. Kim inkâr edebilir ki sıkıntısız bir hayatının olduğunu? Doğumdan ölüme kadar akan hayat pınarında umudumuzdur karşılaştığımız sıkıntıların üstesinden gelmek için kullandığımız silah. Her ne yaşarsak yaşayalım sıkı sıkıya bağlıysak umudumuza tüm dertlerimiz yok oluverir umudun parıltısıyla. Bazı insanlarını pusulası umutsuzluğa doğrudur. Tek doğru karşılaştığı engeller hayatının gerçeği olması ve bunları aşmak için herhangi bir çaba sarf etmemeleridir. Bir kere geliyoruz bu eşsiz güzel dünyaya karşılaştığımız zoruluklardır her anımızın değerli olmasını sağlayan. İstediğimiz her şeyi çok kolay elde etseydik hayatımız çok mu güzel olurdu? Doğduğumuz anda çabanın ne demek olduğunu anlamadık mı? Nefes almak için çırpınan küçücük kalbimiz, annemizden ayrıldığımız o an. Bunların hepsi aslında çabalamanın, umudun ne kadar da önemli olduğunu gösteriverdi bu güzel hayata gözlerimizi açtığımızda… Masallarda anlatılan hayatın tozpembe kokusunu ciğerlerimize çektiğimiz anda hayatın sert tokatıyla karşılaşırız. Çok istediğimiz, uğruna gecemizi gündüzümüzü verdiğimiz amaçlarımız gerçekleşmediği zaman içimizdeki umut filizlerinin köklerini kurutmamalıyız. Her son yeni bir başlangıçtır. Huzurun, sevincin, mutluluğun bir yerlerde bizi beklediğinin habercisidir umut. Umudunu kaybeden bir insanın kalbini ne tekrardan öylesine etkili attırabilir ki? Kim güldürebilir gözlerini tekrardan öylesine parlak? Şüphesiz ki; içinde büyüttüğü umut filizinden başka kimse onu hayata öylesine sıkı bağlanmasını sağlayamaz. Bütün bunlar değil midir umudu böylesine esrarengiz yapan? Acımasız hayat! Ölüme beş dakika kalan bu hayat yolcuğumuzda neden bağdaş kuruyoruz ölüme? Her saniyemizin değerini bilmeli içimizdeki umut ışığını söndürmemeliyiz. Unutmamalıyız ki umutsuz bir hayat karşılaştığımız her zorluğu benimsememize neden olur. Uyanacağın yeni bir güne, seni kavrayan eşsiz gökyüzüne sahipsen hâlâ yaşamaya dair bir umudun var demektir. Umudunla hayatını daha da güzelleştir. Ayça Begüm Taşçıoğlu Cehenneme Küsmek Bir insanda ilk dikkatinizi çeken özellik nedir? Çoğumuz bu soruya upuzun dalgalı saçları, çimenleri kıskandıracak denli bahar yeşili gözleri sıralardık herhalde. Yaşadıkça daha iyi belirgin gelen, göze çarpan özellik ise: ideolojiler. "Ah, ne saçmalıyor!" diyebilirsiniz, burun kıvırabilirsiniz düşüncelerime ama kelimeler, aslında oluştukları simgeler denli basit anlamlar içermiyor. Bir babaya oğlunu reddetmeyi göze aldıran, birbirini tanımayan insanların sırf karşıt düşüncede olduğu için diğerinin canını yakma isteğini tetikleyen, uzantıları belki bir katilin elini aratmayacak kadar kanlı, alçak değerler topluluğu, göz ardı edilememelidir. Dünyadan şerefiyle ayrılmak isteyen, ideolojilerin bir tiyatro sahnesi olduğunu bilen insanların inandığı, populizmle hayatımıza dahil olmuş yeni bir kavram var: apolitiklik. Apolitiklik, olmuş ve oluşturulmuş tüm anlam ve nefret kargaşalarından çok farklı bir kavram. Tüm dünya alev topu misali yanıp cehennemi kıskandırırken kendine, "Ben yatıyorum." diyerek battaniyeyi üzerine çeken, size küs yatmış eşiniz, apolitik insanlar. Ben onlardan biri olmanın madalyonunu şerefimle, kan sıçramamış omuzlarımda taşıyorum hudutlarca göğe yükselen onurumla birlikte. Milyonlarca cana mâl olmuş, nice evleri yerle yeksan etmiş değerleri desteklememek; fanatizmin süslü reklamlarına alet olmayıp sınırlara ve ülkelere hatta düşüncelere aidiyet duymamak, insanlığın ve özgürlüğün tanımını yapacak olsam yüreğimden damlayan argümanlarım olurdu. Ülkemizde hatta dünyanın dört bir yanında popülerleşen "apolitiklik" tanımı, sempatizanlarını nasıl topladı? Tüm bu apolitik insanlar, ateşsiz cehennemlerine sırtlarını dönüp uyumak mı istedi sadece? Bence öyle, benim için öyle. Belki düzenlerin karanlık bariyerler olduğunu çoğu insandan önce görüp engellemeye çalışan insanlardır onlar. Felsefe derslerinde anlatılan süslü düzenler... Bütün düzenler insanın öz doğasına tezat beşerî materyallerdir benim nazarımda. Elinde karanlık megafonlarıyla kitlelere hitap eder liderler, onlara en başarılı düzen olarak kendi küçük simsiyah dünyalarını sunarlar, canlarına ve oylarına karşılık. Tüm bunlar prangalar çeker insanoğlunun bakışlarına, gökkuşağı artık çok çok uzakta anlatılan bir hikâyeden ibaret kalacaktır. İnsanoğlunun tek ihtiyacı biraz yemek, biraz uyku, biraz su ve sevgi değil midir? Bu bizi canlı kılmaz mı, düzenlerden ziyade? Bendeniz hiç düşünmem sınırları. Onlar, tarihte söylenmiş en büyük yalanlardır çünkü. Birbirimizi binlerce kilometre öteden sevebilen, umut yeşertebilen kalpleriz biz. Metropol insanı, kalbinin en derininden gelen bir sızıyı, boğazında düğümleyip kârlı bir hidroelektrik santral kurabiliyorsa göz pınarlarında, kuraklıktan bir kap suya muhtaç yavru için, gözyaşları karın doyurmasa bile sınırları kül etmeye yeter. İdeolojinin ömrümüze kattığı sınırlar, umutsuzluk grisi tuğlalardır lakin sevginin önüne set kurulmayacağını tüm kıtaların en aydın kişileri evvelden beri bilmektedir. Sınırsızlık bile bir ideoloji sayılabilir, Yaşam ve Ölüm Yorgunu adlı kitapta Mo Yann'ın anlattığı, dayatılan sistemler gibi. O zaman da otoritelerin eline verilir dizginler, kanlı tahtlara altın dişli krallar oturtulur, en iyi onlar bilirmiş gibi yönetmeyi tüm gezegeni. Sınırsızlık yüzünden methedilse bile bu kişiler önünde sonunda diktatörlükle son bulacaktır eylemleri. Hoş, tek bir ülke veyahut bir elin parmağını geçmeyecek sayıda ülke kendini "sınırsız" ilan etse, bu dünyayı sınırlardan arındırmayacak, bariyerlerini yıkmayacaktır ki. Tahtların vârisleri, kendilerini tanrılaştırmakla yükümlüdür. Öyle değilse eğer, niçin insanları özgürleştimek adına onları dikenlerin arkasına gizler ve onların her hareketlerini izler? Bunun adına insanların insanlara yetebildiği düzenler yaftası konulur. Elbette yansıtmaz gerçeği ve uzun ömürlü kalmaz. Tek bir ideoloji öne sürülemez, kan sıçramamış omuzlarına. Ocaklara gözyaşları seli yaşatmayacak tek bir somut örneği olmamıştır. Felsefe derslerinde anlatılan "idealar", adı üzerinde gerçekleştirelemeyecek pembe yalanlardan ibarettir. Zamanlar içerisinde denenmiş tüm ideolojileri kıyaslamak, zulmü kıyaslamaktan başka bir şey olmayacaktır. İdeolojiler, tezatlıktır. Varolacaksa eğer bir düzen, sevgiyle temellendirelim onu. Sembolik nefret kalıplarına sığdırmayalım. Üzüntülerimizi katlayıp tarihin kanlı sayfalarına defnedelim. "Bakışlarımız gökkuşağımızdan ayrılmasın!" sözleridir, bir apolitiğin temennileri. Furkan Şahin Akıl Tutulması ve İdrakimiz Çoğu insan, hayatın karmaşık döngüsü içerisinde birçok kez çıkmaza düştüğünü hisseder. Bu çıkmazlardan kurtulmanın bir hayli yolu olsa da hemen herkes kendisine zarar verecek yolları göz ardı ederek başka seçenekler düşünmeyi tahayyül edemez. Sebebi ise düştüğümüz durumun bizi her yönüyle kuşatıp düşünme idrakimizi elimizden almasında yatar. Kimi zaman anlık bir süreçte veririz bizleri eski halimize döndürecek kararları kimi zaman da bu kararları uzun bir süreçte ancak yine mantık çerçevesinden yoksun bir şekilde veririz. Oysa tüm insanlık tarihi boyunca yaşanan bütün olaylarda insanlara baş edemeyecekleri zorluklar verilmemiştir. Biraz sabırlı olarak ve aklıselim davranarak yaratılanların en kudretlisi olan bizlerin, üstesinden gelemeyeceği bir sorun yoktur. Hayatta karşılaştığımız tereddütler ve bizleri köşeye sıkıştıran tüm olumsuz durumlar bizlerin sağlıklı karar verme mekanizmasında tahribata yol açar. Ancak yalnızca olumsuzluklar ve ikilemler bu duruma sebep olmaz. Çoğumuz, herhangi bir meselede istediğimizin gerçekleşmesine bazen o kadar önem veririz ki arkada bıraktıklarımızı ve kaybettiklerimizi göz ardı ederiz. Oysa bize zararı dokunacağını bilerek davranmamız akıl tutulması yaşadığımızın bir kanıtı niteliğindedir. Kendimden örnek verirsem hayatımın birçok döneminde rekabet ortamı içinde galip gelmenin hazzını yaşamak için çok emek sarf ettim. Günler, haftalar, aylar boyunca emek sarf ettiğim pek çok yerde önde olmanın tarif edilemez büyüsü beni hep kuşattı. Ancak belli bir süre zarfı geçtikten sonra geriye dönüp baktığımda bu hazların gelip geçici ve beyhude olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Bu da beni, hedefimden alıkoyacağı gerekçesiyle yapmaktan geri durduğum hayatın birçok farklı yönünden mahrum bıraktı. Sonradan düşündüğüm zaman fikirlerimin değiştiğini görsem de geçmişte, şimdikinden farklı ve benim için daha faydasız olduğunu düşünmem o zaman aralığında bir nevi akıl tutulması yaşadığımın göstergesiydi. Mantıklı düşünememe sürecini ve akıl tutulmalarını en az zararla atlatmanın formülü ise çevremizde bizi doğru yönlendirecek bireylerin varlığında yatıyor. Çevremizdeki bu kişilerin varlığı da düştüğümüz çıkmazları açma konusunda bizlere büyük avantaj sağlıyor. Öte yandan bizim gibi zor durumda olan insanların bizi kuşatması da tüm bu süreci daha güç kılıyor. Pek çok yerde de zor durumda olan insanların yine benzer konumda bulunanlar ile daha güçlü ilişkiler kurduğu ise bir gerçek. Sebebi ise insan psikolojisinde yatıyor. Hepimiz benzerimizi arama telaşı içindeyiz veya çevremizi bize benzeyen insanlarla kuruyor ya da diğer insanları değişime zorluyoruz. Hayatın doğal akışı içerisinde meydana gelen bu durum hayatın bizleri sınadığı noktalarda dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor. Bahsettiğim tüm bu insan olma melekelerinin kaybolduğu durumlar bazen çok çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkabiliyor ve şahit olduğumuzda halimize şükretmemiz gerektiğini bizlere hatırlatıyor. İşte bu şoke edici hikâyeler çarpıcı bir şekilde sunulunca hayatımızı sorgulamamız kaçınılmaz oluyor. Bir Rüya İçin Ağıt da bunu başarmış bir film. Zayıflamak amacıyla yaşamını diyet haplarına mahkûm eden Sara, hayatta karşılaştığı engelleri aşmak için çıkar yol seçtiği uyuşturucu maddeyi temin etmek için hayatını karartan Harry ve kendini hayatın çıkmazlarından kurtarmaya çalışırken uçuruma sürüklenen Marion… Tüm bu karakterler çok arzuladıkları o yaşamı elde etmeye çalışırken arkalarında bıraktıklarından 1 habersizlerdi ve hayatları uçuruma sürüklenirken kendilerini mantık çerçevesinde düşünmeye zorlayacak kişilerden mahrum olmaları felaketlere yol açtı. Hemen hepsi düş kurdukları o masum yaşam için cenin pozisyonundaki bebeklerden farksızdı. Ancak kurtulmaya çalıştıkları tüm zorluklar, peşlerini bir türlü bırakmadı. Hayatın peş peşe kıyıları döven bu hırçın dalgalarının karşısında sarsılmadan durmak hiç de kolay sayılmaz. Etrafımızda bulunan yol göstericiler yetişmeli imdadımıza ya da bataklığa daha çok saplanmamız içten bile değil. Harry, Marion ve Sara da kendi dünyalarında çırpındıkları sırada mütemadiyen daha kötü duruma düştüler. Onları bu durumdan çekip çıkartacak eli bulmaları ise hiçbir zaman gerçekleşmedi. Oysa dünyevi hazza bu kadar gömülmüş dimağlarının başka birileri tarafından uyarılması çok daha farklı sonuçlara sebep olacaktı. Tıpkı Necip Fazıl’ın fikri hayatını kökten sarsan o karşılaşma gibi. Abdulhâkim Arvâsi ile tanıştıktan sonra hayatı değişen ve kalbi İslam’a ısınan Necip Fazıl, yaşamını din çerçevesine oturtmuştu. Edebi eserlerinde de yetkinliğe ulaşarak yazın dünyamızda üstat lakabıyla anılmaya layık görülen örnek bir şahsiyet olmuştur. Hayatın işte bu acımasız ikliminde, kendimiz olarak kalmak ve aklımızı korumak gittikçe daha büyük bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu iklimin, ilikleri donduran soğuğu akıl tutulmalarını ve yaşamların zaten kötüye giden akışını daha da körüklüyor. Bu noktada, aklıselim kimselerin etraftaki varlığı hayati önem arz etmekte. Yoklukları ise yeni ve daha tehlikeli kıyılara bizi sürüklemeye sebep. Bize verilen en büyük sermaye olan yaşamın tüm bu gelgitlerinde savrulmadan durmak da sadece insanoğlunun başarabileceği bir süreç olarak duruyor. KAYNAKÇA Aronofsky, Darren (Yönetmen). (2000). Requiem for a Dream [Film]. Artisan Entertainment. 2 21400475 Saliha Tığlıoğlu HAVVA’NIN DÖRDÜNCÜ KIZI Hayat her geçen gün kendisine yaşantılarımızı, benliklerimizi ve cevaplanmamış sorularımızı katarak yürümüyor adeta koşuyor. Biz onun bu enerjisine uyum sağlamaya çalışıyor ve kimi zaman bazı şeyleri ya göremiyor ya da görmek istememenin en doğru olduğu sonucuna varıyoruz. Peki, ne kadar sorguluyoruz? Yaşantılarımızın, aidiyetlerimizin izin verdiği ölçüde ne kadar bu “sorgulayamama” işinde takılıp kalıyoruz? Günahkâr, İnanan ve Şaşkın… Elif Şafak Havva’nın Üç Kızı adlı kitabını yazarak bize altını çizecek yer bıraktırmayan bir başucu kitabı armağan etti. Bu kitap bana kafamdaki tüm belirsizlikleri ortadan kaldırmamda büyük rol oynadı.Hayatlarımız durmadan ön yargıyla yaklaştığımız tavırlar, çözülemeyen kavgalar, bitmemiş nefret patlamaları, kalıplaşmış genellemelerden ibaret ve bizi durmadan yıpratıyor. Bazen düşünmeden edemiyorum, neden bunlara tahammül ediyoruz? Hayatımızı bu denli nedensiz öfkeleriyle saran bu çemberlerde ne kadar sağlıklı kalabiliyoruz? Gün geçtikçe insanlar içine kapanıyor, güven sadece sözde kalıyor, mutluluk insanın nefesini kesen imkânsız bir hayalden öteye geçemiyor. Bu denli birbirimizden uzaklaşmayı nasıl başardık? Yazımın başından beri sonuca varılamayan, açıklanamayan birçok soru sordum. Bu soruları kitabın merak kokan sayfalarında bulmanız, yıllardır kelimelere dökmek istediğim “tam olarak buydu” diye düşünmeniz mümkün. O kadar kıldan ince noktalara giriyor ki, acaba güvende miyim demeden geçemiyor insan.Çünkü kendimi sınırsız, orantısız ve bir o kadar da gerçek bir kargaşanın içinde buluyorum kitabın sonlarına doğru... Toplum, gelenek, kural, kanun her ne olursan olsun birçok şeyi bu soyut kavramların adı altında uygulamaya çalışıyoruz. Bunu yaparken birbirimizi hoyratça eziyoruz. Nasıl mı? Siyah kedi ile beyaz kedi, Alevi ile Suni, inanan ile inanmayan, başörtülü ile bikinili, engelli ile sağlıklı. Çoğu noktada ayrışıyoruz ve geri dönülemez bir noktada kırılıyoruz. Kitabın bana göre en sıradışı, en güzel yönü, tanıdık olmayan sularda yüzmeye çalışması. Nasıl mı? Dinine düşkün insanlara şüphe serpiştirmesi, inanmayanlara ise hayatın bir noktasında inanç katmaya çabalaması. Hiç kimse tam anlamıyla doğruyu temsil edemiyor ve aslında doğrunun tanımını yapabilmek de pek mümkün gözükmüyor. Ama sevmek o kadar güzel ve bir o kadar da kolay ki... Farklılıklarımızı, çeşitliliğimizi kucaklarsak, sahiplenirsek o zaman hayatlarımızdaki güzelliklerin bir koşuşturmadan ya da kavgadan ibaret olmadığını fark edeceğiz. Her şey karşılıklı değer ve yargıların düzgün bir çizgide ilerlemesiyle güzelleşir.Bu yüzden saygı duymak, benimsemek olmalı dilimizde ve hareketlerimizde… İkisi bir olmadığında penceresi olmayan ev gibi insanı bunaltıyor, mutsuz ediyor. Bir diğer önemli nokta ise kitabın her karakterinin arkasına gizlenip tüm merak ettiklerini düşündürmeye uğraşan bir yazar var. Bilgi, kültür ve merakla birleştiğinde belki de en müthiş iksir oluyor. İnsanlar okuyarak içiyor bu iksiri, düşünerek sindiriyor, sorarak özümsüyorlar. Bir diğer önemli nokta ise yazarın yarattığı üç kızdan birisiyle olan benzerliğim sanırım bu beni biraz korkuttu çünkü kendimi sayfalar içinde can bulmuş hissederken, benzersiz bir dayanışmayı omuzlarımda hissettim. Bir yere bağlanamayan, bir düşünceyi körü körüne savunamayan, özgürlüğü tatmak isteyen bir ruh… Bunlar benim için başkaraktere olan yakınlığımdan ibaret. “Kendine güveni o kadar çorak, endişeleri öylesine bereketliydi ki”(Şafak 123). Beni karaktere yakın hissettiren bir neden daha. Endişe duyduğum pek çok durum karşısında yönlendirilmeye o kadar müsait bir tabiatım var ki... Sanırım bir insanın başına gelebilecek en kötü alışkanlık. İnsanların memnuniyetiyle, onların istekleriyle o kadar içli dışlıyız ki, kendi güvenimizi yanlış sularda arıyoruz. Sıradışılıktan uzak, öğretme amacı gütmeyen Havva’nın Üç Kızı bana hayatımızdaki güzellikleri görmenin ihmal edilmemesi gereken bir değer olduğunu hatırlattı. Kalbim Oxford Üniversitesi’nde Profesör Azur’un büyülü sınıfında Peri ile beraber kaldı. Kitabı her elime aldığımda o basit ama ulaşılamaz dünyaya adım atmak için huzursuz bir şekilde bekleyen beni bulacağım sanırım... Kaynakça: Şafak, Elif. Havva’nın Üç Kızı. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık, 2016. 1.Baskı MEHMET ARDA NANE 21300706 TURK 102-22 GEORGE ORWELL-KİTAPLAR VE SİGARALAR EDEBİYAT KAÇ PARA EDER? Bu yazıda George Orwell'in “Orwell,George.Kitaplar ve Sigaralar.London:Tribune,1946.” adlı denemesi dönemin politik çalkantıları da göz önünde bulundurularak ortalama bir insan hayatında kitapların mı yoksa sigaraların mı daha değerli olduğundan bahsedilecektir. Yazar bu denemeyi yazdığı dönemde yani günümüzden yetmiş sene öncesinde insanların ve toplumların kitaplara bakış açısını kitaplarla kıyaslayarak hangisinin daha çok önem taşıdığını vurgulamaya çalışmıştır. İlk olarak, insanlar günlük hayatlarında kitap okumayı, satın almayı, bir koleksiyon yapmayı hobi olarak görmektedirler ve hobi de standart bir insan yaşamı için lüks gözükmektedir. Bundan ötürü kitaplara ayıracak parası yoktur insanların. Aslına bakılırsa her kitap da o kadar pahalı değildir; fakat insanların böyle bir alışkanlığı olmadığı için bir kitap okumuş olmanın onlara katacağı manevi değerle ilgilenmiyorlardır. George Orwell de tam bu konuda insanların hayatında sigaranın ne kadar vazgeçilmez olduğunu ve kitaplara kıyasla her zaman daha ön planda tutulduğunu göstermeye çalışmıştır. İnsanlar sigaraya harcadıkları parayı bir lüks veya kayıp olarak görmemektedirler; çünkü sigara onlar için artık temel bir ihtiyaca dönüşmüştür. Belki de her gün bir paket aldıkları sigaraya verdikleri para kitaplardan çok daha fazladır; ama bunu göz önünde bulundurmazlar. Ayrıca kitaplar sigaradan daha uzun sürede tükenirler hem maddi hem manevi olarak. Bunun kanıtı ise bir kitabı okuyup bitirdikten sonra onu rafa kaldırıp başka bir zaman diliminde yeniden gözden geçirebilirsiniz; ama bir sigarayı içip bitirdikten sonra onun izmaritini yere atarsınız, ayağınızın ucuyla ezersiniz ve bir daha yüzüne bakmaya şansınız olmaz. Bununla beraber sigaranın insan sağlığına verdiği zarar da yanında cabası. Nitekim bundan yetmiş yıl önce sigaranın zararları hakkında toplum çok fazla bilinçli değildi ve filmlerde, gazetelerde veya günlük hayatta çok tüketilen bir madde olduğu için kitaplara bir türlü sıra gelmemekteydi. Genel olarak eleştirilere tabi tutulmakta olan edebiyat olgusu toplum tarafından dışlanmaya maruz kalmaktadır; çünkü bu sanat türü ihtiyacın aksine bir lüks olarak insan hayatında damga vurmaktadır. İnsanlar ortada bu kadar acımasız gerçekler varken, yaşam şartları zorken bunlardan edebiyatla kurtulamayacklarının farkındadırlar. Bundan ötürü de edebiyatı hep bir köşeye itmeye çalışırlar. Edebiyatın lüks olması gerçeği onun “Sanat, toplum içindir.” anlayışına ters düşmektedir. Böyle bir durum söz konusuyken sadece boş vakti ve çok parası olanlar sanatla uğraşır diye bir kanı çıkmaktadır. Bunun sonucunda ise “Sanat, sanat içindir.” olgusu gün yüzüne çıkmaktadır. İnsanların cehaletle savaşmaya çalışmayıp da sadece tekdüze bir şekilde hayatlarını sürdürüp kitaptan uzak kalmaları onları sadece kitapların verdiği bilgilerden mahrum bırakmaz. Ayrıca onların kendilerini geiştirmeye çalışmadıklarını ve bir ot gibi yaşadıklarını gösterir. İlginçtir ki, insanlar kitaplara para harcamazken giyim kuşam, teknoloji, kozmetik gibi alanlara harcadıkları paranın belki de çeyreği kadar olan kitap parasını vermeyi çok görmektedirler; çünkü hayatlarında hiç denemedikleri ve okumanın nasıl bir haz olduğunu bilmedikleri için bunu göz önünde bulunduramazlar. Günlük hayatta o kadar gereksiz, değersiz sırf moda diye birçok şeye para harcayan insanlar bu tarz meseleler için para buluyorlar da nasıl konu kitaplara geldiği zaman fakir oluyorlar parasız kalıyorlar bunu anlamak gerçekten çok güç. İnsanların yapmış olduğu bu tezat ne yazık ki toplumu eğitimsel açıdan belli bir düzeyin üstüne çıkaramıyor. Sonuç olarak, yazarın yaptığı bu hesap kitapta çıkan sonuç kitaplardan yana olmasına karşın insanlar bunu yine de anlamayacaklardır; çünkü zaten George Orwell yaptığı bu tespiti de bir kitap haline getirmiştir. Herhangi bir kitap alıp okumayı bilmeyen insan, gelip de bu yazarın bu kitabını almayı düşünemez bile. Bu durum sonuncunda ise insanların bu konu karşısında farkındalık kazanmaları imkansız hale gelmektedir. Olay sadec yazarın anlattıklarından ibaret değildir ne yazık ki; çünkü onun da anlattıklarını değerlendirebilmek için onun yazığı kitabı alıp okuak ve bunun üstüne konuşmak gerekir. Bu farkındalığa ulaşmak ne yazık ki kitap okumadan mümkün gözükmemektedir. Kitapların Bize Kattıkları Kitaplar onları okumayı bilen insanların en yakın dostudur çünkü insanları kırmazlar, belki duygulandırıp ağlatırlar fakat insanları üzmezler. Kitapların insanların en yakın dostu olmasının en önemli sebebi ise insanları özgürleştirmeleridir. Kitaplar insanları alıp o kadar büyük, uçsuz bucaksız bir diyara götürür ki orada sınır yoktur. O diyarda uçabilirsiniz, ışınlanabilirsiniz bunların dışında o diyarda bir yere gitmeden o yeri gezebilirsiniz ayrıca bu diyarda asla insanlar üzerinde bir baskı yoktur ve bunun sayesinde gerçek hayatta yaşayamayacağınız deneyimleri özgürce burada yaşayabilirsiniz. Bu deneyimler sayesinde hayal gücünüzü geliştirebilirsiniz ve gerçek hayatı daha iyi tanıyabilirsiniz çünkü gerçek hayatta etrafınızdaki insanların yarattığı baskılar yüzünden birçok şeyi deneyimleyemezsiniz ve hayatı tanıyamazsınız fakat kitaplar işte bu deneyimleri yaşamanızı sağlar, size hayatı tanıtır ve hayal gücünüzü geliştirir. Jeanette Winterson'ın Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın adlı kitabındaki karakter de kitaplar sayesinde hayatı tanımış, hayal gücünü geliştirmiştir ve mutluluğu aslında bu sayede bulmuştur. Ülkemizdeki insanların çoğu kitapları sadece birer kağıt parçası olarak ya da okuyarak vakit geçirmek için kullanılan birer araç olarak görüyor ve bence bunun en büyük sebebi eğitim sistemimiz çünkü bizim eğitim sistemimizde küçüklükten itibaren çocuklara kitap okumak birer iş olarak veriliyor ve onlardan kitapların içeriğinde ne var ya da ne yok buna odaklanılması istenmiyor. Onlardan sadece ne kadar hızlı okuyup okumadığını göstermesi isteniliyor ve bu da insanları kitapları birer arkadaş olarak değil de birer kağıt parçası ya da vakit geçirmek için olan birer araç olarak görmeye itiyor. Eğitim sistemimizin yaptığı bu yanlış hareket yüzünden insanımız kitapları okurken onlardan birer çıkarım yapmaya çalışmıyor, kendilerine hiçbir şey katamıyorlar ve sadece kitapları okuyup geçiyorlar bu da ülkemizin her geçen gün gerilemesine sebep oluyor çünkü insanlar kitapları adam akıllı okumadıkça kendilerini ilerletemiyorlar ve en önemlisi de hayal güçlerini geliştiremiyorlar ve bir şeyi geliştirmek istiyorsanız öncelikle bunu hayal etmekle başlamalısınız. Peki hayal gücü olmayan insanlarla bir ülkeyi ya da en önemlisi dünyayı nasıl geliştirebilirsiniz, daha güzel ve mutlu yer haline getirebilirsiniz? İşte bu soruyu kendimize sorduğumuz zaman her bir bireye ayrı ayrı kitap okumayı, bu kitaplardan hayatı ve hayal güçlerini geliştirmeyi nasıl öğreneceklerini öğretmemiz ve kitapların birer kağıt parçası olmadığını anlatmamız gerektiğini anlıyoruz çünkü insanlar bunu yapmaya yani kitaplardan bir şeyler çıkarmaya başladığı zaman etraflarındaki insanların baskılarının aslında ne kadar gereksiz ve dogmatik olduğunu, hayal güçlerini kullandıklarında yapamayacakları şeyin olmadığının farkına varacaklardır, hayal kurmaya başlayacaklardır ve hayallerinin peşinden koşacaklardır. Bunu yapan yani kitapları anlayarak okuyan okurken hayal kuran insanlara baktığımızda ne kadar başarılı olduklarını görebilirsiniz buna kendi hayatımdan bir örnek olarak babamı verebilirim. Babam köyde ilkokula gitmesine rağmen kitaplar onun en yakın arkadaşlarıymış ve köy kütüphanesindeki kitapları okuyup bitirdiği yetmezmiş gibi ansiklopediler okumaya başlamış bunlar da babama hayatı tanıtmış, hayal etmeyi öğretmiş ve bu adam 8 yaşında babasını kaybetmesine rağmen hem çalışıp hem okuyarak hayallerinin peşinden koşmuş ve zamanının en iyi üniversitesini kazanmış ve asla yılmamış çünkü hayal ettiği zaman her şeyi başarabileceğinin farkındaymış. Kitaplar her zaman hayatımızın birer parçası olmalı ve onların birer kağıt parçasından fazlası olduğunun farkına varmalıyız çünkü onlar bize göremeyeceğimiz hayatları göstererek yaşayamayacağımız anları yaşatarak bize hayatı tanıtır ve bizi çevremizdeki insanların baskısından kurtararak aslında onların yapamazsın dediği şeyleri bile hayal edince yapabileceğimizi gösterir ve bu da aslında bize hayal etmeyi öğretir. Biz hayal etmeye başladığımız zamansa önümüzde hiçbir şey duramaz. Umarım bir gün ülkemizdeki sistem de değişir de hepimiz kitapların sadece okuyup geçmek için değil de bizi geliştirmek için olduğunun farkına varırız ve hayal etmeye başlarız. Mustafa Bay 21501875 SILA İNCİ ZİHİN KONTROLÜ İş hayatına yeni atılan psikiyatrist çözüm üretemediği bir taleple karşı karşıya geldiğinde hastasını daha tecrübeli meslektaşına yönlendirir. Fakat bu talep zihninden bir türlü çıkmaz ve çözüm bulmak için düşünmeye devam eder. Bu olay kafaya takılan soruların her zaman çözüm için beklediğinin kanıtıdır. Aklını Koru Düşüncelerini Yönet adlı kitapta belirtilen “Kafamdaki bütün düşünceleri silip yok etmek istiyorum” ve “Aklımın bir kaç gün için dinlenmeye ihtiyacı var” talepleri, günümüzde sadece o kişinin isteği olmayabileceği, birçok kişinin aynı istekte olabileceği düşüncesiyle ve sadece bu soruna sözü geçen terapistin çözüm bulması gayreti ve yalnız onu ilgilendiren soru olmaktan çıkıyor, sizi de bu soru hakkında düşünmeye itiyor. Neden insanlar kafalarındaki düşünceleri silip yok etmek ister, onları buna iten sebep nedir? Bu gibi bir şey mümkün müdür? Bana göre ”Mümkünse hepsini değil de sadece ona acı veren düşünceler silinebilir mi?” fikri ön plana çıkıyor. Bu soru aslında sıradan bir soru gibi görünse de çözümlemesi kişilere, kişilerin yaşantı ve tercihlerine göre farklılık gösteren bir durumdur. Çünkü çevremde bu ifadeye yakın “Çıkıp bir dolaşayım, kafamı boşaltayım” cümlesini sık sık duyarım. Demek ki insanlar kafalarındaki düşüncelerin kendilerine ağır geldiğini düşünerek bunu hafifletmek için çeşitli arayışlara giriyor. Çok net olan bu sorunun çözümünün kişilere göre çok farklılık arzetmesi, önce yakın çevremden başlayarak sonra da daha çok kişi ile anket yapma fikrini bende uyandırdı. Ailem ve yakın çevremdekilere bu soruyu yönelterek bir başlangıç yaptım. Hepsinden farklı görüşler aldım. Bunlar arasında bazıları geçmişte kötü yaşamış olayları silmek istediğini, bazıları ise gelecek ile ilgili kaygılarının olduğunu, bunları düşünmek istemediğini belirtti. Bu ankete katılım ne kadar çok olursa görüşlerin de o kadar farklı olacağına inanıyorum. En kısa zamanda bu konuyla ilgili daha fazla kişiye ulaşarak anketimi tamamlamak istiyorum. Kişiler hep düşündüklerini gerçekleştirip ondan bir an önce kurtulmak ister. Oysaki bu bir kurtuluş değil, hafızaya kayıttır. Düşünce öyle bir şey ki negatif düşündüğünüz zaman kötü enerjiyi üzerinize çekersiniz. “Aklıma gelen başıma geldi” sözü yaşanmışlıktan edinilen bir sözdür. Kafamızı tırmalayan ve gittikçe şişiren kötü enerjiden kurtulmak için olayları pozitif düşünmek ve kafamızı rahatlatmak gerekir. Kimi zaman rutin yapılan uğraşlardan farklı şeylerle uğraşarak zihnimizdeki yoğunluğu gidermeye çalışırız. Bu yeterli gelmez ve içinden çıkılmaz bir durum alırsa bununla ilgili literatürlerden ya da güvendiğimiz kişilerin tavsiyelerinden faydalanırız. Durum çok ciddi ise bir terapiste danışırız. İnsanlar, hayat şartlarının doğuştan itibaren omuzlarına yüklenmesi sonucu belli bir dönemde bu yükü taşıyamayacak hale gelmesi ve sorunlarıyla baş edememesi durumunda çeşitli arayışlar içine girerler. Bunlar beyni uyuşturan ilaçlar kullanmak, kötü alışkanlıklara yönelmek ve ehil olmayan kişilerin yönettiği Çakra, Reiki ve Kuantum merkezlerine gitmek olabilir. Bu nedenle mesleki birikimleri olan akademisyen, uzman ve psikiyatristlerin deneyimlerini ve önerilerini paylaştıkları yol gösterici kitaplar yazmalarını önemsiyorum. Çünkü insanların terapiste gitmek için maddi imkanları, çevre hoşgörüsü ve desteği olmadığı durumlarda en kolay ulaşabileceği kaynak kitaptır, kitaplardır. Neyse ki günümüzde bu konuları ele alan çok sayıda kitap olması insanların aydınlanmasına yardımcı olmaktadır. Ne kadar çok düşünce, o kadar çok kayıt demektir. İnsanların duygularını, düşüncelerini kontrol eden akıldır. Bu nedenle aklımızı iyi korumamız gerekir. Onu besleyen besinlerden mahrum etmemeli ve lüzumsuz düşüncelerden uzak tutmalıyız. Geçmişin ve geleceğin yükü altında ezmemeliyiz. Aklın düşüncelerimizin evi olduğu, düşüncelerin zaman zaman gelip gittiğini, ancak onların evi olan aklımızı korumanın bilincinde olarak düşüncelerimizin sorumluluğunu üstlenmeyi ve aklımızı kontrol altında tutmayı bilmeliyiz. Kontrol altına aldığımız zihnimizi olumlu, pozitif düşüncelerle yönlendirmeliyiz. Bu sayede daha huzurlu ve dingin bir ruh haline sahip oluruz. Böylece çevremizdeki olayları ve sorunları daha mantıklı bir şekilde yorumlayıp kendimizi kötü ve umutsuz düşüncelerden arındırıp kaygılardan uzaklaşırız. Katilin Zihninden Ölüm “Temizlikçi” adlı bu eser, yazar Paul Cleave’in sürükleyici ve kan donduran polisiye romanlarından ilkidir. Birçok dergi onu “Yeni Stephan King” olarak nitelendirmiştir. Anlatım dili oldukça akıcı, açık ve sürükleyici olan Paul Cleave bu romanında okuyucuları içine çeken bir atmosfer oluşturmuştur. Joe, polis merkezinde çalışan zihinsel engelli bir temizlikçi ve tüm polislerin aradığı adı duyulmuş bir seri katildir. İnanılmaz zeki ve soğukkanlı Joe, kendisini zihinsel engelli bir karakter ile maskelemiştir ve polis merkezinde çalışmaktadır. Böylece asıl işini yaptığında delilleri gözden geçirip dikkat çekmeden yok edebiliyordu. Paul Cleave’in yarattığı bu karakter okuyucuyla birleşip insanın kendisini bu hikâyenin bir parçasıymış gibi hissetmesine neden oluyor. “Temizlikçi” adlı bu eser bir seri katilin kendi ağzından yazıldığı için okuyucuyu karakterle bütünleştirip daha heyecanlı ve soluksuz bir okumaya davet ediyor. Joe etrafındaki insanların dikkatini çekmeyen zihinsel engelli bir temizlikçi olduğu için diğer insanlar tarafından bir tehlike olarak görülmüyor ve bu sebeple polislerin de dikkatini çekmiyor. Karakter ‘dostunu yakın tut düşmanını daha da yakın’ felsefesiyle bütünleştiği için rahatlıkla insanları öldürüp normal hayatına devam edebiliyor. Kurbanları kadınlardan oluşan Joe önce kurbanın evine gidiyor kendi hayatıymış gibi onların hayatlarına dâhil oluyor ve büyük bir soğukkanlılıkla önce tecavüz edip sonra da öldürüyor. Fakat öldürme eylemi sadece öldürmek için değil bu karaktere göre. Değişik tarzlarla kurbanına acı çektirerek inanılmaz bir düşünce yapısıyla eylemini gerçekleştiriyor. Okuyucu karakterden nefret etmesi gerekirken tam tersine hayran kalıyor çünkü karakter yaptığı eylemi çok değişik bir düşünce tarzıyla gerçekleştiriyor. Öldürmek, bir kadınla beraber olmaktan daha çok zevk veriyor Joe’ya. Normal bir insanın alışveriş yapmak veya dışarıya çıkma ihtiyacı Joe için öldürme hissiyle aynı konumdadır. Joe hem bir temizlikçi hem de Middleton’ın Christchurch Oymacısı’dır. Hayatını bu şekilde sürdüren Joe birden kendini taklit eden bir katil ile yüzleşmek zorunda kalır. Taklitçi de kurbanlarını kadınlardan seçip sadece öldürüyordur. Joe’nunki gibi özel seçilmiş bir kurban değil, sadece kadınları öldüren bir katildir. Polisler bunu fark edemez çünkü aradaki farkı sadece Christchurch Oymacısı anlayabilir. Polisler bu cinayetleri de Christchurch Oymacısı’nın yaptığını düşünür ve aramalarına daha da geniş çapta sürdürürler. Bu arayış ve Joe’nun düşünceleri okuyucuya geçer ve okuyucu kendini olayın içinde bulur. Ben bu romanı okurken karaktere saygı duydum. Karakterin düşünce yapısı ve yaptıkları oldukça hastalıklı fakat etkileyicidir. Her sayfası okuyucunun nabız atışlarının değişmesine neden olan “Temizlikçi” bir şekilde okuyucuyu kendine bağlıyor ve kitabı elinden düşürmemesine neden oluyor. Normal bir günden sonra Joe bara gider ve bir kadınla tanışır. Amacı onu etkiledikten sonra öldürmektir fakat işler istediği gibi gitmez. Tanıştığı kadın aslında onun taklitçisidir ve Joe’nun gerçek kimliğinden haberdardır. Kitap tam da burada inanılmaz bir heyecan aktarıyor okuyucuya. Okurken olayın içinde hissediyorsunuz kendinizi. Taklitçi kadın, Joe’ya işkenceler yaparken siz de kanınızın çekildiği ve o işkenceleri yaşıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Paul Cleave’in mükemmel anlatımı ile bir şekilde romanı yaşıyorsunuz. Sayfaların sonuna yaklaştıkça kitaptaki olayların akışının beklenmedik bir şekilde değiştiğine ve hastalıklı bir romantizmin doğduğuna şahit oluyorsunuz. Bu sapık seri katilin içinde aslında duygusal bir âşık olduğunu da görüyorsunuz. Bir kadının soğukkanlı bir katili bile nasıl değiştirdiğine şahit oluyorsunuz. Joe her zaman yalnız, kendi kararlarını kendi veren, kendinden emin zeki bir adamdır fakat bir kadına âşık olduğunda yardıma muhtaç ve ilk defa ne yapması gerektiğini bilmeyen bir adama dönüştüğünü görüyorsunuz. Joe korkak bir adam değil. Kafasının içinden geçenler çok ince düşünülmüş eylemlerdir. Bu çok zeki adamın işin içine bir kadın dâhil olunca önce intikam sonra aşk istediğini görüyorsunuz. Kitabı okudukça daha çok heyecan hissediyorsunuz. Kitabın sonunda Joe kaçınılmaz sona yaklaşır ve polisler katilin içlerinden biri, geri zekâlı Joe olduğunu anlarlar. Yakalanacağını hisseden Joe’nun kanıtları yok edişinin, cesetten kurtuluşunun inanılmaz heyecanını okuyucu da hissediyor. Joe’nun Melissa ile olan duygusal bağı okuyucuyu bir o kadar da şaşırtıyor. Polisler Joe’nun kapısına geldiğinde Joe artık hikâyesinin bittiğini anlıyor ve özgürlüğünün sona erdiğini de fark ediyor. Fakat hapse girmek onun kişiliğine uymayacağı için silahla kendisini vuruyor. Karakterin o anki hislerini tamamen okuyucuya aktaran Cleave çok başarılı bir eser sunuyor. Eseri okurken farklı duyguları aynı anda yaşadığınızı göreceksiniz. Ben romanı okurken insanlara bakış açım değişti ve ‘acaba içimizde böyle insanlar var mı? ’ diye soru sordum kendime sürekli. Beklenmedik kişilerin neler yapabileceğini gösteriyor bize Cleave’in bu eseri. Romanı bitirdiğimde kimseyi hafife almamam gerektiğini öğrendim. Başarılı anlatımıyla Paul Cleave, polisiye romanları neden sevdiğimi tekrar gösterdi bana. Aşk, intikam, hırs, hastalıklı bir düşünce yapısı ve tutkunun harmanlanmış bir biçimde hayal gücünden koparılmış tamamen gerçekçi bir hayatı okuyucularına başarılı bir şekilde sunan Paul Cleave, bu ilk eserinde büyük bir başarıya imza atmış ve bu kitabı art arda iki defa okumamı sağlamıştır. “Ben Joe’ydum. Aptal Joe. Ben Christchurch Oymacısı’ydım. Kararları ben verirdim. Kontrol bendeydi. Kimin yaşayıp kimin öleceğine ben karar verirdim. Eh, yaşa ve öğren. Derin bir nefes alıp tetiğe sonuna kadar bastım.” (Cleave, s.452) AHMET KAAN KASAP EN DEĞERLİ ŞEY UĞRUNA Hepimiz çok güzel hayatlara sahip gibi gözüküyoruz. Bu genellemeyi yakın çevremdeki insanlar ve kendi adıma gönül rahatlığıyla yapabilirim. Hepimiz hem ekonomik açıdan hem de kültürel açıdan kendilerini geliştirmiş ailelere sahibiz. Hepimiz kendi alanında son derece başarılı okullarda öğrenim görüyoruz. Altımızda son derece güzel lüks veya spor arabalar var. Cebimizde çoğu zaman istediğimizi yapabilecek kadar paramız da oluyor üstelik. Çoğu insanın hayalini kurduğu bir hayat tablosu çiziyoruz kısaca fakat bu hayat tablomuzun çok büyük bir eksikliği var ve bu eksiklik bizi günden güne daha mutsuz ediyor. Eksik olan şey ne diye sorarsanız cevap özgürlüğümüz olacaktır. Cebimizdeki para ve kredi kartları, altımızdaki arabalar ve üniversite kimlik kartlarımız hepimizin kelepçesi olmuş durumda. Hayattaki en değerli şeyimizi, özgürlüğümüzü feda ederek satın aldığımız kelepçeler. Elimizdeki bu fırsatların nasıl kelepçelerimiz olduğunu sorabilirsiniz. Aslında cevap gayet açık ve net. Elimizdekileri kaybetmekten o kadar çok korkuyoruz ki onları kaybetmemek için canımızın istediği şeyleri yapamıyoruz. Örneğin derslerimizi çalışabilmek için heyecanla beklediğimiz o filme gidemiyoruz, ailelerimizle aramız kötü olmasın diye kuzenlerle yapılan o sıkıcı yemekte iki saat oturmak zorunda kalıyoruz. Çünkü derslerimizin veya ailemizle aramızın kötü olmasının altımızdaki arabanın gitmesi, cebimizdeki paranın alınması demek olduğunu hepimiz az çok biliyoruz. Belki ne demek istediğimi sizlere bir iki ay önce başıma gelen bir olayla daha iyi anlatabilirim. Birinci dönemin tam ortalarına doğru hepimiz ders çalışmaktan, okulda koşuşturmaktan çok yorulmuş ve aslında biraz da bıkmıştık. Bir cuma akşamı biraz bu tempodan sıyrılmak biraz da eğlenmek için gece bir arkadaşımızda kalmaya karar verdik. Her şey gerçekten çok güzeldi. Yemekler yendi, biraz alkol alındı ve hoş bir sohbet dönmeye başladı. Herkes derslerin ne kadar ağır olduğundan, aldığı notlardan, yapması gereken ödevlerden ve çok yorulduğundan bahsederken aklıma bir fikir geldi ve sundum. Fikrim ise hafta sonu şehir dışında bir yere gitmekti. Herkes başta bu fikri çok sevdi hatta masada yol, otel ve yemek masrafının en fazla ne kadar tutabilir ki diye küçük ekonomik hesaplar bile yapıldı. Fakat sonra herkesin aklına yavaş yavaş ailelerimizden izin isteme düşüncesi, hafta sonu yapılması gereken ödevler ve kursa götürülmesi gereken kardeşler geldi. Bu fikirden bu nedenlerden ötürü vazgeçildi. Çünkü herkesin aklına bu küçük kaçamağın ailelerimizle aramıza soğukluk sokabileceği olasılığı geldi. Aileyle yaşanan soğuklukta her zaman sahip olduklarımızla aramıza bir soğukluk soktuğunda herkes daha önce tecrübe etmişti zaten. Düşünsenize sahip olduğumuz şeyleri kaybetmekten o kadar çok korkuyorduk ki, sahip olduklarımız bize sahip olmaya başlamış ve özgürlüğümüzü elimizden almıştı. Şimdi bu dediklerim belki sizlere biraz şımarıklık olarak geldi. Ya da madem bu kadar şikâyetçisin bu durumdan her şeyi bırak git düşüncesi geçti aklınızdan. Fakat hangimiz bu durumları yaşamıyoruz ki? Babalarımız veya annelerimiz sırf işlerini daha iyi yapabilmek için sinir oldukları inşaları seviyor numarası yapmıyorlar mı veya oturduğumuz kafedeki garson sırf işinden kovulmamak için haklı olmasına rağmen karşıdaki müşteriden özür dilemiyor mu? Aslında hepimiz özgürlüğümüzü bir şeyler uğruna feda ediyoruz ve gün geçtikçe bunun bedelini çok ağır bir şekilde, mutsuzluk olarak ödüyoruz. Kimimiz bu fedakârlığı gayet farkında olarak yapıyor kimimiz ise farkında olmayarak. Bu hayatta hiç mi özgür insan yok derseniz var. Onlar bu hayatta hiçbir şeye sahip olmayan insanlar. SERTCAN   1     Beliz Sertcan Ali Turan Görgü TURK 101-23 11 Kasım 2014 Hayaller ve Gerçeklere Dair John Connolly’nin yazdığı Kayıp Şeyler Kitabı öykülerle dolu bir kitap. Gerçek dünyanın nasıl bir yer olduğunu ve dünyamızda karşımızda çıkan zorlukları atlatabileceğimizi David adında 12 yaşındaki bir çocuğun hayatı üzerinden anlatıyor. Küçükken duymuş olduğumuz bir sürü masalı barındıran bu kitap, hayatımda okuduğum en ilgi çekici ve en yaratıcı kitaplardan biri. Kitabı okurken, okuduğum bir sürü farklı kitapla özdeşleştirdim bu kitabı. David’in bahçedeki boşluktan yeni bir dünyaya geçtiği kısım Narnia’yı, kayıp krallık ise bana küçükken okuduğum Spiderwick Günceleri’ni anımsattı. Biliyorum küçük benzetmeler ancak kitabın tamamı zaten öykülerin benzetmeleri. Başlarda normal bir hayatı anlatan kitap, sonlara doğru hayatla ilgili çok önemli şeyleri hatırlatıyor bize. David’in annesini kaybetmesi ve kendini kitaplara adaması gayet normal şeyler. Ancak David’in kitapların fısıltısını duyması ve annesinin onu çağırdığını sanması biraz hikayenin yönünü değiştiriyor. Annesin sesini takip edip başka bir dünyaya geçen David bir sürü zorluklarla karşılaşıyor ve küçük bir erkek çocuğu olarak geldiği bu dünyadan bir erkek olarak ayrılıyor. Hikayenin bu kısmı aslında bize yaptığımız seçimlerin yaşamak ve ölmek arasında farkı yarattığını anlatıyor. Kitap dediğim gibi bir sürü şey öğretiyor. Kin ve kıskançlığın etkisiyle yanlış kararlar alabileceğimizi Jonathan Tulley tarafından öğreniyoruz. Yarı-kız kardeşi Anna’yı Çarpık Adam’a vererek ondan kurtulabileceğini sanıyor. Bilmiyor ki Çarpık SERTCAN   2     Adam aslında hilekarlıklarıyla ünlü Rumpelstiltskin. Çarpık Adam Anna’nın kalbini yiyor ve Anna’nın bütün ömrüne sahip oluyor. Bu Çarpık Adam’ın ilk çocuğu değil tabii ki. İlk insanlardan beri küçük çocukların içindeki nefreti açığa çıkartıyor ve kardeşlerini, arkadaşlarını ve kin besledikleri herkesin hayatını çalıyor. Onları da kral ilan ediyor. David’in gittiği yeni dünya çok değişik bir yer. Mesela yüzleri olan çiçekler var. Kaybolan çocukları öldükten sonra akan kanları toprakta yeniden büyüyor ve yüzü olan çiçekler ortaya çıkıyor. Tek tuhaflık bu da değil. O dünyaya gelen kişilerin korkuları vücut buluyor. Louplar, yani kurt-insan kırmaları, Jonathan’ın korkusu. Kırmızı Başlıklı Kız kurttan kaçmıyor ve hatta ona aşık oluyor. Doğan yavruları da Louplar oluyor. Louplar, kurtlardan daha akıllılar ve gittikçe insana benzemeye başlıyorlar. Liderleri Leroi, Jonathan’ın yerine tahta geçmek istiyor, kralları yönetebileceğini düşünüyor. Ancak, korkuların sahibi olan insan ölürse, korkuları da onunla birlikte yok oluyor. Leroi, Jonathan’ı öldürdüğünde kendi sonunu da hazırlamış oluyor. Bildiğimiz masallar, David’e göre şekilleniyor. Mesela konusu terk edilmek olan Hansel ve Gretel masalında çocukları terk eden baba değil anne oluyor. Masalları David’in korkuları yönetiyor. Kayıp Şeyler Kitabı, Jonathan Tulley’nin yazdığı bir kitap ve David o dünyayı Kayıp Şeyler Kitabı’ndan öğreniyor. Jonathan’ın hayatını ve yaptığı seçimlerin sonuçlarına tanıklık ettikçe, Rose ve Georgie’yi özlediğini ve aslında onları sevdiğini fark ediyor. Bu sayede Rumpelstiltskin’i yok ediyor ve kendi dünyasına dönüyor. Kitaptaki bu yolculuğunda David’e Ormancı ve Rolland adına iki adam yardım ediyor. Yedi cüceleri de unutmayalım tabii. David öldükten sonra bu dünyaya SERTCAN   3     tekrar geliyor ve Ormancı’nın aslında babasının ve kendisinin yansıması olduğunu anlıyor. Bu kitapta beni en çok etkileyen şey, son sayfalardaki David’in hayat görüşüydü. Çarpık Adam bizim dünyamızın acı, ıstırap, eziyet ve felaketlerle dolu olduğunun söylemişti. Ancak David bütün bu kötülüklerin karşısında iyiliğinde olduğunu kanıtladı. Karısını ve henüz doğmuş bebeğini kaybetti ve bu da Çarpık Adam’ın kehanetiydi, ancak aynı Oduncu gibi, bütün çocuklar onun çocuklarıydı. David kendi dünyasına dönerken Ormancı “Çoğu insan buraya geri döner” demişti. David de döndü. Kitap, yazarında dediği gibi başlaması gerektiği yerde başlıyor, bitmesi gerektiği yerde bitiyor. Çok güzel ve keyifli bir kitap. Sürükleyici ve aynı zamanda düşündürücü. Yapılan her seçimin bir sonucu olduğunu anlatıyor. HAYATA KARŞI GÜÇLÜ OL/Sabahattin Ali Sabahattin Ali “Kürk Mantolu Madonna” adlı kitabında, geriye dönüp baktığımızda kaçırılan fırsatların akıldan çıkarılamadığını, güzel bir aşka, saadete sahip çıkmamız gerektiğini anlatmaktadır. Aslında dışardan bakıldığında zayıf bir kişilik yapısı olarak görülen insanların da derin bir dünyalarının olduğunu, duygularının ve bize vermek istedikleri önemli mesajları olduğunu anlamalıyız. Hayatın sadece günlük işlerle yürümediğini, insanlara davranış biçimlerinin ne olması gerektiğini, para, mal gibi maddi değerlerin önemli olmadığını, bunların bir anda kaybedilebileceği gerçeğini Raif Efendinin hayatından anlıyoruz. Raif Efendi çocukluğunu tek başına yaşamış ve babasının kuvvetli kişiliği altında ezilmiştir. Ürkek, çekingen ve insanlara yaklaşmayan, kendine güveni olmayan, kız gibi utangaç kişilik yapısına sahip olmuştur. Kitapta anlatılan Raif Efendi insanların dışlandığı, uzak durduğu, varlığıyla yokluğu belli olmayan insanlardandır. Etrafımızda bu tip insanlara çok rastlayabiliriz. Birlikte saatlerimizi geçirdiğimiz insanlarda kişilik yapısında olabilirler. Basit, monoton yaşayan, sevgisiz, ev ve iş arasında sıkışmış bu insanların iç dünyalarını merak etmeyiz. Oysa bu insanların hayatlarında hiç beklenmeyen hikayeler olabilir. Günlük hayatımızda insanları değerlendirirken onları davranışları, maddi durumları , giyim kuşam yani kıyafetleriyle değerlendirmemeliyiz. Bu romanda çizilen Raif Efendi dışardan basit alelade, bir işe yaramayan ve başkalarınca küçük görünen insan tipidir. Bu insanın iç dünyasının hiç de öyle olmadığı, duygusal bir yanının olduğu, derin bir aşk ile sevebildiği, maddi değerlere önem vermediği, paylaşmayı ve yaptığı fedakarlığı göstermek istemediğini görebiliriz. Bunu anlamamız için bu insanlara daha dikkatli bakmamız gerekir. Raif Efendi babası tarafından Almanya’ya hem dil hem de bir meslek sahibi olabilmesi için gönderilmiştir. Ancak burada önceliği bir iş öğrenmek olmasına rağmen yine kitapların arasında hayaller kurmuştur fakat ; herkesin eline böyle imkanlar geçmemektedir. Gelecekte başarılı olabilmemiz için önceliklerimizi belirlemeliyiz. Bir meslek sahibi olmak ve bu meslekte iyi olabilmek için çalışmalıyız. Ancak meslek öğrenirken başkalarını da sevebiliriz, aşık olabiliriz. Aşk insanların karşısına hiç beklenmedik bir anda çıkar. Insanların kalbinde tarif edilemeyen ya da sorgulanamayan bir duygudur. Bazen bir resimdeki göz , bakış, gülümseme insanı aşık eder ve çevresinde resimdeki gibi insanları arar. Raif Efendi de resmini gördüğü Maria Puder’e zıt karakterde olmalarına ragmen aşık olmuştur. Maria Puder erkeklere güvenmeyen , aşka inanmayan küçük yaşta çalışmak zorunda kalan bir kişidir. Başta Raif Efendi’nin aşkına inanmaz ancak Raif Efendi’nin karşılık beklemeden sunduğu aşka inanır ve onu ölümü göze alacak kadar sever. Raif Efendi babasının ölümünden sonra Türkiye’ye döndüğünde, para ve mallarının ablaları ve enişteleri tarafından kaçırıldığını , kendisine değersiz birkaç zeytinliğin bırakıldığını fark etmesine rağmen hiç bir tepki göstermemiş, durumu kabullenmiş ve kendi mücadelesiyle hayatına yeniden kurma yoluna gitmiştir. Sevdiği kadınla evlenip onu Türkiye’ye getirmek için uğraşlar vermiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Bir gün ona kavuşabileceği hayaliyle yaşamıştır. Ancak zayıf ve güçsüz kişiliği nedeniyle gerektiği gibi davranamamış, sevdiği kadına sahip çikamamıştır. Gelmeyen mektupların nedenini araştırmamıştır. Bu pasif kişiliğinden kaynaklanmaktadır ama eğer isteseydi elindeki olanakları sevdiği kadına ulaşabilirdi. Daha sanraki yaşamında da hep mücadeleden uzak ,küçümsenen bir kişilik sergilemiş olup, hayata karşı mücadele etmemiştir. Aslında benliğinde var olan duygularını ve özlemlerini yaşayabilmek için mücadele etmeliydi. Kendini sorgulama yoluna gitmemiş, başkalarının kendine çizdiği yolu benimseyip ona uygun yaşamayı tercih etmiştir. İnsanlar kendilerine güvenmeli, kendi yetenek ve duygularını iyi değerlendirmeli, bunları ortaya çıkarmak için mücadele etmelidir. Aksi taktirde hayatın acımasız koşullarında yok olup giderler. Hayatta bir değer olabilmek için başkalarının belirlediği yoldan gitmek yerine kendi yetenek ve değerleri ile yaşamak ve bu konuda savaş vermek gerekir. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu düşünmek yanlıştır. Ne kendimizi başkalarından büyük ne de başkalarını bizden zavallı görmeye hakkımız yoktur. Bu insan olmanın gereği ve erdemidir. Kadınlar Kuşlar Yıldızlar ve Hiçbiri “Bana göre form asla soyut bir şey değildir, her zaman bir şeyin işaretidir. Her zaman bir insandır, bir kuştur veya başka bir şey. Bana göre resim hiçbir zaman form için form değildir.” Sürrealist Joan Miro bu sözleri söylerken aslında, dilimizde soyut resim ismi altında soyutlanmış resim türünün yalnızca sanatçının dünyadaki gözlemlerinin hayal gücüyle birkaç doz fazla yoğurulmuş biçimleri olduğunu kastediyordu. “Formlar, sürekli bir başka şeye dönüşerek başka formlar doğurur.” diyordu. “Formlar takımyıldızların dalgalanan saçları arasında gözden kaybolurken biri öteki olur ve bu yoldan, figürlerin bir âlemden bir başka âleme geçtiği, geçerken ayaklarının kendi köklerine değdiği ve kendilerinin yok olduğu, bir işaretler ve simgeler evreninin gerçekliğini yaratırlar.” Miro’ya göre, gözlemlerin resimde açık seçik, yabancı, anlaşılmaz veya karmakarışık hâle dönüşmesinden sorumlu olan şey, sanatçının beyninde gelişen sürecin uzunluğu ve derinliğidir. O, tablolarında ve heykellerinde işaretler ve sembollerin oluşturduğu gizemli bir dil kullanarak hiç de soyut olmayan şeyler anlatıyordu. Bu dili kullanarak aslında dünyevi şeylerin tıpatıp görünüşlerinin yarattığı yanılgılardan, belirsizliklerden arınıp anlatımını istediği gibi kontrol altına alırdı. Zamanla gerekli görmediği detaylardan kurtuldu, odaklandığı noktaların ise altını kalınca çizme yoluna yöneldi. İlerleyen yaşlarında huzur veren mutlak sadeliğe bu felsefeyle ulaşmıştır. Miro anlatı dizesi için bir alışkanlık geliştirdi: kendi şifresidir bu. Önce söz dağarcığı çok küçük olduğundan iletişim yeteneği bakımından zayıf eserler ortaya koydu. Bilinçaltını taşkınca ortaya koyduğu bu eserler çözümlenemeyecek kadar doluydu. Kadınların başrolde olduğu tablolarda boşlukları yıldızlarla, kuşlarla doldurdu. Bu resimlerde iki boyutlu bir perspektif yaratmıştır. Resimlerdeki kalabalık, anlatım tarzına alışıldıktan sonra insanda bir derinlik hissi yaratır. Fonda kullandığı lekelendirmeler resmin görünmeyen eksenini genişletir. Sadece uzayda değil, zamanda da bir eşanlılık; perspektif hissedilir. Durağan olmaktan ziyade kısa da olsa zaman aralıklarını anlatır bu resimler. Manzaralar, insan olduğu belirsiz kadın figürler gibi daha açık seçik konuları ele aldığı bu hayali dünyanın tasvir edilmesi; olgun yapıtları, ilerde yöneleceği indirgenme süreci için bir hazırlıktır. 1930’larda yaşanan trajik İspanya iç savaşının ülkede yarattığı yıkıntının içinde tarihe damgasını vuracak sanatçılar filizlendirmesi ironiktir. Pablo Picasso ve Joan Miro bunların en bilinen örnekleridir. Olgunluk döneminde ülkesinin sürüklendiği acı durum Miro’yu ve onun sanatsal vizyonunu derin şekilde etkilemiştir. Kurduğu dilin anlaşılır hale gelmesi, figürlerle gerçek bir şifre oluşturması Barcelona ve Takımyıldızları dizilerinde yaşadığı arınmayla mümkün olur. Kullandığı figürler kesin anlamlara sahip olmaktan ziyade resimle bütünleşerek anlamlarını netleştirmiştir. Tıpkı kelimelerin dilde kullanışlarıyla tanımlarının değişebilmesi gibi. Figürlerin, bir aktarma organı olurken iletişime kendi kişiliklerinden, özgünlüklerinden etkiler vermesi engellenmemiştir. Örneğin kuşlar kimi zaman üçgen kuyruklu olmuştur, kimi zaman boya lekeleri, kimi zaman da sadece çizgiler… Kimi zaman böcekleri andırırlar, saçları, dişleri vardır. Kimi zaman en yukarıda, kimi zaman da figürlerin arasında uçarlar. Ancak bu kuşları sadece anlatım aracı olarak görmek hata olacaktır. Miro kuşlardan eserlerinde kendine ilham vermeleri için faydalanmıştır. “Kuşlar havada uçar, bizi daha yükseklere, yeryüzünde bağlı olmayan fantezi ve hayal gücünün dünyasına çıkarabilirler.” Eserlerinde kullandığı merdivenler, fanteziye yükselmeyi temsil eder. Saf özgünlük için duyduğu arzuyu resimlerindeki figürler ele verir.  Zamanla Miro daha geride kalmış göndermelere, ince işaretlere yer açabilmek için simgelerden vazgeçmeye başlar. Eserleri tamamen arındırılmış, okunurluğunu kaybetmiş fakat anlamını yitirmemiştir. Olgunluk bir sanatçı için resmine imza atmasını gerektirmeyen noktaya ulaşmaktır. Miro’nun eserleri öyle saflaşmıştır ki artık zaten onlar birer imza gibidir. Kuşlar artık kanatlarıyla belirtilmeye ihtiyaç duymaz, çünkü Miro artık bize ötüşleriyle anlatır onları. Sadece birkaç sarmal kullanarak yarattığı estetik insanı büyüler. “Mağara resimlerinde olduğu gibi saf graffiti. Her şey doğal akışında, suyun fışkırması gibi. Söylenecek bir şey kalmamıştır, her şey söylenmiştir.” Bir sanatçının hayatını giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine ayırmak her zaman doğru olmayabilir. Her aşama aslında içerisinde kendi estetiğini barındırır. Tek başına değerlendirildiğinde ayrı bir şiire ulaşılır. Eserler tek başına değerlendirilmelidir belki de ama Joan Miro’nun sanatsal hayatında attığı adımlar hep ileri doğru olmuştur. Önce gizli şifresini oluşturmuştur. Yıllarca tekrarlayan benzer kompozisyonların ardından izleyicisyle arasındaki iletişime güvenerek sanatında gelenekselleşen sembolleri sadece birer imaya indirgemiştir. Saf, derin, gürültüsüz bir sadeliğe ulaşmıştır. Kalabalık dağıldıktan sonra tablolarında geriye kalan tek şey yaşamının her döneminde sahip olduğu eşsiz estetik hissidir. Miro estetiği.  Yağmur YILMAZ 21503016 AĞLAYAN GÖK Soğuktan yanar mı bir insanın kalbi? Yanıyordu, yanıyordu o gece işte. Üstümdeki palto, dışardaki yağmur ve içimdeki yangınla beraber dört kişiydik o sonunu göremediğim uzun yolda. Sokağın başındayken her şeyin sonundaydım. Sen ise saniyeler önce yanımdayken, yağmurla yarışırcasına kayboldun bir anda ve bıraktın beni içimdeki yangınla bir başıma. O an sallandı dünya, sallandı ayaklarımın altında ve gürledi gök haykırışlarıma eşlik edercesine. Sen bana sırtını döndün, bense yoldan döndüm. Yürüdüm, koştum, düştüm. Sonra ne mi yaptım? “Bomboştu her şey, elimde bir dünya tarağı Gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm.” Şimdi mi? Yaşanmıyor. Yaşayamıyorum kalbimdeki buzdan kesiklerle. Yandım ben o gece ve yanmaya devam ediyorum yastığa başıma koyduğum her gece. Kubbesi olmayan, bir tepsinin kenarında olan uykum ve uykusuzluğum… Şiirler yazmak isterdim sana sonu olmayan, aşk dolu ve çiçek kokan. Ama bundan sonra hissettiğim her koku yağmur sonrası toprak kokusu ve çiçekler bana haram. Zaman geçiyor, ben ölüyorum ve yangın devam ediyor içimde. Bitmeyen yol, akmayan gözyaşı ve içimde sel olup taşan yağmur… Ağlayarak boşaltmak istiyorum içimdeki yangını buz tutmuş gözaltlarıma inat ama yenik düşüyorum her seferinde. Getiremiyorum eski beni ve dindiremiyorum içimdeki seli. Soğuk sevgilim, beni bırakan ellerin kadar soğuk kalbim. Nereye gitsem kapalı kapı, nerde dursam yanlış durak. Zamanla geçer diyorlar ama zamanla kapanıyor diğer tüm kapılar. Kayboluyorum, kaybediyorum benliğimi ve uzaklaşmak istiyorum seni benden uzaklaştıran dünyadan. Yokluğunda boğazımda düğüm biriktiriyorum ve kalbimde şiir. Konuşmak istiyorum artık, seni istiyorum. Okumak istiyorum yazdığım şiirleri dize dize ve ağlamak istiyorum içimde biriktirdiğim tüm gözyaşlarını dökercesine. Anla işte, yoruldu kalbim. Kendini avutmaktan, dışarıya susup içeriye bağırmaktan, sensizlikle başa çıkamamaktan… Yoruldum. Kalbim. Benim yolum kalbimden ayağınaydı ya, şimdi kalbimden sonsuzluğa. Kaybettirdin izini ve bıraktın beni sonunu göremediğim yolda bir başıma. Özledim. Şarkılar dinledim seni bana biraz olsun getirir diye ve dinlediğim her şarkıda biraz da sağırlaştı kulağım, kalbim, bedenim. Sağır oldum tüm dünyaya ve izin verdim dinmek bilmeyen yağmur sesinin beynimi kemirmesine. Yağmur damladı, gözyaşlarım içime aktı. Dışa güldüm, içime ağladım. Seni sevdim. Ağaran saçımı ve kalbimin günbatısını sana verecek kadar çok sevdim. İçimdeki yaraya neden olsan da seni merhem niyetine sevdim, siyahına beyaz kattım da sevdim. Yokluğun yokluğumdu, sen yoksan ben de yoktum. Kendimi aradım günlerce tamamen yabancı olduğum o sokakta ve bulamadım hiçbir seferinde. Mutsuz, umutsuz ve kendini kaybeden biri olarak seni bulmaya çalıştım çünkü sen benim hayatımdın, beni ben yapandın. Düştüm yollara, koştum sonsuzluğa ve döndüm satırlara. Seni bulabildiğim tek yerdeyim ve yazdığım ve yazacağım her kelime senin için. Şimdi boğazımda düğüm olmuş cümlelerin kâğıda akmasına izin ver ve beni dinle sevgilim. Kendimi kaybettim ama seni buldum yazdığım bu satırlarda. Kelimeleri dizerken uzanan elinden tutuyorum ve gidiyorum beni bıraktığın o geceye. Ordaydın, tam da karşımda. Buz tutmuş dudaklarımla gülümsedim sana ve ağlayamadığım günlere meydan okurcasına ağladım boynuna sarıldığım anda. İçimde yangını hissetmemle yağmurun yağması bir oldu ve gözlerimi açmamak için kendimi zor tuttum. Biliyordum sevgilim, biliyordum sallanacaktı dünya ayaklarımın altında. Deprem oldu, sel oldu; giden bir sen ve kalan bir ben oldum. Ve sonra ne mi yaptım? “Dünya beni sarmazdı sarmalamazdı, döndüm. Gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm. “ • Keskin,Birhan. (2016). Soğuk Kazı. Metis Yayıncılık, Ankara. Sanem Topal İÇİMDEKİ ANNEM Zaman geçtikçe bir şeyleri ifade etmek zorlaşır çünkü olgunlaşırız ve bir şeylerin farkına varırız. Kimi ne kadar sevdiğimiz oturur, bazılarından ölümcül bir hastalığa yakalanmasını isteyecek kadar nefret ederiz, bazılarını ise dünyanın geri kalanını önemsemeyecek kadar çok severiz. Ne kadar sevsek de bunu ifade etmekte zorlanırız bazen. Birine onu sevdiğini söylemek o kadar zor olur ki, o sevgiyi içimizde yaşar, içimizden ağlarız. Bir sevgiliden bahsetmiyorum, ben anneme söyleyemiyorum onu ne kadar çok sevdiğimi. Annenize onu sevdiğinizi bir haftada kaç kez söylüyorsunuz? Ben sanırım hayatım boyunca en fazla on kere söylemişimdir. Peki, bunu söylemek neden bu kadar zor? Annemiz hayatımızda kendimizden fazla önemsediğimiz bir insan oysa ki. Sevdiğimiz şeyleri kaybedelim ki onların değerlerini anlayabilelim… Ya annenizi kaybetseniz? Düşüncesi bile içimizi bu kadar cız ettirirken neden onları çok sevdiğimizi onlara gösteremiyoruz? Ben anladım annemin beni hayatının merkezine koyduğunu. Her şeyi çocukları, bizim okulumuz, bizim ihtiyaçlarımız, bizim isteklerimiz… Annemin sahip olduğu maddi ve manevi her şeyi bize harcadığını, kendisini es geçtiğini gördüm. Ben kendi rüyalarımı görüyordum fakat annemin benim rüyalarımı görecek kadar beni önemsediğini gördüm. Peki, ben ne yaptım? Üniversite için başka şehre gideyim de annemden bir kurtulayım dedim. Baskısız yeni bir hayat, izin almadan yaşamak yani annemden bağımsız olmak istedim. Üniversiteye gittiğim ilk günün gecesi kardeşim annemin benim yatağımda ağlayıp uyuduğunu söylediğinde nedense önemsemedim. İlk tatillerde eve gidesim bile gelmedi. Fakat zaman geçtikçe annemin eksikliğini hissetmeye başladım ve eve gitmeye daha bir hevesli oldum. Ben tek başıma yaşarken kimse hasta olup olmamamı önemsemiyordu, sürekli pekmez içmemi veya kalın giyinmemi söyleyen biri yoktu. Sağlıklı yiyeceğin ne olduğunu unutmuştum. Bir süre sonra fark ettim ki, tüm bunlar annemi tanımlıyordu. Eve gittiğimde adeta bir prenses gibi karşılanıyordum üniversiteye başladıktan sonra. Çok özleniyordum çünkü. En sevdiğim yemekler yapılıyor, en sevdiğim yerlere gidiliyordu. Ama ben tek başımayken öyle bir şey yoktu. Ve kafama dank etti annemin önemi. Artık yolculuk biletlerimi bile kendim iki haftada bir alıyordum, çok görmek istiyordum annemi çünkü. Ama gelin görün ki ben anneme bunu bir türlü belli edemiyorum ve annem onu o kadar da sevmediğimi zannedip üzülüyor. Mesela geçen günlerde geçirdiği araba kazasından dolayı annemin boynunda bir problem oluşmuştu, ben her gün düşünmüştüm ya anneme bir şey olursa diye. Ama annem boynunun durumunu hiç sormadığım için bana kızmıştı, haklı sayılabilirdi… Sevgimi yansıtamıyorum ama bir sürü hayalim var. Mesela en güzel hediyeleri hep anneme almak isterim, en güzel tatilleri o yapsın, en güzel ayakkabıları o giysin hatta bulutlara çıkarayım annemi, peri olsun. Bulutlarda uyurken nefes alış tempomu onunkine uydurayım. Kimse rahatsız edemesin, canını sıkamasın annemin. Yani o hiç mutsuz olmasın ve asla üzüntüden sigaraya başlamasın isterim. Onu üzene de en kötü cezayı vermek isterdim. Ben böyle bir sürü şey düşünürüm ama annemin de bunlardan haberi olmasını isterim. Benim üç dilek hakkım olsa, üçünde de annemin ölümsüz olmasını dilerim. Louise gibiyim bir şeylerin farkına vardığımdan beri. O da annesine gösteremiyor sevgisini, ama onun için çocuğundan vazgeçiyor. Şunu da anladım ki, hep zaman diye bilinirdi insanı olgunlaştıran. Zaman geçtikçe unutursun, alışırsın vs. Zaman değilmiş, sevgiymiş. Sevgi olgunlaştırdı beni. Anneme duyduğum ama somut olarak gösteremediğim sevgi belki de benim sahip olduğum en değerli şey. Boğazımızdaki Düğüm Sıradan bir Cuma günü ING101 sınıfımda oturmuş, son günün getirdiği yorgunluk ve sevgilimi birkaç gündür göremememin getirdiği özlem ile beraber dersten sıkılmış, hayallere dalmış bir yandan da defterimi karalıyordum. İşte o an öğretmenin ‘dersi boş verin çocuklar, hadi biraz aşk ve sevgi hakkında konuşalım, aşk denince ne anlıyorsunuz, sizce aşk gerçekten var mıdır?’ demesi beni bir anda heyecanlandırmış, derse ilgimi çekmişti. Aşık bir kişi olarak aslında duyduğum cevaplar bana çok ters geliyordu. Belki de duymak istediklerim biraz daha farklı cevaplardı. Bunun üstüne ben de kendi fikirlerimi belirtmek istedim fakat ne demem gerektiği ya da aşkın nasıl açıklanabileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Bunun üstüne sustum ve sadece dinledim. İçimde kalmış olacak ki, şimdi bunu açıklama gereği duydum. Öncelikle, aşk yok diyenler bana göre sadece ama sadece gerçek aşkı bulamamış, gönül eğlendirmeyi aşk zannetmiş, yeterli fedakârlıkları yapamamış ya da göze alamamış insanlardır. Aşk vardır hem de tüm gerçekliğiyle insan doğasının baş tacı olmuştur. Aslına bakarsanız, herkesten bunu anlamasını beklemem de yanlış ama şuna inanırım ki, her insan bir gün gerçek aşkını bulur. Bunu değerlendirebilmek, bir şeyleri göze almak, o bizlere kalmıştır ve sadece bu fırsatı değerlendirebilenler hayatta gerçek mutluluğu yakalamıştır. ‘Aşk nedir?’ sorusuna gelecek olursak, aşk insanın boğazındaki düğümdür. Açıklanamaz, anlatılamaz ama son derece kuvvetlidir. Sadece hissedilir. Kalbin en derininden, içeriden, yürekten hissedilir. Aşk değer vermektir. Onu korumak, düşünmek ve önemsemektir. Kendini unutup, onu hayatının en üst noktasına oturtmaktır. Kalbi kırılmasın, incinmesin diye kendi çıkarlarından, kendi isteklerinden fedakârlık edip sadece onun mutluluğunu istemektir. Onsuz yapamamaktır. Attığın her adımda onu görmek, onu düşünmektir. O olmadığı zaman içtiğin suyun, yediğin yemeğin, aldığın nefesin hatta ve hatta hayatın anlamsızlaşmasıdır. Başkası için, herhangi bir şey için yapmayacağın şeyleri onun için bir an bile tereddüt etmeden, sonuçları ne olur, incinir miyim diye düşünmeden yapmaktır. Gözlerine baktığın zaman dünyanın durmasıdır. Son olarak aşk, birbirine güvenmektir, saygı duymaktır, sadık olmaktır. Gözün kapalı ona her şeyini, özellikle de kendini emanet edebilmektir. Aşk, sadece bir erkek ile bir kadın arasında oluşan güçlü bağdan ibaret değildir. Bir ailenin bireyleri de birbiriyle sevgiyle bağlanmıştır. Belki buna aşk denemez ama soruda sevgi de vardı değil mi. Bir annenin çocuğunu sahiplenmesi, onu önemsemesi ve değer vermesi… Bu sevgide aşkta yaşananlar, hissedilenler ve yapılan fedakârlıklar ile aynı değerlere sahiptir. Çünkü ortada bir bağ vardır. Sevgi bağı… Kendi adıma aşık olmanın nasıl hissettirdiğini anlatmak gerekir ise çok mutsuz olduğunuz bir anınızı düşünün. Hiçbir şey yolunda gitmiyordur. Bütün aksilikler o gün sizi bulmuştur. Sonra birden o gelir. Aşık olduğunuz kadın... Bir anda her şeyi unutursunuz. Yüzünüzdeki somurtkanlığın yerini saçma ve anlamsız bir gülümseme alır. Her saniyeniz mükemmelleşir. Onun bir sarılışı, bir gülümsemesi yeter de artar gününüzü güzelleştirmeye. Hele bir de ‘‘Seni seviyorum’’ dedi mi, sizden daha iyisi ve daha mutlusu yoktur. Kısacası bana en güzel şeyleri yaşatır. Mutlu eder, duygulandırır, yeri gelir ağlatır ama bu gözyaşları sadece mutluluktandır. Bana göre aşk bunlar demektir, gerçekten vardır ve her insansın tatması gereken dünyalar güzeli bir duygu selidir. O gün öğretmenin duymak istedikleri bunlar mıydı bilemem ama sanırım benim söylemek istediklerim fakat bir türlü söyleyemediklerim tam olarak bunlardı. Eren ERBAKAN Mehmet Hakan Gögebakan SAKLANAMAYACAK HAKİKATLER Bir saniye durup şu dünyanın haline bakın. Neler düşündünüz veya ne kadar düşünebildiniz? Karışıklıklar, sorunlar, savaşlar ve daha nice sıkıntılı durumla mücadele etmek zorunda kalan milyonlarca hatta ve hatta milyarlarca insan var desek abartmış olmayız. Bilhassa, sefalet içinde olan birçok insan olduğu gerçeğini bilmek bizleri derinden üzmektedir. Medeniyetin en gelişmiş olduğu şehirlerde dahi yoksulluğun tahminlerin ötesinde arttığını söylemek zor olmasa gerek. Peki, bu insanlar ne yapar, ne yer, ne içer diye soran var mı? Tahmin edebileceğiniz üzere çok azdır. Çünkü parası olanların parasızlara inanılmaz bir üstünlük kurduğu, zorlu koşullara hapsolmuş bir dünyada yaşıyoruz. Nefes aldığımız müddetçe bu şartların varlığından kaçamayacağız. Sağa da gitsek sola da gitsek yoksulluğun esir aldığı toplumların hali tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkacaktır. Bunun sebebi olarak birden fazla neden olsa da aklımıza öncelikle parasızlık gelecektir. Malumunuz üzere attığımız her adım başı para ihtiyacı doğmaktadır; fakat ne yazıktır ki çoğu insan bundan fazlasıyla mahrum vaziyettedir. Kendi ülkemizdeki örneklerden tutun gelişmiş, gelişmemiş tüm ülkelerde de aynı sorun vuku bulmuş durumdadır. Sefil halde olanlara yapılan yardımlar kısa vadede işe yarasa da bu insanlar kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Kimine bakıyorsunuz yüksek fizik gücü gerektiren zorlu bir iş uğraşında, kimisine de bakıyorsunuz; Paris ve Londra’da Beş Parasız kitabında da geçtiği gibi, günün yirmi saati çalışarak hayatın güzel olanaklarından mahrum kalıyor. Sanılmasın ki Londra’da, Washington’da, Paris’te fakirlik yok. Buralarda da sefalet çeken binlerce kişi var; lakin bu tip kentlerin yoksul şehirlerden en büyük farkı iç karışıklıklar ve savaştan uzak olmalarıdır. Elimizi vicdanımıza koyup düşündüğümüzde, Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde yaşayan sayısız masum insanın ne derece elim koşullar altında yaşamını devam ettirdiğini görmek hayatı sorgulamamıza yol açacaktır. Şimdi kalkıp onlar da bir şeyler için çalışıp çabalasaydı diyenler çıkabilir; ama sorun bakalım çalışacak imkân var mıydı diye. Neyleri var ki para kazanacak? Asırlardır toprakları birileri tarafından sömürülüyor ve yokluk içinde olan halk katiyen sesini çıkaramıyor; zira, naçizane görüşüm, çoğu yerde adını duyduğumuz şu meşhur dünya düzeni insanlığı esir almış durumda. Bu noktada da dikkatlerden kaçmaması gereken durum ise, önceden de vurguladığım üzere, dünyanın gelişmiş sayılan bölgelerinde dahi sefillikle hayatını devam ettirmeye çalışan kitlelerin olmasıdır. Etme bulma dünyası derler ya, sanırım bu sözün örneği bu olsa gerek; ancak, bizler konumu ne olursa olsun zorluk içinde olan her varlığa yardım etmeliyiz ki dünya bir nebze olsun gelişebilsin. Peki, sadece bizlerin yardımıyla fark yaratmak ne denli mümkün olabilir? Tam da burada devreye, hem yoksulluk içinde olup hem de çalışmak istemeyen insanlar giriyor. Savaşlarla boğuşan ülkelerin kıymetli insanlarını bundan hariç tutuyorum; fakat, ya geriye kalanlar ne yapmalı? En azından onların olanakları daha fazla olduğu için evlerine, sevdiklerine ekmek götürebilmek amacıyla bir mücadele verebilirler. Bunu hayata geçirebilmenin yolu ise yüreklerde çalışma, çabalama arzusunun var olabilmesidir. Belki de bu sayede sefalet gittikçe azalabilir ve insanlar huzura kavuşabilir. Evet, bu cümleleri yazmak bana, okumak ise size kolay gelebilir. Fakat, zorluğun kötülüğün had safhalara ulaştığı şu hayatta hangi iş basit ki? Bu yüzden isteyelim, çabalayalım ki ömrümüzün bahar dönemleri elimizden kayıp gitmesin. Hayatımız da işte bu sebeple mevsimler gibidir, çünkü öyle anlar gelir ki uçuşan sonbahar yapraklarına nazire yaparcasına, sefalet içinde kalınabilir ya da varlık içinde yokluk çekilebilir. Bunları ise kışın sert soğuğuna göğüs gerip bahara ulaşmakla aşmak, tüm samimiyetimle söylemeliyim ki işten bile değil. Sonunda yaza ulaştığımızda elde edilecek mutlu yaşam ise emin olun çekilenlere değecektir ve bu da bizi basiretli kılacaktır. İşte gizlenemeyecek onca üzücü gerçeğe rağmen perdeyi doğru şekilde açtığımızda karşımıza çıkacak güneşi asla unutmamak gerekir. Kaynakça Orwell, George. Paris ve Londra'da Beş Parasız. Çev. Berrak Göçer. İstanbul: Can Yayınları, 2016. Büşra Öncül İÇİMDEKİ SES Şiirlerini çok sevdiğim değerli şair Can Yücel’in “Biraz Değiştim” şiirinin dizelerini okurken göz yaşlarımı durduramadığımı fark ettim. Gerçekten neler oluyordu bana? Neydi bu ansızın akan göz yaşları? Aslına bakarsanız çok yeni bir durum olarak sayılmazdı benim için. Dinlediğim şarkıların, gittiğim her filmin sonunda aynı “ben”le karşılaşıyordum. Bu geçen bir yıl boyunca sevgi, aşk, güven ve büyümenin ne demek olduğunu öğrendim. Başlarda kendimi yiyip bitirdiğim bu süreç “Eski Sevgiliye Yazılmış Mektuplar” kitabıyla karşılınca bir nebze olsun düzelmeye başladı. Evet, ben tüm her şeyi düşünüp, kurgulayıp içine atan insanlardanım. Eski sevgilimle de öyle olmuştu. Çok sevmiştim, çok özlüyordum, sesini duymayı dahi özlüyordum ama bir hayli de kırgındım. Çünkü ben unutulan taraftım. Benim doğrularımda gurur, aşktan daha önce geliyordu. Sesimi ona duyurmaya, ne kadar üzüldüğümü görmesine gerek olmadığını düşünüyordum. Kitabı okuduktan sonra ben de satırlara dökmeye başladım düşüncelerimi, özlemimi. Hatta bunu öyle bir rutin hâline getirmiştim ki karşımda o varmış gibi yazıyordum yaptığım her şeyi. Sanki döneceği zamanı belli olmayan bir yolculuğa göndermiştim onu. Kitaptaki her mektup eski beni anlatıyordu bir yerlerde . Hatta nasıl bir insana dönüştüğümü, çevremdeki insanlardan giderek uzaklaştığımı ve onlara olan o güvensizlik duygusunun her geçen gün kat ve kat arttığını… Aslında o dönem ayrılık sonrasında yarım kaldığını hisseden her insanın yaşadığı ortak bir dönemmiş. Ben, bana özgü bir tür hastalık olarak nitelendiriyordum bu durumu. Evet, mektuplar içimdeki ses oldu. Fark ettim ki o güne kadar içimde tuttuklarımmış beni yiyip bitiren. Sevincimi de yazdım, üzüntümü de ama en önemlisi o mektuplarda onsuzluğu yazdım ona ben. En çok da kitapta Jehan Barbur’un mektubunda yazmış olduğu bu satırlar “Sen beni hikayesi olan bir kadın yaptın. Hep bunu demek isterdim sana. Bil isterdim. Bil ki birini büyütebildiğinin ayırdında ol, daha çok sev kendini.” kendimi sorgulamama neden oldu. Sonrasında ben de beraber olduğumuz dönemi düşündükçe kendi hatalarımın da olduğunu fark ettim. Bana göre çok seviyordum, seven insan hata yapar mı diyordum. Ama yapmışım, evet. Kendimi eleştirmeyi öğrendim. Ondan, yine bir şeyler öğrenmiştim ve hem de o yokken. Bütün bunların sonrasında zamanla nefes almaya başladığımı hissettim yeniden. Yaklaşık olarak geçen bir yıl boyunca mutsuzluğum ve ben yeni bir dostluk kurmuştuk. Eski sevgiliyle duyulan derin özlem ve bu gerçekle yaşama hâli… Evet, ben ayrıldıktan sonra çok derin bir boşluğa düştüm. O kadar derin ki hâlâ içinden tam olarak çıkamadığım bir gerçek.Ama artık güneşin yeninden doğacağı günlerin yakın olduğunu biliyorum.Ve küçük bir tavsiye, siz de ne hissediyorsanız içinizden ne geçiyorsa bırakın kaleminiz yazsın.Yazsın ki içinizdeki ses duyulsun, kendi içinizde boğulmayın. KAYNAKÇA: Yücel, Can. “Biraz Değiştim.” N.p., n.d, Web. A a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a aa aa a a a a a a a a aa a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a a eski sevgilimi çok özledim hatta nefes dahi alamadğımı düşündüğündüğüm çok zaman oldu ama hayat devam ediyormuş bunu gördüm bunu öğrendim her ağlayışımda da bunu yaptım METİN OL İnsanların yaşadığı sosyal kümelenme ve yapılarda hep birileri biraz daha yukarıda, biraz daha aşağıda, en altta veya en tepede olmuştur. Kimsenin bunu engellemeye çalıştığını veya buna karşı çıkmaya kalkıştığını hiç düşünmedim. Birkaç yürek yemiş canlı buna isyan etmiş olabilir tarihte ama elde var sıfır sonuçta. İnsanlar farklı olmaya programlıdır. Eğer birbirlerinin aynısı olurlarlarsa, mutlaka kendini gösterecek olan farklılık kişiler arasındaki seviyede kendini gösterir. Seviye nedir, ne olabilir diye düşünürsek pratikte sonuç olmuş birkaç bilgi var. Parasal ve maddi konular her zaman bir seviye farkına sebep olur. Ama parası olan her zaman en üsttedir diye bir şey yok tabi ki. Çünkü asıl ölçüt o parayla nasıl giyindiğiniz, nerede yemek yediğinizdir. Gece kaç tane hasılat yaptığınız veya insanları etrafınıza toplayıp toplayamadığınızdır. Yoksa ilim ve bilim açısından bakılınca ne kıymetiniz var ki. İşe yaramayan birkaç yük ve bunları neden öğrendin ne gerek vardı diye sorarlar haklı olarak. Ama yine de bu sizin toplum içindeki yerinizi belli bir yerde tutabilir. Peki diğer etkenler nelerdir? Yapılan meslek, hobileriniz, boyunuz vs. kısaca insanların saçma bakış açısından sızan ne varsa. Bu algılanışınız yumuşak bir kalbiniz yoksa size pek dokunmayabilir ama asıl ters köşeye yatırma bir üst tabakaya kalbinizi kaptırdığınız zaman yakalanırsınız. İnsanın kalbini dört yandan levyeyle çıkarırcasına bir vahamettir. Çünkü seviye farkından ortaya çıkan aşağılayıcı tanımların dışında basitçe “imkansız”dır sizin şu anki şartlarınızda. Bunu açıklamaya kalksanız yoldan geçip sürüklenen bir yapraktan farkınız olmadığı kendinizce ve üst seviyece aşikardır. Bunu çözemediğiinz zaman veya işleri çıkmaza sürüklerseniz sonunuz pek hayırlı bitemeyebilir. Umutsuzluk ruhunuzun kaldırabileceği dozun üstündedir ve umut en ağır ve imkansız vakalarda bile vücudu ayakta tutan tek şeydir. Buna farklı çözümler bulunduğu oluyor. Hayatını insanların bakmadığı bir anda özellikle kalbini çürüten kişinin bilmediği bir şekilde trenin önüne demir kütlesinin hızına kendini bırakırcasına, kayan bir yıldız gibi harcayanlar oluyor. Ama sakin kalmak ve fikirlerinizin bu durumu kurtarmasını beklemek sizi kurtarabilir. Uzmanca bir durum kontrolü kaçınılmaz. Kendimce de tavsiye edilen ve yıllar sonra tekrar iki yabancı gibi konuşma senaryosu çok can alıcıdır ve çok işe yarar. İnsanın içinde kalmış ve söylenmemiş ne varsa ortaya çıkarır. Kırk yıllık profesyonel alkol kullanıcılarından daha iyi konuşmanızı itinayla sağlar. Çünkü durumunuzu kurtarmışsınızdır, ne arada bir bağ kalmamıştır ne de bir bağlayıcılık. Belki birkaç aşırı soyut hatıra ancak kalabilmiştir bu tekrar yüzleşmeye. Bahsettiğim şeyler de geçmişte kalan bu şeylerin sebebi seviye farkı olması. Tıpkı kan uyuşmazlığı olması gibi. Zamanında yüzüne bakamadığınız veya her şeyiniz olan birisi birkaç on yıl sonra hafızanızın boşverdiği köşelerden birinde silinmeye yüz tutmuş oluyor. Artık zamanında olsa yoğunca hissedilecek bir duygu artık sönmüş ve samimileşmiş oluyor. Neden mi, çünkü onu diri tutacak hiç bir şey yoktur artık. Zamanında olsa söveceğiniz her şey için ya umursamıyor ya da şükrediyorsunuz. Bu işin bir de mutlu sonlu kısmı var. Evet, diyelim istedikleriniz oldu. Yine geçen ardı sıra on yıllar boyunca bundan fevkalade memnun kaldınız ve her gün buna şükrettiniz. Ama geçen yıllar samimiyet ve sadakati aldı götürdü diyelim. Buna üzüleceğiniz kadar neye üzülebilirsiniz başka? Gerçi her iki durumda da ya önce acı sonra mutluluk veya önce mutluluk sonra acı çekiyorsunuz. Tabii herkes için aynı olamaz ama neden veya sonuçtan biri acı olunca bunu göz ardı edip pozitif konuşmak zor geliyor. Yıllar sonra ihanet veya sadakatin yitip gitmesi insanı yıkabiliyor. En iyisi hep akıllı davranmak. Tabi ki bunlar kimseye bir öğüt değil sadece ufak bir hatırlatma. Çünkü hayatın zaman çizgisi boyunca insanı daha çok yıkacak bir şey bulmak gerçekten çok zor. Hüseyin YILDIZ Haluk Emir Özkurt Koca, Yaşlı, Çirkin İstanbul İstanbul, tanımlamaya kelimelerin yetmeyeceği, binlerce yıllık tarihi ile dünyanın en meşhur şehirlerinde biri. Tarihin en büyük imparatorluklarına başkentlik yapmış, yüzyıllarca dünyanın merkezi sayılmış bir metropol. Yıl iki bin on yedi, on beş milyonu aşkın nüfusuyla İstanbul hâlâ dünyaca ünlü, önemli ve büyük bir şehir. Böyle başlayan bir yazının bir İstanbul güzellemesi olarak devam edebileceğini düşünebilirsiniz, ama öyle olmayacak. Doğup büyüdüğüm şehrin her geçen gün nasıl daha kötü, nasıl daha yaşanmaz hâle geldiğini ve bu güzel şehri bu durumdan kurtarmak için yapılabilecekleri yazacağım bu yazıda. Benim gibi düşünen Burhan Arpad, dayanamamış ve bu konuyla ilgili içini döktüğü bir kitap bile yazmış. Bir İstanbul Var İdi, bin doku yüz ellili yıllardan itibaren aldığı yoğun göç ile İstanbul’un zamanla nasıl beton yığınına dönüştüğünü ve, bu dönüşümü yaşarken neleri kaybettiğini anlatıyor. Türkiye’de yaşayan çoğu insanın yaşama hayali kuruduğu bu şehir artık yaşlandı ve daha fazlasına zorlanmamalı bence. Ülkede önemli olan, sorunlu olan tek şehir gibi davranılmasına, yatırımların büyük çoğunluğunun bu şehre yapılmasına rağmen, özensiz ve çıkar odaklı yapılması nedeniyle İstanbul artık inşa edilecek bir binaya daha dayanamayacak durumda bana göre. Günü kurtarmaya yönelik çözümlerle, geleceğini düşünmeyen insanlara bırakılan bu güzel şehrin kaderi, son elli yıldır talihsizliklerle dolu. İstanbul daha kıyı şeridi ve yakın çevresine kurulu bir şehirken, tarihi surların ve boğazdaki ağaçlık alanların düzensiz ve özensiz bir şekilde imara açılması günümüzde var olan bu çirkin ve kirli İstanbul’a uzanan yolun başlangıcı olarak alınabilir. Ruhsatsız yapılan onlarca bina ile bozulan eşsiz İstanbul boğazı yetmezmiş gibi, şehrin iç kısımlarına doğru ilerleyen çarpık kentleşme ortaya yetersiz altyapı ve yetersiz ulaşım ağı sorununu İstanbul’da yaşayan insanların sıradan bir sorunu hâline getirenler ise gözünü para bürümüş siyasiler ve rant sevdalısı müteahhitlerden başkaları değiller. Burhan Arpad’ da bu konuya güzel bir şekilde değiniyor kitabında ve taşradan İstanbul’a yapılan göçün zamanla İstanbul’u nasıl taşraya dönüştürdüğünü anlatıyor. Toplumun İstanbul’da gelir dağılımlarına göre nasıl ayrıştığını şaşkınlığıyla birlikte aktarıyor yazar. Ben doğduğum zaman artık çarpık kentleşmenin önüne geçmek için çok geç kalınmıştı. Çocukluğumdan beri benim için gezmeye gidilecek en yakın yer arabayla bir saat mesafedeydi ve bu aksini görmediğim için çok normal geliyordu. Toplu taşıma duraklarında uzun süren bekleyişler, toplu taşıma araçlarında ayaklarımı yerden kesecek kalabalıklarda seyahat etmek gayet normaldi benim için. Bir de sabah dokuz- akşam beş mesaili bir işte çalışan, şehrin bu gereksiz pahalılığında ailesini geçindirmeye çalışan bir İstanbulluyu düşündüğümde içim kararıyor gerçekten. İstanbul’da böyle bir hayat yaşayıp da “Ben mutluyum.” diyebilen bir insan yoktur bence. İnsanların hayatlarından kelimenin tam anlamıyla “çalınan” onca zaman tüm ülke için bir zaman kaybıyken, bunun önüne geçilmemesi, azaltılmaya çalışılmaması içinde bulunduğumuz durumu daha da acı hâle getiriyor. Bu karmaşa ve kaos ortamına son yıllarda bir de “Kentsel Dönüşüm” eklendi. Şantiye sahasına dönen sokaklar, çimento kamyonları arasında gezinen insanların sabrı test ediliyor adeta. Kentsel Dönüşüm rezaleti üstüne sayfalarca yazı yazılabilecek, başlı başına bir rezalet aslında. Eski ve düzensiz yapıları yıkıp, yerine daha düzgün ve modern binalar inşa etme fırsatı yine paradan ve kendisinden başka bir şey düşünmeyen müteahhitler yüzünden çöpe atıldı. Yıkılan her binanın yerine daha çok gelir elde etmek için şehrin düzenine aksi, yüksek katlı, nahoş görüntü yaratan binalar inşa edildi. Sokaklar eskiden olduklarında daha düzensiz hâle geldiler. Burhan Arpad’ da Kentsel Dönüşüm özelinde olmasa da bu çirkinliği şöyle anlatıyor: “Günümüz İstanbulu'nda yan sokaklarının beton barınaklarına tıkılmış insanlar doğadan öylesine uzaklaşmış ki, ne yeşil ne çiçeklerin renk cümbüşü ne de kuş cıvıltıları var!” Bu bardağı taşıran son damla olarak kabul edilmeli artık. İnsanları uyanıkken yaşadıkları bu kâbustan uyandırmak, daha yaşanılabilir bir İstanbul yaratmak için yapılması gerekenler çok açık aslında. İlk olarak İstanbul’u “altın yumurtlayan tavuk” gibi görmekten vazgeçmeli, çimentolu ellerini bu yorgun şehrin üzerinden çekmeliler. İstanbul’da açlık sınırında, kötü şartlarda yaşayan insanlara Türkiye’nin diğer şehirlerine yapılan yatırımlarla istihdam sağlanmalı, İstanbul dışına taşınmaları konusunda teşvik edilmelidir. İstanbul’a yüz ellinci alışveriş merkezini açmak yerine, o paralar İstanbul’dan taşınacak ailelere teşvik ve yardım için kullanılmalı. Bütün bunları yazarken düşündüklerimin gerçekleşme ihtimalinin ne kadar az olduğunu bir kez daha fark ettim. Yazıyı sonlandırırken yapabileceğim tek şey İstanbul’la ilgili bu gerçekleri fark edebilecek ve gerekli önlemleri alabilecek kadar aklıselim insanların devlet yönetiminde söz sahibi olmasını dilemek olacak. Kaynakça Arpad, Burhan. Bir İstanbul Var İdi. Doğan Kitap. İstanbul. 2001 Burak Karaoğlu Nerede Bizim Uçaklarımız Mücadelelerle ve savaşlarla geçen onca senenin ardından kuruldu cumhuriyetimiz. Kurulurken de kurulduktan sonra da çokça sıkıntılar çekildi. Yeni bir ekonomi sisteminin kurulması, yeni siyasi hayata geçiş süreci ve bunlar gibi onlarcası. Cumhuriyeti kuran kadronun idealistliğini özellikle 1930 da sonra yapılmış faaliyetlerde ve atılımlarda çok net bir şekilde görebiliriz. İsmail Yavuz’un ‘Mustafa Kemal’in Uçakları’ adlı kitabı ise bu atılımları gün yüzüne çıkarmaktadır. Genel olarak bilinenlerin aksine çok farklı ve pek bilinmeyen bir alanı ortaya koymaktadır İsmail Yavuz. Belkide, o dönemlerde kimsenin beklemediği bir atılım yapmıştır cumhuriyeti kuran kadro. Açmış oldukları sayısız uçak fabrikasıyla belki de cumhuriyet tarihinin en büyük sıçramasını yapmışlardır. Yazar aynı zamanda şu sorunun cevabını düşündürmeye yöneltiyor okuyucuya: Bu fabrikalar şu anda neredeler? Onca zorluğun içerisinde uçak fabrikası yapacak iradeye sahip olan bu kadroya rağmen bu fabrikalar şu anda neredeler diye sormadan edemiyor insan. Günümüzde henüz daha kendi arabamızı dahi yapamamışken, cumhuriyetin ilk yıllarından açılan uçak fabrikaları ve yapılan denemeler çok şey söylemektedir bize. Halkın yiyecek ekmek, giyecek kıyafet bulamadığı dönemlerde devlet desteğiyle yapılan bu çalışmalar günümüze de ışık tutmaktadır. Bu uçaklar ve bu fabrikalara kim ne yaptı? Büyümemizi ve gelişmemizi kimler istemedi? Bu sorulara cevap vermek cidden zor. Açıkçası verebilecek olanı da düşünemiyorum. Onlarca fabrikanın ve uçağın nasıl bir anda hiçliğe karıştığını izah ve idrak edebilecek bir durumun olduğunu düşünmüyorum. Eğer o atılımlar başarıya ulaşsaydı ve sürekliliği olsaydı acaba nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk? Vecihi Hürkuş bu bağlamda oldukça önemli çalışmalar ortaya koyarak, bu sektörde Türkiye’ye yeni bir ivme kazandırmıştır. Türkiye’nin ilk uçak tasarımcısı olmasıyla beraber ilk yerli uçağı da üretmiştir. Türk Havacılık tarihinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Yazarda, özellikle Vecihi Hürkuş üzerinde durmaktadır. Kendisi ilk sivil uçağı üretmekle kalmamış aynı zamanda ilk eğitim ve spor uçağını da üretmiştir. Bu alanda o kadar zor şartlar içerisinde olmalarına rağmen uçak üretiminin yanı sıra uçağın türünü dahi çeşitlendirme noktasında girişimlerde bulunmuşlardır. Bu kadar azimli ve istekli bir dönemden nasıl da bu kadar uyuşuk ve isteksiz bir döneme geldik gerçekten inanması güç. Herhangi bir noktada hiçbir şekilde girişimcilik anlamında bir iz göremiyoruz. İnsanlarımızı maalesef ki yatmaya ve hazıra konmaya alışmış durumdalar. Hemen savaş sonrasında uçak yapacak iradeyi ortaya koyan ecdadımızdan eser yok şu zamanlarda. Gelin görün ki insanımızın çoğu bu girişimcilik hareketinden birhaberler. Vecihi Hürkuş’u, tasarlanan ve yapılan uçakları ve fabrikaları okumuyorlar, öğrenmiyorlar ve bu yüzden bilmiyorlar. Belki de, birileri bilmemizi istemiyor. Ne yapıp edip bu yapılan faaliyetlerin gün ışığına çıkmasını ve herkesçe bilinmesini istemiyorlar. Biliyorlar ki, bu atılımların bilinmesi, günümüzde yerli arabasını dahi üretemeyen bir ülkenin, hemen savaş sonrasında yerli uçaklarını üretmesi Türkiye’de muhtemelen ki şok etkisi yaratacaktır. Pes etmemenin ve azmin örneğidir ilk yerli uçaklar. Dönemine göre belki de uçak konusunda en büyük girişim Türkiye tarafından bulunulmuştur. Sonuç olarak, Vecihi Hürkuş önderliğinde yapılan bu faaliyetler o dönem muhakkak ki Türkiye’ye katkı sağlamıştır. Fakat günümüzde ne bir yerli uçak ne de bir uçak yapabileceğimiz fabrika görmek mümkün değil. Hatta bunun hayalini kurmak dahi neredeyse imkânsız. Yetkililerimiz hala yerli arabayı yapıyoruz diye dursun, ecdadımız yapması çok daha zor ve teferruatlı olan uçağı çoktan yapmışlar zaten. Bu yaz, nasıl oldu bilmiyorum ama , hepsi de en sevdiğim ve saygı duyduğum insanlardan olan dört kadından oluşan bir grubun konserine gitme şansını yakaladım. Hepsi birbirinden yetenekli ve yaptıkları işe büyük bir tutkuyla bağlılar. Erkeklerin domine ettiği yüzlerce endüstriden biri müzik endüstrisi fakat bu dört kadın uzun süredir dinlediğim en etkileyici melodileri üretiyor. Yıllardır sıkılmadan -ki benim için nadirdir sıkılmamak- sürekli, merakla beklediğim ve severek dinlediğim tek grup budur ve ne kadar klişe olduğunun farkındayım ama müzikleri beni ben yapan şeylerden biridir. Yıllardır da fırsat kollarım onları canlı görmek için. Bu grubun adı Warpaint, ki İngilizceden “savaş boyası” olarak çevriliyor dilimize. Kulağa Türkçe’de pek etkileyici gelmese de aslında anlamı büyük, savaşa hazır olmak, güçlü ve de istekli olmak anlamına geliyor. Müziklerinin türü art-rock olarak da geçiyor, indie-rock veya dream pop diye de. Zaten bu türlerden zevk almayan kulakların Warpaint’e alışması zaman alabilir ama bugüne kadar onlara gerçekten şans tanıyıp da sevmeye başlamayan bir tanıdığım olmadı. Bu dört kadın müziği savaş alanları olarak seçmişler ve “warpaint” leri yüzlerinde, her şeye hazır bir şekilde girmişler işin içine. Onları canlı izleyince bu adı seçmelerinin nedenini anlıyor insan. Videolarını izlemek veya gözlerini kapayarak şarkılarını dinlemek de başlı başına bir yolculuk olsa da eti ve kemiğiyle gözlerinin önünde görmek bambaşka bir deneyimdi bu grubu. Enerjilerini anlatmak kelimelerle mümkün değil. Kabul ediyorum ki nesnel yaklaşamıyorum bu deneyime ama eminim Warpaint’in adını bile duymamış biri onları canlı dinlerse oradan aşık olarak ayrılacaktır. Konser, orta boy olarak değerlendireceğim büyüklükte bir mekândaydı. Bir stadyum değil tabi ama aynı anda 200’den fazla kişiyi rahatlıkla alabiliyor. Sahneye izleyiciler yakın oluyor ve bu sayede deneyim daha da büyüleyici oluyor. Eski şarkılarından oluşan bir setlist hazırlamış Warpaint ama aynı zamanda konserin yapıldığı zamanda daha çıkmamış olan yeni albümden bir single da çalmayı ihmal etmediler. Şarkılara başladıkları anda başka bir dünyaya gitmiş gibi oluyor insan. Sadece grup üyelerinin enerjisi değil aynı zamanda izleyicilerin de enerjisi harika. Herkes sözleri ezberlemiş, müziğin ritmine göre vücutlarını sallıyor. Tanımadığın insanlarla ortak bir noktada buluşmak ve tek bir amaç için bir araya gelmek büyülü bir duygu. Bunun için müzikten daha iyi bir vesile yok bana göre. Grup üyelerine gelecek olursak, ilk olarak her biri enstrümanlarına hâkim, kulağım iyidir ama ne internetten dinlerken ne de canlı dinlerken enstrümantel açıdan bir hata yaptıklarını duymadım. Ama en iyi özellikleri kendilerini müziğe en az izleyiciler kadar kaptırıyor olmaları. Hatta daha da fazla belki de. Yüzlerinden, beden dillerinden, gülümsemelerinden anlaşılıyor bu. Performanslarından ödün vermiyorlar, işlerini aşkla yapıyorlar. Ara verince seyirciyle sohbet ediyorlar, kendi aralarında sessizce şakalaşıyorlar, sizin onlardan biriymiş gibi hissetmenizi sağlıyorlar. Şarkılara özgün danslarla eşlik ediyorlar bazen de. Ne yaparlarsa yapsınlar ortamdaki enerjiyi hep pozitif tutuyorlar. Müzikten büyülenmeseniz de bu dört kadının kendilerine özgün karizmaları ve aralarındaki enerji dinamiği sizi kendine çekecekti. İsterseniz bu felsefeyi hayatın başka yerlerine de uygulayabilirsiniz ama bu vesileyle anladım ki dijital ortamdaki çoğu şey gerçeği kadar keyif vermiyor. Yapan olur mu bilmem ama sevmeyenlerin bile gidip canlı dinlemelerini öneririm. Sadece Warpaint’i dinlemekten bahsetmiyorum. Belki burun kıvırdığın bir kitabı okumak, belki öyle bir filmi izlemek ya da herhangi bir olayı, ön yargısızca ve anın içinde yaşamak bakış açısını değiştiriyor insanın. Meryem B. EFE ÇAY TADINDA 21601779 TURK101-2 …ve oturdu mu bir masaya hakkını verir çay içmenin… Cahit ZARİFOĞLU Kız çocuklarının ilk kahramanı babalarıdır derler. Hepsi için geçerli midir bilmiyorum; ama benim de bu kız çocuklarından biri olduğum muhakkak. Çocukluğumu hatırlıyorum da benim gözümde kocaman bir dev gibiydi babam. Can Yücel’in mısralarındaki gibi, “Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk/ Çarpık bacaklarıyla ha düştü, ha düşecek/ Nasıl koşarsa ardından bir devin” öyle koştum babamın peşinden. Her yaptığı doğruydu, her sözü hazine gibiydi benim için. Çocuk aklımla gözlerine baktığımda sanki omuzlarındaki sorumluluğun ağırlığı, yaşadığı sorunlarla harmanlanmış, sonra da gözlerinin derinlerine saklanmış gibi gelirdi bir anlığına. Her akşam annemle salonda karşı karşıya çay içerken gözleri yine uzaklara dalar, birkaç dakika öylece dururdu. İlk bardağının son yudumunu çektiğinde gözlerindeki yorgunluk yerini umut ve neşe ışıltılarına bırakırdı ve ben babamdaki bu değişimin hikmetini çaya bağlardım. Bu mucizevi bitki demek ki tüm sorunları çözüyordu. Ben de oyuncak setimdeki sarı çay bardağını alır, babamların yanına gider ve kendi “büyük” sıkıntılarımı düşünürdüm. Birinci sınıfa gidiyordum o zamanlar. En yakın arkadaşımla günde dört beş defa küsüp barıştığımız zamanlar… O günlerden bu yana koskoca 12 yıl geçmiş. Ne çok şey değişmiş hayatımdan. Sevdiklerim tek tek uzaklaşmış. Her zaman yanı başımda dertleştiğim babamdan kilometrelerce ötede, bana yabancı onca insan arasında bambaşka bir şehre sürüklemiş hayat beni. Büyüdükçe dertlerim de büyümüş. Sonra bir gün dönüp etrafıma bakmışım. Ne doğru söylemiş Nazım Hikmet. Yazık… “Dert çok, hemdert yok!” Tek güvenebileceğim o kalmış yanımda. Her şeyimi paylaştığım tek o… Üzüntümü de sevincimi de… Kimi zaman dert ortağım olmuş, kimi zaman ödülüm, kimi zaman da akıl hocam. Kimi zaman da sessizce sessizliğime eşlik etmiş şimdi olduğu gibi. Bir an ayrı kalamaz olmuşuz. Eee ne de olsa o bana babamın emaneti. Elimdeki ince bellisinden bir bardak çay… Gün batmak üzere... Düşüncelerim; hayallerim, umutlarım ve korkularım arasında gidip gelirken gözlerim bu koca şehri izliyor. Ne çok insan var! Ne kadar farklı ve birbirine ne kadar yabancı... Ben bu düşünceler içinde boğulurken garsonun sesiyle irkiliyorum: “Hanımefendi, ne alırdınız?” Bu da soru mu! Sıcak, taze, en koyusundan bir çay! “Bir çay lütfen” diye cevap veriyorum sessizce ve yine düşüncelerime dalmaya hazırlanıyorum ki… “Oturabilir miyim?” Başımı çeviriyorum sesin sahibine. 40-45 yaşlarında bir kadın. “Tabii, buyrun.” Sonrası? Eee sonrası selam kelam… Bir çay da ona söylüyoruz. Kadının adı Elif Key’miş. İlk seferde anlayamadığım için kodlamak zorunda kalıyor soyadını: Kayseri – Erzurum – Yozgat. Ve sonrasında “Aaa ben de Kayseriliyim.”le başlayıp “Siz nerelisiniz?”le devam eden koyuca bir muhabbet. İstanbul’da doğmuş; ama New York’ta yaşıyormuş. “Ankara’ya neden geldiniz?” diyorum. “Sustuklarımı haykırmak için.” diyor. Laf lafı açıyor, saatler nasıl geçiyor fark etmiyoruz. Sohbete dalıp içmeyi unuttuğumuz çayların buz gibi olduğunu da… Arkamı dönüp komiye sesleniyorum: “Hocam, bize iki çay…” Sonrasında dikkatimi yeniden Elif’e veriyorum. Çay tadındaki sohbetimizde kâh kahkahalarımız dolduruyor boş terası kâh sessizlik oluyor, gözlerimizle anlaşıyoruz. Bir süre sonra gözlerimiz geceyi aydınlatan şehrin ışıklarına takılıyor. “Canım ülkem…” Belli belirsiz dökülüyor dudaklarından bu sözler. Ve başlıyor ‘sustuklarını haykırmaya’. Belki de sustuklarımızı desem daha yerinde olur. Kendi deyimiyle; uzak kalmış olduğu kendi ülkesinde saatleri bambaşka insanları izliyor, bir de onların elinde eriyip giden masumları... O bunları anlatırken düşünüyorum da belki de tespitleri bizimkilerden daha doğru. Balıklar nasıl içinde yaşadıkları suyu fark etmez de dışardan bakınca anlaşılırsa suyun varlığı, Elif de buradan uzakta daha net görüyor belki de gerçekleri. Düşünceleri yalın, korkusuz. Tüm bunlar aklımdan geçerken bu kez de yan masada oturan yaşlı amcanın sesiyle irkiliyorum: “Hanım kızım hava çok soğuk. Üstün incecik, üşüteceksin. Kitabını al da içerde oku.” Ah canım yurdum insanı ah… Bir saniye. Kitabını mı dedi? Evet. Saatlerdir elimden düşürmediğim kitaba bakıyorum amcaya teşekkür ettikten sonra: Bize İki Çay Söyle. Yazan Elif Key. Saatler önce tanıştığım o kadın… Nasıl da dalmışım kitaba, sanki yazarı yanı başımdaymış da onunla konuşmuşum gibi. Ne demiş Descartes: “İyi kitaplar okumak, geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir.” Ben de saatlerdir çay koyuluğunda bir sohbete dalmışım kitabın satırları arasında kaybolup. Az evvel bitirdiğim kitabın sayfalarını karıştırıyorum bir kez daha. Biraz tebessüm sıkıştırmış Elif Key sayfaların arasına. Bazı cümleleri gözyaşlarıyla ıslatmış. Hamuru samimiyet, mayası anıları olmuş da hayat teknesinden yoğurup fırınlamış ve tatlısıyla tuzlusuyla işte yaşadığınız hayat demiş sanki. Bazen kendimize bile itiraf edemediklerimizi o anlatmış bize. Okudukça “Yok canım olur mu öyle şey?”lerle ilerleyen sayfaların sonunda Elif’le beraber ben de itiraf etmek zorunda kalmışım “aslında”larımızı. Toplumun dayattığı kibarlık budalalığı yüzünden söyleyemediğimiz gerçekleri de haykırmış. Duvarlara şiirler, siyasi tezahüratlar yazılan günlerden; facebook duvarlarında içimize çekildiğimiz günlere değinmiş biraz da. Ergen olsun yetişkin olsun hemen herkesin yaşadığı yeni dönem sorunlarımıza... Elif korkmamış, susmamış. ‘Neden’leri gömmemiş; ‘neyse’lerin, ‘kısmet’lerin içine. Unutmaya zorlandıklarımızı unutturmamaya azmetmiş ne kendine ne bize. Şimdi saatlerdir çay tadında sohbetine daldığım kadına bakıyorum cümlelerin öte tarafından ve soruyorum: Umut var mı? “Var.” diyor. “Çünkü az da kalsalar hâlâ cüzdanında vesikalık taşıyanlar, tam derdini açacakken komi gelip de “Tabakları değiştireyim mi?” dediğinde komiyi terslemeyenler, bir de kitap okurken altını çizenler var.” Emin olun benim gibi sizin de altını çizeceğiniz çok yer olacak bu kitapta. Ama unutmayın, çay tadında sohbetler çaysız olmaz. KAYNAKÇA: Key, Elif. Bize İki Çay Söyle…. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015. DENİZLERİN DESTANI “Bir yangın ormanından püskürtülmüş genç fidanlardı Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı Gittiler akşam olmadan ortalık karardı” Attila İlhan Uzun zamandır okumak istememe rağmen, kısa süre önce okuyabildim Deniz Gezmiş’in ve arkadaşlarının destanını. Destan dedim, çünkü bu gençler ölüme bir devrime yürür gibi, başları dimdik yürümüş; bir bayrama gider gibi, etrafındakilere ‘Allahaısmarladık’ diyerek veda etmişlerdir. Bu yüzden adlarına onlarca şiir, kitap yazıldı. Bu yüzden sonraki nesiller bu kadar sevdi Deniz’i. Bu yüzden Deniz’in idam sehpasına yürüyüşü onlarca filmin son sahnesi olarak bir neslin hafızasına kazındı. Cumhuriyet gazetesindeki 3 Eylül 1969 tarihli yazısında ‘…Uzun boylu, dal gibi bir genç bu Deniz Gezmiş… Namuslu, devrimci, heyecanlı bir genç…’ diye anlatır İlhan Selçuk Deniz’i. ‘Yaşıtları gibi o çay senin, bu çay benim; o sinema senin, bu sinema benim diye gezecek yerde bir namussuz düzenin değişmesi için çırpınmış…’ diye de ekler. Bir devrimciydi Deniz, bir abiydi Deniz, kardeşti, evlattı ama her şeyden önce insandı Deniz. Arkasından ağlayan ailesi, arkadaşları, annesi vardı. Doğru bildiği yolda, pişmanlık duymadan; sırtında yeşil parkası, ayağında postallarıyla dimdik yürüdü. İnsanların iyiliğini amaçlıyor, daha özgür, daha yaşanılabilir, daha güzel bir dünya istiyordu. O devirde anlaşılmadı Deniz; kötü bildi herkes onu. Ne yazık ki, değeri öldükten sonra anlaşılanlar kervanından yalnızca bir örnekti Deniz. Ülkesinin yarınları için yanmayı göze aldı üç fidan: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan. Ailelerinin onca çabası, sevenlerinin onca uğraşına rağmen kurtulamadılar kendileri için biçilmiş kefenden. 6 Mayıs 1972 gecesinin karanlığında bu fidanların ve bir devrin özgürlüğünün boynuna ip geçirildi. Gencecik bu üç delikanlı, geride bıraktıkları aileleri ve hayallerine ‘birilerinin emelleri’ için veda etti. O geceden sonra o aileler için her şey gece oldu. Attila İlhan’ın da dediği gibi: ‘Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.’ Bir anne olduğunuzu düşünün şimdi. Yıllarca gözünüzden bile sakındığınız, hasta olduğunda geceleri başucunda sabahladığınız, tırnağı kırılsa saatlerce ağladığınız bir evladınız var. Büyümüş, serpilmiş, gencecik bir delikanlı olmuş. Dönem kötü. Hapse düşüyor, idam edilecek diyorlar sana. Çırpınıyorsun, oğlunun hayatı için elinden gelen ne varsa yapmaya çalışıyorsun. Sonra bir gün kapına iki asker geliyor, anlıyorsun. Sonrası çığlık, feryat, figan, acı, boşluk… Bir insanın hayatı bu kadar kolay ellerinden alınmamalı. Daha yaşamadığı onca duygu varken; daha söyleyemediği onca söz, okuyamadığı onca kitap varken, kocaman bir karanlığa mahkûm edilmemeli insan. Şimdilerde ise okyanusa dönüştü Deniz, ‘onurlu ve cesur’ duruşuyla gençlere örnek oldu. Her yıl 6 Mayısta Deniz’in mezarını miting alanına çevirdi on binler. Mezarı karanfillerle kaplandı. Yüzlerce çocuğun isminde yaşamaya devam etti Deniz. Denizin hikâyesi sanıldığı gibi Denizle girmedi mezara, tam tersi bir efsane olup, aktarıldı nesilden nesile. Hatırla Sevgili dizisiyle tanıdı bir nesil onu. Deniz’in idam sahnesinde tüm Türkiye ağladı. Nice Denizlere mezar oldu bu ülke. Hep birilerinin emelleri uğruna acımasızca katledildi Yusuflar, Hüseyinler. Ne zaman darağacı kurulsa bu ülkede, o zaman nice anaların göz pınarları ağlamaktan kurudu. Nice genç fidanın hayatı karardı, hayalleri yıkıldı. Kim bilir kaç gece kaç yastık sırılsıklam oldu gözyaşlarından. Ateş düştüğü yeri yakmıyor sadece, o kadar çok kişi etkileniyor ki bu durumdan. En basitinden aileleri, arkadaşları, gönül verdikleri, söz verdikleri… Daha kaç kişi ölecek farklı fikirleri renk olarak görmemiz için? Ne zaman öğreneceğiz biz düşüncelere saygı göstermeyi, ne zaman başlayacağız insanları dış görünüşüyle yargılamamaya? Umarım bir gün hepimiz farklı düşüncelere saygı göstermeyi öğreniriz ve bir daha başka Denizlere mezar olmaz bu ülke. KAYNAKÇA: Attila İlhan/O Mâhur Beste/ İlhan Selçuk/Cumhuriyet Gazetesi/3 Eylül 1969 Can Dündar/Abim Deniz/Can Yayınları/3. Baskı Sedef Özbay Bir Olay, Üç Hatıra: Bakış Açıları Üzerine Her ne kadar farkında olmadan yapsak da, bir olayı gerek hatırlarken, gerek anlatırken, hatta kafamızda canlandırırken; o olaya kendimizden bir şeyler katarız. Bu da bir olayın bir kişi tarafından asla objektif anlatılamamasına, anlaşılamamasına yol açar. Bu demek değil ki kişiler olayları anlatırken aslında olmayan şeyleri anlatıyor, gerçekleri çarpıtıyor. Ancak istesek de istemesek de olayları gerçekten olduklarından farklı yorumluyoruz. Anne Tyler’ın Dinner At The Homesick Restaurant adlı romanı, yazarın kendi yazdığı kitaplar arasında favorisi. Bunun sebebi olarak ise kitabı kendisinin en doğal ve en gerçek ürünü olarak görmesi. Okuduktan sonra buna karşı çıkmak mümkün değil. Üç kardeşin anneleri tarafından büyütülmelerini hatırlayışları, bize aynı olayın ne kadar farklı algılanabileceğini anlatıyor. En büyük kardeş olan Cody’nin çok sert ve fırtınalı hatırladığı çocukluk hayatını ortanca kardeş Ezra, güven duygusu ve yuva hissiyatıyla anıyor mesela. Hepsi aynı şeyleri hatırlıyor belki, ama herkes neye önem verdiyse onu daha çok, daha belirgin hatırlıyor. Sonuç olarak hepimiz insanız. Bir durumla karşı karşıya kaldığımızda o duruma bir yorum katmamız için bilinçli olarak bunu yapmaya çalışmamız gerekmiyor. En basitinden yoldan geçen bir insanı tarif etmemiz istense, adamın ne kadar esmer olduğu söyleyişimiz bile hayatta ne kadar çok beyaz tenli insan gördüğümüze bağlı. Ya da bizim bahsettiğimiz esmer adam, karşımızdakinin anladığı esmer adamdan çok farklı olabilir ve biz bunu fark etmeyiz bile. Fark etsek bile önemser mi çoğu insan bunu? Hâl böyle olunca ise insanın kendini anlatması da başkasını anlaması da güçleşiyor aslında. İnsanlarla konuşurken çok fazla dikkat ettiğimiz bir şey değil belki bu; ancak her söylenen şeyin iki tarafı var: bir anlatılmak istenen, bir karşı tarafın anladığı. Genel olarak, biz sadece kendi anlattığımıza bakıyoruz. Biz ne demek istiyoruz? Karşı taraf ne anlarsa bizim işimize gelir? Hâlbuki karşı tarafın anladığı (hatta anlamak istediği) çok farklı olabiliyor bizim söylediğimizden. Durum böyleyken insan ne yapabilir peki? İletişim kurmak, kendimizi anlatmak ve karşı tarafın ne dediğini gerçekten anlamak böyle bir durumda mümkün mü? İletişim kurmaya çalışmak, bir anlamda bir dilden öbürüne çeviri yapmaya çalışmak, bir taraftaki bilginin dengini karşı tarafta aramak gibi. Bazen anlatmaya çalıştığımız şey, karşı tarafta bir karşılığa sahip olmayabiliyor bile. Kabul ediyorum, anlatılmaya çalışılan şey, her zaman çok anlamlı ve derin içeriği olmayabiliyor. Mesela “Araba kavşaktan sola döndü.” dendiği zaman bazıları kırmızı ve küçük, bazıları mavi ve büyükçe bir araba tahayyül ederken, kimisine göre araba göbekten, kimisine göre de dört yol ağzından sola dönmüş olabilir. Bunlar, arabanın sola döndüğü gerçeğinin yanında çok da önem taşımayan ayrıntılar oldukları için aktarım sırasında kaybolmaları çok da anlam ifade etmez. Bazen ise bu anlam kayıpları, her ne kadar büyük olmasalar da, hayata ait (benim güzel diye nitelendirmeyi tercih edeceğim) bazı ayrıntıların yok olmasına sebep olabiliyor. Bir kelimenin diğerinden önce veya sonra gelmesi, verilecek anlamı ne kadar da değiştirebiliyorken, karşı tarafın bu değişikliği anlayacak bilgiye, görgüye, hassasiyete, hatta deneyime sahip olup olmadığını bilememek aslında ne kadar da zor bir şey. İnsan olarak sahip olduğumuz derin ve karmaşık yapıyı bir şekilde dışarı vurmaya çalışıyoruz böyle küçük şeylerle. Kimi zamansa bu küçük dışavurumlarımız kimse tarafından fark edilmeden ve anlaşılmadan yitip gidebiliyor. Karşımızdaki kişinin, bizim gördüğümüzden daha fazlasını taşıdığını anlamak, onu gerçekten anlamak için her ne kadar yetersiz de olsa, önemli bir ilk adım bence. Bunu fark ettikten sonra, insanların bizim gördüğümüzden daha fazla ne taşıdığını anlamaya çalışmak, onların gerçekten ne söylediklerini ve ne anladıklarını öğrenmemiz belki bir şekilde mümkün olacaktır. İNSANLIK ARINIYOR "Amerika, 2022... İşsizlik oranı %1... Suç tüm zamanların en düşük seviyesinde. Şiddet neredeyse yok. Bir istisna dışında... Tanrı, arınmamıza ve ruhlarımızı temizlemeye izin verdikleri için Yeni Kurucu Babalarımızı kutsasın. Tanrı Amerika’yı ve bir ulusun yeniden doğuşunu kutsasın." Filmin başlangıcındaki bu cümleleri okuduktan sonra ütopik bir dünyayla karşılaşmayı bekliyordum. İşsizlik, şiddet gibi sorunlar yok ve bence bu demek ki ekonomisi gelişmiş, halkı mutlu, güven içerisinde yaşayan, hoşgörü ortamı oluşmuş, tam anlamıyla başarılı bir refah devleti olarak görülebilecek bir Amerika var karşımızda. Fakat bir şey beni şüphelendiriyor: "Bir istisna dışında..." cümlesi. Böyle sorunsuz bir ülkeyi tasvir ederken ve bu ülkeyi bugün olduğu duruma getiren insanlara teşekkür ederken sözü geçen bu istisna nasıl bir istisna olabilir? Senede bir gece, 12 saat boyunca çoğu suç serbest bırakılıyor. Halk bazı kitle imha silahları hariç serbestçe silahlanabiliyor, belli bir seviyenin üzerindeki devlet memurları istisna olmak üzere cinayet işleyebiliyor, çalabiliyor, tahrip edebiliyor, tecavüz edebiliyor ve bunları yaptığı için hiçbir şekilde suçlanmıyor. Bu süre içerisinde polis, ambulans,itfaiye görev yapmıyor. Acı çeken bu kadar insanın yardım ümit edebileceği hiçbir şey yok. Düşünsenize 364 gün gayet iyi kalpli görünen arkadaşınız o gün içindeki canavarı salıyor, sizin tanımadığınız birisine dönüşüyor; işkence ediyor, öldürüyor, çalıyor, tecavüz ediyor fakat siz onun nasıl birisi olduğunu bilmeden, dönüştüğü canavardan habersiz onunla ertesi gün arınma gecesini eleştiriyorsunuz belki ve hatta belki de ona hoşuna gitmeyecek bir şey söylediğiniz için bir sonraki sene sizi öldürmek için planlar yapıyor sizin yüzünüze gülerken. Bir çocuk düşünün, tüm çocuklar gibi saf, iyi kalpli, tüm insanları seven. Anne ve babası çocuğu evde bırakıp gidiyor, dışarıdan silah sesleri, bağrışmalar, çığlıklar ve bir çocuğun psikolojisini bozmaya yetecek kadar tuhaf ve korkutucu sesler... Sabah ailesi geliyor giysileri kıpkırmızı. Bu çocuk biraz daha büyüdüğünde, ailesinin kendisini bırakıp gittiği gecelerde neler yaptığını öğrendiğinde, bunun farkına vardığında nasıl tepki verecek, ne düşünecek, bu kadar sevdiği, örnek aldığı, iyi kalpli olduğuna inandığı anne ve babasının içinde birer canavar barındırdığını öğrenince ne yapacak? Başlangıçta ütopik gelen bu ülke aslında hiç de ütopik değil. Benim gözümde arınma gecesi devletin; yoksulların, evsizlerin, yardıma muhtaçların yok edilmesi; onlara yardım etmek yerine, halkın refahını toplum olarak yükseltmek yerine toplumun refahının düşük olmasına sebep olduğuna inanılan kesiminden arınılmasını teşvik eden bir gece. Devlet zekice bir politikayla öldürülmesini, yok edilmesini gerekli gördüğü kesimi kendi vatandaşına öldürtüyor. Bu insanlar başkalarını öldürerek arındıklarına inanıyor. Tanıdıkları, sevdikleri, umutları, yapmak istedikleri olan bir birey, bu gece ansızın başkaları 'arınsın' diye ölüme mahkum edilmemeli... Masum insanları öldürmek birkaç istisna hariç hiçbir dönemde, hiçbir kültürde arınma olarak görülmemiştir, görülemez, görülmemelidir. Günümüzde yardım ederek, onları mutlu etmeye çalışarak kendimizi arındırmaya çalıştığımız; evsizlere, yaşlılara, öksüzlere yardım edenleri, onları mutlu etmeye çalışan bunun için gönüllü olarak çabalayan insanları gördükçe içten içe mutlu olduğumuz bir dünyada yaşıyorken; başka insanları öldürerek arınıldığına inanılan bir dünyanın düşüncesi bile fazlasıyla itici ve korkutucu geliyor. Böyle bir dünyaya doğan çocukları düşünemiyorum. Ben şu güne kadar çevremde çocuğu olan herkesin çocuğunu şiddetle alakalı her şeyden belli bir yaşa kadar mümkün olduğunca uzak tutmaya çabaladığına şahitlik ettim. Bir gün bu distopyadaki gibi bir dünyaya uyanırsak geleceği emanet edeceğimiz çocuklar en küçük yaşlardan itibaren insanların kötülüğüne, intikam için çabalarına, şiddetine, her yönden en kötü hallerine denk gelecekler. İnsanı böyle tanıyacaklar ve muhtemelen onlar da böyle insanları görüp örnek alacakları için onlardan hiçbir farkları kalmayacak. Geçenlerde okuduğum Mark Twain'in "The Lowest Animal" adlı insanın hayvanlardan ahlaki olarak daha üstün olduğunu reddeden ve tüm insanları aynı küfede tarttığı için karşı çıktığım yazısındaki gibi bir geleceği olacak insanlığın. Tüm hayvanların ahlaki olarak daha üstün olduğu bir insanlık... Adım adım kendi türünü yok etmeye giden bir insanlık... Kerem Yilmaz Ölümün Tatili / İrem Yılmaz Aynada yansımasına baktı. Kel kafasına, iyice çökmüş gözlerine, renksiz yüzüne, sonra bir deri bir kemik kalmış ellerine baktı. Görünüşü deriye bürünmüş bir iskeleti andırıyordu. Gülümsedi. Bulunduğu yere uygun bir görünüşü vardı. Arkasını dönüp yatağına baktı, ismi tekrar okudu. Burada bulunduğu sürece bu isimle ona sesleneceklerdi, insanlar burada onu beklerken ona adıyla seslenmesi, ölüm demesi pek de hoş olmazdı Odasından çıkıp dolaşmaya başladı. Etrafındaki herkes birbirine benziyordu. Hastanenin onkoloji kliniğinde tatil yapmanın güzelliği de buradaydı, kimse onu fark etmeyecekti. Kısa bir süreliğine kafa dinlemek için gelmişti buraya. Doğrusu çalıştığı onca yıldan sonra bir tatili hak ettiğini düşünüyordu. Ölmek üzere olan insanların yanında tatil yapması hiç de garip değildi çünkü işinden uzak kalamıyordu, kelimenin tam anlamıyla bir işkolikti. Dolaşırken odalara baktı, yataklarında yatan hastalara ve umutlarını yitirmiş hasta yakınlarına baktı. Şu an tatilde olmasa çoğunun çoktan ölmesi gerektiğini düşündü. Bir süre burada olacaktı ve burada olduğu süre boyunca kimse ölmeyecekti. Yürümeye devam etti ve dinlenme odasından içeri girdi. Buraya dinlenme odası deniyordu ama dinlenme odasından daha çok yakınları olmayan hastaların zaman öldürdüğü bir odaydı. Ve aradığı kişiyi buldu, her zamanki gibi köşesinde oturmuş bir şeyler karalıyordu. Uzun zamandır sessizce izliyordu bu hastayı ve ona soracak olursanız bu hasta eğer yaşarsa ünlü bir ressam olacaktı hatta çizdiklerini bir yere göndermiş olsa belki çoktan tanınan bir ressam olmuştu. İlgisini çeken resimleri değildi. Birçok ressamın canını almıştı, bu sırada çok güzel resimler görmüştü ama bu sefer ilgisini çeken resimlerden çok ressamın yalnızlığıydı. Bu canı almak istemiyordu, onu tanımak istiyordu. Belki de ölümün kendi yalnızlığı onu ressama çekmişti. Ölüm yavaşça ressamına yaklaştı, onun dikkatini dağıtmadan yanına oturdu. Sessizce bekledi, tıpkı günlerdir yaptığı gibi. Bu sefer ressamın yaptığı resmi merakla izleyemiyordu. Kendi vücudumda dolaşırken ne kadar da rahattım, beni görmeyi bırak fark etmiyordu bile, diye düşündü. Bir süre sonra ressam kafasını kaldırıp ona baktı ve gülümsedi. Daha önce birçok gülümseme görmüştü ama kimse ona gülümsememişti. İnsanlar onu gördüklerinde daha çok donakaldıkları için birinin ona gülümsemesi beklediği bir şey değildi. Beraber geçirdikleri ilk günün sonunda ölüm resmin sözcüklerden daha çok şey ifade edebileceğini öğrendi hem konuşmak kadar da yormuyordu. Odalarına döndüler. Ölüm uyumuyordu çünkü onun buna ihtiyacı yoktu. Daha önce duyduğu bir öykü aklına geldi. Öykü kimsenin ölmediği bir ülke hakkındaydı ya da başka bir deyişle bir viyolonsel virtüözüne âşık olan bir ölüm hakkındaydı. Zaten tatil yapma kararının altında da bu öykü yatıyordu. Öyküyü tekrar tekrar düşünürken sabah oldu ve dün yaptığı gibi yine odasından çıktı, ressamın yanına gitti. Bu sefer ressam da ziyaretçisi olacağının farkındaydı ve hazırlıklı gelmişti. Ölüme resim yapmayı öğretecekti. Ressamın ağzından fikir çıkar çıkmaz ölüm heyecanlandı. Şimdiye kadar hiçbir şey hissetmezken resim çizme fikrinin ölümü heyecanlandırması ona bir hayli garip gelmişti. Her gün oturup resim çiziyorlardı. İkisi de bu durumdan memnundu. Böyle günler birbirini kovaladı. Ülkenin kalanı da durumdan memnun gibiydi, sonuçta insanlar yıllardır hatta yüzyıllardır hayallerini kurdukları ölümsüzlüğe kavuşmuşlardı. İşin aslı ölümsüzlük o kadar da güzel değildi. İnsanlar sonsuza kadar yaşamanın o kadar güzel olmadığının farkına vardılar çünkü ne insanların maddi durumları yıllarca biriken evin yaşlı nüfusuna yetecekti ne de insanlar sonsuza kadar çok sevdikleri(!) ailelerinin yaşlı fertlerine bakmak istiyorlardı. Bu haberleri duydukça ölüm artık iş başı yapma zamanının geldiğini düşünmeye başlamıştı, ama istemiyordu. İşe başladığı an öldürmesi gereken yüzlerce insanın arasında ressam da olacaktı ve ressamın ölmesini hiç istemiyordu. Burada benden başka ölüm işlerine bakan biri yok, yani işlerimi kendi istediğim gibi devam ettirebilirim, diye düşündü. Bir süredir yaptığı gibi ressamla vakit geçirmeye devam edecekti ama geceleri yatağında boş boş yatmayacaktı. Zamanı gelen insanları gece öldürecekti hem insanları bundan sonra uykularında öldüreceği için onlara iyilik yaptığını bile düşündü. Ölüm bu planları yaparken çoktan sabah olmuştu. Her gün yaptığı gibi yine ressamın yanına gitti. Bütün günü yine resim yaparak geçirdiler ve akşam yine odalarına çekildiler. Ölüm herkes uyuduktan sonra ressamı kontrol etti, sonra işinin başına döndü. O gece ölümler tekrar başlamıştı ve ressam dışında ölmesi gereken herkes sırayla ölecekti. KAYNAKÇA Saramago, José. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Kırmızı Kedi Yayınevi 2014. Venedik Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı diye sorar durur insanlar, ben çok gezenin daha çok bileceğine inanmışımdır hep. Çünkü insan yeni yerlerde gezerken çevresindeki her şey ona yenidir, gözüne çarpan her ayrıntı ona bir şeyler katar, yeni fikirler edinir etrafından. Sokakta yürüyen, kendi aralarında konuşan insanlardan binaların yapısına kadar her şey minik ipuçları verir insana, gezerken çıkarımlar yaparak, yaşayarak anlar ve öğrenirsin. Gezmeyi ve yeni yerler görmeyi hep sevmişimdir, gördüğüm her yeni yer mutlaka bir iz bırakmıştır bende fakat Venedik’in yeri benim için çok ayrı. Dört yıl önce Venedik’e annem, en yakın arkadaşım ve onun annesiyle gittik. Yaşları umursamadan dört yakın arkadaş gibi gezebilecek bir ekiptik, gezimizi daha da tatlandıran bir detaydı bu. Kanallar şehri olan Venedik’e gidişimiz bile bir ayrı güzeldi. Uçaktan indikten sonra otelimize gitmek için taksi aradık fakat hiçbir araba göremeyeceğiniz bu şehrin kalbine gitmek için deniz taksilerine binmemiz gerektiğini öğrendik. Üstü açık küçük teknelere taksi görevi yükleyen bu şehir, attığım ilk adımda etkilemeye başlamıştı beni. Taksiden iner inmez bizi küçük dükkânlar ve kanalların üzerinden geçen her boyuttan köprüler karşıladı. Valizleri otele bıraktıktan sonra arkadaşımla dışarı çıktık hemen, şehir bizi çağırıyordu. Eskiyle yeninin bir arada yaşadığı şehirlerden biri olan Venedik hayat doluydu. Çoğunluğunu turistlerin oluşturduğu insanlar heyecanla etrafta dolaşıyordu, biz de onlara katıldık. Eski kiliselerden ünlü markaların yepyeni mağazalarına kadar birçok imkân sunan Venedik’in her köşesini görme isteğiyle dolmaya başlamıştım. O günü sokak sokak gezerek, şehri tanımaya çalışarak ve fotoğraflar çekerek geçirdik. 5 günün yeterli olacağını düşündüğüm bu minik şehre haftaların bile yetmeyeceğini ilk günden anlamıştım. Ertesi gün daha planlıydık, gitmek ve görmek istediğimiz yerlerin ufak bir listesiyle çıktık yola. Fakat her detayın ilgi çekmeyi başardığı bu şehirde planların yürümeyeceğini anladık. Her şey daha spontane olmalıydı, biz de kalabalığın akışına bıraktık kendimizi ve San Marco Meydanına aktığımızda Napolyon’un buraya neden "Avrupa’nın en güzel şenlik alanı" dediğini anlamış olduk. Campanile, Dükler Sarayı ve daha birçok şeyin bir arada olduğu bu meydan hiçbir zaman unutamayacağım bir görüntü bıraktı aklımda. Bir sonraki durağımız Rialto Köprüsü oldu. Venedik’in özeti gibiydi Rialto, her yerde etrafını tanımaya her detayı yakalamaya çalışan turistler, birbirinden güzel, çeşit çeşit maskeler satan onlarca mağaza ve yeşilimsi kanalın üstünde sanat eseri gibi duran o güzel köprü… Köprünün üstünde durup ortaçağda olduğumu hayal ettim bir an, Venedik’in o özel maskeli karnavalının olduğu bir günde herkesin maskeleriyle şarkı söyleyerek, dans ederek dolaştığını canlandırmak hiç de zor olmadı. Şehrin dokusunu ve kokusunu içine çektiğinizde size bütün anılarını sunmaya hazır bir şehir buluyorsunuz karşınızda. Özenle korunmuş küçük binaları, her biri farklı mimarisiyle dikkat çeken eski köprüleri, son hızla devam eden maske sektörü, hiçbir arabanın geçmediği bol merdivenli yolları Rönesans dönemine ufak bir bakış atmanıza yardım ediyor. Bir sonraki günümüze yine Venedik’in daracık sokaklarında dolaşarak başladık. Artık yolları öğrendiğimizi sanıyordum ama yanılmışım. Kaybolduk gezerken, belirsizlikle dolaşırken yine birçok güzel manzarayla karşılaştık ve Muzaffer Yıldırım’ın “ Bir şehri iyice tanımak için, önce o şehrin arka sokaklarında kaybolmak gerek!” derken ne kadar haklı olduğunu anladım. Daha iyi tanıyordum artık bu şehri hatta otelimize döndüğümüzde o bile daha farklı göründü bana. Restorasyona pek uğramadığı belli olan küçük otelimizin kanal kokusuyla dolu havasını bile seviyordum artık. Kanallar şehrine gelip gondola binmeden dönmek olmazdı. Son günümüzü kanallarda kürekçimiz ve onun anlattığı küçük hikâyelerle romantik bir geziyle noktaladık. Kürekçimiz bize birçok bilgi vermiş olsa da beni en çok etkileyen Son Nefes Köprüsüydü. Diğer adı İç Çekişler köprüsü olan bu köprü eskiden cezaevine giden, idama giden insanların Venedik’e son bir bakış attığı köprüymüş. Bu kadar neşeli ve renkli bir şehirde bu kadar hüzün dolu bir köprü olması şaşırtıyor insanı. Otele gidene kadar aklımda o mahkûmlar vardı o güzel manzarayı son kez görecek olmak kim bilir nasıl hüzünlendirmişti onları. Tıpkı benim deniz taksisinden Venedik’e son kez baktığımda hüzünlendiğim gibi. Irmak Akkuzuluoğlu 21401238-20 İlke  Karya  Saygılı     Döngünün  Bileşenleri     Yaşamak?  Nasıl?  Mutlu  olarak?  Korkusuz  olarak?  Kalp  kırmayarak?  Yaşıyoruz  ama   nasıl?  Hepimiz  birer  tohum  gibi  önce  toprağa  ekiliyor,  filizleniyor,  büyüyüp  ağaç  haline   geliyor  ve  zamanımız  geldiğinde  dünyayı  terk  ediyoruz.  Bu  döngünün  adı  yaşam.  Bütün   yaşamımız  bir  şeyleri  kovalamakla  geçiyor:  İyi  bir  okul  kazanmak,  işe  kabul  olmak,  evlenmek,   ev  almak,  çocuk  yapmak,  işte  yükselmek,  kalan  hayatı  idare  ettirebilecek  bir  maaşla  emekli   olmak,  ölürken  acı  çekmemek…  Hepsini  istiyoruz  hayattan.  Olmayacağını  düşündüğümüzde   de  korkmaya  başlıyoruz.  Yaşımız  büyüdükçe  isteklerimiz  çoğaldığı  için  korkularımız  da  artıyor.   Bir  noktada  korkularımızın  esiri  oluyoruz  ve  hayatımızı  onlara  göre  şekillendirmeye   başlıyoruz.  İşimizi  kaybetme  korkusu,  çocuğumuz  tarafından  sevilmeme  korkusu,  boşanma   korkusu,  ölme  korkusu.  İşimizi  kaybetmemek  için  patronlarımıza  yağ  çekmeye,  çocuğumuzun   sevgisini  kaybetmemek  için  her  istediğini  yapmaya,  eşimizi  kaybetmemek  için  onunla  iyi   geçinmeye  bakıyoruz.  Fark  ettiyseniz  bütün  korkularımız  bir  şeyleri  kaybetmekle  ilgili.   Hayatımız  kaybetme  korkusuyla  şekilleniyor.   Kaybetmek.  Bir  anda  her  şeyi  kaybedebiliriz.  Bir  deprem  olur  ve  evimiz,  çocuğumuz,   eşimiz,  işimiz.  Hepsi  kayıp.  Bir  savaş  çıkar  ve  ülkemizi,  kolumuzu,  bacağımızı,  akli  dengemizi   kaybederiz.  Kaybedebileceklerimizin  haddi  hesabı  yok.  Peki  nasıl  elimizde  tutabiliriz?   Sevdiklerimizin  her  istediğini  yaparak,  kapılarında  köle  olarak  değil.  Kendimizin  de  birer  birey   olduğunu  onlara  her  fırsatta  hatırlatarak.  Değer  verdiklerimizin  saman  alevi  gibi  bir  anda   yanıp  gitmesine  izin  vermeyeceğimizi  hissettirerek.  Bunu  hissettirmek  çok  önemli  çünkü   ancak  o  zaman  tamamen,  kendi  düşünce  ve  davranışlarımızla,  korkularımızla  birbirimizden   farklı  bireyler  olduğumuz  anlaşılıyor.  İsteklerimizi  daha  korkusuzca,  açıkça  dile  getirmeye   başlıyoruz.  İşimizde  beğenmediğimiz  bir  noktayı  değiştirmeyi  talep  etmek,  eşimize  boşanmak   istediğimizi  söylemek  çok  daha  kolay  olmaya  başlıyor.    Kolaylık  derken  bahsettiğim   "Karıcığım,  ayrılalım  ben  seni  sevmiyorum."  deyip  çekip  gitme  saygısızlığı  yada  altınızda   çalışan  birine  "  İşini  iyi  yapmıyorsun,  sen  bu  işi  hak  etmiyorsun."  demek  değil.  Uygun  bir  dille   karşımızdakinin  de  tıpkı  bizim  bir  birey  olduğunu  unutmadan,  onun  duygularını  incitmeden,   korkularını  ortaya  çıkarmadan  isteklerimizi  dile  getirmek.     Kaybetmekten  en  çok  korktuğumuz  şey  de  elimizdekilerin  hepsini  bir  yana  bırakırsak,   sizin  ne  diyeceğinizi  bilemem  ama,  bence  mutluluk.  Bütün  hayatımızı,  isteklerimizi   mutluluğumuza  göre  şekillendiriyoruz.  Mutlu  değilsek  kalp  kırmaya,  insanları  rahatsız   etmeye,  onları  bizi  mutlu  etmeye  zorluyoruz.  En  büyük  korkumuzu  başkalarının  sırtından   yenmeye  çalışıyoruz.  Başka  bireyleri  ve  davranışlarını  bize  uymaya  zorluyoruz.  Genellikle  de   başarısız  oluyoruz  çünkü  mutlu  olmak  hayatta  tek  başımıza  ulaşmamız  gereken  bir  tepe.     İsteklerimizin  tamamını  gerçekleştirerek  mutlu  olabileceğimizi  düşünüyoruz  ama   olamıyoruz.  İsteklerimizin  tamamını  asla  gerçekleştiremiyoruz  çünkü  hep  daha  fazlasını   istiyoruz.  Hep  daha  iyisi,  daha  çoğu,  daha  yenisi…  Dibi  görünmeyen  bir  kuyuya  giriyoruz  ve   çıkamıyoruz.  Şimdi  de  istediklerimiz  olmayacak  korkusu  çıktı  karşımıza  işte.   Bence  asıl  önemli  nokta  korkularımızla  yaşamayı  öğrenmek.  Sürekli  bir  takım   yanlışlarla,  eksiklerle  karşılaşacağımızı  anlayıp  onlara  göre  kendimizi  şekillendirmek.   Korkularımızdan  korkmamak  çünkü  onlar  bizi  biz  yapan,  kişiliğimizi  belirleyen  unsurlar.  Siz  hiç   dalağınızdan  yada  akciğerinizden  korktunuz  mu?  Korkmadınız.  Akciğeriniz  hep  bildiğiniz   yerdeydi.  Dalağınız  bir  anda  soldan  sağa  geçmeye  karar  vermedi  hiç.  Korkularınız  da  öyle.  Siz   onları  hep  yanınızda  taşıdınız  ve  taşımaya  devam  edeceksiniz.  Belki  değişecekler,  belki  işinizi  kaybetme  korkusu  emekli  olunca  yerini  ayın  sonunu  azıcık  maaşla  getirmeye  bırakacak  ama   hep  var  olacak.  Bu  yüzden  korkup  kaçmak  yerine  kalıp  savaşmak  en  doğrusu.  Korkup   yaşamayı,  hayattan  zevk  almayı  bırakmak  büyük  bir  yanlış.  Yanlıştan  dönmek  de  bizim   elimizde.  Mutluluğu,  huzuru  döngümüze  eklemek  korkularımızı  sahiplenmekle  başlar.       Kaynakça:   •   Eriş,  M.Ü.  (2015).  Dünya  Bu  Kadar.  İstanbul:  İletişim. Elif Kevser ARSLAN MEÇHUL TÜNEL Yaşamak için duyarsızlaşmak mı gerekiyordur yoksa hissizlik ölümden beter midir? Güzel duygular kötüleri sıfırlamaya yeter mi sizce? Peki belki sonunda ışık vardır ümidiyle bir tünelde her türlü musibete katlanmak; darbe alarak, yaralanarak, tırnaklar kanaya kanaya o tünelde sürünmek akıl kârı mıdır? Bu tünele adım atabilmek midir zor olan yoksa tünelin varlığını kâh inkâr ederek kâh ondan korkarak yaşamak mı? Çoğu insan karşılaşmıştır belki de bu tünelle hayatının bir yerinde. Peki acı çekmek, iç burkulmaları, kursakta kalan hevesler tünelde ilerleyişi zorlaştırırken kaçı yolun sonunu getirebilmiş, bu adına aşk denilen tünelden sağ çıkabilmiştir? Kaçı sırtlarda taşınmıştır da ışığa, kaçı yaralarıyla, bereleriyle yılmadan yürüyebilmiştir bir başına bu tünelde? Bilemiyorum çünkü bu tünelin hem aşinası gibiyim hem yabancısı. Muhatabını da severim oysa sevmesine, ama toplum buna hazır mıdır bilemiyorum. Düşünüyorum, tartıyorum, kıyaslıyorum ama büyük bir boşluğa düşürüyor bu alengirli sorular beni. Ben de derhâl ve sadece şiire sarılıyorum. "Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil!" Hakikaten değil. Ne bileyim. Gülerler belki bize. Belki bir romanda yahut şiirde yaşıyor olsam öyle bir severdim ki hem de seni, sıraladığım, sıralayacağım bahanelerim bile mantıklı gelirdi kulaklara. Öyle güzel, öyle temiz severdim ki geçmişe sıkışmış olsam, zamanından utanırdı şimdi yaşayan. Şimdiyse ben utanıyorum geçmişe sıkışıp kalmışlığımdan, çünkü yaşımdan yaşlı kalbim, çünkü beynim yaşımdan genç ve ait hissedemiyorum zamana. "Belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü." Belki el birliğiyle gömmüşüzdür ruhumu gençliğimde ve hakikaten küçüksündür sen, belki sen de gülersin sevgime. Böyle böyle kötü bir şekilde ama tasasız, ama ruhsuz yaşar gideriz işte. Kötü bir kitap okur gibi, kötü bir yemek tadar gibi, uykumuzun en güzel yerinde uyandırılmışız gibi, çorabımız ıslanmış, soğuk betona oturmuşuz gibi, dizimiz yüzülmüş, ayağımızı koşarken sehpaya çarpmışız gibi yaşar gideriz işte. Öylece, acılı, tatsız yaşarız. "Ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum. Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar." Öyle bir aşk çıkar ki ne sen anlayabilirsin işleyişini, ne ben önleyebilirim sonucunu, fenalıkları. Zamanla saçma sapan bir hâl alır zamana ait olamayışımdan belki. Düzenim alt üst olur, öyle severim çünkü. Acı çekeriz daha çok, kim bilir? Öyle genel geçer şeylerle de mutlu olamayız hem, çünkü bu kez de onlar bana gülünç gelir. Dayanamam. Samimiyetsiz ve zorlama bulunurlar tarafımdan büyük olasılıkla. İş alırız başımıza. "Ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil. Her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister." İşte ben bunu beceremem diye korkarım. Kaldı ki iki gün üst üste sokakta başını okşadığım kediyi bile arıyorum, özlüyorum günlerdir. Ben seni severim işte, orası en kolayı da, bir şeylerin ideali ya da normali olmaz benimle. Sağım solum en az aşk kadar belirsizdir çünkü. Çünkü sıkıntım kendimledir. Kaçarım o tünelden. Tam adımımı atacağım sırada saate takılır gözüm, zaman, mekân doğru mudur emin olamam bir türlü. Adımım boşlukta asılı kalır, bir şeyleri bırakıp geriye de gidemem. Böyle böyle karanlığın göz alıcı, sonsuz yokluğunda adımım gibi asılı kalırım elimde duygularımla. En çok kendime ederim. Yine de kendim için ağlamam da, içimden tutar hevesin, isteğin, haline üzülürüm. Sana uzatamayışıma üzülürüm elimi. Yahu ben seni severim orası hakikaten çok kolay. Şiirlerin, şarkıların, mektupların dahi hazır geçmişte. Güleceklerimiz, eğleneceklerimiz bile saklı yanaklarımda. Bakışacaklarımız, haykıracaklarımız, ağlayacaklarımız bile hazır işte, bekliyor gözlerimde. Gözyaşlarım bile göz pınarlarımda, gülüşlerim bile dudaklarımda. Ben seni severim sevmesine de kaldırabilir miyiz bunca sevgiyi orası inan meçhul. Sen hakkıyla tutabilir misin ellerimden, ben hakkıyla durabilir miyim yanında, inan en az aşk kadar bilinmez. Biliyorum tünelin dışı hissizlik, korkaklık ve durağanlıkla örülmüş, biliyorum. Adımımı atsam içeri, yan yana geleceğiz, biliyorum. Fakat "seninle benim yan yana oturacağımız çekyata ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik." Kaynakça: Lidar, Ali. Alengirli Şiirler. İthaki Yayınları, 2015. Tuğba Tandoğan Yaşamak Yaşam fonksiyonlarımız son bulmadığı sürece her insan canlı ve yaşayan bir varlık olarak kabul ediliyor. Peki, gerçekten hepimiz yaşıyor muyuz? Olağanüstü Bir Gece kitabında Stefan Zweig, oluşturduğu karakterinin bir gece içindeki değişimini ele alarak “yaşamayı” çok güzel anlatıyor. Bunun üzerine kafamda bazı sorular beliriyor: İstediğimiz ve bizi mutlu eden bir hayatı mı yaşıyoruz yoksa başkaları tarafından uygun görülen ve onları mutlu eden bir hayatı mı? İnsanların takdirini kazanmak mı önemli, yanlış da olsa kendi çizdiğimiz yolda yürümek mi? Aslında hepimiz bunları bazı zamanlar sorguluyoruzdur. Ancak sorgulasak bile birçoğumuz için hiçbir şey değişmiyor ve aynı şekilde devam ediyoruz. Çünkü, bunlar sadece bize bağlı olan şeyler değil. Aile olarak adlandırdığımız ve kan bağına sahip olduğumuz insanlar topluluğuna olan görünmez bağımız ve sevgimiz onları hayatımızdaki önceliklerden biri haline getiriyor ve karar mekanizmamızı etkiliyor. Tabii ki, aile ile sınırlı olan bir durum değil bu. Ancak ailenin etkisinin, üzerimizde oluşan kısıtlamanın en temel nedenlerinden birisi olduğu da tartışmasız bir gerçek. Ayrıca değişim, sadece bize bağlı olmadığı gibi, yanında risk de getiriyor. Değişim bazı yıkımlara neden olmadan oluşamayacağı için bazı korkularımızı da oluşturuyor. Peki yapamaz mıyız? Değişemez miyim? Gerçekten istesek ve gerçekten isteklerimizin peşinden gitsek, sadece bir kere bu hayata sahip olduğumuzu ve onu bu şekilde harcamanın çok acı olduğunu tam anlamıyla kabul etsek, inanıyorum ki tüm korkularımıza rağmen bir adım atabiliriz. Kaybetmekten korkmamayı öğrenmemiz gerekiyor, galiba. Başka bir yönden bakalım ve çoğunluğun normlarına göre uygun bir hayat yaşayan bir insanı düşünelim: Çevresince kıskanılan bir güzelliği olan, insanlarla iletişim zorluğu olmayan, saygı duyulan, iyi bir işe sahip Tuğba Tandoğan ve sağlığı yerinde. Özetle, birçok insanın imrendiği bir hayat yaşayan bir kişiyi ele alalım. Birçoğumuz bu insanın mutlu olması gerektiğine inanırız ve mutlu olmadığını dile getirmesi halinde şımarık olduğuna inanırız. Fakat, buz dağının görünmeyen kısmında neler oluyor sorusunun cevabını da gözden geçirmemiz gerektiğini unutmamalıyız. İnsanlara önyargılı davranmamalıyız temalı kamu spotunu verdikten sonra, bahsettiğim “şımarık” kişiliğe değinmek istiyorum: Çevresindekileri doğru bir şekilde nasıl idare edeceğini çözdüğü için herhangi bir problemle karşılaşmadan, dengeleri koruyarak yaşayan bir robot ya da kendini uygun bir forma uyarladığı ve duygu yoksunu bir halde olduğu için yalnızlaşan bir kişilik. Zweig’in oluşturduğu karakter gibi, tam tersi bir halde gözükürken, yalnızlaşan ve yabancılaşan bir insan. Girdiği bu girdaptan nasıl çıkacağını bilmeyen ve zamanla boşluğa daha çok düşen bir kişi. Bu kişinin gerçekten yaşadığını nasıl söyleyebiliriz ki? Son dönemlerden birçok kişi asıl mutluluğun, asıl yaşam duygusunun ve tatminin başkalarını mutlu etmekle olduğunu söylüyor. Bilmiyorum, belki de haklıdırlar. Belki de başkalarının mutluluğundan besleniyor ve kendimizi de bu nedenle mutlu yapıyoruz. Bu durum belki bencilliğimizin, belki de diğerkamlığımızın sonucudur. Bildiğim şey şu ki herkesin farklı düşünceleri, farklı idealleri olduğu gibi, kendisini mutlu edebilen şeyler de farklıdır. Sonuçta her birimizin kendimize özgü bir karakteri var. Çoğunluk kabul ettiği için normal olarak kabul edilenin dışında kalmak, kimseyi mutsuzluğa itmemeli ya da istediğini yaşamaktan alıkoymamalıdır. Başkasının hayatını kısıtlamadığı ya da ona zarar vermediği sürece bir insanın özgür olmaması için bir sebep olmadığına inanıyorum. Asıl bakmamız gereken nokta, oluşturulmuş sosyal algıların dışında olup olmadığımız değil, kendimizi nasıl sevdiğimiz ve nasıl mutlu olduğumuz olmalıdır diye düşünüyorum. Ve soruyorum: Tüm engellere rağmen, neden denemeyelim? İkinci bir şansımız olduğunu ya da olmadığını bilmiyorken, neden sadece ve sadece gerçekten yaşamayalım? Tuğba Tandoğan Kaynakça Zweig, Stefan. Olağanüstü Bir Gece. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Van Gogh, Vincent. Yıldızlı Gece. 1889. Yağlı boya. Museum of Modern Art. New York Gözde Hisarcıklılar 21301184 TURK 102-21 Kitap 4 Kuralların Tutsaklığı Altında Hayatın anlamsız olduğu düşüncesinin sularına kapılmış, yüreğini, soğukkanlılığın ellerine bırakmış, duygu ve hislerin kendisini yalnız bıraktığı, topluma göre yabancı haline gelmiş bir insan… Bir yandan mantığa uygun bazı düşünceleriyle bizi şaşırtırken bir yandan da hayatın akışındaki olaylara kayıtsız kalması, karaktere karşı bir hayret duymamıza neden oluyor. Nasıl olur da sorusu ile başlayan cümleler devamını getiremeden zihnimizde birer birer uçuşuyor. Yaşamdaki kuralların ve düzenin bir makine veya mekanizma gibi değişmeden işlediğini düşünmesi ve hayatın anlamı olmadığına inanması, Meursault adlı karakterin dalgalı ve engin denizde tek başına yol aldığına dair bir resmi gözümüzde canlandırıyor. Yabancı adlı eserde, karakterin düşündüğü gibi hayatın önemsiz ve bir değeri olmadığı düşüncesi bir temele oturtulabilir mi? Hâlbuki yaşamımızı şekillendiren, ona renk ve duygusal olarak lezzet katan umutlarımız, inancımız, bağlılığımız ve hayallerimiz vardır ve insanın doğasında bulunur zaten. Fakat Albert Camus’nun Yabancı adlı eseriyle bizlere sunduğu, dikkat çekici fikirlere sahip Meursault adlı karakter, yaşadığı hayata dair sahip olduğu bilinci haricinde hiçbir insani duyguyu ruhunda beslemeyen bir insan ve eserin sayfaları arasında rastladığımız, hayatın ölüm, çatışma, dostluk gibi olgularına, kahramanın bakış açısındaki bulanıklık, adeta karanlık bir atmosfer yaratıyor. Çünkü kalbimiz yaşanan olaylara üzülme, sevinme veya hayret duyguları ile karşılık vermek isterken Meursault’un sadece belirli olmayan bir mantık çerçevesinde bu olaylara yaklaşması, hissettiğimiz duyguların önüne puslu bir cam koyuyor. Ardından duygusal olarak bunaldığımızı hissedebiliyoruz. Beklentilerin, hedeflerin varlığının, insana, yaşamın dalgalı sularındaki mücadelesinde güç verdiğini düşünüyorum. Meursault ise adeta kendisini yaşama bağlayan bu ipleri kendi kendine koparıyor ve anlayışımıza ters düşebilecek bir ruha bürünerek olaylara kayıtsızlığı ve umursamazlığı ile bizleri şaşırtıyor. Meursault adlı karakterin hislere ve duygulara hayatında yer vermediği gibi olayları incelerken de nesnel tarafları ile değerlendirdiğini görüyoruz. Karakter, olaylara duygularını ve yüreğini katmadan, mantığa uygunluğuna göre incelerken toplumsal işleyişi ve düzeni bir mekanizma gibi değiştirilemez bir kalıp veya makine gibi görüyor. Albert Camus, karakteri bu nitelikleriyle yansıtırken bizleri düşünmeye davet ediyor. Bu konuda, belki de toplumsal işleyişin ve düzenin var olması gerektiği düşüncesini savunabilirim. Çünkü insanların davranışlarını denetleyecek sosyal normların olmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Eğer toplumda bir düzen mekanizması ve kurallar olmasaydı, toplumun kendi içinde yaşayacağı çatışma, küçümsenemeyecek kadar önemli ve topluma zarar verecek boyutta olabilirdi. Eserde, karakterin karşı çıktığı toplumsal kalıbın aslında bir mekanizma ya da makine olarak algılanmaması gerekir. Çünkü toplumsal çatışma ve toplum ilişkilerini düzenleyen bir sistemin olması, toplumu ayakta tutan temel eleman olarak düşünülebilir. Toplumsal düzene farklı bir bakış açısı getiren Meursault, aynı zamanda sorgulama eylemini tanımayan bir karakter. Kendisini yaşamın anlamsızlığı içinde hayatını sürdüren bir insan olarak gören Meursault, pişmanlık ve öz eleştiri gibi kavramları da benimseyemiyor. Karakterin ruhunu tamamen bu duygulara kapatması şu soruları aklımıza getirebilir: İnsan kendi kendisini mi toplumdan uzaklaştırıyor? Hayatın bir anlamı olmadığı düşüncesi, böyle bir insanın zihninde dolaşırken, dış dünyaya olan kayıtsızlığı ve ruhunu, ait olduğu toplumun ruhundan koparışı, bu yabancılaşmanın bir ürünü olabilir mi? Yabancı adlı eserin sayfaları arasında, alışagelmiş niteliklere sahip bir karakter yerine, toplumun genel düzenine veya mekanizmasına, ruhunun işleyişini uyduramamış bir karakterle karşılaşınca şaşırıyoruz ve düşünüyoruz: Belki de yaşamda hiçbir zaman var olmayacak, yalnızca toplumun koyduğu kuralların tutsaklığından kurtulmak için bir çıkış yolu arayan düşüncelerde ve farklı bakış açılarında varlığını hissedebileceğimiz bir yabancı; Meursault. Kaynak Camus, Albert, Yabancı, İstanbul: Can Yayınları, 2014. Elif Tosun, Numara: 21302587, Öğretmen: Başak Berna Cordan, Şube: 16, Tarih: 15.10.2014 "İnci"nin Etrafında Neden İnci derseniz ilk söyleyeceğim şey bendeki anısı olacaktır çünkü bu belki de bir öğretmenimin veya ailemin ısrarı olmadan kendim seçerek ve zorla değil de merakla okuduğum ilk kitaplardan biridir. Neden İnci sorusunun ikinci cevabıysa bu kitabın samimiliği olacaktır. Ben bu romanda anlatılanların samimiyetine kapıldığım için tekrar okumaktan hiç sıkılmam. Olayın ilginçliği değil belki ama Steinbeck'in anlatım tarzının bana hissettirdiği samimi huzur ve anılarımın canlanmasının bana verdiği his hoşuma gider her zaman. Romanın yazarına özgü dikkatimi çeken bir nokta ise romandaki karakterlerin zorluklarla mücadele etmede tanrıya sığınması veya birtakım iç düşüncelerini müzik ögesiyle özdeşleştirmeleriydi. Bu durum bana kitap boyunca kendi zor durumlarımı hatırlattı ve duygularımı yönetmek için başvurduğum yolları düşündürdü bana. Müzik ögesi ise pek nadiren karşılaştığım, ilgimi oldukça çeken bir nokta oldu. Ailenin Şarkısı, Kötülüğün Şarkısı, Olası İncinin Şarkısı, Denizin Dibinin Şarkısı... Bu kitabı, hakkında yazmak için tekrar okuyuşumun da betimlenen çevreyle benzerlik gösteren bir yer olan Bafa'da gerçekleşmiş olması oldukça tatlı bir tesadüf oldu benim için. Kasaba, göl, sahil, yosunlar, sazlık, geçimini sudan sağlayan insanlar... Bu kitabı okurken sanki bulunduğum yerde yazılmış bir kitabı okuyormuş gibi hissettim ve huzur dolu olduğu kadar da ilginç duygulara kapıldım çünkü bu daha önce hiç yaşamadığım bir durumdu. Tam da bir romanda olması gerektiği gibi her sahneyi kafamda canlandırmamı sağlayan ayrıntılı betimlemeler, fakir ama sıcak bir ailenin hayatını oldukça başarılı bir şekilde anlatıyordu. Bu betimlemelerde dikkatimi çeken bir şey ise başkarakter Kino'nun eşi Juana'nın güçlü karakterini anlatan kısımlardı. Bebekleri Coyotito'yu akrep soktuğu zamanki çelik iradesinden başlayarak onun uysal, iyimser, sabırlı ve gerektiği zaman gerçekten dayanıklı Tosun,Sayfa: 2 oluşu bana öncelikle annem olmak üzere tanıdığım diğer güçlü kadınları hatırlattı. Ancak romanın asıl dönüm noktası "inci", bana konu para olunca insanın ne kadar bencil olabileceğini gösterdi. Para, bulunduğu günden bu yana sanırım biz insanların baş belası olmuş. Tarihte hiç değişmeyen şey, sorunların ana kaynağı: para. Bir kesim refah ve huzur içinde yaşayıp giderken, bir diğer kesimin açlık ve yoksullukla savaşının neden olduğu çatışmalar günümüz dünyasında da artarak devam etmekte. Bir güç simgesi olarak görülmesinin yanı sıra insanların bencil yanlarını da ortaya çıkaran ve paylaşılmaktan öte, miktarı ne olursa olsun hiçbir insana yetmeyen bir nicelik. Bu gerçekten biz insanoğlunun anlam veremediğim bir özelliği: doyumsuzluk. Doyumsuzluk ile birlikte ortaya çıkan hırs ve bencillik ise zengin ile fakir arasındaki uçurumların büyümesinin temel sebebi. Konu para olunca herkesin kendini düşünüp bencil davranması, uçurumların hiç kapanmaması ile sonuçlanıyor. Daha da kötüsü fakirlik, insanları bir süre sonra hırsızlığa, suça, kötülüğe sürüklüyor. İnci’de yaşananlar da bu anlattıklarımla, günümüzde yaşananlarla aynı aslında. “İnci”, parayı simgeliyor ve fakirlik batağından kurtulmaya çalışan bir aileye umut olması gerekirken baş belası oluyor. “İnci” ile birlikte bu yoksul ailenin çevresi para hırsıyla gözü dönmüş insanlarla doluyor ve aile elindekilerden de oluyor. Kitaptaki "İnci’nin özü insanın özüne karışınca ortaya tuhaf, kapkara bir tortu çıkıvermişti." sözü bu durumu biraz olsun özetleyebiliyordur belki. Yaşananların bebeklerinin ölümüne sebep olması ise onları para konusundaki düşüncelerini tamamen değiştirmeye itiyor. “İnci”yi denize atmaları ile onun yani paranın mutluluk değil uğursuzluk ve kötülük getirdiğini bir kere daha göstermiş olsalar da, kitabın bu şekilde son bulması biz okuyucuların bu tartışmalı konu üzerine sorgulayışlarını sonlandırmayacaktır. GÜLERYÜZ1 Kadir Doğuş GÜLERYÜZ 10.02.15 21102622 TURK101.sec.008 Ahmet KAYA SESSİZ ÇIĞLIK Picasso tarafından yapılan Guernica tablosuna dikkatli bir şekilde baktığımız zaman anlatılmak isteneni çok rahat anlayabiliyoruz. Guernica Almanya tarafından İspanya'nın Guernica şehrine atılan bombanın neden olduğu faciayı anlatmak için yapılmış bir şaha eserdir. Pablo Picasso nefretini, üzüntüsünü ve kınama güdüsünü sözlerle anlatmaktansa durumu sessiz çığlıklara dönüştürüp, gelecekteki insanlara aktarılacak bir şekilde düşüncelerini tablosuyla yansıtmıştır. Guernica’ nın bu eserinde yer alan insan, hayvan ve eşya figürlerinin anlamları ise şudur. Resimde yer alan at ve atın dilinin kılıç şeklinde olması bombanın yaratmış olduğu keskin acıyı sembolize etmektedir. Ayrıca atın altında kalmış olan asker, şehit düşen askerleri ve Almanya ile olan barışı artık yok olduğunu yansıtır. Askerin elinde bir kılıç ve kılıcın üzerinde büyüyen çiçekler ise; savaşın son bulması, silahlara olan karşı tutumunu anlatıyor. Atın üzerinde yer alan bir gözde dikkatten kaçmadığı gibi bu gözede bir anlam yüklenmiştir. Gözün kapalı bir şekilde durduğunu düşünüyorum çünkü kirpikleri gölgesi aşağıya doğru durmaktadır. Bu demek oluyor ki yaşanan bu durum insanları çok üzmüş ve yasa boğmuştur. Gözün içinde yer alan ampulün sönük olması karanlığa boğulan bir tarihin ve kararan hayatları simgelemiştir. Ayrıca bu göz tanrıyı da simgelemektedir. Tanrının bu durumdan utanç ve üzüntü duymasını yansıtmaktadır. Tabloda yer alan bir adam ve ateşler içinde sarılı ellerini göğe açmış acı içinde çığlıklar atıyor. Bu da yaşanan acıyı en güzel şekilde anlatan karelerden bir tanesidir. Bir kadın acı içinde ölü bir bebeği elinde tutuyor çığlıkları bir mızrak gibi etrafa yayılıyor. Picasso kadının dilini mızrak şeklinde çizerek, duyguyu bir mızrak şeklinde insanların kalbine atmış ve kadının acısını en güzel şekilde betimlemiştir. Bu tablo bir gecede yapılmıştır ve Alman generalin İspanya gezisi sırasında Picasso' ya '' Bu tablo sizin eseriniz mi?'' diye sorduğunda Picasso '' Hayır sizin eseriniz! '' demiştir. İşin özü şudur ki Picasso kötü davranışlara karşı kötü davranış, sert bir eleştiri yapmak yerine tepkisini sanatla belli etmiştir. Hem sanat alanında güzel bir eser ortaya çıkartmış ve unutulamayacak bu olayı daha kalıcı bir hale getirerek, nesilden nesille aktararak unutulmamasını sağlamıştır. Savaşa savaşla cevap vermek günümüzde en çok karşılaştığımız olay. Savaşı savaş ile bitirmeye çalışmak savaşın sonunu nasıl barışa getirebilir ki? çünkü zihnimiz de savaş kavramı olduktan sonra barış nerden akla gelebilir. Peki, savaş bittikten sonra geride kalanlar, şehitler, şehit aileleri, gaziler, yıkılmış evler, okulunu kaybetmiş çocuklar, oyun alanlarının yerini alan savaş kalıntıları bunları yaşayan insanların hayatlarında barış kelimesinin yer almasını çokta beklememek lazım. Hâlbuki yaşadığımız dünya hepimize yeterken bu savaşların nedeni ne? Tablo savaşa destek veren insanlık utancı insanların utanç sembolü olarak günümüz dünyasında yerini almıştır. Savaş yanlısı insanlar olduğu sürece ve savaşa devam eden insanlar olduğu sürece bu tablo etkisini uzun yıllar sürdürmeye devam edecektir. Son olarak tabloda yer alan açık kapı ise bir kaçışı anlatmaktadır fakat kapının nereye açıldığı belli değildir. Günümüzde de aslında tam olarak böyle değil mi? yaşadığımız savaştan, GÜLERYÜZ2 kargaşadan kaçmak için açılan her yol, her kapının nereye çıktığını bilmiyoruz. Belki de açılan kapının arkasında daha büyük bir savaş daha büyük bir yıkım var. Hâlbuki gözümüz aç olmasa, vicdanımızı biraz kullanmasını öğrenebilsek ne savaş bilirdik ne de katliam bilirdik ya da her zamanki gibi bir bahane bulup kendimizi aklamaya mı çalışırdık? KAYNAKÇA  http://www.puzzleteacher.com/2013/06/pablo-picaso-ve-guernica-tablosunun.html Elif Şeyma Kayır GENELLEMELER ÜZERİNE Aslında ben genç yaşımın verdiği o tatlı yorgunluklarımın yerine ’’ Yılların yorgunluğu var üzerimde ’’ diyebilmeyi kendimde hak bulamıyorum yazarımız Elif Şafak’ın ‘’ Firarperest ’’ adlı yapıtını okuduktan sonra. Edebi türü deneme olan kitabında, çeşitli, tamamlanmamış, yarım kalmış hayatlardan, insanlığın meşguliyetinden, hatta o kadar meşgulüz ki başımızı kaşıyacak zamanı yaratamadığımızdan, insanlığı eleştirerek karakter analizimizi ve hayata ve birbirimize olan tutumumuzu, gündemimizi ve tüm bunların toplamı ve sonucu olan yılların getirmiş olduğu yorgunluktan bahsetmiş yazar, ünlü yazarların ve kendi hayatından da kesitler vererek. Ancak kitabın bazı bölümlerinde katılmadığım, eksik ve yarım kaldığını düşündüğüm kısımlar var. Öncelikle kitabın ilk bölümü olan ‘’ Anarşist Aşklar’’ yazısında. Yazarımız burada hayali ya da gerçekte olup ona bu yazısını yazması için ilham veren, bir evli çiftten bahsediyor, geçmişteki derin aşkları ve günümüzdeki duyguları karşılaştırarak ve ’’İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi değil. Kelime cömerdi, duygu cimrisi bugünün insanı,’’(Şafak 11) diyerek. Bu çift yıllardır birbirlerine küçük çocukları için katlanmış ve çocukları büyüdükten sonra da birbirlerini terk etmeyi düşünmüş ancak yine de gitmeyi becerememişler ve eskiden yaptıkları gibi birbirlerine katlanmayı sürdürerek yorulmaya ve hayatlarından ve birbirlerinden sıkılmaya devam etmişler. Benim katılmadığım yer şurası; bugünkü evliliklerin ve aşkların çoğunluğunun bu şekilde olduğunu ve bunların bu şekilde yaşandığını düşünmüyorum. Çevreme de baktığımda gerçekten birbirini seven, birbirlerine katlanmak yerine, çocuklarının yuvadan uçup gittikten, onları terk ettikten sonra bile, ikinci baharını birlikte yaşamayı isteyen, hatta yılların o geçmek bilmez tatlı yorgunluklarını, sahil kenarı küçük bir evde geçirerek, o kadar meşguliyetlerinden sonra da sohbet ederek gidermeyi düşünen, sevgi ve umut dolu, birçok evli çift örneği var ve bu çiftlerin en güzel örneklerinden birisi de annem ve babam. Onlar aşk evliliği yapmış ve hayatın her türlü zorluklarına göğüs gerebilmeyi bilmiş ve biz evlatlarına sevginin hayatımızdaki anlamının ne denli büyük ve derin olması gerektiğini bize öğreten bir örnek. Ve ayrıca onlar da ikinci baharını birlikte geçirmeyi isteyen evli çiftlerden biri. Bence genelleme yapılması ve eski aşkların, günümüzde de yaşanmadığı söylenmesi eksik bir tabirdir bana göre. Belki bu konuda genel olarak değil de, özel olarak ele alınması daha uygun olabilirdi. İkinci olarak kitabın ‘’ Annesinin Oğlu ‘’ adlı bölümünde katılmadığım ufak bir konu var. Yazarımız bu yazısında, annelerin, erkek çocukların arkasında reddedilmez bir güç olduğunu ve ilerleyen zamanlarda, büyüyüp yetişkin olduklarında annelerine bağımlı, onların sözünden çıkmayan, ister yazar, ister politikacı olsun, annelerinin yanında sessiz ve vasıfsız olduklarından ve onlarla evlenen kadınların zorlu bir hayata başladıklarını ve yaşadıklarından bahsediyor, önemli insanlardan örnekler vererek. Evet, anneler, erkek evlatlarının arkasında reddedilmez bir güç ve çocukları şekillendirenler de onlar. Bu değişmez bir gerçek. Fakat her erkek için anneleri söz konusu olduğunda vasıfsız demek veya her onlarla evlenen kadınların zorluk çektiğini söylemek sizce doğru mudur? Bence bu doğru olmaz. Çünkü, çoğu insan annesine bağlıdır, düşkündür ve ben inanıyorum ki annesine düşkün olan erkek çocukların ilerde büyüyüp, evlendiklerinde, eşlerine de düşkün olabilecekler. Çünkü, daha önceden annesini yani bir kadını nasıl sevmesi gerektiğini ve sadık olmasını öğrenen erkek, ileride de eşine gerçek sevgi besleyeceğini ve ona sadakatle bağlı kalacağını ve vasıfsız değil, daha güçlü ve kadınlara değer veren bir insan olacağı kanaatindeyim, o verilen örneklerin birer istisna olduğu görüşündeyim. Sonuç olarak, değerli yazarımız Elif Şafak’ın ‘’ Firarperest ‘’adlı kitabından yukarıda bahsettiğim iki konu çok ilgimi çekti. Kitabın, ‘’ Anarşist Aşklar ‘’ ve ‘’Annesinin Oğlu ‘’ adlı bölümlerinde bahsettiği düşüncelere katılmadığımı ve bu bölümlerdeki genellemelerin yapılmamasının gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, her insanın hayatı, yaşadıkları ve yaşattıklarına göre şekillenir ve son bulur. Kaynakça: Şafak, Elif. Firarperest. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. , 2010. Baskı Ahmet Öznacar 21102998 Nice Yeşiller İstanbul Konservatuvarı’nın en önemli özelliklerinden biri, sık sık yurt dışına orkestra turneleri düzenlemesidir. Ben lisedeyken haftada iki gün orkestra dersim olurdu ve benim için biraz stres nedeniydi. Çünkü, hem eserler ağırdı, hem de birinci fagotu çalan Aziz abime kendimi beğendirmem gerekiyordu ama derin çabama rağmen şefimizin “Ahmet” diye bana kızışına engel olamazdım. Bunlara rağmen, şef ile aramızda müzik konusunda inanılmaz bir uyum olduğu zamanlar oluyordu. Mesela, Korsakov’un Scheherazade adlı solosunu tüm kalbimle çaldığımdan, bu soloyu hep bana çaldırıyordu ve fagotun sesi tüm salona yayılıyordu. Yoğun çalışmalarımızdan dolayı rahatlıkla turnelere çıkabiliyorduk ve ben lise sonda iken Fransa’nın Belfort şehrinde düzenlenen ve bütün ülkelerin katıldığı müzik festivaline gitme şansımız oldu. Benim için bu turne çok önemliydi, çünkü hayata dair birçok yeni rengi tadabilme şansını yakaladım. Çok uzun sürmeyen bir uçak yolculuğundan sonra Fransa’ya vardık ve benim uçaktan ilk indiğimde yapmayı en sevdiğim şey “Duty Free”ye uğramaktır. Çünkü, öğrenci olduğumdan ve Türkiye’ye göre fiyatlar çok uygun olduğundan, çantamı içki ile doldurabiliyorum. Belfort, Paris’e çok yakın değil ama en azından Paris tabelasını görebilme şansım oldu. Otele vardığımızda inanılmaz farklı bir ortama geldiğimi anladım, çünkü daha kapıdan girer girmez, girişte sanatçılar oda müziği yapıyorlardı ve sanki ortamda havadan çok müzik vardı. Bir müzisyen için bundan güzeli olabilir miydi? Otele yerleştikten sonra arkadaşlarımla kendimi dışarı attım ve elbette fotoğraf makinam yanımdaydı. Türkiye’de asla göremeyeceğiniz bir ortam vardı dışarıda. Etrafta nice karavanlar ve çimlerde uyuyan insanlar, değişik değişik giyinmiş müzisyenler, İngiliz tarzında giyinmiş flüt çalan kadınlar ve buna benzer nice güzellikler vardı hayata dair. İnsanların yarattığı güzellikleri görmekten başka derin bir mutluluk nedeni var mıdır hayatta? Belfort şehri çok küçük ve bir kale gibi surların içinde bulunmaktadır. En tepeye çıktığımda hayatımda görmediğim güzellikte bir yeşil gördüm ve blog fotoğrafımda o hazzı siz de biraz olsa da hissedebilirsiniz. Belfort’ta hep eski dönem evleri bulunmaktadır ve en tepeden tablo gibi gözükmektedir. Zaten Fransa, aşkın ve sanatın şehri değil midir? Güzel yapıtların çıkmasının nedeni de biraz olsa da ilham kaynağı olan kentler olabilir mi acaba? Eğer sanata dair ince bir ruhunuz var ise, bunları düşünmemek elde değil. Belfort’u gezerken, etrafta minik minik ve tam olarak Fransa kültürünü yansıtan kafeler göreceksiniz. Daha sonra ise, minik bir derenin yanına gelip küçük bir köprüden karşı tarafa geçeceksiniz. Aslında şehrin diğer güzellikleri orada başlıyor, çünkü minik sokaklara, eşsiz mimariye sahip evler eşlik ediyor. Eğer sevdiğiniz bir kişiyle oraya giderseniz, aşkın izlerini o güzel sokaklarda bırakmak çok anlamlı olacaktır. Doğal olarak Fransa’nın yemek kültürü çok farklı ama damak zevkinize uyacağından eminim. Mesela, değişik bir et yemeği yeme şansım oldu ve sanki kalın füme jambona benziyordu. Türkiye’de bulamayacağınız bir lezzet diyebilirim. Fransa’nın genel olarak pahalı olmasına rağmen, Belfort’ta yemek fiyatları çok pahalı değildi ama eklemek isterim ki, eğer Türk kebapçısı görürseniz sakın girmeyin. Çünkü, köfte sipariş ettiğinizde karşınıza dağılmış vaziyette kıyma parçaları gelme olasılığı yüksek olacaktır. Belfort’ta çok fazla kalabilme şansımız olamadı ama her gencin deneyimlemesi gereken bir kültür şehri olduğunu düşünüyorum. Elbette Fransa’yı birkaç sayfaya sığdırmak imkansız ama birkaç cümle bile, bir kitaba eş değer olabilir. Bu gezinin asıl önemi ise, değişik kültürleri yaşayarak, aslında kendi hayatınıza hayat katmak olduğudur. Çünkü, birçok insan tanıma şansım oldu ve bu insanların en enerjik olanlarının, en çok gezenler olduğunu fark ettim. Bir yere bağlı olarak yaşamanın, insanın enerjisini emdiğini düşünüyorum ve hayat bu kadar kısa iken, bir yere bağlı olmamalı insan. Nice yeşiller, nice yapıtlar ve nice gülüşler bulabilirsiniz dünyada. Bu nicelerin sayısı size sonsuz diyebilirim ve asıl hayata dair zenginlikler onların içinde saklı değil midir aslında? Unutmayın, nice güzelliklere dair arayışlar, kendinizi daha çok bulmanıza neden olacaktır. Doğaç MİRZA YERSİZ Anlam veremiyorum. Nasıl oldu da gözlerim o an yaşarabildi. Dünya böylesine huzursuz bir yerken, dünyanın dört bir yanında insanlar ağır üzüntüler içerisindeyken ve ülkem türlü sıkıntılar çekiyorken nasıl olur da ben buna duygulanabilirim. Gerçi duygulanmak değil de mutluluktan gözlerimin yaşarması demeliyim. Belki de heyecandan ağlamak gibi desem daha yerinde olur. Aman! Adı her ne ise işte. Evet, heyecanlıydım, o alt geçidi geçip ilk kez bir motor sporları pistinin ortasına çıkmak için bir hayli heyecanlıydım. Bu heyecan ise daha pistin hemen girişinde sergilenen motor sporlarının 60’lı ve 70’li yıllardaki açık tekerli yarış otomobillerini görmemle daha da katlanmıştı. Yarış arabalarının hızla önümden geçişini, viraj içindeki kıvrılmalarını seyretmek ve viraja girerken şoförlerin vites düşürdüklerinde çıkan aceleci egzoz patırtılarını iliklerime kadar işitmek için oldukça heyecanlıydım. Dahası, her birinin beni aşırı mutlu edeceğinden de emindim. Fakat o alt geçidi tamamlayıp pistin ortasına çıktığım anda duyduğum motor seslerinin beni bu denli heyecanlandırıp mutluluktan ağlamama sebep olacağını aklımın ucundan geçirmezdim. Evet, oraya çıktığımda onlarca yıl sağır yaşadıktan sonra ilk kez bir ses duyuyormuşçasına heyecanlandım, irkildim ve mutlulukla karışık bir duygu bulutunun dürtüsüyle gözlerim doldu, çenem titredi. Ağladım. Hayır, aslında gözlerim doldu. Ummadığım bir tınıydı, hem bas hem tiz. İleri düzeyde bir otomobil tutkunu olarak pek çok video izledim, Formula 1 yarışlarını televizyondan takip ettim fakat öyle bir atmosferde şahsen hiç bulunmamıştım. Hep uzaktan takipçi, hep sıkı bir okur oldum. Otomobil dergilerini çıkar çıkmaz aldım, spor araba videolarını bir bir izledim. Fakat videolardaki hiç bir ses, dergilerdeki hiçbir anlatım İngiltere’de yer alan Donington Park pistindeki klasik otomobil yarışlarında yaşadığım duygu karmaşası kadar yoğun hissettirememişti. Tabii araçların arkasından düz çizgi gibi fırlayıp birkaç saniye içinde dağılan dumanı canlı görmenin nefes kesiciliği de vardı. Dumanın kokusunu çok uzaktan bile alabiliyordum. Pit alanının zemininde, metal aksanlarda, alet edevatların tutulan kısımlarında, işçi tulumlarında, motor vidalarının birleşim yerlerinde. Her tarafa saçılmış sarımsı siyah yağ lekelerini görmenin de. Tüm bunların doğaya olan zararını düşünemiyordum. Sadece arabalara olan tutkum vardı aklımda, öteki her şey silinmişti. Bencil bir insan değilimdir. Hele ki bahsi geçen şey doğaysa. Fakat bu duygu harbinde tutkularım galip gelmişti. Hiç hayal edemediğim kadar kati ve uçarı bir şekilde sinir sistemimi devralmıştı. O an pistte koşmakta olan otomobillerden çıkan her ses hazlarımı depreştiriyordu. Hatta, egzoz bir üst vites dişlisine geçmek gerektiğini çığırırken ve valfler tek tek şıkırdamak yerine neredeyse düz bir mekanik ses çıkarırcasına zorlanırken, sürücünün motoru daha fazla yakıt ile besleyerek tüm sistemi zora sokmasından keyif alacak kadar. Duyuyorum işte, uzağımda da olsa her birini rahatlıkla duyuyorum. Aslında düşününce fark ediyorum, seslerin hayatımda hep beynimde şimşekler çakmasına sebep olan ve tüm vücuduma tesir eder nitelikte bir etkisi olmuştur. Mesela hastanede yattığım zamanlar aşina olduğum sesleri şu an günlük hayatımda, herhangi bir yerde ve zamanda duyunca kalp atışlarım hızlanır. Huzursuzlanırım. Yine buna benzer olarak ansızın sevdiğim tarzda müzik çalınca, geçmişte hoşlandığım müzikleri dinlerken neler hissettiysem o hisleri neredeyse aynen yaşarım. Tamamen geçmiş tecrübelerime dayalı bir refleks, bir duygu değişimi diyebiliriz sanırım. Muhtemelen psikolojide bir ismi vardır, her neyse. Peki ama nasıl oldu da gürültücü yarış otomobilleri beni bu kadar etkiledi. Gözlerimi yaşartırcasına. Daha önce hiç duymadığım bu sesler bana neyi anımsattı da duygu yoğunluğuna karşı koyamayıp göz pınarlarım harekete geçti. En başta da dedim ya, anlam veremiyorum. 1 Ekin Berk Ekinci 21602597 21. Yüzyılın Hükümdarı Yalnızlık 21. yüzyılda insanların depresyona girmesi sıklıkla görülen, hatta oldukça normal karşılanan bir durum. Tabii, insanlar o kadar yoğun programa girip kendi dünyalarına kapanınca bu oran kontrolsüz bir ivmeyle artış gösterdi. Öyle ki artık insanlar depresyonu ciddiye bile almıyor, en ciddiye alınan durumlarda “doktora git” diyorlar. Gidince de eline antidepresanı verip kışkışlıyorlar git artık diye. Herkes o kadar mutsuz ki kimsenin kimseyi dinleyip yardım edecek hali kalmamış. Ne oldu da herkes mutsuz oldu, insanlar birbirine katlanamaz duruma geldi? Bunun cevabı bence yalnızlık. 21. yüzyıl iletişim çağı olmasına rağmen insanlar daha önce hiç hissetmedikleri kadar yalnız hissediyorlar. Her gün bir yerlere koşturup insanları tatmin etmeye çalışıp kendi hislerimizi yutuyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz. İnsan bu şekilde nereye kadar dayanabilir ki? Anlaşılıyor ki ölüme kadar dayanabiliyoruz fakat ölüm zamanından önce gelebiliyor bu durumlarda, çünkü insanların çoğu eninde sonunda çareyi bu duyguları içine atmada buluyor. Yardım için defalarca çığlık atsanız bile insanlar bunu umursamıyor çünkü kendileri de benzer şeyleri yaşıyorlar, “büyü artık” “sızlanmayı bırak senden daha kötü durumda olan insanlar var” gibi cümleler kuruyorlar. Birinin benden daha kötü durumda olması benim kötü hissedemeyeceğim anlamına ya da sevgiye ihtiyacım olmadığı anlamına gelmez. Üstüne insanlar sırf kendi yalnızlıklarını unutmak için başkalarının üstüne gidip onları daha kötü duruma getirebiliyorlar. Örneğin 2012 yılında Amanda Todd adlı Kanadalı bir kız kendisinin ortaya çıkan bazı görüntüleri yüzünden alay konusu olmuştu, insanlar tarafından hakarete uğramıştı. Kız bu yüzden yaşadıklarını anlatan bir video çekip Youtube ‘ a koyduktan sonra hayatına son vermişti. Bu tür olaylar sık yaşanıyor ve insanlar yalnızlıklarını artık bir şeylerle akıllarını meşgul edip, kısacası bir şeylere bağımlı olup içlerindeki boşlukları doldurmaya çalışarak gerçeklikten kaçıyorlar. Bu bağımlılıkları genellemek gerekirse şu kategoriler altında toplayabilirim: teknolojiye olan bağımlılık, madde bağımlılığı ve insanlara olan bağımlılık. Teknolojiye olan bağımlılık neredeyse herkeste vardır. Bunun sebebi televizyon sayesinde bile başka şeyleri düşünmeyi bırakıp, gerçeklikten uzaklaşabilmemiz. Aynı şekilde Twitter, Youtube ve pek çok diğer sosyal platform gerçek hayatta söyleyemediğiniz fikirleri aktarıp, sizle benzer yapıya sahip insanları bulmanızı sağlıyor. Böylelikle sanal da olsa, yalnızlığınızı azaltmış oluyorsunuz. Hatta Güney Kore’de canlı yayında yemek yiyen insanlar var. Bunun mantığı da şu, gençler çalışmaya ayrılan zaman yüzünden kendi evlerine çıkınca hiçbir sosyal ilişki bulamıyorlarmış, bu yüzden bu canlı yayınları açıp gerçek birisiyle akşam yemeği yerlermiş gibi düşünüyorlarmış. Kısacası yalnızlıklarını biraz olsun azaltabilmek için ekranın karşısında tanımadıkları bir insanla yemek yiyorlar. Tabii ki teknolojiye bağımlılık deyince bilgisayar oyunlarından bahsetmemek olmaz. Açıkçası ben bir bilgisayar oyunu bağımlısıyım ve bunun sebebi bilgisayar oyunu karakterlerinin hayatları benim kendi hayatımdan çok daha güzel olması. Heyecanlı ilişkileri, onlar için hayatlarını tehlikeye atan dostları var. Sürekli yeni yerlere gidip yeni insanlar tanıyorlar. Demek istediğim insanlar karakterlerin yerine geçip yalnızlıklarını unutmaya çalışıyorlar. 2 Ne var ki insanların hayatını en çok zor duruma sokan, en çok yalnız hissettiren şey insanlara olan bağımlılığımız. Toplumda o kadar uzun süre yalnız yaşıyoruz, duygularımızı içimize atıyoruz ki bize yaklaşıp ilgi gösteren ilk kişiye saplantılı bir ihtiyaç hissediyoruz, sanki onsuz hayatta kalamazmışız gibi. Genelde bu tür duygular tek taraflı kalıyor ve sonu öyle ya da böyle çok kötü bitiyor. Ve en sonunda bağımlı olan kişinin içinde bir şeyler kırılır, sanki bir daha asla insanlara güvenemezmiş gibi kendini toplumdan soyutlar. Başkalarından kaçar, yeni bir kişiye güvenmek onu korkutur. Fazla açıklamaya gerek yok çünkü saplantılı aşk ve kırık kalp üzerine yapılan yüzlerce Türk filmi ve dizisi var, ne de olsa Türk televizyonun en iyi aktardığı şey dram. Son olarak da artık yalnızlığa teslim olup, yenilgiyi kabul ederek maddeye bağımlı olma durumu var. Yenilgiyi kabul etme diyorum çünkü madde kullanmanın intihar etmekten tek farkı, hiçbir şey hissedemediğin için ölüme karşı bir korkunun da kalmaması. Bu durumda yalnızlık artık önemli olmayı bırakır. Bence yalnızlığın üstesinden gelmenin yolu seninle yüklerini paylaşacak insanı bulmaktan geçiyor. Bu kişi bir aile üyesi, arkadaş veya sevgili olabilir. Ama seni olduğun gibi kabul eden ve seni teselli etmeyi bir görev gibi düşünmeyen biri olmalı. Böyle birini bulmak çok zor ama işin sırrı pes etmeden aramakta ve bence huzura erişmek yapılacak her uğraşa değer. Mustafa Yiğit Kodak (CS) RUTİN VE SİSTEM Rutinliğe kapılmış olduğumuz günlük hayatta kaçamadığımız bir sistemin içinde adeta birer kuklayız. Her sabah kalkıp okula ya da işe gidip günü bunların gerektirdiklerini yaparak geçirip çoğunlukla akşam eve dönüp televizyon izleyerek vakit öldürüp sonra tekrar sabah kalkıp ertesi günü de aynı şekilde geçirmek üzere uykuya daldığımız rutinin içinde kaybolmuş kuklalarız. The Truman Show bunu insanın yüzüne vura vura işleyen, rutin ve sistemi televizyonla harmanlayarak ortaya çıkan manzara karşısında belki de bir nebze uyarma amacı da güden 1998 yılında çekilmiş yani bu manzarayı bundan 19 sene öncesinde görmüş bir film. Rutin, alışılagelmişe bağlı kalmak, sürekli aynı insanlara ‘’Günaydın, tünaydın ve iyi geceler!’’ demek, her sabah aynı yoldan işe ya da okula gidip aynı meşgalelerle günü geçirmek 2017 dünyasının nüfusunun büyük bir kısmını kapsayan insanların hayatının basit bir özeti gibi. Peki ya bunu özetlemek yerine 24 saat yayında olan bir televizyon programında bunu yaşayan bir insanın hayatını izlemek nasıl olurdu? Büyük bir ironi içinde insanları televizyona kilitlerdi. Bu gibi programlar denendi ve Türkiye’de ciddi bir takipçi kitlesine ulaştı. Biri Bizi Gözetliyor, Survivor, Ütopya bu programlara bazı örnekler. Her ne kadar 24 saat yayın yapılmasa da denilebilse keşke… Ütopya programı internet üzerinden belli bir meblağ karşılığı 24 saat yayın yaptı ve insanlar buna gerekli parayı ödeyip başkalarının hayatını gerçekten de izledi. Sabah kalkıp bilgisayar başında günü geçirerek başkalarının hayatlarını izlemeyi rutin haline getirip sisteme boyun eğmenin ötesine geçildi çünkü sistem televizyonu kullanıyordu ve internet bunun ötesinde daha da uyuşturucu ve uzun soluklu bir dayatma gibi kullanıldı. 21. yüzyılda bu olay Türkiye’de yaşandı! 1998 yılında çekilmiş uyarıcı nitelikte bir filmin gerçek hayatta yaşanması ve rutine para ödeyerek sisteme köle olma durumunu, gündemden uzak kalma, hayatın gerçeklerinden ve o anda yaşanan iyi ya da kötü gelişmelerden habersiz, bir sistemin içindeki insanların rutinini izleyerek kendi içinde bulunduğu sistemin rutinine kapılmış olma durumunun acizliğini Türkiye yaşadı ve buna tanıklık ettik. İnsanların bu gibi programları izlemesindeki temel sebebi çözebilecek yeterlilikte olmamakla birlikte bir sebep bulmaya çalıştığımda yine aynı kapıya çıkıyorum ve kapının arkasında yine rutin var. İçinde bulunduğu sistemin dayattığı rutinden sıkılan bireylerde Truman Burbank’den farklı olarak sorgulamayı reddetme ya da sorgulama yetisinden kaçma eylemleri var ve buna bağlı olarak farklı sistemler içinde yol alan farklı rutinlere yönelmek basit bir çözüm. Sistemin yaşatmak üzere dayattığı rutinden sıkılmak günümüz koşullarında fazlasıyla yaşanan bir durum. Geçmiş zamanda himayesi altında bulunduğu devletlerin sisteminden sıkılan ve bu yüzden ayaklanmalar, isyanlar çıkaran topluluklar en sonunda kendi egemenliklerine ve özgürlüklerine kavuştular. Sistemin kölesi olmaya başkaldırmış toplumlar gibi Truman Burbank’de sistemin tekdüzeliğinden payını alıp bazı olayların farkına varıp sistemin sınırlarını zorladığında aslında her şeyin kurmaca olduğunu anlamakta ve bundan kaçmakta. Tekdüzelikten bunalmak, sistem içindeki mantıksızlığı görmek ve buna karşı sistemde bir hata olduğunu, insanoğlunun kalıplar ve sınırlar içinde yaşamasının sebebini sorgularken sistemin sınırlarını keşfedip bundan kaçmak… Diğer bir deyişle sistemin insanoğlunun özgürlüğünü sınırladığını görmek ve asıl hayatın sistem içindeki rutinin dışında olduğunu fark ederek bu rutinden kaçmak özgürlüğe kavuşmaktır. Mutluluğun binlerce tanımından biri de özgürlüktür. Rutinin dışı özgür hissettirir ve unutulmuş mutluluk insanın yüzüne vurur. Sistem kaynaklı içinde bulunduğumuz günlük hayatın rutini kaçınılmaz. Buna rağmen özgür ve mutlu hissetmek adına atılacak bazı adımlar yine sistemin bize sunduğu televizyon, internet, alışverişte değil. Rutinden kaçarak sistemin sınırlarını aşmak, tıpkı kukla benzetmesindeki gibi iplerimizden kurtulmak adına ilham verici bir soluk için The Truman Show güzel bir kaçamak. Kendi hayatımızı kendimiz yaşamak asıl özgürlüktür ve bunun için çabalayıp ardından başaranlar son selamı verdiklerinde yüzlerinde ifadeyi tahmin etmek gerçekten de zor değil. Yağmur Ezgi Çavuş 02.12.14 21301807 TURK102-8 Ödev-4/ Final Gönenç Tuzcu “Dönüşüm” Olmasaydı Ne Olurdu? Gregor Samsa, küçük bacakları, kocaman gövdesiyle odasında yalnız. Gregor Samsa neden yalnız? Neden böylesi bir yaratığa dönüştü? Klasikler arasında yer almasının nedeni olan dönüşüm neden başına geldi? Hepsinden daha önemlisi dönüşüm olmasaydı Gregor’a ne olurdu? Sorular kafamın içinde dönüp duruyor. Bireyin kendini böylesi bir durum karmaşası içinde bulması o kadar da uzak gelmiyor sanki. Ne de olsa insanlar buhranlı günler geçirebiliyor. Ne var ki “Dönüşüm” Gregor Samsa’yı öldürdü. Buhranı atlatamayan Geregor, Kafka’nın gazabına uğradı. Başka türlü bir dönüşüm mümkün olamaz mıydı? Dönüşüm’ün gerçekleşmediğini düşünmeden önce nedenlerini düşünmek gerek diye düşünüyorum. Gregor Samsa, evden işe işten eve giden ve ailesine para getirmek için çabalayan bir adam. Hayatta işe zamanında gitmekten başka gayesi yoktur. En büyük amacı sabah zamanında uyanmak ve ailesine para getirebilmektir. Aslında bundan şikâyetçi olduğunu da söyleyemeyiz. Ne var ki Kafka, bu durumdan Samsa’nın şikâyetçi olmadığına dair de bir ipucu vermemiştir bize. Bu nedenle bu konuda yorum yapmak zordur. Ancak bazı evrensel duyguları göz önünde buldurduğumuzda hayatta belli bir amacı olmayan insanların mutsuzluklarıyla bu durumu bağdaşlaştırabiliriz. Gregor Samsa’nın hayatta bir amacının olmaması, ailesiyle dahi arasında bir çıkar ilişkisi olduğunu düşünmesi onu dönüşüme ve değişime mecbur kılmıştır. Aslında dönüşüm sözlük anlamı göz önüne alındığında o kadar da kötü bir şey değil hissi veriyor. Hayatlarından mutsuz olan insanlar için dönüşüm bir çıkış yolu olabilir. Fakat Gregor Samsa neden dönüşümü güzel anlamıyla yerine getirememiştir? Başka türlü bir dönüşüm geçirmesi, hayata bağlanması ve hayatına bir amaç katması o kadar da zor olmamalıydı. Kafka’nın kapalı anlatımından çıkardığım kadarıyla Samsa dönüşmek için geç kalmıştır. Bulunulan durumdan çıkmak için ve mutlu olmak için insanların öncelikle kendilerini mutlu etmeleri, mutsuzluklarının farkında olmaları gerekir. Samsa ne yazık ki bunu gerçekleştirememiştir. Zamanlama, farkındalık ve hayatta bir amacının olması insanların hayatında önemli rol oynarlar. Dönüşüm insanların hayat koşuşturmacası içinde kendilerini bu denli önemsememelerini, kendi hayatlarının farkında varmamasını anlatır. Kendisini mutlu etmeyen Gregor Samsa bu yüzden Kafka’nın gazabına uğramıştır. Samsa kendinin farkına varmamıştır, kendi mutsuzluğunun, kendi hayatının amaçsızlığının farkında değildir. Farkında olsaydı eğer belki de Gregor Samsa’nın dönüşü(mü) muhteşem olacaktı. Ancak Gregor kendi mutsuzluğunun farkında değildir bu nedenle bir böceğe dönüşmüştür. Bir böcek halinde başlayan dönüşüm serüvenin de ölümle son bulması kaçınılmaz olmuştur. Hayat tarzı ve psikolojisi göz önüne alındığında, Gregor için Dönüşüm öyle ya da böyle gerçekleşecekti. Dönüşüm’ün gerçekleşmeme ihtimali yoktu. Ancak dönüşümün türü Samsa’nın hayatına olan gerçekçi bakış açısı ve farkındalığıyla ilgili olacaktır. Dönüşüm Kafka’nın insanın kendini bulamama, hayat gayesinde yok olmasını anlatan bir eserdir. Aslında “dönüşemeyen” insanların trajik ve sembolik bir anlatımıdır. Eğer Gregor Samsa kendi mutsuzluğunun farkında olsaydı bambaşka bir dönüşüm geçirebilirdi. Tek düze devam eden hayatına son verebilirdi. Ailesindeki insanlara bakmaktan yerinmek, kendini 1 kullanılmış hissetmek yerine onları da çalışmaya teşvik edebilirdi. İşte kendisine haksızlık yapılmasını kabul etmeyebilir, her gün işe zamanında geldiğini, haksız yere ezildiğinin farkına varıp haksızlıklara bir son da verebilirdi. Ancak bunları yapmaya belki cesareti yoktu belki farkında değildi. Bu yüzden aslında ne ailesi ne de bir başkasını suçlayabilir. Kendi böcekliğinin sorumlusu kendisi oldu ve bir böcek olarak hayata veda etmek zorunda kaldı. 2 Bir Şans Daha "Müzik ruhun gıdasıdır."derler.Bu Söze hep inanmışımdır ki müzik dinlemeyi çok severim.Mutlu olduğumda,üzgün olduğumda,her zaman dinleyebilirim.Caz,Blues,R&B,İndie,Soul...Her türlü müzikle aram iyidir.Klasik müziği çok seven ve beni sürekli bu konuda bilgilendiren bir arkadaşa sahip olmama rağmen klasik müzikle yıldızlarımız hiç barışamadı.Bestekarların hangi akla hizmetle bunları bestelediğini sürekli sorgular dururdum.Sanırım bendeki önyargıdan olabilir ki çoğumuzun benim gibi önyargıları var biliyorum. Yok bu müzik entel dantellerin müziği,yok sıkıcı,yok bilmem ne diye diye toplumun ve benim klasik müziğe karşı önyargılı yanaşmamıza neden oldu bazı kişiler.Çok da başarılı oldular.Çok az bir kesim klasik müzikten zevk alıyordur.Gerçi kimi insanlar özendikleri için ve kendilerini üstün göstermek için bu müzikleri dinlemese bile dinliyormuş gibi gösterebiliyor.Ben de bunlardan biri sayılırdım "Bay Mozart Uyanıyor"adlı kitabı okuyuncaya kadar. Dürüst olmak gerekirse kitabın adı hiç ilgimi çekmedi ama Mozart'a karşı bir sempati duyuyordum.Beethoven'ın o sinirli aksi suratına karşın o çok sevecen ve neşeli resmedilmişti.Hem Beethoven'ın aksine o Türkleri çok merak ediyor ve seviyordu.Onlara karşı bir büyük bir sempati duyuyordu.Sanırım biraz milliyetçilik yaptım."Müziğin milleti olmaz,o evrenseldir."dediğinizi duyabiliyorum.Evet haklısınız.Beethoven gerçekten çok yetenekli ve sağır olmasına rağmen 9.senfonisini ve nicesini bestelemiştir.Ama yine de onun bestelerini özellikle dinlemek istemiyorum.Siz bana uymayın,dinleyin.Benim tabularımın yıkılması gerek ve bu biraz zaman alabilir ki yeni yeni klasik müziğe ilgi duymaya başladım. Kitabı alınca gerçekten de ne anlatacağından hiçbir fikrim yoktu."Bay Mozart Uyanıyor"Acaba çok saf bir karakter olan ve hayata toz pembe bakan Mozart sonunda akıllanıyor mu diye düşünmeden edemedim. Kitabın gerçekten de ne anlattığını çok merak ettim ve bu kuvvetli dürtü sayesinde kitap beni bir köle gibi kendini okumaya mecbur etti.Çok ama çok farklı bir kurguyla karşılaştım ve çok şaşırdım.Gerçi bu çok hoşuma gitti çünkü çoğumuz kitaplarda şaşırtılmayı,ters köşe edilmeyi severiz. Reenkarnasyona (Öldükten sonra başka veya aynı vücutta veya canlıda tekrar hayat bulma.) inanır mısınız bilmiyorum ama Eva Baronsky inanıyor anlaşılan. Bir müzisyensiniz ve kılı kırk yararak,binbir güçlükle beste yazmaya çalışıyorsunuz.Üstelik ölümcül bir hastalığa yakalandınız ve Azrail'in canınızı ne zaman alacağını bilmiyorsunuz.Ne yapardınız?Ya o göz nuru besteniz yetişemezse?Ya onun başarısını göremezseniz? "Ya ölürsem?Bugün veya yarın...Keşke tekrar diriltilebilsem."diye düşünür müydünüz?Ama tam 200 yıl sonra bambaşka bir dünyada gözlerinizi açmak ister miydiniz bestenizi tamamlamak uğruna? Tabi böyle bir şey başımıza gelseydi Mozart gibi cennete gittiğimizi ve Allah'ın bizi besteyi bitirmemiz için buraya gönderdiğini düşünürdük herhalde.Çünkü cehennemde bunu yapamayız.O sırada yanmakla meşgul olacağız. Gerçi belli bir süre sonra cennete gitmediğimizi dolarlarımızın,cep telefonumuzun ve kimliklerimizin bile olmamasından anlayabiliriz. Şansa bakın ki Mozart kendisine yardımcı olacak bir sokak kemancısıyla tanışır.Bu benim çok hoşuma gitti.Tıpkı Mozart gibi zorluklarla hayatını kazanmaya çalışan biriyle karşılaşması ve arkadaş olması ayrıntısı beni çok etkiledi. Ama beni en çok etkileyen o zamanlardan tuvaletin olmaması ve Mozart'ın bu muhteşem icatla (!) karşılaştığındaki tepkisini çok iyi anlatmış yazar.Yine aynı şekilde telefon numaralarını şifre zannedip besteliyor.Bu tip ayrıntıları okurken kendimi gülmekten alamadım ve bu kitabı alıp okuduğum için çok memnun oldum.Son zamanlarda böyle trajikomik romanlar okuyamıyoruz ne yazık ki.Bu büyük bir eksiklik bence. Gerçi yazar romanda Mozart'ı övüp dağlara çıkarmıyor ve onu kibirli, kaba saba bir adam olarak tanıtıyor.Arkadaşının desteğinin kıymetini bilmeyen ve sözünü tutmayan bir adam Mozart romanda. Ayrıca Mozart'ı adeta sersem tavuğa çevirmiş ve günümüz gerçeklerine çok iyi bir şekilde uyarlamış.Araba markalarını bile öğretmiş ona düşünsenize.Gerçi o hep "Toyota"diyor ama olsun.Çok güzel bir ayrıntı bu bence. Bu arada bölümlerin adları da "Requiem (Bir Ölünün arkasından söylenen ağıt)"deki kısımların adlarından oluşuyor ve acaba Mozart bu besteyi bitirebilecek mi diye finale doğru Ferrari ile asfaltları yakıyorsunuz.Çünkü hemen oraya varmak istiyorsunuz. Merak etmeyin hikaye o kadar akıcı ki (Mozart'ın modern dünyada karşılaştığı komik durumlar sağolsun.) siz anlamadan bitiyor kitap.Gerçi kitap bitince bir burukluk oluyor içinizde. O kadar etkilendim ki Mozart'ın parçalarına YouTube'dan dinlemeden edemedim.Ve bu kitap sayesinde artık klasik müziğe içim ısınıyor.Tâbi beste yapacak kadar değil.Bendeki müzik sevgisi Mozart'ınki gibi Aşka dönüşmemiş. Mutlaka bu kitabı okuyun.Yıllarca o esprilerin aklınızda kalacağının garantisini verebilirim size. Vaktinizi yazımı okumaya ayırdığınız için çok teşekkür ederim size. Merve EREN Bahadır Yalvaç FEDAKÂRLIK FİLİZİ Dünya’ya gözümü ilk açtığımda yanımda annem vardı. Babam muhtemelen kapıda bekliyordu. Diğer yakınlarım ise doğumumun verdiği heyecan içindeydi. Anne ve babamın ihtiyaç duyabilecekleri her şeyi sağlamaya hazırdılar. Bayram havasındaydı evimiz. Tüm aile bir araya gelerek anne ve babamı tebrik ediyor, mutluluklarına ortak oluyorlardı. Ailemi bir araya getiren doğumum değildi. Bu sadece bir bahane. Ailem zaten koparılamaz bağlarla bağlı. Her fert diğerleri için elinden geleni yapmaya hazır. Gerektiğinde evini açar, sofrasındaki kuru ekmeği bölüşür; gerektiğinde Ağrı’nın soğuk kış gecelerinde geriye kalan tek kömür torbasını yarıya böler. Gerekirse ölümü dahi göze alır bir fert tüm aile için ya da tüm aile bir fert için. Marc Levy’nin Korkudan Güçlü Bir Duygu kitabında Suzie’nin vatana ihanetle suçlanan ailesini aklamak için onca çaba göstermesi, ölümü göze alması bana ailemin ne kadar güçlü duygularla birbirine bağlı olduğunu hatırlattı. Gecenin ikisinde arayıpta ulaşabileceğiniz çok az arkadaş bulunur fakat aile hep oradadır. Ne yaparsanız yapın sizi desteklemeye devam edecek bir tek aileniz vardır. Tüm hayatınız boyunca sizin değişmeyen taraftalarınızdır onlar. Bu yüzden hayatımın en güzel anlarında hep onlar vardı. Marc Levy’nin de dediği, onları özlediğimde zaman benim için durur gibiydi fakat ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar aramızdaki sevgi bizi hep birlikte kıldı, sanki zamanıma sürekliliğini geri kazandırdı. Doğduğumdan beri ailem hep benim için de düşündü ve çabaladı. Öyle ki benim için yaptıkları kendileri için yaptıklarını geçmiştir. Annemi bazen sabahlara kadar uyutmazmışım. Her ağlayıp onu uyandırdığımda yanıma gelir, beni sarıp sarmalar, kulağıma sevgi sözcükleri fısıldayarak beni sakinleştirip tekrar uyuturmuş. Her defasında merhametiyle yaklaşarak aynı özenle yaparmış bunu. Yorgunluktan artık gözünü açamaz duruma geldiğindeyse görev babama geçermiş. Aynı beceriyle olmasa da aynı güçlü duygularla babam yatıştırırmış beni. Büyüyüp okula başladığımda her sabah benden önce kalkıp kahvaltımı hazır eden yine annemdi, okul masraflarımı karşılamak için gecesini gündüzüne katansa yine babam. Annem ve babam kadar diğer aile fertlerim de düşkünlerdir bana. Babam evde yokken, amcam defalarca kucağında taşımış beni kilometrelerce uzaktaki acile. Teyzem bakıcılığımı üstlenmiş annem hastayken. En az bana oldukları kadar birbirlerine de düşkündür ailem. O kadar düşkünlerdir ki ayrılık, tıpkı Levy için olduğu gibi onlar için de cehennemden bile daha kötüdür.Ben de onlar için elimden geleni yaparım. Bu sadece benim ailemle ilgili de değildir, bizim geleneğimizde aile demek zaten fedakârlık demektir. Başka kültürlerde bizimki gibi bir aile yapısının eşine çok az rastlanılır. Bir başka sevilir, sayılır, hürmet görür aile bizim geleneğimizde. Mesela eli öpülür büyüklerin bayramlarda. Büyükanneler, büyükbabalar etraflarına toplarlar çocuklarını, torunlarını. Sayı artıkça mutluluk da artar muhabbet de. Her gelen yanında sevgisini de getirir ve diğerlerinin yaptığı gibi muhabbet döngüsünün içine katar. Döngü bitince herkes geriye sadece kendi kattığı sevgiyi değil, döngüye katılan diğer tüm sevgileri de alır. Kalplerde kocaman bir havuz oluşur bu sevginin biriktiği. Havuz tohumu sular ve filizlendirir. Filiz sulandıkça büyür, büyüdükçe sulanır. İşte bu filiz fedakârlıktır. Sevgiyle büyür, büyüdükçe sevgiyi de büyütür. Ailedeki bu sevgi ve bunun doğal sonucu olan fedakârlık yarınlarımızı inşa eden gizemli bir güçtür aslında. En temel değerlerimiz, yargılarımız, erdemlerimiz ailemizden geçer bize. Her birey ailesinin bir minyatürüdür. Minyatürlerin doğru şekillenmesi ise yalnızca sevginin büyütebileceği fedakârlık filizine bağlıdır. Doğru şekillenen minyatürler el ele verip kendi devirlerini inşa ederler ve inşanın devamı için minyatürlerini üretirler. Böylece yarınlar bu gizemli güç sayesinde hep emin ellerde kalır. İşte bu yüzdendir geleneğimizde çocukların bu kadar özel bir yerde olması. Her aile en büyük fedakârlığı çocuklarının eğitimi için gösterir çünkü onların yarınlar olduklarının bilincindedir . KAYNAKÇA Marc Levy. Korkudan Güçlü Bir Duygu. İstanbul: Can Yayınlar, 2015. Kalan Dakikalar 5 saat, 300 dakika, 18000 saniye… Bütün bu değerler tükenmeyi bekliyor. İnsanoğlunun elinde olmadan, durmak nedir bilmeyen, karşısına çıkan her şeyi önüne katarak ilerleyen bir nehir misali geçip gidiyor zaman. Hayat bize ne kadar da kısa geliyor değil mi? Fakat kimse bir sonraki günümüzün olacağının garantisini veremezken, bu hakikatin karşımızda yıkılmaz bir gerçeklik içinde durduğunu unutuyoruz. Belki de sadece insanoğlunun doğası bunu gerektirdiği için görmezlikten geliyoruz. Halbuki bizi çevreleyen değerlerin, doğruların, her şeyin tükenişini izliyoruz ve bunun tarihine tanıklık ediyoruz. Fakat yine de hayatın bir parçası değilmiş gibi bir muameleye maruz bırakıyoruz. Bütün sahte samimiyetimizle hayatımıza devam ediyoruz. 280 dakika, 16800 saniye… Gerçekleşen bu 20 dakikalık farkta yaklaşık 240 insan bu dünyada hayatlarını, amaçlarını ve kaygılarını yitirdi. Arkada kalan bizler ise her şeyden habersizmiş gibi, yalanlardan oluşan bir kürke bürünmüş halde televizyonların karşısında günlerimizi geçiriyoruz. Arkamıza, sağımıza, solumuza, önümüze bakamıyoruz; göremiyoruz etrafımızda gerçekleşen olayları, kör olmuş herkes aynı anda. Böyle avutuyoruz kendimizi çünkü sadece bir anlığına dahi olsa gözlerimizi açsak sorumluluk sahibi olacağımızı ve tüm yitip giden değerli hayatlardan kopan molozların altında ezileceğimizi sanıyoruz. Sonraları ise utandığımız için açamıyoruz gözlerimizi ve artık sesimiz bile çıkamıyor, bütün iletişim yollarımız kapanıyor. Duyamıyoruz da haliyle atılan çığlıkları, yardım dilenen sesleri. Tüm gerçeklik perdesini yırtıp aşıyor, güçlük çekiyoruz anlamakta. Ve insanlık her seferinde kalbinden bir kez daha bıçaklanıyor. Ama tabii ki unutulmaya yüz tutuyor bu insanlık dışı yaralar. Hemen her sahnede bir şeyleri unutuyor insanlar. Akıllarında, fikirlerinde yer edinemiyor geride kalanlar. Artık kafalarımızın içi hayatın gerçekliklerinden çok bizlere empoze edilen sahte fantezi dünyalarımızda gezen işgalci olgularla dolu. Kendi fikirlerimizden o kadar yoksunuz ki artık yosun tutmaya başlamış bir boşluk gibi günlerimizin başka günlere devretmesini dehşete düşürecek bir sakinlikle bekliyoruz. Yanı başımızda gerçekleşen insanlık dışı olaylara sesimizi yükseltmek yerine, gereksiz ve absürt her şeye sanki hayatlarımız onlara bağlıymış gibi sıkı sıkı sarılıyoruz. Sözde dünya için en iyisini düşünen ve barış kelimesini ağzından düşürmeyen organizasyonlar üç maymunu oynamaktan zevk alıyorlar ve tabii ki bunları menfaatleri karşısında yapıyorlar. Bir insan bir insana nasıl olur da böyle bir zulüm yaparken, onlar koltuklarında rahat bir şekilde hiçbir can kaygısı olmadan bu kadar alçakla kararlar alabiliyor insanın aklı almıyor. Fakat o kadar olağan bir durum haline geldi ki toplumun artık düşünmeye ne mecali ne de sabrı kaldı. Javier Carces’ in kaleme aldığı Kiracı adlı eserinde yazar açıkça insanların artık hayal ile gerçeği ayırt edemediklerini koyu bir mizah ile anlatıyor. Gerçekleri yüzümüze vuran yazarın ne kadar haklı olduğunu anlamak için sadece akşam 7 haberlerini izlemek bile insana yeterli oluyor. Dünyadaki büyük güçlerin empoze ettiği gerçekler ise sorgulamadan toplumun süzgecinden geçiyor. Ve bireyler artık kendisi için düşünemez oluyor. Bir kişinin onu herkesten farklı yapan fikirleri olmadığı için toplum istenilen şekilde sesi kısık, tıpa tıp birbirine benzeyen insan sürüsüne dönüyor. Böylece yapılan yanlışlar bile kahramanlık öyküsüne bile dönüştürülebiliyor. Javier Carces’ in muhtemelen örnek aldığı yazarlardan biri olan George Orwell’ in en önemli eserlerinden olan 1984 teki hayali ütopya aslında şu anki yaşadığımız dünyadan hiç de farklı olmadığını anlamak insana kaygı ve acı veriyor. Sözde insanlığın ölmemesi adına eylemler yapanlar, masumları içinde yaşadıkları ateş çemberinden çıkarıp kurtarmak değil, menfaatlerine uygun hareket etmekten başka bir şey yapmadıklarını geçen günlerde yine kanıtladılar. İnsanlığı ve ona yardım eli uzatanları yine yaralamaktan vaz geçmediler. Uyuşuk bedenlerimizde akan soğuk kanın tekrar gelecekte sıcak ve neşeli bir şekilde akacağının hayalini kurmak ve bunu ümit etmek bir nebze de olsa akan bütün masumların gözyaşlarının durmasını sağlıyor. Musa Burak ÇELİK BEN BANA NE YAPIYORUM? Hayat ne kadar da tuhaf değil mi? Eskiden üzüldüğümüz ne varsa şu an gülüyoruz. Tabii, yeni acıları da yanımızda taşıyarak… İnsanın gözü kör oluyor kimi zaman. Kendini karmaşık insanlarla çıkmaz sokakların ve labirentlerin dolu olduğu bir durumda buluyor. Duygular mı hırslar mı bilmiyorum ama, bir şey sizi o insana çekiyor. Kopamıyorsunuz. Bazen de ateş gibi, cayır cayır yanan bir insan... Yanacağını bile bile o insana koşmak, o ateşe, o bilinmezliğe atmak istiyor insan kendini. En azından belli bir kısım insan için geçerlidir bu dediklerim. Bir an geliyor ki çok farklı şeylerin olacağını hissettiğiniz bir anın içinde buluyorsunuz kendinizi. Geçenlerde bir gün kendimi bizzat öyle bir anın içinde buldum. Çok sıradan bir yerde çok tuhaf bir karma döngünün içine girdim. Bir adam gördüm. Ne boyu, ne saçları… Yakışıklılığı etkilemedi beni. Ben o insanı gördüğümde bir şey hissettim ama asla tarif edemiyorum. Sanki bir şey vardı bizi birbirimize çeken, yani en azından ben öyle düşünmüştüm. Kitabın yazarı gibi, geçmişimden kurtulduğumu sandığım ama aslında geçmişte yaşamaya devam ettiğim bir durumda buldum kendimi çünkü karşımdaki insan geçmişinde yaşıyordu. Geçmişindeki acılar ve acı dolu insanlar yüzünden karşısındakine asla ama asla şans vermiyordu. O bir ateşti. Zamanında yanmıştı ve ondan sonra da ona gelenleri yakmaya başlamıştı. Bu duruma devam ediyordu. Aslında bu onun suçu da değildi. Ateş! Yakar işte, yapısı bu elinde değil. Kendi açımdan baktığımda ise bambaşka bir durum gördüm. Aslında ateş değil, yanmış kül olmuş bu insanlar. Aslında içlerinde bir umut taşırlarsa, karşısındakilere bir şans verirlerse ateş değil de küllerinden yeniden doğabilirler. Rüzgarlarını bulabilirler diye düşünüyorum. Hani bir ateş vardır, sönmüştür ve sadece külleri kalmıştır ya… Sonra bir rüzgar gelir ve o rüzgar sayesinde o ateş yeniden küllerinden doğar. Yanar ama aşkla yanar. Yaşam ateşini bulur ve hatta karşısındaki kişinin yaşam ateşi olur. Geçmişi suçlayarak, bir şeylere küserek bulanık bir hayat yaşamak… Biz bunu hak etmiyoruz. Ben bunu hak etmiyorum. ‘’Ben kendime ne yapıyorum?’’ diye sormalı insan kendine. Yanlış insanlara doğru duyguları vermiş olmanız sizin suçunuz değil, karşınızdakinin ayıbıdır. Başkasını ayıbı yüzünden, doğru insana doğru duyguyu vermekten kaçmayın. İzin verin karşınızdakine ve kendinize. Biraz umutlu olmak lazım. Geçmişte yaşatılanlar yüzünden geleceğe küsmek değil de, size o acıyı yaşatan insana teşekkür etmek lazım. İyi ki tanıdınız o insanı ve iyi ki üzdü sizi. Bundan ders çıkardınız ve artık doğru insana değer vermenin ne kadar güzel olduğunu anlayacaksınız. Eskiden kötü şeyler yaşamasaydınız, şu an yaşadığınız güzelliklerin değerini bilebilir miydiniz? Beni yanlış anlamayın. Ders çıkardınız evet ama karşınızdaki her insanın aynı olabileceği korkusuyla da yaklaşmayın insanlara. Yeniden hayatınıza girecek insanı belki de bir sürü deneme sürecinden geçireceksiniz, hatta çeşitli oyunlar oynayacaksınız ona ama oynamayın. Çünkü kaybedersiniz ve bazen o doğru insan sadece bir kez çıkar karşınıza. Onu kaybettikten sonra işte bu sefer gerçekten yanlışlara mahkum kalırsınız. Oynamayın oyunlar, kalplerin suçu yok. Yormayın. Koşturmayın, yan yana yürüyün. Karşılıklı bir oyun. Her oyunda kazanan olduğu gibi bir de kaybeden vardır. İlla ki biri kaybedecek ve kaybeden siz de olabilirsiniz. Bırakın ikiniz de kazanın. Geçmiş zor, çok zor. Bazı yaralar kapanmıyor evet ama yenilerini de açmayın. Ağlayan çocuğa şeker verildiği gibi, siz de kendinize mutluluk veren o insanı kazanın. Geçmiş yaralayıcı olabilir ama gelecek de umut dolu, unutmayın. CANSU DOĞAN 21402251 ÖLÜMÜ İZLEYENLER Çoğu insan ölmekten korkuyor. Canlarının yanmasından, bir daha nefes alamayacak olmaktan, bu dünyada bir iz bırakamamaktan korkuyor. Peki ben? Ben neden korkuyorum? Ölmekten değil, hayır. Ama sevdiğim birinin ölmesinden, sevdiğim birinin ölümünü izlemekten. İşte bunlardan korkuyorum... Babam geçenlerde elime bir kitap tutuşturduğunda, bu kitabın yıllar önce peşime takılan korkularımı hatırlatacağını düşünmemiştim açıkçası. Babalar ve Oğullar’dı bu kitabın adı. Turgenyev tarafından kaleme alınan bu eski püskü, babamın yaklaşık yirmi yıl önce okuyup bitirdiği kitap, devrimciler ve muhafazakârlar arasındaki çatışmayı, baba ve oğul ilişkileri üzerinden anlatıyordu. Fakat, durum şu ki, bunlar zerre kadar ilgimi çekmedi benim. Ta ki, kitabın sonlarına doğru, Bazarov adlı karakterin ölümüne dair ipuçları verilene kadar. Ölümcül bir hastalığa tutulmuş olan Bazarov ve onun ölümünü hiçbir şey yapamadan izlemek zorunda kalan zavallı bir baba. Acı o kadar büyük, o kadar gerçek, o kadar tanıdıktı ki benim için... Ben ölmedim, ölüme hiç yaklaşmadım da. Sadece uzaktan izleyenlerdenim ben. Yıllar önce, ben henüz ufak bir çocukken yaptığım buydu işte; anneannemin ölümünü uzaktan izlemek. Anneannem akciğer kanseriydi, durumu ağırdı. Sanırım herkes biliyordu onun zaten öleceğini. Belki ben de içten içe anlıyordum, her geçen gün daha çok gülümsemesinden, ama bir şekilde daha mutsuz gözükmesinden. Görenler, yaşayanlar bilir; eğer biri ölüme yürüyorsa, bunu anlıyorsunuz, hissediyorsunuz. Umuda yer kalmıyor... Ben de hissetmiştim sanırım. Yani kabul etmesem de, kabullenmiştim, biliyordum. Bunlar çok geçmişte kaldı tabii şimdi. Ben birkaç gün önceye kadar ne bu kederi, ne bu hastalıklı endişeyi taşıyordum bünyemde, unutmuştum. Sonra bir tasvir dikkatimi çekti. Ölmekte olan Bazarov’un tasviri. Soluk, griye dönmüş bir cilt, zayıf, kıvrılmış bir vücut, donuk gözler, renksiz dudaklar ve ölümle alay eden sözler. Bazarov’un ölmeye karşı aldığı tavır anneanneminkine öyle benziyordu ki... Acaba dedim, ölümü bekleyen herkes birbirine mi benziyor bir noktadan sonra. Belki de...Ölmeden bilemeyeceğim sanırım. Bildiğim tek şey, ölümü izleyen herkesin aynı olduğu. Aynı çaresizliği hissettiği. Tıpkı Bazarov’un babasının hissettiği gibi, tıpkı benim hissettiğim gibi. CANSU DOĞAN 21402251 Ölüm ne kadar kötü, ne kadar acı verici bilmiyorum. Ama izlemek... Sevdiğin birinin her hasta ziyaretinde bileklerinin biraz daha inceldiğini görmek, gülümsediği halde korktuğunu anlayabilmek. Ama hiçbir şey yapamamak... En büyük çaresizlik bu bence. Yani öyle bir an geliyor ki, kalbinizi söküp ona vermek istiyorsunuz yaşasın diye. Canı yandığında, nefesi daraldığında, sanki siz de boğuluyorsunuz, hatta onun kadar siz de ölüyorsunuz. Öyle garip, anlaşılmaz bir bağ oluşuyor ölümü bekleyen ve ölümü izleyen arasında... Anneannem hep korktu biliyorum. “Korkma” demek istedim hep. Diyemedim, önce ben korkmamalıydım çünkü... Konuşmak yerine hep sarıldım. Eğer çok seversem, gitmez gibi gelmişti nedense. Onu bu kadar özleyecek biri varken gitmesi haksızlıktı, hayat bu kadar haksız olamazdı, değil mi? Çocukluk işte... Şimdi biliyorum; hayat gerçekten de bu kadar haksız. Anneannem öldüğünde ağlayamadım. Öylece duvara baktığımı hatırlıyorum, ölmüş gibi. Ağlamak istemedim de değil aslında. Sadece sarılıp ağlamak istediğim kişi artık yoktu. Kuruyup kalmaktı benimkisi, kuruyup kalmak... Bu yüzden en çok ölümü izlemekten korkuyorum ben, en çok kuruyup kalmaktan. “Biri”siz olmaktan, özlemekten, çaresizleşmekten ve beklemekten korkuyorum... Bu romanı okuduktan sonra geldiğim noktaya şöyle bir bakıyorum da, sanırım romanlar okunduktan sonra her zaman mutluluk vermiyorlar. Babalar ve Oğullar kesinlikle bunu yapmadı benim için. Aksine bana en zayıf noktamı, en gizli korkumu, kederimi anımsattı istemeden. Ama nedendir bilinmez, garip bir tatmin, bir doygunluk var üstümde. Yaşamak bu olsa gerek diyorum kendi kendime. Hüzün olmadan, ölümü izlemeden ve bir gün sonunda ölümü tatmadan, yaşamaya yaşamak denemezdi zaten. İnan 1 Onur İnan Gönenç Tuzcu TURK 101-020 Bu Devlet Sizinkisi Mi? Bir rivayete göre “Dünyadaki tüm kitaplar yok olsa, geriye kalan Devlet kitabı diğer tüm eserlerin yazılması için yeterlidir.” denir. Bu derece önem yüklenen ve hâlen kendi ülkemize dair izler bulabileceğimiz Devlet’i okumak kaçınılmaz hâle geliyor. Bu yazıda kitabın yazıldığı dönem ve Platon’a kısaca değindikten sonra eserin tarafımca önem arz eden kısımlarına göz atacağız. Tarihin en önemli düşünürlerinden olan Platon, memleketi Atina’nın da içinde olduğu Peloponez Savaşı sırasında yaşamıştır. Bu savaşı görmüş olması, onu devlet hakkında yazı yazmaya yöneltmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Sofistlerin “İnsan her şeyin ölçüsüdür” savına karşın “her maddenin, ideal bir modelden türemesi gerekliliği” tezini savunmuştur. Hocası Socrates’ın ‘düşünce suçu’ndan infazı sonrası demokrasi taraftarlığından vazgeçmiştir. Atina’da M.Ö 387’de Akademia’yı kurmuştur. Devlet’te Platon ideal toplum düzeni yaratır. Aslında bu düzeni kendisinin yarattığını söylersek yanlış yapmış oluruz. Platon, hocası Socrates’ın konuşmalarını yazılı hâle getirmiştir. Thomas More’un Utopia eserinden sonra aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum şeklini ‘Ütopya’ olarak adlandıracağız. Devlet kitabı ise bu türün ilki olma özelliğini taşır. Socrates ve arkadaşları toplumsal düzeni tanımlamak için ilkin iyiyi tanımlamak gerektiğinde hem fikirlerdir. Peki ya iyiyi tanımlamadan doğruyu tanımlamak mümkün müdür? Ya da eğrilik var olmadan doğru/doğruluk nasıl var olur? Bu soruların eşiğinde kendimize ‘ideal’ devleti yaratırız. Socrates’a göre herkes kendisi için uygun mesleği yapmalıdır. “Bir Fenike masalından yola çıkarak kimilerinin ruhu altınla ( yöneticiler - filozoflar ), kimilerininki gümüşle İnan 2 (bekçiler), kimilerininse bakır ve tunçla (çiftçiler ve zanaatkarlar ) yoğrulmuştur der Sokrates.” (3) Ailesinden ayrılıp kendi istek ve arzuları dışında, yeteneklerine (hamurlarına) göre yetiştirilmeleri taraftarıdır. Bu şekilde yetiştirilen insanlar işlerinde gerçekten başarılı olabilir mi? Bir askeri düşünelim mesela; bu asker dayanıklı olsun, sadık olsun, güvenilir olsun... Peki her şey iyi hoş da bunlar bir askeri başarılı kılmaya yeter mi? Asker olacak kişi savaşmayı, vatanını korumayı gönülden istemiyorsa ona başarılı diyebilir miyiz, Socrates? Belki de yeteneği olmasa da çabalayarak hem mutlu hem de yetenekli bir tüccar olabilirdi... İnsanların yaradılışlarından sahip olduğu özellikler ve toplumda oynayacakları yeri anlattıktan sonra şahsen çok önemli bulduğum bir noktaya değinir. “Korucuların yaşayacakları yer hakkında ise Sokrates onların ilk olarak mülk sahibi olmadan birlikte yaşamaları gerektiğini bu sayede mülk edinme hırsından uzak kalacaklarını çünkü bu hırsa girenlerin hem halkı hem de devleti zor durumlara sokacağını söyler.” (3) Söylediklerine katılmamak ne mümkün... Mülk sahibi olmak, halkın arasına karışmamak koruyucuları kimin için savaştıklarını unutturacaktır, halklarına yabancılaştıracaktır. Koruyucu mülk edindiği yere bağlanır. Koruyucular için bir şehre bağlanmak, parçası haline gelmek iyi değildir. Koruyucu gereken her anda, her yerde vazifesi için hazır olmalıdır. Mülk edinmek yalnızca koruyucular için değil yönetici kesim açısından da sakıncalıdır. Mülk edinme hırsı onları hedeflerinde şaşırtacaktır. Halka hizmet etmeyi değil daha çok nasıl mal ve mülk ediniriz diye düşünmelerine neden olur. Bu da yönetim zafiyetine ve kimi zaman da hırsızlığa yol açacaktır. Yöneticiler de koruyucular da mülk sahibi olmalıdır, ancak hedeflerinden uzaklaştıracak ölçüde olmamalıdır. Socrates dünya üzerinde dört farklı devlet şekli olduğunu söyler. Bir tanesini de bu şekilleri incelerken hatırlar. Devlet türlerini anlatırken onları insanlara benzeterek açıklar. Bu benzetme sayesinde her şey daha anlaşılır hâle gelecek zannettim okurken. Ancak, bölümün sonuna geldikçe anlamakta güçlük çektiğimi fark ettim. Bir insanı anlamak, bir devleti İnan 3 anlamaktan da zor olsa gerek... Timokratik (tiranlık) devleti anlatıp eleştirmeye başlar oradan oligarşiye... Bu eleştirilerin ve bir diğerine geçişin sonu gelmeyecek diye düşünürken önemli bir şeyi fark ettim. Timokrasiden girip yine orada son buluyor Socrates. Devlet düzenleri arasında son durağı olan demokrasiden geliyor o noktaya. Demokrasilerde büyük kısmı eğitimsizler oluşturur. Eğitimsiz insanları kandırmak, gerçekleri gizlemekse kolaydır. Baştakiler hem çıkarlarına uygun davranır hem de halkın ağzına bir parmak bal çalarak kandırır. Gün geçtikte baştakiler egemenlik alanlarını genişletir. Halk uyandığında ise iş işten geçmiştir. Liderleri zorba, devletleri ise tiranlık olmuşur. Devlet, devlet düzenini, doğruyu ve eğriyi anlamamız için iyi bir kaynaktır elbette eleştirel olabildiğimiz sürece. Eleştirel ve yaratıcı olmazsak kafamızda oluşacak devlet Socrates’ınkidir. “Ruhu hastalık değil eğrilik öldürür. Bir insan ne kadar iyi olursa o kadar uzun yaşar.” Ruhu eğrilik öldürüyor olabilir ama insanı öldürenin bilgisizlik olduğuna inancım sonsuz... İnan 4 Kaynakça “http://www.felsefedersligi.com/FileUpload/op30412/File/platon_devlet-ozeti.pdf” www.felsefedersligi.com. yy, ty, 12 Şubat 2015. Hiç Bağlanmayacak Mısın Bir Şeye ? Öyle Körü Körüne … /Esra Aşık Kayra diyor ki: “…Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, aşık oldum. İkisini de arkama bakmadan bırakıp gittim…”(Günday 24). Bir insana ya da herhangi bir nesneye bağlanmak, bağımlılıktan nefret ettirecek kadar zararlı mıdır bizim için? Ardına bakmadan gidebilmek insanoğlunun gözünde bir güçlülük göstergesi midir? Bu sorular yıllarca tartışılabilir çünkü her insan, farklı hayatlara sahip olmanın getirdiği çeşitlilikten kaynaklanan bakış açısına göre yanıt verir sorulara. Benim hayat görüşüme göre ise bağlanmak; insanın yalnızca sevgiyle iyileştirebildiği dünyayı yine biz insanlar için daha iyi bir yer yapmanın yollarından birisidir. Bununla beraber bir çok insan için ardına bakmadan gidebilmek güçlülüğü ifade etse de, aslında hiçbir zorlanma olmadan insanları terk edebilmek; benim dünyamda bir insanın bencilliğinin, egosunun ve düşüncesizliğinin ne kadar fazla olabilirse o kadar fazla olduğunun karşılığıdır. Eroin kullanmak ve aşık olmak aslında oldukça farklı bağlılık çeşitleridir. İkisinden sanki aynılarmışçasına bahsetmek olsa olsa umursamazlıkta zirve yapabilmiş bir insanın marifetidir. Halbuki ne kadar farklılardır bundan oldukça eminim. Uyuşturucu bağımlılığının tamamen maddi olmasının aksine aşık olmak maddiyatla en ufak bir bağa sahip değildir. İnsanız biz! Sevmeli, sevilmeli, aşık olmalı ve hayatı daha anlamlı hale getirebilecek olan değer verme duygusunu tatmalıyız. Kuşkusuz, bağlanmalıyız insanlara ama şairin dediği gibi, yani körü körüne değil. Bizim daha iyi bir insan olmamızı sağlayıp hiç de uzun olmayan dünya serüvenimizi keyifli ve çok daha anlamlı hale getiren bağlanmak, sevmek ve aşkı yaşamaktır. Tam da bu sebepten ötürü, bağlanmayı zayıflık olarak gören ve umursamazlığın kendisi için bir avantaj olduğunu düşünen insanların yaşamaktan alınabilecek sahih lezzeti alamadığını, bununla beraber yaşamanın esas anlamını idrak edemediğini düşünüyorum. Böyle insanlara bu kadar nefret dolu olmam zannımca kişisel özelliklerimin ve tecrübelerimin ortak bir ürünü. Kurduğum arkadaşlık ilişkilerinde genelde fazla değer veren, hep daha çok umursayan taraf olmanın ve bunun karşılığını –evet, tamam, sevgide karşılık beklenmese iyidir ama kimsenin de yıpranmaması gerekir – görememenin bu kötü düşünmeye büyük bir etkisi olduğu apaçık ortada. Belki ben bağlanmanın bir adım ötesine gidip körü körüne bağlanıyorumdur bu da bir düşünce ama ne olursa olsun umursamaz insan olmaktansa böyle olmak daha iyi diyorum. İnsan, içinde yalnızca kötülük barındırmaz ve ben inanıyorum ki her insan, içinde bir yerde kendisini iyi bir insana dönüştürebilecek aktif edilmeyi bekleyen bir parçaya sahiptir. Bu sebepten insan değer verilmeyi hakkeden bir varlıktır benim gözümde. Kimsenin başkasına verdiği değer, beslediği sevgi boşuna değildir, olmaz ve hatta olamaz. Sonsuz süreyle yaşanmayacak olan bu dünyada, biz insanların elde edebileceği en büyük mutluluğun ve ulaşabileceği en derin anlamın aşk sayesinde olmasından dolayı bağlanmayı güçsüzlük değil bilakis büyük bir erdem olarak görmeliyiz. Basite indirgemeyip, bütün detayıyla ve derinliğiyle tutunmalıyız bu bağımlılıklara. Dün gittiğim bir programda insanların hayatlarındaki neşeyi sanatlarında ya da yaşamlarında ‘kıvrımlarla’ ifade ettiği belirtilmişti. Mesela bir şiir ne kadar duygulu ve derin manalıysa o kadar kıvrımlıdır. Bence bağlanmak da hayatımızdaki bir kıvrım ve bu kıvrım görüp görebileceğimiz en büyük neşeye müsebbip oluyor. Bağımlılığın olduğu yerde değer, değerin olduğu yerde sevgi, sevginin olduğu yerde neşe ve nihayet neşenin olduğu yerde kıvrımlar varsa kim ne derse desin, bize bu dümdüz ve doldurulması gereken hayatlarımızı kıvrımlandırmak düşer. Kaynakça Günday, Hakan. Kinyas ve Kayra. İstanbul: Doğan Yapımcılık ve Yayıncılık, 2014. Cemre Polat Viyana benim ilk yurtdışı deneyimim oldu. Koca şehir bana aslında başkent hayatının, şehir hayatının nasıl olmasını gerektiğini gösterdi diyebilirim. Tüm gün çalıştıktan sonra şehrin ortasına kurulan koca meydandaki operayı dinleyebilmek ya da ulaşım sıkıntısı çekmeden eve zaman sınırlamasından dolayı değil de senin için uygun zaman ne zamansa o zaman dönebilmek küçük şeyler gibi görünse de aslında şehir de yaşamayı daha kolay ve eğlenceli hâle getirebilecek önemli unsurlardır. Özellikle de Ankara’nın sıkıcı okul-ev arasındaki sıkıcı şehir hayatından bıkmış biri olarak Viyana’da 5 gün bile bulunmak ufkumu genişletti diyebilirim. Aslında Viyana’daki tüm sistem insanların hayatını kolaylaştırmak ve insanları kendi günlük sıkıntılarından uzaklaştırmak için kurulmuş. En çok ilgimi çeken ve şaşırtan şeylerden biri de meydana kurulmuş bir alandı. Bu alan insanlara sörf yapabilmelerini imkânını sunuyordu. Dalga yapan bir makine, sörf tahtaları, müzik ve insanların sörf yapanları izleyebileceği bir kısım bile vardı. Bu beni belki de şu yüzden çok şaşırtmıştı Ankara’da daha şehrin en basit ihtiyaçları tam olarak karşılanmazken Viyana’da en küçük detayın bile düşünülmesiydi. Evet, belki de sörf yapmak olmazsa olmaz dedirten bir etkinlik değildi ama bunun yapılmış olduğunu gördüğüm zaman o klasik ‘Vay be! Adamlar yapıyor oğlum Avrupa tabi’ lafını içimden söylemedim de değil. Burada niye Kızılay meydanında sörf yapamıyoruz ki diye söylenmem saçma olur ama başkente yakışacak etkinlikler de görmek isterdim açıkcası.5 günlük sanat ve tarih cennetinden Ankara’ya tekrar dönünce içinde bir burukluk oluyor. Aslında bu keşke Viyana’da doğsaydım orda büyüseydim gibi bir düşünceden dolayı değil küçük çocuklar gibi özenmek belki de Ankara’da neden opera yok ki gibisinden bir çeşit burukluk. Neden böyle şeyleri görmek için biz gidiyoruz da onlar bizim fazlaca yeterli sayıdaki alışveriş merkezlerimizi görmeyi değersiz buluyorlar düşüncesi bir nevi. Sebebi de ortada ama kendine yakıştıramıyorsun. Viyana’nın bir diğer beni şaşırtan unsuru da mükemmele yakın ulaşım ağıydı.6 farklı metro hattı, dakikası dakikasına otobüslerin saatlerini yazan çizelgeler ve buna tamamen uyan otobüsler... Ankara’daki onca trafiğin, asla gelmeyen metroların ve tamamlanamayan metro hatlarının içinde bu oturmuş ulaşım sistemi sanki daha şehir kurulmadan önce yapılmış gibi geliyor. Viyana’da şehrin bir ucundan bir ucuna 1 saate yakın bir zamanda varabilirken Ankara’da trafikte Ankara’nın en merkezi noktasına bile 1 saate anca iniyorum. Ankara’da bir yerden bir yere gitmeye çalışırken harcadığım enerji, boşa giden zaman benim üstümde olumsuz bir etki bırakıyor. Mesela gün boyunca trafikten dolayı baş ağrısıyla dolanabiliyorum. Tam tersine Viyana’da bir yere ulaşmak için bir yerden bir yere koşmak, yetişmeye çalışmak zorunda değildim toplu taşımanın ne zaman geleceğini, nereye nasıl gitmem gerektiğini bilerek zamanımdan tasarruf ederek stressiz yolculuğumu geçiriyordum. Viyana’daki bu rahat yolculuk sayesinde gezmeye, yeni şeyler keşfetmeye daha çok zamanım kalıyordu. Aslında yolculuktan kazandığım sadece zaman değildi. Kültürüme yeni şeyler katmamı hızlandıran ve kolaylaştıran bir etkendi. Söylemek istediğim o ki şehirde yaşamayı eğlenceli hale getiren ya da basitleştiren şeyler insanın yaşam standartlarını arttıran, yaşamayı güzelleştiren etkenlerdir. Bunların önemli etkisini yurtdışına gitmeden tam anlamıyla hissedememiştim yakınmalarım sadece sözlerde kalmıştı ama olması gerektiği gibisini gördüğüm zaman gerçekten işin ciddiyetini ve önemini daha iyi algılamış oluyorum çünkü iki yerde de yaşayıp nasıl hissettirdiğini anlayabiliyorum. Şehircilik anlayışının bireye ve topluma nasıl ciddi etkileri olduğunu görmüş oldum. Serdar KÖSE Harry ile Birlikte Bü yü mek 90’lı yılların sonuna yetişebilmiş olsam da, o yılların tadını alabilmiş son şanslı nesilden sayıyorum kendimi. Sokakta oynamış, akşam ezanında eve yetişmeye çalışmış, gün boyu bisikletten inmeyen ve hatta yola taş koyarak kale yapıp orada futbol oynamış bir çocuktum ben. Üstelik o neslin bir üyesi olmanın sunduğu tek ayrıcalık bu yaşantıyla sınırlı kalmadı. Ben Harry Potter ile büyümüş bir neslin de üyesiyim. Her insanı geçmişine, çocukluğuna götüren bir şeyler kesinlikle olur. Hani gördüğünüz bir kayısı, bir erik ağacının size; küçükken mahallede başkalarını ağaçlarından izinsiz meyve alışlarınızı, ağaçlara tırmanmanızı, ağaçtan düşmelerinizi hatırlatması gibi. Ya da bir kuruyemişçiye girdiğinizde aklınıza mahallenizin çay bardağı hesabıyla çekirdek satan bakkalını, o bakkalın önünde asılı duran kocaman filenin içindeki rengârenk plastik topları, mahalledeki bütün çocuklarla birlikte sadece tek top almaya gidip de bakkal amcanın kafasının etini yemenizi hatırlarsınız ya hani ( topları da asla kolay kolay da beğenmezdik yamuk bu toplar diye). İşte benim için Harry Potter da onlara benzer bir etki yapıyor. Kitaplarını tekrar okuduğumda ya da filmlerini tekrar izlediğimde sanki şu anki benim değil de o 10-12 yaşındaki Serdar’ın hisleri düşünceleri hayal dünyası çıkıyor ortaya. Bir anda kendimi imkânsızlıklardan kurtulmuş ve özgür hissediyorum. Hayal dünyamın kapanmış bütün kapılarını açmaya zorluyorum. İlkokulun daha başlarındaydım Harry Potter’la ilk tanıştığımda. Hani o hayal dünyamızın rengârenk olduğu, bizim için imkânsız diye bir şeyin olmadığı yaşlarda. Sanırım bu yüzden hiç yadırgamamıştım o dünyayı. Hatta o dünyanın gerçek olduğuna bir gün bana da büyücülük okulundan bir kabul mektubu gelebileceğine inanmıştım. Hele süpürgeyle uçmak sanırım en çok istediğim şeydi. Hatta denemedim desem yalan söylemiş olurum, inanmıştım da uçabileceğime üstelik. Sonra biraz daha büyüdüm. Her çocuk gibi okumayı sevmiyor olmama rağmen, okuduğum ilk roman oldu Harry Potter ve Felsefe Taşı. Sonra serinin her kitabını okudum teker teker. Hatta çoğunu birkaç kere okumuş olabilirim. Ben büyüdükçe Harry ve romandaki diğer karakterler de benimle büyüyordu. Kendimi o kitaplarla, o kitaplarda yaşananlarla bu yüzden bu kadar bağdaştırmıştım sanırım. Sanki yaşanan olaylar başka bir dünyada değil de, benim öğrencisi olduğum okulda arkadaşlarımın başından geçiyordu. Büyülerin isimlerini, nasıl yapıldıklarını resmen ezbere biliyordum. Voldemort’a karşı en az romandaki karakterler kadar nefret duyuyordum ya da Dumbledore’u en az onlar kadar seviyordum ve güveniyordum. Bir yandan da kıskanıyordum o karakterleri benim hiç sahip olmadığım kadar güzel arkadaşlıklara sahip oldukları için. Son kitaba geldiğimde ise içimde bir yandan merak vardı neler olacağına dair, bir diğer yanda da biteceği için bir hüzün. İçimden hem hızlıca okumak geliyordu merakımdan, hem de bitmesin diye yavaş yavaş okumak. Tabii ki dayanamayıp bir çırpıda bitirdim kitabı. Ne mi oldu? İçimde bir yer bomboş kaldı. Son sayfayı bitirip de kapattıktan sonra hiçbir şey hissedemedim. Tek düşündüğüm bitmiş olduğuydu. Zaten yaklaşık bir 15 dakika farkına varmadan sadece bittiğini düşünmüştüm. Sanki sevgilimden ayrılmış da ne yapacağımı bilmiyor gibi ya da yakın bir arkadaşımla farklı şehirlerde üniversite kazanıp da kendini yalnız hissetmek gibi. Harry Potter ben büyürken yol arkadaşı oldu bana. Hayal dünyamın hâlâ bu kadar açık kalmasında muhtemelen onunla büyümüş olmamın da payı var. Hâlâ ne zaman bunalmış hissetsem büyümüş olmaktan, ciddi şeylerle uğraşmaktan işte o zaman sarılırım yine Harry Potter’a. Tokman 1 Caner TOKMAN 21300684 TURK-102 Section 15 Esra Fındık 09.03.2015 Rekabetin Sonuçları İki yarış arabası pilotunun kariyerlerinin başlangıcından, kariyerlerinin zirvesine çıkıncaya kadar birbirleriyle yaşadıkları rekabeti konu alan bu film bize çok önemli bir ders veriyor. Bunu da filmin sonunda karşılaşan iki pilotun konuşması sırasında geçen şu sözler bir rekabete neden ihtiyacımız olduğunu açıklıyor. “Bir adam akıllı bir düşmandan, aptal dostlarından öğrendiğinden daha fazlasını öğrenir.” Aslında söz kendisini açıklıyor. Bir insanın rakiplerinin zeki olması o insanın rakiplerini geçmek için kendini geliştirmesine sebep olacaktır. Gayet doğru bir söz fakat günümüzde bu durum sadece insanlar için değil birçok kurum ve kuruluş için de geçerli. Bu durum çok küçük görünse de aslında insanlığı daha ileriye taşıyan tek güçtür. Çünkü dünyadaki tek rakibimiz yine kendimiziz. Tarihe baktığımızda da bunu görmek çok kolaydır. En büyük buluşlar, en büyük keşifler her zaman rekabet olan bir ortamda gerçekleşmiştir. Günümüzden basit bir örnek vermek gerekirse cep telefonlarının gelişimine baktığımızda çeşitli telefon şirketlerinin yeni ve daha iyi telefon geliştirmelerinin tek sebebi eğer yapmazlarsa rakip şirketlerin yapacağı ve onları pazarın dışına atacağındandır. Günümüze kadar ki sürece baktığımızda telefon şirketlerinin pazar paylarının çok fazla değiştiğini görebiliriz. Tokman 2 Sadece rakiplerinden iyi olmak istedikleri için tüm bunları gerçekleştirebilmişlerdir. Bu durum hayatımızın her anında vardır. Sırf rakip olarak gördüğümüz kişiden daha iyi olabilmek adına ders çalışırız bazen. Bu da bizim daha iyi olmamıza sebep olur. Bu yönden bakıldığında bu rekabetin insanlık için gerçekten yararlı olduğunu görebiliriz. Bir de diğer tarafı vardır bu durumun. O da bu rekabette tarafların ne kadar ileriye gidebilecekleridir. Eğer rakiplerini yenmek için sadece daha iyi olmaya çalışırlarsa bundan tüm insanlık fayda görecektir. Peki, ya daha iyi olmak için değil de rakiplerinin daha kötü olması için çabalarlarsa sonuç ne olur? Tabii ki bir felaket olur. Çünkü kendisi ilerleyebilmek için çaba harcamamıştır. Hem kendine hem insanlığa zararlı olurken diğer yandan da rakibinin de çalışarak daha iyi şeyler yapmasına engel olacaktır. Bize ilkokulda hocamız sormuştu: “Size farklı uzunlukta çubuklar vereceğim ve çubuğu en uzun olana bir hediye vereceğim.” demişti. Tabii ki hepimiz hediyeyi almak için en kolay yolu seçmiştik. İlk yol en uzun çubuğu arkadaşımızdan zorla almaktı ama öğretmenimiz buna engel olmuştu ve “Kime hangi çubuğu verdiysem o onundur.” demişti. Sonra da bu çubukların birbirine bağlanabileceğini söylemişti. Hepimiz hediye için can atarken sadece en uzun çubuğa sahip olan arkadaşımızı kıskanmıştık. Sonra birisi o çubuğu onun elinden alarak kırdı ve böylece en uzun çubuk onda değildi artık onda değildi. Daha sonra ardı arkası kesilmedi ve herkes birbirinin çubuğunu kırdı. Sonuçta hepimizin elinde artık birleşmesi imkânsız çubuklar vardı sadece. Öğretmenimiz bize bir konuşma yaptı sonrasında ve bize büyük bir ders vermişti fakat ilkokuldaki çocukların dahi akıllarına ilk gelenin rakibini ortadan kaldırarak kazanacağı düşüncesi olması ne kadar korkunç bir durum. Bir de kazanamaması hâlinde elindeki tüm parayı kaybedebilecek insanların bu durumda neler yapabileceğini düşünün. Her şeyinden vazgeçebilir ve geçekten etrafındaki insanlara zarar vermeye başlar ama en önemlisi kendisine zarar vermeye başlar. Bunu bir de ülke bazında Tokman 3 düşünelim. Neden ülkeler birbirlerine karşı savaş açmışlardır? Ya da şu an her ülkede milyonlarca dolar askeri harcama yapılmakta. Bunların tek bir sebebi var: O da ülkelerin rakiplerinden daha güçlü olmak istemesi. Bu durum her ne olursa olsun insanlık için yararlı olamamaktadır. Keşke tüm insanlar sadece daha iyi olmak için çabalasa diğerlerini kendinden kötü göstermek için değil. Tokman 4 Kaynakça Rush. 2013. Film. EŞYALARIN EVRELERİ Kaynak: http://theretroguru-blog.tumblr.com/page/2 Yaşamakta olduğumuz hayatta her şeyin bir başı ve sonu vardır. Aynı şekilde hayatımızda almış olduğumuz bütün eşyalarımızın bir başlangıcı ve sonu vardır. Buradan yola çıkarak ben de hayatımda var olan eşyalarımı insanın yaş evrelerine benzetirim. Muhtemelen çoğumuz yeni almış olduğumuz şeylere ( kıyafet, kitap, bardak, çanta vs.) daha fazla özen gösteririz. Örneğin çok beğenerek almış olduğum bir elbiseyi aldığım zaman ona bakmaya doyamam. Giydiğim gün ise aman üstüne bir şeyler dökülmesin aman otururken kalkarken buruşmasın, diye üstüne titreyip dururum. Mesela bir gün hiç unutmam, küçükken annemlerin bana almış olduğu yeni okul çantamla uyumuştum. Uykuya dalmadan önce ne kadar güzel bir okul çantasına sahip olduğumu düşünüp durmuştum ve o gece mutluluktan birkaç kere kalkıp çantamı incelemiştim. Ertesi gün okula gittiğimde üstüne bir şey dökülmesin diye, çok dikkatli davranmıştım ve hatta okul çantamı yere koymaya bile kıyamamıştım. Bu dönemi insanın yaş evresiyle bağdaştırmaya çalıştığımda bebeklik ve çocukluk zamanına denk gelir. Bizler bebeklere veya çocuklara bakarken onlara dikkatle ve özenle davranırız. Onları her şeyden korumaya çalışırız ve bakmaya doyamayız o pırıltılarına. Hep gözümüzün önünde olmalarını ve bir an bile olsa yanımızdan ayrılmamalarını isteriz. Aynı şekilde yeni aldığımız bir eşyamızın da bebeklik ve çocukluk dönemi böyle geçer. Onu hep kullanmak ya da giymek isteriz, hep bizimle olmasını isteriz. Eşyamızın orta yaş evresine gelince ise artık ilk zamanlarda olan dikkatimiz biraz daha azalır ve eskisi kadar kullanmayız ya da giymeyiz. O eski hevesimiz de zamanla azalır. Örneğin artık o gömleği hep giymek istemeyiz ama bir kenara da koymayız. Aynı zamanda o gömlek orta yaş evresine girdiğinde bir nevi kurtarıcı kıyafetimiz de olur. Zamanında çok giydiğimiz için artık ne ile giyebileceğimizi biliyoruz ve bu da acil durumlarda bizi kıyafet seçiminden kurtarır. İnsanlarda orta yaş evrelerine geldikleri zaman artık kafalarındaki çoğu şey yerine oturmuştur ve ne istediklerini bilirler. Kafalarına göre iş yapmamaya çalışırlar ve neyin nasıl olacağını az çok kestirebilirler. Aynı zamanda çoğu şey daha oturaklıdır hayatlarında. Aynı şekilde kıyafetlerimiz ya da eşyalarımız orta yaşa gelince bizler de onları nerede ve nasıl kullanmamız gerektiğini bildiğimiz için bir soru işareti de kalmaz aklımızda. Eşyalarımızın da son evresi yaşlılık dönemidir. Yaşlılık döneminde eşyalarımızı anılarıyla anmaya başlarız. O giydiğimiz ya da kullandığımız eşyayı sadece bir eşya olarak nitelendirmeyiz. Yaşlılık döneminde ise eşyamızın önemi çoksa onu sanki yeni almışçasına korumaya çalışırız ama aynı zamanda korumaya çalıştıkça yenileriyle yer değiştirmek zorunda kalırız. Aynı şekilde insanlar yaşlanınca gençler ve orta yaştaki insanlar yaşlılarla sanki bir çocukla ilgilenir gibi ilgilenirler; üstüne titrerler ve çok değerli olurlar bizler için. Fakat bir taraftansa bizler de yaşlandığımızda yaşamın acı bir gerçeği olan ölümle yüzleşiriz ve aynı zamanda bu durum yeni neslin gelmesine neden olur. Bizim de aldığımız ya da giydiğimiz eşyalar zamanla eskir ve eski eşyaların yerini yeni eşyalar almak durumunda kalır (aynı insan hayatında ölümlerin ve doğumların olduğu gibi). Son olarak bütün sahip olduğumuz eşyalar da bir gün bizim bu dünyadan ayrılacak olmamız gibi dolaplarımızdan, sofralarımızdan, evimizden, yatağımızdan ve mutfağımızdan ayrılacaktır. Bu yüzden her şeyin başı ve sonu olan bir yerde hayatın tadını çıkarabildiğimiz kadar çıkarmalıyız ve anın tadına doyasıya varmayı öğrenmeliyiz. Ayşegül TÜRKOĞLU 21401593 Uğur Özgümüştaş 21100340 Güzel Sanatlar Şiir Sokakta Geçenlerde Robert Montgomery'nin sergisine gittim. Montgomery 1972 doğumlu, İskoç asıllı bir Birleşik Krallık vatandaşı ve Londra'da yaşamakta. Sokaktaki Harfler isimli sergisi aynı zamanda Türkiye'de ilk kez İstanbul 74'te ve ardından Ankara Cer Modern'de sergilendi. Ankara'daki sergi hâlâ devam etmekte. Ben iki galerideki sergiyi de gezme fırsatını yakaladım. İstanbul ve Ankara'daki sergiler aynı eserleri içerseler de mekânlar birbirlerinden çok bağımsız oldukları için etkileri farklıydı ve zorunlu olarak kurulumu mekânlarla da bağdaştırarak inceledim. Montgomery'nin sergisinden önce bir plastik sanatlar öğrencisi olmamdan dolayı atölye hocam Agnieszka Srokosz ile bir projeye başladık. Resim dalında çalışan Srokosz hocam benden bir dönem boyunca yazıyla çalışmamı istedi. Sanat öğrencisi olmaya hazırlandığım dönemde resimde kesinlikle yazı olmayacağını öğrenmiş olsam da bu yeni proje oldukça ilgimi çekti ve araştırmam için verdiği isimler arasında Montgomery ve Holtzer gibi sanatçılar da vardı. Türkiye'den bütünüyle yazıyla çalışan sanatçı örneklerimiz bildiğim kadarıyla yok. Grafik tasarımdan çok ayrı duran yazıyı kendi başına bir sanat eseri olarak kullanmak durumu, plastik sanatlar alanında çalışan sanatçılar arasında yakın bir zamanda daha da yaygın olacağa benziyor çünkü bildiğimiz gibi twitter ve benzeri sosyal medya araçları son yıllarda bir patlama yaptı ve insanların bir şekilde kendilerini eşit bir platformda ifade etme özgürlüklerini elde ettiler. Atölyede yazı çalıştığım dönemde kendi deneyimlerimle söyleyebilirim ki aslında yazıyı yüksek bir mesaj kaygısıyla sergileyebiliyor olmak oldukça cesur bir tavır ve o mesajı uygun bir görsel dille (görsel sanatların da aynı edebiyat gibi okunabilir bir dili var) aktarabilmek biraz zor. Dönem sonlarında projelerimizin alt metin çalışmalarını paylaştığımız bir nevi final sergilerinde hocaların özellikle yazılı çalışmalara çok fazla takılıp beni ter içinde bıraktıklarını hatırlıyorum. Sanatçı bire bir verdiği röportajlarda aslında sadece ışıklı reklam tabelaları görünümünde çalışmadığını, birbirinden çok farklı işler yaptığını, zaman zaman fotoğraf çektiğini, resim yaptığını ve bazen de yontarak heykel yaptığını belirtmiş. Sokaktaki Harfler'de genel olarak bir panelin üzerine döşenmiş ampullerle çeşitli dizeler gösteriliyor. Bazı eserler de sanatçıyı araştırdığımızda pek karşımıza çıkmayan ahşap oyma işleri. Sanatçı aslında reklam panoları görünümündeki eserleriyle ünlü oldu. Hatta öyle ki sokaktaki reklam panolarına (billboard) siyah zemin üzerine beyaz harflerle yazdığı şiirleri var. Sokak sanatı deyince herkesin aklına ilk olarak graffiti gelse de sanatçı yazılarını daha temiz duran yazı tiplerini kullanarak ve renklerini de sadeleştirerek sokak sanatına başka bir boyut kazandırmış. Türkiye'deki sergilerde bu tarz işlere yakın olan ama bunlardan da farklı olanları görebiliyoruz. İstanbul 74 Galeri, yapısı itibariyle oldukça yüksek tavanlı ve içerisinde oymalı çerçeveleri, klasik kapı kirişlerini barındıran bir bina. Montgomery'nin eserlerindeki yazı tipleri oldukça karışık. Temiz ve modern durmalarının yanında yazı tiplerini kendi çizen Montgomery, orta çağ sanatçılarından tutun da metal müzik albümlerindeki yazı karakterlerine kadar geniş bir çerçevede çalıştığını söylüyor. Bu yazıları genel olarak bir modern sanat galerisinde görmeyi hayal ediyorsunuz. Duvarları dümdüz beyaz olan sanat galerilerinden bahsediyorum. Klasik olandan iz olmayan bir yapıdan ya da kestirme olarak İngiltere'deki Beyaz Küp'ten... (Bütün çağdaş sanat galerileri hemen hemen aynı yapıyı kullanıyorlar.) İstanbul 74 Galeri tam olarak bu anlattıklarımın tam tersi bir görüntüde. İçeri girdiğimde bu galeride tamamen çağdaş sanat estetiğinin aksine klasik eserler görmem gerektiği hissi canlandı. Belki benim gibi düşünmeyenler de olabilir. Bazen mekânların sanat eserleriyle olan tezat durumu da insanları cezbedebiliyor lakin Ankara Cer Modern Sanatlar Merkezi'ndeki sergi tam anlamıyla istediğim gibiydi. Cer Modern'in mimarisi de çok ilginç. Türkiye ile yaşıt bir tren bakım ve onarım binasını yıllar sonra restore ederek modernleştirdiler ve ortaya çok anlamlı bir yapı çıktı. Zemin ve tavan arasında oldukça büyük bir fark var. Tavanda oldukça sert bir üçgenden oluşan ahşap ve metal karışımı eski çatı dururken, duvarlar dış cephedeki orijinal taş örmeden bağımsız olarak dümdüz ve bembeyazlar ki bu tam da çağdaş sanatın sergilenmesine ihtiyaç duyduğu düz zemin. “Bütün isimler, reklam panolarından ve tiyatrolardan ve iskelelerden ve dergilerden ve anıtlardan silinecek” Mekânların farklılıklarını geçecek olursam sanatçının işlerini kesin olarak sokak sanatı diye adlandıramasam da çağdaş sanatın şiirsel tarafını sokak sanatıyla birleştirmeye çalışmış olduğunu söyleyebilirim. Söylemek istediğim şey panoların göz alıcılığı tam olarak verdikleri mesajlar olmasa da belki de sadece ışıkların sönüp yanmalarıydı çünkü sokak sanatçılarının genel anlamda nezih bir ortamda sergilenme gibi bir kaygıları yoktur. Sanatçı her ne kadar röportajlarında ünlü sokak sanatçısı Banksy’den onu ne kadar sevdiği hakkında bahsetse ve onunla aynı tarafta olduğunu belirtse de bir izleyici olarak Montgomery’nin işlerinin Banksy’ninkilerle uzaktan bile ilgileri olmadığını söyleyebilirim. “Ne zaman güneşin bir binanın penceresinden yansıdığını görürseniz, o bir melektir.” Sanatçı şiirlerin gücünün son dönemdeki sosyal medya kullanım artışının ve insanların aslında şiiri ne kadar sevmelerinden kaynaklı olduğundan da bahsediyor ve esin kaynağının büyük bir kısmının da İstanbul’dan aldığını söylüyor. Gezi hareketinden de beslenen sanatçı, ilerleyen zamanda kurulmak üzere şehre dev bir pano tasarladığını belirtmiş. Ben kişisel olarak görsel sanatın dilin kısıtlayıcı özelliğine sıkışmaması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyat kitaplarda güzel ve farklı dillerde yazılan şeyler uzman çevirmenlerce hazırlanmalı. Sanatçı her ne kadar şiirlerini parlatıp göz alıcı bir şekilde sokağa taşıdığını söylese de, bence bir şekilde reklam panosu özellikleriyle sergilenmeye devam ediyorlar ve bu sanki bir şekilde sadece sanatçının bir reklamı. Her şeye rağmen sergi görülmeye değer. Yazılar ve ışıklar seyircinin içini açıyor. İçimizdeki Ses : Sevda Sözleri Cemal Süreyya’nın yazdığı en etkileyici şiir kitabıydı belki de Sevda Sözleri. Uzun zaman sonra bir kitabı okurken bu kitabı ben mi yazdım sorusunu çok kez aklıma getirdim. Dizelerdeki ahenk, uyum o kadar mükemmeldi ki bir solukta okuyup bitirdim ve bana zamanın nasıl hızlı geçtiğini hissettirmedi bile. Aşk, insanoğlunun hissettiği en güzel ama bir o kadar acı duygulardan biridir. Çoğu zaman seni, sen olmaktan çıkarır. Başka bir insana dönüştürür. Belki de olması gerektiği hale getirir . Ama şunu söyleyebilirim aşk, insanoğlunun hissettiği en yoğun duygudur. Cemal Süreyya’nın söylediği gibi ‘‘Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık sevdada boğulur.’’ Cemal Süreyya da aşkı o kadar güzel anlatıp dizelerine öyle güzel işlemiş ki sanki okuyucularının hayatlarından alıp, dizelerine yerleşmiştir. ‘Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır’ sözü belki de benim için söylenmişti. Hayatta yılların eskitemediği her şey değerlidir. Özellikle de aşk için bu durum çok doğru. Yılların eskitemediği aşklar, değer verdiğimiz kişiler bizim en değerlimiz olmuştur. Benim için de böyle birisi vardı, yılların unutturamadığı. Üstünden çok zaman geçmesine rağmen hala aklımda, kalbimde en derinlerde olan birisi. Belki de eskisi gibi sevmiyordum ama her zaman yeri en özeldir benim için . Ve gerçekten Cemal Süreyya’nın söylediği gibi ‘Aşk eskidikçe aşktır.’. Aşk üzerine yazılan şiir kitapları çoğu zaman ayrılıklardan sonra insanlara anlamlı gelir. En azından benim için öyle oldu. ‘Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz’ dizesi ben en derinden etkileyen dize oldu. Bir insan düşünün , sizin her şeyiniz olur ve bir anda hayatınızdan ayrılır. Onunla geçirdiğiniz vakitler, paylaştıklarınız, yaşadıklarınız geriye sadece hoş birer anı olarak kalır. Aynı zamanda ayrılık, yaşadığımız güzel şeylerin bir daha tekrarlanamayacağı anlamına da gelir. Beni, en çok üzen, yıpratan şey budur. Geçmişin geçmişte kalması ve bir daha yaşanamayacak olması ve yaşanabilecek güzel şeylerin sadece hayallerde kalması.Ayrılıklardan sonra, hele yıllar geçtikten sonra insan, sevdiği için geri gelse bile, eskide kalmıştır ve bir ilişki olmaz der. Sevdiğinin yokluğuna alışmıştır insan aslında. Ve bir ilişki olmaz sözünü söyleyen insanın beynidir, mantığıdır yani bu sözü insanın kalbi söylemiştir. İnsan duygusal davranmayı bıraktığı anda mantığı olayları yönetir. Belki de doğru olanı insanın mantığı söyler, ama her zaman doğruyu yapmak doğru mudur sizce ? İnsan her zaman mantığına göre mi hareket etmelidir ? İçinden geleni yapmamak doğru mudur sizce ? Tabii ki hayır ! Çoğu zaman hatta her zaman bize yanlış gelen şeyleri yapmamamız gerekir . Ancak konu aşk olunca bütün dengeler bozulur, mantık kaybolur. Ve Cemal Süreyya’nın söylediği gibi ‘Sonra gülüşün geldi aklıma ve içimden dedim ki; ‘’yine gelsen yine severim seni .’’.’ Ayrılıklardan sonra asla eskisi gibi olamayacağını düşünür. Evet bu doğrudur aslında eskisi gibi iyi olmayacaktır her şey. Ancak şunu unuturuz belki eskiye göre daha iyi olabileceğimiz gerçeği. Geçmiş güzel anıları barındırır ve bunları asla da unutamayız. Ancak hayat tüm hızıyla devam etmektedir. Geçmişe takılarak yaşayamayız çünkü önümüzde çok uzun ve güzel olacak bir gelecek bizi beklemektedir. Evet asla eskisi gibi mutlu olamayız ancak daha mutlu olabiliriz. Birini, eskiye göre daha çok sevebiliriz ona daha çok güvenebiliriz ve daha mutlu olabiliriz. Bu durum belki de eski ve güzel anıları tamamen unutup onların anısına saygısızlık yapacağımız anlamına geldiği için çoğu zaman yapmak istemeyiz. Halbuki bu durum sanılanın aksine geçmişe saygısızlık değildir. Geçmiş geçmişte kalmıştır hoş anılarıyla birlikte. Ve önümüzde uzun ve güzel bir gelecek vardır ve bunun peşinden koşmalıyız. Çünkü ilkler unutulmaz, ancak en sonuncu olanla yaşlanılır. Ömer Çağrı Angın Kutay Ulusoy 21201071 TURK 101/39 Django’nun İntikamı Güzel filmler bende yazı yazma isteği uyandırırlar. Zincirsiz (Django Unchained) de bende bu isteği uyandırdı... Zaten Quentin Tarantino filmlerini her zaman beğenmişimdir ve bu genç yönetmene her zaman hayranlık duymuşumdur. Bu filmden sonra bu hayranlığım daha da üst seviyeye çıktı. Belki bilirsiniz bu film Franco Nero’nun 1966 yapımı “Django” filminin yeniden uyarlama versiyonu. O filmi de izledim, gerçekten güzel bir film... Lakin, Quentin Tarantino tarafından yeniden çekilmiş bir film her zaman farklıdır... Quentin Tarantino’nun ilk izlediğim filmi tahmin de edebileceğiniz üzere Ucuz Roman (Pulp Fiction) isimli filmdi. Bu filmi izlemeyen yoktur herhalde... İzlemediyseniz de en uygun zamanınızda izlemenizi tavsiye ediyorum. Tarantino filmlerinin en önemli özelliği, her filmde yönetmene ait bir parçanın bulunması. Örnek vermek gerekirse; her filmde yeme-içme isteği uyandıracak bir sahne oluyor. Bu güzel bir şey mi bilemedim doğrusu... Ucuz Roman’da hamburger yeme sahnesi, Soysuzlar Çetesi isimli 2009 yapımı filmde özel Fransız tatlısı yeme sahnesi ve en son Zincirsiz’ de bira içme sahnesi... Tarantino fimleri kilo almak için ideal, hiç sağlıklı şeyler tüketilmiyor(!)... Soysuzlar Çetesi demişken biraz da bu filmden bahsetmek istiyorum. Tamamen farklı bir seneryo ve farklı bir atmosferde geçen, Naziler ve Amerikalı Yahudileri konu alan ve tamamen kurgu olan bu filmde en çok dikkatimi çeken oyuncuyu Hans Landa karakteriyle Cristopher Waltz oldu. Alman asıllı olan usta oyuncuyu ilk kez bu filmde tanıdık. İleri düzeyde Almanca, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca bilmek, bir oyuncu için çok önemli bir nitelik... Ve ona olan hayranlığımız Zincirsiz ile daha da üst seviyeye çıktı. Filmde herkesin hayran olduğu bir karakterdi. Gerek yaptığı etkili konuşma gerekse de zekâsı ile sorunların üstesinden çabukça gelen yapısıyla filmi tek başına sırtlıyor. Tabi, başrol oyuncumuz Jamie Fox, bir türlü Oscar’a kavuşamayan usta oyuncu, Calvin Candie karakteriyle bana göre en başarılı performansını sergilemiş Leonardo Di Caprio ve siyahi olmasına rağmen köleliği destekleyen bir karakter ile adetâ ders niteliğinde bir rol çıkaran Samuel L. Jackson da bu hayranlıkta önemli paya sahipler. Eklemek gerekir; Quentin Tarantino, tıpkı Ucuz Roman’da olduğu gibi filmde de kısa bir rol aldı. Biraz da filmden bahsedelim... Film, 1858 yılında yani Amerikan İç Savaşı’ndan 2 yıl öncesini konu alıyor. Django ve mükafat avcısı Dr. King Schultz’un yollarının kesişmesiyle başlıyor. Dr.King Schultz, Django ile eski sahiplerini bulma konusunda bir anlaşma yapıyor ve bu anlaşma sonunda Django’ya özgürlüğünü vereceği konusunda söz veriyor. Görev istendiği gibi tamamlanıyor ama Django da tıpkı Dr. King Schultz gibi bir mükafat avcısına dönüşüyor. Artık silah kullanmayı çok iyi bilen Django’nun tek bir hedefi vardır; Candyland’e gidip karısını kurtarmak. Irkçılığı ve köleliği bizleri üzerek anlatıyor Tarantino. Bir siyahi insanın ata binmesini şaşkınlıkla karşılayan beyazları görüyoruz... “Şu dinamitleri al, zenci kafesine koy.” gibi ırkçı sözler duyuyoruz… Zenci kafesi… Ne kadar kötü değil mi? İzlerken, özellikle de siyahilere karşı uygulanan şiddeti görünce gözlerim doldu. Ama bazı sahneler de “aşırı” şiddetli geldi bana... Özellikle de köpek sahnesi, pek hoş değildi... Ama Tarantino gerçekçi bir bakış açısına sahip… İşte burada intikam vurgusu öne çıkıyor… Eklemek gerekir, Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde Tarantino’ya bu film üzerinden yoğun eleştri geldi; gerekçe ise siyahları övüp, beyazları yermesiydi... Bunları söylemek tam bir saçmalık! Tarantino, o dönem nasıl ise öyle anlattı ama maalesef Amerika hiçbir zaman tarihiyle yüzleşmek istemedi... Tabi olmayan tarihiyle… Filmin atmosferine de vurgu yapmak istiyorum; kıyafetler, kasaba, genel ortam her şey harikaydı. Ama bana göre bunlardan çok, oyuncu seçimi de bu filmin bu kadar etkili olmasında önemli bir etken. Daha önce de bahsettiğim gibi bu kadar kaliteli kadronun böyle bir başyapıt ortay koyması ve bunun Tarantino önderliğinde olması gayet doğal… Tarantino’nun başarısı yarattığı karakterler ve oyuncu seçimlerinde saklı… Toparlamak gerekirse, film ile ilgili yazılabilecek çok daha fazla şey var. Ama her cümlede filmin o gizemini yok etmekten korkuyorum. İzlediğim en iyi on film arasında yerini aldığını net bir şekilde söyleyebilirim. 85. Oscar Törenlerinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Senaryo ödüllerini de aldığını ekleyelim… Son olarak söylemek istediğim şey şu ki; eğer daha önce Tarantino filmi izlediyseniz bu filmi kesinlikle izleyin, eğer izlemediyseniz de Ucuz Roman’dan başlayarak Tarantino’nun başyapıtlarını teker teker izleyin… Unutmayın “D” sessiz… Muhammed Salih Altun Yalnızlık, Toplum ve İnsan İnsanlarla ilgili ilk söylenebilecek şeylerden birisi sosyal birer varlık olmaları. Diğer insanlarla birlikte yaşıyoruz hepimiz. En eski insanlardan beri hep bir toplum yapısında yaşamışız. Bir aile kuruyoruz, yalnız kalmak istemiyoruz. Çeşitli topluluklar oluşturuyoruz kendi aramızda, buluşuyoruz, beraber seviniyoruz, beraber üzülüyoruz. Yalnızlık çoğu insan için ürkütücü bir kavram. Ben bile, yalnız kalmayı çok da fazla sorun etmeyen birisi olarak, çok fazla hoşlanmıyorum tek başıma olmaktan. Her an her şeyin olabileceği bir ortamda gibi hissediyorum. Sanırım yalnızlığın doğası insanı biraz korkutuyor, olanlar değil de olabilecekleri düşünmemize sebep oluyor. Ayrıca yalnız kaldığında insan anı yaşayamıyor, geçmişini, geleceğini düşünüyor, geçmişinde değiştirmek istedikleri aklına geliyor, geleceğinde yapması gerekenler ile ilgili endişeleniyor. Yani genel olarak yalnızlık çoğu insana kötü şeyler çağrıştırıyor. Uzay Yolcuları da bu konudan yola çıkmış, yıllarca sürecek yıldızlararası bir seyahatte olması gerekenden erken uyanan ve ömrünün geri kalanını orada geçirmek zorunda kalacağını fark eden bir adam ve yaptıklarını işliyor. Durum korkunç: Hayatınızın geri kalanını insanlarla etkileşmeyerek, uzayın derinliklerinde yolculuk yaparak, bu zamanda uyuyor olmanız gerekirken uyanık durumda yaşayacaksınız. Buradaki yalnızlık, düşünce sınırlarını zorluyor. Kendi başınıza yapabileceğiniz aktiviteler sınırlı. Ne kadar süre bu şartlarda yaşayabilirsiniz ki? Bu her insanı kısa sürede çıldırtabilecek bir deneyim olsa gerek. Yani bir gün, iki gün neyse diyebilirsiniz ama yıllar yanınızdan geçip giderken, hiçbir anınızı paylaşacak hiç kimsenizin olmaması korkuncun ötesinde bir durum. Yalnızlığı çok fazla umursamayan insanlar için bile. Ben de bu insanlardan birisiyim. Yalnızlığı seven bir insanım diyebilirim. Hiçbir zaman çok geniş bir arkadaş çevrem olmadı. Genellikle kendime odaklanırım, kendimi geliştirmeye çalışırım. Kendi kendime eğlenmeyi de öğrendim diyebilirim. Yemek masasında tek başına olmak çok da yabancı değil bana, özellikle üniversitede. Ama Uzay Yolcuları’nda gördüğüm seviyedeki yalnızlığı hiç yaşamadım, yaşayabileceğimi de sanmıyorum. Çünkü etrafınızda insanların sadece bulunması bile kendinizi iyi hissettiriyor. Konuşmasanız da, etkileşmeseniz de sonuçta insanların arasında bulunuyorsunuz ve onların varlığının sağladığı belli bir güvence var. İnsanların birlikte bulunduğu alanlara vahşi hayvanlar çok fazla bulaşmaz mesela. Bir afet yaşandığında insanlar birbirine yardımcı olur. Böyle şeylere alışkın olduğumuzdan bize fazla önemli değil gibi gelebilirler ama cidden önemliler. Hepimiz bir bütünün parçasıyız ve birbirimizin arkasını kolluyoruz bir anlamda. Ama böyle bir ortamda bile kendimiz için yaşama özelliğimiz hala devam ediyor tabii ki. Her insan toplumun bir parçası olsa da kendisi için yaşar aslında. Herkes kendisini öncelikli görür kararlarında, kendi mutluluğunu hep göz önüne alır. İşin güzel kısmı aslında kendisini düşünen parçalardan kolektif düşünen bir bütün oluşturulabilmesidir belki de. Bu biraz değerlendirenin yorumuna göre değişiyor tabii ki. Bazılarımız toplumun aslında hiç de çalışmadığını düşünebilir, düşünenler de var. Bazıları da toplumun ilkel insanın kurtuluşu olduğunu düşünebilir, insanların toplanması ve birlikte bir şeyler ortaya koyması onu diğer canlılardan ayıran şeydir diyebilirler. Farklı fikirler olsa da, şu an düzenin bu olduğu bir gerçek ve sonuçta yoğrularak, değişerek, adeta evrimleşerek buraya kadar geldi. Farklı işlerle uğraşan bir bütünün parçaları olmamız bence türümüzü oldukça geliştirdi. Örnek olarak eski zamandaki bilimcilere bakılabilir. O insanlar pek çok alanda aynı anda çalışıyordu ve alan içinde özelleşmiş bilgiler ancak sonraki dönemlerde, insanlar küçük gibi görünen alanlarda araştırmalar ve buluşlar yaparken ortaya çıktı ve şu andaki düzende de aynı anda matematikçi ve fizikçi olmak değil, matematik veya fiziğin bir alanında iyice özelleşip yeni şeyler ortaya çıkarabilmenin değeri büyüdü. Yani insanların oluşturduğu bir birliktelik olan bilim dünyası da onların kendileri için de çalışma özelliği ile gelişti. Bu da bilimsel gelişmede bence çığır açan gelişmelerden birisi, eski zamanlara göre. Sonuç olarak demeye çalıştığım şey sanırım kısaca şöyle ifade edilebilir: İnsanlar olarak yalnız yaşamayı sevmiyoruz, etrafımızda başkaları olmasını istiyoruz ve tür olarak gelişmemize en çok katkı sağlayan da bunu hala bireysel özelliklerimizi koruyarak yapmış olmamızdır bence. Nil Nalbantoğlu At Deniz’e Gitsin İyilik yap denize at demiş atalarımız. Neden böyle bir söz söyleme gereğini duymuşlardır hiç düşündünüz mü? Bu hayatta kötülük yapmak çok kolaydır. Bazen birinin yemeğini çalarak, bazen yapılması gereken bir aramayı yapmayarak veya bir zarar vererek kötülük yapılabilir. Türlü türlü örnekler verilebilir bu konu hakkında. Kötülük yapan kötü insan değildir elbette, bunu da unutmamak gerekiyor. Kolay diyorum, çünkü kötülük yapmak için bir takım kişisel özelliklerinizin bulunması gerekmez veya içinizden gelmek zorunda değildir o kötülük eylemi. Önemli olan o anda yapmış olmanızdır. İyilik yapmak ise zor şeydir. Emek ister, çaba ister, yürek ister… İster de ister yani. İyilik yapıyorsanız, siz iyi insansınızdır. En önemli fark da budur. Çünkü özünde iyilik barındırmayan, ruhunda şefkate haiz olmayan kimse iyilik yapamaz. İşte bu yüzden zordur iyilik yapmak. Birçok kişi iyilik yaparken çekinir, isteksiz olur hatta. Kötülükte ise o anda bir hışımla yaparsınız, geçer gider. Siz okurlarda yeterince ilgi uyandırabildiysem, şimdi bu konuyu daha derinden incelemenin vakti gelmiştir. İyilik yapmak zordur evet, ancak bazı iyilikler vardır ki karşı taraf onun altında ezilir. Elbet başınıza gelmiştir; bir arkadaşınızın yaptığı davranış karşısında çok mahcup olmuşsunuzdur. İşte o mahcupluk hissi, aslında yapılan iyiliğin altında ezilmenin hayata yansıma biçimidir. Yanlış anlaşılmasın, böyle bir ezilme hissini yaşamak asla değer yargılarına ters değildir. Hatta öyle güzeldir ki, hayatınızda size bunu yaşatacak kadar şefkatli ve iyiliksever bir insanın var olduğunu anlarsınız. Burada önemli olan bizlere bu tarz duygular yaşatacak insanların sayısının çok az olmasıdır. İşte o insanlardan birisi de bir zamanlar Türkiye tarihinin sayfalarında isminden sıkça bahsedilen Deniz Gezmiş’tir. Her ne kadar adı daha çok siyasi olaylar ile anılsa da, Can Dündar’ın kaleme aldığı Abim Deniz adlı eserde Deniz Gezmiş’in yaptığı iyilik dolu hareketlere tanık oluyoruz. Kitabı okumaya başladığım anda aklıma iyilik yapmanın aslında ne kadar yürek isteyen bir iş olduğu düşüncesi yerleşti. Bu yüzden diyorum ya kötülük yürek istemez, yapması kolaydır sonrası acı verir. İyilik ise öyle değildir. İyi bir insansanız, iyilik saçıyorsanız çevrenizdekilere, bu dünyadan göçtüğünüzde bile adınız sizin davranışlarınızla yaşamaya devam edecektir. Kitabın 61. sayfasında bahsedildiği gibi bir insanın ağzından “Ben, senin oğlunun sayesinde temize çıktım, hakkını ödeyemem” cümlesini duymak kadar gurur verici bir şey olamaz herhalde. İyilik yapması bu kadar zordur işte, Deniz gibi yüreği ile hocasını korumak pahasına kendini ortaya atanlar bunu başarabilir ancak. Çünkü yürekten, kalpten gelmiyorsa, asla gelmeyecektir o iyilik treni. “Yürek” unsuru üzerinde bu kadar durmuşken onun üzerine konuşmamak olmaz. Yürekli olmaktan kasıt sadece cesaret anlamında değil, bilgelik, şeref sahibi olmak ve en önemlisi de içinden gelerek yapmak anlamındadır. Hayatımızda binlerce insan var. Bu insanların kimisiyle amaçlarımız doğrultusunda yolumuz kesişmişken kimisiyle ise tesadüfler üzerine bir araya gelmişizdir. İşte amaçlarımızın kesiştiği yerde birçok kişi bu amaçların gerektirdiği, şekilde “iyilik” adı altında bir takım davranışlar gerçekleştirebilmektedirler. Ancak bunlar “yürekten” gelen iyilikler değillerdir. Çünkü sadece bir çıkar amacı güdülerek yapılmışlardır. Yani bizlere “hakkını ödeyemem” cümlesini kurdurtamazlar. Kötülük için bu ayrımları yapmamıza hiçbir zaman gerek yoktur. Nitekim kötülükler çıkarlar amacıyla yapılmaz. Ancak çıkarları zedelemek amacıyla yapılabilirler. Anlayacağınız üzere sahte kötülük yoksa bile, sahte iyilik mevcuttur hayatlarımızda. Deniz Gezmiş’i de diğerlerinden ayıran hiçbir çıkarı olmaksızın etrafındakilere iyilikler yapmasıdır. Yazımın başındaki sorumun cevabına gelirsek; kötülük yapması kolaydır, herkes bir anlığına kötü olabilir. Kalp kırabilir, karşınızdakileri incitebilirsiniz. İyilik yapması ise zordur. Yürek ister, gurur ister. Her şeyden önce insanın özünde iyilik ister. Yaptığınız ve yapacağınız tüm kötülükler hatırlanacaktır ve elbet bir gün size geri dönecektir. İyilikler ise her zaman size geri dönemeyebilir veya hatırlanmayabilir. Ancak ruhunuzun derinliklerinde kendinize kattığınız o engin mutluluk ve huzur ilelebet sizinle olacaktır. Bu yüzden iyilik yapsanız bile atın denize gitsin, hatırlanacağı varsa hatırlanır zaten. Kim bilir belki o denizden bir başka Deniz’in iyiliklerine yelken açar bir okyanus olur bir gün. Herkesin iyilik ve şefkat dolu olmasını umduğum bir dünyayı hayal ederek, iyilikle kalın… Kaynakça: Dündar, Can. Abim Deniz. İstanbul: Can Yayınları, 2015. Baskı. Paranın Hâkimiyeti Zenginlerin daha zengin olup fakirleri içinde bulundukları durumdan kurtarmaları mümkün müdür? Bana göre tabii ki de mümkün değildir. Çünkü bazı zenginler büyük ihtimalle paralarını durumu onlardan kötü olanlar için harcamaktansa kendilerine harcamayı tercih edeceklerdir. Bu söylediklerim kesinlikle herkes için geçerli değildir. Kısacası sözüm meclisten dışarı. Elbette ki bu söylediklerime uyanlar da var uymayanlar da. Belki de bahsettiğim bu durumun günümüze kadar büyüyerek gelmesi yani yardım etme hissinin giderek kaybolması ve zenginlerin daha zengin olmak istemesi. Bana göre sonumuzu kendi ellerimizle hazırlamaktan başka bir şey değildir. Gittikçe toplumsal eşitsizliği arttırıp insanlığımızı kaybetmemiz beni her geçen gün daha çok korkutuyor. Hatta kendimize hayat felsefesi olarak edindiğimiz bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözü bizi o kadar güzel tanımlıyor ki. Bütün bunların olması ve bizim bunları görmemezlikten gelmemizin en büyük nedeni bence aç gözlülüğümüzdür. Hep daha fazlasını hep daha iyisini ve yenisini istiyoruz. Sürekli tükettiğimiz hâlde bir türlü doymuyoruz. Mesela kendimde hoşuma gitmeyen bir özelliğim de budur. Sadece istiyorum ama istediklerim için en ufak bir çabam ve emeğim yok. E durum böyle olunca isteğim şeyi elde ettiğim anda aslında istediğimin o olmadığını fark ediyorum. Örneğin makyaj malzemesi almaya bayılırım. Hatta bazen ihtiyacım olmadığı hâlde bile kendimi makyaj ürünleri alırken buluyorum. Hâlbuki ona vereceğim parayla gidip başkasının ihtiyaçlarını gidersem ya da gidip bir iki paket kedi ve köpek maması alıp sokak hayvanlarına versem daha iyi olmaz mı? Benim gibi olanlar da biraz olsun bencillikten kurtulup başkalarına yardım etseler belki de dünya umduğumuzdan daha iyi bir yer hâline gelebilir. Bu sayede belki de var olan eşitsizlik ve sefaleti az da olsa azaltmış olmaz mıyız? Diğer bir taraftan ise artık insanların sözü değil de paranın sözü geçmeye başladı. Ekonomik durumlarımıza göre bölünüp ona göre muamele görmeye başladık. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? kitabında ünlü düşünür Adam Smith ne kadar da güzel bir şekilde anlatmış içinde bulunduğumuz durumu “Zengin ve güçlü olanlara hayranlık duyup onlara neredeyse taparken, fakir ve muhtaç durumdakileri hor görme veya en azından görmezden gelme eğilimi ahlak anlayışımızı çökerten en büyük ve en yaygın nedendir”(3). Kişi ne kadar kötü, ahlaksız ve karaktersiz de olsa zenginse eğer bunların hiç biri görülmüyor. İyi insanları ekonomik durumları yüzünden değer vermiyor ve görmezden geliyoruz. Aslında kendimize yaptığımız en büyük acımasızlık bu olsa gerek. Evet, para tabii ki de önemli bir şey. Hayatımızı sürdürebilmemiz, yaşamamız için gerekli ama bizim parayı yönetmemiz lazım paranın bizi yönetmesi değil. Eğer para bizi kontrol etmeye başlıyorsa işte burada bir terslik var demektir. Çünkü merhametimizi ve benliğimizi kaybettiğimiz andır kontrolü paraya verdiğimiz zaman. Şimdi asıl önemli olan nokta zenginlerin fakirliği azaltması ya da en aza indirmesi demiştik. Peki, dünyada ekonomik durumu çok üst düzeyde ülkeler var. Fakat neden onlar Afrika’daki açlığı bitiremiyor ya da genel olarak fakirliği azaltamıyor. Çünkü o zaman birilerinin ekmeğine tereyağı ve bal süremeyeceği için. Ne yazık ki kapitalist sistemde hep birileri fakir ve aç olmak zorunda ki zenginlerin karnını daha çok doyurup onlara daha çok para kazandırmak için. Bu nedenden ötürü fakirlik hiçbir zaman bitmeyecek ve bizim hayallerimizi süsleyen eşitlik hiçbir zaman var olmayacak. Ancak paranın değerini kaybettiği zaman fakirlik ve zenginlik kalkacak ve işte o zaman eşitliği ve insan olduğumuzu anlayacağız. Çağrı Yasmin ÇABUK Kaynakça Zygmunt Bauman. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? 1. Basım İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014. Berkan Buruk 21201553 KATLETTİĞİMİZ HAYATLAR Sahiplendiğiniz hayvanların canını yaktığınızı hiç düşündünüz mü? Aslında onları ne kadar üzdüğünüzü? Hatta kimi zaman onlara işkence yaptığınızı hissettiniz mi? Bu sorulara cevaplarınız hayır mı? Birkaç gün önceye kadar benim de cevabım hayırdı. Ama artık gerçekler ile aramdaki perde aralandı ve hayvanların neler hissedebileceği daha iyi anlıyorum. Kim tahmin edebilirdi ki dünyayı kanatları altında barındıran kuşların küçücük bir tecritte hapsolmasına, eski Mısırlılar tarafından Firavun gibi görülen ve bu sebepten dolayı tapılan kedilerin sıradan bir ev süsü olmasına kim ihtimal verebilirdi? Bir bebeğin annesini sevmesi gibi, ataerkil bir aile dayısının ilk erkek yiyenini sevmesi gibi hayvanları sevdiklerini iddia edenlerin aslında onların en büyük düşmanları ve katliamcıları olduğunu kim düşünebilirdi? Vaktinin çoğunu okula, işe, gezmeye, alışverişe ve çevrimiçi oyunlara ayıran insanlar, sözde sevdikleri hayvanlara zaman ayırmayarak her gün acı çektirerek öldürüyorlar onları. Başka bir ifadeyle insanlar vaktinin büyük bir kısmını istekli veya isteksiz bir şekilde kendilerine ayırarak onlara işkence yapıyorlar. Yazarın da bu konuda üzüntü duyduğu bir anısını paylaşmak istiyorum. Yazarın “Bauschan” adlı köpeği ile yaşanan anısında şunları anlatıyor: Dışarıya çıkarken beni görünce basamakları hızlı hızlı iner, kendi ekseni etrafında döner ve dans eder, mutlu bir şekilde bahçe kapısına doğru gider. Ama hayalleri yıkılırsa, kafasını eğer, yüzündeki mutluluk ifadesi yerini umutsuzluğa bırakır ve kahrından yanıp kül olur. Gözlerindeki bakışlar değişir ve ürkekleşir(Mann, Thomas,30). İnsanlar sahip oldukları hayvanlarla ilgilenmek yerine “Amaaaaaaaan, bir hafta sonum var onu da arkadaşlarım ile geçireyim zaten her gün akşam köpeğimle veya kedimle birlikteyiz” diyerek kendilerini kandırıp, onlara vakit ayırmayan bu bencil insanlar; oruçlu bir insanın iftar saatini beklediği gibi sahibini bekleyen hayvanların sevgilerini zerre kadar hak etmiyorlar. Bir defasına mahsus olsa bile onların gözlerinden bakabilsek dünyaya, onların yerine geçebilsek neler hissederdik acaba. Küçük bir erkek çoğunun ilk aldığı uzaktan kumandalı araba heyecanı ile hayvan sahiplenmeye hevesli insanlar, onları sahiplendikten sonra bir kâğıt parçası gibi buruşturup atıyorlar. Sigaraya bağımlı bir insanın onu içmezse yokluk, titreme ve huzursuzluk hissedercesine birlikte mutlu bir şekilde zaman geçirdiği hayvandan sıkılınca yani cicim ayları geçtiğinde o minnacık hayvanların neler hissedebileceklerini anlayabilselerdi hala onları sahiplenmeye devam ederler miydi acaba? Günde dokuz saat iş dolayısıyla ayrı kalınan bu yavrucakların yalnız kalınca gözleri kan çanağına dönene kadar ağlayan, avazları çıktığı kadar bağıran bu hayvanların bedduaları yersiz olur muydu bu pervasız insanlara? Hayvanları sahiplenerek onların hayatlarını kurtardıklarını sanan “iyilik melekleri” sanki ben seni hapse atarak kurtarıyorum der gibiydiler. Aslında bu o kadar yanlış bir düşünce ki. Onların doğal ortamı zaten sokaklar. Onların karınlarını doyurup onlara sıcak bir yuva verince onları eve veya bahçeye hapsederek, doğal ortamlarından ayırmaya hakkı olabilir miydi insanoğlunun? Onların her daim sana bağlı olduklarını düşünme hakkı verir miydi? Yeryüzünde insanlık bir anda yok olsa hayvanların insanlar olmadan yaşamayacağını düşünmek, bazılarının ben ölürsem veya gidersem Türkiye yok olur gibi hastalıklı bir düşünceden farkı var mıydı? Nedir bu insanoğlundaki kibir. Dünya üzerinde küçücük bir şeyi bile yaratmaya, yoktan var etmeye gücü yetmeyen insanın haddi miydi böyle beylik laflar etmeye? Hayvanların da anne ve babasının olduğunu unutmak, onların ailesinin erişkin olana kadar çocuklarına bakabileceği gerçeğini değiştirmez. Ayrıca, yardım etmek isteyen bir insanın her şekilde hayvanlara yardım edebileceğini tekrardan gösteren belediye işçisi abimize teşekkür etmemiz gerekir. Bu abimiz sokakta gördüğü hayvanın üstüne montunu örterek onu doğal ortamından uzaklaştırmadan yardım etmesi bize hayvanlara her yerde ve istediğimiz takdirde yardım edebileceğimizin göstergesidir(DHA, 2017). İnsanlar onları evlere hapsetmektense onların kendi türlerinden dostlarıyla birlikte barınabilecek yer yapmaları hayvanlar için daha uygundur. Çok küçük ücretler ödeyerek kedi, köpek ve kuş evleri satın alınarak onları sokağın belirli yerlerine koyulabilir. Böylece sadece bir tane hayvanın yerine belki onlarca hayvana daha uygun yaşam şartları sağlanmış olunabilir. Belediye işçisi abinin montunu köpeğin üstüne örterken… Yıllarca farklı türden onlarca hayvanlara bakmış olan ben Efendi ile Köpeği kitabını okuduktan sonra hayata bakışımı değiştirdim. Bundan sonra evimde hiçbir hayvan beslemeyeceğim. Teyzemlerin evinde beslediği Efe adlı kuşun sürekli odalarda uçuyor ve evin içinde “özgürce” geziyor olmasına rağmen dışarıdan gelen kuş sesi duymasıyla bir anda canlanması, onlarla muhabbet etmeye çalışmasını anlayabiliyorum artık. Hatta belgesel izlerken bile aslan, yılan ve tavşanlarla konuşmaya çalışmasını da. Belli ki onlarla bir şey paylaşmak ve anlaşılmak istiyor. Artık daha iyi görüyorum onların insanlar içinde olan çaresizliğini. Despot bir ailedeki küçük bir çocuğun hiçbir zaman söz söylemeye hakkı olmaması gibiydi onlarınki. Büyükler kendi aralarında konuşurken çocuğun bir köşede oturup sesini duyuramadığı bir dünyaydı. Duyursa da kim dikkate alırdı ki? Herkes kendinin anlaşabileceği ve dinleyebileceği kafa dengi olan birini istemez miydi? Onların ellerinden alınan bu hak aslında binlerce yıl önceki insanların yaptığıyla aynı değil miydi? O zaman insanların özgürlüğü zorla alınıp sahipleri tarafından kukla gibi oynatılır ve söz hakkı tanımazdı. Şimdi de “modern insanlar” hayvanların tüm haklarını alıp onları kukla gibi oynatmıyorlar mı? Kaynakça (Chicago Alıntı Tarzı) Mann, Thomas. 2015. Efendi ile Köpeği, İstanbul: Can Yayınları. DHA, “Montunu köpeğin üzerine örten işçiye takdir belgesi, altın ve yeni mont.” hurriyet.com.tr. http://www.hurriyet.com.tr/montunu-kopegin-uzerine-orten-isciye-takdir-bel-40351847 Naz Durgun 21501589 Kendinden Vazgeçme Ne için yaşıyorsunuz? Kim için yaşıyorsunuz? Hayattaki asıl amacınız nedir? Bu soruların cevaplarını düşünün; kendiniz için mi başkaları için mi yaşıyorsunuz? Kendi istediklerinizi, kendi hayallerinizi gerçekleştirmek için mi yoksa başkalarının sizin için koyduğu sınırları aşmak için mi çalışıyorsunuz? Peki ya amacınız, kendi hedeflerinizi gerçekleştirip, istediğiniz hayatı mı yaşamak istiyorsunuz yoksa toplumun size uygun gördüğü hayatı mı sürdüreceksiniz? Hayatın dayatmalarına karşı sapasağlam ayakta durup başkaldırabilecekken neden onun kölesi olup kendimizden vazgeçmeyi seçiyoruz? Bu hırs nereden geliyor? Yüzlerce, binlerce insan başkalarının onlara uygun gördüğü hayatı yaşıyor. Peki neden? Çünkü, toplumlar belirli kurallar ve kontrollü birer düzen üzerine kurulmuştur. Farklılıklar, alışılmadık durumlar insanları korkutur. Toplumun dışında hareket edenler, farklı oldukları için toplumdan dışlanır, beğenilmezler. Toplum tarafından başarısız sayılan bu insanlar kendilerini ispatlayabilmek için çalışmaya başlarlar. Kimi zaman yapmaktan hoşlandıkları zevklerinden, kimi zaman çevrelerindeki insanlardan, en yakınlarından vazgeçerler. Ancak bunların hiçbiri bir bireyin kendi benliğini terk etmesi kadar kötü değildir. Bir insanın kendinden, kendi değerlerinden, fikirlerinden uzaklaşması ve kendine güvenini yitirmesi başına gelebilecek en kötü şeydir. İnsanlar bütün bu kayıplarını en iyi olmaya giden yolda veriyor. Kendimizi bu denli ispatlama çabamız, mükemmel olma amacımız nereden geliyor? Naz Durgun 21501589 Kendi adıma düşündüğüm zaman her insan gibi yaptığım işte, ilgi alanlarımda başarılı olmak ben de istiyorum. Bu başarıya ulaşmak için nelerden vazgeçerim diye düşünüyorum. Sevdiklerimden vazgeçmem, hayallerimden vazgeçmem, kendimden asla vazgeçmem. Çevremdeki insanları düşünüyorum, hareketlerini inceliyorum ve sahip olduları hırs dikkatimi çekiyor. İnsanların gözünü hırs bürüdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Herkes en iyi, en güzel, en zengin, en yetenekli olmak için uğraşıyor. En en en... Peki o gözümüzde çok büyüttüğümüz “en”lerden biri olduğumuzda kaybettiklerimiz, vazgeçtiklerimize ne oluyor? Son zamanlarda kafamı en çok kurcalayan konulardan biri; “Hırslı olmanın ne kadarı iyi ne kadarı kötü?”. Yakın zamanda izlediğim bir film tam bu düşüncelerimin üzerine kondu. Damien Chazelle tarafından yönetilmiş olan “Whiplash” isimli filmden bahsediyorum. İzlemeden önce okuduğum yorumlarda hem çok iyi hem de çok kötü fikirlerle karşılaştığım için abartılmış olduğunu düşünmüştüm. Ancak kim ne derse desin bu film içinde bulundurduğu gerilim ve heyecan ile beni içine çekti. Yaklaşık iki saat olan izleme süresince, gözlerimi kırpmadan, pür dikkat izledim. Beni en çok etkileyen filmler arasında ilk sıralara yerleştirdiğim Whiplash, daha bebekken annesi tarafından terk edilmiş ve hayatını babası ile sürdüren Andrew’ın mükemmel bir baterist olup ülkenin en iyi bandolarından birine girme mücadelesini konu alıyor. Andrew’ın bu mücadelesinin en büyük destekçisi, eş zamanlı kamçılayıcısı ve bando şefi Fletcher unutulmaz bir performans ile karşımıza çıkıyor. Bazı insanların desteğini kazanırken, filmin gerilim kaynağını oluşturduğu için aşırı tepki çeken Fletcher hayattaki “en”cilerden biri. Filmde kamçı görevi gören Fletcher, mükemmeliyetçi karakteriyle öğrencilerine bağırıp çağırarak, onlara küfürler hatta çeşitli objeler savurarak başarıya ulaşmaya çalışıyor. Fletcher’ın aşağılamaları ve şiddeti sırasında Andrew gibi ben de kendimi kamçılanmış hissetmeye başladım. Ancak filmin sonlarına doğru olaylar geliştikçe Andrew gibi birisi olmadığıma ve asla olamayacağıma karar verdim. Andrew bateri çalmak uğruna önce sevdiği kızdan vazgeçti, arkasından provaya yetişirken kaza yaptı ve Fletcher’ın Naz Durgun 21501589 istediği gibi bir baterist olmak için kendinden vazgeçtiHırs duygusunu o kadar abarttı ki, artık kibre kayan bir duyguya büründü. Sonuç olarak ne mi oldu? Andrew kendi benliğinden çıktı ve Fletcher’a dönüştü. Filmin başından sonuna kadar yaşadığı her duyguyu en az Andrew kadar içimde hissediyordum ancak sonuna geldiğimde apayrı kişiliklere büründük. Aynı şekilde başlarda “Olmuyorsa zorlama” diyen babasına karşı çıkarken, sonunda Fletcher’a karşı çıkarken buldum kendimi. “Ah be Andrew değer miydi?” diye sormak geldi içimden. O, edinmek istediği sıfat uğrunda her şeyinden vazgeçebilecek, ki bana kalırsa bu doğru bir yaklaşım değildir, ben ise bunu yapamayacak biriyim. Hangisinin daha doğru olduğu kişiden kişiye değişebilecek bir olgu. Her şeyini kaybetmek uğruna aşırı hırslı bir birey olup benliğinden çıkmak mı, yoksa kendi sınırların içinde en iyisini denemek mi? Herhangi bir konuda “en” olma duygusu gün geçtikçe ve dünya geliştikçe insanlar arasında daha da yaygınlaşan bir şey haline gelmiştir. Bu güdü hayat karşısında dimdik durmamızı engelliyor, hayat karşısında teslim olmamıza neden oluyor. İnsanın özsaygısını bir sıfatı edinebilmek için yitirmesi de hayat karşısında elleri kollarını bağlamasından başka bir şey değildir. DELİRMEK BELİRMEKTİR Hayata gelirken kimse bize doğmak, yaşamak istiyor musun diye sormuyor. Hayata neden geliyoruz? Neden tercihi bize ait olmayan bir şeyi yapıyoruz? Kimileri sorunun cevabını belirli bir amacı ve görevi yerine getirmek diye cevaplar; kimileri ise sadece ve sadece mutlu olmak, dünyaya küçücük bir iz bırakmak için der. Peki, görevimizi yapalım derken mutlu olmaya vakit ayırıyor muyuz? Yoksa asıl görevimiz mutluluğu mu bulmak? İnsanlar doğar ve doğduğu andan itibaren belirli bir hayatı yaşamak zorunda kalır. Kader ya da tercih üzerine kurulu bir hayat... Kimisi bu hayattaki tüm tercihleri kendisinin yaptığını söyler, kimisi ise bunların hepsine bir oyun gibi bakar. Biz, insanlar, anlam arayan canlılarız. Nasıl bir inancımız olursa olsun hepimiz bir şeylerin anlamını arıyoruz. Aşk, aile, hayat, arkadaşlık... Kelimeler farklı olsa bile hepsinin bir anlamı, birisi için bir kullanımı var. Bir kelime var ki, herkesin anlamını merak ettiği ama kimsenin anlamını aramadığı; ‘mutluluk’. Normal olmak varken, neden mutlu olasın, değil mi? Sizce mutluluk nedir? Benim için mutluluğun tanımı yoktur. Çok ilginçtir ki, küçüklüğümden beri insanlar bana ileride ne olmak istiyorsun diye sorduklarında hep mutlu olmak istiyorum dedim. Peki mutluluğa bu gözle bakarken neden mi mutluluğun anlamını bilmiyorum? Çünkü, bana mutluluk çok ama çok az insanın yakalayabileceği ve sahip olabileceği bir şeymiş gibi geliyor. Evet, yaşam standartlarım mutlu olmayı sağlayabilir, tabii yaşam standardı derken maddi şeylerden bahsetmiyorum. Ailem, arkadaşlarım, okuduğum, yaşadığım yerler hepsi beni mutlu edebilecek düzeyde, ama içlerinde mutluluk bulamıyorum. Benim hayalimde olan mutluluk, kimsenin beni tanımadığı bir yerde her şeye sıfırdan başlamak. İşte belki de bu yüzden gerçek anlamda mutluluk tanımı yapamıyorum. Hayalimde olan bir şeyi gerçeğe dökmek zor geliyor, hele de gerçekliğe dökülecek şey elimde yoksa. Elimde olmayan bir şeye sahip olmak için oturup beklemeyeceğim, onu bulmak için bir çaba harcayacağım, savaş vereceğim. Belki de delireceğim. Delirip, mutluluğu bulacağım. Aynılıktan, normallikten uzaklaşacağım ve delirmenin insana katabileceklerini herkese göstereceğim. Mutluluk nedir diye sormuştum, peki sizce delilik nedir? Delilik, normal olmamak ve sınırları zorlamaktır. Delirmek kimi zaman kötü sonuçlara yol açsa bile her şeyin sonunda elimden gelen buydu demeyi de sağlar. Delirmek belki de mutluluğa ulaşmaktır, en azından mutluluğu aramaktır. Çoğu insan bu düşünceleri duyduğunda ya da okuduğunda normal olun der, ama sıradanlık insanın kendini belli etmesini engeller. Delirmek belirmektir ve herkesin kendisini belli etmesi, insanlar için değil ama kendisini kendisine kanıtlaması gerekir. Dünyaya bir kere geliyoruz ve hayat tekrarı olmayan ve asla sergilenmeyecek bir oyundur. Oyunu tek bir seferlik bile olsa oynamak varken, neden kenarda sıradan insanlar ile birlikte izleyelim? Hayat bir oyunsa, konu ve oyuncular neye göre belirleniyor? Yine doğmayı ve yaşamayı seçemediğimiz gibi oyunu da seçemiyor muyuz? İşte sorunun cevabı delirmekte gizlidir. Deliren insanlar oyunu kurallarına göre oynamaz ve kendi kurallarını yaratır. Kendi oyununu yaratır ve kendine ait olan bir konuda da mutluluğu bulmak oldukça kolaydır. Ben mutluluğa inanmıyorum ve mutluluğun anlamını bilmiyorum demiştim. Belki de daha yeterin de delirmemişimdir, ya da doğuştan deli olduğum için hayatın böyle olmaması gerektiğini düşünüyorumdur. Herkes gibi ben de bir arayış, bir sorgulama içindeyim. Mutluluk ve delirmek arasındaki ilişkiyi düşünüyorum. Mutluluk delirmektir ve mutlu olan insanlar yeterince deli, mutluluğu arayan insanlar ise delirme yolundadır. Kendinizi bırakın, oyunu kurallarına göre oynamayın ve mutluluğu arayın. Hayatın size sunduğu görevler yerine hayatın içindeki mutluluğu arayın. Melih Peker Değerli Yalnızlık Yalnız kalmak her zaman kötü bir şey olarak aşılanmıştır bizlere. Yalnız kalanın asosyal olduğu, başkaları ile iletişim kurmakta zorlandığı düşünülür ve yalnızlıktan kesinlikle sakınılması gerektiği vurgulanır hep. Üstüne üstlük, günümüz dünyasında, insanların fikirlerinin değerlendirme ölçütünün sosyal medyadaki takipçi sayısı olması, yalnız insanların fikirlerinin dahi değersiz olacağını kabullendirmiştir insanlara. Tüm bunlara rağmen yalnızlığın o ürkütücü tanımından farklı bir şekilde açıklandığı bir kitabın var olması çok dikkatimi çekti çünkü yalnızlığı aslında değerli bir kavram olarak anlatan Cem Şancı, Yalnızlık Doktorası adlı kitabında yalnızlığın bir ihtiyaç olduğunu çok güzel anlatmış. İnsanın her duyguya olduğu gibi yalnızlığa da ihtiyacı olması çok da şaşırtıcı bir şey olmasa da bunu kabullenmek, yalnızlığı bir sorun değil de ihtiyaç olarak görmek, yalnız olmayı kabullenmek belirli bir olgunluk gerektirir belki de. Tercih edilmiş yalnızlığı insanın kendi yararına kullanması insanı en iyi şekilde geliştirebilecek davranıştır. Eskiden, devlet ve din adamlarının, sanatçıların inzivaya çekilip günlerce tek başlarına yaşamaları bunun en iyi kanıtıdır aslında. Yalnız kalınan süre boyunca, arkadaşlarına, değer verdiği insanlara sırtlarını dönmeden, yalnızlığın huzurunu keşfetmeleri, sanatçıların daha iyi eserler oluşturmalarını, devlet adamlarının mantıklı kararlar almalarını, din adamlarının ise içlerindeki aşkı daha da güçlendirmelerini sağlamıştır. Kitabın da Halit Ziya Uşaklıgil’in bir öyküsü ile başlaması, öykülerini yazarken yalnız kalmayı tercih etmesinden, yalnızlığın ne kadar değerli olduğunu keşfetmesinden kaynaklanıyor ve yalnızlığın gerekliliği vurgulanıyor aslında. Peki yalnız kalmayı istememin temel nedeni ne olabilir? Bir şeyler paylaştığım insanlardan zaman zaman ayrı kalmayı istemem neyin göstergesidir? Bu soruların cevabı, bu kitabı okumadan önce içine kapanık bir insan olmamdı. Ancak, artık farkına vardım ki yalnızlığın verdiği huzuru sevmem bunun altında yatan asıl nedenmiş. Belki de yalnızken başkalarının hayatlarını değil de kendi hayatımı düşünmemin, verdiğim kararları, insanlarla konuşurken verdiğim cevapları sorgulamamın, bundan sonra daha iyi kararlar vermemde yardımcı olduğunu düşündüğüm için bunun huzurlu olduğunu hissediyorum. Ayrıca, tek başımayken başka insanların mutluğuna değil de kendi mutluluğuma odaklanmak beni çok rahatlatıyor. Bu yüzden yalnızlığa (iletişim bozukluğundan kaynaklanan yalnızlığa değil, tercih edilen yalnızlığa) zaman zaman herkesin ihtiyacı olduğunu ve de bunun o kişiyi içine kapanık yapmadığını, onun, yalnızlığın huzurunu keşfetmiş biri olduğunu düşünüyorum. Kitapta en çok şaşırtıcı bulduğum noktalardan biri de tarihteki ölümsüz aşkların dahi yalnızlığı ile barışmış insanların yaşadığının vurgulanmasıydı. Tarihte, yalnızlığı bir hastalık olarak görmeyip, onu kabullenmiş aşıkların aşkı ölümsüz olabilmiş. Çünkü, yalnızlığı ile barışık aşıklar sevgilisini, yalnız kalmaktan korktuğu için değil, onu gerçekten sevdiği, ona değer verdiği için sever. Bu sayede bir aşk ölümsüz olur, insanın ruhunu besler, dünyanın en mutlu insanı yapar sevgilisinin bir gülüşüyle. Yoksa, sadece yalnız kalmaktan korktukları için birlikte olan insanlar kurallar üzerine kurulu ve her gün tartışmayla geçen ilişkilere sahip olurlar. Daha da fazlası, birlikte olmanın verdiği büyük hasarlarla hayatları mahvolan insanlar haline getirir bu tür ilişkiler insanı. Sonuç olarak, her ne kadar yalnız kalmak toplumda insanı zayıf düşürecek bir şey olarak görülse de, insan yalnızlığın huzurunu keşfetmeli kimi zaman yalnız kalmanın ona değer katacağını bilmelidir. Günümüzdeki, ne kadar fazla takipçin, tanıdığın varsa o kadar değerli fikirlerin vardır kanısını yıkmak da bunun gerçekleşmesi için gerekli olan en büyük ihtiyaçtır. Çünkü ancak bu fikri yok edebilirsek, insanlar yalnız kalmak isteyecek, yalnızlıklarında kendi mutluluklarını, aşklarını, hayatlarını bulabilecektir.Melih Peker Kaynakça: Şancı, Cem. (2015). Yalnızlık Doktorası (p. 128). İstanbul: Remzi Kitabevi. Oğuz Karabay 21502734 Kendi Elimle Seçtiğim Yalnızlığım En son ne zaman gerçekten sohbet ettik bir başkası ile? Diyalog kurmaktan bahsediyorum sizlere. Ne zaman vazgeçtik diyaloglardan? Vazgeçip ne yaptık peki? Monologlarda soluklandık. Yanıt alamadığımız her sorunun ardından bir adım daha öteye attık. Kimi zaman çektiğimiz acılara bir halde teselli bulamadık. Mutluluklarımızı da paylaşamayınca hep kendi içimize attık. Kendi içimize dönmeyi akıl ettikten sonra farkına vardık ki aradığımız çoğu cevaba zaten sahibiz. Bu farkındalığın hemen ardından her şeyi zihnimizde yaşamaya başladık bence. Bir başkası yerine soru sorup cevapladık çoğu kez. Kelimeleri dillendirmeye gerek bile duymadık. Yardım isteyemez hale geldik böylece. Bunun başlıca sebebi ise karşımızdaki kişiye konuşma hakkı tanımamamızdı. İnsan bir kere karşısındakini susturduğunda hayatının ne kadar da kolaylaştığını görüyor. En azından daha da kolay bir hayat sürmeye başladığını düşünüyor. İnsan bu… Doğruyu ve yanlışı kendi bulup, bulduklarına inanıyor. Onlarca insanın ardına bakmadan kaçtığı yalnızlık gerçekliğinin aslında ne kadar rahat bir şey olduğunu görüyor çünkü. Kimseye bir gününü nasıl geçirdiğini anlatmaya çabalamadan, nasıl hissettiğini söylemeden yaşamak daha kolay geliyor. Böylesine bir kolaylığa alıştıktan sonra da eskisi gibi sohbetlerle dolu yaşantısına geri dönmek pek de kolay olmuyor. İşte ben de tam olarak böyle hissediyorum. Sohbet kurmak için fazla yorgun… Cevapsız kalan sorularım beni şu an ki olduğum bene dönüştürdü. Diyaloglara veda edeli çok oldu. Artık yeni yoldaşım olarak tanıtabilirim monoloğu. Böyle bir insana dönüştükten sonra yalnızlıkla ilgili şeyler daha çok ilgimi çekmeye başladı. Her okuduğum kitabın yalnızlık ile bir ilgisi olmasını istemeye başladım mesela. Geçen hafta kitapçıya gittiğimde ise raflara öylesine bakarken tanıştım Osman Çakmakçı ile. Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog İsimli kitabın yazarı kendileri… Diyalog kurmak ne zor geliyor bize? Sanırım asıl olay karşımızdakini anlamakta… Eskiden nasıl da kolaydı iletişim kurmak. Şimdi iki lafın belini kıramaz hale geldik. En azından ben öyle görüyorum kendimi. İnsanlar birbirlerini anlamak zorunda hissetmediğinden beri birbirlerini dinlemeyi bırakmış durumdalar. Duygu ve düşünceleri hissettiğimiz gibi karşı tarafa aktarmada bir problem yaşıyoruz bence. İstediğimiz kadar özenelim cümle kurarken, karşı tarafın bizi anladığı kadarız. Osman Çakmakçı’ya göre insan denilen kavram, kullandıkları dille sınırları çizilmiş varlıklardır. Bu yüzden de suskunlukları çoğu kez tükenmez bir hal alıyor. Hala anlaşılmaya dair içinde umut besleyenler de dili genişletmek için çaba gösteriyor. Bir başkasına tam olarak ne düşünüp ne hissettiğimizi anlatamadığımızdan hevesimiz kırılıyor. Çocuk gibi oluyoruz. Belki de bu yönümüz hiç büyümüyordur bile. Hayatı okumaya üşendiğimiz o çok sevilen kitap haline getirmişiz bence. Artık her insan kendi duvarları arasında yaşıyor. Hemen hemen herkes sadece kendi yalnızlığından ibaret… Kitapçıda tesadüfen tanıştığım Osman Çakmakçı sayesinde insan ilişkilerine bir kez daha göz gezdirme şansı yakaladım. Yetmiş altı sayfalık bir kitaptı Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog. Bir çırpıda bitiriverdim bu yüzden. Bir çırpıda bitti bitmesine de gerisinde bir sürü soru bıraktı akıllarda. Sorgulamadan sürdürdüğümüz arkadaşlık ilişkileri aslında sevgiden ve samimiyetten çok mu uzaktı? Kendi içimize dönmekte haklı mıydık aslında? Kendimizi karşı tarafa tam olarak anlatamadığımızdan çoğu kez anlatmaktan vazgeçtik. En sonunda da elimizde tek kalan şey monolog oldu. İyi mi oldu yoksa kötü mü bilmiyorum, tartışılır. Fakat bu tartışmadan önce herkesin kendi başına oturup sohbete başlama amacını düşünmesi gerek. Sonrasında da karşı tarafa yeterince kendini ifade edip edemediğini… Ardından da kendine şu soruyu sormalı: Yalnız kalmanın rahatlığını bırakmak zor geliyor yoksa sohbet etmeye çalışıp hayal kırıklığına uğramaktan mı korkuyoruz? Kaynakça Çakmakçı, O. (2015). Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Örümcek​ ​Ağı Kelebek​ ​etkisi,​ ​Edward​ ​Lorenz’in​ ​keşfettiği​ ​bir​ ​fenomenin​ ​basit​ ​bir​ ​şekilde​ ​anlatımı​ ​için ‘’Dünyanın​ ​herhangi​ ​bir​ ​noktasındaki​ ​küçük​ ​bir​ ​kelebeğin​ ​bir​ ​kanat​ ​çırpışının​ ​dünyanın​ ​öbür ucunda​ ​bir​ ​yerde​ ​fırtınaya​ ​yada​ ​herhangi​ ​büyük​ ​bir​ ​hava​ ​olayına​ ​sebep​ ​olabilmesi’’​ ​olarak​ ​bilinir. Bu​ ​teoriye​ ​göre,​​ ​"Brezilya’daki​ ​bir​ ​kelebeğin​ ​kanat​ ​çırpışları,​ ​Amerika’da​ ​bir​ ​kasırgaya​ ​sebep olabilir. ​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​​ ​~Kaos​ ​Teorisi Hayatınızda hiç, aslında her şeyin önceden planlandığını düşündüğünüz oldu mu? Ya da hiç en yakın arkadaşınızla nasıl tanıştığınızı hatırlamaya çalıştığınızda, kendinizi bir cumartesi günü sıkıntıdan gittiğiniz bir parkı, bir kafeyi düşünürken buldunuz mu? Belki biraz saçma gelecek ama, ben her zaman yaptığımız en küçük hareketin bile çok büyük sonuçlar doğurduğuna, bunların hepsinin domino taşları gibi birbirini tetikleyip çok daha büyük bir karmaşanın, aslında çok​ ​da​ ​alakasız​ ​görünen​ ​küçük​ ​detaylarını​ ​oluşturduklarına​ ​inanıyorum. Bir örümcek ağının mükemmelliği, nasıl her bir ağ parçasına bağlıysa, hayatımızda gereksiz bulabileceğimiz, belki farkında bile olmadığımız en küçük şeylerin bile hiç tahmin edemeyeceğimiz etkileri olduğunu düşünüyorum, hayatımız üzerinde. Hayatımızın da işte bu sebepten ötürü, her bir detayının bir öncekine, ve bir öncekinin ondan öncekine dayanmasıyla, evet,​ ​aldığımız​ ​kararlarla,​ ​ve​ ​bazen​ ​de​ ​yanlışlıkla​ ​oluşan​ ​bir​ ​örümcek​ ​ağı​ ​olduğuna​ ​inanıyorum. Çevremizde bir dizi olay meydana geliyor. Etrafımızda, hayatımıza dokunan, bizim farkında olduğumuzdan çok daha fazla insan var. Biz de aynı şekilde, tanımadığımız insanların dahi hayatlarına dokunuyoruz zaman zaman. Bizim yanlışlıkla yaptığımız her şey, aslında bizi bir yere götürüyor, aldığımız kararlar, hatta karar olarak görmediğimiz küçük hareketlerimiz, öngöremediğimiz yerlerde​ ​karşımıza​ ​çıkıyor. Bir koşu yarışmasındaki 1 saniye, anlık alınan evden çıkma kararı, okuduğumuz bir kitap, bir öğle vakti tanıklık ettiğimiz olay, hatta gökyüzüne bakıp da gördüğümüzü sandığımız bir nokta bile aslında bizi derinden etkileyen, biriktikçe değiştiren şeyler yumağına ekleniyor. Ya da yolda yürürken bir anda merak ettiğimiz, ve kütüphane görevlisine​ ​sorduğumuz​ ​bir​ ​şey... Tuhaf Kütüphane, Murakami’nin okuru, gerçek olup olmadığını bilmediğimiz karakterleriyle hayal gücünün en tepelerine sürükleyen ve ardından bir bilinmezliğin içinde bırakıp izini kaybettiren eseri. Sıra dışı gözleri olan bir kütüphane görevlisi, koyun yünüyle çevrelenmiş bir adam, siyah, kocaman bir köpek ve ay ışığında görünmez olan bir kız, okuru gittikçe tuhaflaşan ve bir o kadar korkunç bir hale bürünen kütüphanenin derinliklerine götürüyor. Yetişkinler için masal kıvamında olan hikayenin, aslında sorunları olan bir çocuk, bir kütüphanede hapsolan bir kız ve koyun adamdan çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Yalnızlık temasını her köşesinde saklayan kitabın asıl ilgimi çeken özelliği ise, içinde, işte bu ‘yanlışlıkla yaptığımız şeyler’in gölgesini barındırması oldu. İçindeki kelebeğin​ ​kanat​ ​çırpışlarını... Hayatımızdaki​ ​önemli​ ​kararları​ ​biz​ ​yapıyor​ ​olabiliriz,​ ​nasıl​ ​yaşayacağımızı​ ​biz​ ​seçebilir,​ ​hatta istersek​ ​hayatımızı​ ​tümüyle​ ​değiştirebiliriz.​ ​Ancak​ ​neyle​ ​karşılaşacağımızı,​ ​kiminle tanışacağımızı​ ​bilemeyiz.​ ​Hatta​ ​çok​ ​küçük​ ​bir​ ​hareketimizle,​ ​belki​ ​de​ ​yalnızca​ ​bir​ ​tesadüfle, uğruna​ ​uğraştığımız​ ​bir​ ​çok​ ​şeyi​ ​kaybedebiliriz.​ ​Kitapta,​ ​yolda​ ​yürürken​ ​aklına​ ​takılan​ ​sorunun çocuğun​ ​suçu​ ​olduğunu​ ​düşünmüyorum.​ ​Yeni​ ​ayakkabılarını,​ ​kütüphanenin​ ​içindeki​ ​bir​ ​hücrede bırakmak​ ​için​ ​aldığına​ ​da…​ ​Sonuçta​ ​insanlara​ ​hayır​ ​diyemeyen​ ​bir​ ​çocuğun,​ ​aklına​ ​takılan​ ​Vergi tahsildarları​ ​yüzünden​ ​hikayenin​ ​sonunda​ ​bir​ ​kütüphanenin​ ​içindeki​ ​bir​ ​labirentin​ ​küçük​ ​bir odasında​ ​hapsolabileceğini​ ​hangimiz​ ​tahmin​ ​edebilirdi? Kaynakça: Murakami,​ ​Hariku.​ ​​Tuhaf​ ​Kütüphane​. Çev. A li Volkan Erdemir.Tokyo, 2008. “Kelebek​ ​Etkisi​ ​Nedir?”​ ​​KBT​ ​Bilim​ ​Sitesi​,​ ​28​ ​Feb.​ ​2015, www.kuark.org/2014/11/kelebek-etkisi-nedir1/. “Kaos​ ​Ve​ ​Kaos​ ​Teorisi​ ​•​ ​Kozmik​ ​Anafor​ ​|​ ​Türkiye'nin​ ​Astronomi​ ​Kaynağı.”​ ​​KOZMİK​ ​ANAFOR​,​ ​30 Oct.​ ​2016,​ ​www.kozmikanafor.com/kaos-ve-kaos-teorisi/. VATAN GİBİSİ YOKTUR Son yıllarda da yakından şahit olduğumuz göç dalgaları aslında tarihin tozlu sayfalarına bakarsak her çağda görebileceğimiz karelerdir. İnsanoğlunun kurduğu uygarlıkların aralarında çıkan anlaşmazlıklardan ötürü yaşanan savaşlar ve savaşların mağdur bıraktığı binlerce, milyonlarca insan. Kimisi yetim kimisi dul kalıyor, kimisi de evladını kaybediyor; kısacası hayatları altüst oluyor. Fakat bunların hepsinden de daha beteri var ki insanı ölmekten beter ediyor. Bahsettiğim şey tabi ki de vatanını kaybetmek, vatanını terk etmek zorunda kalıp başka topraklarda hayata tutunmaya çalışmak. Maalesef ülkemizde yeni kuşaklar vatanın önemini ve değerini yeterince anlayamamışlardır. Umarım vatan toprağının önemi onu kaybetmeden yeniden anlaşılabilir. Tam da bu yüzden, okurken beni çok etkileyen İrem Uzunhasanoğlu’nun ‘’Gitme Gül Yanakların Solar’’ adlı romanını seçtim bir şeyler yazmak için. Yazar 1910 da başlayan Yunan mübadelesini işlemiştir. Yani kitapta vatanını kaybetmiş insanların nasıl zorluklarla karşılaştığını hikayeleşmiş bir biçimde görebildiğimiz için vatanın önemini anlamaya yardımcı bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Vatansız kalmak veya vatanını kaybetmek başka hiçbir acıyla kıyas kabul etmez bence çünkü kendini ait hissettiğin bir yer kalmamıştır artık her şey yabancıdır sana. Her zaman bir yanın eksik kalacaktır. Vatan hem annedir hem baba. Baba gibi sahip çıkar, ana gibi şefkat gösterir. Vatan hem dosttur hem sevgili. Dost gibi arkandadır, sevgili gibi sevilir. İşte bu yüzden vatanı kaybetmek her şeyini kaybetmek demektir. Şu an en yakından tanık olduğumuz evlerini, tüm yaşanmışlıklarını bırakıp bizim yanımıza gelen Suriyeli mülteciler. Onları her yerde görüyoruz sokaklarda, parklarda, bahçelerde… Hepsi de yeni bir yaşama tutunmaya çalışıyor. Sokakta dilenen o insanların yanından aynı şeyin bizim başımıza da gelebileceğini hiç düşünmeden geçiyoruz. Fakat belki de o yanından çekinerek geçtiğimiz insanlarda kendi ülkelerinde tıpkı bizim gibi öğrenci, doktor, mühendis ve öğretmendi. Zengindiler belki de kendi ülkelerinde savaş her şeyi yakıp kül etmeden önce. Onlara her baktığımızda vatanımızın kıymetini daha iyi anlamalı ve onlarla aynı duruma düşmemek için önlemimizi almalıyız. ‘’Gitme Gül Yanakların Solar’’ adlı romanda da göç etmeden önce zengin ama tüm servetini arkasında bırakmak zorunda kalan bir aile vardır. Yani nereden nereye gittiğinin hiçbir önemi yok her zorunlu göçte ister Yunanistan dan ister Suriye den ister Kırımdan eski koşullarını kaybedersin. Yetim bir çocuk durumuna düşersin. Ama kendi vatanın varsa ve sen hala orda özgürce ve güvende yaşayabiliyorsan zor durumda kalsan, fakir olsan bile hayat senin için daha kolaydır ve sırtını yaslayabileceğin bir güvencen vardır. Çünkü daha öncede söylediğim gibi vatanın bir baba gibi arka çıkar. Sen de kendini bir yere ait hissedersin. İnsan için temel ihtiyaçları yeme içme ve barınmadan sonra en büyük ihtiyaç aidiyet duygusudur. Kendini başka bir ülkede rahat hissedemezsin yalnız kalırsın. Çünkü senin düşüncelerin, kültürün, görgün etrafındaki insanlardan farklıdır. Kendi ülkendeyse durum tam tersidir. Herkes senin gibidir aşağı yukarı. Kim bilir daha kaç millet yaşadığı toprakları bırakmak zorunda kalıp sefil olacak ve eskide yaşanmış olanlar gibi kitaplar yazılacak, şarkılar söylenecek, filmler çekilecek. Eğer bizde bu tarz bir kitabın konusu olmak istemiyorsak vatanımızın kıymetini çok iyi bilmeliyiz ve çocuklarımızı da bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Vatanımızın kıymetini yok olduğu ve terk etmek zorunda kaldığımız zaman anlarsak bizde yazılmış hüzünlü bir roman, bestelenmiş bir şarkı veya gişe yapan bir filmden ötesi olamayız. Yiğit Ergönen Kaynakça Uzunhasanoğlu,İrem,Gitme Yanakların Solar,Epsilon Yayınevi,İstanbul,2015 İdil Naz Arda 21401220 HENÜZ VAKİT VARKEN SEV! Ben insan hayatının şiirsel olduğuna inanırım. Sanki her duygu bir dize, her olay bir kıta, her gün bir şiirdir. Bu yüzden bir şairin hayatını öğrenmenin en iyi yolunun, onun biyografisini değil de şiirini okumak olduğunu savunurum. Çünkü bir şiir okuduğunuz an, o şairin hayatına bakan üçüncü kişi değil de aksine birinci kişi olduğunuzu düşünürüm... Tıpkı Cahit’in şiirlerinde bir ölümlü, Attila’nın şiirlerinde bir âşık, Nazım’ın şiirlerinde de devrimci bir mahpus olduğunuz gibi… Üzerimde en çok tesir bırakan Nazım kitabı “Henüz Vakit Varken Gülüm” olmuştur hiç şüphesiz. Kendimi bu kitabı okurken yalnızca devrimci bir mahpus olarak değil, aynı zamanda hem bir gurbetçi, hem bir âşık, hem de bir Moskova sevdalısı olarak hissettiğimdendir belki de... Ne zaman bu kitabı alsam elime, Nazım’ın hayatını izlemektense onun yolunu yürürüm. Münevver ile evlenir Piraye’ye âşık olurum. Onunla birlikte yatarım hapiste kimi zaman. Moskova’yı görürüm, Paris’i izlerim. Karlı Kayın Ormanı’nda gezmem, o ormandaki ağaçlar olurum. Bazı zamanlar da dimdik duran bir ceviz ağacına, yalvaran bir kız çocuğuna bürünürüm. Bu şiir kitabının beni neden bu kadar etkilediğini sormanız oldukça doğal tabi... Hemen açıklayayım: İki yıl boyunca ailemden uzak, Almanya-Berlin’de yaşadım. Almanya’nın dondurucu soğuklarını bilmezsiniz siz. Memleketinizi özlersiniz. Gözyaşınız yağmura karışır. Sizi sevgisiyle ısıtacak bir sevgiliye, şemsiye uzatacak bir babaya, merhametiyle ayakta tutacak bir anneye ihtiyaç duyarsınız. Eliniz telefona uzanır. Bir tuş uzakta olduklarını sanırsınız ama telefonun öbür ucunda kimsenin olmadığını bilirsiniz. Koskoca şehirde bir başınasınızdır. Kendinizi hapiste gibi hissedersiniz. Birileriyle konuşmak istersiniz. İşte o zaman doğru kişinin Nazım Hikmet Ran olduğunu anlarsınız. Açarsınız kitabı. Sizinle konuşmaya başlar önce. Tıpkı sizin gibi mahpus hayatı yaşadığını, bu yolda yalnız yürümediğinizi anımsatır. Memleket özleminden bahseder sonra. Moskova’ya aşkını anlatır. İster istemez benimsemeye başlarsınız yaşadığınız şehri. Ve bir bakmışsınız Nazım’la arkadaş olmuşsunuz, o sizi dinlemeye başlamış. Yağmur yağdığında eliniz şemsiyeden önce şiir kitabına gidiyor olmuş… 1 İdil Naz Arda 21401220 Uzun süre geçti. Bir yandan memleketime duyduğum özlem, bir yandan da bulunduğum ülkeye olan sevgim, kalbimde çözemediğim bir karmaşa yaratmaya devam etti. Nazım, beni Berlin’i memleketimmiş gibi sevmeye ikna etti de diyebilirim. Yaşadığım yeri henüz vakit varken sevmeyi öğretti… Yaklaşık iki-üç ay sonra vatanıma, Türkiye’me döndüm. Baba evinin sıcaklığı ayrı bir huzur verdi bana. Ancak sokakta yürürken kendi insanlarımı yadırgadım. Kimi zaman güneşten bile korktum. Ne demiş P. N. Ovidius; “Hiçbir şey, alışkanlık kadar kuvvetli değildir”. Bu yüzden yine ilk fırsatta soluğu arkadaşım Nazım’da aldım. Bana bu sefer de “Memleketimden İnsan Manzaraları’nı” anlattı. Dedi ki: “Bir adam merdivenlerde duruyor bir şeyler düşünerek. Zayıf. Korkak. Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur. Merdivenlerdeki adam -Galip Usta- tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur: "Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü 5 yaşında” … (Hikmet 69) Ben de ülkeme yeniden alışmaya dağınık dizelerdeki kadar dağınık bir hayatı olan Galip Usta’yı tanıyarak başladım. Kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Ama birçok kişiden daha yakın hissettim kendimi ona. Yeri geldi yoldaş oldu, dost oldu bana bu zor sürecimde. Burnunun sivri ve uzun olduğunu bilmek ise yetti bana… Bir Pazar sabahı hiç unutmam, babamın işi sebebiyle şehir dışına gideceği bir gün, gizlice odasına girdim. Bavulunu açtım ve içine “Henüz Vakit Varken Gülüm” adlı kitabı yerleştirdim. Odadan çıkarken babamla karşılaştım. Sesinde yaptığım muzurluğu anlamış bir ton ile “ne yaptın odada?” diye sordu. Ve ben yalnızca gülümsemekle yetindim… 2 İdil Naz Arda 21401220 KAYNAKÇA Hikmet, Nazım. Henüz Vakit Varken Gülüm. İstanbul; Yapı Kredi Yayınları, 2012. Baskı. MLA Handbook for Writers of Research Papers. 7th ed. New York: The Modern Language Association of America, 2009. Print. 3 Banu Balıbey SENİN KADERİN BENİM YANIM Kadın dediğinin yeri belli olacak. Aradın mı ya babasının, ya kocasının yanında bulacaksın. Kadının kaderi de bellidir aslında, doğduğunda pembe, genç kızlığında beyaz gelinlik üzeri kırmızı kurdele, sonrası gözlerde beliren morluklar, en sonu beyaz kefen. Ölsen de sesin çıkmaz, öldüresiye dövseler de. Aslında sesin çıkar da kimse duymaz, orası ayrı mesele. Hem karı koca arasına kimse girmez, yarın öbür gün barışır oturursunuz siz, neme lazım. Bütün apartman oturur halinize veryansın eder, aman kızım çekme şu herifi der, bırak git. Bırak git de, nereye? Ben de o üçüncü tekil şahıslardandım, “Çekmesin o da!” diyenlerden. Sanki dövülmekten çok hoşlanıyorlarmış da onun için orada kalmaya devam ediyorlarmış gibi düşünürdüm. Günde bir öğün akşam yemeğini yedikten sonra, tatlı niyetine dayak yiyorlarmış gibi. Gidecek yerleri kollarını açmış da onlar keyiflerinden “Kocam o benim, sever de döver de. Size ne?” diyorlarmış gibi. Kadını güçsüz yapan güçsüz olduğuna dair inancıdır, başkası değil diyordum. Kadının güçsüz olduğunu hala düşünmüyorum, ancak cinsiyeti ne olursa olsun en yakınından, ailesinden başlayıp ikinci derecede çevresinin ve en sonunda da toplumun destek olmak yerine engeller koymayı seçtiği yalnız bir insanın hayatta kalabilmek için gerçekten güç yolları seçmek zorunda kaldığından eminim. Antabus’un şiddet mağduru iki çocuk annesi başkarakteri Leyla’nın da tekrarlayıp durduğu gibi kendini ve çocuklarını kocasından kurtarmak için önünde “ya o... ya katil ya ölü” olma ihtimalleri serilidir. İstediğini seç, beğen, al! Aile kutsal bir kurumdur, evet. Ama her aile değil. Aile denince aklıma küçük bir kale geliyor, küçük ama sağlam ve korunaklı bir kale. Anne, baba çocukların huzur içinde oturup bir şeyler paylaştığı, kendi sınırları içinde sadece doğal şartlara ve elinde taşla, sopayla veya okla gelen düşmanlara karşı değil, moralini bozan her şeye, herkese karşı korunduğun, huzurun hüküm sürmesini istediğin hayatında onu bulacağına emin olduğun tek yerdir. Ama her aile değil. Herkes o kadar şanslı değil. Babanın anneye, annenin babaya karşı saygısının olmadığı; çocukların içine sevgi katılarak hazırlanmış çorbalarla değil nefretle yoğrulmuş küfürlerle beslendiği aileler var. Tecavüze uğradı diye kızını öldüresiye dövüp hastanelik eden aileler var. Kocasının dayağından kaçıp gelmek istese kapanacak ilk kapı, öz ailesinin kapısı olanlar var. Başlık parası uğruna kızına her türlü eziyeti reva gören, kız doğduğu için evde kıyametin koptuğu ailesi tarafından genç kızlığına doğru “para edecek mal” muamelesi gören insanlar var. Üçüncü sayfa haberleri var, aile trajedileri var. Adreslerini ihalelerle ifşa eden kadın sığınma vakıfları var, her gün “Çekme şu herifi.” diyen ama “Polise gidiyorum, gel şahitlik et.” dediğin anda karı koca arasına girmeyecekleri tutuveren komşular var, “kocasını bıçakladı serbest kaldı”lar var. Bir insanı öldürecek raddeye gelebilecek şeyler yaşayan insanlar var. Leyla’lar var, bilir misiniz? Mecnun’lardan ölesiye nefret eden Leyla’lar. Kadının kaderi bellidir ya, pembeyle başlar beyazla biter. Şiddet gören kadının kaderi daha bir bellidir. “Ya o... ya katil ya ölü” olmadan kocasının elinden kurtulmak için çeşitli çareler düşünen Leyla, kendisini en sonunda yine bir katil olarak bulur. Birkaç bilinmeyeni de olsa her zaman aynı sonucu veren denklemler gibi. Kadın ve erkekle sınırlanmayan, çok bilinmeyenli denklem. En etkisiz elemanının en büyük yeri kapladığı denklem. Biz toplumun, etkisiz eleman rolümüzü benimseyip üç maymunu oynamakta ısrar edersek sonucun hiç değişmeyeceği denklem. Sabah gazetemizi okurken “içimiz kararmasın” diye üçüncü sayfaları atladığımız, minibüste para uzatırken sıyrılan kolundaki çürüğü görüp ayıpladığımız, komşumuzun evinden çığlıklar yükselirken zahmet edip polisi aramadığımız sürece hiçbir şeyin değişmeyeceği denklem. Ya da problemin değil, çözümün bir parçası olmayı seçeriz. Önümüzdeki seçeneklerin en azından biri daha iç açıcı; “ya problem ya çözüm”. Karar sizin. Resimler: http://www.karikatursitesi.net/wp- content/uploads/2013/02/426742_539884986042613_2082573361_n.jpg http://www.martidergisi.com/wp-content/uploads/2014/03/kad%C4%B1na-%C5%9Fiddete- hay%C4%B1r.jpg Berat Beşel 21502159 / 58 BİZİ ELE GEÇİREN TEKNOLOJİ Teknoloji yüzünden artık hayatlarımızı, farkında olmasak bile, eskiye göre daha farklı yaşıyoruz. Çocukluğumda teknoloji ileri seviyede değildi, haberleşme olanağım çok yoktu veya istediğim zaman arama yapamıyordum diyemiyorum fakat yine de şu anki yaşantılarımızdan çok daha farklı yaşıyorduk. Annelerimiz, babalarımız ve nenelerimiz zamanında, çocuklar mahalledeki diğer tüm çocuklarla beraber kendilerini sokağa atar ve uzun bir süre eve uğramazlarmış. Ağaçlara tırmanıp, lastik ve misketleri ceplerinden eksik etmezlermiş. Ben ve arkadaşlarım ise hava kararana kadar ya da yorgunluktan hareket edemeyecek duruma gelene kadar bazen futbol bazen saklambaç bazen de kendi oluşturduğumuz oyunlar oynardık. Bazı zamanlar ise sadece oturup sohbet ederdik. Neredeyse günün tamamını birlikte geçirirdik, birbirimize bağlı ve çok yakındık. Şimdi öyle mi? Çocuklar dışarı çıkıp arkadaşlarıyla bir şeyler paylaşmak, hoş vakit geçirmek ve ileride hatırlayacakları güzel anıları beraber yaşamak yerine ellerine telefonu ya da tableti alıp gözlerini ekrandan saatlerce ayırmadan en güzel zamanlarını, hayat dolu ve enerjik oldukları vakitlerini tüketiyorlar. Birbirleriyle konuşamayacak kadar asosyalleşiyorlar. Arkadaşlarıyla geçirebilecekleri zamanın harcanmasının yanı sıra teknolojiyle bu kadar içli dışlı büyüyen çocukların yaratıcılıklarının da gelişebileceğini sanmıyorum. Oyuncaklarıyla oynamak, kendi düşlerini kurmak, hayatı tüm renkleriyle inceleyip hayallerini resmetmek yerine çocuklar, kendilerini teknolojiye bağımlı hale getirip gözlerini ayırmadan, düşünce üretmeden ve hayal kurmadan sadece bilgisayar ekranına odaklanıyorlar ve ben bunun büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Ama aileler ne yapsın? Çocuklarının tüm arkadaşları gündemde olan yeni bir oyunu tabletlerinden oynamaya başlayıp okulda, sokakta sürekli o oyun hakkında konuşuyorlarsa tabii ki bir gün çocukları gelip ‘‘bana da tablet alın, bütün arkadaşlarım artık tabletten oyun oynuyorlar.’’ diyecektir ve aile de çocuğuna yeni bir tablet veya bilgisayar almak zorunda kalacaktır. Ne yazık ki bu böyle devam ediyor. Çocuklar artık hava güzel de olsa, parklar, bahçeler oynamalarına elverişli de olsa bir araya geldiklerinde beraberinde getirdikleri tabletlerle oynamayı tercih ediyorlar. Sokaklar, parklar internet kafeye dönmüş durumda. Top ile oynayan, koşuşturan, bağıran, çocukluğunu gerçekten çocuk gibi yaşayanlar yerine bir köşede oturup sessizce telefonla oynayanları görüyoruz. Bir bilseler aslında neler kaçırdıklarını, bu güzel zamanlarına dönüp daha farklı bir çocukluk geçirmeyi dilerlerdi. Sadece çocuklar değil biz yetişkinler de günümüzün hemen hemen her dakikasında teknolojiyle iç içeyiz ve teknolojinin çağımızda geldiği nokta insan ilişkilerinde de kendisini gösteriyor. Önceden insanlar birbirleriyle bir şeyler konuşabilmek, sohbet edebilmek, beraberce gezip hoşça vakit geçirmek için bir yerlerde buluşur, yüz yüze görüşürlerdi. Şimdi ise bu görüşmeyi internetteki sosyal medya aracılığıyla yapar hale geldik. Yüz yüze olan konuşmalar azaldı ve beraber olmanın verdiği samimiyet eski değerini kaybetti. Bayramda büyüklerimizi ziyaret edip onların ellerini öperek bayramlaşmak yerine, internet üzerinden bayram kutlar durumuna geldik. Birçok işimizi cihazlara yaptırır hale geldik ve bu cihazlar bizim beynimiz haline geldi. Tabii ki teknolojiden olabildiğince faydalanalım fakat hayatımızı tamamen teknolojiye göre şekillendirip hayatımıza bu şekilde yön vermeyelim. Şu bir gerçek ki teknolojinin bizleri tembelleştirme, yaratıcılığımızı yok etme, bizleri sıradanlaştırma ve bizleri kâğıttan, kalemden ve kitaplardan uzaklaştırma gibi olumsuz yönleri vardır. Teknolojinin ilişkilerimizi köreltmesine de izin vermeyelim, samimiyetimizi azalmasına veya büyüklerimizi bayramda ziyaret etmemize engel olmasına izin vermeyelim. Telefonun, internetin uzaktaki insanları birbirlerine yakınlaştırdıkları doğru; fakat yakındakileri ise maalesef birbirlerinden uzaklaştırıyor. Şimdi düşünüyorum da iyi ki çocukluğumda teknoloji bu kadar ileri seviyede değilmiş ve ben bu sayede çocukluğumu, anılarımı bir teknolojik aletle değil de yakınımdaki arkadaşlarımla yaşamışım. Umarım toplum olarak teknolojiyle olan ilişkimizin farkında olur ve teknolojinin bizi ele geçirmesine izin vermeyiz. GİZLİ SAKLI HAZİNEMİZ Kahraman olarak adlandırıyoruz onları. Belki gerçek değiller, belki onlarla hiç tanışmadık, ama onlar bizim kahramanımız oldular. Nasıl oluyor peki bu? İnsan neden tanımadığı bilmediği birinin hayatını kendine örnek alır ki? Ya da böyle birini neden ‘kahraman’ olarak adlandırır ki? Aslında cevabı basit bir şekilde görebiliriz. İnsan, hayalindeki varlıkları kendi iç dünyasını yansıttığı için kahraman olarak adlandırır. Kendini ifade etmekte sorun yaşayan insanın ruhunun kahramanıdır aslında onlar. Hayat boyu birilerini kurtarmak isteyip de bunu yapamayan insanların kahramanıdır Süpermen. Ya da kötülerle savaşmak isteyip bunu yapamayanların kahramanıdır Batman. Bu yüzden insanların kahraman seçimini aslında insanların iç dünyasını analiz etmekte araç olarak kullanabiliriz. Okuduğumuz, hakkında bir şeyler yazdığımız o kahramanlardır, bizi biz yapan o duygulardır. Bazı insanlar korku filmlerine bayılırlar. Her ne kadar onları anlayamasam da sonuçta zevkler tartışılmaz. Ama bu tür insanlara baktığımızda genellikle hayatında iyi koşullarda yaşayan, el bebek gül bebek yaşayan insanlar olduğunu görebiliriz. Peki, bu insanlar neden korkuyu severler? Aslında hayatlarında yaşayamadıkları, içlerinde her zaman bastırdıkları o duygudur korku. Bu yüzden bu tarz eserleri izlemeyi ya da okumayı severler. Peki, yazarlarda durum nasıldır? Evet, onları topluma ışık tutan insanlar olarak tanımışızdır. Yazdıklarının toplum için olduğunu iddia ederler. Peki, gerçekte durum böyle midir? Bence sanat her zaman sanatçı içindir. Sanat, sanatçının kendini ifade etmek için kullandığı bir araçtır. Bu yüzden yazarların yazdığı yazılar, onların ruh halini yansıtan, onları analiz etmemize yardımcı olabilecek kaynaklardır. Kısaca özetlemek gerekirse, insanı anlamak için uğraşlarına bakmamız gerekir. İzlediklerimiz, okuduklarımız ya da yazdıklarımız aslında bizim içimizde gizli kalan, belki saklanan belki de unutulmaya çalışılan duyguların yansımasıdır. Bu konuyu işleyen bir tiyatro oyunu aslında Ermişler ve Günahkârlar (Horowitz 2017). İçinde beslediği insan öldürme hissini aslında seri katil hikâyeleri yazarak ortaya çıkaran bir yazarın hikâyesini anlatıyor. Bu oyun izleyiciyi ilk anda etkisi altına bir oyun değildi. Oyunun başlarında sıkılsanız bile, oyunun devamında, olayları çözmeye başladığınız zaman aslında bu oyun sizin üzerinizde daha etkili bir hale geliyor. Aslında doktor olarak bildiğiniz insanın bir seri katil, hemşire olarak gördüğünüz insanın aslında bir tutsak olduğunu fark ettikçe görünen olguların bazen olduğundan farklı olabileceğini öğreniyorsunuz. Oyunun bu etkisi çok baskın bile olsa, bu oyunun benim üzerimdeki en güzel etkisi aslında iç dünyamda neler yattığını analiz ettiğim kısım oldu. En sevdiğim dizileri düşündüm öncelikle. Game of Thrones ve Vikings seviyorum. Devamlı savaş olan devamlı kanın bol olduğu diziler bunlar. Tabii ki bunlar kendime şu soruyu sormama sebep oldu: Neden? Neden bu diziler? Çocukluğum aslında sakin geçti diyebilirim. Kendi tanıdığım, bildiğim insanlarla büyüdüm. Bu yüzden küçükken çok kavga ettiğim ya da tartışma yaşadığım söylenemez. Belki de bu yüzden içimdeki bu kavgalı gürültülü hayatı beslemek adına bu şekildeki diziler beni daha çok etkiliyor diyebilirim. Küçüklüğüm sakindi ama bizim de kahramanımız vardı tabii ki yazının başında bahsettiğim gibi. Örneğin Dr.Strange bunlardan biriydi. Her zaman kötülerle savaşmıyordu ya da her zaman iyilik yapmıyordu ama bilim adına elinden gelen her şeyi yapıyordu. Çocukken bana bilimi sevdirdiğini söyleyebilirim. Belki de bugün mühendislik okumamın, bilim ile uğraşmamın sebeplerinden biri oldu diyebilirim. Bir bakıma ömür boyu uğraşmak istediğim bu işlerin aslında derinlerden, onun sayesinde geldiğini söyleyebilirim. İnsanlara yön veren, onlara hayatı anlamasında yardımcı olan şeyler aslında içinde bastırdığı, insanlardan sakladığı duygulardır. Baskı altında yaşayan insanlar olarak içimize attığımız duygulardır onlar. Orada, birilerinin gelip onları çıkarmasını beklerler. Peki, o duygulardan kurtulmamız gerekir mi? İnsanlar bu duyguları zaman içinde uygun bir şekilde dışa vurmalıdır. Çünkü bu duygular, içimizde beklerse, bir bomba gibi önünde sonunda patlayacaktır. Ve o zaman sebep olacağı hasarı tahmin edebilmek ise gerçekten zordur. Bu yüzden içimizde büyüttüğümüz, ermişleri, kahramanları ya da günahkârları kendi isteğimizle çıkarmalıyız. Furkan Yasin Taksim 21501325 Sözü Geçen Çalışmalar Horowitz, Anthony. Ermişler ve Günahkarlar. Hazırlayan Sabahattin Yakut. Küçük Tiyatro, Ankara. 11 Mart 2017. Nükleer Enerji: Felaket mi, yoksa Umut mu? Nükleer enerji İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük gelecek vaat ediyordu. Küçük miktar yakıtla akla hayale sığmayacak büyüklükte enerji elde ediliyor, insanlığın yeni enerji kaynağı olarak görülüyordu. Ama savaşın sonunda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan nükleer bombalardan sonra gördük ki bu icat sadece enerji elde etmek için değil, insanları saniyeler içinde buharlaştırmak için de kullanılabiliyordu. Martin Cohen ve Andrew Mckillop’ın, Kıyamet Makinesi: Dünyanın En Pahalı Yakıtı Nükleer Enerjinin Ağır Bedeli adlı kitabını okuduğumda nükleer enerji ile ilgili görüşlerimi açıklama ihtiyacı duyarak bu yazıyı yazmaya karar verdim. Öncelikle nükleer enerji konusunda çok net bir tutumum yok, yani bu konunun ne tamamen karşıtıyım ne de en azılı destekçisiyim. Benim için nükleer enerjinin hem yapıcı hem de yıkıcı özellikleri var ve zihin tartımda ikisi de neredeyse eşit değere sahip durumda. Görüşlerimden söz etmeden önce nükleer enerjiden bahsetmem gerekir. Kısaca anlatmak gerekirse nükleer enerji, atom çekirdeğinin içinde oluşan reaksiyonlar sonucu ortaya çıkar. Bu enerjiyi elde etmenin iki yolu vardır: İlki, günümüzde nükleer reaktörlerde kullanılan “fisyon” reaksiyonunun kullanımı, ikincisi ise hala geliştirilmekte olan “füzyon” reaksiyonunun kullanımıdır. Ne yazık ki günümüzde kullanılan fisyon reaktörleri insanlık için gerçekten zararlı tehlikeler barındırıyor. Etrafına birkaç metreden fazla yaklaşınca ölümcül dozda radyasyon yayan çok zehirli atıklar, ihtimali milyonda bir olsa bile bir dizi hata sonucu patlayan reaktörler, etrafa yayılan ölümcül radyoaktif parçacıklar bu tehlikelerden sadece bazıları. Çernobil nükleer felaketi yüzünden milyonlarca insan zarar gördü, radyasyonun o yıkıcı etkisine maruz kaldı. Eğer ben o felaketi yaşasaydım gerçekten de ölmeyi tercih ederdim, çünkü inanın radyasyonun insana ölümden beter etkileri var. Tam da insanlık büyük bir ders aldı derken, ne yazık ki dünya aynı acıyı bir kez daha 2011 Fukuşima nükleer faciasında yaşadı. İşte nükleer enerjiye olan mesafem de bu tehlikeler yüzünden. Bu tehlikeler nadir görülen şeyler ama bir o kadar da yıkıcı sonuçları var. Özellikle, Türkiye’de bu enerjiden faydalanacaksak bu tehlikelerin farkında olmamız gerekiyor. Mühendislerimize, yöneticilerimize güvenim sonsuz, ama neticede birkaç insanın eline bu kadar yıkıcı bir gücü vermek ne kadar mantıklı? Her türlü önlemin alınması halinde bile her şeyin yaşanabileceği bir dünyada yaşıyoruz, milyonda bir ihtimal olsa dahi bir felaket yaşanamaz mı? Coğrafi konumumuz yüzünden bir deprem ülkesiyiz, herhangi bir deprem anında bu santrali kontrol altında tutabilecek miyiz? Güney sınırımızda büyük bir savaş var, bu durumda nükleer santraller hedef alınırsa ne yaparız? İşte benim sorularım ve kaygılarım bunlar ve ne yazık ki bu enerjinin getirisi kısa vadede risklerinden çok daha az gözüküyor. Nükleer enerjiyi şu ana kadar ağır şekilde eleştirdim. Peki, yazımın başında bahsettiğim, nükleer ile ilgili görüşlerimi dengeleyen faktör ne? Aslında nükleer enerjinin çoğu insanın bilmediği, beni en çok heyecanlandıran “füzyon” kısmı da var. Kendi güneşimizi yaptığımızı düşünün, sonsuz ve devasa bir enerji kaynağı. Hem de çok güvenli! Kısaca bahsedeyim, füzyon reaksiyonu iki küçük çekirdeğin birleşmesidir ve elde etmesi aşırı zordur. Ama işin iyi yanı, bu zorluk aslında her şeyin aşırı derecede güvenli olması anlamına geliyor çünkü ortamdaki en küçük aksaklık bile reaksiyonun hemen durmasına sebep oluyor. Ayrıca bu işlemin hiçbir atığı da yok. Tamamen tertemiz, sınırsız ve doğal bir enerji. Bu enerji kaynağını belki de Back to the Future II filminde görmüş olabilirsiniz. Doktor Brown aslında bir zaman makinesi olan arabasına güç verebilmek için gelecekten aldığı “Mr.Fusion” ev enerji reaktörünü kullanıyordu. Benim gibi bilimkurguya düşkün insanların hayallerini süsleyen bu teknoloji ne yazık ki hala geliştiriliyor ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki gelecekte fosil yakıtlara olan bağımlılığımızı sona erdirecek, bu vesile ile insanlığı ve gezegenimizi kurtaracak olan teknolojik atılım işte bu olacak. Sonuç olarak bu yazımda nükleer enerjinin hem olumsuz yanlarından hem de olumlu yanlarından bahsettim. Kısa vadede, benim için nükleer enerji alınması gerçekten gereksiz bir risk çünkü bugüne kadar insanlığa yaşattıkları ne yazık ki sadece acıdan ibaret. Ama uzun vadede, bu teknoloji insanlığa seviye atlatacak kadar büyük bir potansiyele sahip; savaşları bitirebilir, dünyamızı kurtarabilir. Yani nükleer enerji sonumuz da olabilir, geleceğimiz de. Hakan Yanık 21502348 ME TURK102-80 Cohen Martin, Andrew Mckillop / Kıyamet Makinesi: Dünyanın En Pahalı Yakıtı Nükleer Enerjinin Ağır Bedeli/ İletişim Yayınları/ Ocak 2016 Back to the Future Part II. Dir. Robert Zemeckis. Prod. Steven Spielberg. Perf. Michael J. Fox. Universal, 1989. Veli Can Mert 21602394 EN KÖTÜYE HAZIRLIKLI OLMAK En güzeli elde etme arzusu vardır her insanın içinde, bizden bekleneni en iyi şekilde yapmak ve her şeyin en iyisine ulaşmak isteriz; peki, en iyiyi, en güzeli elde ettikten sonra onu kaybetmeye hazırlıklı mıyız? Peki, hangimiz onu kaybettikten sonra ona ulaşmak için feda ettiklerimizi düşünüp kötü bir duyguya kapılmayız? Sanki, feda ettiklerimiz ve emeklerimiz bir boşluktan ibaretmiş gibi düşünürüz. Hangimiz böylesine kötü bir şeye ve onun sonuçlarına hazırlıklı olabiliriz? Kendimiz için zirve olarak tanımladığımız yere ulaştığımızda o zirveden düşersek tamamen pes etmemiz mi gerekir, yoksa o zirveyi de geçmek için daha fazla emek sarf etmemiz mi gerekir? Hayatın herkese adil davranmadığı bildiğimiz bir gerçek ve yüksek ihtimalle hayatımızda bir kere bile olsa duyduğumuz bir cümledir. Hedefi olan herkes hayatının herhangi bir döneminde bu cümlenin doğruluğunu kabul edilecektir; bazıları hedefine ulaşamadığı için kabul edecektir, bazıları ise hedefine ulaştıktan sonra tekrar eski konumuna gerilediği için kabul edecektir. Peki, asıl önemli olan zirveye ulaşmak mıdır, yoksa zirveye ulaştıktan sonra aslında en yüksekte olmadığımızı fark etmek midir? Hedefimize ulaşmanın verdiği haz başka hiçbir şeyde yoktur; fakat ulaştıktan sonra rehavete kapılmamalı ve yapabileceğimizin bununla sınırlı olduğunu düşünmemeliyiz, kısacası bunu başarmanın bize yeteceğini düşünmememiz lazım. Bir hedefe ulaştığımız zaman yeni hedefler belirlemezsek ileri gitmenin aksine başladığımız yere döneriz ve bu bizler için en kötüsüdür; çünkü başarmanın verdiği mutluluğumuzun bozulmayacağını düşünürüz; fakat başarmanın verdiği hazzı bir kere tattıktan sonra yeni başarılar elde etmezsek yani ilerlemezsek zaman geçtikçe bu başarı unutulacak, hatta belki üstüne bir şeyler koymadığımız için yok olacak ve biz buna, en kötüsüne, hazırlıklı değilizdir. Hiçbir insan en kötüsüne hazırlıklı değildir; çünkü en kötüsü çoğu zaman en iyi anlarımızın veya başarılarımızın bozulmasından kaynaklanır, bu yüzden kötü şeyler bizi hep hazırlıksız yakalar ve hazırlıksız yakalandığımız için bu bizi çok derinden etkileyebilir. En kötüsünü yaşadıktan sonra insanlar umutlarını kaybeder; fakat en büyük hata umudumuzu kaybetmek olacaktır. Umudumuzu kaybedersek düştüğümüz yerden kalkmamız zor değil neredeyse imkânsız olacaktır, bu yüzden ne olursa olsun umudumuzu asla kaybetmeden hayatımıza devam etmeyi ve her zaman ileriyi hedeflemeyi denemeliyiz. En kötüye hazırlıklı olamamamız en kötüyü yaşadığımızda düştüğümüz yerden kalkamayacağımız anlamına gelmez. Eğer bu düşünceleri ideolojimiz olarak benimsersek ve kötü durumlara düştüğümüzde bunu düşünerek kendimizi motive edersek, bu kötü durumlardan en az zararla çıkıp kendimizi olabildiğince hızlı sürede toparlayarak hedefimize doğru emin adımlarla yürüyebiliriz. Bu bile en kötüye hazırlıklı olduğumuz anlamına gelmez; fakat en azından bizi en dibe vurmamızdan koruyabilecek bir düşüncedir. En iyi olarak düşündüğümüz noktaya vardığımızda asla yerimizde saymadan yolumuza devam etmeliyiz ve yeni hedefler belirlemeliyiz. Bu bizi olduğumuz yerde saymaktan ve yavaş yavaş geriye gitmekten kurtarır. Hayatımızda gerçekleşen kötü olaylar bizi en dipteymişiz gibi hissettirebilir; fakat hatırlamamız gereken birkaç şey vardır: umudumuzu yitirmememiz gerektiği ve bu bataklıktan ne kadar hızlı çıkarsak o kadar az kirlenmiş olacağımız. En kötüye karşı hiçbir zaman tam anlamıyla hazır olamayız; ancak bazı düşüncelerle kendimizi motive ederek en kısa sürede bu kötü durumdan çıkabiliriz. Hayatımızda her zaman iyi olayların yanısıra kötü olaylar da vardır, her zaman olaylar istediğimiz gibi gitmeyebilir ve biz bu durumlara hazırlıklı olamayabiliriz; fakat kendimize olan inancımızı ve umudumuzu asla yitirmememiz gerektiğini asla unutmamalıyız. Kaynakça Serbes, Emrah. Müptezeller. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016. ​ ​ Burak Akyön HAYATA HAYAT KATMAK Maalesef, bu dünya herkese eşit imkânlar sunmuyor. Şimdi, bu kadar karamsar başlanmış bir yazıyı bir an önce okuyup geçmek isteği içerisinde olabilirsiniz ancak öyle yapmamalısınız. Çok hayati bir meseleden bahsedeceğim çünkü. Üstelik bu hayati kelimesini bir mecaz anlam içerisinde değil, gerçek anlamında kullanıyorum. Maddi imkânlarının diğerlerinden daha az olduğundan yakınan milyonlarca insan varken yaşam için en önemli şey olan organlarını kaybetmiş insanların acısını anlamak kolay olmuyor. Yine de bu kimseler hayatlarına uzun ve acı verici bir bekleyiş içerisinde devam etmek zorunda kalıyor. Geçenlerde okuduğum David Wagner’in Hayat isimli romanı da bu konuda çok çarpıcı bir hikâyeyi barındırıyordu. Bu kitabı okuduktan sonra bu konudaki hassasiyetimin bir kez daha farkına vardım diyebilirim. Her bekleyişin sonunda aydınlığa kavuşmayı yeğleriz. Her geçen saatin, günün anlamı kavuşacağımız o güzel şeyde saklıdır. Organ bağışı için bekleyen insanların da ödülü - çoğumuzun sahip olup da kıymetini bilemediği- sağlıklı bir hayat olacaktır. Ancak her zaman o kadar şanslı olamıyor bu insanlar ve hayata gözlerini yummak zorunda kalıyor. Okuduğum kitapta nakil denen operasyona iki ayrı insanın gözünden bakılıyor: Bağış bekleyen ve bağış yapan. Bağış bekleyiş süreci, belki de acıların en büyüğü. Hastanenin duvarları, eşyaları bembeyaz. Normal insanlar için barışı, hürriyeti temsil eden beyaz rengi, onlar için hastalık ve ölümden başka bir anlama gelmiyor. Ömrün tükeneceğini bilmekten daha kötü bir şey varsa onun yaklaştığını her gün hissetmektir. Sağlıklı insanların asla sağlıklarını kaybetmeyecek gibi yaşamalarının sebebi de budur işte. Kimse bilmez hastalığın bedende yarattığı sızıları, ölümün topuklarını yere vura vura gelişini... Ancak bekleyen bilir, hayatı da ölümü de bekliyor olabileceğini. Bir insanın ömrünü uzatmak sanılan kadar zor bir şey değil aslında. Her yıl binlerce organ nakli ihtimali olmasına rağmen bunların çok azı hayata geçirilebiliyor. Herkesi bu kadar eleştirmişken biraz da öz eleştiride bulunmak istiyorum. Neden kan vermeyi bile ihmal ediyorum? Neden ölümüm halinde organlarımın bağışlanmasına dair kâğıdı imzalamadım hâlâ? İç ürperten bir korku taşıyorum içimde. Belki ben de sağlıklı olmanın verdiği öz güvenle zamanın bazıları için ne kadar kıymetli olduğunu unutuyorum. Açıkçası kimi zaman vücudumun parçalarını başka yerlerde bırakmak fikri ürkütüyor beni. İşte, Wagner de bu ürkme halini kitabında çok doğru birkaç sözle açıklıyor: " (...) ama burada, hastanede tedavi edilen vücut artık benim değil. Onu teslim ettim, altına imzamı attım, başkalarına bıraktım." (98) diyor bağışçı. Yaptığından hoşnut olurken aynı zamanda durumun korkutucu yanını da hissettiriyor bu cümleler insana. Bu korkuyu engellemenin tek yolu, bir parçanızın hayata daha uzun yıllar boyunca devam edeceğini düşlemektir. En azından ben böyle düşünmeye çalışacağım. Bazı kitaplar yalnızca okunmakla kalmaz, sizleri harekete geçirir. Bu kitap da benim için öyle oldu. Son sayfasını bitirdiğim andan itibaren başkalarının hayatlarına dokunma isteği ile yanıp tutuşuyorum. Organ bağışlamak hem mutluluğu hem korkuyu barındırır ve ikilemde yaşatır insanı. Bağışçı ile bağışı alan arasında başka hiçbir türlü ilişkide olmayan özel bir bağ vardır. Herkesin çevresinde az çok böyle örnekler vardır. Onlara sormalı, yaşadıkları acıları da mutlulukları da onlardan öğrenmeliyiz. Sağlıklı yaşama kaptırmadan önce kendilerimizi, onları anlamaya çalışmalıyız. Ben de artık organ bağışçılarının ve bağış bekleyenlerin savaşı için uğraşmak istiyorum. Onların yaşamlarından herkesi, sosyal medya gibi platformlar üzerinden haberdar etmeyi kendime bir görev ediniyorum. Daha kutsal bir görevim olamazdı. KAYNAKÇA Wagner, David. Hayat. İstanbul: Everest Yayınları, 2015 Can Soygür Doğaya Karşı Beton “Doğaya adapte olma, doğayı adapte et!”. Bu sloganı duyunca aklınıza ilk gelen canlı türü nedir? Bence hepimiz bunun yanıtını biliyoruz, zaten bu duruma uyan ikinci bir varlık yok yeryüzünde. Bizleri, dünyanın geriye kalanıyla ayıran, farklı kılan yegane nitelik bu bence. Hayatta kalma yöntemi olarak çevre ile uyum yerine mücadeleyi seçmek... Bu, bizi dünya üzerinde bu kadar geniş alanlara, değişik iklimlere yayılabilen ve başarılı olan çok az türden biri yapan özelliğimizdir. Peki ne tür bir mücadele? Doğal olan ne varsa onu tümden kaldırmaya tabii ki. İnsanlar olarak, bir bölgeyi özgün nitelikleri ile en etkili kullanmaktansa orayı ihtiyaçlarımıza göre manipüle ederiz. Yerleşim yerlerimiz bunun en göze çarpan örnekleridir. Kendimizi doğal tehditlerden korumak için bir arada yaşar ve şehirler yaparız. Bulduğumuz boş arazilere betondan binalar dikeriz, yollara asfalt dökeriz ve böylece büyük gri yaşam alanlarımızda kendimizi doğanın geriye kalanından soyutlarız. Hayatta kalma endişesi olmadan günlük hayatlarımızı yaşarız. Arada bir-iki boş yer kalmışsa oralara da dikeriz binalarımızı. Şehirlerin alanları bize yetmiyorsa hemen civardaki ovalara, ormanlara yönelir, onları halledip büyütürüz yaşam alanlarımızı. Bu sırada doğaya ve onu paylaştığımız diğer canlılara ne olduğu çok da önemli değildir. Ne gerek var bize hayatı dar eden ağaçlara, çimlere, yırtıcı hayvanlara? Biz bize rahatça yaşıyoruz işte. Ne de olsa her şey bizim için var. Benim yaşadığım şehir olan Ankara da tam yukarıda anlattığım gibi bir yer. Her yerin betonlaştığı, ağaçların kaldırımlara tek tük dikildiği, doğanın insan yaşamı uğuruna adeta katledildiği bir yer. Sanki yetmiyormuşçasına, büyümeye devam eden bir şehir... Dünyanın dört bir yanındaki şehirlerle karşılaştırınca çok farklı değil aslında da, yaşadığım yer olduğu için ayrıca göze çarpıyor işte. Şimdi soracaksınız, tüm bunları neden anlatıyorum size? Aslında durum her zaman bu kadar iç karartıcı değil. Henüz kendi gözlerimle bir örneğini görme şansım olmadı fakat doğa her zaman bize karşı bu kadar teslimiyetçi bir tavır takınmıyor... Ne kadar kabul etmek istemesek de doğa, istediği zaman bizimle girdiği mücadeleden galip çıkabileceğini yeri geldiğinde yüzümüze vuruyor. Şuna bir bakın derim: Biraz alışılmışın dışında bir tablo ortaya çıkmış. Daha bitmedi: İşte bu kareler, aslında doğayı kendimize adapte etmenin imkansız olduğunun birer kanıtı... Kendimizi kalıcı zannettiğimiz bu dünyada, ortadan kalktığımızda neler olacağının birer fragmanı... Ne kadar var gücümüzle karşısında dursak da doğa, çok ufak çaba ve uzun bir süre sonra sahip olduğunu geri alacağını söylüyor bize: Beni öylesine etkileyen, bir başka deyişle aydınlatan bu fotoğraflar, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan Hong Kong’da çekilmişler. Çarpık kentleşme, betonlaşma ve beraberinde doğa katliamının belki de en fazla olduğu yerlerden biri... Fotoğrafçı Romain Jacquet-Lagréze’in “Vahşi Beton (Wild Concrete)” adlı fotoğraf serisinde açıkladığı gibi doğa, bu şehir ortamında tıpkı insanlar gibi azim, gayret ve bağımsızlık ile direnmektedir (20). Hong Kong da bile bu olabiliyorken, diğer şehirlerde niye olamasın? Diğer şehirlerde de var aslında... Sadece ortaya çıkmasına fırsat vermiyoruz. Fotoğraflardaki ağaçlar gibi bir durum ortaya çıktığında hemen kesiyoruz. Ama gözümüzden kaçan detaylar da var. Kaldırımlardaki boşluklardan çıkan çimenler gibi mesela... Ankara’da da varlar, diğer şehirlerde de... Her gün yolda yürürken görürüm onları. O çimenler müdahale edilmedikleri için oradalar. Biz doğayla mücadeleyi bıraktığımız anda o ağaçlar da binalardan tıpkı çimenlerin çıktığı gibi çıkacak. Biz insanlar ne kadar doğaya üstünlük kurmaya çalışsak da, bu savaşın kazananı en baştan belli. İlk bakışta çok narin ve zayıf gözüken doğa, bulduğu her boşluktan şehirlerimize sızıp kendini iyileştirecek. En sonunda her betonu kıracak, her asfaltı delecek. Şu anda bile örneğini gördüğümüz bu durum, zaman ilerledikçe kendini daha da belli ettiğinde bizler de yaptığımız hatanın farkına varacağız. Doğa ve çevre ile karşıtlık değil, uyum temelli bir ilişki kurarsak; daha çok beton yerine daha çok ağaç dikersek, hayvanları yaşam alanlarından etmek yerine onlara yaşayacak yerler bırakırsak bu hatadan döneriz. Kendimizi soyutladığımız doğanın aslında bir parçası olduğumuz, onla savaşmak yerine onu yaşatmamız gerektiğini anladığımız zaman bizler için yeni bir başlangıç olacak. Kaynakça: 1. Jacquet-Lagréze, Romain. “Wild Concrete”. European Photography. 37.1 (2016): 20- 25. Baskı. 2. ... . “Wild Concrete #11”. 2013. Fotoğraf. European Photography. 37.1 (2016): 25. Baskı. 3. ... . “Wild Concrete #13”. 2013. Fotoğraf. European Photography. 37.1 (2016): 24. Baskı. 4. ... . “Wild Concrete #62”. 2014. Fotoğraf. European Photography. 37.1 (2016): 22. Baskı. Seda ÇAM BİR ÖMÜR BOYU YALNIZLIK ‘’Yalnızlığım kanımsın canımsın, sen benim çaresizliğimsin. ‘’sözleriyle Zuhal Olcay ‘’Yalnızlığım’’ adlı şarkısında yalnızlığın çaresizliğini en güzel şekilde fakat tüm karamsarlığıyla anlatmış. Lakin, yazarımız Şancı yalnızlığın kendini keşfetme, dinleme ve hatta kişinin kendi kendini eğitmesi için bir fırsat olduğunu ifade ediyor. Yazarımız kendi kişisel gelişim romanı olarak nitelendirebileceğimiz Yalnızlık Doktorası’nda aslında günümüz dünyasında yalnızlık kavramının yediden yetmişe bütün insanları, cinsiyetleri, ırkları ve dünya üzerindeki sayısız çeşitlikte farklılığa sahip insanların bu kavramdan tamamen olumlu yönde faydalanabileceğini ifade etmiş. Özellikle insanların yalnızlık kavramıyla ilgili detayları kaçırdığı, bu kavramın toplum üzerindeki manipülasyonları yüzünden bir mahrumiyet, eksiklik ve ayıplı olmak olarak gösterildiğinin üzerini çizmiştir. Oysaki Halit Ziya’nın da dediği gibi ‘’Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.’’ (Uşaklıgil,s.13) Her ne kadar sevgili yazarımız yalnızlığın sabahlara ait olduğu tezini ortaya sunsa da ben yalnızlığın gecelere mahsus olduğu fikrindeyim. Gecenin bir yarısı herkes derdini tasasını unutmuş mışıl mışıl uyuyabiliyorken siz hala uyuyamıyorsanız, elinizde sigaranız, kahveniz gecenin karanlığını izliyorsanız işte siz gerçek bir yalnızsınız ama korkmayın! Birçok insana göre çok ama çok şanslısınız. Bu tanım tam olarak beni yansıtan bir tanım ama eminim ki birçoğunuzla birbirimizden habersiz aynı kaderi paylaşıyoruz. İşte gecenin tam bu saatleri yalnızlığımın değerini en çok anladığım saatler çünkü sabahın uyanma telaşını, gündüzlerin koşuşturmacasını bir kenara bırakabilip hayatımda var olmuş, var olan insanlar hakkında düşünmeme ve başıma gelen olaylara verdiğim tepkilere karşı özeleştiri yapabildiğim bu güzel saatler olduğum kişiden daha fazlasını olmamı sağlıyor. Ne yazık ki günümüz dünyasında yalnız kalmak, bu kavramın keyfine varmak pek de mümkün gözükmüyor benim açımdan. Ne yazık ki, hayatlarının dörtte üçünü çalışmaya, okumaya ayıran; evine, ailesine üç kuruş daha fazla para götürme gayesinde olan robotlara dönüştük. Fark etmesek de televizyonda izlediğimiz ‘survivor’ dan aslında pek de bir farkı kalmayan hayatlarımızda bir çoğumuzun olduğu gibi benim de en büyük hayalim olan ‘’emekli olup Datça’ya yerleşeceğim, kendim ekip kendim biçeceğim, artık kimseye bağlı olmama gerek yok’’ mantığı bütün bu yoğun hayattan kurtulup kendi hayatta kalma savaşımızın sonundaki yalnızlık, mutluluk ,huzur ödülüne dönüştü. Peki, bu kavramlar zaten insanoğlunun varoluşunun doğasında yok muydu? Ne zaman bizden koptular da birer ödül oldular? Bunlar bir süre yanıtsız kalacak sorular gibi gözüküyor, belki bir gün hepimiz doğamızdan gelen yalnızlık ve huzuru doyasıya yaşarız. Gelecekten kopup günümüze dönecek olursak, bugün toplum yalnızlığı kesinlikle kabul etmiyor örnek vermek gerekirse kadın erkek demeden çoğu insan kafelerde, barlarda, okulda, sporda ve bunun gibi günlük hayatın birçok noktasında karşımıza çıkan, oralarda tek başına takılan bireylere (bunu kendileri seçmiş olsa dahi) asosyal etiketi yapıştırıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse yalnızlığın ne kadar önemli bir değer olduğunu anlayana kadar ben de aynı bu insanlar gibi ‘’yalnız yaşamayı özellikle seçmiş’’ bireylere aynı gözle bakardım fakat bu değerin önemini kavradıktan, onun güzelliğini tattıktan sonra neden bu insanların bu yolu seçtiğini ve aslında onların bizlerden daha sosyal olduğunu anladım. Öncelikle bu asosyal etiketini taktığımız bireylerin yalnızlıktan korkanlardan farklı özellikleri var örneğin; kendilerini çok iyi tanırlar, kendilerinden, karşısındaki bireylerden ve hayattan beklentileri son derece açıktır ve bunları ifade etmekten çekinmezler. Kendi iç dünyalarında mutludurlar ve başkasının (özellikle bu farklılıklara sahip olmayanların) bunu bozmasına izin vermezler. Tabii ki bunlar benim gözlemlerim, herhangi bir yerde yazılı bir kanun gibi ‘’yalnızlığın kanunu’’ adı altında bulamazsınız. Okuduğunuz kitaplara ve belki de çevrenizde yaptığınız gözlemlere rağmen hala karamsar olabilirsiniz ama sizler de benim gibi bir süre sonra, özellikle de yalnızlığın ne denli önemli olduğunu görünce, bu kavram sizin için karanlığı çağrıştırırken bir anda gökyüzündeki mavilikleri çağrıştırabilir. Bugün söyleyebilirim ki evet her insan hayatının en az bir noktasında yalnız ve öyle de olması gerekiyor. Fakat, kimsenin ‘yalnızlık’ tan korkmaması bu güzel özgürlüğü yaşamaları, kendi farklılıklarını ortaya koyması gerekiyor belki de böylece yazarların, şairlerin, benim gibi insanları gözlemeyi sevenlerin ve hatta bu fikirden korkanların gözlemlediği yeni farklılıklar olur ve henüz bir yerde yazılı olmayan ama çoğumuz tarafından bilinen ‘’yalnızlar kanunu’’na yeni maddeler eklenir. Kaynakça Olcay, Zuhal. «Yalnızlığım.» Küçük Bir Öykü Bu. yön. Vedat Sakman. Yazan Mehmet Teoman. Şancı, Cem. Yalnızlık Doktorası. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2015 Vedia Durmaz Ayrımcılık Kuyusu Ayrımcılığa gerçekten mecbur mu kalıyoruz yoksa bile isteye ayrım mı yapıyoruz? Belki de isteyerek yaptığımız şeylerin sorumluluğunu sosyal zorunluluk olarak gösteriyoruzdur. Solomon Northup, 12 Yıllık Esaret kitabında Afroamerikan insanların köle olarak kullanılmasından ve bu esarete kendisinin de düşmesinden söz ederken, biz sadece bu ayrımcılığı ırksal olarak algılayabiliriz. Oysaki ayrımcılık dediğimiz yapı en başlardan beri merdiven misali kademeli olarak bizi ayrım yapmaya zorlar oldu. Canlı varlığından tutunda cansız varlıklara kadar. Peki biz bu ayrımın çıkılmaz kuyusuna nasıl düştük ve hala neden çıkmak için çabalamıyoruz? Hayata gelmeden önce bile ayrımcılığa maruz kalıyoruz aslında. Ebeveynler bile bir çocuk istediğinde kız mı yoksa erkek mi olsun diye tartışıp çocuklarını bir ayrımcılık çukuruna atarlar. Aslında onlar bunu yaparak kadın ve erkek arasında ki koskocaman uçurumu -ki yoktur- gözler önüne sererler. İlk başta cinsiyetlere göre ayrım yapmaya başlarız. Erkeklerin daha üstün bir varlık olduğundan tutunda kadınların çok da önemi olmadığı bir dünyaya kadar. Sonra renklere ayırırız insanoğlunu; siyah ve beyaz... Oysa unuttuğumuz en önemli şeyin insanları aslında renklerine göre değil de iyiliklerine göre ayırmamız gerektiğidir. Biz ise ayrımcılığı sadece "Birbirinden kesinlikle farklılar!" dediğimiz şeyler üstünde kullanıyoruz. Bunu öğrenebilmemiz için en güzel yerin okul olduğunu düşünürken. Okula başlama yaşı geldikten sonra en büyük duvarla yüz yüze geliyoruz. Parası olan özele parası olmayan ise okumasa da olur diyerek daha başlamadan gencecik insanların hayatını ötekileştiriyor; eğitim. Bu eğitim sistemi kuyruklu bir yıldız gibi peşinden daha nicelerini sürükleyip duruyor. Bu eşitsizlik eğitimde bile görülürken sonunda bütün gençliğimizi ve hayallerimizi yiyip bitiriyor. Maddi durumu yetersiz olduğu için hayallerine kavuşamayıp, ayrımcılık mağduru olan bir çok genç, istemediği şeylere yönelmek zorunda kaldı belki de. Bunun yerine sahip olamadıklarımız bizi ayırmasa, herkese eşit haklar verilip okullar –hepsi eşit özelliğe ve imkana sahip- insanların taleplerine göre öğrenci alsa belki o zaman bir şeyleri birbirinden ayırmadan kabul etmeyi başarabiliriz. Mesela bununla birlikte doğuda ki bir çok genç de hayallerine hiçbir eşitsizliği gözetmeksizin kavuşabilir ve bizlerde 'doğu' kelimesini artık sadece bir yön adı olarak kullabiliriz. Kim bilebilir belki de bu sayede ilk önce tanıştığımız insanlara " Ne okuyorsun? Nerede okudun veya okuyorsun? " diye sormak yerine, karşımızdakini başka türlü tanımaya başlayabiliriz. Biz ilk önce insanları; renklerine, cinsiyetlerine hatta ve hatta engel sahip olup olmamalarına, çocukları; puanlarına ve eğitimlerine göre ayırmamayı öğrenmeliyiz. Böylelikle bir çok şeye temel atıp -insanlık gibi- herkesi her şeyiyle sevmeyi öğrenebiliriz. Diğer yandan insanların bu ayrımcılığı gidermek için çabalamaması kabul dahi edilemez. Bu tamamen bencillik olur. Birilerini, belli bir şeylerine göre ayırmak ve bundan bir gram dahi rahatsızlık duymamak hatta zevk almak insanlığın geçmişten günümüze aslında hiç de değişmediğini gösterir. Eskiden insanları ırklarına göre ayıranlar şimdi insanları eğitimine, sahip olduklarına göre ayırır oldu. Prestij dediğimiz şey insanları ayırmaya başladı. Ne yazık ki insanlık bu ayrımcılığın gayet normal ve insan doğasının kanunu olduğunu söyleyerek, bu durumu savunur hale geldi. Peki biz bu ayrımcılık çukurundan tek başımıza kurtulabilir miyiz? Hepimiz biliyoruz ki toplumu oluşturan bireylerdir. Bizim toplumu yansıttığımız bir dünyada eğer ki her birimiz o 'ayrımcılık kuyusuna' bir ip atarsak bir çok şeyi kurtarabileceğimizi görebiliriz. Her şeyin bizim elimizde olduğunu, hepimizin aynı dünyada, aynı havayı hatta uzayda aynı boşluğu paylaştığımızı düşünürsek birbirimizi aynı ve eşit görmemizin en doğru yol olduğunu fark edebiliriz. Bunun için en önemlisi de bilgi, kültür sahibi olabilmek. Şimdi hepiniz bunu okuyunca "Aaa! Eğitim şart." diye haykıracaksınız. Fakat bunun mümkün olabilmesi için ilk önce eğitim sisteminin bizi ayırmaması gerekmiyor mu?! Kaynakça: http://www.dw.com/tr/ayrımcılık-ruh-sağlığını-tehdit-ediyor/a-18271036, 21 Kasım 2016. Ziya ERKOÇ “AKIL”LI SEVGİ OLUR MU? Sevgi, insanın içinde var olan, belli kişilere karşı beslenen, güzel bir yemek yemişçesine mutluluk veren bir duygu. Ancak verdiği mutluluk kadar da ilginç… İnsan kontrol edemiyor onu, kimi seveceğini belirleyemiyor. O sevgiyi yöneten başka bir şey var ve o karar veriyor buna, akılla mantığın tam olarak kontrolünde olan bir iş değil, onların ötesinde. Akıl ile sevgi arasındaki ilişkiyi sorguluyor Ahmet Altan da Bir Hayat Bir Hayata Değer isimli kitabında (s. 40-42). Bu durum da beni şöyle bir fikir oluşturmaya itiyor: Sevginin kaynağı başkadır ama onu akıl ve mantık dâhilinde yorumlamaya çalışırsak yapaylaştırırız. Diğer bir deyişle, akıl ve mantık sevginin işine karışırsa, sevgi doğallığını kaybeder. Yani onu kendi o gizemli hâline bırakmalıyız fikrini savunuyorum. Ancak insanlar günümüzde -özellikle gençler- “akıllarıyla” seçmeye çalışıyorlar, “mantıklı” bir seçim yaptıklarını düşünüyorlar zengin ve güzel/yakışıklı kişileri sevgili olarak seçerek ve bu da sadece sevginin kısa süreli suni bir şey olmasına neden oluyor. Çoğu yaşıtım birisini sevdiğini iddia ederek sürekli onun ile vakit geçiriyor. Açıkçası, bu durumun yaygınlığı, içimde şöyle bir şüphe oluşturdu: Acaba bu duyguyu yaşıtlarım kadar yaşayamıyorum. Şu yaşıma kadar hiç böyle bir sevgiyi tecrübe etmedim. Fakat bundan daha değerli olduğunu düşündüğüm başka bir şeye ayırmışım belki de beşere duyacağım sevgi payımı: Aileme. Belki de bunu yapmamın asıl sebebi bu sevginin diğerlerinden daha samimi olduğunu düşünmem. Genç yaşlarda aklımı kullanarak – sözde erkekliğimi kanıtlamak ve gönül eğlendirmek için- bir kız ile uzun vakitler geçirecek kadar beraber olmak bana yapmacık geliyor. Yani bu türlü kız arkadaş beraberlikleri hoş vakit geçirmek için bir araç olarak görüyorum. Bize ayrılan sevgi payı, yapay bir hoş vakit uğruna araya gidiyor diyebilirim. Ben ise tüm sevgimi aile bireylerime (anneme, babama, abime ve ablama) ayırıyorum. Benim bu sevgimin doğal olduğunu düşünüyorum çünkü onlara duyduğum sevgiyi kendi zihnim vermedi, başka bir şey verdi. Bu şey, bu dürtü, her neyse duyulan sevginin sağlam olmasını ve de yapaylıktan uzak olmasını sağlıyor. Doğal sevginin malzemesi diyebilirim. Ama galiba bu dürtünün ne olduğunu biliyorum: Kalp. Hani özdeşleşmiştir ya aşkla. Her sevgili birbirlerine bu araç yardımıyla âşık olduklarını düşünürler. Ama bazıları bu konuda bir yanılgı içindedirler çünkü sevdikleri kişiyi akıllarıyla seçmiş olabilecekleri için pek de uzun olmaz bu aşk yolculuğu. Ha! Bu arada sevgi payımı aileme ayırdım dedim, ancak bu sakın evlenmeye karşı olduğum anlamına gelmesin. Zamanı gelince –ailemden artan yeteri kadar sevgi bulursam- çemberime bir kişi daha ekleyebilirim. Yapmacıklıktan uzak olmasını umduğum ve de aklımı en az kullandığım bir sevgi… Bu sevme işleminde kendimi sadece bir seyirci olarak görüyorum. Bence kalbim birini seçiyor ben de “Hay, hay!” deyip dediğini yapıyorum. Ancak “akıl ve mantık hiç mi işin içerisine girmemeli?” sorusu kafamı kurcalamıyor değil. Yani iç güzellik ve karakterlerin uyuşması diye bahsedilen konu var ya –güya çok dikkat etmem gereken. Ya kalbim yanlış kişiyi seçtiyse? Kalbime sonuna kadar güvenmeli miyim? Görünüşe göre çoğu kişi güvenmiyor ve de özellikle evlilik sürecinde akıl yerleştiriyorlar sevginin içine sözde ideal gelin/damat adaylarını bulmak için. Ama ben güvenmek istiyorum. Çünkü akıl ve mantığın karışmadığı sevgilerin ayrı bir yerinin olduğunun farkındayım. Örneğin, aileme duyduğum sevgiyi, mutlak sevgiye aday olarak gösterebilirim. Çünkü o saf, katıksız, aklımın bulaşamadığı, sadece kalbin gösterdiği bir sevgi. Anne ve baba sevgisi de işte bu yüzden farklı kanımca. Ancak diğer türlü sevgili meselelerinde aklımızı kullanma miktarımızın artması sevginin kalitesini düşürebilir. Ama yine de şu sorulara kendimi tatmin eden yanıtlar bulmalıyım: Şimdi kalbim bana bir kızı gösterdi, ama o kızın karakteri ile benimkinin uyuşacağı kesin midir? Yani kalbim bana bunu vaat ediyor mu? Yoksa “Kardeşim ben sadece seni uygun gördüğüm biriyle âşık ederim, gerisi beni ilgilendirmez” mi diyor? Aklımı kullansam muhtemelen birkaç kişiyi elemek zorunda kalacağım şu malum boy, kilo ve iç güzellik meselelerinden ötürü. Peki ya sadece kalbime güvensem o kimi diyorsa onunla birlikte olsam? Sonuçta beni hiçbir zaman yanıltmadı, bunun en büyük örneği aileme duyduğum sevgide bana olan faydası. Niye ihanet etsin ki bana? Zaten hiçbir evlilik-sevgi kusursuz olmaz illâ ki problem barındırır ancak tarafların bunu nasıl halledebildikleri önemlidir. Bunun için aklın boşuna harcandığı ideal eş arama mevzusu bana manasız geliyor. Annemle, babamla, kardeşlerimle hiç tartışmıyor muyum sanki. Tabii ki de tartışıyoruz ama o güçlü bağ hiçbir seferinde zedelenmiyor, üstüne üstlük beni onlara daha çok yaklaştırıyor. Bakın, kalbimin gösterdiği yolda nasıl da sevdiğim kişilerle olan problemlerim kolayca halloluyor o kuvvetli bağdan dolayı. Ancak akıl kullanarak -mükemmel, süper- eş arayışına girsem, çıkabilecek miyim belli değil. Yani şu sonucu çıkartabilirim ki: Önemli olan sevilen kişi değil aradaki bağın ne kadar sağlam olduğu, onu seçerken ne kadar akıl kullanırsam bağ o kadar kuvvetsiz olur ancak sadece kalbin bağladığı sevgiler yıkılmaz. İnsanlar ailemizi seçme imkânımız olmadığı için akıl veya kalp gibi bir seçim aracına ihtiyacımız olmadığını düşünebilir. Ancak biz bilinçsizken –bebeklikte- bile bu sevgi o kadar sağlam ise bunu akıl yapmış olamaz. Yani kaynağına kalp diyebiliriz. Ancak o sevgiye de sonrasında akıl girerse aileyi terk etme, aileden nefret etme, aileye saygısızlık yapma gibi durumlar meydana gelebilir. Dünya üzerinde hiçbir sistem mutlak değildir, kusursuz diye bir şey yoktur yani. Kusurluluk insanın doğasında var. Bu nedenle sadece kalp ile seçim yapmak, bu mutlak sevgiyi yakalamak pek dünya hayatında mümkün görünmüyor. Ancak bu zamana kadar -belki yaşım çok da büyük olmadığı için- mutlaklığı yakalamış gibi görünüyorum. Ama ne kadar niyetim o yönde olmasa da –belki de evlenme çağında- aklımı kullanmak zorunda kalabilirim. Umarım miktarı çok az olur kalbe oranla. Sevgi, benim en tecrübesiz olduğum alan. Ancak barındırdığım sevginin kuvveti, tecrübemin azlığını unutturacak seviyede. Tecrübesiz diyorum ama çevredeki insanların beni böyle gördüğünü düşündüğümden diyorum. Hiç kız arkadaşım olmadı ya hani, sevgiden aşktan anlamıyorumdur muhtemelen onlara göre. Anlamadığım daha iyi ya, o işi kalbime emanet etmişim demek ki. Altan, Ahmet. Bir Hayat Bir Hayata Değer. İstanbul: Everest Yayınları, 2015. Baskı. M.Yiğit Kodak (CS) 21601178 GÜÇ İnsanoğlunun en güzel taraflarından biri: Her bir bireyin birbirinden farklı olmaları. Tek yumurta ikizleri bile anatomik olarak birbirinden %97 küsur farklılar. Herkesin beyni farklı çalışıyor ve herkes birbirinden farklı düşünüyor. Herkesin birbirinden farklı kavramlar için çıkarttığı anlamlar farklı. Geçmişten günümüze, insanoğlunun varoluşundan 2017'ye kadar geçen süre zarfında önemli kavramlar her zaman olmuştur. Bu kavramlar arasında belki de en önemlisi güç kavramı. Milattan önce insanlar henüz kolonileşmemişken güce sahip olanlar iyi avcılık yapabilen erkeklerdi. Evine besin getiren erkek güçlü, getiremeyense güçsüzdü. O günlerden bugüne aslında temel olarak hiçbir şey değişmedi. Ortaçağda iyi bir savaşçıysanız güçlüydünüz ki buradaki mantık da yeterince basit. Savaşta ölmediğiniz sürece güçlüsünüzdür yani iyi savaşıyorsunuzdur. Savaş bittiğinde eve ganimetle dönersiniz ve geçim bu şekilde sağlanır. Günümüzün kapitalist dünyasında temel mantık yine aynı. Kadınların 20. yüzyılda medeni haklara kavuşup, ''iş hayatına'' adapte olduktan sonra ihtiyaç ve isteklerinin artmasıyla doğru orantılı olarak kapitalist sistem de kendini birkaç basamak yükseltti. Bunun sonucunda 20. ve 21. yüzyılların güç tanımı ortaya çıktı: Cüzdan(!). Canlılar aleminde güç göstergesi genel olarak üremeye bağlıdır ve çekici bireyler değişkenlik gösterir. Örneğin, en çekici gergedanlar şişman olanlardır. Tıpkı cüzdanlar gibi. Gergedan türündeki güç simgesiyle homosapienler (insanlar) arasındaki güç simgesinin böyle de ilginç bir ilişkisi var. En azından 20 ve 21.yüzyıllar için... Günümüz dünyasına hakim olan kapitalist sistem gücü para ile doğru orantılı tutuyor. Evinin geçimini ve ailenin mutluluğunu sağlamak için temel gereklilik para. Öyle ki, içinde bulunduğumuz sistem popüler kültürün etkisiyle güçleniyor ve paraya olan ihtiyaç artıyor. İhtiyaçlar, istekler birbirine girmiş durumda. İstekler ve ihtiyaçlara ulaşıldığında kısa süreli de olsa ulaşan kişiye dopamin salgılatıyor. Zaten evin geçimi sağlanırken de ana amaç ailenin mutluğunu sağlamak. İhtiyaçlar ve istekler artmışken ve bunlar gider olarak faturaya yansırken doğal olarak paraya olan ihtiyaç artıyor. Gitgide daha fazla gerekli olan para için iş yerinde terfi almak diğer bir deyişle geliri artırmak şart. Terfi alabilmek için aile içinde bize melek gibi görünen ''geçindiriciler'' işyerlerinde ortaçağdaki savaşçılara dönüşüyorlar. Savaştıkları düşmanları ise ironik bir şekilde onların maaşlarını almasına katkı sağlayan iş arkadaşları. Dostun düşman olduğu bu sistem içinde insanlar gerçekten de düşmanına dostundan daha yakın ya da tam tersi. Dost ve düşman birbirleriyle bu kadar iç içeyken para kazanma yarışı içerisinde insanlar asıl ''dostlarının'' para olduğunun bilincinde bile değil. Asıl dosta ulaşmaya çalışırken girdikleri ortamda düşmanları ve aynı zamanda dostları olan kişilerle girdikleri mücadele aslında o kadar boş ki... Paranın olmadığı bir ütopyada aslında herkes mutlu olabilir. İlla pazarlık veya takas usulü olmasına gerek yok. Herkesin sadece ihtiyaçlarını karşılayan bir hükümet ve görevini yapan insanlar... Geçim sağlama kaygısı olmadan yani kapitalist sistem üzerinden anlamaya çalışırsak mutlu olmamızı sağlayacak şeyler için gerekli materyaller olmadan aslında herkesi memnun ve tatmin etmek mümkün. Fakat bu sadece bir ütopya ve günümüz şartlarında pek de mümkün değil. Kabarık bir cüzdanın güç sembolü olduğu günümüzde aslında insanoğlu hala çok basit. Hala o ilk kolonileşmemiş insanlarla aynı mentaliteye sahip. Kabarık cüzdandan çıkan paracıklarla evdeki çocukları, eşi, dostu mutlu edebilmek ve bunun sayesinde kendini güçlü hissedebilmek için yine her gün para kazanmaya giderek dost mu düşman mı bilmediği insanlarla savaşarak kendine rant sağlama amacında. Bu durumun gülünçlüğü ve aynı zamanda gerçekliği bu seviyedeyken olaylara tamamen farklı bakış sunan Philip Roscoe'nun Harcıyorum Öyleyse Varım eserini okumak akıl karı bir eylem olabilir. Bir Satranç Öyküsü Stefan Zweig 28 Kasım 1881 tarihinde Viyana ‘da doğmuş olup, küçük yaşlarda kültür ve edebiyat alanında eğitim görmüştür. Üniversite hayatında ise felsefe öğrenimi görmüştür.1.Dünya Savaşında gönüllü olarak Viyana Karargâhında Savaş Arşivinde memur olarak çalışmıştır. Savaştan sonra konferansları sebebiyle birçok ülkeyi ziyaret etmiştir. Konferans vermek için gittiği Brezilya gezisinde “Satranç” isimli öyküsünü 2001’de kaleme almıştır. Üretken bir yazar olan Stefan Zweig, Satranç gibi birçok psikolojik eseri dünya edebiyatına kazandırmıştır. Kullandığı sade ve akıcı dil yapıtı bir adım daha ileriye taşıyor. Yazar Stefan Zweig ’in Satranç isimli öyküsünde vermek istediği ana fikir, yalnızlığın ve çaresizliğin insanlara karşı kullanılabilecek büyük bir silah olduğudur. Öykünün başkahramanları Dr. B ve satranç dünya şampiyonu Mirco Czentovic ‘tir. Dr. B Viyana’da yaşayan varlıklı ve tanınmış bir ailenin oğludur. Hitler Almanya’sının Viyana’yı işgalinde, Dr. B elinde bulundurduğu arşivler nedeniyle tutuklanmış ve uzunca bir süre sorgulanmıştır. Sorgulanma sırasında tutulduğu odada yapabileceği herhangi bir faaliyet olmadığından, zaman geçtikçe yalnızlığa itilmiştir. Bunun yanı sıra birçok psikolojik sarsıntı geçirmiştir. Sorgulanma sırasında Alman askerlerinden birinin parkasından çaldığı satranç oyunları kitabı yalnızlığına çare olmuştur. Sorgulanmadığı sıralarda bu kitapla uğraşmıştır. Kitabı özenle incelemiş, birçok kez bitirmiştir. Belli bir zaman sonra, zihninden hem siyah hem de beyaz taşları oynatarak satranç maçları yapmaya başlamıştır. Benliğini ikiye bölmüştür, bu sebepten olsa gerek zihinsel problemler yaşamıştır. Diğer kahraman ise anlama güçlüğü yaşayan fakat bir satranç dehası ve dünya satranç şampiyonu olan Mirco Czentovic ‘tir. New York’tan kalkan bir yolcu gemisinde karşılaşan kahramanlarımız zorlu bir satranç maçı yapmışlardır. Fakat kazanan olmamıştır, maç beraberlikle sonuçlanmıştır. Bunun üzerine ikinci maç yapılmış ve uzun süredir yenilgisi olmayan dünya şampiyonu Czentovic yenilgiye uğramıştır. Fakat psikolojik sorunlar yaşayan Dr. B’nin yasaklanmasına rağmen tekrar satranç oynaması kendisi için pek de hoş olmamıştır. Hastalığı tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Satranç günümüzde yeteri kadar ilgi görmeyen fakat üst düzey stratejik içeriğe sahip olan bir oyundur. Karşılıklı olarak sıralı hamle düzenine sahiptir. İstenilirse zamanlı ya da zamansız olarak oynanabilmektedir. Yapılacak her hamlenin özenle planlanması gerekmektedir. Bu planlamada rakibin olası hareketlerini de hesaplamalısınız. En önemlisi oyunun ilerleyişine hâkim olmanız gerekmektedir. Oyunu kazanmak için kimi zaman sizin için çok önemli olan vezirinizi feda etmelisiniz. Aslında hayatın kendisine benzemektedir satranç oyunu. Önünüzde seçebileceğiniz birçok olasılık bulunmaktadır fakat bunlardan sadece bir kaçı sizin için iyi olanıdır. En önemlisi ise yapacağınız hamleyi çok iyi düşünmeniz gerekmektedir. Bir kere satranç taşını oynattığınızda, artık geri dönüş için çok geçtir. Tıpkı gerçek hayatta yaptığımız tercihler gibi… Hiçbir zaman en iyi seçeneğin hangisi olduğunu bilemeyiz fakat gözlemlerimize, hislerimize ve en önemlisi mantığımıza en uygun olanı seçeriz. Satranç oyununun aksine rakibimiz hayat ile yalnızca bir kez oyun oynama fırsatımız vardır ve her zaman hayat kazanır oyunu her canlı gibi öldüğümüzde. Ek olarak hayat satranç oyunu kadar kolay değildir. Taşlarımızın yani seçeneklerimizin ilerleyiş şekli belirli değildir ve bunu sınırları belirli olan küçük kareler üzerinde yapmayız. Hayat daha genel bir anlayıştır. Hayatı sınırları olmayan bir satranç oyunu olarak betimleyebiliriz. Sınırlarını ancak oyunu oynayan kişi belirleyebilir. Buna rağmen bu oyunu kazanabilmeniz mümkün değildir. Yapabileceğiniz en iyi oyunu oynamalısınız. Belki de şah mat olmak tam olarak kaybetmek değildir. Bana göre yapabileceğinizin en iyisini yaptığınızda kazanan siz olacaksınızdır. Taha Alli 21302489 Türkçe 101 - 48 Şükrü Kağan SÜRÜCÜ Bilgi mi, Tecrübe mi? Biz insanlar dünyaya geldiğimiz andan itibaren öğrenmeye, okumaya, bilmeye yönlendiriliriz. Bu öğrenme sürecinin sonunda ise gerçekten de bilgi sahibi insanlar haline geliriz. Ancak önemli olan bu saf öğrenme ve bilmeden ziyade öğrendiklerimizin ve bildiklerimizin ne kadarını tecrübe etme ve uygulamaya koyma şansımız olduğudur. Elbette önümüze birçok engel çıkacaktır. Toplumun değiştirmesi güç yazılı olmayan yasaları, önyargıları, cahillikleri… Bunun haricinde tecrübeye ulaşma yolunda gösterdiğimiz irade ve bu güçlüklere karşı durmaya çalışırken kendimizden bir şeyler kaybetmemek de eşit derecede önemlidir. Bulgakov’un Genç Bir Doktorun Anıları eseri nispeten kısa olmasına karşın bunların hepsini açıkça anlatıyor okuyucuya. İlk olarak göze çarpan hiç şüphesiz tecrübenin saf bilginin yanındaki yadsınamaz önemi. Eserde özellikle doğum konusuyla anlatılmış bu olay. Genç doktor doğumla ilgili yüzlerce sayfa yazı, resim görmesine rağmen, ancak gerçek bir doğum vakasıyla karşılaştığı anda tam anlamıyla öğreniyor doğumu nasıl gerçekleştireceğini. Kitapta anlatılan bu tecrübe eksikliği sorununu kendi hayatlarımızda kolaylıkla görebiliriz. Çoğu şey hakkında teorik bilgiye ulaşıp bunları en ince ayrıntısına kadar ezberlemek çok da zor değildir. Bir örnek vermek gerekirse; çocuk bakımı ile ilgili yüzlerce kitap yazılmıştır. Hemen herkes hamilelik sürecini bunları okuyarak ve kendini hazırlamaya çalışarak geçirir. Ancak çocuk dünyaya geldiğinde okuduklarının ne kadarını hayata geçirebilecekleri ve gerçek anlamda uygulayabilecekleri çocuklarının verdiği tepkiye bağlıdır her şeyden önce. Elbette tecrübenin öneminden bahsederken bilginin etkisini de gözden kaçırmamak gerekir. Sahip olduğumuz bilgiler yetersiz veya yanlış ise eğer, tecrübe etmenin ve uygulamanın bir anlamı kalmayacaktır yani ön koşul şüphesiz bilgi sahibi olmaktır. Doğru ve uygulanabilir bilgi ise bu doğrultuda ancak öğrendiklerimizin tecrübe edilmesiyle meydana gelir diyebiliriz Bilgileri uygularken karşımıza her zaman buna engel olmak isteyen, cahilce inanışlarından vazgeçmemiş insanlar çıkacaktır. Tabii ki insanların bu bağnaz düşüncelerini, batıla olan bağlılıklarını bir anda değiştirmek mümkün değildir. Bundan dolayı her ne kadar ideal olmasa bile onlara karşı irademizi güçlü tutmamız gerekir. Bu da işimizi yaparken bir nevi Jakoben bir anlayışla insanların bu davranışına rağmen yolumuzdan şaşmamamızı ve sürekli kendimizi geliştirip çabalarımızın engellenmesine izin vermeden doğru ve işlevli şekilde hizmet vermemizi gerektirir. Öğrendiklerimizi gerçeğe dönüştürme süreci ise bu konuşulanlardan anlaşılacağı üzere kolay değil. Zorluklardan hariç bunun insana yansıması da önem taşır. Eserde bu morfin bağımlılığı durumuyla anlatılmış ancak pek tabii ki yalnızca bununla sınırlı kalan bir şey değil. Bilgiyi uygulama zaten doğasında zor olan bir süreç. Bu süreçte çoğu zaman çelişkilerle baş başa kalıyor ve öğrendiğimiz çoğu şeyin işe yaramazlığını fark ediyoruz. Bunun yanı sıra çalışılan şartlar, etraftaki insanlar, ortam koşullarının ve hitap ettiğimiz kitlenin durumunun üzerimizde büyük bir etki oluşturduğu söylenebilir. Ancak her şeyden önce bir insan olarak sahip olduğumuz duygularımız, aciz yanlarımız bir anlamda bizi karşılaştığımız diğer zorluklardan daha fazla etkiliyor. Bütün bunları göz önünde bulundurursak bu süreç neredeyse katlanılmaz bir hal alıyor. Birçoğumuz da bu döngüden kaçmak, bu zorluklarla başa çıkmak için bize anlık mutluluk veren, götürüsü getirisinden fazla yöntemlere başvuruyor. Bu konuda ise kendi hayatımdan bir örnek verebilirim. Annem okulu bitirdikten sonra 18 yaşında bir hemşire olarak Ankara’nın bir ilçesinde göreve başlamış. İlk nöbet gününde tren kazası sonucunda parçalanmış insan vücutları, ağlayan ve acı içinde çığlık atan insanlar ve daha önce görmediği kadar acıyı bir gecede görmesi sigaraya başlamasını ve bunun bağımlılığa dönüşmesine neden olmuş. Bu kadar acıyla başa çıkmak için bir kaçış noktasıymış onun için ve işe yaramazlığını, zararlarını görememiş maalesef. Sonuç olarak anlaşılabilir ki bilgi edinme ve tecrübe kazanma süreci saygı duyulası ve ciddi anlamda zor bir süreç. Bu süreç boyunca ise karşımıza hem kendimizden hem de çevremizden kaynaklanan zorluklar çıkıyor. Buna ek olarak kendi sorgulamalarımız ve teorik olandan gerçek olana ulaşma sürecinde fark ettiğimiz yanlışlarımız bizi aşağı çekip bir hayal kırıklığı ve pes etme duygusuna mahkum ediyor. Ancak her halükarda bu sürecin sonucunu, hem kendimize hem de çevremizdekilere kazandırdıklarını göz önünde bulundurup pes etmeden çalışmalı ve her daim ilerlemeye, öğrenmeye hepsinden önemlisi deneyimlemeye açık olmalıyız. GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEK Mİ YOKSA BEKLENTİLER Mİ DAHA ÇOK ÜZER? Bazen insan gerçeklerden kaçmak ister. Yüzleşmekten, canının yanmasından korkar. Belirsizlikle yaşasa da canı acımayacağı için kafasında birden fazla soru işareti olsa da gerçeği öğrenmek yerine umutlarıyla, ihtimalleriyle mutlu olmaya çalışır. Kendi kurduğu hayal dünyasında, kendisini mutsuz etmeden istediği şekilde yaşayabilir. Ben her zaman ne kadar kötü olursa olsun, gerçekleri öğrenmek istemişimdir. Çünkü gerçeklerden kaçmak ya da belirsizliklerle yaşamak insana huzur vermez hiçbir zaman. Aklında bin bir türlü sorular, kafanı kurcalayan olaylar… Bunlarla uğraşmaktan ve bunlara kafa yormaktan bir süre sonra yorgun düşer insanın aklı ve bedeni. Canı ne kadar yansa da, hayalleri ve umutları bir anda tuzla buz olup yok olsa da aklındaki ‘acaba?’lardan kurtulduğu için şanslıdır bence. Olmayacak bir hayale kendini kaptırıp gitmektense, gerçeğin soğuk bir rüzgâr gibi yüzüne çarpıp, onu kendine getirmesiyle kendini ne kadar harap ettiğini, olmayacak duaya âmin demenin acizliğini hissedebilir. Bu kesinlikle kötü bir şey değildir çünkü beklentilerin acıttığı kadar acımaz canı. Beklentiler ihtimallerini kaybetmeye başladığında ufak darbeler alır insan belki ama gerçekler yüzüne çarptığına o ufak darbeler yerine bir sürü bıçak saplanır karnına. Belki acısı bütüne bakınca eşittir ama bir anda kuvvetli bir şekilde gelen acı öldürmez ama süründürür cinsten bir etki bırakabilir. Geçmişte yaşadığım tecrübelerden yararlanarak kolay kolay yıkılmam dediğim şeylerden biridir gerçekler karşısında güçlü durabilmek. Fakat geçenlerde öğrendiğim bir şey beni tüm belirsizliklerimden kurtarmasına rağmen, mutsuzluklarla dolu bir odaya kapattı adeta. Yaşadığım yıkımı, acıyı, üzüntüyü anlatabilir miyim, anlatsam nasıl anlatırım bilmiyorum ama hani derler ya anlatılmaz yaşanır, işte yaşadığım şey tam olarak böyle bir şeydi. Sanki gerçekler arkadaşımın ağzından dökülürken benim gözyaşlarım el ele tutuşmuş gözlerimden akmaya çalışıyorlar ama benim güçlü bedenim onların gözlerimden süzülmesine izin vermiyordu. Kanım çekilmiş, beynim tüm fonksiyonlarını yitirmişti. Bunu öğrenmek istediğim ve öğrenince geldiğim bu durum için kendime kızıyordum. Arkadaşlarım, gerçeği öğrendiğim ve aklımdaki tüm belirsizliklerden kurtulduğum için mutlu olmam gerektiğini söylediler. Ama minik ve çok kırılgan kalbim ile göğsüm arasına sıkışan o şeyi hiçbir söz oradan kaldırmaya yetmiyordu. Bir hafta sonra kendimi toparlamış ve bu üzücü olayın üstünü kapatmıştım. Çünkü biliyordum ki, eğer insan geçmişte yaşadıklarına takılı kalırsa, bugünü yaşayamaz ve geleceğindeki güzellikler de ona gelmez; gelse bile o insan o güzellikleri görmez. Bu üzücü olayı atlatmamdaki en büyük etken, gerçeği görmemin, tüm belirsizliklere rağmen içimde besleyeceğim umutların, hayallerin beni ileride yaşayacağım daha kötü bir olaydan koruduğuna inanmam oldu. Hep bir beklenti içinde olduğumdan belirsizlik içinde olmak beni üzmüyordu, sanki belirsiz bile olsa o olayın olma ihtimali hep varmış ve bir gün mutlaka gerçekleşecekmiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Çok üzüldüm, çok gözyaşı döktüm belki ama geçmişe bir perde çekip, bugünümü yaşamaya devam ettim. Geçmişe takılıp kalsaydım eğer, bugünümü yaşayamazdım. Her ne olursa olsun belirsizlikler insanı üzer. Çünkü her belirsizliğin içinde beklenti vardır ve bu beklentiler insanı yaralamaktan başka bir işe yaramaz. Her beklenti, geçmişten bir olayın kalıntılarını taşır ve bu kalıntılar yeni keşfedilecek kişilerin, olayların kısacası geleceğin üstünü örtmekten başka bir işe yaramaz. İnsan bu kalıntıların onun geleceğini etkilemesine izin vermemelidir. Elbette herkes gerçekleri öğrendiğinde güçlü olamayabilir fakat hayat karşımıza neler çıkarır bilemeyiz bu yüzden geçmişte yaşadığımız bizi üzen, kıran, yıpratan ne varsa arkamızda bırakıp bugünümüze odaklanmalıyız. Çünkü bugünü de hayatımızda bir kere yaşıyoruz, gelecekle ilgili kaygılarımız da olmamalı. Sadece ve sadece yaşadığımız bugünün tadını çıkarmalı ve hayattan olabildiğince keyif almalıyız. Hayatın bize sunduğu engebeli yollarda tökezleyebilir, düşebiliriz ama önemli olan düştükten sonra kalkıp tüm gücümüzle hayatımıza kaldığımız yerden devam etmektir. Önemli olan yıkılmadım ama ayakta da değilim demek değildir, düştüm ama kalktım diyebilmektir. Sedanur AVCI İSTANBUL Geçen hafta öğretmenimizin derste İstanbul Tasarım Bienal’i hakkında konuşmasından sonra arkadaşlarımla birlikte İstanbul’a gitmeye karar verdik. Diğer öğrencilerin ve ünlü tasarımcıların projelerini görmek beni heyecanlandırmıştı. Ben de hem Bienal’i gezmiş olacaktım, hem de artık İstanbul’da yaşayan çocukluk arkadaşımı ziyaret etmiş olacaktım. Sekiz kişi gitmeyi planlarken üç kişi kaldık. Başımıza gelen talihsizlikler kalan üç kişiyi de strese soktu. Böyle olaylarda en sakin ve olumlu kişi ben olurum çünkü çok heveslendiğim her işte mutlaka bir aksilik yaşadığım için kriz anlarını kolay atlatırım. En azından ben öyle sanıyordum ama bu kez çok değişik bir stres içine girdim. Sanırım arkadaşlarımın sorumluluğunu da kendi üstüme aldığım için oldu. İki gün kala biletleri aldıktan sonra rahatlamıştım gideceğimiz gün uçağımızın iptal olduğunu öğrenene kadar. Ben geç uyandığım için arkadaşlarım yeni biletleri çoktan ayarlamıştı ama bu kadar aksilikten sonra “Acaba gitmememiz gerekiyor ve biz fazla mı zorluyoruz?” diye düşünmeye başladım. Diğer yandan da bu kadar uğraşmışken ölmek var dönmek yoktu. Farklı uçaklara binecek olsak da havaalanına beraber gidecektik. Arkadaşlarımın yanına giderken bindiğim otobüsün de kapısı bozulunca benim de sinirlerim bozulmuştu. Artık stres yapmak yerine başıma gelenlere gülmeye başladım. Kızların yanına gittiğimde de uçağımızın Fenerbahçe – Manchester maçına kurban gittiğini öğrendim. Fenerbahçe için tahsis edilen uçak arıza yapınca bizim bineceğimiz uçağı onlara tahsis etmişler. İçten içe kaybetsinler istemiştim. Aramızda kalsın, işlerim rast gitmese bile ahım tutar. Fenerbahçe 4-0 yenilmiş o akşam. Evden çıkarken anneme sinirimi, stresimi orada bırakıp döneceğime ve yolda başıma gelen başka bir şey olursa sakin karşılayacağıma dair söz vermiştim. Dünyanın en sakin insanına böyle bir söz vermişken beni artık ne Fenerbahçe sinirlendirebilirdi ne de başımıza gelen diğer aksilikler. Zaten neyi çok fazla istesem hep bir sorun çıkar ve bu olaydan sonra bunun sebebinin kendi kendime stres yapmam olduğunu fark ettim. Sen işleri oluruna bıraktığın zaman işler kendiliğinden oluveriyor. Sana da bunun tadını çıkarmak kalıyor. İstanbul’a inip çocukluk arkadaşıma sarıldığım zaman bunu bir daha anladım. Çok şanslıydım ve gelmek için bu kadar uğraştığıma değmişti. Çok sık görüşemesen bile buluşup sarıldığın zaman bıraktığın yerden devam edebilmek bu dünyadaki en samimi duygu bence. Şartlar bunu gerektirdiği için ya da sadece o an daha yakın hissettiğin için değil gerçekten onu sevdiğin için devam eden bir samimiyet. Bir de çocukluğunu bildiğin birinin ne kadar olgunlaşsa da içindeki çocuk kadar saf ve temiz kalabildiğini görmek var. Bunları düşünürken bütün talihsizliklerimi de olduğu gibi uçakta bıraktım dedim içimden. Buradan dönene kadar hiçbir şeyin beni üzmesine izin vermeyecektim. Zaten anneme sözüm vardı. Bu sözümü tuttum. Çok kolay oldu çünkü başıma hiçbir aksilik gelmedi. Yanımda çocukluk arkadaşım kadar pozitif biri varken benim bile gücüm olumsuzlukları üstüme çekmeye yetmedi. Lisenin son senesi üniversiteyi beraber okumaktı hayalimiz. İstanbul’a gidebilseydim eğer beraber yaşayacaktık. Eskiden kurduğumuz hayallerden bahsederken şimdi çok farklı yerlerde olduğumuzu düşündük. İkimizde halimizden memnunduk ama eğer İstanbul’a gitseymişim orada da çok mutlu olurmuşum bunu anladım. Zaten bu kadar samimi olduğun birinin yanında olmak aile özlemini de azaltacağı için benim için alışması daha kolay olurdu. Çünkü üç gün kalacak bile olsam onun evini girdiğim an kendi evim gibi hissedip alışmıştım. Hayallerimizi gerçekleştirememiş bile olsak eğer gerçekleşseydi ne kadar güzel olabileceğini kendimize kanıtlamıştık. Verdiğim kararların, kurduğum arkadaşlıkların doğru olduğunu görmek İstanbul’u görmekten daha güzel ve keyif vericiydi benim için. Arkadaşımla hasret gidermiştim, İstanbul ile beraber Bienal’i de gezmiştim. Böyle bir zamana denk getirebildiğim için çok sevindim çünkü ünlü tasarımcıların projelerini görmek ufkumu genişletti ve bu kadar güzel bir etkinliğe katılmış olmak beni mesleğim konusunda da heveslendirmişti. Üç gün içinde bir taşla iki kuş vurmuş oldum. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bu üç gün de farkına varamadan akıp geçti. Dönüş için uçağa bindiğimde aslında ne kadar şanslı olduğumu düşünürken uçağımızın bozulduğunu ve değiştirmemiz gerektiğini söylediler. Şaşırmadım ve bu olanların belki de olaysız geçirdiğim günlerin kıymetini anlamam için başıma geldiğini düşünerek inip yeni uçağıma bindim. Dönüşte de, İstanbul’a giderken sadece İstanbul gezim güzel geçsin diye dua ettiğim için dönüş yolunda anında aksiliklerin beni bulduğunu fark ettim. Hemen ardından üstümde kalan diğer aksilikleri de bulutların üstünde bırakıp indim. Çağatay İskender 21300769 TURK 101-27 Final Aşk Trafiği Halit Ziya Uşaklıgil’in yazdığı ve en önemli eseri olarak değerlendirilen “Aşk-ı Memnu” adlı kitap birçok çevrede ses getirmiş bir eserdir. Çıktığı zamandan itibaren edebiyat dünyamızda kabul görmüş bir eserdir. Roman, Servet-i Fünun döneminde Fransız akımından etkilenerek yazılmıştır. Kitapta geçen yaşam tarzı ve alışkanlıklarda Batı özentisi olduğu görülmektedir. Örneğin Adnan Bey’in kızı Nihal’in piyano dersleri ya da Matmazel’in ev içindeki rolü bu batılılaşmaya örnek olarak gösterilebilir. Televizyon dünyasında çıkan dizi hali ile eseri daha da popülerleştirmiştir ve yeniden nerdeyse ilk yazımının üzerinden yüzyılı aşkın bir süre sonra okunmasını sağlamıştır. Her ne kadar içeriğinde ve kurgusundan değişiklikler bulunsa da genel olarak halkımızdan çok ilgi görmüştür. Eseri okurken aktarılan detaylar uzun hikayeyi akıcı hale getirmiştir ama en çok aklımda kalan ve kitabın genelinde etkili olan yasak aşk zinciridir. Evin içerisinde bir çok kişinin farklı insanlara duyduğu yasak aşk bulunmaktadır. Başta Bihter’in annesi olan Firdevs Hanım’la ilgilenir gibi gözüken dul Adnan Bey, Bihter ile evlenmek ister ve olaylar başlar. Evliliğin ardından yalıda yaşamaya başlayan genç Bihter genel anlamda mutlu bir yaşantı yaşamaktadır. Gelişen olaylar sonrasında evde ilk sıkıntılar başlar. Bihter ve Nihal arasında oluşan soğuk hava, Firdevs Hanım’ın bahanelerle eve taşınmasıyla daha da artar. Behlül ve Bihter’in birbirine duyduğu ilgi zamanla artar ve gizli gizli ilişki yaşamaya başlarlar. Bihter ve Behlül duygularına yaşanılan olayların da etkisiyle yenik düşüp bir nevi kendilerine her türlü maddi ve manevi desteği veren Adnan Bey’e ihanet etmişlerdir. Bu ihanetin sonu her zamanki gibi kötü bir şekilde sonlanmıştır. Başta gizli bir şekilde devam eden bu ilişki ilk olarak evin genç siyahi hizmetlisi Beşir tarafından görülür. Beşir şahit olduğu olayları kimseye söylemez, bir sır olarak kendinde saklar. Bunu söylememesinin nedenini Beşir’in içinde yaşadığı korkunun neden olduğunu düşünüyorum. Nihal ve Behlül’ün evliliği kararlaşınca, Bihter sinirlenir ve her şeyi annesine anlatıp bu evliliğe engel olmasını ister. Şu ana kadar evin içinde tam anlamıyla bir aşk karmaşası vardır; Bihter Behlül’ü sevmekte, Behlül Nihal’i sevmekte, Beşir Nihal’i ve Firdevs Hanım da içten içe Adnan Bey’i sevmektedir. Yaşanılan bu duygu kaosunu gerçek hayata çok uzak olduğunu düşünmekteyim. Bu kadar farklı duyguların bir evin içinde buluşması yazılan eserin gerçekçi havasına biraz abartılı kaçtığını düşünüyorum. Her ne kadar sadece bir roman ya sadece bir senaryo diye geçiştirilebilecek bir durum olsa bile anlatılan bu olayın zaman zaman samimiliğini sorgulamadan edemedim. Olaylar Beşir’in her şeyi anlatmasıyla son bulur. Yaşanılan yasak aşktan sonra Bihter intihar eder ve Behlül kayıplara karışır. Zaman geçtikçe yalıda yaşayanlar normal yaşantılarına geri dönerler. Bir üzücü olayla hikaye sonlanır; Beşir’in hastalığına yenik düşüp ölmesi. Yaşana trajedi dolu olaylardan sonra Adnan Bey’in ve ev halkının eski haline dönmesi zamanla gerçekleşebilir bir durumdur. Kitabın genelinde var olan benim tanımımla duygu kirliliği genel temayı oluştursa da, içinde geçen küçük detaylar bence kitabı değerli kılan faktördür. Ana tema dışında arka planda geçen olaylar belki de kitabın bu denli önemli olmasını sağlayan temel nedendir. İlk yazıldığında dili ağır ve günümüz kitaplarına göre oldukça süslü olmasına rağmen, batı tekniğine uygun olarak yazılmış ilk kitabımızdır. Daha sonra sadeleştirilerek okunması kolaylaşmıştır. Batı tarzındaki ilk kitabımız olduğu için herkes tarafından bir milli servet olarak okunulması gerektiğini düşünmekteyim. GÖZAÇAN,1 İlayda Gözaçan 21300606 TURK 101/33 Seda Başer Çoban Blog Yazısı 2 16 Şubat 2015 İNSAN OLMAK Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları-Su adlı romanında sıkça üzerinde durduğu konu, geçmişte daha çok etkisini göstermiş olan şaman geleneğinin yanı sıra kadının toplumdaki yeri olarak göze çarpıyor. “Okumakla adam olunmuyor.” lafı ne kadar da doğru. Cehaletin sadece okul bitirmekle alakalı olmadığı, kişinin kültürel, ahlaki ve evrensel değerlerini geliştirmesinin daha önemli olduğu gerçeği apaçık gözler önüne seriliyor. Özellikle son zamanlarda kadın-erkek eşitsizliği, kadınlara yapılan haksızlıklar ve zulümler, kadın cinayetleri, tecavüz edilen kadınlar, okumasına izin verilmeyen kızlar, çocuk gelinler ve zamanın gerektirdiklerine yakışmayan fakat hâlâ baş etmek zorunda olduğumuz konular söz konusu iken; bunun farkında olmayan, hatta bazen olmasına rağmen hiçbir tepki vermeyen, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu insanların sayısı gittikçe artmakta. Ataerkil bir toplumda doğup büyümenin ve yaşamanın verdiği güven duygusuyla, genel olarak erkeklerde kadını hor görme anlayışı gelişiyor. Örneğin, romanın ana karakterlerinden biri olan Ümit Komiser, polis olmasına rağmen yani lisans eğitimi almasına rağmen, Umay Nine’nin yaşındaki bir kadının evinde oturup torun bakması düşüncesiydi. Bana öyle geliyor ki çoğu erkek, kadınların onlardan daha bilgili, kültürlü, saygın, sevilen ve eğitimli olmasını kendisine yediremiyor. Hayatları boyunca aileleri tarafından pohpohlanmaya alışkın erkeklerin özgüvenleri, karşılarında güçlü bir kadın gördüklerinde sarsılmaya başlıyor ve dolayısıyla kadınları ezme çabaları ortaya çıkıyor. Küçük yaşlardan itibaren erkeklere sunulan egemenlik, şimdi ve ilerleyen yaşlarında kadınlardan daha üstün olduğu düşüncesini aşılıyor. Eve geç gelmesine kızılmayan, kız arkadaşı olduğu zaman ahlaksız cümlelerle tebrik edilen ve bununla böbürlenen, kız kardeşi ya da ablası yanlış yaptığında dövmesi hatta öldürmesi bile istenilen bir erkek çocuğundan yetişkin olduğu zaman kadınlara saygı duymasını bekler misiniz? Ben beklemem; çünkü o çoktan bir kadının ona hizmet ve itaat etmesinin görevi olduğunu, bir kadına istediği zaman istediği şeyi yaptırabileceğini ve yapabileceğini aklına kazımıştır. Bundan dolayı okuma seviyesinin artmasıyla çözülecek meseleler değil bunlar. Kadınları sadece basit bir cinsel obje ve köle olarak değil, onların hayatlarını şekillendirecek bireyler olarak görmeyi öğretmeliyiz. Eğer bir erkeğe bu değerleri ve duyguları zamanında verirseniz, o zaten hangi durumlarda nasıl davranacağını anlar. Öte yandan sadece erkeklerle çözülecek basit bir mesele değil kadının ezilmesi. Eğer bir kadına da kendisini küçük görmemeyi, özgüvenli olmayı, kendi ayakları üzerinde durmayı, başında bir erkek olmadan da hayatın devam edeceğini ve mutlu olacağını, kendini GÖZAÇAN,2 ezdirmemeyi, hakkını aramayı ve en önemlisi kendisini sevmeyi ve kendisine saygı duymayı öğretirseniz, bu sorun büyük oranda çözüme yaklaşacaktır. Ülkemizde ve özellikle İslami ülkelerde kadın olmak çok zor hâle geldi. Kadınlara yapılan zulümlere karşı açılan davaların çoğu kadınlar suçlu bulunarak kapatıldı. “İslam’a uygun davranmamış.”, “Cilve yapmış.”, “Ona saldıran erkeğe karşı gelmemiş, çığlık atmamış ve ya bağırmamış o zaman kendisi bu duruma razıymış.”, “Açık giyinmiş.” ve daha bir sürü benzeri söylemlerle üstleri kapatıldı bu zamana kadar. Öyle bir noktaya geldik ki kadınlar artık kendilerine belirli şartlar koyarak yaşamaya başladı. ”Dışarı çıkarken ne giyersem taciz edilmem?”, “Sevdiğim adamla beraber olamam, ağabeyim ve babam çok kızar.”, “O saatten sonra oradan tek başıma geçemem.”, ”Hava karardı tenha yerlerden değil ana sokaktan yürüyeyim.”, “Evde yalnız yaşadığımı kuryeye çaktırmamalıyım.” ve daha bunun gibi bir sürü düşünceyle hareket etmeye başlanıldı. Kadınları paranoyaklık derecesine getiren bu düşünceler ve sadece kadınları değil bütün insanları ilgilendiren bu konu maalesef insanlık ayıbı ama acı bir gerçek. İster erkek olsun ister kadın; haksızlığa, şiddete ve tacize uğramadan herkesin özgürce yaşama hakkı olduğunu; kendilerini özgürce ifade edebileceklerini; karşı cinsle aynı haklara ve düşünme becerisine sahip olduklarını ve hak ettikleri değerin verilmesi gerektiğini unutmamalıyız. Tuğba Handan Akyüz 21400328 Herkes İçin Demokrasiyle yönetilen ülkemizde her bir birey hür bir şekilde yaşıyor ve başkalarının hürriyetine el uzatmadıkça da hür olmaya devam ediyor ve edecektir de. Peki, ama bu hürriyetin ne kadarı gerçek ne kadarı yanılsama? Derdim politika, ekonomi veya daha başka aynı ölçüde önemli veya daha önemsiz bir konu hakkında dert yanmak değil. Derdim bir bireyin gerçekten ne kadar özgür olduğunu anlayabilmek. Wilhelm Genazino’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk adlı kitabında aslında üniversitede felsefe okumuş ana karakter Gerhard, kendisi istemediği halde kız arkadaşının çocuk yapma isteği karşısında şöyle düşünüyor içinden: “Yeni bir yazgıya maruz bırakılan kişi, bu durumun oturulup konuşulacağı kişi olamıyor haliyle. Durumu daima insanın hiç seçme şansı kalmamış gibi göstermek gerekiyor.” (59-60) Genel olarak hayatıma dönüp bakınca, hem kendimde hem de hemen hemen tanıdığım her insanda istenilen bir şeyleri yaptırma amaçlı bu zorla dayatma yönteminin üzerlerinde kullanıldığını veya tanıdığım insanların bu yöntemi başkaları üzerinde kullandığını görüyorum. Örnek bulmak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Anne ve baba hatta abla, ağabey bunun en basit örnekleri. Yemek yemeyen çocuğa yemek yedirmekten tutun, okul döneminin ortasında taşınmaya, boşanma nedenini çocuğa anlatmaya veya Gerard’ın kız arkadaşının yaptığı gibi karşı taraf istemediği halde isteklerinde ısrarcı olmaya kadar hep aynı yöntem kullanılıyor. En kolay yöntem bu çünkü. Başka bir seçenek sunmazsanız başka bir sonuçla karşılaşmazsınız. Haliyle yöntemi uygulayan için gayet güvenli ve uğraşsız bir çözüm. Lakin seçenek sunulmayan, sadece boyun eğmesi beklenen kişi için yıkıcı ve elini kolunu bağladığı için gayet bunaltıcı. Nerden mi biliyorum? Çünkü o eli kolu bağlanan, bunalan çocuk bendim aynı zamanda. Sessizliğimi, uysallığımı fırsat bilen herkes bana bir şeyler yaptırmaya çalıştı. Uzun zaman da yaptım ama artık herkesin, beni, benim onları düşündüğüm kadar düşünmediğini gördükçe bırakmaya başladım bu huyumu ve giderek daha da özgürleştiğimi insanların bana sunduğundan daha çok seçeneği kendime sunabildiğimde fark ettim. Bu yüzden giderek insanlara daha az muhtaç olmaya çalışıyorum. Çünkü insanlar onun için kayda değer bir avantaj sağlamasa da size kendi istediklerini yaptırmaya çalışıyorlar. Bu yüzden kimseyi suçlayamam da aslında. Çünkü yıllardan bu yana, ta toplumun çekirdek biriminde yani ailemizde bize böyle davranılmış. Belki bu yöntemin size uygulandığını fark ediyorsunuzdur ama özel bir ilgi ve özen göstermezseniz sizin de başkalarına uyguladığınızı fark etmiyorsunuz bile. Çünkü her şey o özgürlük duygusunda. Biri özgürlüğünüzü kısıtladığında, kendi sunduğu birkaç seçenek içine sıkıştırdığında huzursuzlanıyor lakin başkasına seçenek sunarken karşıdaki kişinin iradesinin de sahibi olduğunuz yanılsamasıyla sarhoş oluyor insan hafiften. Farkındayım toplum olmamızın sebebi bu; insanların birbirlerine ihtiyaç duymaları, “muhtaç olmaları” lakin aynı zamanda bir birey yani tek olduğumuzu da unutmamalıyız. Toplum içinde yaşayabildiğimiz gibi tek başımıza da yaşamayı becerebilmemiz gerekiyor. Yoksa annesinin ona her konuda seçenek sunmasına alışmış, artık beynini kendi için çözüm üretemeyecek kadar tembelleştirmiş bir çocuk gibi hep başkalarına günden güne daha da fazla bir şekilde bağımlı olacağız. Bu duruma düşmemek için yavaş yavaş ipleri elimize alarak önce insanların, toplumun, içinde yaşadığımız düzenin dayattığı seçeneklerden sonra direkt bu ihtiyaçtan kurtulmaya çalışmalıyız. Demek istediğim yanlış anlaşılmasın. İnsanlardan topyekûn kurtulmak, toplumla iletişim kurmamak, yabanileşip dağlarda, ormanlarda medeniyetten uzak yaşamak değil buradaki mesaj. Uydurduğumuz ve aslında ihtiyaç olmayan bu suni ihtiyaçlardan kurtulmak, gerçekte neye ihtiyacımız olduğunu keşfedip ona göre sade yaşamak çünkü ihtiyaçlarımızı ne kadar azaltırsak ve ne kadar basitleştirip dünyevi maddelerden arındırırsak o kadar sade, öz ama gerçekten özgür olabildiğimiz bir dünya kurabiliriz kendimize ve dayatarak değiştirmeye çalışmadığımız insanlara. Böylece herkes kazanmış olur… HEY SİRİ, CESEDİ NEREYE SAKLAYAYIM? Hatırlıyorum da bundan yaklaşık dört yıl öncesinde okuduğum çok ilginç bir haberde yapay zekâya sahip akıllı telefonlarımızda bulunan sesli kişisel asistanlardan biri olan Siri, ABD’de gerçekleşmiş bir cinayete çok küçük de olsa suç ortağı olmuştu. Habere göre cinayet işleyen bir adam Siri’ye “Bir cesedi nereye saklayabilirim?” sorusunu sormuş, yapımcıların daha önceden programladığı esprilerden birine denk gelen bu soruya Siri ise cevap olarak “Nasıl bir saklama yerine ihtiyacın var? Bataklık, rezervuar, metal dökümhanesi veya çöplük olabilir.” demiş. Eğer merak edip aynı cevabı görmek istiyorsanız, boşuna telefonlarınızı çıkarmakla uğraşmayın, çünkü bu haberden sonra yetkililer bu soruya programladıkları cevabı değiştirdiler. Kaldırdılar demiyorum, çünkü Siri bu soruya hala “Ne, yine mi?” veya “Bunun cevabını eskiden biliyordum.” ya da “Çok komiksin.” gibi yaşanan bu olayı konu alan komik cevaplar veriyor. Siri’nin şakacı davrandığı tek soru elbette bu değil. Siri’nin programlayıcıları onu, olabildiğince bizlere yakınlaştırabilmek için sahte bir mizah anlayışı ile kodluyorlar, yani cevapları Siri gerçekten kendi düşünerek vermiyor. Geçenlerde okuduğum Cevdet Karal’ın, Cesedi Nereye Gömelim adlı farklı temaları barındıran ama tek şiirden oluşan şiir kitabı, aklıma yaşanılan bu olayı getirdi. Şairin sayfalar boyunca sorduğu “Cesedi nereye gömelim?” sorusuna ürettiği bin bir türlü cevabı almak yerine cevabı kolay (!) bir şekilde telefonumuza sorarak bulabiliyormuşuz meğer. Şu ana kadar, akıllı telefonların sesli sanal asistanlarına, en sık sorulan sorunun ne olduğunu biliyor musunuz? “Benimle evlenir misin?” Evet, ne yazık ki, Siri gibi sanal asistanlara evlenme teklifi edenlerin sayısı oldukça fazla. Üzülerek söylüyorum ki bu soruyu soranların büyük bir kısmı sanal da olsa bir sevgiliye sahip olma düşüncesi içinde. Bence, bu kısımdaki insanların neredeyse hepsinin aklında “Acaba, bu Siri’nin bir sevgili modu var mıdır?” düşüncesi var. Sabah günaydın mesajı atan, “Şu sıralar benimle hiç konuşmuyorsun!” diyerek 36 saat telefonlarını kilitleme kaprisi yapan ama aynı zamanda da maddi ve manevi götürüsü olmayan sanal bir sevgili… Cesedi Nereye Gömelim eserindeki “izin versek de yaşayadursa bizimle / bir üçüncü kişi gibi kendi halinde” şeklindeki bir sevgili. (Karal, 2015, s. 34) Bu şekilde düşünenlere yapılması gereken, bir farkındalık yaratmak. Sanal asistanları potansiyel sevgili olarak gören insanlar, uygulamanın arkasındaki gerçeklikten haberdar mı dersiniz? Hiç sanmıyorum. Bu tür insanların karşısına birilerinin çıkıp bu düşünce tarzının yanlışlığını anlatması, arka plandaki varlıkları göstermesi gerekiyor. Cevdet Karal’ın da “saman yoluna gömelim / görmeyelim ama yaşadığını bilelim” (Karal, 2015, s. 72) dizelerini dile getirirken anlatmak istediği bu: Her ne kadar görmeye ihtiyaç duymasak da farkında olmasak da perdelerin ardına gizlenmiş varlıkları unutmamamız gerek. Elektronik asistanların arkasında, yalnızca hissiz metallerin ve her ne kadar insanlar tarafından yazılmış olsa da yüzde yüz akılcılıkta ve sıfır duygu ile işleyen bir program kodlama dilinin olduğunu fark etmek en doğru sonuç olacaktır. Sesli asistan uygulamalarını etkin ve üretken şekilde kullanan insanlar da yok değil. Şahsen, Siri sayesinde, iki hafta sonrasında gerçekleşecek, dolayısıyla unutma ihtimalimin fazla olduğu randevu ve etkinliklerin takibini yapıyorum, anlık yapılan işlerin süresini tutuyorum, okul görevlerinin teslim tarihlerini hatırlıyorum, insanlara sadece Siri’ye söyleyerek mesaj atıyorum. Kısacası, sanal asistanımı tamamen üretildiği amaca hizmet edecek şekilde kullanıyorum. Bence, olması gereken de benim yaptığım, yani objeyi anlamına yönelik kullanmak, tıpkı Cevdet Karal’ın söylediği “Anlamını büyük bir suya bırakılışından alacak olan / Bir taş” (Karal, 2015, s. 17) gibi. Şimdi, bizi buralara kadar getiren haberi ve Cevdet Karal’ın eserini size tekrar hatırlatmak istiyorum. Nedir bu cesetleri sakladığımız yerlerle alıp veremediğimiz? Siri’nin de bataklık, rezervuar, metal dökümhanesi veya çöplük şeklinde de örneklerle belirttiği gibi ölü bedenin bir katil tarafından saklanacak ölü yerlere ihtiyacı olduğunu düşünürüz. Tam tersi bir şekilde, Cevdet Karal ölü bir beden için hayat dolu mekânlar arıyor ki bu iki zıtlığı kullanarak gerçekliğe ulaşmaya çalışıyor. Peki, siz de, eğer imkânınız olsaydı, sanal bir kişisel asistanla sevgili olur muydunuz? Cevabınız evet ise “yaşamın, bireysel gerçekliği yeniden kurma çabasını boşa çıkaran deneyimler üzerine kurulu olduğunu umutsuzca kabullenen okura, o hoşnutsuza, yorulmuşa” (Karal, 2015, s. 7) armağan edilmiş Cesedi Nereye Gömelim adlı kitaptan öğreneceğiniz çok şeyiniz bulunuyor olabilir. İ. İLTER SEZAN KAYNAKÇA (APA) Benimle Evlenir Misin Siri? [Dijital görüntü]. (2015, 4 Temmuz). Erişim 20 Kasım, 2017, http://78.media.tumblr.com/ae36b5b89e67de5c2eadf45f58c137be/tumblr_inline_nmjc5c UMWF1t4av0m_1280.jpg Karal, C. (2015). Cesedi Nereye Gömelim. Bayrampaşa / İstanbul: Everest. Mathew, N. (2014, 18 Ağustos). Robots giving orders now, and humans have no issues [Dijital görüntü]. Erişim 20 Kasım, 2017, https://www.tripletremelo.com/wp- content/uploads/2014/08/robot.jpg SÜPER KAHRAMANLAR İLLA DA HAYALLERDE DEĞİL, ASLINDA HER YERDE İnsanlar neden gerçekte var olmadığını bildiği bir şeye inanmak ister? Hatta bazen zorla varlığına bile inandırır kendini? Bu kadar yalnız mıyız gerçekten de? Tanrı konseptinden ya da batıl inançlardan bahsetmiyorum. En azından henüz. Süper kahramanlar bahsettiğim şey, Sunay Akın’ın mükemmel anekdotlarıyla anlatılmış süper kahramanlar. Birçok insanın hayatını etkileyen, kişiliğinin oluşmasında önemli rol oynayan, aslında gerçek olmayan ama çok bağlandığımız hayali adamlar. Bir beyin fırtınası yapalım hadi. Süper kahramanlar olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu? Ne tarz farklılıklar görürdük insanların psikolojisinde? En başta daha umutsuz olurdu insan. Şu an umudun öneminden bahsetmeyi yeğlemiyorum ama bence bu dünyadaki en önemli olaydır umutlu olmak. İnanılmaz güçlüklerin üstesinden gelen süper kahramanlar nice ilhamlar vermiştir herkese. İyiliğin eninde sonunda kazanacağını bilenlerin sayısı bu süper kahramanlar sayesinde bu kadar fazla belki de. Evet, iyi olanın hep kazanması artık unutmaya başladığımız bir gerçek. Önemli olan bu farkındalığa sahip olmak ve bu adamlar, çok yaşasınlar ki bize bunu çok iyi gösterdiler, gösteriyorlar. Genelde her süper kahramanın bir de süper rakibi olur. Bu süper rakipler de öyle az buz değildir haa. Ama bizimkiler hep kazanır çünkü bu kötülerden bir şey eksik olmaz ; açgözlülük. Hep bir dünyayı fethetme isteği ya da bir her yere kötülük yayma isteği olur bunlarda, gözleri doymaz. E haliyle bir yerde kaybederler. Aslında gerçek hayatla ne kadar uzaklar; uçuyorlar, kaçıyorlar, atlıyorlar falan filan... Ama bir o kadar da yakınlar gerçek dünya hayatıyla. Açgözlülüğün, kötülüğün mahvetmeye çalıştığı güzel olan her şeyin güzel kalmasını sağlayan süper kahramanlarla dolu bir dünyamız var. Süper kahramanlar idealisttir ayrıca. Hayatlarını doğru şeyi yapmaya adarlar. İnsanları süper kahramanlara çeken yegane hislerden biri de bu olabilir mi? Hayatını anlamlandırmak, bir uğur için her şeyini vermek... Bir miras bırakmak hepimizin isteyeceği bir şey değil mi? Biraz daha deli dolu yaşamamalı mıyız sizce de? Biraz daha süper kahramanca. Çünkü hayat sıradan yaşamaya değmeyecek kadar değerli. Herkesin içinde de bir süper kahraman vardır aslında. Herkesin uğrunda hayatını göze alabileceği güzel şeyler vardır. Ama bunları bulacak kadar şanslı olan kişi sayısı az maalesef. Nitekim süper kahramanlar da azınlık değil mi? Hem herkes süper kahraman olsa kimse pek de süper olmazdı. Ama bulan insanlar da, öyle az buz adamlar değil. Hayatımı bu işe adarım diyen adamlar. Geçenlerde kaybettiğimiz devrimci lider Fidel Castro güzel bir örnek mesela. Hayatını dünya bağımsızlığına, adalete, eşitliğe adamış bir kahraman. Marie Curie yine güzel bir örnek verebilir bize. Hayatını bilime adamış ve neticesinde radyoaktiviteyi bulmuştur. Radyoloji bilimini bulan bu süper kadının sonu, trajik bir şekilde radyasyon sebebiyle ölmüştür. İşte bunlar içimizdeki süper kahramanlardır. Bunlar cesaretin, umudun en büyük savunucuları, açgözlülük ve kötülüğün en büyük rakipleridir. Sadece hayal ürünü değildir süper kahramanlar, gerçekte de var olmuş, var olanlardır. He ama yok efendim, bana bu gerçektekiler yeterince süper gelmiyor diyorsanız, olaya yanlış bir pencereden bakıyorsunuz demektir. Olay bu kahramanların ne kadar kötülüğü birer birer yendiği değil de, ne kadar zihni derinden etkileyip cesaret verdiğidir. Ayrıca böyle söyleyebilecek olan bir insan farkında değildir hayal kahramanı olanlarla gerçekte olanların benzerliğinin. Aynı cesaret, aynı umut, aynı ışığa sahiptir bu iki grubun süper üyeleri... Kitap: Sunay Akın – Hayal Kahramanları Türkay Can Çekerol Geleceği Yazmak Edebiyat sonsuz bir boşluk ve yazarların tarihe not düşercesine sarfettikleri cümleler bu boşlukta sonsuza dek yankılanmaya devam edecek. Çağlar boyunca insanoğlu ölümsüzlüğü tıp vasıtasıyla arayadursun, büyük yazarlar onu kalemleriyle bulmuşlardır. Öyle ki, ne kadar yıl geçerse geçsin ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin insanlar ne Shakespeare’in Macbeth’inin, ne Cervantes’ın Don Kişot’unun, ne de Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sının ruhlarda bıraktığı izleri başka herhangi bir şeyde bulabilsin. Kıyamet gününe dek, biz ölümlülere yazın alanındaki zerafeti ve okumaktan zevk almayı tekrar tekrar öğreteceklerine şüphe yok. Bir de fikirleriyle adeta geleceği birebir anlatarak ölümsüz kalanlar var, bu konuda aklıma ilk gelen yazar ise şüphesiz George Orwell. İnsanlığa Hayvan Çiftliği ve 1984 isimli iki büyük eser bırakan Orwell, politika ve toplumsal bilimler alanında başlı başına ders olarak okutulmaya değer bir edebiyatçı. Orwell’ın eserlerini ve eserlerindeki fikrî yaklaşımları çözümlemek ve günümüzle bağdaştırmak için öncelikle döneminin siyasal ve toplumsal durumunu bilmek fazlasıyla gerekli. 1903 doğumlu yazar, gençlik ve olgunluk döneminde sırasıyla Büyük Buhran’ı, Avrupa’daki yönetimlerin totaliterizme yönelimini, İspanya İç Savaşı’nı ve İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamıştır. Tüm yaşanan olayların etkisiyle, eserlerinde eşitlik, baskıcı yönetim karşıtlığı, toplumsal adaletsizlik karşıtlığı gibi fikirlere fazlaca yer vermiştir. Özellikle kendisinin de katıldığı İspanya İç Savaşı ve eşitlik fikirleriyle yola çıkılıp, baskıcı bir devlet yönetimi ortaya çıkaran Ekim Devrimi ünlü eserlerinde düşünsel altyapıyı oluşturmuştur. Tüm dünyada, George Orwell ismini zikrettiğinizde akla öncelikle iki eser gelir: Hayvan Çiftliği ve 1984. Hayvan çiftliği, Ekim Devrimi’nin başlangıçta taşıdığı özgürlük, eşitlik ve adalet gibi kavramları ve ilerleyen zamanlarda savaş halinin yarattığı ruh hali ve yöneten kadronun mutlak gücü elde etmesiyle yaşadığı güç sarhoşluğu halini anlatıyor kısaca. 1984 ise görece daha yakın bir zaman dilimin bir anlatımı gibi, tabii yazarın bu tasvirleri 50 yıl önceden yaptığı bir kez daha belirtmekte fayda var. Orwell’ın eserlerinin olağanüstülüğünün en büyük sebebi de bu başarılı tasvirleri keskin ve akıcı bir üslupla yapmış olması. Tarihsel süreci tamamlandığı, sonuç ve detayları fazlasıyla gün yüzüne çıktığı için Devrim Süreci ve Sovyet Rejimine, dolayısıyla Hayvan Çiftliği kitabına eğilmek istiyorum. Öncelikle kısaca kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum, tüm olaylar İngiltere’de bir çiflikte yaşanıyor. Çiftliğin sahibi yaşlı Jones hayvanlara çok kötü davranmakta ve onların ürettiklerini sömürmektedir. Ve yaşlı bir domuz olan Koca Reis tüm hayvanlara, insanları kovdukları ve özgür oldukları rüyadan bahseder, âdeta bir devrim rüyasıdır. Bay Jones’un yem saatlerin unuttuğu bir saatte de daha önce planlanmadan bir isyan başlar ve onlara kötü davranan insanlardan kurtulurlar. Ancak sonuçlar hayal ettikleri gibi mi olmuştur? İnsanlar sonrası dönemde lider olarak çiflikte iki domuz ortaya çıkar: Snowball ve Napeleon. Ancak bu çekişme sürecinde Napeleon, Snowball’u safdışı bırakıp, hain ilan eder ve çiftliğin mutlak hakimi haline gelir. Devrim hayallerinden ve ideallerinden hızla uzaklaşma başlar ve hayvanlar birbirlerini insanların onları sömürdüklerinden daha fazla sömürmeye başlamıştır. Kitabı okuduktan sonra insan kendini eşitlik ideali ile insanların çıkarları, gücü kontrol istekleri ve egoları arasındaki derin çatışma hakkında düşünür şekilde buluyor ve Habil’le Kabil’den beridir kötünün ve gücün kazandığı düzeni görüp karamsarlığını bastıramıyor. Bende kitabın öncelikli uyandırdığı hisler bunlar. Ayrıca İtalyanlar’ın o ünlü atasözü kulaklarda çınlamıyor değil : “ Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.”. Ekim devrimi bu sözün mutlak bir örneğidir. Bu kadar eşitlikçi duygularla başlanıp, bu kadar tersi bir istikamete yöneliş tarihte görülmemiştir bence. Tüm insanlığın eşitlik fikrini özümsemesi dileğiyle... Hüseyin TOKA KAYNAKÇA Orwell, George. Hayvan Çiftliği. İstanbul: Can Yayınları, 2001. Beklenmeyen Etki Burak Özçivit ve Murat Boz'u aynı filmde görünce ister istemez insanın kafasında bazı soru işaretleri beliriyor. Her ne kadar filmi izleten tek neden iki yakışıklı, deyim yerindeyse "genç kızların sevgilisi" olan başrol oyuncuları gibi görünse de asıl ürünün güzelliği de yabana atılamaz. Belki çok özgün bir konusu yok ya da oyunculuklar üst düzey değil ama insanı, daha doğrusu beni ister istemez içine almayı başardı. Özellikle içinde barındırdığı tipik aşk hikâyesine rağmen iç dünyamdaki dinmeyen dalgalardan mıdır bilmem beni etkileyip filmi izlerken dahi düşüncelere dalmamı sağladı. Günümüzde artık herkesin ağzında sakız olup anlamını kaybeden "aşk" kelimesinin benim için hep ayrı bir yeri vardı. Bana göre aşk öyle, ilk bakışta olan ya da tanımadan, zaman geçirmeden hissedilecek bir duygu değildi, hala da öyle aslında. Belki de filmlerde, dizilerde gördükleri aşk hikâyelerinden ya da şarkılarda anlatılanlardan dolayı kendilerini bu konu hakkında, aşk hakkında kandırıyor insanlar. Bazıları izlediklerindekiler gibi aniden, tesadüf eseri gerçekleşip romantik bir şekilde ilerleyen ilişkiler yaşamayı bekliyor. Bazılarıysa doğru kişiyi bulma yolunda etrafındakileri göremeyip mutsuz bir şekilde hayatına devam ediyor. Oysa duygularla hareket edip kusursuz, ideal bir ilişki arayışına çıkmak yerine, duygularını mantık doğrultusunda yaşayıp kendisine değer veren kişileri görmezden gelmeseler her şey daha güzel olabilir. Doğru kişiyi bulmaya çalışarak yaşayacakları sonu olmayan uzun süreli acıyı kısa sürede elde edip büyüterek devam ettirecekleri bir mutluluğa tercih ediyorlar. Ya da bu arayış sırasında pes edip ilk fırsatlarını değerlendirmeye çalışıp kendilerini mutsuz ilişkilerde rol alırken buluyorlar. Peki diğer insanlar böyle yaparken güya aşkın özünü kavramış ben ne yapıyorum? Maalesef sevgi besleyip değer vermekten başka hiçbir şey yapmıyorum. Karşımdakini ne kadar çok sevsem de ona ne kadar çok değer versem de ona bunları gösteremedikten sonra sevmenin, âşık olmanın ne anlamı var? Sevdiğine açılıp ona karşı olan duygularını belli etmek bu kadar mı zor? Madem karşımdakinin mutluluğunu düşünüyorsam, madem onun mutluluğu benimkini etkiliyorsa neden ona beslediğim hisleri anlatıp sevildiğini, değer verildiğini gösteremiyorum, onu bunu bilmekten neden mahrum bırakıyorum? Ya da yanlış anlaşılır mıyım korkusu mu yaşıyorum? Artık buna bir dur demem lazım. İçimde beslediğim duygular onları karşı tarafa açamadığım sürece sadece daha fazla acı çekmeme neden oluyorlar. Kararlılığımı toplayıp ona karşı olan hislerimi anlatmak, her zaman yanında olup onu mutlu etmek istediğimi söylemek ve evet bu sefer yanlış anlaşılmak istiyorum. Beni yanlış anlasın, onun için sadece sıradan bir arkadaş olmak yerine bir erkek arkadaş hatta ilerde bir hayat arkadaşı olmak istediğimi anlasın. Desin ki bu çocuk cidden bana âşık, beni seviyor. Aynı fabrikadan çıkmış, telefon, araba anahtarı, sigara üçlüsüyle özdeşleşmiş ya da herkesle şansını deneyen, genel anlamda bu işlerin mantığını biraz çözmüş tipler gibi karizmatik davranıp onu etkileyemem belki ama böyle bir niyetim de yok zaten. Benden etkilenecekse hislerimden, samimiyetimden etkilensin. Maddiyatı sadece araç olarak kullandığımı ve asıl zenginliğin maneviyatta olduğunu düşündüğümü bilerek beni bu zenginlikten mahrum etmesin. Beni bir cüzdan ya da aksesuar gibi görmesin. Sosyal medyada paylaşmalık değil, içimizde yaşamalık bir ilişkimiz olsun. Sonuç olarak dış görünüşümden değil iç dünyamdan, ona karşı olan hislerimden dolayı benle birlikte olmasını istiyorum ve hislerimi de açıklamak konusunda artık kararlıyım. Doğrusunu söylemek gerekirse arkadaşlarla gidilen böyle bir filmin sonrasında hatta film sırasında kafamda kopan fırtınaların üzerine gidip kendimle hesaplaşıp manevi olarak rahatlamayı ve şu üç günlük dünyada daha fazla beklemek yerine en kısa sürede harekete geçip duygularımı açıklama kararı almayı hiç beklemiyordum. Neyse, her şeyde bir hayır vardır diyelim. Sonuç ne olursa olsun artık olması gerekeni yapmaya karar vermiş olmanın iç huzur ve mutluluğu vücudumun her yerini kapladı şimdiden. Seyit ULUTAŞ Kaya 1 Arzu Kaya 21200479 TURK102- 07 (ROMAN 1) DAYANIŞMANIN BÜYÜLEYİCİ AKTARIMI Harry Potter serisinin ilk kitabı olan Felsefe Taşı, J.K.Rowling tarafından 1997’de İngilizce olarak yayımlanmasına rağmen, Türkiye’de ilkokula başladığım sene -yaklaşık 2000 senesinin başlarında- piyasaya sürülmeye başlanmıştı. Arkadaşlarımın çoğu bir akım halinde bu seriyi ilköğretim dönemimiz süresince okuduğu halde benim pek ilgimi çekmemişti ve seriyi okumamıştım. Ancak lisede en yakın arkadaşımın Harry Potter serisine ve oyuncularına olan hayranlığı bende de bu seriyi okumak için merak uyandırdı ve kitapları okumaya karar verdim. İlk kitaba başladığım andan itibaren yıllar boyu seriyi okumayarak çok şey kaybettiğimi fark ettim. Çünkü serinin bütün kitapları insanı kitabın başından kaldırmayacak kadar sürükleyici ve yazarın betimlemeleri sayesinde mekanları, kişileri aklınızda öyle bir canlandırıyorsunuz ki adeta olayların geçtiği yerler sizin eviniz; kişiler ise arkadaşlarınız, aileniz gibi oluyor. Kitaplığımda ilgimi çeken bir kitap bulamayınca kurtarıcım olarak gördüğüm ve kaçıncı okuyuşum olursa olsun bıkmayacağım bir kitap oldu Zümrüdüanka Yoldaşlığı. Bu yazımda ele aldığım Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı serinin beşinci ve bence en can alıcı kitabı. Öncelikle kitaptan biraz bahsedecek olursam Harry, kuzenini ruh emicilerin saldırısından kurtarmak için de olsa yasak olduğu halde onun önünde büyü yaptığı için cezalandırılmak istenir. Harry nihayetinde aklanıp okulu olan Hogwarts’a dönünce arkadaşlarına kendi bilgilerini aktarmak için Dumbledore’un Ordusu adında bir grup kurar. Baş düşmanı Voldemort’un tuzağına düşen Harry, daha yeni tanıştığı vaftiz babası olan Sirius Black’in kendisine yardım etmek için geldiği sırada Sirius’un kendi kuzeni Bellatrix Kaya 2 tarafından öldürülmesine neden olmuş olur. Sihir Bakanlığı başta Voldemort’un ortaya çıkmasına inanmadığı için son olaylarda inanır ve Harry ve Dumbledore aklanır. Zümrüdüanka Yoldaşlığı aslında yapılan haksızlığın sonunda adaletle sonuçlanması yönünden insanın içini rahatlatıyor. Çünkü kitabı okurken Harry’nin kuzenini kurtarmak için büyü yapmak zorunda olduğunu siz biliyorsunuz fakat bunun Sihir Bakanlığı tarafından yalan olduğunun düşünülmesi bir müddet tahammül sınırınızı zorluyor. Açıkçası benim haksızlığa tahammül edemeyen bir yanım olduğu için mahkemede geçen bölümlerde sabırsızlandım biraz. Harry’nin okula döndükten sonra ise yardımsever bir şekilde arkadaşlarına savunma büyülerini öğretmesi büyük bir fedakârlığı, arkadaşlarının onun yardımını kabul etmesi de kötü durumlara karşı birlik olup mücadele etmeyi temsil ediyor bence. Fantastik bir roman olmasına rağmen insanların zor zamanlarında birlik olmalarının önemli ve sonuçta işe yarayan bir şey olduğu düşüncesini aşılıyor. Kitaptaki bir diğer dayanışma örneği ise Harry’nin öğretmenleri ve dostları tarafından kurulmuş olan Zümrüdüanka Yoldaşlığıdır. Zümrüdüanka Yoldaşlığında’ki dayanışma da insanı etkileyici nitelikte. Dostluğun başta fedakârlık gerektirdiğini anımsatıyor insana. Yoldaşlıkta alınan kararlar, yapılan planlar için herkesin özveri ve sadakatle hareket etmesi çok iyi bir örnek oluşturuyor. Her ne kadar bir kesim kitabın büyücülük üzerine kurulmasından ve şiddet içermesinden dolayı çocuklar üzerinde kötü etki yaratacağını söylese de bence Zümrüdüanka Yoldaşlığı da serinin diğer kitapları gibi çocuklara dostluk için fedakârlıklar yapılması gerektiğini aşılıyor ve böylece eğlendirirken düşündürüyor; ayrıca yazar soyut kavramlar kullanmasına rağmen okuyucunun anlamasını zorlaştırmadığı için çocukların okumasında bir sakınca görmüyorum. Aksine çocukların hayal güçlerini ve yaratıcıklıklarını da geliştireceğine inanıyorum. Kaya 3 Harry Potter kitap serisinin, dolayısıyla Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın bir diğer önemli özelliği ise filmleştirilmesidir bence; çünkü filmler kitabı okurken dimağınızda canlandırdığınız mekan ve karakterlere gerçeklik kazandırıp kendi imgeleminizdeki Harry Potter dünyasıyla yönetmenin yarattığı dünyayı karşılaştırma olanağı sağlıyor; ancak bana kalırsa kitabı okumadan filmi izlemeyin derim, çünkü kitabı uzun olmasından dolayı filme birebir aktaramamışlar, o yönden hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Kitap hakkında çeşitli görüşler olsa da ben olumlu olanların dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Zümrüdüanka Yoldaşlığı, çocukların yanı sıra büyüklerin de zevkle okuyacağı bir kitap niteliğinde. Büyüklere önerim şu ki; eğer merak ediyorlarsa okumaları için hâlâ geç değil, eminim onlar da Zümrüanka Yoldaşlığı’nın insanı içine hapseden akışına kapılıp çocukluklarına geri dönecekler. Sonuç olarak, Zümrüdüanka Yoldaşlığı siz istemeseniz bile hayal gücünüzün sınırlarını zorlaması ve akıcılığı sayesinde elinizden düşürmeden okumak isteyeceğiniz bir kitap olacaktır. YAŞAYABİLMENİN TEK YOLU Yaşama tutunmayı sağlayan en büyük değer, ona bir anlam yükleyebilmektir. Bir amaç doğrultusunda, bir hayal için çalışan, çabalayan herkes ne kadar zorlu yollardan geçiyorsa geçsin hayatına anlam katmayı başarıyordur. Çünkü o engelli yolların sonunda ulaşılmak istenene varacağını bilir insan. Bu yüzden yorulmadan, pes etmeden amacına doğru ilerler. Üzerinde uğraşılmış, emek verilmiş, hatta uğruna hayat harcanmış ideallere sonunda ulaşabilmenin verdiği tatmin duygusu da sanırım başka hiçbir şeyde yoktur. İşte bu sebepten dolayı şu hayatta en çok imrendiğim insanlar da onlardır. Hayallerinin peşinden durmadan koşturan insanlar… Eskiden benim de ideallerim vardı. Çocukluk yıllarımdan beri hep elektronik mühendisi olmak istemişimdir. Hatta büyük şeyler tasarlayıp, ülkeme durmadan yararlı olmak, kazandırmak isteyen bir düşünce yapısına sahiptim. Bir yandan da sanatçı olacaktım. Yaptığım müzikle binlere seslenip hislerimi, duygularımı aktaracaktım. Şimdi elimdekilere bakıyorum da gerçekten her zaman idealim olan bölümü kazandım, okuyorum. Çocukluktan beri eğitimini aldığım gitarı neredeyse profesyonel çalıyorum. Binler olmasa da, yaptığım müzikle en azından onlarca kişiye sesleniyorum. Fakat bu hissettiğim şey tatmin duygusu değil, sadece boşluk. Rüzgârda savrulup giden naylon bir poşetten farksız gibiyim. Rüzgâr beni nereye sürüklerse ben de o yöne gidiyorum. Bir amacım yok, ya da idealim. Sürüklendiğim yerde onlarca engel var. Belki ben de pes etmiyorum, her engeli aşıyorum fakat başarılarım beni tatmin edemiyor. Çünkü yolun sonunda ne olduğunu ben de bilmiyorum. Yalnızca, amaçsızca, bir yolda yürüyorum. Yine hayatımda bir hayal olmadığı için kendime kızdığım günlerin birinde, kafamı dağıtmak için bir şarkı açmak istedim. Elimde bulunan albümler arasında dolandım durdum. Hepsini en az onar kere dinlemişimdir. En sonunda gözüme yıllardır dinlemediğim bir albüm ilişti. Metallica’yı en son lisedeyken dinlemiştim sanırım. Hayatımda hiç bu kadar aydınlanmamıştım. “Outlaw Torn” adlı şarkısı hissedip de kelimelere dökemediğim her duygunun tercümanıymış aslında. Şarkı, sevdiği insanı kaybeden bir adamın, onu hem umutsuzca hem de umut içinde hayatı boyunca durmadan aramasını anlatıyor. “And now I wait my whole lifetime for you/ I search to outside search inside for you/ To take back what you left me”(Ve şimdi hayatım boyunca seni bekliyorum/Seni dışarıda, içeride arıyorum/Bana bıraktıklarını alabilmek için). İçinde bulunduğum durum, bu dizelerle o kadar iyi anlatılıyor ki, sanki şarkı bana yazılmış. Kaybettiğim hayallerimi durmadan arıyorum. Hem kendi benliğimde arıyorum, hem durmadan dışarıya bakıyorum sadece bulmak için. Fakat bunu bulacağım yerin yıllardır dinlemediğim, tozlu bir albümün şarkısı olacağı asla aklıma gelmezdi. “When you see me strut remind me of what left this outlaw torn”(Eğer ki beni kasılarak yürürken görürsen, bu parçalanmış kanun kaçağından geriye kalanları hatırlat bana). Sanırım hayatın tek amacı, hayata bir amaç güdebilmekten ibaret. Evet, sadece bu. İşte bu yüzden ne zaman kendimizi boşlukta hissetsek, boşluğun ne demek olduğunu yine kendimize biz hatırlatmalıyız ve durmadan anlam yükleyebilmeliyiz yaşamımıza. Belki büyük, belki günlük amaçlar. Fakat bir amacı olabilmek; hayat tüm anlamını bu kadar basit bir olayda gizliyor. Yürüdüğünüz yolun sizin için önemi, o yolun sonunda ne olduğunu bilmekten geçiyor. İşte bu yüzden mutlu olmanın tek yolu yarın hakkında plan kurmak. İdeallere ulaşabilmek, yarınların olmadığı anlamına gelmiyor. Bir şeylere ulaşabilmenin anlamı, başka bir hedef bulmanın önünü açmalı. Hayallerini ve ideallerini bıraktıysan bari yaşamayı da bırak demiş ünlü şarkıcı Marian Anderson. İnsan bu sözlere kendini ne kadar verirse, ancak o ölçüde yaşayabilir. Ahmet Gökberk Gül Başak Tatarlı Ebru Onay TURK 102-017 02.12.14 İyilik Mi, Kötülük Mü? “Yapabilecekken yapmadıklarımı düşünmeye başlarsam bir kara deliğe kapılacağımdan korkuyorum.” Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’dan insanı düşünmeye iten bir roman. Eserlerinde her zaman hüznü ve mutluluğu etkileyici bir dille işliyor ve bu durum okuyucunun gerçeklikten kopmamasını sağlıyor. Sonuçta bizler de hüzün ve mutluluk arasındaki o yolda sürekli seyahat eden gezginler değil miyiz? İsminden de belli olacağı gibi, yazar bu romanında “aldatma” olgusunu işliyor. Kadın anlatıcının bakış açısından anlatılan olaylarda, bir kadının yaşadığı içsel çatışmalar anlatılıyor. Evli, kocasını ve çocuklarını seven, işinden memnun olan, yani genel olarak bakıldığında mutlu olması gereken bir kadının bir bunalım içinde olması normal midir? Kadın ruhuyla alakalı genel düşüncelerden sıyrılmış bir yazar olmasına rağmen bu romanda bana göre eksik bırakılan birkaç yer var. İnsan sadece sevdiklerine mi ihanet eder? Peki ya insan kendine ihanet edebilir mi? Aldatmak aşağılık bir davranış mıdır, yoksa insanın kendi hayatını kurtarmak için giriştiği “hayata tutunma” çabası mıdır? “Aldatmak” fiil, üç hece, 8 harf. Bu küçücük kelimenin içine bir insanın sığdırabileceği anlamları hayal etmekse, tam bir işkenceye dönüşebilir. İnsan doğasına bu kadar işlemiş, insana bu kadar zarar verebilen başka bir kelime var mıdır? Varsa bile ben bilmiyorum. Peki bir insanı bunu yapmaya iten sebepler ne olabilir? Bu soruyu aldatılan her insan kendisine ya da aldatan kişiye sormuştur. Sanki bunun açıklanmasının bir önemi olacakmış, yaşatılan o aşağılanma duygusunu hafifletecekmiş gibi. Eğer bir açıklaması olursa eylemin kendisi o kadar da acıtmayacakmış gibi düşünülür. Bu doğru olabilir mi? Birini aldatmanın açıklaması olabilir mi? Benim için bu sorunun cevabı “evet”tir. Bu cevabı vermemin sebebiyse, “insan olmak” denilen şeyi kendimce özümsemiş olmam. Karşımdaki insanın söylediği söze değil, o sözün arkasındaki anlama bakmak ve bu anlamı özümseyerek o kişiye karşılık vermek beni “ben” yapan şeydir. Bilinçli bir şekilde aldatılmayacağımın göstergesidir, çünkü bazı insanlar “aldanmak” istedikleri için aldatılırlar. Eğer bütün insanlar benim gibi düşünseydi, birbirlerine söyledikleri sözleri benim gibi yorumlasalardı, yine de birbirlerini aldatırlar mıydı? Cevabım hâlâ “evet”. Bazen gerçeklerden kaçmak için aldatırlardı. Bazen sadece canları öyle yapmak istediği için aldatırlardı. Bazen bilinçsizce aldatırlardı. Bazense karşılarındaki kişinin canını bilerek yakmak için aldatırlardı. İnsanlar hep aldatırlardı. Geçmişten yola çıkacak olursam, Havva bile Adem’i aldatmadı mı? İstediğini yaptırmak için kandırmak da aldatmakla eş değer değil midir? İnsanlığın başlangıcından beri var olan bir olguyu bugünkü acizliğimizle yok edebilir miyiz? Heyhat, tarih bize bunun mümkün olmayacağını açıkça gösteriyor. İnsan beyni için bilmemek, mutluluktur. Bilmediği şeyler insanın canını acıtmaz, sorun teşkil etmez, yormaz ve üzmez. “Aldatmak” eyleminin en masum açıklaması budur. Peki bir insanı bilinmezlikle baş başa bırakmanın açıklaması nedir? Aldatılmak, aciz bırakılmaktır. Bilinmezlik, genel kanının aksine, o kadar da mutlu etmez insanı. İçimizde “aldatmak” duygusuna karşı koyamayan bir taraf vardır, ama aciz bırakılmaktan nefret eden tarafımız da diğeri kadar güçlüdür. Tanrı’nın yarattığı bu çeşitli duyguları her hissedişimizde bir kez daha şaşırır, bir kez daha kendimizi bir açmazın içinde buluruz. Bir insanı kendisiyle savaşmaya itmenin, özgüvenini zedelemenin, hatta kendisinden nefret ettirmenin neresi onurlu bir harekettir? Yani bir insan aldatıldığını bilmezse, bu onu üzüntülerden korur mu? Yoksa öğreneceği zaman yaşayacağı yıkımı ikiye, üçe, hatta milyonlara mı katlar ? Yeryüzünde yaşayan varlıkların arasında en tehlikeli olanı insandır. Sevgisini söylemek için şekillendirdiği kelimeleri aldatmak için de şekillendirebildiği için, insan en korkulası varlıktır. İnsanın aldatmasından korkulması gerektiği kadar, sevgisinden de korkulmalıdır. Çünkü sevgi, aldatma eyleminin gerçekleşmemesi için bir engel değildir. Aşk, dostluk, iyilik, kötülük; bunların hiçbiri bir insanın başka bir insanı aldatmasını engellemez. Bir inancı sarsmanın ve yok etmenin en iyi yolu aldatmaktır. Sevdiğine inandırmanın, âşık etmenin de en iyi yolu aldatmaktır. “Aldatmak” kelimelerdedir, bakışlarda ve dokunuşlardadır, insanın kalbindedir. Bir insanı neye göre “iyi” ya da “kötü” diyerek nitelendiririz? Neden insanları bir sınıfa sokmaya ve kategorize etmeye eğilimimiz vardır? Neye göre “ne yaparsa yapsın özünde iyi biri” deriz? Ben bir insanın içinde iyilik olduğuna inanmıyorum. Tam tersine, her insanın içinde kötülük vardır. Dışarıya yansıyan, başkalarının gördüğü ve “iyi” olarak nitelendirdiği şeyler sadece yüzeye yansıyan parlamalardır. İnsanın kendisi tarafından şekillendirilebilen ve isteğe göre kullanılabilen olgulardır. Aynı dünya gibidir insan; yeryüzünün güzelliklerine hayran oluruz ama sadece gördüğümüz kadarını biliriz. Bu zamana kadar hiç kimse en iç katmanda patlamaya hazır olan o lava, o sıcaklığa erişmeye cesaret edemedi. Herhalde bu, gördüğümüz güzel şeylerin sonu olur. Dünya yok olur ve biz ölürüz, değil mi? İşte tam da bu yüzden insanlar sevdikleri kişilerin iç yüzünü görmek için çabalamıyorlar, yüzeyde gördükleriyle yetinmeyi öğreniyorlar. İçgüdülerinin onları yönlendirmesine izin veriyorlar, ihtiyat kulaklarına fısıldıyor ve gerçek “benlik” ruhun derinliklerinde gizlenmeye devam ediyor. İşte tam da bu yüzden, insanlar birbirlerini anlamaya cesaret edemediklerinden; gururlarının efendisi oldukları kadar kölesi de olduklarından, aldatmaya hakları olduğu kadar, aldatılmayı da hak ediyorlar. İşte tam da bu yüzden, bir insan kendisine “Neden aldatıldım?” diye sormamalı. Nerede yanlış yapıldığı açıkça belliyken “neden?” sorusunu sorarak bir de kendimize ihanet etmiş olmuyor muyuz? Paulo Coelho’nun romanını kelimelerle âdeta savaşarak okudum. İçselleştirilmesi çok zor olan bir konu, bir kadının kocasını aldatmasını işlemek de bir o kadar yorucu olmalı. Bu kadın kendisini mi aldattı, yoksa kocasını mı? Âşık olduğunu zannettiği adam için kocasını aldatması bir şey, ama kendisini âşık olduğuna inandırması bambaşka bir şey. Bunların ikisi bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonuç, bana göre, ikisinin de aldatmak olarak nitelendirilemeyeceği gerçeği olur. Eyleme geçirmekten ziyade hissettiği şeylerden dolayı suçludur insan. Tam da bu yüzden suçluluk duyar aldatan kişi, çünkü insan sevdiği kişiyi aldatırken kendisini de aldatır. Heyecan, aşk, ihtiras şeklinde yorumlanan bütün duygular aslında bir kadının kendisini özgürleştirme ve monoton hayatına bir anlam verme çabasından kaynaklanır. Aslında bu kadar da basittir, lakin bu küçük eylem yıkıcı bir depreme eşdeğer olabilir. Aldatma konusu hakkında sayfalarca yazılabilir, defalarca konuşulabilir ama “aldatmak” esas olarak her insanın eyleme geçirip geçirmeyeceğine kendisinin karar vereceği bir fiildir. Özgürleştiren ama bir o kadar da kısıtlayan bir eylemdir. Kısacası hem iyilik, hem de kötülüğün ta kendisidir. Sena TULUKCU Kanlı Tiyatro Alışmak… Alışmak belki de insanların sahip olduğu en güzel hediyedir. Aynı zamanda en acısı da olabilecek niteliğe sahiptir. Bir insan acılarını ne kadar zaman da geçse unutamaz. Bir an, bir hareket, bir yer, bir şarkı, belki de bir kelime bile tüm yaşanmışlıkları bir anda tekrar en baştan yaşatabilecek özelliğe sahip olabilir. Peki insan acısıyla nasıl yaşamayı başarabilir ki? Nasıl yaşadığı onca acıya rağmen katlanabilir önünde bulunan kocaman hayata? İnsan unutmasa da bir şekilde acılarına alışır. Ne kadar büyük de olsa küçük de olsa kalbinin bir kenarında sürekli canını acıtsa da insan bir şekilde alışmayı başarır. Toplum olarak ne yazık ki biz de acılarımıza alıştık. Ülke olarak toplumun her bireyi açısından oldukça sarsıcı bir seneyi geride bıraktık. Hiç geçmeyecek mi bugünler diye düşünürken dünlere alıştık. Bombalar, mayınlar patladı, silahlar ateşlendi, tanklar sokaklara çıktı. Yüzlerce can, baba, anne, evlat, eş, dost yitip gitti bu hayattan. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya hani; aslında ne kadar da doğru bir söz. Aileler parçalandı, geri dönüşü asla olmayacak bir yollara girildi. Biz bu haberleri duymaya alıştık. Alıştık alışmasına da gün geçtikçe çoğu kimse tarafından acı bir şekilde bu haberler umursanmamaya da başladı. Kimilerine göre magazin daha ön sıralarda yer alıyordu. Doğudan gelen her şehit haberi sanki çok normal bir durummuş gibi karşılanmaya başladı. Oysaki korun düştüğü yer ortalığı yaktı savurdu, yaşamayanın ise bu durumdan haberi bile yoktu. Ardından kanlı savaş yavaş yavaş metropol şehirlere taşınmaya başladı. Gelen bomba haberleri ‘yine’ kelimesiyle birlikte aynı cümlede tekrar tekrar kullanıldı. Yine… Tek başına ne kadar masum bir kelime aslında. Gelen acı haberlerin yanında bulunduğunda ise âdeta hepimiz için utanç timsali gibi gözüküyor. Geçtiğimiz sene bir bomba yakınımda patladı. O çıkan gürültü, insanların gözlerinin içindeki korku ifadesi, kalbimin artan ritmi, bir yandan da içimde bulunan şükretme duygusu… Bunlar benim için unutulabilecek kadar kolay şeyler değildi. O korku dolu günler bir şekilde geride kaldı. Benim için bundan yıllar geçse de unutamayacağım bir gündü. Sokağa çıkmaya korkar olmuştum. Bu korku geçmez diyordum,insan fıtratı ya işte alıştım bir şekilde bu duruma da. Böyle bir duruma alışmak bulunduğumuz hal açısından çok üzücü değil mi? Zaman bir şekilde geçer, insan alışır acılarına, fakat unutamaz dedim demesine de peki ya yarınlara doğacak olan geçmişinden habersiz yeni nesillerin hâli ne olacak? Onlar için yazılmış , oynamaya mahkum oldukları senaryo bir dram oyunu mu olacak? Ne yazık ki ülkemiz bu kanlı tiyatro sahnesi olarak kalmayı sürdürdüğü vakit mükemmellik örneği olarak dünyaya gözlerini açan evlatlarımızı, torunlarımızı kirletecek. Bu şekilde devam ederse çocuklarımızın ninnileri silah sesi, kafalarını çevirdiklerinde gördükleri ışıklı bir gökyüzü değil de kanla boyanmış bir tablo olacak. Hissetmeleri gereken duygular mutluluk, sevinç olması gerekirken yüreklerine yerleşmiş olan tek duygu korku olarak baş köşede yerini alacak. ‘’Biz gelecek nesil için yürümeyi mayın tarlalarında mı öğrendiklerini söyleyeceğiz?’’(Levi, 94) Bu kanlı senaryo değişmedikçe yarınlarımız karanlık içerisinde kalmaya devam edecek. Onların yollarını aydınlatmak ise bugün alıştığımız koşulları değiştirmek için çabalayıp, elimizden geldiğince bir farklılık yaratmaya çalışmaktan geçiyor. Nesillerden nesillere bırakılan en büyük miras şüphesiz ki ülkemizdir. Kanlı tiyatro sahnesini düzeltmezsek onlar da bu oyunun birer oyuncusu hâline gelmeye alışacaklar. LEVİ, Mario. Bir Cümlelik Aşklar . İstanbul : Everest Yayınları, 2016. VİCDANLA BAŞ BAŞA “Tanrı dünyayı yedi günde yarattı, bense benimkini yedi saniyede mahvettim”, diyor Ben Thomas filmin ilk dakikalarında. Kendi ömrünü saniyeler içinde ölümle sonlandırıyor, hâlbuki ne kadar zor olmalı bir insanın kendi elleriyle canını alması öyle değil mi? Ölmekten ölürcesine korkarken hem de. Peki, nedendir bu ölüm korkusu unutulmaktan mı korkar insan yoksa uğruna yaşadığı her şeyi unutmaktan mı? Sadece bu dünya için tüm ömrünü harcamış olup, daha buralardan gitmeye hiç hazır hissetmediği için mi? Evet, insan en çok bundan korkar belki de. Sevdiklerine bir daha asla sarılamamaktan, gözlerine baktığında huzur bulduklarıyla tekrar karşılaşamamaktan korkar. Peki, dünya o insanları böyle içine çekmeye çalışırken, ölmemek için kendilerince sebepleri varken o insanların, neden ölümlerini elleriyle getirirler? İçlerindeki sıkıntılara çare bulamamaktan ve beyinlerindeki onları yiyip bitiren düşüncelere karşı koyamamaktan, çareyi ölmekte bulurlar. Düşünün ne kadar çaresizseler artık, ölüm onlar için bir çözüm olmuştur. “7 yaşam” filminde Ben‘i intihar düşüncesine sürükleyen şey onun geçmişte yaptığı bir hataydı. Hatasının ardında kalan ise hayatının hiçbir anında susmayan vicdanının sesiydi. Vicdandan başka hiçbir şey yoktur ki insanı bile bile ölümle karşı karşıya getirsin. Fakat insan ölümle karşı karşıya gelene dek sürekli kaçmak ister vicdanından. Nafile...Her gece başını yastığa koyduğunda gelir bulur seni; hesap sorar sana, yüzüne vurur tüm gerçekleri. Vücudunun her yerini bir acı kaplar. Bu acı kas ağrısı gibi değildir ki zamanla geçsin, kalp ağrısıdır adeta. Asla azalmaz ve kendini unutturmaz, hesaplaşmadan onunla. İnsanların herkese tepeden baktığı, kimseye hesap vermediği bu dünyada vicdan gelir ödetir hesabını sana. Kolay kolay affetmez seni. Belki de affetmemelerin en güzelidir bu. Peki, unutsaydı vicdanımız yaptıklarımızı, alışsaydı kötülüklerimize, susup baş kaldırmasaydı, umursar mıydık onu? Kötülüklerle olan mücadelesini sessizce verseydi duyar mıydık onu? Merhametin sesini duyan var mı? Tüm naifliğiyle iyiliği fısıldayan sesi ne zamandan beri duymuyoruz? Cevap veriyorum; çocuğunun bombalarla patlatılmış bedenini gören anneler olduğundan beri, bu vahşeti görüp de sustuğumuzdan beri, işin ucu bize dokunmasın da ne olursa olsun, dediğimizden beri, merhamet sessizliğe gömüldü. İşte bundandır vicdanın haykırışları. Vicdan, tüm sertliğini takınıp hayattaki güzel şeyleri devam ettirmeye çalışır. Başka yol bulamamıştır çünkü. Sessiz olmayı seçerse eğer, bilir kimsenin onu umursamayacağını. Her konu da böyle değil mi zaten? Sesin ne kadar çok çıkarsa ve ne kadar sert çıkarsa o kadar önemser insanlar seni. İşte, Ben Thomas’ın da vicdanının sesi susmak bilmedi yaptığı hatadan sonra. İnsanların canına mal olan o trafik kazasından sonra. O da, ölürsem duymam artık kalbimden gelen o acı çığlıkları demiştir, belki de. Ama ölüm düşüncesi bile yetmeyebilirdi bazen, insanın vicdan azabından kurtulması için. Ben Thomas’a da yetmemişti. Başka bir yol bulmalıydı. İçini bir nebze daha rahatlatabilecek bir yol. Geçmişteki insanların canını geri veremezdi belki. Ben’in yaptığı trafik kazası yüzünden hayatını kaybeden; birlikte hayaller kurduğu, belki son nefesine kadar beraber olacağını düşündüğü sevdiği kızı da geri getiremezdi, evet. Fakat başka insanların hayatını daha güzel ve anlamlı kılabilirdi. O da bir yol buldu ve karar verdi. Etrafın güzelliğini görmeden bile yüzünden gülümsemeyi ayırmayan birine gözünü, hayat dolu fakat kalp hastası olan ve aynı zamanda kalbini kaptırdığı Emily’e kalbini verdi. Yaptığının bedelini ödemeye çalıştı. Evet, bu durum ölen için tam bir rahatlama değildi ama kalana faydalıydı. İşte, şimdi o insanın vicdanından bağışlanmayı dilemeye biraz olsun hakkı vardı. Kefaletini ödediğine göre Ben, artık bu dünyadan daha huzurlu ayrılabilirdi. KAYNAKÇA Seven Pounds(7 yaşam).Yönetmen.Gabriele Muccino. 2009. Turkuzan 1 Faruk Şükrü Türkuzan YARIN Bugün ile yarın arasına sıkışıp kalmış benliğimin en ücra köşelerinde, yorgan altına sığınmış hisleriyle yazmaya başlıyorum bu yazıyı. Geçmişte yaşadığım ne varsa gözlerimin önüne geliyor bir bir. Müzikler, resimler, yazılar geçiyor bir film şeridi gibi. Biraz dün gibi yazıyorum yani. Yarından söyleyecek ne çok şeyim var oysa. Zaten hep dünlerle başlayıp yarınlarla bitiririm ben cümlelerimi. Birçok anı biriktirdim tozlu raflarda, hepsi ayrı bir hikâyeye konu olur muhtemelen. Ama bunların hiçbirini anlatmayacağım. Ben, yarınlara vurgun bir sevdalıyım. Bu yüzden hikâyelerdeki dünlerle kavgalıyımdır hep. Dünüm olmadan yol bulamam, bazen de tarihlerde takılı kalıp, yarın olamam. Kara sevda dedikleri bu olsa gerek. Yardan geçemediğim gibi serin içinde de kaybolamam. Yarın daha soğuk olacakmış hava. Yarın iki kişi daha göç edecekmiş soğuk topraklardan. Ama yarın bir sürü çocuk daha gelecekmiş dünyaya. Yarın akşam hava kararırken açacakmış akşam sefaları. Yarınlar ki bir umut ışığıdır, bir haziran sabahını hatırlatır hep bana. Yarın gibi düşünüp bugün gibi yaşarım bazen. Bugün gibi düşünüp yarın gibi yaşadığımda olmuştur. Çok şey konuşurum yarınlarla. Yarınlar bitmeyen bir umut ve bugün o umudun bekçisi adeta. Siz hiç sabah olup gün doğacak diye şen oldunuz mu mesela? Bir gece, sırf yarına uyanayım diye uyumuşluğunuz oldu mu ya da? Ben uyudum. İnsanlar, yalnızca geleceği düşünüp, geleceği konuşan bir adam sanıyorlar beni, sansınlar. Nitekim bugün ve dünden konuşacak hiçbir şeyim yok. Sıradan bir sabah, sıradan iki fincan kahve ve her gün aynı dağın ardından batan güneş dışında ne anlatayım size dünden. Kalabalık yollardan, boğucu sokaklardan, alt katta yüksek sesle müzik dinleyen gence olan sinirimden başka ne anlatayım size bugünden. Oysa yarını verin ellerime, gözlerim parlasın yine. Kocaman bir umut dolsun içime, yarından şarkılar söyleyeyim size. Ben, kıyasıya çekişmeli Turkuzan 2 bir derbinin yarından yana olan tarafındayım ve elbet bu derbinin bir de diğer tarafı olacak. Murathan Mungan’da diğer tarafı bu savaşın. O geçmişten dem vurmuş bize. Geçmişe dair yazdıklarını, söylediklerini, konuştuklarını toplamış ve gün yüzüne çıkarmış anıları. Anılar bu ya, bazen roman olur, bazen hikâye, bazen bir tiyatro oyunu… Bu sefer deneme olmaya karar vermişler. Anıların denemesi. Oysa ben yalnızca yarınları konuşurum. Dün konuştuklarımı derleyip sunmam mesela önünüze. Çünkü benim dudaklarımı terk etmiş cümleler benim değildir artık. Onları kim sahiplenir, nerede, nasıl yaşarlar bilemem. Ben, dün başlıklı cümleleri de sevmem. Bana ait olanlar yalnızca hala bende duranlardır. Henüz söylemediğim cümlelerim var mesela benim. Söylenmemiş şarkılarım da var. İşte onlar benim olanlardır. Henüz çekmediğim fotoğraflar da var. Onlar benim zihnimdeler ve benimler, Sonsuza dek orada kalacaklar. Zihnimde bir yumak gibi toplu ve bazen bir o kadar dağınık olanlar. Ve yarın onlarda benim olmayacaklar. Çünkü ben o yumağı ellerimle paramparça edeceğim. Sonra yeni bir yumak saracağım kendime. Ne çok dün dedim, bugün dedim, yarın dedim, belki de hiçbir şey söylemedim size göre. Bir şey söylemek de derdim değil pek. Benim derdim; şu bana ait olmayanları atıvermek bir kenara. Geleceğe olan bu özlemim, bu hevesim, gerçek olmayacak belki. Olsun, gerçek olmadıkları için seviyorum zaten ben yarınları. En uçuk hayallerimin yuvası yarınlar, canımı acıtmazlar. Beni haksız çıkarmazlar. Çocukluğumdan beri gelecek günlere bireyler biriktirmişimdir mesela. Saadeti bile israf etmekten korkar, yarınlara saklardım çoğu zaman. Bir başka gün, bir başka gece de mutlu olmayı umardım ben. Bir başka tarihte gerçekleşecek bana göre tüm güzellikler. Tüm yaşanamamışlar yaşanacak bir gün. O gün, bazen pek bir yakın gelir gözüme, bazen de ufuk çizgisinden taşar bakışlarım. Bugünle yarın arasına sıkışıp kalmış benliğimin, yorganın altından çekip kurtardığım hislerimle yazıyorum artık. Takvim yapraklarına adadım kendimi. Sayfaları erkenden çeviriyor, saatleri ileri alıyorum. Tüm gülücüklerimi sakladım az sonraya. Bir yılbaşı vitrini gibi ışıl ışılım şimdi. Rengârenk ışıklar bezedi dört bir yanımı. Işıklar aldı beni, bugünden uzak zamanlara attılar. Artık dünden hiçbir şey biriktirmiyorum benliğimde. Gün doğunca Turkuzan 3 doğacak dudaklarımda kelimeler. Daha fazla mürekkep harcamayacağım bugün için, ben artık yalnızca, yarından sesleneceğim günlere. Mungan, Murathan, Güne Söylediklerim, Metis Yayıncılık, 2015 Kaynak: Bruno Amadio (1980) Enise Akay 21501300 KANAYAN YARAMIZ Bu fotoğrafa bakınca o kadar çok şey geçiyor ki aklımdan, sözcükler boğazımdan düğümleniyor sanki ama bir türlü yazamıyorum. Maalesef, bu fotoğraf bana çocuk istismarı gerçeğini anımsatıyor. Tekrar tekrar bakıyorum ve bir çocuğun bunu niye yaşadığını sorguluyorum. Pedofili gibi bir gerçek varken, bunu bilip susmak, bir şey yapamamak ağır geliyor. Daha arkadaşlarıyla oyun oynayan minik bir çocuğa cinsel bir obje gözüyle bakmanın hiçbir mantıklı açıklaması olamaz bana göre. Ama beni en çok üzen nokta başka insanların bu gerçeği umursamayışı. Halbuki, bu iğrençliğe maruz kalan bir çocuğun hayatının nasıl değişeceğini düşünseler böyle susabilirler mi, gerçekten çok merak ediyorum. O çocukların korkularını yaşasalar mesela bir daha uyayabilirler mi? Bence birçok insan farketmeden de olsa pedofiliye tepkisiz kalıyor. Anneannelerinin, babaannelerinin on beş yaşında evlenmiş olması bunun normal bir şey olduğunu düşündürüyor belki onlara. Bu bizim geleneğimiz diye geçiştiriliyor da olabilirler kim bilir? Ama asıl gerçek şu ki on sekiz yaşından küçük her birey çocuktur ve hiçbir örnek aksini iddia edemez. Bir şeylerin farkına varmak istiyorsak gelenek, görenek gibi tabuları yıkmamız gerekiyor bence. Alışkanlıkları, duyduklarımızı bir kenara bırakıp çocuk istismarı gerçeğini görmemiz gerekiyor. Evet belki de dedelerimiz de on sekiz yaşından küçük insanlarla evlendikleri için çocuk istismarı yaptılar. O zamanlar adet böyleymiş diyip, bunu geçiştirmeye çalışan insanları gerçekten anlayamıyorum. Neden bu kabullenemeyiş? Ne kadar çok kınayıp, dile getirirsek insanlar bunun ne kadar absürt bir şey olduğunu daha iyi anlayabilir diye düşünüyorum. Biz susup görmezden geldikçe kabullenmiş sayılayacağız. Sonra olan minik bedenlere olacak. Bu istismarın bir kere yaşanması bile nasıl travmalara neden olur düşünmek bile istemiyorum. Ben bunu düşünemezken, maalesef bazı insanlar bu istismarcıların çocukla evlendiği takdirde affedilebileciğini düşünüyor. Bunun nasıl sonuçları olabileceğini düşündükçe bir kez daha kahroluyorum. Mesela bu istismarcılar kendilerine ilgi duymayan birini canları istiyor diye, istediklerini yapabilir ve evlenip işin içinden sıyrılabilirler. Bu, bana göre en hafif senaryo. Bir de işin çocuğun üstündeki baskı boyutu olduğunu düşünüyorum. Cinsel istismara uğrayan bir çocuğun ailesi sırf namusunu temizlemek için(!) çocuğun istismarcısıyla evlenmesini isteyebilir bence. Minik bir çocuk nasıl ailesine karşı gelecek? Gelemeyecek ve razı olmak zorunda kalacak tabii. Yani her gün tekrar ölecek bir nevi. Her gün o adamı gördükçe yaşadıklarını anımsayacak diye düşünüyorum. Yaralarını sarıp, olanları unutmasını sağlamak yerine onu bu istismarcının kucağına itmek bana göre çok yanlış bir şey. İstismarın evlilikle çözülebileceğini düşünen insanlara kesinlikle katılmıyorum. Gerçekten cezadan kurtulmayı sağlayacak kadar önemli bir şey mi evlenmek? En önemli soru ise kim kendine cinsel istismarda bulunan birini özgür iradesiyle kocası olarak kabul edebilir ki? Bence hiç kimse. Ancak küçük çocuklar bu kararı vermeye zorlanabilir sanırım. Diyelim ki evlenmek cezadan kurtulmayı sağlayacak kadar önemli bir şey, peki erkek çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Bu sapık ruhlu insanlar erkek çocuklarına zarar verdiğinde onları da evlendirebilecek miyiz? Ama daha da kötü bir senaryo geliyor aklıma 23 kişi tarafından cinsel istismara uğramış bir kız çocuğunu hangi biriyle evlendireceğiz? Hangi şanslı hasta ruhlu, cezadan yırtabilecek? Ya da bu çıkmaz, hâkimlerimizi kendi rızasıyla yapmıştır hükmüne mi itecek? Bütün bunları düşündükçe susmak gerçekten çok zor geliyor bana. Bu soruların cevaplarını bilip konuşamamak bir korku ülkesi olduğumuzun kanıtı değil de ne? Biz olanlara susup görmezden geldikçe yaşadıklarımız daha da ağırlaşıyor. Korkuyu bir kenara bırakıp bir şeyler yapmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Eğer biz bunu yapmazsak korkarım ki çocuklarımızın yarınlarını koruyamayacağız. Akay1 DÜNYANIN EN ZOR MESLEĞİ Edebiyat dünyasıyla içli dışlı olan, yazar ya da okuyucu her kitlenin hayran olduğu isimlerdendir Franz Kafka. Babaya Mektup adlı eserinde, babasıyla olan ilişkisini kendi üslubuyla gözler önüne serer, yazar. Mektubu yazmıştır yazmasına Franz Kafka, içindekileri de mükemmel bir dille okuyuca aktarmıştır, ancak bu mektup hiçbir zaman asıl okuması gereken kişiye, yani babasına ulaşmaz. Yazar Babaya Mektup adlı eserinde yıllarca babasına biriktirdiği, içinde tutup yüzüne söyleyemediği öfkesini kusmuştur desek yanlış bir ifade olmaz sanırım. Kafka'nın bu kitapta yaşadığı şey iç mücadelenin tam tanımıdır bana sorarsanız. Kendi kendine anlatır, kendi kendine öfkelenir, kendi içinde üzülür bu mektupta. Kendince bir içini dökmedir bu belki de, daha fazla içinde tutamayıp kağıda dökünce rahatlayacağını düşündü birçok yazar gibi, kim bilir! Kitabı bitirdiklerinde her okuyucunun aklına aynı şeyler mi düştü, yoksa ben mi çok kötümser düşündüm bilemiyorum ama, tam klasik baba-oğul hikayesiydi bu mektup, benim için. Yoksa sadece benim çevremdeki baba ile oğullar mı bu haldeler? Öyleyse vay benim halime! Umarım bir yerlerde sorunsuz ilişkileri olan insanlar,babalar ve oğullar, anneler ve kızlar yaşıyordur. Durum o kadar vahim değildir bence. Özellikle yaşadığımız "modern dünya" adlı sahnede, tüm anne ile babalar evlatlarıyla sözde "arkadaşlık ilişkisi" kurmaya çalışıp, çocuklarını kendilerince kazanmaya çalışırlarken, Kafka'nın mektubundaki gibi sarsıcı duygulara rastlamak çok mümkün değildir sanırım, şimdinin modern ebeveyn-çocuk ilişkilerinde. Ben bu kitabı okumadan önce Franz Kafka'yı pek tanımıyordum açıkçası. Bana çok soğuk, donuk bir yazar gibi gelirdi. Mektubu okuyunca çok şey değişti tabii ki düşüncelerimde. Dünyanın en samimi insanlarından biri gibi geliyor yazar artık bana. Bunun en önemli sebebi, mektupta babasından sevgi dilenen küçük bir çocuk gördüm adeta. Bu çok etkiledi beni. Kafka çok öfkeli, bu bir gerçek ancak bunun ötesinde, öfkesinin nedeni de çok açık bir gerçek. Hangi çocuk istemez babasıyla ilişkisi kusursuz olsun, çok sevilsin, çok ilgilenilsin. Akay2 Öte yandan baba kavramı da taşıması kolay bir yük değil bence. Özellikle Türk aile yapısında, babalar sevgilerini açığa vurmamaları gerektiğini düşünüyor gibi gelir bana. Hepsi bu duruma programlanmışlar sanki. "Baba dediğin ağır olur, disiplin gerektirir bu meslek." İşin temelinde yatan sorun tam da bu nokta bence, babalık bir meslek değildir, istifa edemezsin, kovulamazsın, sırtına ağır yükler bindirilirse kaçamazsın. Önüne ne gelirse kabul edip, ona göre davranacağın, en doğru tepkiyi vermenin yine kendi elinde olduğu, en yüce unvanlardan biridir babalık. O yüzden aradaki dengeyi korumak çok zordur aslında. Yeri geldiğinde disiplin de gereklidir, duygulanıp çocuğunun önünde ağlamak da. Küçük düşmek gibi bir durumu yoktur babanın çocuğunun gözünde. Çünkü bir baba ne yapıyorsa en iyisini yapıyordur, ne yiyorsa en lezzetlisi odur, ne giyiyorsa en yakışıklısı odur çocuğunun gözünde. Öyle yücedir ki babalar, çocukluktan itibaren en fazla örnek alıp, özendikleri insandır. İyi ya da kötü davranış sergilemeleri önemli değildir, babadır ya o işte, tabii ki en doğrusu onun yaptıklarıdır, hemen aynısını yapmak lazımdır. Çocukken görülmez hatalar, büyüdükçe hatalar da büyür, kusurlar göze çarpmaya başlar, tıpkı Kafka'nın tecrübe ettiği gibi. Yukarıda da bahsettiğim gibi, çok ince ayrıntılarda gizlidir baba olmak. Dünyanın en zor "mesleğidir" bu yüzden. Babaya Mektup'u okumadan önce ben de bu kadar ayrıntılı düşünmezdim sanırım. Kafka'yı anlamak, onun yaşadıklarını düşünüp, dertlerini hissetmek çok şey değiştirir her insanda eminim. Bu yüzden her babanın okuyup, çocuklarına da okutması gereken bir kitap Babaya Mektup. Ayşe Akay 21201389 TURK 101- Sec. 66 Sevim Gözcü EZEN 18 Kasım 2014Akay3 KAYNAKÇA Kafka,Franz. Babaya Mektup. İstanbul: Can Yayınları, 2013 ZAMANDA DEĞİŞİKLİK Zamanda yolculuk yapma imkanınım olsa acaba ne yapardım sorusu birçok insanın kendine sorduğu bir sorudur. Eğer ki bu soruyu geçmişte bazı olayları değiştirirdim diye cevaplarsak ardından başka bir soru gelir. Acaba yaptığım bu değişiklik şimdiye kadar yaşanmış hayatta neleri değiştirir? Bu düşünceler özellikle insanın aklına bir yakınını kaybettiğinde daha çok gelir. Ben de bu düşünceler içindeyken bir internet sitesinde Steins Gate adlı animeye rastladım. Konusunun yakın zamanda beni düşünmeye sevk eden sorulara yakın olması seriye hemen başlamama sebep oldu. Başlagıçta animeyi sadece vakit geçirme aracı olarak gören ben son bölümü izlediğimde hem sorularıma cevap bulmuş hem de bir animenin hayat dersi verebileceğini öğrenmiş oldum. Anime kısaca başkarakterimiz Okabe Rintaro’nun zaman makinesi adlı konferanstan sonra arkadaşına Makise Kurisu adlı bilim kadının cinayetini mesaj atarken geçmişi değiştirip o anki olayların değişmesine sebep olması ile başlıyor. Başlangıçta pek çok soru işareti oluşturarak başlayan anime yavaş yavaş bu soru işaretlerini siliyor. Animenin ilerleyen bölümlerinde başlangınçta yukarıda bahsettiğim sorularla boğuşmaya başlıyoruz. Sevdiğimiz kişiler için değiştirdiğimiz geçmiş eğer sevdiğimiz başka bir kişi için kötü sonuçlanacak olaylar başlatırsa ne yapardık? Bu soru animeyi izlerken beni derin düşüncülere sürükledi. Evet başına kötü olaylar gelecek kişi ben olsam hiçbir sıkıntım yoktu zaten dünya çok da umrumda değildi ama ya kardeşlerime başına gelseydi kötü olaylar silsilesi? Kardeşlerim alakalı soruların cevabı aslında kolay olan kısımdı, kendimle en çok çeliştiğim nokta ya tamamiyle tanımadığım bir insanın başına gelseydi. Bir suçlu bile olsa kendi isteklerim yüzünden bir insanın hayatını alabilecek düzeye gidebilecek bir eylem gerçekleştirebilir miyim? Bu duygular içinde animeye devam ettim. Okabe daha çok kendimi gördüğüm bir karakter haline geldi çünkü Okabe benim düşüncelerimin hayata geçmiş haliydi. O geçmişi değiştirmiş ama bunun sonucunda en yakın arkadaşı olan Mayuri’nin ölümüyle karşılaşmıştı. Okabe ilk başlarda hiç kimseye bulaşmak istemedi. O geçmişi değiştirerek mutlu olan hayatları değiştirmek istemiyordu. Farklı farklı yöntemler denedi arkadaşının başına gelecek kötü sondan kaçınmak için ama sonuç hep aynıydı. Kötü son hep aynı saatte onu bekliyordu. Daha sonra geçmişi değiştirdiği arkadaşlarına gitti birer birer. Bu bölümleri izlerken düşüncelerime yavaş yavaş cevap bulmaya başlıyordum. Evet belki ben mutlu olabilirdim yaptığım değişiklikten ama bu değişiklik her zaman kötü bir sonla karşımıza çıkıyordu. Yavaş yavaş olanları kabullenip ileride yaşayacağım olaylara doğru ilerlemem gerektiğini anlamaya başlamıştım. Ben sorularıma cevap bulurken anime ise yavaş yavaş sona yaklaşmıştı. Okabe bir değişiklik hariç geçmişe yaptığı oynamaları geri çevirebilmişti. Son değişiklik ise bu olayların başlamasına sebep olan kısımdı yani Makise Kurisu’nun cinayetiydi. Eğer olayları tersine çevirise bu sefer bir arkadaşını kurtarırken bir diğerinin ölümüne sebep olacaktı. Okabe’nin belki de anime boyunca yaptıptığı en zor seçimdi bu. Okabe her ne kadar kabul etmesede Makise’ye âşık olmuştu. Benim baştan beri yüzleştiğim soruların çözümünü bu noktada bulmuştum. Okabe ile Makise arasında geçen konuşmaların sonunda zamana müdahale imkanı bulsak bile ellenmemesi gereken olayları olduğu gibi kabullenmem gerektiğini anlamıştım. Her ne kadar anime daha farklı bir final bitirip Okabe’nin herkesi kurtardığı bir zaman çizgisine gitsede(bu son da tam olarak mutlu sayılmaz çünkü burada da Okabe herkesi kurtarabilmek için arkadaşlarıyla olan anılarından vazgeçmişti) ben düşüncelerime cevap bulabilmiştim. Geçmişi değiştirmek her ne kadar cazip görünse bile o değişikliğin getirebileceği sonuçları bilemeyiz. Başımıza gelen olayları en yakın aile fertlerimizi kaybetmemiz bile olsa kabullenip hayata devam etmeliyiz. Sadece vakit geçirmek için başladığım animeyi bitirdiğimde annemin vefatından beri sürekli aklımı kurcalayan her boş anımda hayal ettiğim şeyi aslında gereksiz olduğunu anlayıp hayata devam edebildim Kamil Kaan Erkan AMERİKA MACERAM Bu sene neredeyse bütün yaz Amerika'daydım. Büyük ihtimalle daha önce duymuşsunuzdur bu izlenceyi. Genelde üniversite öğrencilerinin yazın para kazanmak ve kazandığı parayla gezebilmek ve aynı zamanda da dillerini geliştirebilmek için katıldığı bir izlence (Work & Travel). Sene içinde ilk arkadaşım ortaya attı bu Amerika’ya gitmek fikrini. Beraber gidersek ne kadar eğlenceli olabileceğinden bahsetti. Fakat daha sonra bazı sorunlardan dolayı vazgeçmek zorunda kaldı. Arkadaşım vazgeçtikten sonra da başlarda ben de vazgeçmeyi düşündüm. Çünkü neden vazgeçmeyeyim ? Bütün yaz boyunca evimde rahatça yatma, istediğim zaman uyuyup istediğim zaman uyanma şansım varken neden bütün yaz boyunca çalışmayı tercih edeyim ki ? Fakat daha sonra düşündüğümde tam da bu yüzden katılmam gerektiğine karar verdim. Her zaman rahatı tercih etmemek ve gerektiğinde zorluklara katlanabilmek. Çünkü neredeyse bütün hayatım boyunca her ne kadar mantıklı hareket etmeye çalıştıysam da genel de duygularımın etkisinde kalarak hareket etmiştim ve zor karşısında kolayı tercih etmiştim. Mesela en basitinden; sınavların yaklaştığı dönemlerde ders çalışmayı sürekli ertelemek ve sınavdan bir iki gün önce çalışmaya başlamak ya da verilen ödevleri sürekli ertelemek ve zamanında yetiştirememek gibi. Hatta bu yüzden geçen dönem boyunca insanların gerçekten özgür iradesinin var olup olmadığını düşünmüştüm ve bununla ilgili bir yazı bile yazmıştım. Çünkü o zamanlar, insanların özgür iradesinin olmadığını, yani insanların davranışlarının aslında kendi denetiminde olmadığını ve her ne kadar davranışlarını değiştirmeye çalışırlarsa çalışsın davranışlarının değişemeyeceğini düşünüyordum. İnsanın, aslında hayatı boyunca edindiği tecrübelerin bir bütünü olduğunu ve davranışlarının nedeninin altında da bu edinilen tecrübelerin yattığını ve bu yüzden, kendimi değiştirmek istersem bunun ancak yeni tecrübeler edinerek mümkün olacağını düşünüyordum. Demek istediğimi özgüvensiz bir bireyi düşünerek daha rahat anlayabilirsiniz. Zamanında insanların kendisine kötü davranmasından dolayı -yani insanlarla ilgili kötü tecrübeleri olmasında dolayı- kendisine olan güveninin azalması ve davranışlarının buna göre değişmesi ve bu yüzden, toplum içinde rahat konuşamaması, insanlarla zor samimiyet kurması, dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih etmesi gibi. Bazı insanlar, bunların bireyin kendi tercihini olduğu -yani özgür iradesi olduğunu- söyleyebilir ancak asıl olan, bunlarının bireyin edindiği tecrübelerin sonucu olmasıdır. Daha önce edindiği kötü tecrübeleri tekrar tecrübe etmemek için içgüdüsel olarak bu olaylardan kaçınmasıdır. Benim durumumda ise bu zorluklardan ve başarısızlıklardan kaçınmaktı. Bu yüzden -içgüdüsel olarak- ders çalışıp da sınavda başarısız olup kendimi başarısız birisi gibi görmektense, ders çalışmadan sadece sınavdan başarısız olmayı tercih ediyordum diyebilirim. Çünkü hem ders çalışmamak daha kolaydı -böylece zorluklardan kaçınabiliyordum- hem de ders çalıştığım halde başarısız olma gibi bir durumla karşı karşıya kalmıyordum -girmediğiniz bir yarışı kaybedemezsiniz-. Evet, kulağa biraz saçma geldiğinin farkındayım ancak durumum buydu. Bu yüzden de bu izlenceye katılmam gerektiğini, çünkü bunun benim için bir sosyal deney olacağını düşündüm. Bu sosyal deneyle insanların gerçekten kendi davranışları üzerinde ne kadar etkisi olduğunu, insanların kendi sınırlarını ne kadar zorlayabileceklerini görebilecektim. Ayrıca bunun yanında hayat tecrübesi edinmem için iyi bir şans olduğunu düşündüm. Çünkü bana göre hayattaki en önemli şeylerden birisi de hayat tecrübesiydi. Hayat tecrübesini, size hayata karşı bağışıklık kazandıran bir aşı gibi düşünün. Çünkü hayat tecrübesi, hayata karşı daha güçlü ve dayanıklı olmanızı sağlar. Bunu, vahşi doğada yaşayan aslanlarla hayvanat bahçesinde yaşayan aslanları kıyaslayarak ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Bu yüzden -eğer kendimi geliştirmek ve hayat tecrübesi edinmek istiyorsam- hayata balıklama atlamam gerektiği, ilk Kamil Kaan Erkan başta her ne kadar soğuk gelse de zamanla alışacağımı biliyordum. Eğer balıklama atlamasaydım belki de hâlâ bu izlenceye katılmayı erteliyor olabilirdim. Oraya gittikten sonra ne oldu ? Neler değişti ? Deneyim beklediğim gibi sonuçlandı mı ? Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Ben bile bu kadar bu kadar dayanabileceğimi düşünmüyordum. İlk işim, bir restoranda garsonluktu. Şehirden epey uzakta ve eyaletler arası yolda olduğu için burası genelde tatile giden ya da tatilden dönen ailelerin uğradığı bir yerdi. Kaldığım yere de oldukça uzaktı. Bu yüzden, her gün neredeyse 16-17 kilometre yolu bisikletimle gitmek ve bu mesafeden dolayı da her gün sabah 06.00'da kalkmak zorundaydım. İlk başlarda her gün bu kadar yolu gelip gidemem ve bu kadar erken kalkamam diye işimden ayrılmayı ve daha yakın bir yerde iş bulmayı düşündüm. Fakat daha sonradan buraya asıl geliş nedenim zaten bu olduğunu, bu yüzden kendimi zorlamam gerektiğini, zorluklardan kaçmamam gerektiğini ve ancak korkumla yüzleşerek bu sorunumu aşabileceğimi hatırladım. Her gün, "Bugün işteki son günüm, bugün kesin ayrılıyorum." diyerek işe gittim ama işimden ayrılmadım. Hatta daha sonra başka bir yerde daha -bir pastanede- iş bulup orada da çalışmaya başladım. Her gün 15 saate yakın çalışıp 5 saate yakın uyudum. Bir de üstüne 22-23 kilometreye yakın yol gittim. Doğal olarak da epey zayıfladım. Ancak, bu kadar yoğun çalışmama rağmen halimden memnumdum. Çünkü istediğim zaman zorluklara dayanabileceğimi, her ne kadar davranışlarımı değiştirmek zor olsa da sürekli kendimi zorlayarak ve korkularımla yüzleşerek davranışlarımı değiştirebileceğimi öğrenmiştim. Bir gün içinde yaptığım en fazla mesafe. Emir Berat Durna 21703027 Yalnız Kalabalıklar Derin derin nefes alın. Soluduğunuz havanın tadı var mı? Manzarasına karşı seyre dalarken hayran kaldığınız denizi düşleyin. Muazzam pırıltılar eşliğinde dalgaları kıyıya her vurduğunda Sabahattin Ali’ye şiir yazdıran deniz, cidden mavi mi? Karanlığın en içten olduğu vakitler ara sokaklarda gezinip derdinizi, kendinizi dinlerken gölgenizin kaybolması karaktersizliğinizden ötürü mü? Yoksa siz cılız, masum, temiz bir duman kadar şeffaf değil misiniz? Kaybolan ruhların çektiği çilelerin bedelini, hapsoldukları bedenler mi çekmeli? Unutulanların çaresizliği, onları unutanların sırtından geçinmemeleri mi? Sabah soğuk tenini sıcak hayallerle ısıtanları görmezden gelenlerin umursamazlığı şarapsa, mutluluk o şarabı saran gazetedir! Emrah Serbes’in “Müptezeller” kitabı, benim algı yeteneğimi geliştirdi diyebilirim. Çünkü “Müptezeller”, popüler kültüre karşı inatla içilmiş cam Coca-Cola şişesiyle sokakta maç yapan çocukların, imkânı olmadığı halde sobanın yanında kaloriferi düşleyenlerin, düşlerini kısırlaştırmayanların, sessiz sessiz haykıranların aynası. Sonrasında fark ettim ki benim sitemim, tanımadığımız ve hatta tanımayacağımız insanların eksiklerine yahut yanlışlarına karşı duyarsız olanlaraymış. Bu kitap sayesinde anladım ki duyarsız ve bencil insanlar için karakterden önemliymiş elbisenin markası. En çok ilgimi çeken şey Emrah Serbes’in, bu durumu korkusuzca eleştirebiliyor olmasıydı. Ben de sırf tanımadığım ve belki de tanıyamayacağım insanların ihtiyaçlarına karşı suskunluktan obez olmamak için yazmaya karar verdim. Hayat benim gözümden irdelenecekse diyebilirim ki günlük yaşamda karşılaşılan her sorunun ve çatışmanın temelinde maneviyat ile maddiyat arasında var olan bir savaş yatıyor. Cüzdanın ne kadar dolu olduğu, beyin gücünden önemli. Amaçlanan her zaman için daha fazlası. Bu yüzdendir ki benim için insan, doyumsuzluğu para ile yoğrulmuş bir nefes 1 Emir Berat Durna 21703027 akışıdır! Daha fazla bina, daha fazla sahteliğin raks ettiği gölgeler... Daha fazla işsizlik, daha fazla ucuz, özgür ve hak sahibi modern köleler... Böyle bir düzende toplumsal yaşam, toplumsal bir suç gibi değil mi? İnsanın kendine ayıracak vakit dahi bulamaması, önemli gördüğü gereksinimler peşinde koşmasından kaynaklı. Durdurulamayan nüfus artışı da bu yüzden. Halbuki yalnızlık her insanın kimliğine zarifçe işlenen kutsal bir nakış. Bireye özgü, üçüncü bir kişi tarafından engellenemez. O yüzden de insanların birbirine kulak vermesi, herkesin birbirini değerli varsayması ve herkesin birbirinin ihtiyaçlarını eşsiz bulması öngörülendir. Kısaca, olması gereken kalabalık yalnızlıklardır. Herkesin iç içeyken birbirine karşı duyarlı fakat aynı zamanda herkesin kendine özel bir yalnızlığının olması... Günümüzde olan ise yalnız kalabalıklardır. Kimsenin aynada gördüğünden başkasına değer vermemesi... Bu gerçeği Emrah Serbes’in “Müptezeller ”inde fark edince sessiz kalamayacağımı anladım. Çünkü bu benim kendimle derdim! Gri havayı dolduran beşeri düzen, insan yapıtıdır. Ne zaman ki şiirden habersiz bir insan, romana yabancı bir kitaplık, gülmeyi unutmuş bir çocuk, sonbaharla tanışmamış bir kadın görsem aklıma, kitaptaki “Bazı anlar vardır, geçen zamanın bir daha geri gelmeyeceğini kuvvetle hissettirir insana.” (Serbes, 2016, s. 29) satırları gelir. Hayaller, şiirler, kelimeler insanın tek sermayesidir. Bunların hâkimiyeti dışında harcanan bir hayatın, boşa geçmiş yıllardan farkı ne? Halbuki insanın bu sermayesi, kendisine başkalarına karşı duyarlı olmayı, sokakları tanımayı, sevmeyi, insan olmayı öğretir. Ah kıymetini bilmeyen insanoğlu! Kısaca; kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma gibi kavramlara ev sahipliği yapmayan bir toplum oluşturduk. Karanfil’de, cebindeki son kuruşunu şaraba harcamış bir kadını tüm erkekliğiyle izleyen bir şehir inşa ettik. Eski samimiyetimiz hikâyelere, fıkralara ve sokak duvarlarına konu olacak kadar uzakta kaldı. “Müptezeller” bana, başkalarına karşı duyarlı olmaktan zarar gelmeyeceğini öğretti. Eğer siz de duyarlı olmanın samimiyetine inanıyorsanız bu kitabı muhakkak okumalısınız. Aslında kalem elimdeyken, yazdıklarımın 2 Emir Berat Durna 21703027 okunduğunda faydalı olmayacağından korkuyorum. Çünkü sizler için sizden daha değerli kimse yok. Peki, neden mi yazdım? Çünkü siz kendi duyarsızlığınızı göremiyorsunuz. Sizin için hep başkaları suçlu. Siz başkalarına hasım olun, ben kendime! 3 Emir Berat Durna 21703027 Kaynakça Serbes, E. (2016). Müptezeller. İstanbul: İletişim Yayıncılık. 4 Cesaret Gerek Yaşamaya Her insanın kendine göre bir hayatı var. Kimi insanlar sevdikleriyle mutlu bir hayat sürerken, kimisi yalnız ve mutsuz devam etmeye çalışır yola. Kimi şanslı veya hırslıdır; başarıya ulaşır, kimiyse ne yaparsa yapsın geridedir diğerlerinden. Kimi zengindir, milyonlarca para geçer elinden, bir diğeri ekmek almak için fazladan vereceği beş kuruşluk zammın hesabını yaparken. Ne kadar bazen birbirinden siyah ve beyaz kadar farklı olsa da hayatlarımız, her birimiz kendi hayatlarımızın bizleri sürüklediği yolda ilerleriz ne düşündüğümüze, ne hissettiğimize çok da dikkat etmeksizin. Bu dikkatsizlik zaman ilerledikçe çevremizde olup biten her şeye karşı umutsuz bir kayıtsızlığa, donukluğa kadar ilerler ve hayatı bir otomatik robot gibi yaşamaya başlayıp kendi isteklerimizi tamamen görmezden gelmeye iter bizleri. Kendimizi bir anda içinde bulunduğumuz toplumun dayatmaları, normları arasında sıkışmış bir vaziyette buluruz. Öyle ki içimizdeki duyguları, heyecanları yitirir; sadece olağan akış içerisinde yaşamaya, üstümüze düşeni, bizden bekleneni yapmaya odaklanırız. Çoğumuz fark etmeyiz duygularımızı, yaşama heyecanımızı yitirdiğimizi; bazılarımız bu hissizlikten kurtulmak için intihar etmeyi bile düşünebilirken. Stefan Zweig’in Olağanüstü Bir Gece romanındaki başkahramanımız da işte kendisini tam olarak böyle bir duygusuzluk buhranı içerisinde bulur. Bununla nasıl başa çıkacağını bilemezken ölümün bile güzel bir fikir olabileceğini düşünmeye başlar bir şeyler hissetmek için duyduğu özlemle. Soğuk bir kasım sabahında, elimdeki bu kitabı okurken kendi hayatıma göz atmaya başladığımda benim de kahramandan ya da bu şekilde yaşamaya alışmış pek çok insandan çok da farklı olmadığımın farkına varıyordum. Ben de bu gencecik yaşımda duygularımın köreldiğini, arzularımın toplumun dayatmaları ve kendi kayıtsızlığımın ittifakıyla kalbimin derinliklerindeki zindanlara hapsedildiğini ve benden beklenen yaşam tarzını garipsemeden benimsediğimi görüyordum. Çok önemli bir şeyin eksikliğini göstermişti Stefan Zweig bana. Aslında belki de çoğumuzun başına gelen ama farkında olmadığı bir şeydi bu: Yaşarken yaşamayı unutmak. Bazen sadece küçük bir an yeter tüm hayatımızı değiştirmemize, sil baştan yazmaya başlamamıza. O küçük an öyle bir etki yaratır ki bizlerde, görünürde hiçbir değişim olmamasına rağmen dışımızda, içimizi yangınlar kasar, kavurur; hayatımızla ilgili oldukça radikal kararlar almaya, başka biri olmaya iter belki de bizleri. Bu değişikliği Stefan Zweig ne de güzel ifade eder şu sözleriyle: “… onu, hakkında pek çok esaslı şey bildiğim, bir iş arkadaşı, bir dost olarak tasvir edebilirim. Bir zamanlarki ‘ben’ olduğunu hiçbir şekilde hissetmeden onun hakkında konuşabilirim, onu eleştirebilirim veya yargılayabilirim” (Zweig 4). O andan sonra bizler ne eski bizizdir ne de yaşadığımız hayat eski hayatımız. Olaylara bakış açımız oldukça değişir, dünyayı farklı bir zihinle yorumlamaya başlarız. Sadece biraz cesaret gerekir, ‘kemikleşmiş’ hayatlarımızdan kurtulabilmek, ruhlarımızı azat edebilmek, eski benliğimize veda edebilmek ve yenisiyle devam edebilmek için. Tıpkı başkahramanımızın yaptığı küçük bir hırsızlıkla başlayan bir gecede kendini yaşadığı zengin hayatın basmakalıp yargılarından sıyrılmış, bütün insanlığı kucaklar bir halde bulması gibi. Yaşadığını en derinlerinde hissetmeye başlamıştır artık. Biz insanlar belki de böyle değişim anlarına ihtiyaç duyuyoruz yaşamlarımızın biz farkında olmadan ellerimizden kayıp gitmesine mani olabilmek için, “Canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememişim.” diyebilmek için (Zweig 36). Kitaptaki kahraman, kendi evrimini geçirdikten sonra iyiliğin ve kötülüğün verdiği doyumu iliklerine kadar hissetmeye başlar ve artık başkalarına yardım etmek de inanılmaz bir haz vermeye başlamıştır ona, öncesinde kimseyi umursamazken. O halde şunu söyleyebilirim ki insan ancak ve ancak kendi kendisine bir yabancı olmayı bırakıp yaşadığı anı hissetmeye, duygularının farkına varmaya, kendisini anlamaya başladığında başka insanlarla duygudaşlık kurmaya, onların hissettiği heyecanı, sevinci, üzüntüyü, hayal kırıklığını kendi benliğinde de hissetmeye başlar. Bence eğer bizler de kendi dönüm noktamızı yakalayabilir ve kendimizin farkında olmaya başlayabilirsek dünya çok daha yaşanabilir bir yer olacaktır, hem bizim için hem de başkaları için. Aslında benim dönüm noktam Stefan Zweig’in bu kitabını okumam oldu diyebilirim. Belki de sizler de bu yazıyı okurken kendi içinizdeki devinimi yaşıyorsunuzdur, kim bilir? Kaynakça: Zweig, Stefan. “Olağanüstü Bir Gece”. Çev. İlknur İgan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Baskı. Zeynep Güven KÜÇÜK MUTLULUKLAR İnsanın içine işleyen ince sızılar vardır. Özlem hep böyle gelir bana. Burnumda bir yanma ve boğazımda bir ağrıyla kalbime gelen ince bir sızı özlem… İlk annemin yüzü canlanıyor hayalimde özlem dediğimde. Sonra çocukluğum, hatıralarım... Bir sakinlik çöküyor üzerime, dışardan bir göz olup bakmaya başlıyorum sanki anılarıma, şimdiki hayatıma. Yaşarken farkında olamadığım güzelliklerin farkına varıyorum. Hayatımdaki küçük mutluluklarımın değerini anlıyorum içime dolan bu ince sızı sayesinde. Melisa Kesmez’in öykülerinde bu ince sızıyı hissettim ben. Bir solukta okuyamadım çok sürükleyici olmasına rağmen öyküleri. Anılara daldım her birinden sonra. İlk öykü “Domates Tohumları” anneme duyduğum özlemi öylesine büyüttü ki günlerce çocukluğuma, anneme, aileme ait anıları düşündüm durdum. Anneannemin bahçesinde kuzenimle oynadığımız oyunları, babamla kurduğum hayalleri, annemle uyuduğum günleri… Düşündükçe anıların içinde kayboldum, gelmek istemedim hiç bugünüme. Hatıralar hep biraz hüzün verir bana. En mutlu olduğum anları düşünürken bile sakin bir hüzne kapılırım. Beni bugün olduğum ben yapan hatıralara duyduğum özlemin getirdiği bir hüzün olur bu... Dingin bir hüzün. Hissettiğim özlemle ve onun getirdiği dinginlikle ailemden, çocukluğumdan bana kalanları düşündüm. Gözlerim anneme benziyordu benim, herkes öyle derdi. Annemden bana kalan, belki benden çocuğuma kalacak olan gözlere ilk kez dikkatle baktım aynada. Annemi daha çok özledim. O ince sızı sanki Ankara’dan Bursa’ya yol olup beni anneme götürüyordu aynaya baktığımda. Düşündükçe kendimi ailemin bir yansıması gibi hissetmeye başladım. Onlara ne kadar benzediğimin farkında değildim daha önce. Kurtulmaya çalıştığım özelliklerim de onlardan kalmış bana, beni en çok mutlu eden şeyler de onlardan... İnsan kopamazmış ailesinden bunu anladım. Hayatımızdan hiç silinmeyecek olan izler onların izleri çünkü. İyi ya da kötü özümüzde onların izleri var hep. Her yeni doğan bebek hem birbirinden apayrı doğuyor hem de geçmişinden, köklerinden izler taşıyor bedeninde, ruhunda. Ölene kadar onunla kalacak olan ve onun da yavrusuna aktaracağı izler. Ne büyük bir mucize bu! Her yeni nesil yeni bir kök, nice nesillerin izlerini taşıyor... Artık aynada gözlerime daha dikkatle bakacağım annemi özlediğimde. Onu kilometrelerce uzakta değil de aynaya baktığımda kendimde bulacağım, onun bende yaşadığını ve yaşayacağını hissedeceğim... Belki özlem bazılarının içinde fırtınalar yaratıyordur, hırçınlaştırıyordur onları ama özlem benim için sakinleştirici etkisi olan, dinmeyecek sanılan öfkeleri dindiren bir his. Birbirini özleyen anne kızın dinginliğini betimliyordu ilk öyküde yazar. Aralarındaki tüm tartışmalar, tüm anlaşmazlıklar önemini kaybetmiş, birbirine tatlı bir sevecenlikle bakan anne kız... Özlem işte böyle fırtınaları dindiren bir duygu. Özlemin ince sızısı özlenilene kavuşunca büyük bir sakinliğe dönüşüyor. Şimdi annemi düşündüğümde ona öfkelendiğim anlardan öyle utanıyorum ki... Boğazım düğümleniyor onunla ettiğim kavgaları hatırladığımda. Ben aileme daha önce hiç böyle bir gözle bakmazdım. Kaybetme korkusunu hissetmezdim çünkü onları özlemeyi bilmiyordum. Yanımda olmalarının değerini anlamıyordum onları her gün gördüğüm zamanlar. Şimdi ailemin yanına her gittiğimde onların yanında olduğum her anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Yalnızca yanlarında oturmaktan bile keyif alıyorum. Bu sızıyı işte bu yüzden sevdim ben. Bana farkında olmadığım küçücük mutluluklarımın, sahip olduğum her şeyin ne büyük bir şans olduğunu, ne kadar kıymetli olduğunu öğretti bana. Hani mütevazi mutluluklar vardır ya, anneanne evinde sobada yapılan kestane gibi, buz gibi soğuktan gelip battaniye altında ısınmak gibi, Adile Naşit’in gülüşü gibi… Bazen Bahar bana böyle küçük, mütevazi mutlulukları hatırlattı. Dolaplar dolusu kıyafetlerin, paranın, başarının insana asla veremeyeceği mutluluklar bunlar. En samimi, en sevecen, en sıcak mutluluklar… Ben anladım ki aslında bu küçük dediğim mutluluklarmış en büyük olanlar. Şimdi gidip annemizi arayabiliyorsak, bir Yeşilçam filmine gülebiliyorsak, sırtımızı kalorifere dayayıp ısınabiliyorsak biz çok şanslı insanlarız. En zor günümüzde bile hayatımızda bir köşede güzel şeyler oluyor. Eğer o güzellikleri görebilirsek en zor günde de, yitirmeden bilirsek sahip olduklarımızın değerini; her zaman bir sebebimiz olur tutunmak için hayata. Kaynakça: Kesmez, Melisa. Bazen Bahar. İstanbul: Sel Yayınları, 2015. Gündüzün Karanlığından Gecenin Aydınlığına “En karanlık gece bile sona erer ve güneş tekrar doğar” demiş Victor Hugo. İyi ve kötü gibi. gündüzün zıttı da gecedir pek çokları için. Her zaman kötülükle bağdaştırılır gece. Kurt adamlar, cadılar, büyücüler ve cinler geceleri ortaya çıkar masallarda. Baykuşlar, yarasalar geceleri yaşadığı için uğursuz sayılır insanlar tarafından. Geceye kalmamak erken yatmak gündüzleri yaşamak tavsiye edilir büyükler tarafından. Dertler, tasalar, sıkıntılar, aşk acısı geceleri kapımızı çalar hep. “Gece midir insanı hüzünlendiren, Yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen?” Dizeleri aklıma geliyor Özdemir Asaf’ın. Sanırım geceye biraz haksızlık ediyoruz. Gündüzün sorumlulukları, uğraşları değil midir geceleri peşimizi bırakmayan ya da gündüz gözüyle âşık olduklarımızın acısını çekmez miyiz geceleri? Peki neden korkarız gecelerden? Karanlık görmemizi engellediği için mi? Gündüz mü yoksa gece mi daha çok şey görürüz? Güneş bencilce aydınlatır yeryüzünü. Ay, yıldızlar hatta tüm kainat geceleri görünmeye fırsat bulur ancak. Gündüzün kör edici aydınlığı engeller görmemizi. Güneşin doğmasıyla başlar sorumluluklarımız. İş, okul, trafik, geçim derdi gündüz yaşanır. Alarmla birlikte aslında sabahtır ertelemeye çalıştığımız. Başkaları için yaşarız gündüzlerimizi. Büyük ya da küçük olmamız fark etmez akşamın hasretiyle çalışırız işyerinde ya da okulda. Düzen gündüzlerimizi esir almıştır çünkü. Geceler bizimdir, daha özgürüzdür geceleri. Hobilerimizle uğraşmaya, eğlenmeye, düşünmeye ve hatta sevmeye sadece geceleri zaman ayırabiliriz. Gündüz ise kurallar ve rutinler bütünüdür hepimiz için. Fazla görünür oluruz gündüzleri; duruşumuz, yaşayışımız, her hareketimiz başka gözler tarafından izlenir. Bunun bilinciyle davranırız hatta belki de rol yaparız çoğu zaman. Geceyse farklıdır, kişiseldir. İnsan kendisiyle baş başa kalır,en çok bu zamanlarda tanır kendini. Hareketlerini gözetleyen ya da yargılayan kimse yoktur çünkü. Sadece kendisidir geceleri. Güneş tıpkı yıldızlar, gezegenler, galaksiler gibi benliğimizi de görünmez yapar. Gündüzün temposunda düşünmeden, hissetmeden hatta fark etmeden robotlaşmış bir şekilde yaşarız. Gece ise kendi farkımıza varırız bir şekilde. İlham da en çok bu zamanlarda kapısını çalar şairlerin, ressamların ve diğer bütün sanatçıların. Bütün korkutucu yanlarına rağmen çocuklar için bile çekicidir gece, uyuyarak geçirmek istemezler günün bu vaktini her türlü yolu denerler biraz daha geceyi tatmak için. Karanlıktan aydınlığa çıkınca gözlerimizde hissettiğimiz acı gibidir gecenin kalbimizde uyandırdıkları. Gerçeklerle yüzleşmek de bir gece aktivitesidir insan için. Bu yüzden sevemez bazıları geceleri sanırım. Korktukları, onlara çekilmez gelen gece değildir, aslında sadece kendi duygularıdır. Belki de gündüzün körlüğünü gecenin acı gerçeklerine tercih etmek, kendini işine, kariyerine adamak daha kolay geliyordur bazılarına ya da sadece kendilerinden kaçıyorlardır kaçabildikleri kadar. “Umursamazlık kuvvettir” sözünü böyle insanlar için söylemiş sanırım George Orwell 1984’ünde. Geceden korkan insanları hiçbir zaman anlayamadım. “Geceleri, ey gündüz gel diyerek israf etme” diyen Cahit Külebi gibi düşünüyorum ben de. Anlayamadığım bir diğer şey de, eskiler neden bu kadar sevmez geceleri? “Sabah ola hayrola”, ”gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir” gibi sözleri ağzından eksik etmeyen büyüklerin gündüzde buldukları şey neydi tam olarak? Sanırım onların zamanında hayat biraz daha farklıydı. Gündüzlerin çekilmezliği sistemin gündüzlerimizi elimizden almasıyla başladı. Sabah alarmın iğrenç sesiyle uyanan, kalabalık ve gri şehirlerde yaşayan, profesyonel yaşam adı altında gün boyu, kendisine birkaç dakika bile zaman ayıramayan modern insanlar olarak boşluğa, sakinliğe olan özlemimizi ancak geceleri giderebiliyoruz. Bu da eskiler için korkunç, kaçınılması gereken ve hatta lanetli olarak görülen gecelerin, bizim açımızdan anlamını ironik, biraz da acıklı bir şekilde değiştirdi. Gündüzlerin tekrar o ‘eski’, ‘aydınlık’ günlerine kavuşması pek mümkün değil gibi. Ne yazık ki eskilerin özlemle gelmesini beklediği sabahları, bundan sonra hiçbir zaman bu kadar güzel duygularla hatırlayamayacağız. Muhammed Eren Kılıç Kaynaklar: Victor Hugo, https://tr.wikiquote.org/wiki/Victor_Hugo George Orwell,1984,Can Yayınları 2008 Özdemir Asaf,Bir Usta Bir Dünya:Özdemir Asaf,2013 Resim: The Starry Night, Van Gogh, 1889 HER ŞEY MÜMKÜN Çoğu insanın yaşamında, olaylara bakış açısını az ya da çok oranda değiştiren bir eser vardır. Kimi için bir şarkı, kimi için bir resim, kimi içinse bir heykel. Görsel bir çağda yaşadığımızı göz önünde bulundurursak bir çok insan bu durumda görsel bir eseri seçecektir ve itiraf etmek gerekirse ben de bu çoğunluğa dahilim. Benim olaylara bakışımı değiştiren eser bir film: Mr. Nobody / Bay Hiç Kimse. Kısa bir özet vermek gerekirse filmin ana karakteri Nemo'dur. Uzak gelecekte insanların ölümsüzlüğü keşfettiği bir dünyada son ölümlüdür. Bu "ilginç" özelliği onu herkesçe tanınan yaşlı, ölüm döşeğinde bir adam yapar. Ölmesine çok az bir süre kala bir muhabir hayat hikayesini ondan dinlemek ister. İşte tam olarak bu noktada her şey ilginç bir hal alıyor. Nemo geçmişini üç farklı şekilde anlatır çünkü zaman algısı düzlemsel bir algının ötesine geçmiştir. Hayatında kilit noktalarda, tercih yapılması gereken noktalarda, iki farklı tercih de onun hayatının bir parçasıdır. Burada tartışmak istediğim şey bizi tercihlerimizin belirlediği. Bu arada daha fazla ilerlemeden şunu belirtmeliyim; bu yazı hayata dair güzel bir bakış açısını yansıtamayacak. Daha çok çaresizlik içeriyor olacak. Yani şimdiden özür dilerim. Bu fikre sonuna kadar katılıyorum. Yaptığımız her şey söylediğimiz her söz bir sonraki adımın başlangıcıdır ancak tercihlerimizde her zaman etkili olmamız mümkün mü? Bir öğrencinin sınav sabahı trafik kazası geçirip hayatını kaybedeceği sınava çalışmamayı tercih edip bilerek ve isteyerek sınavı kaçırması ne kadar mümkün? Evet, insan iradesi her zaman denklemin içinde ancak sonuçlarını bilmediğimiz bir tercih yaparken, örneğin bir şişe su almayı tercih edip kapanmak üzere olan bir büfeye gitmek ve büfe sahibini belki de bir dakikayla ölümcül bir trafik kazasından kurtarmak. Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Burada bahsettiğim durum ilahi bir kader anlayışı değil. Sadece şu; irademiz olmasına rağmen irademizin sonuçları kesinlikle tahmin edemeyeceğimiz ve algılayamayacağımız boyutlarda gelişiyor. Bu durumda yaptığımız şeyler, en ufak şey bile, hayatımızda ya da başkasının hayatında kritik değişikliklere sebep oluyor ve biz bu değişimleri gerçekleşmeden bazen gerçekleştiğinde bile bilmiyor oluyoruz. Filmde beni en çok etkileyen olaylardan biri babasının yanında kaldığı senaryoda tanıştığı Elise ile ne kadar mutlu olduğu ve harika, tatmin edici bir ilişkiyle hayatını devam ettirdiği ancak annesinin yanında kaldığı senaryoda Jean ile ne kadar zoraki bir birliktelikte olduğu. Nemo bir senaryoda tutku dolu bir adamken diğerinde hayata dair bütün beklentilerini yok etmiş bir adam. Aslına bakarsanız düşününce kendimi haksız çıkarmam daha mümkün. Madem kontrol edemediğimiz bunca şey var kontrol edebildiklerimizi en iyisi yapmak da son derece mümkün. Tutkulu bir insan mı olmak istiyorum? O zaman tutkumu bulup onu hayatımın parçası yapmak benim işim, duygusal olmak istiyorsam duygularımı yüzeye çıkarmak sadece benimle mümkün çünkü ben hariç kalan her şey değiştiremeyeceğim matematiksel verilerden ibaret. Matematiksel olmayan tabiri caizse şekillendirilebilir bir hamur olan tek şey biziz. Kısaca özetlemek gerekirse evet kabullenelim: Çevremiz ve gelecek asla tahmin edemeyeceğimiz ve tamamen kontrol edemeyeceğimiz değişkenlerle dolu. Bu kabullenmemiz gereken gerçeklik. Kabullenmememiz gereken hatta sonuna kadar inkar etmemiz gereken şeyse kendimizin aynı kalacağımız ve değiştirilemeyeceğimiz. Son olarak filmden bir ironi: Nemo ölmek üzereyken entropi tersine döner ve zaman geriye akmaya başlar. Ölümsüzler Nemo'yla aynı kaderi paylaşmak zorunda kalınca Nemo'nun gülümsemesi aklımdan çıkmayacak az sahneden biridir. Duygusallık ve Distopya İnsanı insan yapan etkenlerin başında duygular gelir. Duyguların gerek toplum, gerekse sistem tarafından bastırılması çeşitli zaman dilimlerinde çeşitli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kişiler, kişiliklerine getirilen kısıtlamalara karşı çeşitli reaksiyonlar göstermiştir, göstermektedir. Dışavurum, bazen retorik, bazen edebiyat, bazen resim, bazen de sinema kısaca sanat formunda gerçekleşir. Bunların kısıtlandığı bir dünya, herkes için bir distopya teşkil eder. Dolayısıyla ortaya çıkacak reaksiyon da buna eşdeğer bir varlık gösterir. Duyguların yasaklandığı bir dünya fikri, kültür veya meşrep fark etmeden her birey için bir reaksiyon sebebidir. Hâlbuki böyle bir distopyaya çok uzak değiliz. Duyguları, düşünceleri hiç duygudaşlık kurmaksızın mahalle baskısı ile bastırmaya çabalıyoruz. Başaramadığımızda ise radikal düşüncelere sapıyoruz. Bu toplumsal davranışın bireyler tarafından sorgulanmasına ise yeterince önem vermiyoruz. Sevgi, şefkat ve hatta nefret, kin gibi duyguların unutulduğu bir dünya hayal edin. Sevgilerini dışa vuran insanların cezalandırıldığı, annenin çocuğunu sevmesinin yasak olduğu bir dünya burası. Geriye kalan tek duygu korku olsun ve bütün diğer duyguların adlarının dahi anılması insanların ödlerini koparsın. Bütün dünya bir anda robotlaşsın ve tüm davranışları belirleyen çıkar ilişkileri olsun. Kulağa korkunç geliyor değil mi? Peki bugün yapılana ne kadar uzak bu durum? Tamamen faydacılık temellerine dayanan bir dünya inşa etmiyor muyuz? Gün geçtikçe sosyal toplumun her bireyi birbirine benzemeye başlıyor ve biz her gördüğümüz aykırılığı yok etme eğilimimizi sürdürüyoruz. Bu durum tekdüze bir insanlık ve siyah beyaz bir dünyadan başka bir sonuç doğuramaz. Yani toplumsal bir distopyaya doğru sürükleniyoruz ve bu yolda önümüze çıkan her engeli ya tekmeleyerek uzaklaştırıyoruz ya da onu da kendi yolumuzda gitmeye zorluyoruz. Baskıladığımız her fikirle beraber alternatif bir yaşama sırt çeviriyoruz aslında. Yeni duygular ve fikirlere gösterdiğimiz ilkel tepki, toplumun ilerlemesine de engel teşkil ediyor. Medeniyetin gelişmesi, karanlıktan aydınlığa çıkan yol bu fikirlerin toplum tarafından baskıya alınmaması ile mümkün. Her yeni duyguya korku ve nefretle bakan bir toplum, ne empati kurabilir ne de başkalarının fikirlerine değer verebilir. İdeal bir toplum ortamı ve azami seviyede bir refah seviyesine ulaşmak için bu toplumsal düzeyde baskıyı ortadan kaldırmak ve empati kurmayı öğrenmek zorundayız. Ancak bu yolla huzur içinde yaşayabilir, kendi doğrularımız dışında varsayılan doğruları hoş görerek birbirimizi anlayabiliriz. O halde yapılacak şey basit; kendi fikirlerimizi tüm topluma dayatmaya çalışmak yerine, ortak yaşama uygun bir saygı çerçevesinde inandığımız doğruları yaşamak ve farklılıkları kabullenmek. Aksi takdirde robotlaşan ve radikalleşen bir toplum elde ederiz ve insanlar birbirlerine sırf kendi doğrularını kabul ettiremedikleri için otobüslerde tekme atmaya başlarlar ve sonunda sosyal hayat yaşanılmaz bir hal alır. Elbette bu durum sistemlerin toplumları tekdüzeleştirip her bireyin aynı doğruya inanmasını istemesiyle de ilişkili. Her bireyin aynı ve sistemin işlemesine katkı sağlayacak doğrulara göre hareket etmesi, sistemin toplumları kontrol altında tutmasını kolaylaştırır. Duygular, bir mahkemede yer bulamaz fakat insanın her hareketini, kararını belirleyen duygularıdır. Sokaklar artık “takım elbise suratlı adamlar” ile dolu. Her biri sabahtan akşama kadar sistem için çalışmakla meşgul olduğu için duyguların hayatlarındaki yeri git gide azalıyor. Gittikçe bir distopyaya yaklaşıyoruz. Belki bizi “Alphaville” isimli bir robot yönetmiyor fakat mevcut sistem de duygulara karşı koyma konusunda gayet başarılı. Bir bireyi sisteme dahil etmek için iki şey yetiyor; birincisi bireyin sorgulamasına fırsat vermemek, ikincisi ise o bireyin hissetmesi için gereken zamanı çalmak. Böylelikle gittikçe robotlaşan bir toplumla karşı karşıya kalıyoruz. Ne zaman ne hissetmesi gerektiğini ekranlardan öğrenen nesiller yetişiyor ve yeni fikirlere gün geçtikçe daha korkak bakıyoruz. Farklılıklarımızı sahiplenip alternatif değerlere saygı duymaya başladığımız zaman ideal bir toplum olmaya hazır olduğumuzu göreceğiz. Yaşadığımız toplumun içinde hayal gibi geliyor değil mi? Ne üzücü! ZEKÂLARIN EŞİTSİZLİĞİ Hayatınızın herhangi bir anında, bir problemi çözmeye yeterli olmadığınızı hissettiniz mi? Ya da henüz gerekli olan bilgileri öğrenmediğinizi ya da öğrenemeyeceğinizi fark ettiniz mi? Eminim hepimiz bunu yaşadık ve öğrenme sürecimizin neredeyse her anında yaşamaya devam ediyoruz ve belirli bilgi sınırlarının içine hapsediliyoruz. Peki nedir bu sözde limitlere bizi iten? Günümüzde her çocuk okulda öğretilen bilgileri ezberleme becerisine göre başarı sıralamasına sokuluyor, ardından yıllanmış müfredatları ezberlemek için daha üst bir kuruma geçiyor. Yıllarca aynı şekilde gördüğü eğitimden sonra çocuk, yine bilgiyi ezberlemeye - ezberlerken eski ve gereksiz görülen bilgileri silip atmaya dayalı- bir sıralama sınavına tabi tutuluyor. Yeterince çalışmış olup bilgileri akıllarına kazıyanlar başarılı, yeterince çalışmamış olan tembeller de başarısız sayılıyor ve hatta günümüzde “zekâ” bile bu sınavlara göre belirlenebiliyor. İşte “zekâ” denilen olgu burada devreye giriyor. Aydın kimseler ve ‘büyük’ insanlar tarafından düzenlenen eğitim sistemi insanları doğdukları günden itibaren sınıflandırarak belli kurallara göre yetiştiriyor. Örneğin küçük bir şehrin adını duymadığımız onlarca köyünden birinde doğup büyümüş olan bir çocuğun bu sınavlarda üstün başarı gösterdiğini duyduğumuzda takdir ediyor, bundan dersler çıkarıyoruz. Hatta o kadar şaşırıyoruz ki bu çocuklar haber bültenlerine konu edilip bu olağanüstü durumdan tüm ülkenin haberdar olması sağlanıyor. Ne var ki bunun gayet normal bir durum olduğunu kabul eden insanlar halen azınlıkta. Normal olanı başarıyı toplumun her kesiminde arayanlar, doğarken hepimizin eşit olduğunu kabul eden ve zekâ kavramını ezberleme yeteneğiyle sınırlandırmayan kişiler. Evrensel eğitim sistemini bilen, duyan, yaşayan kimseler de az önce bahsettiğim insanlara dahil. Bu ‘eşitlik’ felsefesinin kurucusu Jacacot, insanın bilmediklerini de öğretebileceğini savunuyor ve ekliyor: “Her şey her şeydedir.”(s.47) Sadece adını ilgi çekici bulduğum için alıp okuduğum bir kitap olan “Cahil Hoca” hepimizin şikayet edip durduğu eğitim sisteminin asıl sorunlarına işaret ediyor. Dilini bilmediği bir ülkede öğretmenlik yapmak zorunda kalan Jacacot’un düşüncelerinden ve felsefesinden yola çıkan evrensel eğitim sistemi yaratılmış tüm insanların zekâlarının aslında eşit olduğunu iddia ediyor. Kitabın ilk sayfalarını çevirirken kendimden emin bir halde düşüncemi savunuyordum, yaratılırken zekâlarımız da farklı seviyelerde yaratılmıştı. Hepimizin bir sınırı vardı ve oraya kadar kendimizi geliştirme şansı verilmişti elimize. Okumaya devam ettikçe düşüncelerim biraz esnedi; evet, yaratılırken eşit yaratılmış olabilirdik ama hala herkes belli bir kapasiteye sahipti ve oraya ulaşmak için kendimizi geliştirmek bize kalmıştı zaten ulaşanlara da dâhi diyerek onları kendimizden ayırıyorduk. Ne var ki evrensel eğitim sisteminin kanısına göre zekâlar hala eşitti ve bunları değiştiren faktörlerin en önemlisi kişinin tembelliği, yani aptallığıydı. Bebekliğimizde sadece taklit edip ezberleyerek anadilimizi öğrendik. Yürüdük, saçımızı ördük, bağcık bağladık ve bunları yaparken bir öğretmene ihtiyacımız olmadı. Peki insanoğlu basit problemleri kendi aklıyla çözebilirken neden daha zor ve karmaşık sorunlarda ‘üst’ akılların yol göstermesine ihtiyaç duyuyor? Aslında bu sorunun da cevabı diğerleriyle aynı: Bu da bizim inandırıldığımız yalanlardan bir tanesi. Kibrine tutunmuş olan insanoğlu diğerleriyle eşit zekâda olduğunu kabullenemedi, yaratıcı tarafından üstün yaratıldığına inandı. Sonra bunu kanıtlamak için zincirleme öğrenmeye dayalı bir eğitim sistemi kurdu bu sisteme tabi tutulacakların kültürlerini, ailelerinin sosyal veya maddi durumunu göz önünde bulundurmadan. Demem o ki aslında zekâların eşitsizliği, zekâların eşitliğinin bir sonucu. Ama kibirli insan böylece bizleri de eşit olmadığımıza inandırdı, okul hayatımızın başından beri seviyelere bölündük, hep en iyi olanı istedik. Daha karışık, daha büyük cevaplara ulaşmak için önümüze porsiyonlar halinde koyulan bilgilere açlıkla saldırdık. Her ulaştığımız yeni bilgiyle eskisinin önemini kaybettiğini düşünerek ardımızda bilgi çukurları oluşturduk. Oysa zamanla fark ediyoruz, ilerlemenin sonu yok. Her soru daha büyük bir soruyu doğuracak ve cevaplar asla tükenmeyecek. Ama evrensel eğitim sisteminin kanısına göre bilgileri tümel halde öğrenebilir, soruların cevaplarını her şeyde arayabiliriz. 17. yüzyılda bestelenmiş bir konçertodaki matematiksel düzeni inceleyebilir, her gün kulak verip doğanın müziğini dinleyebiliriz. Çocuğuna kavuşan annenin yüz ifadesindeki dili bir ayrılık şiiriyle bağdaştırabiliriz. Bunları yapabileceğimize, alakasız gibi gözüken olaylar ve olgular arasında aslolan cevapları bulabileceğimize inanıyorum. Ve yine inanıyorum ki kibrimizden sıyrılıp aynaya baktığımızda yaratılmış olan her insanın bizimle eşit olduğunu görebileceğiz. Sevde Sena ZEYBEK 21600995 KAYNAKÇA: Rancière, Jacques. Cahil Hoca. İstanbul:Metis Yayınları, 2014. Baskı Özdemir 1 Irmak Özdemir 21601944 KURŞUNLA VURULAMAYAN HAYALLER “Niye birine silah vermek kitap vermekten daha kolay?” diye sormuştu Malala, kendi yaşıtları daha gözünü açmamışken, çevresindeki olaylara son derece kayıtsızken. Yaşıtlarından olgun insanlara hep saygı duymuşumdur, hele ki bu insan çevresini daha iyi bir yer haline getirmek için çaba sarf ediyorsa, faydalı biriyse, insanlara ayak bağı olmak yerine umut ışığı oluyorsa benim çok farklı bir yerdedir. Nitekim diğer insanlar için de olacak ki yakın zamanda daha on sekiz yaşına giren bu cesur mu cesur kız Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Taliban rejiminde bir kız çocuğu olarak canla başla kız çocuklarının eğitimi için on bir yaşından beri çabalayan bu kız, başından vurulmuş olmasına rağmen yılmamış, davasına cesurca sahip çıkmış biri. Cesaretine ve davasına olan inancına hayran olmamak elde değil, insanoğlunun bir türlü anlayamadığı ya da anlamak istemediği temel bir sorunla canı pahasına boğuşmayı tercih eden gencecik bir kız. Davası kız çocuklarının eğitim koşullarını düzeltmek, şiddete eğitim ile cevap vermek. Bugüne kadar hangi sorun şiddetle çözülebilmiş? Savaş, kan, şiddet… Bunca kaosun arasında cahil kalmış kitleler, hele ki Orta Doğu coğrafyasında yaşam şartları dünyanın birçok yerine göre katbekat zor olan kızlar… Onlara yardım eli uzatan zarif bir el, şiddeti ancak eğitim ile engelleyebileceğini anlamış. Bir röportajında kendi kendine soruyor. “Seni öldürmeye geldiklerinde ne yaparsın, Malala?” Dalgın bir şekilde kendine cevap veriyor: “Ayakkabımı çıkarıp ona vururum.” Sonra biraz düşündükten sonra hafif gülümsüyor ve “Ona ayakkabı ile vurursam aramızda bir fark kalmaz. Diğerlerine bu kadar canice ve sert davranmamalısın.” Hemen ardından ekliyor, “İnsanlarla mücadele etmelisin ama bunu barış, diyalog ve eğitim aracılığı ile yapmalısın.” Aklıma ilk gelen soru, bu kadar cahil ve şiddet eğilimli erkek egemen bir toplum içerisinde Malala’ya davasını üretmesini sağlayacak fikir nereden gelmişti, nasıl bu kadar bilinçliydi? Ve nasıl bu kadar iyi olabilirdi bir insan? İnsan kendi canını her şeyin önünde tutar çünkü. Ailesinin etkisi tabii ki yadsınamazdı, zaten bir sözünde babasına “Babama, kanatlarımı kırmadığı, uçmama izin vererek amaçlarıma ulaşmamı sağladığı için minnettarım.” diyor Malala. Kendisi de ailesinde tek tehlikede olan kişi değil ayrıca, babası da Taliban tarafından tehdit edilmiş. Malala vurulduğunda ise “Beni vurabilirler ama hayallerimi vuramazlar.” demiş. Hayaller kurşunla vurulabilir mi? Çevremizde birçok Malala var aslında, onlar her yerdeler. Bazıları onun kadar cesur olamayabiliyor, bazıları onun kadar tanınmıyor, bazıları onun kadar iyi sosyal yeteneklere ve ikna kabiliyetine sahip değil. Biliyorum ki etrafımızda var o Malala’lar. Öbür insanların hayatlarını daha iyiye taşıyan iyilik melekleri var etrafımızda, hayalleri kurşun geçirmeyen. Bizim ülkemizde de var bir sürü bu kızdan. Daha geniş bir çerçeveden bakmak istiyorum, sadece silahlı şiddete karşı değil her türlü psikolojik şiddete ve toplum baskısına karşı mücadele eden iyilik melekleri var. Bulunduğu çevreyi daha ileri taşıyan, onları eğiten Arslanköylü Kadınlar Tiyatrosu’nun kurucusu “Ümmiye Anne” beni çok etkilemişti mesela. Geçen sene sınava hazırlanırken çok bunaldığım bir an görmüştüm onu. Motivasyona ihtiyacımız oluyordu ya sık sık, arkadaşım TEDX konuşmaları paylaşmış. Ben de tıklayıverdim. Ümmiye Anne; Gorki’nin “Ana”sından etkilenip kendi çevresini eğitmesini, köydeki kadınları ikna edip bir tiyatro kurmasını ve hatta bir film çekmelerini tane tane, bütün doğallığıyla dinleyicilerine aktarıyor. Yapaylıktan o kadar uzak ki, “Köydeki kıyafetimle geliverdim işte.” diyor, derken gözlerinin içi gülüyor. Özdemir 2 Kendi köyünün kadınları hiçbir faaliyette bulunmazken onlara bu güzel olanağı sağlayabildiği için hafif mahcup ama ne kadar gurur duyduğu gözlerinden bile belli. New York Film Festivali’nde ödül almalarına kadar uzanan bu hikâyeyi dinlerken anlıyorum ki hayallerin önünde hiçbir engel duramıyor, yeter ki kararlı olunsun. Başta köyün erkeklerinin rızasını alamamışlar mesela, o aşamada bıraksalar yazık olmaz mıymış Ümmiye Anne’nin hayallerine? Demek ki yılmamak ve diretmek gerekiyor bazen. Sonradan köyün erkekleri de çok memnun kalmış bu tiyatrodan, eminim ki şu an da çok gurur duyuyorlardır. Gereken şeyin cesaret, kararlılık ve beraberlik olduğunu gösteriyor bu köy tiyatrosu bize. Dünyaya hayalleri ve idealleri olan ve bunun peşinden ne olursa olsun koşan insanlar lazım. Kadınların fırsat eşitsizliği içerisinde olduğu bu durumlarda onlara lider olan kurşun geçirmez hayalleri olan insanlar gerek. Tekme ve tokatla zarar görecek değil küçük bir kız çocuğunun eğitim ve ileri gitme arzusu, yeter ki kararlı olsun ve yılmasın. Malala’dan ve çevremizdeki Malala’lardan öğreneceğimiz daha çok şey var. Hayata olan inancımı artıyor böyle içerikler görünce, eminim ki böyle insanlar oldukça Malala’nın gözlerinden bile parlak bir geleceği görebiliriz. Kaynakça "''YÜN BEBEK'' ABD'DE ÖDÜL ALDI." Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu Resmi Web Sitesi. N.p., n.d. Web. 06 Dec. 2016. Yousafzai, Malala, and Patricia McCormick. Malala: The Girl Who Stood up for Education and Changed the World. London: Indigo, 2014. Print. HAYAT IŞIĞININ AYDINLATTIĞI GECE İçinde hiçbir heyecan barındırmayan bir hayat nasıl olur? Sıkılmaz mı insan böyle yaşamaktan? Ya da ne derece yaşamış sayılır böyle bir durumun içinde? Bunları yeniden gözden geçirdiğim bir kitap oldu Olağanüstü Bir Gece. Daha önce bu kitabı okuma fırsatı buldunuz mu bilmiyorum ama sizin de hayatınızı gözünüzün önünden geçirtecek bir kitap olduğunu düşünüyorum. Hayatta hiçbir amacı olmayan bir insan düşünün, hiçbir amacı yok çünkü zaten her şeyi elde edebilecek bir durumda, rahat ve tasasız bir hayat sürüyor. Birçoğunuzun ne güzel bir hayat dediğinizi duyar gibiyim çünkü bazen hatta belki de çoğu zaman hepimizin düşündüğü şey rahat ve dertlerle uğraşmayacağımız bir hayatımızın olmasıdır. Ancak bu kitapla tasasız ve sıradan hayatın derinliklerine inme fırsatı bulduğunuzda ve bu yaşamın ayrıntılarını fark etmeye başlayınca aslında hiç de güzel bir tarafının olmadığını görebiliyorsunuz bence. En azından ben böyle olduğunu düşündüm kitabı okuduğum süre boyunca. Hiçbir duygu ne bir endişe, ne bir üzüntü, ne bir mutluluk ne de bir hüzün yok çünkü yapılan farklı bir şey, alınan bir sorumluluk, ulaşılmak istenen bir hedef yok. Mesela çok çalıştığımız bir sınavdan sonra aldığımız düşük not bizi üzer, çok sıkıldığımız bir zamanda ani bir kararlar çıktığımız bir tatil heyecan katar hayatımıza ya da bir işadamının terfi etmesi onun için büyük bir mutluluk kaynağıdır mesela. Bunlar hayatın kıvılcımlarıdır bizi ona her defasında daha çok bağlayan. Üzüntü de mutluluk da bütün duygular da eş değerdir bu hayat bağında ve hayat ateşini oluşturan her bir kıvılcımda. Bu kıvılcımların yok olduğu bir hayatın nasıl olacağını gözümde canlandırmaya çalıştım kitap boyunca ve kâbus gibi geldi o an böyle bir yaşama sahip olmak. Kıvılcımı görmeyi bırak sönen ateşin dumanı kapladı dört bir yanı bu kâbusta. İşte bunları düşününce kitabın kahramanının tekdüze ve sosyal statüsünden yani üst zümrede yer almasından dolayı kurallarla kaplı hayatından bir kez olsa da sıyrıldığında yeniden yaşamaya başladığını hissetmesine hak vermek gerekir. Gittikçe duyarsızlaşan insanın yeniden hayat ışığını ve heyecanını hissetmeye başlaması onun hakkı olan bir şeydir bence. Yaşadığını hissetmenin bu hayatla olan bağın kopmamasını sağlayan yegâne şey olduğunu düşünüyorum. Evet, bazen hayattan bıkabiliriz, bunalabiliriz zorluklarla ve sorumluluklarla mücadele etmek zorunda kaldığımızda. Ama bunlar da bir yaşam belirtisi değil midir sizce? Bir şeyler için çaba göstermek bunun karşılığını alsak da alamasak da bir şeylerin bizim için önemli olması ve onlara duygularımızı katmamız bizi hayata sıkıca bağlayacak şeyler değil midir? Kitabı okurken bir gecede hayat ışığını yeniden bulan bir adamın heyecanına ve mutluluğuna tanık olmak beni de mutlu eden, şanslı ve canlı bir hayata sahip olduğumu düşündüren bir noktaydı. Evet, canlı bir hayatım var çünkü hissediyorum, bir şeyler için çabalıyorum ve hayatın sıradanlığa yer verilemeyecek kadar kısa olduğunu biliyorum diye düşündüm kendi kendime. Bu yazıyı okurken siz de kitaptaki adam gibi bir hayatınızın olduğunu düşünüyorsanız bu hayat ışığının aydınlığına siz de tek bir günde, bir gece de hatta bir dakikada bile sahip olabilirsiniz. Yaşamaktan zevk almaya çalışın. Mesela en son ne zaman kendinize vakit ayırdınız, bir şey için risk aldınız ve onun heyecanlı sonucunu beklediniz, ne zaman planlarınızda ani bir değişiklik yapıp bunun mutluluğunu hissettiniz ve en son ne hangi filmde ağladınız mesela? Yaşamla olan bağın kopmaması için yaşamaktan zevk almak gerekir. Hayattan zevk almak da yaşadığını hissetmekle gerçekleşen bir şey değil midir? Berfin Nur SARIOĞLU 21501317 HIZLI, 1 Damla Hızlı 21301914 Türkçe 101- Şube 016 Başak Berna Cordan 18.11.14 UNUTULMAYANLAR İnsanların gözlerine perde indiğinde gönül gözlerinin açıldığı söylerler. Ben de her zaman merak etmişimdir, gönül gözüyle bakınca dünyanın nasıl bir yer olduğunu. Olduğundan daha mı kötü görünüyor yoksa gönül pembe gözlüklerle mi bakıyor dünyaya. Bunu öğrenmenin belki de en değerli yolunun o insanını yazdıklarını okumak olduğunu düşündüğüm için benimle yaşıt 1995 basımı, Ümit Yaşar Oğuzcan derlemesi olup Âşık Veysel şiirlerinden oluşan Dostlar Beni Hatırlasın adlı kitabı seçtim. Sayfaları her karıştırdığımda daha da tanıdık geliyordu kitap bana. Bizim hikâyelerimizi anlatıyordu. Yeryüzünde bulunan her insandan alınmış birer parça saklıydı dizeler arasında. Ben ise kendi hikâyemi daha ilk şiirde buldum, “Dostlar Beni Hatırlasın”. Unutulmak dünyadaki birçok insanla birlikte benimde en büyük korkumdur. Her gün görüştüğümüz insanlar bizi hatırlıyorlar. Peki, biz toprak olup dünyaya karıştığımızda ne olacak, anılarla beraber yaşamaya devam mı edeceğiz yoksa onlar da bizimle beraber mi kaybolacak? Unutulmanın tek sebebi ölmek de değil elbette, ya yaşarken unutulanlar? Neden unutuluyoruz, neden unutulmaktan korkuyoruz ve dostlar bizi hatırlasın istiyoruz? Aklımdaki bu sorular şiirleri okumamla yeniden canlandı. Aslında sadece benim değil muhteşem şiirlere imza atan Âşık Veysel’in de bu korkuyu yaşaması beni biraz huzursuz etti. Demek ki insan geriye ne kadar harika yapıtlar bırakırsa bıraksın bu korkusunu geride bırakamıyor. Can kafeste durmaz uçar/ Dünya bir han konan göçer(Oğuzcan 1995: 14) diyor büyük şair bize ölümün kaçınılmaz olduğunu söylemek için. Evet, bunu herkes biliyor ama asıl soru şiirin başında; biz gidince adımız kalacak mı? HIZLI, 2 Yıllardır bu düşünceyle birlikte yaşıyorum. Dünyada iyi kötü bir hayat geçiriyoruz. Üzülüyoruz, gülüyoruz, bir şeyler başarmaya çalışıyoruz emek harcıyoruz, ürünümüz ise hayatın ta kendisi. Onca çabalanan bu hayatın unutulmasını istemiyor elbette insan. Birini kaybettiğimizde bile hatırlanma arzusuna tutuluyoruz. O şimdi cennetten bizi izliyor, bizi düşünüyordur, diyoruz. Ölen birinin bile unutma hakkı yok aslında bize göre. Unutmamalı yoksa biz bu dünya da kaybolup gideriz. Bir de unutulmanın başka bir boyutu yaşarken unutulmak var. Belki de en acı vericisi de odur. Yüreğini sızlatan o duyguyu en derinde hissedersin. Zamanın da bir insanın hayatına karışmışsın onunla bir şeyler paylaşmışsın ama sonra onun içi yaşayan bir ölüsün. İnsana kendine son derece değersiz hissettiren katlanılamaz bir durum. Peki, bu durumla karşılaşmamak için ne yapmalıyız? Aslında cevabı çok basit bir soru. Herkes kendi hayatına şöyle bir baktığında çok sevdiği ya da gerçekten nefret ettiği insanları unutmadığını görür. Gerisi hayatımıza girip çıkan onca insan ve olay arasında kaybolup gider. O zaman birinci yöntem çok kötü olacağız. Bakın Hitler unutuldu mu? Hayır. Demek ki insanların hayatlarını mahvettiğimizde bizi unutmuyorlar. Bir şekilde hatırlanıyoruz. Ama asıl istediğimiz sadece hatırlanmak mı yoksa iyi bir şekilde hatırlanmak mı? İnsanlar yaptıkları her hatanın, yaşanılan her kötü olayı unutmak isterler. O zaman bunları başkalarının hatırlaması hiçbirimizin hoşuna gitmez yani asıl mesela iyi hatırlanmak. Bunu başarmanın yolları ise kitabın hemen bir yan sayfasında karşıma çıktı. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Âşık Veysel için yazdığı şiirinde “Dostlar Seni Unutur mu?” “İnsanlıkta en güzeldin” (Oğuzcan 1995: 15) diyor şair Âşık Veysel için dostlar seni hiç unutur mu? Tek başına bu mısra bile unutulmamanın ipuçlarını fısıldıyor kulaklarıma. Kalp kırma, kin tutma, insanlara iyi davran… Bütün güzel huylarla donat kendini. Kendini geliştir, bildiklerini insanlara öğret ve onların hayatlarına bir şeyler katmış ol. Âşık Veysel bizim hayatımıza bu muhteşem eserleri kattı, o mısralarda eskimeyip şarkılar, türküler şeklinden yeniden HIZLI, 3 hayatımıza girdiler. Âşık Veysel de hiçbir zaman unutulmadı. En büyük dileğimdir ki ulaşabileceğim kadar insana ulaşıp hayatlarına küçük de olsa bir şeyler katıp kalıcı olmak, yaşamım sona erdikten sonra bile zihinlerde yaşamak, unutulmamak. KAYNAKÇA Âşık Veysel. Dostlar Beni Hatırlasın. Derleyen: Ümit Yaşar Oğuzcan. İstanbul. Özgür Yayınları. 1999. Bilge Banu YAĞCI 1 SECTİON:19 ALİ TURAN GÖRGÜ BENİM TEMBELLİĞİM BENİM KARARIM (MI) Paul Lafargue’in Tembellik Hakkı kitabı ismiyle ilk anda daha çok tembelliği öven bir kitap olarak anlaşılabilir. Kitabın sadece adına bakarak içeriğinde insanlara hiç çalışmadan güzel standartlarda yaşama hakkı verilmesi gerektiğini savunduğu düşünülebilir. Ama kitabın çevirmeni Vedat Günyol’un Başsöz Yerine isimli yazısında da belirttiği gibi kitabın felsefesi bu kadar basit ve absürt değildir. Paul Lafargue Tembellik Hakkı adlı kitabında birçok insanın muzdarip olduğunu bir konu olan çalışma saatlerinin adaletsizliğinden ve makineleşmenin insanlara boş zaman yaratmak yerine onlardan daha önce sahip oldukları boş zamanı da çalmasından bahsetmektedir. Herkes zaman zaman tembellik yapmak ister ve yapabilmelidir de. Kitabı okumadıysanız ama okumayı düşünüyorsanız size bazı sorular hazırladım. Önce bu sorulara dürüst cevaplar vermeye çalışın. Bir kenara not alın veya aklınızda tutun. Kitabı bitirdikten sonra da cevaplarınız aynı kalırsa gerçekten şaşırtıcı olur benim için. 1. Çalışmak bir erdem midir? 2. İnsan üretimin efendisi midir, kölesi mi? 3. Günlük çalışma süresi kaç saat olmalıdır? 4. Tarihsel süreçte insanlık zaman yönetimi açısından iyiye mi gitmiştir, kötüye mi gitmiştir yoksa zaman yönetimi hep aynı mı kalmıştır? Beni allak bullak eden bir kitaptı Tembellik Hakkı. Genel olarak çalışmayı başarının tek yolu olarak görürdüm ve bu sebepten dolayı çalışmak isterdim. Kitabın etkisi geçtikten sonra da muhtemelen böyle hissedeceğim ama şu an için başarı ve mutluluk arasındaki tercihim mutluluktan yana. Sonsuza kadar çalışmayı azaltmayacak olan insan ne yapmalıdır mutlu olmak için? Tüm başarılarım daha büyük sorumluluklar getirdi yanında. Tembellik hakkımı hiçe sayarak kaybettim. Çünkü sistem bunu gerektiriyordu. Lafargue’nin de belirttiği gibi Sanayi Devrimi ve onun arkasından güç kazanan kapital düzen yüzünden insanlar şirketlerin kârını artıran birer araç hâline dönüşmüştür. Buna karşın hayatta kalmayı ve mutlu olmayı çalışmaya bağlayan insanlar sisteme karşı gelmek yerine sistem içinde yükselmeye çalışmışlardır. Bunun bir örneğini anlatıyor kitabın ilk bölümünde Lafargue: “Solgun yüzler, bir deri bir kemik bedenler, acınası sözlerle fabrikacıları kuşatıyorlar: "İyi yürekli Bay Chagot, sevecen Bay Schneider, daha iş verin bize. Bize acı çektiren açlık değil, çalışma tutkusudur." 2 Şu an, bu yazıyı ödevin son tarihine yetiştirmeye çalışırken bile tembellik hakkımdan taviz verdiğim düşünülebilir. Kimi açılardan baktığımızda bunun doğru olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan, şu an bunları yazmak sadece bir kişiye de olsa fikirlerimi ve bu kitaptan öğrendiklerimi anlatabilmem için elimdeki en iyi yol ve bu yazıyı yazarken elimde olmasına rağmen tembellik hakkımı kullanmak istemiyorum. Bu da kitabın içinde bahsedilen bir konu da benim bu davranışımı açıklıyor. İnsan tembellik yapmayı sever fakat tembellik için yaratılmamıştır. Evrimin bize kazandırdığı bir çalışma dürtüsü de vardır. İnsan, yaşamını idame ettirebilmek için çalışması gereken minimum düzeyde çalışmazsa kendini büyük bir ruhsal boşluğun içinde hisseder. Benim de, öğrencilikten başka bir işimin olmaması nedeniyle özellikle yaz aylarında yaşadığım bir sorun bu. Kış aylarında çalışmaktan, yaz aylarında çalışmamaktan bunalıyorum. Yine de elimdeki şeylerle mutlu kalabilmem benim yararıma olduğundan çok sistemin yararına. Bir yerde insanların temel haklarını isteyebilmesi gerekir sistemden. Yaşama hakkı, eğitim hakkı, tembellik hakkı… “ Amerika'da makine, tarımsal üretimin tüm alanlarını doldurdu, tereyağı üretiminden buğdayın yabani otlardan ayıklanmasına kadar. Niçin? Çünkü, özgür ve tembel olan Amerikalı, Fransız köylüsünün sığırımsı yaşamını benimsemektense, bin kez ölmeyi yeğler.” Tarım, hayvancılık ve sanayi artık insan gücüne değil, makine gücüne bağlı işleyen sistemler. Bizim içinde bulunduğumuz sistemse eşya ve yiyecek üretiminden çok daha farklı artık. Biz, hizmet sektörünü yüceltmek ve daha iyi hizmet alabilmek için birilerine hizmet etmekle yükümlüyüz. Tembellik Hakkı benim için mantığın ve ümitsizliğin kitabı. Öyle ki, bu hak bizim ama asla istediğimiz zaman kullanamayacağız. FUTBOL VE UMUT Futbol üzerine düşünürüm sık sık. Bu öyle bir etkili spor ki, birçok insanın moral durumunu belirliyor, onun için büyük miktarda paralar harcanıyor, siyasete etki ediyor, uğruna kavgalar çıkıyor, insanlar ölüyor. Futbolun neden bu kadar sevildiğini, etkili olduğunu anlamak zor. Bunun için kitaplar bile yazılmış. “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabını okudum ve futbol üzerine biraz daha düşündüm, bu yazıda bu düşüncelerimden bahsedeceğim. Muhtemelen futbolun oynanmaya başladığı yıllarda bu kadar büyük etkileri olmamıştır insanlar üzerinde. En başta, eğlenceli olmasıyla bağlamıştır insanları. Daha sonralarda ise yoksullar için bir umut olmuş olabilir. Yeterince eğitimi, imkânı olmayan insanlar, futbol sayesinde iyi yerlere gelebilir, ilgi toplayabilir. Bu yoksul insanların küçük hikâyeleri bir araya gelip futbolu bir tutkuya dönüştürmüştür diye düşünüyorum. Bugün de Afrika’da, Güney Amerika’daki yoksul insanların futbola olan tutkusunun diğer insanlara göre daha büyük olduğunu görebiliriz. Futbol sayesinde güçsüzler, güçlülere “gol atabilir”. Şundan bahsediyorum : İngiltere ile Arjantin savaşıyor. Sebebi ise Arjantin yakınlarındaki adaların İngiltere kontrolünde olması. Doğal olarak Arjantin o adaları istiyor, ancak alamıyor. Güçlü ülke İngiltere, binlerce kilometre uzağındaki adaları, dünyanın dört bir köşesindeki diğer sömürgeleri gibi, kontrol edebiliyor. Arjantin, savaşı kaybediyor ama İngilizlere karşı üstün olabilecekleri bir alan var. Futbol işte o. Dünya Kupası çeyrek finalinde İngiltere’yi yeniyorlar 2 golle. Hem de ne iki gol! Bence ikisinin de üzerine kitaplar yazılabilir. İlk golü eliyle atıyor Maradona. “Tanrı’nın eli” diyorlar bu gol için, yani adîl olduğunu düşünüyorlar. Bence de öyle. Çünkü o gol, “Siz yıllarca savaşlarda bize elle gol attınız, bir kere de biz atalım” mesajını veriyor. İkinci golde ise Maradona, sahanın ortasında alıyor topu ve birçok İngiliz futbolcuyu geçerek golü atıyor. Yani adeta oyun oynuyor onlarla, onları darmadağın ediyor. Orada Arjantinli ilk kez İngiliz’i adeta eziyor. Eğer insanlar futbola bu kadar ilgi göstermeseydi, medya bu kadar yer vermeseydi, o golün çok da önemi olmazdı. Ancak o golü tüm dünya izliyor, o gol yıllarca hatırlanıyor. Herkes Arjantinlilerin İngilizler’i nasıl ezdiğini görüyor. Bu yüzden o goller bu kadar fazla anlam kazandı, muhtemelen tüm Arjantin o gün sevince boğuldu. Maalesef bu büyük tutku kötü sonuçlara da sebep olabiliyor. Bu yüzden bazı insanlar futbolun zararlı olduğunu düşünüyor. Birçok insan ölmüştür futbol yüzünden. Tutku, çok yoğun duygular kolayca nefrete, kızgınlığa dönüşebilir ve böyle kötü sonuçlar doğurabilir. Bence bu “futbol zararlıdır” anlamına gelmiyor. Verilen eğitimle insanların sokakta argo konuşmaları engellenmezse, stadyumda büyük bir duygu birikimiyle o insanların hep birlikte küfür etmesi aslında beklenebilecek bir şeydir. Sokakta insanlar kavga ediyorsa, stadyumda birbirini bıçaklamaları çok da sürpriz değil bence aynı şekilde. Futbolun güzellikleri kendisinden kaynaklanıyor ancak çirkin gözüken kısımları aslında sadece o toplumun özelliklerinin birer yansıması. Bazı insanlar ise “Futbol toplumların afyonudur” der. Bu yüzden futbolun zararlı olduğunu düşünür. Buna da katılmıyorum. Kısmen doğru olabilir, büyük bir tutku, insanın mantıklı düşünmesini engelleyebilir. Ancak, gerçekleri göstermesini ve harekete geçmesini de sağlayabilir. Yani bu da toplumun karakteriyle ilgili bir durum. Tamamen futbolun üzerine atılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum bunun. Sonuç olarak, bence futbol çok güzel bir şey. Güçsüzün, güçlüyü yenebildiği bir alan. Güçsüzler için bir umut. Bazıları zararlı olduğunu düşünür ancak aslında zararları, toplumun gerçekleridir. Bu kadar etkili olmasının sebebi, insanların onu çok sevmesi. Bu kadar çok sevilmesinin sebepleri hakkında fikirlerimden bahsettim ancak emin değilim. Her neyse, futbol güzeldir. Kaynakça : Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol KAYBOLMADAN YAŞAYABİLMEK Erlend Loe’nin, Doppler adlı romanı bence başlı başına bir varoluş sorununun öyküsü. Kitabın kahramanı Andreas Doppler’in ormanda geçirdiği bisiklet kazası ise insanın, aklına esaslı bir darbe almadan içinde bulunduğu anlamsızlığı fark edememesinin bir metaforu bana kalırsa. Andreas Doppler, bisikletten düştükten sonra gökyüzüne bakıyor ve gündelik hayat sorunlarının anlamsızlığını kavrıyor. Bir yanda ölmüş babası, diğer yanda evi için gereken hırdavatçılık işleri, bu ikisini ele aldığında evi ile ilgili kimi işlerin babasının ölümünden daha fazla alan işgal ettiğini fark ediyor hayatında. Bu farkındalıktan dolayı ormana kaçıyor, orada yeni bir hayat kurmayı istiyor ama o ne kadar yerleşik hayattan kaçsa da, dünyanın gerçekleri onu bırakmıyor. Burada gördüğüm manzara tam olarak bir varoluş sorunu. Bazen tüm bunları anlamı nedir deriz ve her şeyi bırakmak isteriz ama o “her şey” bizi bırakmaz. Giriştiğimiz işlerin hiçbir önemi olmadığını biliriz ama yine de devam etmek zorunda kalırız. Çünkü hayat bize bunu emreder. Bitmeyen kaygılar, gelmeyen ay sonları, yaz tatilleri derken aslında sıklıkla kaybolduğumuzu fark ediyorum. Sözgelimi bir düğüne gidileceği zaman, o düğün için seçilecek kıyafet ve yapılacak saçın ne ve nasıl olacaklarına o kadar dalıyoruz ki, orada, yani bir saçmalığın içinde kayboluyoruz. Yaşamdaki hemen her şeyde karşıma çıkan bir gerçeklik bu. Düğün ile final sınavlarının, iş hayatı ile arkadaş buluşmalarının ortaklaştığı bir gerçeklik. Hepsi, kendimizi kaptırdığımız, kaptırdığımız anda da içlerinde kaybolduğumuz şeyler. Bir buluşmaya gittiğimizde, orada olmasını umduğumuz kişinin yokluğunu o kadar sorgularız ki, sanki dünyadaki açlık sorunu o kişi o gün ortama gelseydi son bulacakmış gibi bir havaya gireriz. Yaklaşan sınavlar yüzünden öylesine stresle dolarız ki, sınavdan iyi bir not alabilirsek dünyadaki bütün savaşlar son bulacakmış gibi bir duyguya kapılırız. Kaybolmuşuzdur çünkü ve kaybolan insan, önüne çıkan her şeyi doğru yolun kendisi zanneder. Kayboluşun paniğiyle savrulur durur ve bir gün bir bisiklet kazasının ardından uyandığında her şey için çok geçtir. Aklımıza almamız gereken darbeler olduğunu düşünüyorum. Büyük duygusal yıkımlar gerekiyor bize. Üstesinden gelmekte zorlandığımız acılar. Belki biraz kan görürsek gerekli sarsıntıyı elde edebiliriz. Başından kan damlayan ve acile yetiştirilen bir çocuk görüntüsünün ardından, herhangi bir davet için kıyafet seçmeye çalıştığımızda yaşadığımız stresten utanabilir, varoluşu hatırlayabiliriz. Aklımıza ve duygularımıza darbe almadan, kaybolduğumuzu kavrayamıyoruz. Modern insanın en kötü özelliklerinden birisi bu. O yüzden ne olursa olsun, kendimi fazla kaptırmamak için direnerek yaşıyorum. Özellikle can sıkıcı durumların meydana gelmemesi için hiçbir şeyin büyütülmemesi gerekiyor. Kaybolma korkusu ve gündelik dertlerin anlamsızlığı aklımızın bir köşesinde hep durmalı, böylece konu ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun, kendimizi ona kaptırmaktan kurtulabiliriz. Kaybolmamayı niçin bu kadar önemsediğime gelecek olursak; insanlar arasındaki iletişime bakın, kavgalara, anlaşmazlıklara, evliliklere, ebeveyn çocuk ilişkilerine, hepsinde tek bir meselede kaybolmanın etkilerini görürsünüz. Bir anne çocuğuna tabağını neden bitirmiyorsun diye kızdığında, bir yemeğin bitirilmemesinin dünyanın sonu olmadığı gerçeğini unuttuğu için kızmaktadır. Bir insan, zamanında büyük aşkla bağlandığı eşine çirkin sözler sarf ettiğinde, yine konu ne ise onda kaybolmuş, eşinin ellerinin bir gün çürüyeceğini unutmasına neden olmuştur o kayboluş. Bu yüzden çirkinleşmektedir. İnsan üretimi bir sorunda kaybolduğundan, kendini saçma bir rüzgâra fazla kaptırdığından; değerini, yitirdiğinde anlayacağı kişinin karşısında tepinmesinin başka hiçbir nedeni olabileceğini sanmıyorum. Kaybolmamak ve dünyaya kapılmamak işte bu yüzden önemli benim için; kalp kırmaktan ve kalbimin kırılmasından hiç hoşlanmam. Kendinizi en özgür nerede hissedersiniz? İnsanlarla etkileşim içerisindeyken bile hep dolu olan o kafanızı boşaltabildiğiniz yer neresidir? Bana bu soru yöneltildiğinde aklımda tek bir görüntü oluşuyordu, orası da TUTSAKLIKTA ÖZGÜRLÜK havaalanıydı, bu yaz Almanya'ya gittiğimdeyse havaalanından daha özgür hissettiğim bir yerde bulunma şansına sahip oldum. Küçük yaştan tek başıma seyahat etmeye başladığımdan olsa gerek, biletimi yazdırmak için bankoya gittiğim andan itibaren kendimi rahatlamış, sorumluluklardan kurtulmuş ve serbest bırakılmış hissederim. Dünyadaki görevimi tamamlamak için bir adım daha atmışımdır çünkü. Son görevimden geleliyse yaklaşık bir ay oluyor. Bu seferki istikametim Almanya’ydı. Yine her zamanki gibi heyecanlıydım havaalanında, yeni yerler görme isteğiyle dolmuştum. O çekilmez görünen, insanların endişeyle ve telaşla beklediği sıralar bile tatlı görünür olmuştu bana. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra konum olarak çok oynamasam da kendimi çok farklı bir ruh halinde buldum. Sanki kişilik olarak aynı kalsam da farklı bir hayata adım atıyordum. O an yolculuğun verdiği heyecanın kendini göstermeye başladığını fark ettim. Düşüncelerimden kurtulduğumda yerden on bin kilometre yüksekteydim bile, bulutların arasından süzülüyordum. Alçalmaya başladığımızda çevrenin yeşilliği tarafından büyülendim. Ankara'yı çöle benzetmek o an gerçekten mantıklı geldi. Gümrükten geçer geçmez Amerika'daki değişim senemdeki en yakın arkadaşım Svenja ve annesi tarafından, Türk, Alman ve Amerikan bayraklarının bulunduğu ve adımın koskoca harflerle yazıldığı bir pankartla karşılandım. Orada kendimi gerçekten mutlu hissettim. İnsanların sizin o an yanlarında bulunmanızdan keyif aldıklarını görmek mutlu olmaya yeter çünkü. Bavulları arabaya yüklediğimiz gibi Türkiye'de göstergede görsem korkacağım hızlarda gittik ve otoban gerçekten o kadar güzeldi ki hızı da ivmeyi de hissetmeme elvermedi. Tabi ki her yol gibi o yol da bitti ve sonunda evlerine geldik. Türk alışkanlığı olan apartmanlardan sonra bu koca bahçeli iki katlı eve yerleşmek bile yabancı hissiyatını uyandırmaya yetiyordu. Beklentimin aksine ailesiyle yakından bağ kurduğum lezzetli bir akşam yemeği yedik. Ertesi gün Köln'e gideceğimiz için erkenden yattık ve günün yorgunluğuyla deliksiz uyudum. Türkiye'de alışılmış olan araba ve uçak yolculukları yerine trenle gideceğimiz için ben ayrı bir heyecanlı ve istekliydim. Bir elimde bavul diğer elimde tren biletimle yarattığım o gezgin görünüşünden memnun bir şekilde indim trenden. Gençlik otelimize yerleştik, iki kişilik küçük odamız en üst kattaydı ve penceresinden zorlamayla Köln Katedrali Dom'un tepesini görebiliyorduk. Yerleşir yerleşmez kendimizi sokaklara attık. Şansımıza orada bulunduğumuz tarihte yapılan bir e-spor konferansı Köln'ü kalabalıklaştırmış ve yaş ortalamasını düşürmüştü. Paris'teki ünlü Pont Neuf köprüsünün bir diğer alternatifi olan Hohenzollern Köprüsü'nden geçerken, tüm o kilitleri görünce fark ettim aslında insanların hep bir ortak paydada birleştiğini - sevgi. Dört yüz dokuz metre uzunluğunda bir köprüde bulunan binlerce kilidin ve onların iki katı kadar insanın insanlığın en saf seviyesi olan aşka tanıklık ettiğinin bilincinde olmak farklı hissettirdi. Karşıya geçince ilk durağımız katedral oldu. Hangi dinden olursanız olun, mimarisiyle ve barındırdığı sanat eserleriyle etkilenilmemesi imkansız bir yapı. İçine girip biraz ilerledikten sonra bankta oturup ibadet eden insanları görünce hepimizin aslında bir; ihtiyaçlarımızın, isteklerimizin, yaşadığımız hayatların paralel olduğunu fark ettim. Kutsal duyguların en derinini orada içimde hissettim. Çıkışında Svenja korka korka bana orada ne hissettiğimi sordu. İnsanların dinler hakkında konuşurken böylesine tedirgin hissetmelerini sorguladım içten içe. Ona orada huzur bulduğumu söylediğimde gülümsedi ve o da anladı aslında bir olduğumuzu. Şehir merkezinde biraz gezinip en turistik merkezlerde sosyal medyanın da belgeleme ihtiyacının da üstümde baskı kurduğu fotoğrafları çekindim. Dönüşte de yine o sevginin başka bir forma dönüşüp soyutluktan çıkıp az da olsa somutlaştığı ritüeli kendim de gerçekleştirmek istedim, o yüzden kendime bir kilit edindim en kırmızısından. Kilidin üstüne sevgilimle baş harflerimizi ve ikimizin arasındaki bir kodu yazıp sıkıca kilidi köprüye kilitledim. Geleneği tamamlamak için arkamı köprüye döndüm ve anahtarı elimden geldiğince hızlı bir şekilde Ren Nehri'ne fırlattım. O kadar tarif edilemez bir histi ki... O hissi yaşadığımdan beri başta verdiğim cevabı gözden geçiriyorum. Havaalanı değil artık en özgür hissettiğim yer, Hohenzollern Köprüsü. Kilit için aynısını diyemem belki, belediye köprünün ağırlık yaptığını söyleyip üstündeki tüm kilitleri çıkarttırana kadar (Pont Neuf gibi) oraya tutsak kaldı çünkü. Defne ERDEM Yeni Nesil Medya: Youtube Medya hayatımızın büyük bir alanına sahiptir. Bu hayatımızda kapsamlı bir yere sahip olan terim sosyal medyadan radyo, televizyon, dergi ve caddelerimizdeki afişlere kadar insanların yaşam alanlarının her noktasında ve anında yanındadır. Birçok amaç doğrultusunda bizleri etkileyen medyanın etki alanı gün geçtikçe daha da genişlemektedir. Sabah uyandığımızda sosyal medya hesaplarından gündemi takip edebilir ve çevremizle iletişim kurabiliriz, gazete ve dergilerden günlük olaylara ilişkin çeşitli yazı ve düşüncelere erişebiliriz, akşamları televizyondan ilgi alanımıza göre belgesel, dizi, film veya tartışma programlarını seyredebiliriz. Üstelik bunlar için sadece bir mekanda bulunmanıza gerek yok, sokakta dolaşmaya bile çıksanız afişler aracılığıyla şehrinizdeki veya ülkenizdeki etkinliklerden haberdar olma şansınız var. İşte sabahtan akşama, evden caddelere kadar bizlere meşguliyet sunan bu medyatik kaynaklar gerçekten de yaşamın doğal akışı çerçevesinde mi hayatımızda yer ediniyor? İnsanoğlunun bu denli teknolojiye sahip olmadığı zamanlarda bile medyanın yaşamımızda var olduğunu söyleyebiliriz bence. O zamanlar daha dar ölçekli olsa da aslında olması gerektiği kadardı. İnsanlar komşularından ve arkadaş çevrelerinden önemli olaylara dair bilgi sahibi olmasının yanında isterse zamanımıza göre daha özgün bilgi içerikli gazetelerden de yararlanabilirdi. Modern zamanda ise her çeşit medyatik kaynak sizleri bilgilendirmeden çok belli bir inanca inandırma doğrultusunda işlev gösteriyor. Radyoyu müzik dinlemek için açtığınızda sizleri birçok reklam karşılıyor, sosyal medya kaynaklarında çeşitli markaların tanıtımlarına yer veriliyor ve sokaktaki afişler de genelde reklam amaçlı hazırlanıyor ki televizyonun reklam içeriğinin ne kadar geniş olduğu zaten ortada. Bizleri yoğun reklam gösterimiyle yoran ve bir açıdan insanlara birtakım dayatmalarda bulunan bu yığının altından bir internet sitesi olarak Youtube günümüz medya anlayışına yeni bir nefes oluyor. Açıkçası on bir yıl önce internete katılmış olan bu sitenin nimetlerini daha bu yaz keşfetme şansım oldu ve iyi ki daha geç olmadan öğrenmişim dedim. Bazılarının bildiği üzere Youtube sadece müzik, oyun ya da filmlere dair videoların bulunduğu bir site olmaktan çok bizler gibi medya kaynaklarının baskılarından sıkılmış ve bu alana daha farklı yönler kazandıran insanların inanılmaz ölçüde yaratıcı ve özgün içerikli videolarını barındırıyor. Kendilerine “youtuber” denilen bu çılgın diye nitelendirebileceğimiz insanlardan kimisi magazin, kimisi macera, kimisi oyun, kimisi de bilgi ve daha onlarca farklı kategorilerden hayattan farklı tatlar sunan bu videoları izleyicilerle paylaşıyorlar. Bunu iş olarak benimseyip buradan kazandıklarıyla geçinen yüzlerce kişi bulunuyor ki onların bu iş için verdikleri emek benim açımdan kesinlikle bir televizyon programından daha büyük ve değerli. Onların yaptıklarını daha değerli kılan özelliklerden biriyse çoğu televizyon programlarının aksine yaptıkları videolarda izleyicilerin görüşlerini ve hislerini ön planda bulundurmalarıdır. Bunu maddi amaçlar için saatlik videolar yapmayıp dakikalar boyu süren reklamlar bulunmamasından anlayabiliriz. Bir diğer önemli özelliğiyse izleyicilere kendi iradelerini kullanabilme imkanı tanıyor ki bu günümüz medyasında bulamayacağınız bir nimet. Bir radyo kanalını açarsınız ve hala müzik dinlemek istediğiniz halde size reklam dinletirler. Kanalı değiştirmek tabii ki bir seçenek ancak belki de bu sefer o radyo kanalının yayınından hoşlanmayacaksınız. O an dinlemeyi ya da duymayı istediğiniz şeyleri bulamamak canınızı sıkabilir. Ancak bir Youtube kanalında istediğiniz tarzda videoyu yüzlerce seçenek arasından kolaylıkla bulabilirsiniz. Beni en mutlu eden yanı bu olan Youtube’da videodan videoya serbestçe dolaşabilme özgürlüğü beni çok rahatlatıyor. Geçmişten günümüze değişen medyanın insanları maddiyat uğruna reklamlara ve sıkıcı tanıtımlara iten anlayışını kıran Youtube sitesinin gün geçtikçe televizyon reytinglerini baltalayacağını düşünüyorum. Ne de olsa insanların algılama yetisi gelişiyor ve bu doğrultuda radyo, televizyon ve gazete gibi yaygın kullanımı olan medya kaynaklarının bilgi sağlama amacından ne kadar saptığını fark etmek zor olmuyor. Eğer siz de bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu benim gibi görebiliyor ve gittikçe televizyon izlemekten ya da gazete alıp okumaktan uzaklaşıyorsanız bir Youtube’a göz atın derim. Aradığınız kaliteli bilgi ve eğlenceyi orada bulabileceğinize eminim. Hayati Mert TURHAN TURK102 21400171 22.06.2015 ÖLÜMSÜZ OLMAK İÇİN ÖLMEK GEREKİR Gözleriniz kilitlenmiş, parmağınız deklanşörde... Bir flaş patlıyor ardından. Peki sonra? Sonra bir an ölümsüzleşmiş oluyor. Gözlerinizi kilitlediğiniz ‘o’ an küçük bir dokunuşla sonsuzluğa erişiyor. İnsanoğluysa var olduğundan beri ölümsüzlüğü arıyor. Ahmet Ümit, Beyoğlu Rapsodisi adlı romanında ölümsüzlüğü arayan figürleri işlerken fotoğrafların anları ölümsüzleştiren özelliğiyle kurguya bambaşka boyutlar katıyor. Kimileri fikirleriyle, kimileri eserleriyle ölümsüzlüğe erişmek isterken kimileri de simyacılar gibi bedensel ölümsüzlüğün sırlarını arıyor dünyada. Ressamlar geride tablolar bırakıp hâlâ isimlerini söyletiyor, müzisyenler hâla besteleriyle kulaklarımızda notalarını yaşatıyor. Peki ya olağanüstü bir yeteneğiniz yoksa ama ölümsüz olmak istiyorsanız? Beyoğlu Rapsodisi’nin ana karakteri Selim ve en yakın arkadaşı Kenan dünyada ölümsüzlüğü arayan iki ayrı uç. Kenan hayatını dolu dolu yaşamayı seven, her anın tadını çıkaran bir deli fişek. Oysa Selim oturaklı, ailesiyle mutlu bir yaşam sürmekten öte bir beklentisi olmayan aklı başında biri. Önce Kenan merak sarıyor tabii ölümsüzlüğe. Bir uçak kazasında ölüme yaklaşmasıyla birlikte yaşadığı bu ömrün ona yetmediğini fark ediyor. Hayatını deli dolu yaşayan herkes böyle değil midir zaten? Eğer varsa öyle bir tanıdığınız bunu hissedersiniz. Hep çok mutlu ve enerjik görünürler ama içten içe bir hüzün, bir korku sezersiniz onları yakından tanıdığınızda. Yaşadıkları onca şeyin hep daha fazlasını isterler ve yetinemedikleri için üzgünlerdir. Hayattaki tüm zevkleri tatmadan ölmekten de korkarlar, bu nedenle ölümsüzlüğün yollarını ararlar. Kenan da bu yolda ilerlerken fotoğrafların ölümsüzleştirme gücünü keşfediyor zaten. Cinayete kurban gidenlerin cinayet mahallerindeki fotoğraflarını bir sette kurbanların ölümlerini yeniden canlandırmayı, böylece o anları ve böylesine bir projeyle kendi ismini ölümsüzleştirmeyi hayal ediyor. Selim ise ağırbaşlı çizilen karakteriyle, sakin bir hayat sürer gibi görünen insanların bambaşka, gizli bir kişilikleri olabileceğini sembolize ediyor. Hayatta kimileri ölümsüzlüğün arkasındaki isim olur, ölümsüzlüğün mucitleri gibi. Selim’in de aslında ölümsüzleştirmek istediği kendisi değil, babasının yarattığı marka olan AZYA. Selim de AZYA markasını sonsuza taşımak için kimilerinin hayatlarına son vermek zorunda kalıyor. Yani Selim’in markasını ölümsüzlüğe ulaştıracak şey de ölüm oluyor. T u r h a n | 2 Peki, bizi ölümsüzlüğü aramaya iten nedir dünyaya ayak bastığımız günden beri? Ölümün bilinmezliği mi, ölümden korkuşumuz mu? Canlı türlerinin çoğunun ömrünü sonraki nesillere aktardıkları bilgi miktarı etkilemekteymiş, bu nedenle dünyayı keşfettikçe insan türünün ömrü sürekli bir artış göstermekte ama bu artış nereye kadar devam edecek? Yetinmeyi öğrenecek mi insanoğlu yoksa onlarca hatta yüzlerce yıl sonra da olsa ulaşabilecek mi ölümsüzlüğe? Dikkat edilmesi gereken nokta ise söz konusu nasıl bir tür ölümsüzlük olursa olsun, ölümsüzlüğe giden yolun ölümden geçişi ve bunun vurgulanışı. Selim’in AZYA markasını ölümsüzleştirmek için öldürdüğü, en yakın arkadaşı dâhil olmak üzere bir sürü insan bu yargının en güzel örneklerinden. Kenan ise yeniden canlandırıp fotoğrafladığı kurbanların Selim’in kurbanları olduğu sırrını öğrenmesiyle bu kurbanlar arasına katılıp ölüyor. Ancak ardından açılan, kendi ölümünün de bir fotoğraf karesinde ölümsüzleştirildiği sergide ölümsüzlüğe erişiyor. Sadece romanda değil dünyada da böyle, belki de Ümit bunu yansıtmak istemiş. Kenan’ın cinayet mahalli fotoğraflarından oluşan sergisine verilen, insanın iliklerine işleyen o isim gibi; Ölümsüz olmak için ölmek gerekir… Kimi zaman bir dokunuş kadar yakın olan ölümsüzlük kimi zamansa sizi en yakın arkadaşınızı öldürmeye sürükleyecek kadar uzaktır. Ölümsüzlüğe merak sardığınız andan itibaren geri dönmesiyse çok zor. Peki siz ölümsüzlük için neleri göze alırdınız? Karcı,1 İlayda Karcı 21302524 TURK 101-019 Başak Berna Cordon 09.12.2014 Demir Leydi İngiltereli bir bakkalın kızı kimya bölümünü kazanabilir. Bu bölümü Oxford Üniversitesi’nde okuyabilir. Elbette bu gibi durumlar olabilir gözüyle baktığımız olaylardır. Ancak aynı kadının güneşin batmadığı ülkede en uzun süre iktidarda kalmış ve Büyük Britanya tarihindeki tek kadın başbakan olması daha önce rastlanılmış bir süreç değildi ta ki Margaret Thatcher’a kadar. Parlamento üyesi olmak, Muhafazakâr Parti’nin lideri olmak ve bir kadın için o zamanlar neredeyse imkansız olan başbakanlık konumlarına gelmek gibi başarılar elde eden Thatcher ‘’Demir Leydi’’ unvanına layık görülmüştür. 8 Nisan 2013 tarihinde hayata veda eden Margaret Thatcher’in tartışmalı ve etkileyici siyaset hayatı yönetmenliğini Phyllida Lloyd’un yaptığı, Meryl Streep’in Thatcher’a hayat verdiği ‘’Demir Leydi’’ filmiyle izleyicilere sunulmuştur. Usta oyuncu Demir Leydi’yi kusursuz bir şekilde canlandırabilmek için parlamentoda zaman geçirerek çeşitli gözlemlerde bulunmuştur. Bu sayede sergilediği etkileyici oyunculuğuyla en iyi kadın oyuncu dalında Bafra ödülünün sahibi olmuştur. Demir Leydi lakabıyla akıllarda genellikle sert mizaçlı olarak kalmış olsa da film boyunca Margaret’ in aslında duygusal ve duyarlı bir karakteri olduğu karşımıza değişik sahnelerde çıkıyor. Margaret’ in Falkland şehitlerinin ailelerine mektup yazma sahnesinde hüzne kapılıp çok zor anlar yaşaması ‘’Demir Leydi’’unvanın altında ne kadar duygusal bir karakteri olduğuna da vurgu yapılmıştır. Bu sahnede Meryl Steep’ in oyunculuğu sayesinde sizde kendinizi gözyaşları içinde bulabilirsiniz. Diğer ilgimi çeken bir sahne ise Margaret’ in Karcı,2 başbakan olarak yaptığı ilk konuşmasında heyecanını sürekli o meşhur bilinen mavi eteğini çekiştirmesi ile belli etmesi. Bu sahneden sert olarak bilinen insanların bile yeri geldiği zaman heyecanlı anlar yaşayabileceği yorumunu rahatlıkla yapabiliriz. Diğer taraftan eşine karşı beslediği derinden aşk tüm detaylarıyla anlatılarak filme mükemmel bir yorum kazandırmıştır. Eşinden aldığı evlilik teklifini ‘’ben bir çay fincanını yıkayarak ölemem’’ şeklinde yanıtlamıştır. Fakat son sahnede ise eşinin ölümü üzerine yaşadığı derin hüzün yüzünden kendini bir çay fincanı yıkarken bulur. Buradan siyasetin sadece emekliliğe kadar sürebileceği, üstü örtülen ev hanımlığı ya da anaçlık duygusunun bir yerden çıkabileceği gibi kişiden kişiye değişen mesajlar çıkarabiliriz. Ülkemizde de olduğu gibi dünyada da genel bir yargı vardır siyasetin genellikle erkek işi olduğuna dair. Filmi izlediğimiz zaman ise siyaset kavramının erkek ya da kadın işi değil yalnızca otorite işi olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Küçüklükten itibaren hepimizin zihninde kadın figürünün annelik, merhamet ya da şefkat gibi imgelerle özleştiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu sebepten dolayı ne zaman ki kürsülerde kendi düşüncelerini açık bir biçimde ifade eden kadınları görsek yadırgıyoruz. Filmi izlerken siyasetin insanları ister istemez içinde bulundukları koşullardan dolayı biraz daha sert ve otoriter yapabildiğini bir kez daha anlama şansını elde ediyoruz. Demir Leydi ye karşı hiçbir duygu beslememek söz konusu değildir. Ülke içinde belli kesim tarafından yaptığı işler hayranlıkla izlenirken diğer yandan kendisinden nefret edilen bir grubun olduğu kesindir. Filmde duyduğum ‘’Eskiden bir şeyler yapmaya çalışırdık; şimdi ise birisi olmaya çalışıyoruz.’’ güzel tespit edilen bir cümle olarak beni etkilemiştir çünkü günümüzde kendi yaratıcı fikirlerimizi üretmek yerine başkalarını taklit ederek ve özgünlükten uzaklaşarak bir yerlere gelmeye çalışıyor olmamız bu söz ile etkili bir biçimde anlatıldığını düşünüyorum. Özetle şunu söyleyebiliriz ki filmde kalıplaşmış kadın figürünün genç yaşta ve işini tutkuyla yapan aynı zamanda ülke üzerinde büyük etkiler bırakan etkili bir siyasetçiye dönüşümü izleyicileri etkisi altına alarak anlatılıyor. Karcı,3 KAYNAKÇA http://minervadergi.blogspot.com.tr/2013/04/demir-leydi.html http://tr.euronews.com/2013/04/10/ingiliz-parlamentosu-margaret-thatcher-i-andi/ http://kilavuzkarga.blogspot.com.tr/2012/02/iron-lady-2011-imdb62-filmde- duydugum.html Öğrencinin  Adı-­‐Soyadı:  Sena  Ercan         Kendimi  bildim  bileli  olaylar  karşısında  ve  hatta  hemen  hemen  her   şeyden  çabuk  etkilenir  ve  duygu  değişimlerimin  uzun  süre  etkisinde  kalırım.  Ne   Yeniden  Başlamak   zaman  kafam  karışık  olsa  ya  da  ne  zaman  üzgün  olsam,  istemeden  de  olsa,   aklımla  kalbim  arasına  bir  duvar  örerim.  O  duvarın  altında  kalmak  ise  benim  için   kaçınılmaz  olur.  Ve  gitgide  daha  çok  karışırım.  Böyle  zamanlarda  tek  istediğim   kendimle  kalmak  ve  her  şeyden  uzaklaşmaktır.  Aslında  buna  tam  anlamıyla   “kendime  dönmek”  de  diyebilirim  belki.  Her  şeyden  uzak,  herkesten  uzak  ve   sadece  kendimle  kaldığım  zamanlar…  O  kıymetli  zamanlar,  genellikle,  beni   gerçek  dünyadan  uzaklaştırarak  nefes  alabileceğim  güvenli  alanlar  yaratmamı   sağlar.  Ve  ben  o  alanlarda  kendi  kabuğuma  çekilir,  usulca  “durulmayı”  beklerim.   Aslında  bu  güvenli  alanlar  kendimi  içinde  bulunduğum  andan  çekip   çıkarabilmeme  ve  bir  yandan  da  o  altında  kaldığım  duvarı  yeniden  inşa   edebilmeme  de  yardımcı  olan  filmler  ve  kitaplardır.     Sadece  farklı  hikâyeler  öğrenmeyi  çok  sevdiğimden  midir  yoksa  her  bir   hikâyeye  yeni  bir  başlangıç  gözüyle  baktığımdan  ve  sanki  benim  hayatımdan   kesitler  sunuyormuş  gibi  düşünerek  kendimi  o  hikâyelere  kaptırdığımdan  mıdır   bilemiyorum,  ama  her  yeni  filmin  ve  kitabın  başında  ceketimi  alır  ve  yeni   hikâyelere  doğru  kısa  kısa  yolculuklar  yapmak  üzere  yola  koyulurum.  Yine   böylesine  boğuluyormuş  gibi  hissettiğim  bir  dönemde  çok  sevdiğim  bir   yönetmenin,  Çağan  Irmak’ın  yeni  filmi    henüz  vizyona  girmişti  ve   ben  içinde  bulunduğum  “an”a  sırtımı  dönüp  yavaş  yavaş  bu  yepyeni  hikâyeye   doğru  sürüklendim.  Sürüklendim  diyorum,  çünkü  hikâye  öylesine  hayatın   içinden,  öylesine  “bizden”di  ki,  sanki,  dönem  dönem  kendi  kendime  yaşadığım   Nadide  Hayat kafa  karışıklığımı  ve  netliğimi,  kararlılığımı  ve  pes  etmeye  meyilli  yılgınlığımı,   cesaretimi  ve  korkaklığımı,  çocuk  ruhumu  ve  ihtiyarlığımı  uzaktan  izliyormuş   gibi  hissettim.  Ben  ki  şu  zamana  kadar  hep  yeni  başlangıçlar  yapma  hevesiyle   yanıp  tutuşan  ama  kendimi  ne  yeni  bir  başlangıca  ne  de  yepyeni  bir  hayata   hazırlayabilmek  adına  hiçbir  şey  yapmayan  biri  oldum.  Öylesine  korkaktım  ki   yeni  olan  hep  güvensiz  gelirdi,  eskiye  tutunmaksa  bildiğim  sularda  yüzmek   gibiydi  ve  ben  yıllarca  sadece  hep  bildiğim  sularda  yüzmeyi  seçtim.  Öyle  ki,  çok   inanarak  kurduğum  ve  gerçekleşme  ihtimalini  düşünürken  bile  heyecandan   titrediğim  hayallerimi  gerçekleştirmek  adına  bile  hiçbir  şey  yapmadım.  Yıllarca   hep  pes  eden,  hep  geri  duran,  hep  korkak  olan  oldum.  Hayatta  cesur  olmak   gerektiğini;  asla  bırakmamak,  vazgeçmemek  gerektiğini;  yeniliğe  açık  olmak   gerektiğini  ise  hiç  beklemediğim  anda  tüm  hayallerimden  vazgeçip  bambaşka  bir   yöne  savrulmak  zorunda  bırakıldığım  acı  bir  deneyim  sayesinde  anladım.   Açıkçası,  insanın  hayatını  değiştirebilecek  düzeyde  kararlar  vermesi  gerektiği   anlar  adeta  bir  dönüm  noktası  gibidir  çokları  için.  Benim  için  de  ilk  hayatımın   sonlandığı,  ikinci  hayatıma  ise  bir  kapının  açıldığı  bir  dönüm  noktası  olmuştu  o   deneyim.  Hayatımın  yaşadığım  kadar  kısmında  zirveyi  de  gördüm  dibi  de.   Mutluluğu  da  yaşadım;  hüznü,  acıyı,  kederi  de.  Ama  tüm  bu  deneyimlerden   öğrendiğim  tek  bir  şey  vardı;  benim  hayatımın  merkezine  koyduğum,  ama  yıllar   geçtikçe,  çok  uzun  zamandır  unutulmaya  yüz  tutmuş  olan  hayat  felsefem:  “Asla   vazgeçme!”.  Bu  noktada  en  büyük  ve  en  içten  teşekkürü  de    filmiyle  tüm   bu  unuttuklarımı  bana  yeniden  hatırlatan  Çağan  Irmak’a  etmem  gerek,  Nadide   gibi  bir  karakter  yaratıp  karşıma  çıkararak  bana  yeni  başlangıçlar  yapabilmenin   heyecanını,  korkaklığı  arkamda  bırakıp  zaman  zaman  da  cesur  olmam   Nadide  Hayat gerektiğini  hatırlattığı  ve  de  en  önemlisi  kendime  ördüğüm  duvarlarımı,   engellerimi  kaldırmamı  sağladığı  için.       Kaynakça:   ,  Çağan  Irmak,  2015.   Nadide  Hayat TOPLUMSAL GEÇİŞ İnsanoğlu zaman zaman bazı geçişlere ihtiyaç duymuştur. Reformlar olsun, kanunlarda değişiklikler olsun, bunların hepsi birer geçiştir. Peki, bu geçiş süreçlerinin sancılı olması ve çatışmalar doğurmasına rağmen, insanlar neden geçiş yapar ki? “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” adlı eser bin dokuz yüz yetmişli yılların Ankara’sındaki karakterleri incelemiştir. Sevgi Soysal’ın bu tarihi ve mekanı seçmesinin nedeni, köylülükten kentliliğe geçiş sırasındaki tipleri inceleyerek çatışmaları gözler önüne sermektir. Birazdan bahsedeceğim tipleri ve zıtlıkları okuduğunuzda, “Aaa, aynı bizim burası diyeceğinizden hiç şüphem yok. Bu kitabı okuduğumda aynı tepkiyi ben de vermiştim. Hatta günümüzde yaşanan bazı olayları bu eser sayesinde görmeye başladım. Kırk yıl önce Ankara’da neler aynıymış veya farklıymış, bir bakalım. Köylülere artık kentli gibi yaşamanın vakti geldi deseniz sevinecekleri ve üzülecekleri durumlar tabii ki olur. Sevinecekleri durumdan bahsedersek, öncelikle ekonominin daha iyi olduğu bir ortama geçiyorlar. Tarımdan ve hayvancılıktan, ticarete veya profesyonelliğe kayma olarak adlandırabiliriz bu durumu. Ticaret, insanlar arası etkileşimdir. Gelişimi gösterir. Ekonominin ve yeni fikirlerin olarak gelişimdir. Ayrıca, köylüler sevindi dedik ama bunu bir de kentlilere sormak lazım. Şu an hemen hemen tüm büyük şehir insanı, köylülere yan gözle bakar. Her ne kadar “Köylü milletin efendisidir” desek de kırk-elli yıl önce de durum böyle imiş. Bunun en büyük nedenlerinden biri paradır. Sanki aynı ilde yaşamıyorlar gibi iki zıt yaşamı ifade ediyorlar; gecekonduda yaşayan insanların sefaleti ile bolluk içinde yaşayan halktan kopuk entelektüel görünümlüler. Neden entelektüel değil de görünümlü dedim açıklayayım. Entelektüel, zekasını ve bilgisini kullanan aydın insanlara denir. Ancak para sayesinde okuyan insanların büyük çoğunluğu, bilgisini dünyanın yararına değil, hava atmak için kullanmış o dönem. Bugün de çok farklı değil. Köylüye yan gözle bakan kentliden bahsediyordum, yarım kalmıştı. Düşünün, Samanpazarı’ndaki yoksul bir aileden çıkan ve saygın bir hukuk profesörü olan Salih bile yetiştiği çevreye sırtını dönmüştür. Yazarın “Ahmet için Ulus’tan alınmış bir malın hiçbir değeri yoktur. Aldığı her şey için ‘Kızılay’dan adlındı’ cümlesini eklemek isterdi daha çocukken.”[1] ifadesi küçük yaşlardan insanların nasıl sınıfsal topluma alıştırıldığına bir örnektir. Sonuç olarak ekonomik farklar, geçiş sırasındaki toplumda sınıfsal düzen oluşturmuştur. Köylünün üzüleceği durumdan konuşalım biraz da. Gerçekliklerden kopmuş bir kalabalığın arasına girecekler. Karmaşanın hüküm sürdüğü bir düzene. Herkesin telaş içinde olduğu, paranın amaç olduğu bir düzene. Necip gibi baba mirasıyla geçinen tiplerin ilgi gördüğü bir yerde Anadolu’nun getirdiği saflıkla hayatta kalmak çok zordur. Filmlerde, kitaplarda veya yaşamımızda görürüz saf insanların bu özelliğinden yararlanılıp kullanıldığını. Köylünün şehir hayatına uyum sağlaması için saf değil, hin olması gereklidir. Hem elli yıl önce hem de bugün, bu durum böyledir. Şehir, tabiri uygunsa kurtlar sofrasıdır. Kitabın başkahramanı Ali hakkında konuşmak istiyorum. Aslında Ali idealize edilmiş bir karakterdir. Şehirde eğitim görüp halktan kopmaması, yazarın görmek istediği insan tipini sembolize ediyor. Ayrıca, siyasal eylemlerin içinde de yer alması bunun bir kanıtıdır. Verdiği kararların doğru olması pek göze çarpmıyor olabilir ama bu, onun mükemmele yakın bir birey olduğunu göstermektedir. Anladığım kadarıyla yazar, kitaptaki tüm karakterleri eleştirel gözle yazarken, olması gerekeni Ali’yle belirtmiştir. Bugünkü Ankara, elli yıl öncekiyle hala aynı tarzda insan ve zıtlıklara sahipse, köylülükten kentliliğe değişim sürecinde pek başarılı olduğumuzu söyleyemem. Aynı sorunları tekrar yaşıyoruz. Bu başarısızlığın nedeni, altyapının sağlam olmamasıdır. İnsanlar arasında bu kadar fazla farkın olması, sistemin düzgün temellerin üstüne inşa edilmemesidir. Geçişin tamamlanabilmesi için insanların empati yapması lazımdır. Zengin, fakirin halinden anlamalıdır. Aynı şekilde fakir de çok çalışmalıdır. Burjuva sınıfı halktan kopmamalıdır. Eğitim görme imkanına sahip olanlar, aldığı eğitimin hakkını vererek vatana yararlı olmalıdır. Bu imkana sahip olmayan bireyler kendini bir şekilde geliştirmelidir. Örneğin, kütüphaneden kitap alıp okumak da bir kişisel gelişimdir. Demek istediğim, sorunlara çözümler üreterek cevap vermeliyiz. Toplum olarak geçişi ancak böyle tamamlayabiliriz. [1] Soysal, S. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Bilgi Yayınevi. İletişim Yayınları. 2011, 10.Baskı. Melih Peker Değişerek Kaybedenler Kaybedenler Kulübü, seneler önce izlediğim, repliklerini asla unutamadığım ve hayatımın bazı anlarında repliklerini yaşayarak anladığım, belki de şu ana kadar bana en çok ders veren filmdir. Son zamanlarda ise belki de her gece yatmadan önce, her canım sıkıldığı anda “Kadınlar, seni sen yapan özelliklere aşık olup, sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar.” sözünü aklıma getiriyorum. Filmde, sevgilisinin Kaan’ın değişmesini istemesi üzerine, değişmek istemeyen, daha doğrusu değişemeyen Kaan’ın söylediği bu söz, kız arkadaşımın benden değişmemi, bir özelliğimden vazgeçmemi istediği her an kafamın içinde yankılanıyor. Peki gerçekten bu doğru mu? Kadınlar tüm özellikleriyle aşık oldukları erkeği değiştirmeye mi çalışırlar, yoksa o erkeği aşık olmak istedikleri adama çevirmek mi? Sanırım bunun cevabı kişiden kişiye değişebilir. Ancak bunlarla beraber insanın aklına bir soru daha geliyor. Peki değiştikten sonra ne olacak? Artık o aşık olunan adam farklı bir insan dönüşecek tamamen. O zaman asıl amaç adamın kadını sevmesinden faydalanarak onu kadının istediği adama çevirmek. Sevebilecek bir adam oluşturmak. Ya da asıl sorun hep daha fazlasını istemek, elindeki ile yetinmemek. İlk başta, sevgiliyi kendisi yapan özelliklerine aşık olup, o özelliklerin onu mutlu etmesine rağmen daha sonra bu mutlulukla yetinmeyip, daha fazlasının istenmesinden dolayı tamamen kendi isteklerine göre bir adam oluşturmaya çalışmak. İnsanlar bu değişimi haklı görebilir çünkü ilişki her zaman kendinden bir parça vermek, bazen de sevgiliyi mutlu etmek için bazı şeylerden fedakârlık etmektir. Ancak, kendini oluşturan özellikler tükenmeye başlayınca, vermek hiç de kolay olmamaya başlıyor, tükeniyor insan. Başlarda kolay geliyordu aslında kendimden fedakârlık etmek, sonuçta onu seviyordum ve onun için vazgeçebilirdim bazı özelliklerimden, sonuçta beni bu kadar mutlu eden biri için elimden gelen her şeyi yapabilirdim ve hâlâ da yapıyorum. Ancak zaman geçtikçe, her sabah uyandığımda farklı bir benle karşılaşmaya başladım. Her ne kadar inkar etsem de bunu, yavaş yavaş farkına varmaya başladım ne kadar da değiştiğimi. İlk başlarda onu mutlu etmek için yaptığım şeyler vardı, içimden gelerek yaptıklarım. Fakat artık bunların yerini kavga etmemek, sorun yaratmamak için yaptığım, bir söz söylemeden önce bin kez düşündüğüm davranışlar almaya başladı. Zaman geçtikçe bunun beni ne kadar da yıprattığını fark ettim. Artık ben onun aşık olduğu eski ben değildim, onun istediği bendim. Peki nerde hata yaptım? Değişecek kadar çok sevmekle mi yoksa onun beni değiştirmesine izin vermekle yani “Ben buyum, kendimi değiştiremem, sen bu özelliklerimle bana aşık oldun o yüzden bunları değiştirmemi isteme benden.” dememekle mi? Bu sorunun cevabı çok açık galiba. Çok sevmek asla bir hata olamaz, sevmekle hata yapılmaz. Ancak kendinden ödün vermeye açık olmak büyük bir hata, hatta kendini kaybetmeye yol açabilecek derecede büyük. Her ne kadar hata olsa da, değişmek beni korkutsa da, her sabah farklı bir benle karşılaşmak beni kendimi sorgulamaya itse de artık bunun önüne geçemeyeceğimi biliyorum. Çünkü insan bir kez kendinden ödün verince, karşısındaki bunun her zaman daha fazlasını isteyecektir, bu insanın doğasında olan bir şey belki de, hep daha fazla istemek. Peki bu ne zaman son bulacak? Ya tamamen farklı bir ben olduğum zaman, yani bunları bile sorgulamayı bıraktığımda ya da bir gülüşü, bir bakışı, bir seni seviyorum deyişle her şeyi, kendimi bile unuttuğum bir anda kendi isteğimle onun istediği adam olmaya karar verdiğim, bu değişikleri o istediği için değil de eskiden olduğu gibi, onu mutlu etmek için yaptığım zaman.Melih Peker Kaynakça: Örnek, T. (Director). (2011). Kaybedenler Kulübü [Motion picture on DVD]. Tiglon. SOLUK MAVİ NOKTA Voyager-1 uzay aracının fırlatılmasından 13 yıl geçmişti. NASA bilim insanları o uzay aracına dünyanın fotoğrafını çekmesi ve onu dünyaya yollaması komutunu yolladıklarında heyecanlı bir bekleyiş başladı. Voyager-1 belki de görev süresindeki en anlamlı işi yapmıştı. Fotoğraf gelişi kutlanıyordu, ve bu kutlamalardaki bir konuşma onu harika bir şekilde özetliyordu: “Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.” (Sagan & Druyan, 2011) . Bu sözler dünyanın rekor uzaklıktan-6.4 milyar kilometre-çekilmiş fotoğrafının gösterimi sırasında ünlü gökbilimci Carl Sagan tarafından söylenerek bu konuya ilgisi olan olmayan her insan üzerinde bir etki bıraktı. Sagan burada fotoğrafın bilimsel analizini yapmıyordu, ya da kırılan rekor hakkında da övünmemişti; insanlara “Dünya” algısını yeniden anlatmış, evrenin büyüklüğünü ve dünyanın, yani bilip bilmediğimiz tüm olayların tüm insanların gelip geçtiği yerin, sadece soluk mavi bir nokta olduğunu belirterek bizlere kibrin, hırsın ve bu tarz gelip geçici duyguların aslında ne kadar boş olduğunu söylemeye çalışmıştı. İşte bu fikirlerin ilham kaynağı olan Kozmos ise bizlere yaşadığımız evrenin dünyayla sınırlı olmadığını, Dünya’yı anlamak için kozmos’u anlamamız gerektiğini ve çok daha fazlasını anlatmakta. Kozmos, atomun yapıtaşlarından devasa gök cisimlerine uzanan, içinde mikro ve makro evrenleri barındıran olağanüstü bir yapı. İnsanlığın ilk günlerinden itibaren çözülemeyen gizemler ve bizleri her keşifte daha çok şaşırtan bilgilerle dolu. “Henüz” keşfedilen en uzak cisim 13.8 milyar ışık yılı uzaklıkta-yani makro evrende bilinen en uzak nokta, bir ışık huzmesi-buna karşılık mikro evrende ise henüz kuarklardan öteye varılamadı. Çok büyük öyle değil mi? Hem de bu sadece kozmosun gözlemlenebilen kısmı. Carl Sagan ise kozmosun bu büyüleyici büyüklüğüne ve güzelliğine hayran olan bir bilim adamı. İşini severek yapması onu diğerlerinden öne çıkaran en önemli özelliği bence. NASA’nın Voyager1 uzay aracından gönderdiği fotoğrafa yaptığı yorum ise benim Carl Sagan’dan etkilenmeme sebep oldu. Bilim adamları her zaman insanlığın üstün ırk olduğundan ve her şeyin insanlar sayesinde gerçekleştiğinden bahsederler hep, ancak Sagan bizlere ve diğer bilim adamlarına gösterdi ki evren yani kozmos o kadar görkemli o kadar büyük ki, tanıdığımız ve bildiğimiz her şey, her yaşayan insan astronomi de uzak bile denenemeyecek kadar uzak bir noktadan bakınca sadece bir “nokta”. İnsanın kibrinin, “Dünyaları ben yarattım.” tavrının aslında gereksiz olduğunu adeta tokat gibi yapıştırıyor biz insanlara. Hayatlarımıza yepyeni bir bakış açısı getiriyor adeta. Kozmosun bütün güzelliğini, o muhteşem yapısını ve kurgusunu düşündürtüyor bizlere yeniden. Ben de bu fikirlerden ve Sagan’ın vizyonundan çok etkilenmiş biri olarak hayranlıkla kozmosu araştırdım küçüklüğümden beri. Hep uzay araştırmacısı olmak istedim, nerede bir belgesel görüyüm o an ne yapıyorsam bıraktım ve onu izledim, o akıl almaz gizemler hakkında kafa yordum. Hele ki Sagan gibi çağının ötesinde bilim adamları ile tanıştıkça kozmosa olan ilgim daha da arttı. Ama kozmosun bu görkeminin asıl güzel yanı ise insanların egolarından ve kötü özelliklerinden kurtulmalarına yardımcı olması. O ihtişama baktıkça egolarınızdan arınmanıza yardımcı olacaktır. Ve eminim insanlığın soluk mavi noktasını daha iyi anlamasına kesinlikle katkı sağlayacaktır. Örneğin kozmos benim hayat felsefemi bütünüyle değiştirdi hiç yoktan iyidir öyle değil mi? İşte bütün bu fikirler ışığında gelin hep beraber tekrar düşünelim. Kozmostaki yerimizi, evrenin o olağanüstü güzelliğini ve bunların bizim kibrimizden ve egolarımızdan arınmamızda nasıl etkili olduğunu düşünelim. Soluk mavi noktamızın değerini bilmek ve kusursuz evrenimize bakarak kötü özelliklerimizden arınmak için, kozmosu anlamak için, sizlere belgesellerini izlememin ardından bir anda kendimi kitabını okurken bulduğum Kozmos’u ise şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü Dünya’yı ve hayatı anlamanın yolu kozmosu anlamaktan geçmekte. Kerem Ayöz 21501569 Section: 59 KAYNAKÇA  Sagan, Carl, and Ann Druyan. Pale blue dot: a vision of the human future in space. Ballantine books, 2011.  NASA. A Pale Blue Dot. 1990. United States of America. HUZURU OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK İnsan bir leylek misali göç eder zamanın içinde. Bu göç hareketleri de ya geçmişedir ya da geleceğe. Yani ya “keşkedir” ya da “belki” insanın içinde kendini kaybettiği. Bunu neden yaptığımız ise bilinmez. Geleceğe göç, olması gereken olarak düşünülmüşken; geçmiş uzaklaşılması gereken, içinde kaldıkça bir bataklık gibi dibine çekip insanı boğan şey olarak düşünülmüştür. Bunların insanların birbirine söylediği bir yalan olduğu, kendileri böyle olduğunu düşünseler bile uygulayamadıkları aşikar. Bunu iç hesaplaşmalarımızın temelini geçmişimizin oluşturmasından anlayabiliriz. Eğer insanlığı bugünkü haline getiren atalarımızın ilmek ilmek dokuduğu mücadelelerse, bir insanı olduğu kişi haline getiren de işte ilmek ilmek ya “pişmanlıklarla” ya “iyikilerle” dokuduğu anıları ve deneyimleridir. O zaman bizi biz yapan deneyimlerimizse, neden onlardan bu kadar uzaklaşmamız gereksin ki? Bazı meseleler vardır, insan bir asır yaşasa onlardan bir arşın bile uzağa göçemez. Geçmiş gerçekten de sinsi bir bulut gibi peşimizi bırakmaz. Murathan Mungan’ın zamana yayılan Solak Defterler’inde başka temalar bulunsa da geçmiş kitabın bütünleyen teması olarak karşımıza çıkmakta. Peki neden her zaman geçmişin acı anıları hatırlanır? Mutluluklar dahi buruk bir gülümseme bırakır insanın yüzüne. Geçmişle bağın koprılmaması gerektiğine inanırım ama değinmek istediğim o değil; neden geçmiş –iyi ya da kötü geçmişimiz fark etmez- insanlarda bir burukluk bırakmakta? Şair de “Bazı hatıralar kurumuş nehir yataklarıdır/ Susuz ama hala orada” demekte. Evet geçmiş kurumuş nehir yataklarıdır. Çölde bir vaha gibi ona ulaştığımızıda geriye kalan sadece hayal kırıklığı olur. Neden hep böyle yapıyoruz? Neden geçmişi mutluluklarla hatırlayamıyoruz? Şahsen bunun nedeninin atalarımızın, anne babalarımızın genlerimize ilmek ilmek işlediği mükemmelliyetçilikten kaynaklandığına inanıyorum. İnsanların çocuklarına genetik özellikler dışında tecrübelerini aktardığı da kanıtlandı. Yani insanların kendilerine karşı mükemmelliyetçi olması insanlık tarihi kadar eski bir olgu olarak karşımıza çıkmakta. En büyük problemlerimizden olarak görülen insanların başkalarını olduğu gibi kabul edememesinin nedeni de mükemmelliyetçiliğin nedeniyle aynı: Hiçbirimiz kendimizi olduğumuz gibi kabul etmiyoruz çünkü hiçbirimiz insanın kendisini olduğu gibi kabul etmesinin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Ya da kendimizi olduğumuz gibi kabul etmenin ne demek olduğunu unuttuk. İnsanların geçmişe gittiğinde en özlemle düşündüğü dönemi çocukluk anıları olur. Bir çıkmaza girildiğinde en büyük göçün çocukluğa olduğu bir gerçek. Çocukluk tam olarak hatırlayamasak da yani bize rüya gibi gelse bile özlemle hatırlanır. Şairin “Bilirsin/Kar çocukken yağar” dizeleri de beni çocukluğuma götürdü. Çocukluk kelimesini okuduğum anda aklıma gelen şey ise kardeşim ve babamla yaptığımız kardan adamlar oldu. Şimdi ise kar benim için üşümek ve ıslanmak demek. Yani kar samimiyet ve sıcaklıktır çocukluk döneminde. Bir acıya sahipse bile onlarla hatırlanmaz çocukluk. O zaman insanların çıkmaza girdiğinde kaçışı tam olarak hatırlayamadığı çocukluğunda bulması gayet doğaldır diyebiliriz. Çocukluk zamanı kayıtsızdır, insanın belki en kayıtsız dönemidir. Çocukluğa kaçış da çocukluk ve sorumsuzluk arasındaki ilişkiyle açıklanabilir. Bizler de çıkmazlardan çocukluk masumiyetine kaçmak isteriz. Fakat bu, sandığımız gibi sorumluluktan kaçış isteği değildir. Çocukluğa kaçmanın asıl nedeni çocukken başkalarını ama en önemlisi kendimizi olduğumuz gibi kabul etmemizdir. Geçmişe baktığımızda hep buruklukla karşılaşmamız da geçmişlerimizi olduğu gibi kabul edememekten kaynaklanıyor. Biz kendimizi olduğumuz gibi kabul edemezken, bize ait olan, kendi ellerimizle dokuduğumuz geçmişlerimizi nasıl oldukları gibi kabul edebiliriz ki? Geçmişle bağımı koparmamayı seviyorum ama bu demek değil ki onu tamamen istenmeyenler kategorisinin içine koyayım. Onları olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum çünkü onlar beni ben yapan şeyler. Fakat bir meyilimiz daha var ki kurtulması en zor olanı. “Eskiden hayat ne kadar güzelmiş, ekmeğin bile bir değeri varmış, yaşamak çok daha güzelmiş” lafı ağızlara sakız olmuş durumda. Şair kitabın ilk bölümünün girişinde İzzet Molla’dan alıntılayarak “Artık dünyanın öyle bir bahar mevsimine vardık ki/ Bülbül susmuş, havuz tenha, gül bahçesi harap olmuş” demekte. Kendimize ait olan geçmişten çok daha uzaktaki hiç ulaşamayacağımız bir geçmişe göç etmeye çalışıp orada olsaydık huzuru bulabileceğimize kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. Peki biz kendi geçmişimizde huzur bulamazken ulaşılamayacak bir geçmişte nasıl bulabiliriz? Biz kendimizi ve geçmişimizi olduğu gibi kabul etmediğimiz sürece aradığımız o huzuru bambaşka geçmişlerde bile bulamayacak ve göçlerin içinde sıkışıp en sonunda benliğimizi kaybedeceğiz. Kaynakça Mungan, Murathan. Solak Defterler. Metis Yayıncılık, 2016 Nebahat Başak ESER ÇAMAŞIRHANE Geçen hafta 1. Dünya savaşının çıkmasından hemen önceki bir zamanda birbirlerinden çok farklı olan ancak yoksulluk noktasında birleşen kadınları ve bu kadınların yaşayışları çerçevesinde dönemin yozluklarını anlatan Çamaşırhane adlı oyunu izledim. Ana karakterler yani on kadın belli zümreleri ve yaşayış biçimlerini temsil etmekteydiler. Sadece zümre ve yaşayışta kalmayıp belli yaş gruplarını da canladıran karakterler; yahudi, dindar, anne, genç kız, dilsiz, devrimci, gerçekçi, hayalperest, yaşlı ve hafifmeşrep olarak sıralanabilir. Oyun erkek egemen toplumlarda kararı onlar vermese de en çok zararı gören kadınları ve emeklerini anlatıyor. Bizi bize farklı mekan ve zamanda anlatıyor diyebiliriz yani. Işçi sınıfının ezilmesi ve toplumsal adaletsizliği didaktik değil ma yine de düşündürücü bir şekilde veriyor. ‘Kimse savaşmak istemese savaşı çıkaranlar kendi kendilerine savaşabilirler mi?’ sorusunu sorarak işleyişe bir eleştiri getiren oyunun amacı bana kalırsa bir farkındalık yaratarak alıştığımız şeylerin aslında ne kadar yanlış olduğunu vurgulamaktı. Bu vurgu aslında günümüzde olanlarla özdeşleştirilebilir. Çünkü günümüzde olan olaylar ne yazık ki oyundakilerle aynı. Kısaca özetlemek gerekirse oyunun takip ettiği ve birbiriyle ilişkili üç tema vardı. Bunlar kadınların ezilmesi, fakirin ve işçinin emeğinin sömürülmesi ve toplumsal adaletsizlik ve acımasızlıktı. Bu temaların işlenişi her karakter üzerinden yapıldı ancak oyunun farklı zamanlarında yer verildi. Kadının ezilmişliği anne görevinden, cinsellik bağlamında yaşamak zorunda bırakıldıklarından, eş desteğinden mahrum kalmasından bahsedilerek aktarıldı. Her ne kadar bu karakterler çok farklı olsa da bu durumlarda yaşadıklarının benzer olduğunu gördüm. Yer ve zaman farklı olsa da bu izlediklerimi; haberlerde duyduklarım, gazetede okuduklarımla özdeşleştirdim ve anladım ki bu olayların yer ve zaman kavramı yok. Oyunda verilmek istenen mesajın da bu olduğunu düşünüyorum. Izlerken seyircinin hayatında duyduklarını hatırlamasının zor olmadığını düşünüyorum çünkü tiyatronun doğası gereği karakterler biraz abartılı işlense de bu karakterleri hayatımızın her yerinde görmek mümkün. Aynı zamanda on farklı karakter gibi görünse de birleştirildiğinde tek bir kadının hayat çizgisini yansıttığını farkettim ve bu detay oyunu benim için güzelleştirdi. Dekor ve kostümler detaylı düşünülmüş ve oluşturulmuştu. Sahne ortasında iki adet uzun dikdörtgen havuz ve bunların başında gerçek su akıtan musluklar vardı. İki havuz arka arkaya olduğundan arkada olan net bir şeklde görülebilsin diye bir kademe yükseltilmişti. Uzun dikdörtgen havuzların önünde karakterlerin oturabilmeleri için oturacak yerler ve çamaşırlarını dövebilmeleri için tahtalar koyulmuştu. Bu düzeneğin arkasındaysa çamaşırhane görüntüsünü pekiştirebilmek adına tavana kadar çekilmiş ve konuyla bütünlük sağlayabilmesi için yamalar yapılmış çarşaflar asılmıştı. Köşede ise çamaşır suları ve deterjanların saklandığı küçük bir dolap ve yemek yiyebilmeleri için koydukları mermer bir alan yerleştirilmişti. Geniş bir sahnesi olması oyuncuların sahneyi aktif bir şekilde kullanabilmeleriyle birleşince bir avantaja dönüştü. Ses ve ışıklandırma bence bir oyunda kostüm ve dekor kadar önemli çünkü etkiyi arttıracak materyaller düzgün yönetilemezse seyircide dikkat dağınıklığına sebep oluyor. Kimi zaman bu olay yüzünden oyunlardan bir şey anlamamış olarak çıkıyorum. Oyun süresince oyunu izlemekten oldukça keyif aldım çünkü her karakterden kendi adıma bir şey bulabildim. Bunun sebebi aynı zamanda her bir oyuncunun rollerine çok iyi hazırlanmış olmaları olabilir. Zaten bu mesleğin ne kadar zor olduğunu bu oyuncuların rollerine nasıl hazırlandıklarını düşünürken bir kere daha anladım. Oyuncuların gelecek oyunlarını takip etmek ve bu oyunlara gitmek için can atıyorum diyebilirim. Tüm alanlarda incelemeye çalıştığım bu oyun bana göre izlenmeye değerdi. 25.11.2014 Gizem Yenici NE GÜZEL ŞEY HATIRLAMAK SENİ: Bir şiir kitabının hissettirdiklerinden aktarılan notlar… Çok soğuk bir akşam yeni şiir kitabımızı tartışmak üzere arkadaşlarla buluşmak için birbirimizi dışarda bekliyoruz ve birer İstanbullu olarak bizi iliklerimize kadar donduran fakat bir Ankaralı için soğuk bile denilemeyecek kadar normal bir hava kucaklıyor bizi yurdun kapısının ardında. Üstelik de kar yağmaya başladı sanırım. Sahi, yanımıza şemsiye falan almış mıydık? Hayır hayır! Zaten bizlerin “kar” diye nitelendirdiği aslında bembeyaz temiz bir örtü gibi altında binlerce hüznü, günahı ve yaşanmışlığı saklayan bulutlardan usul usul dökülen bu beyazlığa hep hayrandım kendimi bildim bileli. İzlemeyi seviyordum bu temiz, saf görüntüyü. Tenime geldiğinde ya da saçlarımda eriyip yüzüme aktığında ortaya çıkan o nemliliği seviyordum anlatılamaz bir şekilde. Neyse ki çok sürmedi işimiz ben de çabucak dönüp elimde şiir kitabım ve dumanı tüten kahvemle pencerenin önündeki yerimi aldım. Aşk ne demekti? Özgürlük, acı, yalnızlık ne demekti? Şiirlerde, şarkılarda anlatılabilir miydi ya da insanlar aşka şiirlerdeki değerini veriyorlar mıydı? Elimdeki Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni şiir kitabını okurken bunun gibi şeyler düşünmeye başladım çünkü öyle günlerde yaşıyorduk ki duygular asla eskisi gibi hissedilemez geliyordu bana. Oldum olası eski zaman insanı olduğumu düşünürken yakalardım kendimi zaten. Demek istediğim bir elliler, altmışlarda hissedilen derin hislerin tadını bugün hiç bir şey veremez yani aynı heyecanla dönemez dünya. Küçüklüğümden beri şiir okumayı çok severdim öyle ki kendi kendime bir şeyler bile karalardım ama yaşıtlarımdan farklı olarak kâğıda değil de odamda dolabın arkasındaki boşluk alana girerek dolabın arka tahtasını oyarak bir şeyler yazmak daha bir hoşuma giderdi. Bir nedeni o eski zaman duygularını, saflığı tahtaya kazıyarak daha net hissedebildiğim içindi belki başka bir nedeni de bir kâğıt parçasını saklamanın daha zor olduğunu düşündüğüm için. Diyor ya şair, “Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine.” belki asıl sebep buydu bir yere kazıyınca kimse duygularımızı oradan sökemeyecek, duygularımız sonsuza dek orada kalacak gibi geliyordu. Ben de aklımdakileri silinmemesi için kazımıyor muydum işte. Nedenini bugün bile açıklayamıyorum ama böyle davranmak geliyordu o günlerde içimden. İnsan bazen çok yazmak ister ya, içindekileri durmadan yazarsa susuzluğunun dineceği sanır öyle değil işte bazen uzun uzun cümleler açıklayamazken anlatmak istediklerimizi bazen söylenilen tek bir hece yeterli olur çünkü söylenilen her şeyin bir nedeni olması, 25.11.2014 Gizem Yenici sayfalarca açıklanması gerekmez. Her insan bir dayanak bulmaya çalışsa da yazma sebebine, nedensizlik de yazmaya itebilir insanı sanılanın aksine. İşte düşünüyorken, düşünebiliyorken henüz hemen fırlayarak yerimden penceremdeki camdan dışarı bakarak hürriyetin süt beyazı bir örtü olan bu hediyesine bağıra bağıra söylemeliydim hayatla ilgili düşüncelerimi: Bir umut yokuşuydu bu yeryüzü. Kediler, köpekler bir de kötü insanlar uyumazlardı gece vakitlerinde. Mevsimler göçebeler gibi yer değiştirirdi durmadan. Pencerelerden yıldızlar görünmezdi karamsar vakitlerinde insanoğlunun. Bakınca şu yeryüzüne o eskimiş bacalar süsler gibi dururdu çatıların üzerinde. Kömür karasındaydı rengi tüten dumanların tıpkı insanların içi gibi. Bazısı gülerdi bazısı ağlardı, komşuculuk oynardı bazısı bazısıysa yalnız dolaşırdı sokaklarda, acıysa kaktüs gibi dikenliydi. Yıllar ve aylar sonunda bile tahsil edilemeyen bir borçtu mutluluk, gerçekten yüklü bir alacağı vardı insanoğlunun hayattan. Alacağını beklerken insan yalnızlığın bankına yayılmamış mıydı, acı bir ironiye sarılmamıştı ve bir gün baharın geleceğine inanarak o bahara dikmemiş miydi gözünü. İşte böyleydi. Hepsi tek bir şey için adı “Hayat”. Her şey onun içinse bir son söz olmalıydı ona söylenecek: Ne güzel şey hatırlamak seni ve adına yazabilmek onca şiiri… Doyumsuzluğa Aldanmak Yakın zamanda Paolo Coelho’nun Aldatmak isimli kitabını okuma fırsatım oldu. Kitap, isminden de anlaşılabileceği üzere içerisinde bir aldatma hikayesini barındırsa da, beni hayata dair çok farklı düşüncelere, sorgulamalara sevk etti ve bende şöyle bir etrafıma bakma isteği uyandırdı. Etrafımdaki insanları ve kendimi düşündürdü bana… Ve mutluluk kavramıyla ilgili olarak beni gerçekten ürküten ve soğuk duş etkisi yaratıp uyandıran bir kanıya vardım. “Bir insan mutluluğa erişmek için nelere sahip olmak isteyebilir?” diye sordum kendime öncelikle. Sağlık, para, sevgi… Aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Düşündüm, hepimiz bunlara az çok sahibiz; nefes alıyoruz, istediğimiz yiyeceği yiyebiliyor, ihtiyacımız olanları satın alabiliyoruz ve anne, baba, kardeş, eş, arkadaş tarafından elbette farklı şekillerde sevildiğimizi biliyoruz. Halk arasında sıkça kullanılan “Yediği önünde, yemediği arkasında.” deyimi aslında az çok bizleri tanımlıyor. Sahip oluyor, tüketiyor, arkamıza bakmıyoruz. Bütün bunlardan sonra asıl sormam gereken ve beni hüzünlendiren soruyu sordum kendime; mutlu muyuz? Cevap bir çırpıda zihnimde belirdi. Hayır, mutlu değiliz. Günümüz insanı, adeta her şeye sahip olmasına rağmen bir türlü mutlu olmayı başaramıyor ve bu zamanla bir salgın hastalık halini alıyor. Yanıldığımı kendime kanıtlamak için zihnimi çok kurcaladım. Hayatımdaki insanları, onların genel ruh hallerini birer birer gözümün önüne getirdim. Fakat aldığım cevap hep aynı oldu ne yazık ki. Dünyanın çok uzak olmayan bir yerlerinde bombalar patlıyor, savaşlar yaşanıyor. İnsanlar açlık içinde yaşıyor. Bunlar bilmediğimiz şeyler mi? Her akşam eve gidip televizyonu açtığımızda, akşam bültenlerinde bunlardan farklı bir şey duyuyor muyuz? Dünyada bunca kötü şey olup biterken ve bizler bunların hepsinin farkındayken, sterile yakın yaşamlar sürmemize rağmen içimizde doldurulamayan bir boşluk hissiyle yaşıyoruz. Çılgınlar gibi alıyor, çılgınlar gibi tüketiyoruz. Her şey öylesine kısa zaman dilimleri içerisinde gerçekleşiveriyor ki, bizler bunların tadını çıkarmaya fırsat bulamadan her şey sonlanıyor. Ve sanırım bu nedenle o doyma hissine hiçbir zaman erişemiyoruz. Bu durum, yemek yerken doyma hissine erişmemiz için geçmesi gereken 20 dakikayı anımsatıyor bana. Bizler her şeyi, o doyma hissine erişmek için gerekli olan o 20 dakikayı beklemeden hızla tüketiyoruz ve böylelikle o hisse erişemeden aç kalıyoruz. Ve bu boşluk hissi, bizleri derin bir mutsuzluğa sürüklüyor. Derdimizin ne olduğunu soranlara, “nedenini bilmiyorum” diyoruz. Hani vücudumuzun bir yerinde, nedenini belirleyemediğimiz bir ağrı hissettiğimizde ağrının şiddeti endişeden birkaç kat daha artar ya, bu da tam olarak ona benzer. Ruhumuzdaki o ağrının nedenini belirleyememek bizim canımızı daha fazla yakıp, aklımızı giderek daha fazla kurcalıyor. Artık kendimizi çaresiz hissediyorsak, doktorlara başvuruyoruz; kendimizi ilaçla, terapiyle ya da bu kitapta olduğu gibi yeni ve aslında çok istemediğimiz heyecanlarla tedavi etmeye çalışıyoruz. Geçici çözümlerle dönemi atlatmaya çalışıyoruz, genellikle başarısızlıkla… Kendime sorduğum son soru, “Peki bu kadar imkansız mı mutlu olmak?” oldu. Bu soru da beni etrafımdaki bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıdaki mutlu insanlara yönlendirdi. Biraz düşününce, hepsinin birkaç ortak noktası olduğunu fark ettim; başkalarının ne düşündüğüne gereğinden fazla önem vermemeleri, hayatın tadını (elbette başkalarının özgürlük alanına girmeden) çıkarmak için küçük fırsatları bile kaçırmamaları ve ufak şeylerden mutlu olmayı becerebilmeleri. Bazı insanların, bunlar sayesinde mutluluğu çok yüksek dozda olmasa bile hayatlarına yayabildiklerini görmek içimde bir umut ışığı yarattı. Anladım ki, mutsuz olmak çok kolay; mutlu olmak ise çaba gerektiriyor, ancak onu ufak şeylerde yakalamayı öğrenirsen sana geliyor. Fakat yakalamayı başardın mı, bir parçan oluyor ve içini o nedensiz boşluğa teslim etmene izin vermiyor. Deniz Ökten DİLARA NİHAL ÇARIKÇI 21402118 İÇSELLEŞTİRİLMİŞ IRKÇILIK Oyunca Bebek Deneyi’nde siyahi çocukların önüne beyaz ve esmer olmak üzere iki bebek koyarlar. Önce onlardan iyi ve güzel olan bebeği işaret etmesini isterler ve bütün çocuklar beyaz olanı işaret ederler. Kötü ve çirkin olan için ise esmer bebeği işaret ederler. Daha sonra sorulan “Hangisi size benziyor?” sorusunda ise yine esmer olanı işaret ederler. Eğer tam o an, oradaki küçücük çocukların gözlerine odaklanırsanız yalnızca hüznü okuyabilirsiniz. Bu içselleştirilmiş ırkçılık değil de nedir? Bu yaz İngiltere’ye gitmeden önce orası hakkında biraz bilgi sahibi olmak adına daha önce gitmiş olanların yazdığı birkaç blog yazısı okumuştum. Hemen hemen hepsi İngiltere’nin içerisinde yaşayan tüm milletlerin İngilizliği benimsediğini yazmış. Gittiğimde ilk bir iki hafta boyunca benim de dikkatimi çeken şey aynısı olmuştu. Herkesle beraber bir uyum içerisinde oradan oraya koşuştururken insanlığa aykırı hiçbir davranış göremiyordum. Farklı karakterlere ve fiziki özelliklere sahip binlerce insan birbirleriyle iç içe yaşıyordu. Hatta ne yalan söyleyeyim, bu duruma çok şaşırdım, hatta şaşırmakla kalmayıp bir anlamda onlara özendim bile diyebilirim. Zaman geçtikçe orada yaşayan birkaç kişiyle konuştum ve hepsi –nerede doğmuş veya kökeni neresi olursa olsun- eğer yaşadığı yer İngiltere ise açık yüreklilikle “ben İngilizim” diyebildi, hatta milletini sormaya kalkışmak yapacağınız en büyük hata olurmuş, bunu da yaşayarak öğrendim. Çünkü sadece merak ettiğiniz için sormuş bulunsanız bile bir anda ırkçılıkla ilgili kaldıramayacağınız ağırlıkta bir suçlamanın altında kalabilirsiniz. İlk haftalarda düşünebildiğim tek şey “ Sonunda dünya olarak en azından belirli bir kesimde ırkçılık kavramını alt edebilmişiz” oldu. Bir süre sonra Tottenham adında başka bir bölgede kalmaya başladım. Bu bölge ise siyahilerin daha yoğun olarak yaşadığı bir bölgeymiş. Kaldığım yurda ulaşabilmek için otobüse binmem gerekiyordu. Ben de bindim. Fakat daha ne olduğunu anlayamadan arkamdan binen bir aile ile otobüs şoförü arasında saniyeler içerisinde bir kavga çıktı. Ne dediklerini biraz dinledikten sonra anladım ki kavganın altında yatan asıl sebep yine ırkçılıkmış. Aslına bakarsanız bayağı üzüldüm bu olayın ardından, çünkü bu bana içimizde bir yerlerde hâlâ geçmişin izlerini taşıdığımızı ve bunu gerektiği zaman fazlasıyla vahşice ortaya çıkarmaya hazır olduğumuzu gösterdi. O otobüsten indikten sonra yurda ulaşmak için yürürken biri arkadan “Afedersiniz, çakmağınız var mı?” diye seslendi, “Maalesef” dedikten sonra tam arkamı dönüyordum ki “Neden durup, benimle konuşmadın? Ben zenciyim, sen beyazsın diye mi?” şeklinde bir kez daha seslendi. Bu cevaba, daha önce şahit olduğum olaya göre çok daha fazla şaşırdım, çünkü benim söylemeyi bırak böyle bir şeyi ima dahi etmememe rağmen, hatta herkese vereceğim tepkiyi vermiş olmama rağmen o bunu ırkçılık olarak anlamıştı. Belki de orada onunla konuşmayan siyahi bir bayan olsaydı, o da hiçbir şey söylemeden hayatına devam edecekti. Yani aslında ırkçılığı hepimiz o kadar içselleştirmişiz ki ilk geldiğimde -ne güzel sıkıntısız iç içe yaşıyorlar- diye düşündüğüm halkın bile zamanla arasına karıştığınızda –ne acı ki- herkesin içinde hâlâ az ya da çok geçmişten kırıntılar beslediğini görebiliyorsunuz. Ayrımcılık konusunda “Neden” dir tabu kelimemiz. Küçük bir çocuk kendini arkadaşlarından daha üstün gördüğünde, bir patron çalışanlarını aşağıladığında ya da bir beyaz bir zenciyi hor gördüğünde verilecek mantıklı bir cevap yoktur o soruya. Bu yüzden genel olarak her kime “Neden ırkçılık yapıyorsun?” diye sorsanız, size “Ne ırkçılığı! Ben ırkçı değilim. Saçmalık.” gibi bir cevap verir, çünkü bu içimizde yaşayan ve bizi günden güne daha çok kemiren bir düşmanlık hissi. Her gün bilinçli ya da bilinçsizce hepimiz besliyoruz onu ki bizi daha çok kemirebilsin. Büyüdükçe de yavaş yavaş bizi bir savaşa hazır hissettirebilsin. Çünkü savaştır insanlığa olan kinimizi rahatça kusabildiğimiz tek alan. METEHAN KARA 21401373 İYİ Kİ... Hayatın anlamını hiç sorguladınız mı? Neden yaşıyoruz? Kim için yaşıyoruz? Ben bazen sorguluyorum ama istediğim veya hayal ettiğim şeylerin çok azını yapabiliyorum nedense bilmiyorum, belki de sorun bendedir. Hayatta ne istediysek onu genelde kaçırıyoruz. Yapmadığımız veya yapamadığımız birçok şey gözümüze güzel görünüyor değil mi? İşte yaşanmamışlıklarımızın da keşkelerimize dönüşmesinin de başlangıç noktası da budur bence. Adam Philips’in de Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü isimli eserinde de belirttiği gibi, hep bazı şeyleri kaçırıyoruz hayatta. Yaşamadığım veya yaşayamadığım şeylerden bahsediyorum ama belki de ben yaşamaktan kaçmışımdır çünkü bazı gerçeklerin sonunda görmek istemeyeceğim kötü sahneler veya sonlar olabilir. Kim göz göre göre acı gerçeklerle yüzleşmeyi isterki. Bazen bir şeyi anlamamanın veya kavramamanın da bizim için faydalı olabileceğinin farkında olmalıyız. Bence insanlar arasında ki en büyük farklılıklardan birisi de; kavrama kabiliyetinin iyi olmasıdır çünkü birçok insan hayatı boyunca kendi aldığı kararlardan veya yaşanmamışlıklarından şikayet eder ve bu böylede devam edecektir. Çünkü bizi biz yapan temel bazı değerler başka kişiler tarafından veya o günün bazı şartlarına da bağlıdır ve o anlarda ne vaziyet içinde olduğunu iyi kavrayabilen insanlar geleceğe yönelik daha mantıklı ve doğru kararlar verebilirler. Bu tarz insanlara hayatlarında daha az pişmanlık duyabilirler de diyebiliriz. Ama benim fikrime göre, kasti olarak yapmadığımız şeylerden pişman olmak çok anlamsız. Böyle bir şey yaşarsam eğer kendimi teselli etmek daha kolayıma gelir. Kendi kendime “hayırlısı böyleymiş demekki.” diyebiliyorum çoğu zaman çünkü üzülmektense teselli olmak daha mantıklı. Sizde böyle yapabilirsiniz isterseniz. Ama bazı insanlar vardır, yaşayamadıkları şeyler için hüzünlerini çok derin bir şekilde yaşarlar, daha doğrusu öyle yaşamayı tercih ederler. Hatta bazen onların bu davranışları gündelik yaşamlarını bile olumsuz etkileyebilir. Hayatta yaşamadığım şeylerden kolayca bahsedebilirim çünkü onu yaşamamışım, onu hissetmemişim. Eğer yaşasaydım belki hayatımda ki bazı şeyleride değiştirebilirdim ama unutulmamalıdır ki; gerçeklerdir bizleri mutlu eden, gerçeklerdir bizim hayatımızın akışını sağlayan, gerçeklerdir bizi biz yapan. Gerçekler bizi hayattan zevk almamızı sağlar bizi tatmin eder. Hatta bazen sevdiğimiz bir kişinin bile yaşadığı bazı şeyler bizi mutlu ettirebilir çünkü yaşanmıştır ve bu sayede hayatımız bir harita gibi görürsek, kendi yolumuzuda kendimiz çizmişizdir. Ama ne olursa olsun başkalarının gerçeklerini ve yaşanmışlıklarını unutmamalı ve gözardı etmemeliyiz. Kim bilir, belki de yaşadığımız bu hayat başka insanların hayalidir? Yaşanmışlık ve yaşanmamışlıklarla dolu bir hayat süreceğim illa ki ama bence önemli olan şeylerden birisi de ne olursa olsun hayatımın kontrolünün benim elimde olması. Dizginleri elimde sıkıca tuttuğum zaman hayatımı nereye istersem oraya götürebilirim. Unutmamalıyız ki, araba sürüyorsanız gaz pedalı ve direksiyon sizin kontrolünüzde ve hızınızı ve yönünüzü sadece siz belirleyebilirsiniz ama başka birsinin sürdüğü bir arabada sadece nereye gittiğinizi bilirsiniz o kadar. Gerisine karışamazsınız. Ama bu söyledikleriminde anlamsız kalabileceği bazı durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz maalesef. Yaşadığınız yerdeki, şehirdeki veya ülkedeki bazı sorunlar veya koşullar sizi istemediğiniz bir hayata da sürükleyebilir ve bu bizim yaşanmamışlıklarımızın artmasına da bir sebep olarak görülebilir. Söylemek istediğim şu ki; şartlar elimizde değilse pişmanlığımız içimizi kemirecek kadar artmaz. Bence sonuç olarak, şapkamı önüme koyup düşündüğümde, yaptıklarımdan pişman olmayı yapmadıklarımdan olmaya tercih ederim. Çünkü yaptığım bir şeyden pişman olursam “Hata yapmıştım.” diyip geçebilirim. Fakat yapmadığım bir şeyden pişman olursam, geri dönüp değiştirme şansım olmaz ve içimde büyük bir ukte kalır. Bu düşüncemin hep arkasındayım, yirmi iki yaşındayım ve çok şükür ki kendi kararlarım yüzünden yaşadığım bir pişmanlığım yok. Benim asıl korkum, kendi pisliğim yerine başkasının pisliğinde boğulmamdır. KAYNAKÇA Philips, Adam.Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü. Metris Yayıncılık.2015 https://www.google.com.tr/search?q=pi%C5%9Fmanl%C4%B1k&rlz=1C1QJD A_enTR693TR693&espv=2&biw=1366&bih=638&source=lnms&tbm=isch&sa =X&ved=0ahUKEwiptI_Og7jSAhXMDpoKHfUwBm0Q_AUIBigB#imgrc=EciImlI DuO9yvM: (Görsel kaynak.) Ecem Büyükgüllü 21302821 ŞEYTAN ÜÇGENİNDE KAPAN Küçüklüğümden beri gizemli şeylere karşı hep meraklı olmuşumdur. Bir yandan korkarken, bir yandanda yaşanılanların hayretine düşüp, peşini bırakmayıp araştırırdım. Merak ederdim işte. Çevremde olan bitenlerdense, hikayesi ve yaşanmışlığı olan efsaneler daha çok ilgimi çekerdi. Bermuda şeytan üçgenini duydunuz mu? Birbirinden farklı yüzlerce hatta binlerce esrarengiz hikayelere sahip. Ama hiçbirinin nedeni bilinmemekte. Okuduğum kitap da o hikayelerden birine sahip. Bermuda şeytan üçgeni denilen ölüm kapanı Bermuda, Florida ve Porto Rico adaları arasındaymış, babam söyledi. Duyduklarına göre oraya giden birçok gemi ve uçaktan bir daha haber alınamıyormuş. Yaklaşık 1000’e yakın ulaşım aracının bu konumda kaybolduğunu öğrendim. Bunu bilmek bile tüylerimi ürpertiyorken, o gemilerden birinde olmak gerçekten istemezdim. Üzerinde bu kadar araştırma yapılan ama hiçbir veriye ulaşılamayan bir kuyuya girmek üzeresiniz... Zaten uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasındasınız. Konumunuza göre etrafınızda en az 3 adanın olduğunu biliyorsunuz. Ama sonuç olarak etrafınıza baktığınızda aslında oracıkta yalnızsınız. Böylesine yalnız ve kimsesiz ama aynı zamanda da tehlikeli bir üçgenin etrafında savrulmak en son isteyeceğim şeylerden birisidir. Gemide oluşunuza güvenirsiniz ama bir bakmışsınız ki gemi yerle bir olmuş. Kazanan yine Bermuda Şeytan Üçgeni. Ya da diğer kurbanlarımız uçak kazası geçiren yolculardır. Yerden sayamayacağım kadar mil yükseklikte bir demir parçasının içerisindesiniz. Ve üstelik Bermuda’ da kayboldunuz. Kimse sizden haber alamıyor. Belki de siz bile kendinizde değilsiniz. Bana bunları düşündüren şey orada geçen olayları okuduğumdan kaynaklanıyor. Herşey iletişim araçlarının kesilmesiyle başlıyor. Bana küçük bir anımı hatırlatıyor bu durum. Bundan 1 yıl önce eğitim için Kanada’ya gitme fırsatı bulmuştum . Yaklaşık 5-6 saat havada uçtuktan sonra bunalıp penceremin perdesini kaldırmıştım ve gördüğüm manzara karşısında bacaklarım titremişti. Çok yüksekteydik ve aşağısı masmaviydi. Bulutların arasında farklı bir renk seçmeye çalışmıştım. Hani olur da bir karartı görürüm, kara parçası diye nitelendiririm sandım. Ama yok. Her yer masmaviydi. Ailemi aramak istesem, telefonu açamıyorum, internet çok pahalı. Ulaşamam. Yaklaşık daha 7-8 saatlik yolum daha var. HAVADA HEM DE. Çaresizim resmen. Pilota desem ki “ben korkuyorum ve inmek istiyorum”. Adam beni en fazla okyanusa fırlatır. İyi ki o an elimde Kelebek Adası yoktu ve onu Türkiye’ye dönünce okumuşum. O an okuyor olsaydım nerede olduğumun önemi yoktu. Kendimi o hikayelerden birinin başrolünde hayal etmem için uçağın penceresinden okyanusu görmem yeterli olurdu. Sonra adım orada ki esrarengiz kayıplar listesinde yer alabilirdi. Bahsettiğim kitapta, konu edinilen olaylar Bermuda Şeytan Üçgeni’nde gerçekleşiyor. Başta, adı kelebek falan olunca sandım ki yine bayıcı sıkıcı fazla cilveli bir aşk romanı. Ama hiç öyle çıkmadı. Tam tersine merakımın üstüne gittim. Bir çırpıda okuyup bitirdim kitabı. Ardından merakım peşimi bırakmadı, bir de Bermuda şeydan üçgeni ile ilgili araştırma yaptım. Okuduğum hikayeler, efsaneler yutkundurdu beni. Şimdi mesela bana deseler ki hadi Bermuda’ya gidelim. Gitmem. Aslında bir çok bilimsel araştırma oradaki kayıpların nedenini açıklıyor. Ama arkadaş hiç mi enkaz bulunmaz ya da bir ceset ya da bir eşya? Yani nereye gidiyor bu insanlar, kocaman demir yığını, o güzelim ihtişamlı gemiler? Şimdiye kadar sadece 1 kişi kurtulabilmiş. 1970 yılında Porto Rico’dan Miami’ e tek başına yolculuk yapan amerikalı bir pilot. Nasıl olmuş bilmiyorum ama bence mucize bu. Adamın anlattıklarına göre 30 dakika uçtuktan sonra o bölgede sinyaller kesilmiş. Elektronik cihazlar arızalanmış ve kara ile iletişim kurulamamış. Bir sis bulutunun içinden geçtikten sonra sinyaller geri gelmiş ve kule ile iletişim kurmuş. 30 dakikalık daha yolu olmasına rağmen Miami’ye çoktan geldiğini öğrenmiş. Ben o pilot olsaydım doğa üstü güçlerin beni oracıktan tepelediğini düşünürdüm. Resmen havada sürüklenmek bu. Akıl alır gibi değil. Yani diyeceğim o ki, benim gibi meraklı Melahat’lar bu kitabı okuyup kafayı bozabilir. Okuduğum hikaye oraya olan ilgimi daha da arttırdı. Bu kitap koca bir efsaneye açılan küçük gizemli bir kapı. Referanslar: Jio, Sarah. Kelebek Adası. İstanbul: Pena Yayınları, 2016. Baskı. Sercan. “Bermuda Şeytan Üçgeni Hakkında Bilinmeyenler”. Bilinmeyen. Web. 8 Nisan 2016. Bermuda Şeytan Üçgeni. Vikipedi Özgür Ansiklopedi. Web. 8 Nisan 2016. Fatma Selin Sevim 1   21400152 TURK 102-001   Çaresizliğe Hapsedilmiş Derdalar Hakan Günday’ın Az isimli romanını okurken satırların arasında kayboldum sanki. Eleştirel bir üslup kullanılarak oluşturulan gergin atmosfer her satırda beni daha çok düşündürttü. Derda isimli küçük bir kız çocuğu annesi tarafından birkaç koyun ve bir ev karşılığında kendisinden oldukça büyük bir adama satılıyor. Evet, otuzlarında olan kocaman bir adam ve bu ıstırap sebep olan sapık zihniyetler... Aslında hiçbirimiz pek de yabancı değiliz bu acıklı hikâyeye. Her gün duyuyor, yas tutuyor hatta ve hatta aciz hissediyoruz kendimizi. Yardım etmek istedikçe başarısız oluyoruz. Derdaların gözünde, onların çaresizliğinde kendi çaresizliğimizi görüyoruz. Onlar ağlıyor, biz de ağlıyoruz. Onlar kanıyor, hepimiz kanıyoruz… “Su temizledikçe kan lekelerini, kanın kaynağı belli oluyordu. İnce bacaklarının arasından sıçramıştı her yerine. Bir şeyler parçalanmıştı o bacakların arasında. Bir şeyler yırtılmıştı. Bir şeyler ölmüştü. Su temizledikçe kan lekelerini, mor dövmeler kalıyordu geriye. Derdâ'nın her çıplak yerinde. Bir şeyler doğmuştu. Mor gözler.” (Günday, s.61)    Fatma Selin Sevim 2   21400152 TURK 102-001   Çocuk gelinler... Hepimizin utancı. Onlar daha büyüyeceklerdi. Oyuncak bebekleriyle oynayacaklardı. Yok yok, biraz daha büyüyeceklerdi. Okula gideceklerdi, hayatı göreceklerdi. Aşkı, sevgiyi öğreneceklerdi. Kendilerinin ne kadar değerli olduklarını bileceklerdi. Çocuk gelin ne demekti? Ömür boyu süren yoksulluk, seks köleliği, insan ticareti, daha başlamadan bitmiş hayatlar demekti. Bir küçük çocuğun, kendi evladının oyuncaklarıyla oynamak istemesiydi. Masumiyetin, ayaklar altına alınıp yok edilmesiydi. Hâlâ kanamakta olan bir yara... Aslında bu bir cinayetti. Maktulü bir çocuk, katili ise toplumun ta kendisiydi. Doğru ya, kız dediğin bacağını kırıp oturacak, susacak ve hizmet edecek, çünkü onlar güçsüz ve aciz. Bir fikir mi beyan edecek? Yok daha neler, anneleri babaları ne güne duruyor. Onlar en iyisini bilirler. Birkaç bilezik, birkaç koyun, belki de bir ev uğruna kararan kalpler... Açıkçası ülkemizde bu denli çocuk gelinlerin bulunması hastalıklı bir toplum düzenine sahip olduğumuz gerçeğini yansıtıyor benim gözümde. Hastalıklı bir zihniyet ve beraberinde oluşan acınası bir toplum düzeni. Bizi hayvanlardan ayıran yegâne şey olan insanlığımızı, kendi çıplak ellerimiz ile paramparça ediyoruz vahşi bir hayvan misali. "Çünkü her hareketin nihai sonucu acıydı ve belki de, insanoğlu bunu bilse, hiç doğmazdı. Belki de daha kötüsü, bütün bunları bilse de doğmaya devam ederdi. Ne de olsa, insandı ve doğası gereği arsızdı. Doğmak için her şeyi yapardı. Gerekirse karnından çıktığı annesinin leşini doğumhanede bırakır, hatta dünyaya ikizine yapışık bile gelir, ama yine de doğardı..." (s.305) Daha kendi ayakları üzerinde durma güçleri bile yokken sorumluluk sahibi olmaya zorlanan kaderi bağlı insanlar… Kaderlerini ve ellerini bağlayan kendileri olsa idi acı dolu nihai sonu hak etmiş diyebilirdik belki, lakin başkalarının ipleri ile boyunlarından asılmaya mahkûm ediliyorlar her seferinde. Çoğu zaman ise kendilerini bekleyen acı sonun farkında olmadan evcilik oynadığını düşünüyor küçük ve masum Derdalar. Fakat ne yazık ki    Fatma Selin Sevim 3   21400152 TURK 102-001   kendilerinin, isteklerinin ve hayallerinin bile farkına varamadan yok ediliyor bu küçük ve renkli dünyaları. Hâlâ izin veriyoruz yeni Derdaların doğmasına. Daha doğrusu doğamadan, yaşayamadan ölmesine. Bunu soğukkanlı bir seri katilden farksız yapıyoruz. Belki de ondan çok daha başarılı bir şekilde. Çünkü çocuk gelinleri acımasızca çaresizliğin soğuk odalarına hapsediyoruz, seri katilin aksine arkamızda hiçbir ceset bırakmadan… Geriye kalan ise bir cesetten bile daha soğuk, daha ölü bir enkaz. Bu cinayetleri engelleyebilecek tek şey ise cehaleti aydınlatmak, hastalıklı şekilde düşünmeye bir son vermek. Kaynakça: Günday, H. (2012). Az : roman. İstanbul : Doğan Kitapçılık, 2011. ÇEK DEFTERLERİ, BANKNOTLAR VE ÖTESİ Hemen her siyah beyaz filmde gördüğümüz ellerinde kokteylleriyle kahkahalar atan bayanlar mı yoksa yine aynı bayanların golf kulüplerinde ellerinde içkileri ve şık takım elbiseleriyle savaşı ve barışı sadece kelimelerden ibaret zanneden eşleri mi daha elit gözüküyor sizce? Elit kelimesiyle pek açık olamadıysam eğer bir de sözde kültürlü, ailesinden varlıklı, iyi eğitimlerinden midir bilinmez son derece ukala ve saç kesimlerinden tutun ses tonlarına hatta eşlerinin ayakkabılarına kadar aynı olan insan tiplemesini denemeliyim. İşte şimdi bir fikir oluşmalı insanın kafasında. Fikirden de öte, bu tasvirimle artık gözümüzün önüne bile gelmeli siluetleri. Peki, kimdir bu insanlar? Nerelere tatile giderler, aileleri kimdir, neden bu kadar varlıklıdırlar, hayatlarında hiç isteyip de alamadıkları bir şey olmuş mudur, bir kere bile çalışmışlar mıdır? Daha da önemlisi bu ‘elit’ insanlar sabah kahvelerini içmeden hatta hava daha karanlıkken işlerinin yolunu tutan, akşam yine aynı insanlar ellerinde koca koca şarap bardaklarıyla televizyonlarının karşısında festival filmleri izlerken işten yeni gelen diğer insanlar kimdir? Acaba ne farkları var bu elit insanlardan yoksa daha mı az kültürlüler? O yüzdendir galiba, kültür kazanına düşüp o kazanda yıkanmamış insanlar gerçek hayat sorunlarını çözmeye çalışırken, bu elitlerin tek sorunlarının evdeki havyarın ikinci kalite olması. Sanki bu büyük bir problem değilmişçesine davrandıysam lütfen bağışlayın lakin bu da ellerden çıkmayan motor yağının, kuruşların uzun uzun hesaplanmasından sonra alınan bir somun ekmeğin üzerine bulaşması kadar büyük bir sorundur kanımca. Hemen herkesin dilinde eşitlik sözcüğü, çok da umursarlar ya (!). Dikkat etmişimdir hep de o kültür kazanından nasibini almış insanlar olur olmadık yerlerde bahsederler bu kelimeden. Ne zaman böyle bir durum olsa ister istemez bir tebessüm gelir yüzüme, konunun ciddiyetinden ve insanların bu noktadaki samimiyetinden değil tabii ki de(!). Sadece ikiyüzlülüğedir benim tebessümüm. Yoksa lafta kalmaya mahkûm düşünceleri dinlemeyi kim sevmez ki? Son moda kıyafetlerini, çocuklarını göndererek övündükleri pahalı okulları ya da konken gecesinden önce gittikleri -her ne kadar müziğe, sanata karşı en ufak bir ilgileri en önemlisi de bilgileri olmamasına karşın- o büyüleyici klasik müzik konserini bile bir yana bırakıp uzun gecelerinin çok mühim beş dakikasını önemli ve de çok muhtemeldir ki çok bilgili oldukları bu konuya ayırdıkları için minnettar olurum. Bir de o yardım geceleri sonrası son moda arabalarında evlerinin yollarını tutarkenki üzülüşleri yok mudur işte o zaman içim parçalanır. Kim demiş zenginler üzülemez diye, kim demiş para her kapıyı açar diye? Bak, açmıyor işte. Kullanmadıktan sonra, sadece lafta kalıp bir de sahte gözyaşlarıyla süslenince açılmıyormuş işte. Herhâlde aslında çok da kolay açılabilecek tahtadan kapılar gözyaşlarının fazlalığından kabarmış da açılmıyor “ ‘Kendi kendine yardım et, Tanrı sana yardım etsin,’ der bu mahallenin beyleri. Seni o halde bırakırlar ki, Tanrı yanına gelsin, elini tutsun, ayaklarını bağlamak için Vezir Hanı’na götürsün. Zamanında kendi kendine yardım etmek kelimesi yoktu bizim millette. Anlaşılan kendi kendine yardım etmenin mucidi Beşiktaş’ta yaşamış olmalı ki burada böyle bir kitap hazırlama ihtiyacı hissetmiş.”(Baronyan,Hagop. İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Çev. Paris Hilda Teller Babek. İstanbul: Can Yayınları, 2014). Bazen aklıma gelir. Acaba o muhteşem güzellikteki şehrin bile, İstanbul’un* bile olduğu gibi zenginlerin de iç yüzü var mıdır? Çok büyük ihtimal yoktur çünkü onlar asla ikiyüzlü değildirler (!) neyseler odurlar. Yani içleri dışlarına sonuna kadar yansımıştır. Özellikle de üç maymunu oynamak onlar için şehir kulüplerine gitmek kadar sık tekrarlanılan bir aktivitedir. Ne zaman ihtiyaç sahibi olan birini görseler büyük güneş gözlüklerinin arkasına sakladıkları gözleri, panik bir hâlde taktıkları kulaklıklarıyla veya etraftan bir tanıdık geçiyorsa gözyaşlarının arkasına sakladıkları asıl yüzleri ile ne kadar dürüst, namuslu ve mütevazıdırlar (!). Yine bazılarının gocundurmuş olabilirim ama yine yanlış anlaşılmasın. Sadece karşılarındakileri üzmemek için yaptıklarını onlar gibi ben de bilirim. Bunu bildiğim gibi yardım etmelerinin zorunlu olmadığını ve onlar üzerine ne benim ne de bir başkasının baskı yapmasının doğru olmadığını da bilirim. Sonuç olarak herkes kendisinden sorumludur ve başkasından yardım beklenmemelidir. Zaten, verilen bir zarf parayla, artık kullanılmayan birkaç kazakla veya mangaldan artan kömürle tüm sorunların uçup gideceğini düşünmek ne kadar akıl kârıdır onu da sorgulamak gerek. Belki bu kış ya da bu okul yılı ihtiyaçlar tamamlandı. Peki ya gelecek yıl? Taşıma suyla nasıl dönecek bu değirmen? Dönmeyecek. O zaman sonu gelmeyecek bir kaynak bulunmalı. Durmadan su taşıyacak birinden bahsetmiyorum tabii ki. Karşılıksız okul bursları gibi daha köklü yardımlardan, devletin katkısıyla daha sağlam atılacak adımlardan bahsediyorum. Pahalı avizeli salonlardan; ülkedeki yetkili kişilerin salonlarına, televizyonlara, hatta meclislere taşınmalı bu tartışmalar. Taşınmalı ki kullanıldıktan sonra bir sene vitrinlere kaldırılan pahalı porselen takımları gibi bunlar da rafa kaldırılmasın. Birkaç düşünceden ve öneriden öteye geçsin. Sadece birkaç okulla, birkaç şanslı insanla ya da bir elin parmağı kadar bile olmayan insanların uğraşlarıyla değil; herkesin gayretiyle ve fedakârlıklarıyla gerçekleşsin. Hiçbir şeyin adil olmadığı bu dünyada, bari eğitim alma hakkı herkese verilsin ki muhtaç olunmasın birilerine. Utanıp sıkılmak zorunda kalmasın birileri. Bazıları da bunu kendilerine pay çıkarmak için kullanmasın. Çünkü yalnızca ihtiyaç sahiplerini değil, herkesi düşünmek lazım. Bir tiyatrocu için bile yeterince zor olan gerçekçi bir ağlamayı nasıl yapsın, bu kendilerine pay çıkarmaya dünden hazır insanlar? Bir de kameraların hemen önünde daha role bile giremeden. *İstanbul’un İç Yüzü (Karay, Refik Halit. İstanbul: 1939) (Baronyan,Hagop. İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti. Çev. Paris Hilda Teller Babek. İstanbul: Can Yayınları, 2014. DENİZ ERGÜN Rana Kaplan Tüketim Empozesi Bireylerin hem kendilerinden hem de toplumdan kaynaklanan sorunları vardır. Tüketim sorunu bu sorunların başında gelen sorunlardan biridir. Gerek reklamlar gerek de insanın sürü psikolojisine sahip olmasından faydalanarak markalar insanları, onlar farkında bile olmadan tek tip hale getiriyor. Tek tip insan olmak onların hem fiziksel görünüşlerinde hem de karakterlerinde bariz bir şekilde etkili oluyor. Aynı markaların aynı kıyafetlerini alıp, aynı şekilde tepkiler veren bu insanlar aynı zamanda toplumda zaman içinde oluşan güzellik algısına uymaya çalışıyor. Tüketimin empoze edilmesi ve bu empozenin sürmesi için en etkili başlangıcın çocuklar olduğunu bilen firmalar ve markalar uzun süredir özellikle kız çocuklarının ellerinden düşmeyen Barbie bebeklerinin görünüşlerinin asıl güzellik olduğunu çocukların bilinç altına kodladıklarından ergenlik yaşına gelen kızların saçlarını sarıya boyatması, mavi lens takması, hatta bazı insanların sırf Barbie’ye benzemek için bir dizi estetik ameliyat geçirmeyi göze alması kaçınılmaz oluyor. Sonucunda olduğu gibi güzel olduğunu kabul etmeyen, aynaya baktığında kendini beğenmeyen ve en önemlisi kendini sevmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Bu insanların böyle hissetmesinin yani kendini sevmemesinin en büyük sebeplerinden biri de reklamlar. Reklamlar ile insanların çok kolay manipüle edildiğini bilindiğinden firmalar adeta reklam yarışındalar. Hangi firma daha uzun süren reklamlar yayınlatırsa ve ya billboardlara reklamları olursa satışları da ona paralel olarak artıyor. Satışlar arttıkça insanlar da çevrelerindekilerin o yiyecekleri, içecekleri ya da o kıyafetleri tükettiğini ya da kullandığını gördükçe kendileri de aynı şeylere sahip olmak istiyor ve bu süreç bu şekilde devam ederek gidiyor. Hatta ve hatta yemek yediği yer ile toplumdaki statüsünün belirlendiğini düşünen insanların da sayısı küçümsenemeyecek kadar çok. Sadece gençlerin değil yetişkinlerin de bu yarışın ve tüketim çılgınlığının içindeler. Günümüzde plaza insanı denilen bir kavram anlam kazandı. Giydikleri kıyafetlerin markalarından, içtikleri kahvelere, yedikleri restoranlardan kullandıkları dile kadar her şeyiyle birbirlerinin aynı olan bu plaza insanları insanlığın ne kadar robotlaştığının en güçlü kanıtlarından. Üretimin asla durmaması ve sürekli yeni ürünlerin piyasaya sürülmesinden dolayı insanlarda tüketim hastalığı baş gösterdi ve insanlar sahip olduklarıyla yetinememeye başladı. İsteyerek ve beğenerek aldıkları hiçbir ürünü yeterli görmeyerek hiç durmadan daha iyisine ve daha güzeline sahip olma yarışına girdiler. Bu aç gözlülük insanların hayatlarından dahi zevk alamamasına neden oldu. Tek tip insan olduklarının çoğunlukla farkında bile olmayan insanlar aslında gerçek kimliklerinin yitirdiğinden davranışlarının ve yaşadıkları kimlik karmaşasının farkında olamıyorlar. Çevremize baktığımızda kendi arkadaş çevremizde bu kimlik karmaşasındaki insanları görebiliyoruz. Eskiden tanıdığım ve karakterini, tepkilerini bildiğim birinin bir Barbie – insana dönüşmesine tanık olduktan sonra bu olanların farkına varmaya başladım. Kahverengi saçlarını platin sarısına boyatıp ve mavi lens taktıktan sonra tabii dudaklarına silikon yaptırmayı bir gereklilik olarak görmüş. Aynı değişim kişiliği ve tepkilerinde de etkili olmuş tabii. Kısaca tamamen farklı bir insana dönüştürmüş kendini. Sonuç olarak bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu etrafımızdaki tüketim hastalığına çekiliyoruz. Olduğumuzdan farklı görünmeye ve farklı davranmaya itiliyoruz. Bu etkileri tamamen durduramasak dahi en azından farkında olarak ve buna yönelik bilinç geliştirerek neye maruz kaldığımızı anlayabiliriz ve bu şekilde negatif etkileri azaltabiliriz. Olmadığımız biri gibi davranmak zorunda değiliz. Hiç kimse tek tip olmak zorunda değildir tüm insanlar farklılıklarıyla farklı renkleriyle güzeldir bu güzelliği muhafaza etmek için elimizden geleni yapmalıyız. Maymunadamın Uzaya Sıçrayışı Esasında hayvanlardan farklı değildik. Bunu sadece ben değil ünlü evren bilimci Stephen Hawking de kendine özgü konuşma stili ile dile getiriyor. Hatta diğer hayvanlardan ayrılmamızı ve onların önüne geçmemizi sağlayan adımın eşsiz hayal gücümüzden kopup gelen ve sadece insanoğluna özel olan konuşma yetisine bağlıyor. Hayvanlar arasından yaptığımız bu sıçrayışı, insanoğlunun konuşmayı öğrenmesi ile neden bağdaştırdığını bilmiyorum ancak üzerinde fikir yürütürsek belki de kendisinin bu hayvanüstü konuşma yetisini ALS hastalığı yüzünden kaybetmesine kadar gelebiliriz. Neyse ki yine hayal gücümüzden gelen teknoloji var da Stephen Hawking, 1997 yılından bu yana bir bilgisayar yardımıyla dış dünyaya makine ile olsa da sesini duyurabiliyor. Arthur C. Clarke da “2001: Bir Uzay Efsanesi” adlı ünlü bilim kurgu romanında insanoğlunun nereden ve nasıl geldiği sorularını Steven Hawking'in düşüncelerine benzer paralellikte anlatmaya çalışmış. İkisinin de bu konu hakkındaki düşünceleri arasında olan tek fark Hawking’in görüşündeki gibi eşsiz hayal gücümüzden gelen konuşma ve dinleme yeteneği ile değil de, bundan tam 3 milyon yıl önce Afrika’daki bir maymuninsan sürüsünün yaşadığı mağaranın hemen dibinde bir gece ansızın beliren monolit sütuna bağlaması. Maymuninsanların bu sütun ortaya çıkmadan önce diğer hayvanlardan amaç ve yöntem açısından pek bir farkları yoktu. Ancak monolit sütunu onlara diğer hayvanlardan üstün kılacak bir özellik olan alet kullanabilme yetisini verdi. Bu yeti 3 milyon yıl sonra uzaya çıkmalarını sağlayacak olan teknolojik gelişmeleri icat eden insanoğlunun sanki en ilkel, yaratma ve geliştirme yeteneği gibiydi. Eğer yönetmen Stanley Kubrick tarafından kitabın beyaz perdeye aktarılmış halini izlerseniz, bir sahne dikkatinizi çekecektir. Maymuninsanın ilk ilkel aleti olan yaban domuzu kemiği, havaya atıldıktan ve kemik yükselip çıkabileceği en yüksek noktaya çıktıktan sonra sahne birden 3 milyon yıl sonrasına giderek belki de insanoğlunun yarattığı en karmaşık alet olan uzay gemisine dönüştürülür. İşte bu geçiş sahnesi bizim gelişim sürecimizin başlangıcı ve sonrasında geldiğimiz noktayı temsil eder. 3 milyon yıl önce maymuninsan, karşısında bir anda gördüğü monolit taşını anlamlandıracak bir bilince sahip değildi. Fakat bu taşın başlattığı Matthew etkisi ile diğer hayvanlardan üstün hale geldi ve yarattığı makineler yardımıyla Ay’a gidebilecek yeteneğe sahip oldu. 3 milyon yıl önce karşılaştığı bu taşı, bu sefer taşın maymuninsanı değil de, taşın yaydığı manyetik alan ile kendisi buldu. Ancak bu sefer sorgulama bilincine sahip olduğundan bunun ne olduğunu öğrenmek için Saturn’den aldığı benzer manyetik sinyalin peşinden gitti. Peki ya neden monolit taşından sonra her şey değişti veya o taş ne idi? Ben bu taşı iki şekilde anlamlandırmaya çalıştım. İlk olanı zaten kitaptaki insanoğlunun da düşündüğü gibi, “acaba bu taşı uzayın farklı galaksilerinde yaşayan ve bizden çok daha gelişmiş dünya dışı medeniyet yerleştirmiş olabilir mi” sorusu. Bu soru, her insanın kendi kendine bir kez de olsa düşünmüş olduğu “belki de akvaryumdaki balıklar gibi biz de yapay bir dünyanın içindeyiz ve bizden çok daha gelişmiş varlıklar bizim üzerimizde deney yapıyor” fikrine çok benzer. Yani monolit taşı gelişme potansiyeli olan maymuninsanları gözlemek için Samanyolu Galaksisi’ne yerleştirilmiş birkaç nöbetçi olabilir. Kim bilir belki de insanoğlu ile yüzyüze geldiğinde sahipleri olan gelişmiş medeniyetlere mesaj yolluyordur. Diğer anlamlandırma çabam ise din üzerine kurulu. Maymuninsana yetenek kazandıran ilahi güç yani monolit sanki tanrıyı temsil ediyor. Tabi ilk karşılaşmada maymuninsan bunu kavrayacak zekaya sahip değildi. 3 milyon yıl sonra tekrar karşılaştığında zaten bu ilahi gücü binlerce yıldır bir şekilde cevaplamaya çalışıyordu. Ay’da bulduğunda ise peşinden gitmeye çekinmedi. Saturn’e vardığında ise gördügü dev monolit taşının aslında diğer evrenlere açılan bir kapı olduğunu gördü. Kitabın sonunda yıldız çocuk doğuyor ve bu çocuk galaksiler arası fiziksel kanunlar olmadan rahatça dolaşıyor. Sanki bu da bize öldükten sonra vaat edilen yaşam gibi. Tanrıyı buluyor ve tamamen fiziksel dünyadan kopup sadece bilinç olarak devam ediyoruz. Gelişimimizin son noktası… Yaren Koca 21502306 TURK102-1 İnsanlar, Getirdikleri ve Götürdükleri Hiç bazı şeyleri unutmak istediniz mi? Ortaokul aşkınızı, anaokulunda altınıza yaptığınız için sizinle dalga geçilen o utanç verici anıyı, yaşadığınız büyük acıları, ilk evcil hayvanınızın ölümünü… Ya da bir insanı mesela. Bir insana dair her anıyı, aklınıza düştüğü en küçük milisaniyeleri bile öylece unutmayı, geçtiğiniz yerlerin, birlikte dinlediğiniz şarkıların tamamen yabancılaşmasını istediniz mi? Bir insana tekrar yabancı olmak istediniz mi, hiç tanımamışçasına? Diyelim ki teknoloji çok süper ilerlemiş ve kafa derinize tuhaf kablolar bağlayıp sizi sıfır zararla istediğiniz anılardan ve hislerden kurtarabilecek duruma gelmiş. Bir sürü laboratuvar önlüklü insanlar size sadece anlamsız dalgalar olarak gelen o bilgisayar ekranındaki şekillerin sizin beyninizin içi olduğunu iddia etmişler ve size birkaç soru sorduktan sonra on yedinci sıradaki dalgayı gösterip diyorlar ki, bu o. Silmek istediğiniz o anı. Saatler, haftalar süren bu prosedürün ardından sıfırdan başlayabileceksiniz. Siz yarı bilinçliyken, bu insanlar bir koşuşturmaca içinde bir yandan kod falan yazacaklar, bir yandan on yedinci dalgayı silip yenilemeye çalışacaklar. Minimum acılı ve üstelik ucuz… Kimi açılardan bu fikir insanın kanını dondursa da cazip gelmiyor değil, biliyorum. Düşünsenize, rahatsızlık verici hislerin sonsuza dek gittiğini. Rahatsızlık verici insanların, sizi incitmekten biraz olsun çekinmemiş o korkusuz ve ruhsuz bireylerin pılını pırtını toplayıp aklınızda yerleşmiş olduğu o kirli köşeyi terk ettiğini düşünün. Şimdi size daha çekici bir formda soracağım aynı soruyu; o acı verici dakikalarınıza sebep olan insanların zihninizden yok olmasını ister miydiniz? Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) adlı filmdeki Joel Barish, bunu kabul ediyor. Yukarıda biraz fantezilerimle süslemiş olduğum ama ana fikri bu anlattıklarım şekilde olan bu operasyondan geçmeye razı, çünkü öyle bir acı ki yaşadığı, tek istediği şey yok olması. Aklıma şey geldi, lisede bir arkadaşım korku filmi izlemişti, amatör bir belgesel gibi çekilen bu Türk yapımı filmden (içeriği az çok tahmin ediyorsunuzdur) o kadar çok korkmuştu ki, “Yeter artık ne olacaksa olsun ben kurtulmak istiyorum korkmaktan” demişti. Tuhaf. Hiç teslim olacak kadar bıktınız mı? Lise arkadaşım bıkmış. Joel de bıkmış anlaşılan. Sevdiği ve bir zamanlar tarafından sevilmiş olduğu kadını, Clementine’ı, tanıyamayacak kadar unutmak istemiş. İşin ortasında pişman oluyor ama, bu konumuz değil. Zaten filmi anlatırsam keyfi kalmaz. Bana böyle bir seçim sunulsa, reddederdim sanırım. İronik, biliyorum, o kadar reklam yapıp ballandıra ballandıra anlattıktan sonra böyle demem sinir bozucu olabilir. Ama nasıl silerim ki anılarımı? Bir gün, bilişsel psikoloji dersinde hocam hafıza dediğimiz olgunun kişiliğimizi oluşturduğunu söylemişti. Yaşadığımız her saniye, tecrübe ettiğimiz her zerrecik bizi oluşturmak üzere şekilleniyor. Kimi tecrübeler bu fenomende bazılarından daha az etkiye sahip bile olsa dahi o kadar kıymetli ki, insan yok etmeye nasıl kıyabilir? Ben insan zihnini bu denli büyüleyici bulan biriyken, ondan ufak ufak kopararak ona zarar verirsem kendimle çelişirim. Yaren Koca 21502306 TURK102-1 Acı olsun, korku olsun, mutluluk olsun, aşk olsun her biri kendine has ve mucizevi reaksiyonlar. Bu reaksiyonların en önemli ve büyük parçası ise insanlar, malum, sosyal yaratıklarız. O yüzden anıları ya da insanları silmek bizlerden kimliğimizi alıp götürür sadece. Clementine’ın aksine, Joel bunu geç de olsa fark etmişti. Sonuçlarına katlanmak zorunda kalsa da… O zaman şimdi sizlere, aynı soruyu, daha farklı bir formda tekrar soruyorum. Sizi siz yapan şeylerden vazgeçmek ve onları sonsuza dek yok etmek ister miydiniz? İnsan Olmak Yorgunsunuz; yoğun bir iş gününü geride bırakmışsınız. Eve gelmiş, kendinizi kanepeye atmış, televizyon izliyorsunuz. Sıradan bir gün daha. Televizyonu kapıyorsunuz. Ertesi gün erkenden iş var, uyumanız lazım. Yatağınıza girip daha rahat uyuyabilmek için bir iki dönüyorsunuz. Gözleriniz kapandı. Sabah olmuş. Saatinize bakıp işe gitmeden kahvaltı yapabilecek miyim ki diye düşünüyorsunuz. Yataktan kalkıp birkaç esneme hareketi yaptıktan sonra odanızın perdelerini açıyorsunuz. Evinizin önündeki market pek çok insan tarafından yağmalanıyor, insanlar kaçışıyor. Çığlık, ağlama, silah sesleri… Soluk ciltli, çirkin, “ölü” gibi bir adamın, başka birinin kolunu ısırarak kopardığını ve yediğini görüyorsunuz. Tüm sokak kırmızıya boyanmış… En azından benim neslimden herkes, “gerçekten bir zombi istilası olsa nasıl olurdu, ne yapardım” diye düşünmüştür. Biyoloji bilgilerimize dayanarak böyle bir olayın gerçekleşme imkânının olmadığını bilsek de, nedenini anlayamadığım bir şekilde, zombiler tarafından işgal edilmiş bir dünyayı ve hayatta kalabilmek için neler yapacağımızı hayal etmek gerçekten keyif verici. Yukarıda bahsettiğim sahne de birkaç küçük değişiklik ve eklemeyle bu hayalin başlangıcı olmakla birlikte, zombi istilasını konu edinen neredeyse her eserin klasikleşmiş bir parçası. Yürüyen Ölüler de bu eserlerden biri. Ancak Yürüyen Ölüler, diğer klasik zombi hikâyelerine göre çok daha farklı ve ileri bir noktada. Yürüyen Ölüler, diğer zombi hikâyelerinin aksine, aksiyondan ve insanların zombiye dönüşmesinin açıklamasını yapmaktan (kötü bilim adamları tarafından üretilen bir virüs vb.) olabildiğince uzak durmuş ve çok daha önemli bir noktaya odaklanmış: İnsan olmak. İnsanı insan yapan değerleri savunarak hayatta kalmanın mümkün olmadığı bir dünyada, yaşam mücadelesinin yanında insan olarak kalabilme mücadelesi de veren bir grubun öyküsü Yürüyen Ölüler. Günümüz dünyasına da bir eleştiri aslında. “Zombi” kelimesi kulağa çok abartılı mı geliyor? Bir süreliğine kelimeyi “kapitalizm” ile değiştirelim. İnsanların para kazanmak için kendilerini insan yapan en önemli şeylerden birini, etik değerlerini kaybettiği sistem. Güçlü olanın kazandığı, diğer bir deyişle, sanki insan olmamızın bir anlamı yokmuş gibi bizi doğa kanunlarına terk eden, bizi doğada aynı av için savaşan aslan ve sırtlana çeviren, bizi hayvan yapan sistem. Anneannem gördüğü her adaletsizlikte, “Biz salağız aslında çünkü bu dünyada çalmayana salak derler!” gibi cümleler kurardı. Geçmişte insanlara uzattığı yardım elinin kendisi ihtiyaç duyduğunda ona uzatılmamasına çok bozulur, sinirlenir ve aslında kendisinin saf olduğunu düşünerek kendini suçlardı. Benzeri durumları herkes yaşamıştır. Daha basit bir örnek vermek gerekirse, birisi kopya çekerek benden yüksek bir puan aldığında, ben de bu haksızlığa sinirlenip “O zaman ben de bundan sonra kopya çekeceğim!” dedim pek çok kez. Hatta demekle kalmadım, çektim de. Fakat bu, benim kendi değerlerime ihanet etmemdi aslında. İşte Yürüyen Ölüler, şartlar ne kadar zor, adaletsiz olursa olsun, doğruyu yapmanın önemini anlatıyor; çünkü insanı insan yapan, doğru ve yanlışın farkında olabilmesi… Yürüyen Ölüler’i diğer klasik zombi eserlerinin önüne geçiren diğer önemli etken ise, karakterlerin psikolojilerini ön planda tutması. “Zombiler” gerçekçi olmasa da, karakterler, kazanacakları belli duygusuz süper kahramanlar değil, günümüz dünyasından çıkmış gerçek insanlar. Herhangi bir olay yaşandığında, olayın karakterlerin her birini nasıl etkilediğini ve bu etkinin karakterlerin hareketlerine nasıl yansıdığını o kadar güzel anlatıyor ki siz de o karakterlerle aynı psikolojiye sahip oluyorsunuz, bir davranışın nedenini çok daha rahat kavrıyorsunuz. Sonuç olarak Yürüyen Ölüler, klasik bir zombi hikâyesi değil, klasik bir süper kahraman çizgi romanı hiç değil. Yürüyen Ölüler bize her zaman doğru olunabileceğini anlatan güzel insanların hikâyesi… HELİN KARAKUŞ TEZER ÖZLÜ VE SORGULAYIŞLAR ÜZERİNE Aidiyete aykırı olma durumu, kurallarla var olmaktansa var olmama arzusu, farklısın onlara uymuyorsun diye yakıştırmalara maruz kalmak ve gam dolu bir biçimde hayatın anlamını aramak; işte Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk kitabı tam olarak bunlardan bahsediyor. Yaşamını, amacını, sırf öyle olması gerektiği için gerçekleştirdiğin bütün eylemlerini sorguladığın ve en sonunda bu kadar sorgulamak iyi değil ne de olsa; baksana be kitaba arayışlar, sorgulayışlar kime mutluluk getirmiş ki deyip eski günlerine geri dönerek rutin yaşamını sorgulamadan sürdürdüğün ama en derinlerde bir yerde iz bırakan bir kitap. Benim fikrimce farklı olmak, topluma ters düşmek en büyük cesarettir çünkü insanın yalnız var olamayacağını, dışlanmanın ve bireyselliğin onu hep mutsuzluğa sürükleyeceğini düşünürüm. Belki de bu düşüncem cesaret edemeyip kabullenişlerimden geliyordur ama Özlü öyle bir kadın değil, çok güçlü bir kadın. Öyle ki evlenmeyi, namusu, para kazanmayı hatta giyinmeyi bile reddeden ama yıllardır bunları yapmak zorunda olduğu için acı içinde kıvranmış, nihayetinde kendini yollara atıp intihar mektubu niteliğindeki bu kitabı bizlerle paylaşarak belki de duygularını hafifletmiş birisi. Gerçekten ne enteresandır değil mi, insan kendine bile tahammül edemezken bir ömür birine tahammül etmesini beklemek, evlenmeyince evde kalmış bir de konuşuyor diye yakıştırma yapmak, hali vakti yerinde bu adamın diyerek insanı bir ömür boyu mutsuz edecek bir birlikteliğe sürüklemek. İki kere evlendim diyor Özlü kitabında, sırf ağızlar kapansın diye demeye getiriyor; yuva kurulmayacak bir insanla yuva kurmanın onu ne denli mutsuz ettiğini belirtiyor. Öyle değil mi ne de olsa? Bir gün bir erkek ertesi gün başka bir erkekle olma durumu iffetsizlik yakıştırması, kıyafetin, saçın, başın, gülüşünden, oturuşuna kadar seni zan altında bırakan her türlü davranışla, onların yarattığı gibi olmaya çalışıyorsun. Düzenli bir ev, düzenli arkadaşlar, düzenli bir ilişki bunlar mı gerçekten bizi mutlu eden şeyler peki? Düzen kavramına birileriyle var olup ayakta kalmaya öylesine alışmışız ki bireysel özgürlüğümüzü, gerçekte kim olduğumuzu fark edemeyecek noktadayız. Özlü de yıllarca bizim gibi yaşamış bir kadın, kitaptaki gamlı tavrı ve adeta intihar eğilimi uyandıran anlatım biçimi de bundan geliyor sanırım. Yabancı insanlar, yabancı mekânlar, otel odaları ona aynı evde yaşadığı adamın verdiği mutluluktan çok daha fazlasını veriyor ne de olsa ancak ömrünün çoğunu onu mutlu etmeyen şeylerle harcadığını düşündüğü için bu kadar sitemkâr ve mutsuz belki de. Ben ne yapıyorum peki, diyor insan, ne için olduğunu sorguluyor yaptığı onca şeyin. Yaşamımın belki de en güzel yıllarını okulda, sınavlarda, derslerde harcadım ve harcıyorum. Ödevim yetişmedi diye defalarca ağladığımı, sınavım kötü gelirse diye geceleri uyuyamadığımı bilirim ama neden olduğunu, ne için olduğunu bilmiyorum işte. İşim gücüm olmasa, çok da para kazanmasam ne olur diye düşündüğümde aklıma hep ne gelir biliyor musunuz? Başka insanlar, yargılayıcı bakışlar ve hor görmeler. Aslında korktuğum şey başarısız olmak değil, başka insanların beni başarısız olarak görmesi sonuç olarak. İşte belki de bir gün gelecek ve insanoğlu tüm bu şeylerden sıyrılarak bireysel özgürlüğünü ve gerçek arzularını keşfedecek. Eline bilgisayarı alıp buradan bireysel özgürlük, kendini keşfet, özgür ol demek kolay ne de olsa diye düşünüyorsunuz biliyorum ve belki de çok haklısınız. Kendim de diyorum ya zaten, kitabın bende bıraktığı, kafamı kurcalayan ve başlayınca düşünmeyi bırakamadığım, esasına bakarsanız gönülden inandığım şeyler de bunlar. Ancak sindirilmeye, toplumun ve kuralların bir parçası olmaya öylesine alışkınız ki; ne de olsa fazla sorgu gam getirir, kaosa sürüklemekten başka bir şeye sebep olmaz diyerek klasik hayatımıza devam etmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Cem Kutlu Mektuplar, İki Bilim İnsanı, Biraz Bilim ve Bir Tutam Aşk Einstein ve ilk eşi Mileva Maric’in 1897-1903 yılları arasında birbirlerine yazdıkları aşk mektuplarını ele alan Albert Einstein & Mileva Maric: Aşk Mektupları, Einstein gibi önemli bir bilimadamının özel yaşamını ve bilimsel çalışmalarının gölgesinde kalan, hemen hemen hiç bilinmeyen âşık yönünü okuyucuya aktarıyor. Bahsi geçen mektupları Almancadan İngilizceye çeviren çevirmen, Shawn Smith, “On üçüncü mektuba kadar Einstein’la Maric’in birbirlerine resmi bir şekilde ‘siz’ diye hitap ettiklerine dikkat edilmelidir, ilk kez on üçüncü mektupta daha samimi olan ‘sen’ kullanmıştır” diyerek Albert Einstein ve Mileva Maric’in birbirlerine karşı ne kadar saygılı ve mesafeli olduklarını belirmiştir. Elli dört adet mektubu içeren bu kitap, Einstein ile Maric’in Zurih Federal Teknoloji Enstitüsü’nde birlikte okudukları günlerden her biri kendi memleketinde, birbirlerinden ayrı oldukları dönemlere kadar çok farklı zamanlarda ve mekanlarda yazılmıştır. Bilim insanlarının romantizme, aile kurmaya, bir ilişki yaşamaya daha az vakit ayırdığını, hatta zaman zaman ayıramadıklarını düşünürdüm, Einstein ve Maric’in aşk mektuplarını okudukça yanıldığımı farkettim. Çoğumuz Albert Einstein'ı, yüzyıla yakın zaman önce yaşamış olmasına karşın hâla adından söz ettiren çalışmaları ile tanımışızdır. Einstein ile ilk eşi Mileva Maric, Zurih Federal Teknoloji Enstitüsü'nde benzer yıllarda fizik bölümünde üniversite eğitimlerini alırken tanışmış ve birbirlerinden hoşlanarak mektuplaşmaya başlamışlardır. 1897-1903 yılları arasında Einstein ile Maric'in birbirlerine yazdıkları mektupları inceledikçe, Einstein'ın Einstein olmadan önceki akademik gelişim sürecine tanıklık ediyor, onun da çoğu insan gibi duyguları olduğunu ve sırılsıklam âşık olabileceğini, tabiri caizse gözünün aşktan kör olabileceğini görüyoruz. Einstein yüreğindeki derin sevgi ve tüm içtenliğiyle Mileva Maric ile ilişkilerini ailesine anlatıyor ve annesi ilişkilerine acımasızca karşı çıkıyor. Annesi konuyu iyice abartıyor ve Einstein’a “Tıpkı o da senin gibi, o da bir kitap ama senin bir karın olması lazım” diyor ve acımasızca ekliyor: “Sen otuz yaşına geldiğinde o yaşlı bir cadı olacak.” Fakat Einstein biraz gençliğin verdiği tecrübesizlik ve sevgili Dollie’si Mileva Maric’e olan sevgisinin gözünü kör etmesi nedeniyle pek aldırış etmiyor. Einstein annesinin tavrı hakkındaki düşüncelerini Mileva Maric’e şu cümle ile açıkça ifade ediyor: “Bu tavırlarının beni kızdırmaktan öteye gitmediğini şimdilik anladığı için bir süredir beni “tedavi” etmekten kaçınıyor. “ Özellikle Einstein tarafından yazılan mektuplarda dikkat çeken bir diğer unsur ise mektupta akademik konulardan da bahsediyor olması. Mileva Maric’in de bir fizikçi olması nedeniyle Einstein neredeyse her yeni mektubunda Maric’e fizikle alakası olmayan insanlar için neredeyse anlaşılması imkansız olan, ancak Mileva Maric için anlaşılması zor olmayan cümleler kuruyor; “Thomson etkisini araştırırken K’nın T’ye bağımlılığını belirlemek için senin kullandığın yönteme benzeyen ve aynı zamanda bu tür bir araştırmayı da gerektiren değişik bir tekniğe başvurdum. Keşke yarın başlayabilseydik! Bedeli ne olursa olsun Weber’le iyi geçinmek zorundayız çünkü en iyi donanımlı laboratuvara o sahip.” Einstein’i büyük bir bilimadamı yapan özellik tam olarak burada ortaya çıkıyor, Mileva’ya ne kadar âşık olursa olsun, ona sevgi sözcüklerinin yanısıra meslektaşı olması nedeniyle aşk mektuplarına bile bilimi katmadan duramıyor, büyük bir heyecanla akademik hayatındaki gelişmeleri de sevgilisine aktarıveriyor. Bu kitabı okudukça Einstein hakkında yetersiz bilgim olduğunu farkettim; hem onun mesleğini ne kadar ön planda tuttuğunu hem de hiç bilmediğim duygusal yönü hakkında bilgi sahibi oldum. Einstein ne kadar âşık olursa olsun o duygu selinin arasında bile bilimi ihmal etmiyor, mesleğine duyduğu sevgiyi her fırsatta gözler önüne seriyordu, çok sevgili Dollie’sine yazdığı mektuplarda bile... PEMBE HAYALLERDEN SİYAH SONLARA… Kadın olmanın nefretini ve cezasını, kısacası bunun bütün yükünü ömür boyunca sırtında taşıyanlar… Ezenler bir yanda, ezilenler diğer yanda… Yıllardır bizleri yiyip bitiren bir hastalık gibi asla son bulmayan töre… Ardındaki masum ve çaresiz kurbanları… Hayat neden zalimdi bu kadar onlara karşı? Neden töre adı verilen ve normal bir şeymiş gibi kuşaktan kuşağa aktarılan bu kara bulut hala kadınların üstündeydi? Kadınların aldığı nefes hangi ara bu kadar değersiz olmuştu? Türk toplumunun gizli kanunu haline dönüşen bu zihniyet, namusumu temizliyim derken daha da kirletmekten başka hiçbir şey değildi aslında. Bunun farkına varmak ve bunu sonlandırmak kolay değil evet, ama yüzyıllar öncesinde bile kadınlar el üstünde tutulurken, şu an yaşadığımız bu modern dünyada bunu anlamak bu kadar zor olmamalıydı. Bir kadının hayatı, babası, abisi veya kocasının elinde olmamalıydı bir namus meselesi uğruna. “Ah şu erkekler! Aynıydı hepsi. Babası da, kocası da, diğerleri de aynı hamurdan yoğrulmuşlardı sanki. Doğacak çocuk erkek olmuş, kız olmuş ne fark ederdi? Evlat değil miydi ikisi de? İkisi de kendi kanından, kendi canından vücut bulmuyor muydu?” (TAN, PEMBE VE YUSUF, 166). Canan Tan’ın kaleminden dökülen bu kelimeler daha ne kadar güzel anlatabilirdi bu zalimliği. Ve baktığımızda tam da bu sözlerde başlıyor bir erkeğin nankörlüğü. Onu doğuranın, ona can verenin kadın olduğunu bile bile, gözünü bile kırpmadan canını alması hangi erkekliğe sığardı? Hiç şüphesiz sığdırdılar. Namusları uğruna yaptılar bu zalimliği. Evet, gel gelelim “namus” mevzuuna. Bizler için sadece beş harfli bir kelime bu. Ama bunun cezasını canıyla ödeyen kadınlarımız biliyor gerçekten ne demek olduğunu. Hele bir sevmeye görsünler? Her bir zerrelerine kadar ödüyorlar cezasını. Çünkü öylesine hiçleştirildiler ki, sevmek ne kelime, evden dışarı adım atmak onlar için bir ödül haline dönüştü artık. Pembe de annesi Keder gibi hiçleştirilenlerdendi hiç şüphesiz. Çocuk gelin olan annesinin talihsiz yazgısı, Pembe’nin hayatıyla son bulan bir alın yazısı oldu. Sonunda kendi canına kıyıverdi kızcağız, sırf zavallı kardeşini, Yusuf’unu bu yükten -töre denen canavardan- kurtarabilmek için. Evet, artık bir alın yazısı olarak görülüyor bu zalimlik. Töre adı verilen namusunu, onurunu kurtarmak adına bir kadının canına kıymak kör ediyor insanları. Bu kadar basitleştirilebilir bir şey mi ki bu? Hayır. Olamaz… Olmamalı… Canan Tan, Pembe ve Yusuf’ta aslında bunu anlatıyor her kelimesinde. Töre denen lanetin içimize nasıl sinsice işleyip, bir kızın kendi canına kıyışını. Ve aklımda tabii ki de “keşke”ler oluşuyor kitabın her bir kelimesini okurken. Keşke Pembeler ve Yusuflar sadece romandaki karakterler olarak kalsa hayatımızda. Keşke bu kötü kaderleri sadece romanlarda yaşasalar. Kitabı okusak, bitse ve böyle bir şeyin gerçek hayatımızda gerçekleşme ihtimalinin olmadığını düşünüp rahatlayabilsek. Kadın olmak… Cinsiyetine göre yaşayıp yaşayamamak... Töreye kurban gidenlerin erkekler değil de kadınlar olmasından söz ediyorum. Normal bir şeymiş gibi benimsenen yazgıya erkeklerin hükmetmesi. Ölenler neden hep kadınlar oluyor bir kere bile düşündünüz mü? Bana soracak olursanız bunun en büyük kaynağı eğitimsizlik. Neden mi? Çünkü töre diye akla ve mantığa, asla ve asla sığdırılamayacak olan şey, ancak insanların bilgisizliğinden çıkabilecek türden bir acımasızlık olabilir. Daha ötesi olamaz. Bu zihniyet nasıl erkeklerin beynine ve hayatına işledi, ne zaman insanların gerçekleri görememesine sebep oldu, diğer hemcinslerimgibi tek soru işaretim bu. Ya da en basitinden, kadının ne kadar yaşayacağına karar veren, onun hayatına zaman biçen şey bir erkek olmamalı. Ne bu kibir, ne bu öfke ki, gözlerinde bir kadını hayvanlardan bile değersiz görüyorlar. Gözlerine perde gibi inen bu gölge ardında neler bırakıyor onları bile düşünmüyorlar. Ana… Evlat… Bacı… Fark etmiyor işte. Sırf kadın diye öldürülmeleri isteniyor. Kadın olmak akıntıya karşı kürek çekmekti aslında bu coğrafyada. Olay bu. Bir yanlış mı yaptı? Öldür. Evden dışarı adımını mı attı? Öldür. Gönlünü birine mi kaptırdı? Yine öldür. Her bir çiçek böyle solup gidiyor işte Pembe gibi. Her biri birbirinden güzel çiçekler siyaha dönüşüyor… KAYNAKÇA: Tan, Canan. Pembe ve Yusuf. İstanbul: Doğan Kitap, 2014 MERVE TUĞÇE AYSAN İ B R BÜTÜNÜN PARÇALARI Dilara AKINCI ğ Madımak yangını, Hrant Dink cinayeti ve di er faili meçhul bir çok cinayet, patlayan bombalar, ölen gençler hepsi bu ülkenin gerçekleri. Hepsinin altında yatan sebep nefret, kin, hırs ve cahillik. Sen alevisin, sen Ermenisin, sen Kürtsün, sen Türksün ğ diye diye birbirimizi tüketece iz neredeyse. Oysa sen insansın diyebilseydik bu kadar acı, bu kadar ölüm belki de hiç ş ğ ya anmayacaktı. Bütünlü ümüz hiç bozulmayacaktı. ğ Bu ülkenin bir güzelli i var. O kadar farklı kültürlere ğ ş ğ yüzyıllardır ev sahipli i yapmı ki artık biri olmadan di eri ş ş Ş anlamsızla mı . arkılarımız, türkülerimiz, yemeklerimiz, ş ş deyimlerimiz, espri anlayı ımız bile birbirinin içinde erimi , ş ş ğ ş kayna mı . Bu güzelli i yok ediyoruz. Ötekile tiriyoruz. Haydar ğ ş ğ Ergülen kitabında kendi çocuklu unu örnek vermi . Alevi oldu u ğ için din ö retmeninin ona her dersin sonunda zorla namaz ş kıldırmaya çalı ması gerçekten bugün ki durumumuzu daha iyi ş ş ş anlamama yardımcı oldu. Bir eyler zaten eskiden beri yanlı mı ş ş ğ ama bu yanlı gitgide büyümü . Onarılamaz de il ama her gün ş ş ş kanayan bir yaraya dönü mü . Ne kadar da yanlı . Ne kadar da ş ğ ş ğ gereksiz eylerle u ra ıyoruz bakıldı ında. Oysa hepimiz bu toprakların çocuklarıyız. Hepimizin atalarında kürdü de vardır rumu da vardır ermenisi de vardır lazı da vardır, vardır da vardır. ş Bunun ayrımına gireceksek i in içinden çıkamayız ki nitekim çıkamıyoruz da çünkü birbirimize olan saygımızı o kadar ş ğ kaybetmi iz ki önümüzü göremiyoruz. Bazılarımız u runa masum ş insanları öldürecek kadar kör olmu durumda. En kötüsü de bu İş kadar acıya toplumun sesini çıkaramıyor olması. te asıl o insanlar o zaman ölüyorlar. ğ Toplum kaybetti i her can için tepki göstermelidir. Yurt ş ş ğ dı ında bir ki i öldürülsün yüzbinler soka a dökülür. Bizde o ses ğ ş ş kısık. Belki de yapımızdandır diyece im ama Kurtulu Sava ı’nı ş ğ ğ kazanmı bir halktan bahsetti imi hatırladı ımda yapımızla ilgisi ğ ş olmadı ını dü ünüyorum. Öyleyse ne bizi bu kadar ş ş ş tepkisizle tiren ? Bence çok kötü bir ey ama alı tık. Biz ölümlere, ş ş ehitlere, bombalara alı tık. Bu sene Haziran ayından beri birçok ş ehit verdik birçok gencimizi kaybettik. Haziran’daki tepkileri ş ş ş imdi görmüyorum. Ne kadar acı insanların ölümlerine alı mı ş ş olmak.Bu ya ananlar Yabancı bir ülkede Avrupa’da ya ansa ğ kıyametler kopar. Biz de maalesef insanımıza verilen de er azaldı. ş ş Çünkü artık Türkiye Cumhuriyeti’ni olu turan bizler ba ka bizlere ş bölündük. Herkes biz diyor ama ba kasını kastediyor. O kadar ş ş çirkinle ti ki bu durum artık ölenleri de ayırmaya ba ladık. ş ş ş “Kürtler ölmü , Türkler ölmü , ölen gazeteci ermeniymi ” artık cümleler hep böyle kimlik üzerinden kuruluyor. Bir insan öldükten sonra Ermeni olsa ne olur Türk olsa ne olur. Onu da ğ ş geçtim insanlar artık biri öldü ünde “oh iyi ki ölmü ” diyebiliyor ve o canın ölümünü protesto edenleri vatan haini ilan edebiliyor. ğ Böylece insan bazen insan oldu undan utanıyor. İ ş nsanlar bana dokunmayan yılan bin ya asın zihniyetinden ş ş vazgeçmeliler. Bu ülkede bir ki inin dahi dü üncesinden veya ğ inancından dolayı öldürülmesi hepimizin öldürülebilece i anlamına gelir. Hepimiz bir gün sosyal medyada en çok ş konu ulanlar listesinde bir numara olabiliriz. Bizim de ğ ş foto raflarımız Facebook’ta payla ılabilir. Bu yüzden sen, ben , o ğ farketmeden bizi biz yapan de erlere saygı duymalıyız. Daha ğ fazla gencimizi kana bo madan bu duruma bir dur diyebilmeliyiz. Sahip çıkılmalı bu ülkenin tüm kesimlerinden olan gençlere, çocuklara, insanlara. Büyüklerim hep biz neler gördük bu ülkede ş ş neler ya adık der. Haydar Ergülen de aynı ekilde hatta ş ş ş ya adıkları o kadar zor gelmi ki umudunu bile yitirmi . Sanırım ğ bizler de ileride bu gördüklerimizi anlataca ız çocuklara, gençlere. Ancak Haydar Ergülen’den farklı olarak benim hala bir umudum var. Ben bana bırakılan gibi bir ülke bırakmak ş istemiyorum gelecek ku aklara. Bunun için de elimden ne ş geliyorsa yapmaya hazırım ve benim gibi dü ünen kürtler, türkler, ğ lazlar, aleviler, sünniler, ermeniler bulabilece ime inanıyorum. ş Dü ünceler inançlar farklı olabilir ama amaçlar bir olursa bu ş ğ ş ülkenin ba aramayaca ı ey yok inancındayım. Tarihte kanıtları mevcut. Yeter ki inancımız olsun. Yeter ki umudumuz olsun. KAYNAKÇA İ Ergülen, Haydar. Vefa Bazen Unutmaktır. stanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi,2014. Baskı 1. CEHALET VE YOKSULLUK KOL KOLA GEZER İnsanlık tarihi boyunca dünyanın her bir köşesinde yoksulluk varolmuştur ancak üç tarafı denizlerle kaplı Anodolu denen bu kara parçasında yoksulluk ve cehalet adeta birbirlerini Siyam ikizleri gibi tamamlayan mefhumlar olmuştur. Ülkemizin doğu ve güneydoğusunda ataerkil ve yoksul bir toplumsal yapı baskındır. Tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiyede’de zengin ve eğitimli insanlar ile yoksul ve eğitimsiz insanlar birarada yaşar. Ancak gelin görün ki, varlıklı ve okumuş insanlar sayıca azken yoksul ve eğitimsiz insanlar nüfusun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu sosyal adaletsizlik durumu yozlaşmaya ve toplumsal çatışmalara yol açmaktadır. Bu konu edebiyata sinemaya ve sanatın diğer dallarına da yansımıştır. Bu gerçek Fakir Baykurt’un romanlarında, Neşet Günal’ın tablolarında, Ara Güler’in fotoğraflarında ve Yılmaz Güney’in filmlerinde bir tokat gibi yüzümüze çarpar. Sürü filmini izlerken aklıma hep büyüklerimizden dinlediğim Türkiye’nin 1980 öncesi sınıfsal çatışmaların yoğunlaştığı o dönem geldi. Türkiye tarihini merak edip, araştırıp, okuyan biriyimdir. Bu ülke özellikle Cumhuriyetin ilanından sonra gelen süreçte çok zor dönemler geçirdi. Bana soracak olursanız gerek ekonomik gerekse sosyal ve siyasal yönden en gelgitli yıllar 1978-1979 dönemidir. O yıllarda sosyal adaletsizlik ve gelir eşitsizliği toplumda hali hazırda varolan siyasal ayrımları daha da derinleştirmiştir. Halkımız o yıllarda büyük bir yoksulluk ve sefalet içerisindeydi. Ülkenin batısında fabrikalarda ve üniversitelerde yoksulluktan dolayı toplum siyasal açıdan bilinçlenmiş, örgütlenmiş ve hakları için mücadele etmekteydi. Türkiye’nin doğusunda ise yüzyıllardan beri süregelen ağalık ve aşiret sistemi kendini göstermekteydi. Ağalık sistemi insanların kanını emmekteydi adeta. Halihazırda buna fakirlik, eğitimsizlik ve kan davaları da eklenince ülkenin batısından daha berbat bir görüntü karşımıza çıkmaktadır. Şahsen ben Doğulu bir insan olarak kan davası denen kavrama daha aşinayım. Kendimi bildim bile bizim oralarda kan davaları hep ufak meseleleren başlar ancak kanun bile bununla baş edemez ve bitiremez. Kan davalarının fitili ateşleyen sebepler ise hakikaten incir çekirdeğini bile doldurmayacak niteliktedir. Örnek vermek gerekirse bunlar; küçük çocukların kavga etmesi, tarlaya karşı komşunun hayvanlarının girmesi, köpeklerin boğuşması gibi gülünüp geçilecek meselelerdir ve bunları Avrupalı dostlarıma anlattığım zaman gülmekten alıkoyamıyorlar kendilerini. Ancak gelin görün ki bu ağlanacak halimizdir. Aslında yabancıların güldüğü bu sebepler değildir belki de, belki de onlar Türkiyemizin içinde olduğu bu duruma gülüyorlar. Cehaletimize ve yoksulluğumuza gülüyorlar. Bir dönemler bu ülkede köy enstitüleri ve toprak reformu umudu vardı ancak ikisi de sadece birer umut olarak kaldı. Ne güzel diyordu köy enstitüleri marşında; “Görsün köyler bolluğu, rahatlığı, şenliği. Bizimdir o yenilmek bilmeyen Türk benliği.” Fakat hiç de öyle olmadı. Ne biz bolluğu, rahatlığı, şenliği gördük ne de türk benliği bir zafer kazandı. Eğer bu projeler başarıya ulaşsaydı bugün yeryüzünde hiçbir ulus bize gülmeyecekti aksine örnek alıp yüceltecekti. Lakin milletin efendisi köylü özellikle bugün doğuda Sürü filminde anlatıldığındanda kötü bir vaziyette. Hiç değilse o dönem sadece yoksulluk, eğitim yetersizlikleri ve kan davaları vardı. Bugünün Türkiyesinde bu sorunların üstüne yeni sorunlar eklendi. Bugün ülkenin doğu ve güneydoğu kesiminde terör ve uyuşturucu trafiği var. Ben milletin efendisi köylü bu dertlerden muzdarip. Hepsini sırtında dolu bir saman çuvalı gibi taşıyor ve her geçen gün bu çuval daha da ağırlaşıyor. Cehalet ve yoksulluk kol kola geziyor. Peki bir çıkış yolu yokmu bu karanlık ve kirli dehlizden. Bence var herşeyden önce umut var. Bizler bugün okuyoruz ama sadece kendi geleceğimiz için değil ülkemizin geleceği için de okuyoruz aynı zamanda. Günün birinde doğduğum topraklara gidip oraların değişmesi için, dikenli arazilerin gül bahçesi olması için elimden gelenin en iyisini yapacağım. Sözüm sözdür! Film bittikten sonra hep bunu düşünüp durdum; bugün bile medyaya baktığımız zaman bu olayın türevleriyle hatta daha kötüleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Bizler Anadolu topraklarında yüzyıllardır varlığını sürdüren toplumunun özgür fertleriyiz. Bir yanda yoksulluk var cehalet var ama bir yanda tarihten bize miras kalan bir bilimsel ve sanatsal birikim var. Paha biçilemez bir hazine var. O halde bizler bu hazineyi bu ulus ve yeryüzü var oldukça dolduracağız. Ülkemize has bu yoksuluk ve cehalet problemini aydınlar kuşağı yıllardır dile getiriyor ve eserlerine yansıtıyor. Ancak yeni yetişecek olan aydınlar kuşağı bunu tekrarlamamalı bu sorunu kökünden çözmek bir şeyler yapmalı. Onurcan BORAN UÇURTMA AVCILARI Bazı sabahlar vardır. Uyanırsın, evin içinde ne yapsam diye düşünmeye başlarsın. İşte tam da böyle bir günde uyandım, odam havalansın diye pencereyi açtım. Yerde gecenin bıraktığı yağmur taneleriyle ıslak ve soğuk bir hava… Bugünü evde geçireceğim diye karar verdim. Her cumartesi, sabah ritüeli olarak uzun uzun demlediğim çayımı mutfaktan getirirken birden bir ses yankılandı; İnci, İnci, İnci… O kadar içten ve yaşanmışlıklarla dolu bir ses ki bu sanki duvarlarımızın içinde kapalı kalmış meraklı bir çocuk çok sevdiği İncisine sesleniyor. Bir an için etrafıma bakıyorum sanki evimizde İnci diye biri yaşıyormuş gibi. Sonra fark ediyorum ki bu ses cızırtılı, eski bir görüntüsü olan filmden geliyor. Çok tanıdık geliyor bu İnci seslenişleri. Halbuki filmin görüntüsünden de anlıyorum ki film gayet eskiden çekilmiş. Ekranda kocaman yazıyor Uçurtmayı Vurmasınlar. Birden aklıma pat diye geliveriyor daha geçen yaz okuduğum kitaptaki minik Barışın sesi değil mi bu. Filmde Barış karakteri konuştukça kitabı hatırlıyorum. Kitabı elime alıp çayımla havalandırdığım odama geri dönüyorum. İkinci kez bir çırpıda bitirdiğim kitabın sonunda yine ilk okuduğumdaki gibi önce Barışın hapishanede olmasına sonra mahkumları asimile eden gardiyanlara sinirleniyorum . Gardiyanlar avlu merdivenlerini çıkıp, idareye giden dış kapıyı kapatırlar. Akşamı da götürürler anahtarlarıyla birlikte yıldızları da… (Çiçekçioğlu, sayfa 52) Bir çocuk düşünün yıldızları ve güneşin doğuşunu göremeyen, uçurtmanın bir kuş olduğunu zanneden, hayatında bir kez gevrek simit yemiş ve haksız yere özgürlüğü elinden alınmış bir çocuk. Dört duvar arasında, parmaklıkların altında yaşamak ve tüm masumiyetiyle acı hayatı öğrenmek… İnsanın sitem etmesine neden oluyor. Halbuki çocuk dediğinin top oynaması, ağaca tırmanması ve pamuk şeker yemesi gerekmez mi? Ama Barış bunların hiçbirini yapamıyor. Neden diye soruyorum defalarca neden, neden, neden? Okuma, düşünme ve şiir yazmanın tehlikeli görüldüğünü düşünen insanların, düşünen herkesi ezmek ve haklarını gasp etmek isteyişinden tabi ki. ( “ Kuşlar tutsak yaşayamazlarmış. Ya çocuklar İnci? Onlar tutsak yaşayabilirler mi? “) (Çiçekçioğlu, sayfa 88 ) Kendi küçücük dünyasında, büyüklerin dünyasını sorgulayıp kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor. Dünyası ne kadar küçük olsa da yüreği kocaman olan Barış. Algılarının sadece belli kelimelere açık olduğu ve İnci tarafından terk edilmesini anlamlandıramayan Barış. Düş ile gerçeği kendi yarım sözcükleriyle iç içe geçiren ve dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıran Barış. (“ ’Çerçevesiz gökyüzünü ve tel gölgesiz güneşi sizinle paylaşmak için hemen yazıyorum.’ Bu cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişler. ‘Güneş’ ve ‘paylaşmak’ sözcüklerinin yanına da soru işareti koymuşlar. İdaredeki bıyıklı amcalar bu sözleri anlamamışlar mı? Ben bile anladım. Üstelik mektupları getiren çok anahtarlı amca ‘Söyleyin bu arkadaşınıza, bir daha böyle zararlı laflar etmesin,’ dedi.”) (Çiçekçioğlu, 26) Peki diyorum içimden buraya tıkılan insanların korkutan düşünceleri de mi onlarla kapalı kalıyor? Barış’ın bulduğu uçurtma ile aslında kalmadığını fark etmem uzun sürmedi. Tüylerimi diken diken eden son bölüm sayesinde bir kez daha anladım ki düşünceler ne öldürülür ne de vurulur. Vurulsa bile bir başka düşünce uçmaya devam edecektir tıpkı mavi uçurtmalar gibi. (“O amca kitaptan korkmuştu; müdür de uçurtmadan korktu galiba.”) (Çiçekçioğlu, 99) Özgürlüğün aslında kitaptaki insanları kapattıkları gibi kapatılarak engellenmesinin mümkün olmadığını gösterdi bana Çiçekçioğlu. Halkını sevdiği için kafeste olan Nevin, kitap okuduğu için koğuşa getirilen Filiz, Barış’ın ağzından mektup yazdıkları için başka kafese atılan kızlar ve kitaptaki diğer karakterlere çektirilen zorlukların hepsine sitem ederken birden vurulamayan uçurtmanın masmavi gökyüzünde havalanmasıyla içim tüy gibi hafifledi. Küçücük yaşıyla sadece bir kere dışarı gören Barış’ın masum hallerini, naif açılamalarını ve suçlarını attığı Miki’sini, geceeleri babasını düşleyişlerini, avlu başında oturup kafandan geçenleri en çok da uçutmanı hiç unutamayacağım galiba. Barış’tan öğrendiğim kadarıyla büyümek, eğitimsiz, soru sormadan, sorgulamadan büyümek kötü bir şey. Ama özgürlük denen şeyin ve düşüncenin kilit altında tutulamayacağı gerçeği Barış’ın bana verdiği en büyük ders olsa gerek. Kitabı bitirdikten sonraki tek isteğimse: uçurtma avcılarının ne kadar uçurtmayı vursa da havada uçan uçurtma sayısının asla azalmayacağını fark ettiği günleri görebilmesi oldu herhalde. Kaynakça : Çiçekçioğlu, Feride, Uçurtmayı Vurmasınlar, Can Yayınları, 2009) Merve Erdoğan YENİ BİR FİLM YENİ BİR BEN Her gün üzerimize yüklenen yeni sorumlukların bilinciyle yeni hedeflere ve olaylara yöneliyoruz. Bunu yaparken vaktimizi kimi zaman eğitim hayatının bize dayattığı ödevlere, projelere kimi zamansa kendi amaçlarımız uğruna yapmamız gereken şeylere harcıyoruz. Kendi amaçlarımız uğruna yapmamız gerekenlere gelirsek; bunu bizi biz yapan olgulara sahip çıkmak, kendi benliğimizi sağlıkla yaşatmak için verilen bir emek olarak görüyorum. Çoğu insanın, küçüklüğünden bugüne sımsıkı tutunduğu tutkuları, er ya da geç; bir gün olacağına inandığı hedefleri vardır. Kendimi bildim bileli bir tek tutkum ve gerçekleşmesini umduğum iki hedefim olmuştur. Hedeflerimi saf dışı bırakıp tutkuma gelecek olursak "sinema" benim hayat damarlarımdan biri, adeta nefesim gibidir. Beş yaşında ailem tarafından fark edilen bu durum, şu an hala benimle. Bıkmadan, usanmadan, hayatın bana dayattığı yoğun tempoya aldırış etmeden adeta bir sevgili gibi zaman ayırdığım, özen gösterdiğim tek konudur. Vizyona giren her film benim için yeni bir evlat, aşk gibidir. İyi veya kötü olmasına aldırmadan kendime iki perdelik serüvenler yaşatırım. Yine vizyona yeni bir filmin girdiği bir günde, okul çıkışı kendimi okulumun yakınında yer alan sinema salonunun gişesinde buldum. Daha o gün vizyona giren filmin son seansıyla İkimizin Yerine adlı film için kapanışı yapmaya gittim ve patlamış mısırımla salondaki yerimi aldım. Bir alışkanlık olarak filmlerin fragmanlarını izlemekten kaçınırım. Türüne ve oyuncularına bakarak girdiğim bu filmde beni türlü karakter bürünmelerinin beklediğini umarak heyecanlıydım. Filmin perdeye yansımasıyla bürüneceğim karakterimi çoktan bulmuştum. Bu filmde Çiçek adlı karakteri ben oynayacaktım. Sahnelerin akmasıyla birlikte on sekiz yaşımdaki halimi anımsadım. Çiçek'ten daha cesur ancak daha az özgüvene sahiptim. Bir an 1 Merve Erdoğan uzaklara dalıp gidince yirmi iki yaşında olmak bana fazlasıyla büyümüş hissettirdi. On sekizinci yaşımı anımsarken belki de yirmi beşime geldiğimde şu anki halimi anımsayıp iç çekeceğimi düşünerek hüzünlendim. Senarist belli ki bugün beni zaman hakkında epey bir yoracaktı. Kendi kendimi sorgulamaya başladığım an düşündüğüm tek şey, akıp giden zamanın hayatta her şeyden daha kıymetli bir mücevher olduğuydu. Pişmanlıklarımız, keşkelerimiz bunların hepsi; kaybettiğimiz zamana ait değerlerini yitirmiş kelimelerdi. Hayat, insanları öyle bir evreye getirdi ki bencillik saflığı elimizden alan acımasız bir katil oluverdi. Sanki geçmişi geri getirebilecekmişiz gibi kırdığımız ve hayatın akışına bıraktığımız kalpler, yitirdiğimiz saf duygular ve en önemlisi erteleyip durduğumuz kendi benliğimiz. Bir gün gelecek ve her şey için çok geç olacak diye üzülüyordum ki bir anda sert ve acılı bir yakarış beni kendime getirdi. Tam filmden uzaklaşmış kendi iç dünyamda bir münazaraya şahit oluyordum ki tam zamanında tekrar odaklanmam gerektiğini belirten o yakarış geldi. Çiçek, isyanın göbek taşına yatmış; eteğinde ne varsa döküyordu. Ayrılığa, terk edilişe karşı çıkıyor, kabullenmek istemiyordu. Neyse ki fazla uzun sürmedi. Erken davranan eski sevgilisi beni bir de ayrılık konusunda yitip gideceğim sorgulamadan çekip aldı. Ayrılık, yediden yetmişe her insanda bir parça dahi olsa burukluk bırakan panzehiri olmayan bir virüstü. Kalbinize gömüp üzerine kat ve kat perdeler çekmek dışında bir şey yapamıyordunuz. Asla unutulamıyordu ve en ufak bir şeyle yeşerip sizi altüst edecek gücü bulabiliyordu. Filmler, insana iyi gelirken bazen karakterler gibi rollere bürünüp sizi kandırabiliyor. Çıkardığı zaman yolculuklarında sizi sorgulamalara itip, ittiği çukurlardan bir çırpıda çıkarıveriyor. İstisnasız bir şekilde İkimizin Yerine adlı film de bana aynı oyunu oynadı. Büründüğü rol beni zaman hakkında düşünmeye iterken ayrılık konusunda ipten alan bir hamle yaptı ve 2 Merve Erdoğan sorgulamamdan beni kurtardı. Ben filmleri insanlardan daha çok severim. Size herkesten daha cesur ve yürekli davranırlar. Sorgulatırlar, ağlatırlar, düşündürürler ve ekranda "Son" yazısını gördüğünüzde ufak bir terapinin ardından silkelenip kendinize gelmiş hissedersiniz. Umarım siz de her yeni senaryoda yeni bir siz bulursunuz. 3 DİLDEN GELEN GÜÇ Yaşam dediğimiz şey bir zaman algısından oluşur ve bu sebepledir ki zaman, yaşamımızın bir durum göstergesidir. Hayatımızda öyle evrelerden geçeriz ki zamanın bu gösterge etkisini kendi gözlerimizle görür ve hissederiz. Duraksamalı ve sıradan bir hayat yaşarken geçen zamanın imzasıyla, hareketli ve heyecanlı bir hayat yaşarken geçen zamanın imzasının farklı olduğunu fark etmişsinizdir. Bana göre aradaki bu fark, sizin yaşama olan bakış açınızı ölçer ve biçimlendirir. Birkaç hafta önce izlediğim “Arrival”, yani “Varış” adlı filmden sonra hayata ve “güç” kavramına daha geniş bir açıdan bakma fırsatını yeni yeni elde edebildim. Bu filmi izlediğim süre boyunca da dünyadaki, evdendeki ve hatta zamandaki amacımızı sorguladım. Bu soyut ve felsefi sorgulamalar karşısında sustuğum, cevapsız kaldığım zamanlar oldu. Çünkü bu sorgulamalar bir bireyin kendine yükleyebileceği sorumluluklardan daha fazla anlam barındırıyordu ve sonuç olarak derinliğiyle eziyordu beni. Bunun üzerine kendime daha basit bir soru yönelttim ve cevabını nihayet buldum. Bu nedenle, bu soruyu sizinle paylaşarak sorunun anlamını aramada size yardım etmeyi amaçlıyorum: “Evrendeki en güçlü silah nedir?” Tarih boyunca her daim önemli olmuş bir sorudur bu aslında. Amaçlarımızdan nedenlerimize, varlıklarımızdan yokluklarımıza birçok önemli hususu kapsar. Soruyu cevaplamak aslında tahmin ettiğiniz kadar kolay değildir. Gözlerinizi geçmişe dikerseniz bunun gibi binlerce sorunun felsefi düşünürler tarafından ortaya atıldığına şahit olursunuz. Ancak bu sorulara verilen cevaplar genelde bizleri tatmin etmez ya da düşünürler cevabı zamanın vermesini isterler ki yeni sorular sormaya ve var olanları genişletmeye devam ederiz. Bana göreyse bu soru, “güç” kavramına olan bakış açımız hakkında bilgiler içeriyor ve yaptığımız eylemlerin dünyayla olan ilişkisini ortaya koyuyor. Bu kavramın gelişmesi ve sorunun büyümesi de insanların gücü hissetmesiyle başlıyor. Bunun iki temel nedeninin olduğunu düşünüyorum: hırsın aşırı boyutlara çıkmasıyla gelen doyumsuzluk ve hemen gözümüzün önündeki şeylerle yetinmemek. “Gözümüzün önündeki şeylerle yetinmemek” muhtemelen hepimizin sık sık işittiği bir söz ve genellikle bunu bireylerde kötü olarak nitelendirilen davranışlardan biri için kullanıyoruz. Ancak bu sözün insanlık için de söylenebileceği bir çok durum var. Bunlardan biri ise yukarıda bahsettiğim bu güç yarışıyla ilgili. Güç yarışının sadece maddi değerlerden oluştuğunun sanılması, -bilinmediği üzere- dil gibi hem maddi hem manevi özellikleri önemli olan kavramların önemini yitirmesine sebep oldu. Bunda hepimizin parmağı var şüphesiz. Ancak dil gibi bir kavramın öneminin buzlar altında saklı tutulması insanlık için utanç verici bir durum. “Arrival” filminde bile gördüğüm “dil” ve makine savaşında da galip gelenin dil olması, dilin gücünü bana yüzlerce kez kanıtlamış oldu. Birçok yerde “güç” olarak nitelendirilmeyen dil, aslında kişinin kendinden bağımsız bir zamana geçmesini sağlayan bir etken ve icat edilmiş en güçlü silahtır. İnsanların dilin önemini kavraması önemlidir. Çünkü bizi hiçbir zaman yarı yolda bırakmayan dil, bizi her daim yolda tutan güç olmuştur ve bu yolda ilerleme sürdükçe dilin beraberinde getirdiği aydınlanmadan faydalanacağımıza inanıyorum. Bu aşamaya gelene kadar, yukarıda sorduğum “Evrendeki en güçlü silah nedir?” sorusunun cevabını da “dil” olarak vermiş oldum. Yaşamımızda bu derecede önemli bir konumda bulunmasına rağmen, değeri sıradan insanlarca anlaşılmayan, ancak belirli sorgulamalar neticesinde fark edilebilen ve geliştirilmesi de bu sayede mümkün olan dil, insanoğlunun elindeki en önemli kozdur. Her ne kadar zaman ve evren hakkındaki bazı sırlar gizliliğini koruyor olsa da -insanın azmi ve çabasıyla beraber- bu uçsuz bucaksız karanlık, dil sayesinde aydınlatılacak ve yaşantılarımıza kazandırılacaktır. Musab Tayyib Gelişgen Yılmaz Korkmaz ÖLÜMSÜZ BİR YAŞAM MI? ANLAMLI BİR HAYAT MI? Biz insanlar hep daha uzun yaşamak isteriz. Hep sonsuz bir yaşamı hayal ederiz. Peki gerçekten istediğimiz şey bu mudur? İnsan daha çok yaşayınca ne elde eder, ne kaybeder? İşte bu sorulara çok güzel yanıtlar bulabileceğiniz bir filmdi Dünyalı. 14 bin yıldır yaşadığını iddia eden bir adam, John Oldman, bizlere ölümsüzlüğün nasıl bir duygu olduğunu bütün çıplaklığıyla anlattı. Sonsuz yaşamanın, ölümsüzlüğün sandığımız gibi iyi bir şey olmadığını, aksine insanı çok kötü bunalımlara sokabileceğini fark ettim. Bir an kendimi John’un yerine koyduğumda çok korktum. Etrafındaki insanlar teker teker giderken yalnız kalmak… Bu tarifsiz bir duygu olurdu, yalnızlıktan çok daha beter bir duygu olurdu. Ancak bir yandan da John’a özendim. İnsanlığın gelişimini birinci elden görmek çok güzel olurdu. Geçmişte mağaralarda yaşayıp toplayıcılık yaparken, günümüzde atomu parçalayan insanlığın bu gelişimini gözlemlemek çok ilginç olurdu. Sahi ne oldu da amacımız yalnızca hayatta kalabilmek iken uzayda istasyon kurmaya varıncaya kadar ilerledik? Akıllı telefonlar, bilgisayarlar, otomobiller ve daha binlerce şey; insanlık dünyayı ve içinde bulunduğumuz toplumu hiç olmadığı kadar modern bir noktaya getirdi. Filmi izlerken insanlığın yaşadığı bu “evrimi” daha net bir şekilde gördüm. Filmin ana kahramanı John Oldman’ın insanlığın gelişimini, bizzat kendi yaşadığı gelişimi anlatması çok etkileyiciydi. Artık içinde bulunduğumuz çağın bize neler getirdiğini ve bizim geleceğe neler bırakacağımızı görebiliyorum. Gelişim bir nehir gibi hiç durmadan akmaya devam ediyor ve gelecek nesiller bizden çok daha modern bir dünyada yaşayacaklar. Peki biz içinde bulunduğumuz çağda neler yapıyoruz? Daha zengin olabilmek için, daha fazla maaş alabilmek için, daha iyi kıyafetler giyebilmek için, daha lüks otomobillere binebilmek için çalışıyoruz. Peki bu isteklerimiz gerçekten değerli mi? Yüzyıllar sonra torunlarımızın torunları bizlere baktıklarında ne görecekler? Yaptığımız işlerin insanlığa, onun ilerlemesine bir katkısı var mı? Bencilce kendimize çalışmak bize ne getirir? Biz insanlar her şeyin en iyisini, en fazlasını isteriz. Belki bunu bir içgüdü olarak, farkında olmadan yaparız ama yaparız. Peki istediğimiz şeyler bizi gerçekten mutlu eder mi? Daha zengin olursak, dünyanın en zengin adamı veya kadını olursak daha mutlu olacağımızdan eminizdir. Daha uzun yaşarsak, mesela 14 bin yaşına kadar yaşarsak memnun olacağımıza inanırız. Bu isteklerin bir sınırı yoktur, daha fazla elde ettikçe daha fazlasını isteriz. İşte biz insanların en zayıf tarafı budur. Sonsuz bir hırs ile her şeyi elde etmek ister ancak bunu başaramadığımız için mutsuz oluruz. Çoğu zaman ne istediğimizi dahi bilmeyiz, bu da bizim elimizdekilerin kıymetini bilemememize sebep olur. Hâlbuki bizi asıl mutlu eden şu an elimizde olanlardır, elde etmek istediklerimiz değil. İçinde bulunduğumuz zamanın kıymetini bilerek, ne geleceği ne de geçmişi, içinde bulunduğumuz anı değerlendirerek gelecek nesillere çok daha güzel bir dünya bırakabiliriz. Ürettiğimiz eserler sayesinde de gerçek ölümsüzlüğe ulaşabilir, adımızı sonsuza dek yaşatabiliriz. Gereksiz hırslarla başka insanlardan sıyrılarak değil, insanlığı geliştirerek, insanlığa hizmet etmeye çalışarak hayatımızı geçirebiliriz. Yaşamımıza gerçekten bir anlam katıp, bu dünyaya gelişimizin tesadüfi olmadığını ispatlayabiliriz. Ölümden sonraki hayata inanabiliriz ancak bu bizim bu dünyada yapacaklarımızı sınırlamamalı. Her zaman ölümü ve sonrasını düşünerek yaşayamayız; içinde bulunduğumuz dünyaya gereken önemi vermeli, gereken saygıyı göstermeliyiz ki dünyada geçirdiğimiz zamanın bir anlamı olsun. Yazımı yavaş yavaş noktalarken şunu da söylemeden geçmek istemiyorum. Ben insanların bu dünyaya boşuna veya tesadüfi olarak geldiğine inanmıyorum. Buraya gelişimizin bir sebebi var ve bu sebebi bulmak için dünyaya geldik. Kaynakça Emerson Bixby (Yapımcı), Bixby, J. (Senarist) ve Schenkman, R. (Yönetmen). (2007). Dünyalı [Film]. Amerika Birleşik Devletleri: Anchor Bay Entertainment. İnsanın En İyi Dostu: Kendisi Hayatımda asla yalnız kalmaktan korkmadım. Çevremdeki insanların yalnız kalkmaktan korktuğunu, iki adımı bile yanında kimse olmadan atamayacak kişileri gördükçe hayrete düşüyorum. Yalnız kalmamak için sevmediği insanlarla birlikte olan sadece kendi içini tatmin etmek ve ‘’ben yalnız değilim’’ diyerek kendini kandıran insanları şahsen sevmiyorum çünkü kendilerinin en iyi dostu ve yoldaşı olabilecek bir kişiyi unutuyorlar; kendilerini… Yeni bir köpek aldığınızda yıllar boyunca yanınızda olacak, üzüntüyü, sevinci paylaşabileceğiniz bir dost kazanmış oluyoruz. Herhangi bir kötü anlam düşünmeksizin yeni arkadaşlar edinmemizi bu evcil hayvan edinme merasimine benzetebiliriz. Gerçi bu sefer seçim iki taraflı gerçekleşir; hem siz arkadaşınızı seçersiniz hem de o sizi seçer. Bir evcil hayvanın sizi beğenmeme lüksü yoktur. Özelikle köpekler sahiplerine derin bir bağ ile bağlanır. Ona bağırıp çağırsanız bile o sizi affetmekten asla vazgeçmez. Ama insanlar kin tutan varlıklardır. Arkadaşlarımla ettiğim kavgaların, anlaşmazlıkların köpeğimle olanlardan daha ciddi ve uzun süreli olduğunu söylemem gerek. Bu aynı Efendi ile Köpeği adlı yapıttaki köpek Bauschan ve efendisi arasındaki kavgaya benzer. Efendisi kendisine ne kadar kızarsa kızsın, Bauschan asla ona sırtını çevirmez, ertesi gün onla ava çıkmaya, oynamaya hazırdır. Ben şimdiye kadar beslediğim evcil hayvanlarla tıpa tıp aynı olayları yaşamışken hiçbir arkadaşımın bu tutumu sergilediğini hatırlamıyorum. Ancak şu da var ki ne ben söz ettiğim davranışı sergiliyorum ne de kendimin ya da bir başka insanın bunu yapmasını bekliyorum. İnsan gibi karışık ve anlaşılması güç bir varlığı böyle indirgemek ve sınırlamakta saçma olurdu zaten. Bu sebeple insanların bana sadakat ve sevgiyle bağlanmasını bekleyebilirim ama asla bir köpek ve sahibi arasındaki bağlılığı insanlarda arayamam. İnsan doğasının bencil bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünüyorum. Zaten bilim bunu destekler durumda, hem evrim hem de canlılar arasındaki biyolojik temeller ve yasalar bütünü savımı doğrulamakta. Her birey kendi başına, kendi zaferini aradığı bir savaş içerisindedir. Öncelik hep kendisidir. Peki, şimdi bana sorabilirsiniz, madem herkes kendi merkezli yaşıyor, niye yalnızlıktan kaçıyorlar? Niye kendi zaferlerine bir veya birkaç kişi eklemek istiyorlar? Hemen cevap vereyim, aslında istemiyorlar. Onlar sadece günümüz toplumunun kendi üzerlerine yapıştıracağı ''yalnız'', ''sürüden kopmuş'' damgasını yemek istemiyorlar. Bu onlar için zafere ulaşırken önlerine çıkan bir engel olur. Benim tercihimi ise şu cümleler ile özetlenebilir; '' (…) canlı olan her şeyin dikkatimizi dağıttığı, yalnız kalmak söz konusu olduğunda bir köpeğin varlığının bile bizi rahatsız etmesine neden olacak kadar duyarlı olduğumuz zamanlar vardır (…)''(Mann, sf. 27). Burada bir parantez açmak gerekecek sanırsam; söz ettiğim yalnızlığı tıpkı keşişlerin nefsini hüküm altına almak için gittikleri korkunç inzivalara benzetmeyin lütfen. Benim söz ettiğim yalnızlık daha çok ‘’kafa dinleme’’ ya da bir işle meşgul olmak olarak tanımlanabilir. Bu aktiviteleri her zaman kendi başıma yapmayı tercih ederim. Önemli bir sınava çalışmak, bir proje ya da yazı yazmak (tıpkı şu an evde tek başıma bu yazıyı yazmam gibi) veya kendi düşüncelerimle yalnız kalmak gibi uğraşlar benim için yalnızlığı şart koşar. Hem evcil hayvanımı hem de arkadaşlarımı ve ailemi kendimden uzaklaştırırım. Ancak yanımda tek gerçek dostum, en iyi sırdaşım, beni her yönüyle anlayan tek ve mutlak kişi kalır; kendim. Bu sözlerim megaloman olduğumu düşündürmesin size. Yardımseverlik ve dostluğun anlamını çok iyi bilirim. Yakın olduğum insanların ellerinden geldiği kadar bana yardım edeceklerinden eminim ancak şu var ki bana tam anlamıyla sadece kendim yardım edebilir. Kendimi sadece ben en iyi anlamıyla anlayabilirim. Tıpkı bazı filozofların savunduğu, dilin mutlak doğruya ulaşmada birinci engel olduğu gibi. Bu düşünceye yüzde yüz katılıyorum. Benim size ya da bir başkasına aktardığım asla tam anlamıyla anlaşılamaz. Benim anlattığımın mutlak doğrulukta anlaşılması (aynı şey başkasının mutlak doğruluğu içinde geçerlidir) sadece yine kendim tarafından başarılabilecek bir şeydir. İşte bu gerçeğe inandığım için insanların yalnız kalma korkusuna inanamıyorum. İnsanların yalnızlığa olan bakışını asla anlayamayacağım sanırım. Kendi benlik ve doğrularının çarpıtılarak etrafa yayılmasına seyirci kalmak isteyenler olabilir ancak ben onlardan olmayacağım. Toplumu reddedip hastalıklı bir şekilde yalnızlığa kapılıp kendimi keşişler gibi dağlara atmayacağım korkmayın. Sadece kendi yalnızlığıma sıkı sıkıya tutup en iyi dostum olan kendimi dinlemeye ve anlamaya daha fazla vakit ayıracağım. Cem Buğra Kaboğlu Kaynakça: Mann, Thomas. Efendi ile Köpeği. Can Yayınları, İstanbul. Ahmet Furkan Ahi İki Artı İki Eşittir Beş Hep daha güzel, daha parlak bir gelecek hayal ederim. Yıllar geçtikçe kendimin, ülkemin daha iyiye ve en iyiye sahip olacağı günleri… Bireyi olduğum toplumun kendisi için her zaman en güzeli seçtiği bir sistemin parçası olduğumu düşünürüm. Bazı zamanlarda ise içime bir karamsarlık çöker, hayallerim kâbuslara dönüşüverir. Sevmek nedir bilmeyen, etrafındaki olaylarla en ufak etkileşime girmekten aciz, bırakın düşünmeyi, yaşamayı zul sayan bir toplumun ferdi haline gelmem, rüyalarıma dehşet saçarak kâbuslarım haline gelir. George Orwell’in 1984 isimli eseri, belki de benim gibi düşünen birçok kişiyi derinden etkilemiş hatta yer yer içimize korku salmıştır bence. Hayatımıza güzel bir şekilde devam ederken, oluşan oldukça korkutucu dünya düzeni distopyasının, zannediyorum, hiç kimse kendi başına gelmesini istemez. Bir insan olarak beni diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğim bilinç sahibi olmam ve düşünüp karar verebilme yetisine sahip olmamdır. Kararlarım ve tercihlerim dolayısıyla kendime çizmiş olduğum yol nasıl bir hayat yaşayacağımı belirler. Düşünüp, sorgulamadığım bir dünyada yaşamımın hiç bir önemi yoktur bence; çünkü insanlığını yitirmiş kayıp bir birey olarak zaman ve mekânda yer işgal etmekten ileri gidemem. En düşük yaşam formlarından bir farkım kalmaz, aynı muameleyi görebilirim. Kimseye bir yarar veya zararım olmadığından topluma herhangi bir katkım olmaz. Bana göre, tıpkı 1984’teki gibi tüm totaliter ve baskıcı rejimlerin yapmaya çalıştıkları, hedef toplum sistemi bu. Düşünmeyen, yeni bir düşünce ortaya çıkarmayan, ufka bakıp güneşe ulaşmayı hedeflemeyen, sorgulamayı içinden dahi geçirmekten korkan, atıl bir toplum yapısı… Bu yapıya ulaşmak için öncelikle benim üretkenliğimi elimden alır ve beni hazırcılığa hazırlarlar: “Yahu! O kadar çaba sarf edip bu arabayı üretmene ne gerek var? Al sana, yepyeni hazır bir araba!” Beni kendilerine yavaş yavaş daha bağımlı hale getirirler. Günden güne düşünmemden dahi rahatsız olmaya başlarlar çünkü onlar için bir üst- aklın düşünmesi ve oluşturacakları toplumun bunu sorgulamaksızın kabul etmesi, mümkünse benimsemesi, çok daha uygundur. Benim gibilerin düşünmesi onlar için engel teşkil eder ve bizler toplumdan ‘arındırılınca’ toplum, âdeta yoğrulmaya, onlara göre mükemmelleşmeye, hazırdır. Bunun sebebi artık gerçeklerin yerinin kendi doğrularıyla doldurulabilecek olmasıdır. Toplumun aklı ve hafızası bir kere yerinden çıkarıldı mı geçmiş ve gelecek, istenilen şekilde yönlendirilebilir. Otoritenin doğruları, toplumu oluşturan yeni bizlerin zihinlerine, karşı koyan olmaksızın yerleştirilebilir. Zihinler karanlığa gömüldükten sonra sıra beni ben yapan en önemli özelliğe gelir. Düşünmeyen insanları, yürüyen ölülerden ayıran en önemli fark onların sahip olduğu duygular, birbirleri ile olan ilişkileri, iletişimleridir. Özgürlükleri kısıtlayan, baskıcı bir yönetimin toplumun beynine darbe vurduktan sonra yapacağı nihai icraat, onların kalplerine saplayacağı hançerdir. Bu hançeri vurarak, bize insan olduğumuzu hissettiren benim açımdan en önemli, en güzel duyguları bizlerin elinden alacaktır. Âşık olmayı, sohbet etmeyi, şakalaşmayı hatta kavga etmeyi dahi kısıtlayacak ve elimizde kalan her şey olan duygularımızı elimizden çekip alacaktır. Tüm insani duyguları tekeline aldıktan sonra duymamızı isteyeceği tek aşk duygusu otoriteye karşı olan, tek nefret duygusu düşmanlara karşı olan olacaktır. Bütün bunlar sonucunda, elinden tüm varlığı alınmış olan ben, insanlığımdan çıkacak ve sistemdeki bir dişli olarak hayatıma devam edeceğim. Hayatım sona erdiğinde yerime yenisi konulacak ve eksikliğim dahi hissedilmeyecektir. Birçoğumuz kitap okuyor, film izliyor ve çeşitli fikirlerle karşı karşıya kalıyoruz. 1984’teki sorgulamanın, düşünmenin dahi suç olduğu bir dönemin içinde olmamamıza rağmen ne kadarımız sorguluyoruz? Özgürlüğümüz henüz ölümüne kısıtlanmış olmamasına rağmen belli bakış açıları içinde sıkışıp kalmayı, kendi akvaryumumuzda kalıp sonsuz okyanuslara açılmamayı çoktan kabul etmişiz. Aramızdan bizi kurtarmak için gönüllü olanlara ilk çelmeyi biz atıyoruz. Fanusumuzun dışına çıkmaktan ödümüz kopuyor. Bize ‘doğru’ diye dayatılan yanlışları o kadar benimsemişiz ki içimizdeki sorgulayıcıların dillerini koparmakla kalmıyor; üstüne kulaklarımızı hiçbir şey duymamak üzere sonsuzluğa tıkıyoruz. İki artı iki eşittir beş artık bizim elimizdeki tek varlık oluyor. Ölümsüz Aşklar “Uygarlık tarihi biraz da aşkların tarihidir.” demiş Can Dündar, sözünü açıklamak için de Yüzyılın Aşkları adlı çok güzel bir kitap yazmış. Okurken içinde kayboldum, hüzünlendim hatta yeri geldi ağladım. Yaşanan onca aşkı bu satırlardan yeniden tanımak, aslında aşkları efsanevi olmasına karşın tanımadığım onca insanı tanıma fırsatı bulmak gerçekten büyüleyiciydi. Sayfalar ilerledikçe Türkiye’yi aşklarıyla sarsan güzel insanların hikâyelerine tanıklık ediyorsunuz. Kitabın içindeki âşıklar adeta birer Romeo ve Juliet. Zaten kim istemez ki böylesine güzel bir aşk yaşamayı, aşkıyla hatırlanmayı? Örneğin Nazım Hikmet ve Piraye Hanımın ölümsüz aşkı. Nazım Hikmet hakkında detaylı yazılar okumadan önce onu sanki çok ciddi biriymiş gibi hayal ederdim, yani gözümde öyle canlanmıştı mavi gözlü dev. Oysaki öyle bir aşkla bağlı ki Piraye Hanıma, onun için yeri göğü inletir hatta haksız yere kapatıldığı o hapishanenin duvarlarını bile teker teker yıkar, yine sevdiğine ulaşır. Bundan önce okuduğum Orhan Pamuk’a ait Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl adlı kitapta Piraye Hanım’ın Nazım Hikmet’e yaptığı ziyaretlerde Nazım Hikmet’in ne kadar neşeli olduğunu anlattığını anımsıyorum. Aşk da zaten bu değil midir? Mutsuzluklar arasından mutluluğu yaratmak. Hapishane ortamı Nazım Hikmet için büyük bir mutsuzlukken Piraye Hanımın yaptığı ziyaretler onun için sanki çölde açan bir çiçek gibiydi. Bu kitapta bütün vatanımızın ortak sevgilisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de Latife Hanıma olan aşkı anlatılıyor. Bu aşk zaten çok bilinen bir hikâye fakat bu kitap sayesinde daha detaylı öğrenme şansım oldu. Diğer yandan hiç bilmediğim aşklarla tanıştım; Melih Kibar ve Çiğdem Talu çifti mesela. Bu güzel çift gibi daha nice çiftler yer alıyor bu güzel aşk ansiklopedisinde. Okudukça onların yaşadığı aşkı keşke ben de yaşabilseydim diyip durduğumu hatırlıyorum. Kitabı okurken ve tutmakta zorlandığım gözyaşlarımı bırakırken aklımdan geçen tek bir soru vardı; Ben de böyle bir aşk yaşayabilecek miyim? Her genç kız mutlaka evlendiğinin hayalini kurar. Ben de kurmuştum ama hayal ettiğim tek şey yaşamak istediğim aşktı. Hani filmlerde abartılı yaşanan aşklar vardır ya, benim hayalim de o türden bir aşktı işte. Örneğin her gün eve gittiğimde beni çiçekle karşılasın veya bana kıyamasın el üstünde tutsun, hediyeler alıp dursun gibi. Tabii gerçekçi bir bakış açısıyla baktığımızda böyle aşkların mümkün olmadığı kanısına kolayca varabiliriz. Zaten mümkün olsa da zaman geçtikçe bu aşkın ateşi söner, sıradanlaşır. Aşkın alınan hediyelerden veya verilen çiçeklerden ibaret olmadığını bu kitap sayesinde anladım. Öyle güzel aşklar tanıdım ki Sevgililer Günü’nün bile saçma olduğunu anladım. Sevgiliye sadece 14 Şubat değil tüm günler özeldir, sevdiğimiz kişi yanımızdaysa zaten yaşadığımız her saniye, onunla geçirdiğimiz her dakika önemlidir. İnternetten yaptığım araştırmalardan öğrendiğim kadarıyla bu güzel kitapla aynı adı taşıyan bir de belgesel varmış. Boş zamanım olduğunda mutlaka izlemek isteyeceğim türden bir yapıt. Beni zaman zaman gözyaşlarına zaman zaman kocaman gülümsemelere boğan bu kitabı bir de belgesel olarak izlemeyi çok istiyorum. Her şey aslında canlanınca güzel, bu belgesel sayesinde o aşkı canlı canlı izleyebilme fırsatı bulacağıma inanıyorum çünkü okunan her şey okuyucunun yorumlamasıyla değişip başka bir hâl alabiliyor. Aynı şey tabii ki belgesel için de geçerli ama ben belgeseli izlerken yönetmenin bakış açısından o güzel aşklara bakmak istiyorum. Kendimizi yalnız hissettiğimiz dönemlerde ihtiyacımız olan tek şey birinin bize sevgiyle bakmasıdır. Aşk denen güzel şeyde mesafelerin bile önemi yoktur. Ben âşık olduğumda geriye kalan her şeyi unutup sadece sevdiğim kişiye odaklanıyorum. Bu güzel kitapta da aynı durumu göreceksiniz, çiftler birbirleri dışındaki her şeyi unutup kendilerini birbirlerinin gözlerinde kaybediyorlar. Araya mesafeler giriyor, zorluklar aşılıyor ve ne olursa olsun hep beraber kalıyorlar. Zaten size aşkla bakan biri varken mesafelerin ne önemi var ki? Onun orada bir yerde nefes aldığını bilmek bile yetiyor bazen. Eğer gerçek aşka inanmıyorsanız ve aşkın sonsuza dek süremeyeceğini düşünüyorsanız, bu kitabı okumanız hayatınızı değiştirecek. Kitabı bitirdikten sonra kütüphanenizin en güzel köşesine koyup kendinizi hayatın akışına bırakacak ve gerçek aşkınızı bulmanın hayallerini kuracaksınız. Dilara Durmuş 21300796 Birinci Çoğul Kişi Sevdiğin, âşık olduğun kadın uğruna kendi hayatından vazgeçer miydin? Her şeyi, onunla yaşadığın tüm güzel anıları geride bırakıp gidebilir miydin? Gerçekten cevaplaması çok zor bir soru bana göre. Hangimiz bu soruya düşünmeden 'Evet' yanıtını verebilir bilemiyorum. Sevdiğin insanın hayatına zarar verebilme ihtimâliyle karşılaştığında cevabın buna göre nasıl değişirdi? Onunla birlikte kalıp bu sorunla savaşır mıydın? Yoksa kendi canına kıyıp arkanda yaşlı gözler bırakmayı mı tercih ederdin? İşte Delibal'ın konusu tam olarak da burada başlıyor. Klâsik aşk filmlerini göz önünde bulundurduğumda, Delibal fazlasıyla başarılıydı. Gerek konunun işleniş tarzı gerekse oyuncuların performansıyla bende çok derin bir etki bıraktı. 'Günümüzde bu kadar çok seven erkek var mıdır?' sorusunu aklıma getirdi hemen. Gerçekten var mıydı? Kendi canından öte sevebilecek bir erkek... Aşk... Hayatta herkesin tatması gereken bir duygudur bana göre. Bu duyguyu yaşamadan da hayatta kalabiliriz ancak hayatımızda bir şeyler eksik olur. İnsanı apansız yakalar ve kavrayamaz âşık olduğunu. Sonradan belirtileri çıkmaya başlar. O kişiyi gördüğünde kalbinin içinde kelebekler uçuşması, her zaman onu görme isteği, onun yanında elinin ayağının dolaşması gibi örnek verilebilir bu âşk dediğimiz duruma. Yazarken bile insanı mutlu eden şeyleri hissetmek gerçekten de çok güzel değil mi sizce de? Bu yüzden film seçimlerimde romantik türde olanları tercih ediyorum çünkü bu tarz filmler içimdeki duygusal boşlukları doldurmamı sağlıyor. Gerçek hayatta yaşamadığım bir duyguyu izlerken istemeden de olsa kendimi filme kaptırıyor ve kendimi filmin içinde bir yerlerde hissediyorum. Ancak, günümüze baktığımızdafilmlerdeki gibi aşklara pek fazla rastlayamıyoruz. “Aşk iki kişinin başında beklediği bir ateş gibidir. İki tarafında odunları vardır. Sırayla atılır, eğer hep bir taraf odununu feda ediyorsa bir gün gelecek ve odunları biten taraf isyan edecektir. Böyle aşklar ölmeye mahkûmdur.” der babam hep. Günümüzde, herkes kendi hayatını kurtarmanın peşinde. Bir bencilliktir almış başını gidiyor. İnsanlar artık ilişkilerine birinci çoğul kişiyle değil de birinci tekil kişiyle bakıyor ve bu durum da ilişkilerde büyük sorunlara yol açıyor. Kimse kendi hayatından ödün vermiyor ve partnerlerini önemsemeyip sadece kendi istekleri doğrultusunda hayatlarına şekil veriyorlar. Bu durum ne kadar doğrudur ya da yanlıştır bilemem ama ilişkilere zarar verdiği bir gerçek. Peki, filmlerde neler oluyor? Aşklar her zaman karşılıklı, ilişkiler mükemmel, herkes çok mutlu... Bunlar ne kadar gerçekçi sizce? Gerçek hayatta insanlar çok mu mutlu aşklarını yaşarken? Hiç engellerle karşılaşmıyorlar mı? Ya da engelleri filmlerdeki kadar kolay bir şekilde aşabiliyorlar mı? Bence bu sorulara cevabımız 'hayır' olmalı. Çünkü hayat, filmlerde izlediğimiz kadar toz pembe değil. İnsanların ilişkileri her zaman mutlu sonla bitmiyor ve sevenler her zaman birbirlerine kavuşmuyorlar. Sanırım Delibal'dan bu kadar etkilenmemin sebebi de bu. O sımsıcak âşk hikâyesinin içinde hayattan gerçek kesitler vardı. Filmin mutlu sonla bitmemesi de aklımda büyük bir yer etmesini sağladı, zaten Türk milleti olarak dramı çok severiz. Klâsik bir söz olacak ama hayat gerçekten çok kısa. Bu yüzden hayatta bazı şeyleri geç olmadan yapmalıyız. Örneğin, sevdiğimiz kişiye 'Ben sana âşık oldum' diyebilmeyi göz almalıyız olumsuz bir cevapla karşılaşacağımızı bilsek bile. Keşkelerle hayatımızı doldurmamalıyız. Öncelikle ilişkilerimize biz olarak bakmalıyız çünkü bunu sağladığımız an gerçek bir ilişkiye sahip olmuş oluruz. Başkalarının sözlerine kulak asmadan sevdiğimiz, savunduğumuz şeylerin peşinden gitmeliyiz tıpkı Delibal'daki Barış gibi... BAHAR 1 Şükrü BAHAR 21301488 TURK 102-24 Sare ÖZ PARAMPARÇA HAYATLAR Birden fazla izlediğim filmlerden biri “Amores Perros”. Türkçe’ye çevirince tam anlamını veremediği için “Paramparça Aşklar Köpekler” diye çevrilmiş. İlk izlediğimde pek de beğenmemiştim, bu nasıl film çok can sıkıcı demiştim. Fakat ikinci defa izlediğimde bu filmi çok sevdim. Çünkü hayatı tüm gerçekliğiyle anlatıyor. Kim olursan ol hayatın acımasızlığı elbet seni de vuracak diyor, hayatın bir taraftan güzel giderken bir taraftan başına yıkılabilir diyor. Üç farklı hayat, üç farklı dram; film böyle özetlenebilir. Herkesin kendi dertleri içinde boğuşması, hayatın insanı oradan oraya tutup atması… Gerçekte böyle değil mi? Herkes küçük ya da büyük sorunları içinde boğulup gitmiyor mu? Hayat sokaktan geçen kime sorsan çok acımasız değil mi? Bütün insanlar birer koşuşturma içinde değil mi? Küçük ya da büyük hayaller, bitmek bilmeyen dertler… Peki neden böyle? Neden herkes istediği hayatlara sahip değil? Madem ölüm diye bir şey var, neden küçücük sorunları büyütüp kendimizi üzüyoruz? Neden şu kısacık hayatta bunlara katlanmak zorunda kalıyoruz? Kimse bunların kesin bir cevabını veremez herhalde. Böyle gelmiş böyle gider denir. Aslında bizden önce yaşamışları düşündüğümüzde ne kadar anlamsız olduğunu görüyoruz koşuşturmaların. Sonuçta bu dünyada kısa süreli misafirleriz. Bizden önce milyarlarca insan gelmiş biz gittikten sonra yine gelecek. Neden küçücük dertleri takalım ki? İşte filmi izlerken bunları düşündüm. İnsan bu filmi izlerken kendi halini düşünüp “Benimkiler de dert mi? İnsanlar nelerle uğraşıyor…” diyor. BAHAR 2 Üç farklı hayat, üç farklı dram demiştim. Filmde bu üçlemeye bir de köpekler katılıyor. Bu üç farklı insanın tek ortak özelliği köpeklere sahip olması. Biri köpeğiyle köpek dövüşlerine katılarak ailesini geçindirmeye, diğeri evsiz olduğu için onlarca köpekle birlikte yaşamaya, bir diğeri ise kaza yaptıktan sonra yatalak kalıp köpeğiyle yaşamaya çalışıyor. İnsanların acımasızlığı, dertleri köpekleri de etkiliyor. Çarpık aile ilişkileri içerisinde hayvanların da bulunması dikkatimi çekti. Çünkü önceden hiç böyle bir şey düşünmemiştim. Ya köpeklerin de insanlar gibi dertleri varsa? Onlar da bizim gibiyse? Sevdiği ama kavuşamadığı köpek yüzünden hayattan tüm ümidini kesmiş bir köpek olur mu? Saçmalık değil mi? Peki insanlar neden böyle? Neden bizim dertlerimiz, hayallerimiz, umutlarımız var? Neden sorumlu olduğumuz birileri var. Keşke köpekler gibi olsaydık ne güzel olurdu değil mi? Sadece yemek yiyip, oradan oraya koşturup günün sonunda da uyumak, hayat işte bu, dert yok tasa yok. Canın mı sıkıldı, git sokağa havla, iki tur at geçsin, oh ne güzel. Fakat malesef böyle bir şey mümkün değil. Hayatın acımasızlığını fark edip ona hayallerimizi ona göre şekillendirmeliyiz belki de. Olması imkansız şeyler dilemek hayal kırılıklığından başka bir şey getirmez belki de. Filmdeki olayların anlatılış biçimini de çok beğendim. Birbiriyle alakası olmayan üç farklı yaşam öyküsünü anlatsa da, filmin sonunda bütün bu insanlar tek bir noktada birleşiyor. Film bittiğinde ise neredeyse kendi dertlerinizi unutup, halinize şükrediyorsunuz. Filmde canımı sıkan bir şey de bazı sahnelerde ölü köpekler ve köpek kanı görmek oldu. Filmde insan ölünce pek de üzülmeyiz çünkü gerçekten ölmediğini biliriz ama filmde hayvanlar öldüğünde “Acaba gerçketen bir film için onlarca köpek öldürüldü mü? “ diye düşünmeden edemedim. Son olarak söylemek istediğim şey filmin tam özeti olacak; filmi izlemediyseniz de boşuna üzülmeyin, ne de olsa bu filmi yaşayacaksınız. Deniz Özatay Giden Kim, Kalan Kim? “Fethedildim Yağmalandım Nice donanma demir attı sularıma Bayrağım yok Dinim yok Sadakat aramayın bende Biri gider; öteki gelir Ben kalırım.” (Vassaf 2015, 19) Sonsuz bir umut sesleniyor bu yazımdan. Ben, günümüz düşünürlerinin dedikleri “insan baş kaldıran yaratıktır” sözüne inanıyorum. Hiçbir zaman umutsuz olmadım; olan biten yaşanan ne varsa hiçbir olumsuzluk beni yıldıramaz. Ben, Mevlana felsefesine inanıyorum: dünya hayatının geçiciliğini ve maddesel olan insani ilişkilerin parçalayıcı ve bölücü olabileceğini biliyorum. Ne gam! Önemli olanın insanlık olduğunu, ancak ve ancak aklını kullanan ve yüreğinde sevgi taşıyan insanlarla bütün olumsuzluklara karşı gelinebilecek gücü oluşturacağımıza inanıyorum. Gündüz Vassaf’ın, “Boğaziçi’nde Balık” isimli öykü demeti kitabı, artık aydınlanmanın tükendiği ve bir kapitalizm krizi yaşandığı fikrini düşündürtüyor bana. İçinde şiir, tarih, deneme de bulunan bu öykü kitabında, figüratif öğe olan balık ve balık hikâyelerini okurken, ben, kalan kim ve giden kim diye düşünüyorum. Gündüz Vassaf’a göre, kalan hep “İstanbul şehri ve palamut”, gidense “insan”. Sahi, insanlık tarihi, sürekli bir devinim içerisinde değil mi? Kapitalizmin yarattığı sahte “sahiplenme” duygusu, her ne kadar kimilerini ele geçirmiş olsa da, tarihte her şeyin geçici olduğunu okuduğum tarih kitaplarından biliyorum. Her şey gibi, zaman içerisinde yaşanan olumsuzlukların da geçeceğini ve toplumsal farkındalığın artmasıyla insanlığın kazanacağına inanıyorum. Vassaf’ın “en güçlü, en akıllı yaratığın biz olduğuna inanırız”(Vassaf 2015, 29). sözü bana filozof Thomes Hobbes’un Leviathan isimli kitabındaki Tanrı-sanat-insan-devlet arasındaki kurguyu hatırlatıyor. Hobbes, Tanrının yaratmış olduğu ve yönettiği dünya ile sanatı olan doğanın, insanın sanatı ile taklit edildiğini, sanatın daha da geliştirilerek, yapay bir insan olan devlet denilen büyük ejderhanın yaratıldığını söyler. İnsanın korunması ve savunulması için tasarlanan devlete, büyük cesaret ve kudret verilir insanoğlu tarafından. Ancak, ulus-devletin oluşması ve sonrasında üretilen kapitalizm, her şeyi tüketme duygusu yaratıyor insanlarda. Tıpkı, bu öykü kitabında anlatıldığı gibi, İstanbul da hızlı bir şekilde tüketilmek isteniyor. Bu çerçevede, Vassaf, 1976 yılında Boğaz’da yapılan köprünün dibe vuran ışığı kesmesi nedeniyle birçok balığın yuvalarından göçe zorlandığını söylüyor. Bu durum, bana şimdilerde kuzey ormanlarının kesilerek yeni bir havaalanının yapılmakta olduğunu hatırlatıyor. Peki, oradaki hayvanlar nereye göçecekler şimdi? Yazar, kitabında 1979 yılında Kadıköy yakınında patlayan Indepedante tankerinin etkisini tartışırken, benim aklıma hemen Marmara Denizi kıyısına yapılan fabrikaların atıklarının Marmara Denizi’ndeki balık nesline verdiği zararlar geliyor. Doğaya verilen bunca zarar karşılıksız kalmıyor tabii ki. Kimi zaman, doğa karşısında biz insanlar ne kadar da çaresiz değil miyiz? Kentleşme adı altında, daha çok gelir elde etmek üzere nehir yataklarına yapılan evler, sel altında kalmıyor mu? Ucuza mal edilip sahiplerine teslim edilen bu evler, sahiplerine kalacak yer olarak ne kadar hizmet edebiliyor? Peki, niye bu kadar materyalist ve bu kadar bencil insan? Doğaya zarar verirken aslında tarihine, kendine, geleceğine ve hatta çocuklarının geleceğine de zarar verdiğini düşünemiyor mu? Kapitalizmin yıkıcı etkileri farklı şekillerde kendini gösteriyor. Yazarın “yan yatmış Coca Cola şişesi görünümündeki Sedef adası vapuru” ile “McDonalds renkleriyle yüzen hamburgere benzeyen Caddebostan gemisi”nden dem vurması, aklıma hemen kapitalist dünya düzeninde sınırların artık bu anlamda kaldırıldığı ve tüketim coşkusunda reklam yağmurunun ne kadar da öne çıkarıldığı fikrini getiriyor. İnsan, nereye giderse gitsin, pazarlanan ürünlerin küreselleşme sonucu her yerde aşağı yukarı aynı olduğunu görmüyor mu? Ürünler bir yana, artık şehirler de giderek birbirine benzemiyor mu? Aynı gökdelenler, aynı mağazalar, hatta zincir lokantalar. Oysa bizim olan, bize özgü olanı korumamız gerekmez mi? Değişik karakterler bir araya getirilerek özenle oluşturulmuş bir mozaikten daha güzel ne olabilir? Yazar, Eyfel kulesinin Paris’in, Big Ben saat kulesinin Londra’nın, Özgürlük Anıtı’nın New York’un, köprünün San Francisco’nun, Opera binasının Sydney’in, soğan kubbeli kilisenin Moskova’nın simgesi olduğunu vurgularken, İstanbul’un simgesi nedir diye soruyor. Sahi İstanbul’un simgesi ne? Yazar, İstanbul’a ilk yerleşenlerin Byzantium şehrini kurarlarken, simgesini taşıyan sikkelerinde, şehrin besin ve geçim kaynağı olması nedeniyle “palamut” olduğunu söylüyor. Hemen aklıma paramızın hatta diğer ülke paralarının üzerindeki resimlerin sürekli değiştiği fikri geliyor. Öyleyse, kalıcı olanın, insanın korunması ve savunulması için tasarlanan devlet aygıtını yönlendiren kimliklerin değil, doğanın, kardeşliğin, barışın, dayanışmanın ve hoşgörünün olduğuna inanıyorum. Dedim ya, umut, hiç eksilmesin yüreğimizden. Yazar “biri gider, öteki gelir” derken, yüzyıllar ötesinden seslenen Mevlana’nın benim için çok anlamlı bir sözü ruhumu aydınlatıyor: “Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülden biten güller ise kalıcıdır ve ne hoştur” (Benazus 2007, 323). Kaynakça: Benazus, Hanri. Çağlar Ötesini Aydınlatan Işık Mevlana Felsefesi. İstanbul: Bizim Kitaplar, 2007. Hobbes, Thomas. Leviathan. Çev., Semih Lim. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları: 1993. Vassaf, Gündüz. Boğaziçi’nde Balık. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. Yonca Yunatcı 21301970 TURK102-09 Aslı Uçar 15.12.2014 KAHRAMANLARIN PSİKOLOJILERİ Hepimiz kahramanlara ve kahramanlık öykülerine aşinayız. Çocukluğumuzdan beri o kadar çok film izleyip kitap okuduk ki kendimizi onların yerine koyduk. Onlar kazanınca biz kazanmış gibi sevindik, gururlandık. Onlar en güçlüler, hiç yıkılmazlar sandık. Ekran başında filme kilitlenmişken aklımızın ucundan dahi geçmedi başarısızlık. Zaman zaman zorlandıklarına tanık olsak da kahramanların kendilerine güvendiklerinden daha çok güveniyorduk onlara. Zaten kazanamayacaklarını bilsek neden izleyelim ki bütün değerini kaybederdi! O hiç sarsılmayan duruşlarının altında bir kimlik aramadık çünkü kahramanların kimliği zaten bize gösterdikleri yüzüydü. Amaçları bizi kötülüklerden kurtarmaktı ve bunu da en iyi şekilde yerine getiriyorlardı zaten. Sadece fiziksel olarak güçlü yanlarını görüyor, psikolojik olarak neler hissedebileceğini es geçiyorduk. Çocuktuk tabii psikoloji nasıl bir şeydir bilmezdik, bilmek zorunda da değildik. Tek işimiz hayranı olduğumuz o karakterleri seyretmekti. Bu çocukluk hayalinden uzaklaştıran bir kitap Açlık Oyunları. Hayatın gerçeklerine götüren ama bilim kurgunun peşini de bırakmayan bir kitap... Bizi o çocukluk kahramanlarının mükemmeliyetinden uzaklaştıran ama buna rağmen kendini sevdirmeyi başaran bir kitap... Kahramanları ulaşılabilir kılıyor, bizden biri yapıyor. Hepimizin içinde saklı olan kahramanı ortaya çıkartıyor. Hikâye ilerlerken sizinde kendinize olan inancınız güçleniyor, "O yapabildiyse ben de yaparım!" demeye başlıyorsunuz. Hayatımızda yolunda gitmeyen şeyleri düzeltebilmek için süper güçlere sahip olmamız gerekmediğini anımsatıyor. Kitabın akıcılığında yol alırken kendinizi kahramanların psikolojilerini sorgularken buluyorsunuz. Neden, nasıl gibi sorular sordukça çocukluğunuzun o süper kahraman algısı yıkılmaya başlıyor. O güçlü imajın altında aslında ne kadar kırılgan bir insan yatabileceğini görünce büyüdüğünüzü anlıyorsunuz. Katniss de o kırılgan kahramanlardan biri. Savaşmamak için her şeyi yapabilirdi ama böyle bir seçeneği yoktu. Hâl böyle olunca ister istemez gerçek hayattaki kahramanların seçimini sorgulamak geliyor içinizden. Belki onlar da sahip oldukları unvanlara istemeden ulaştı. Toplumdaki bir sorun onlara batmasaydı hiçbir şey için savaşmak zorunda kalmayacaklardı. Belki de sevdiklerini ve kendi hayatlarını tehlikeye atmak zorunda kalmayacaklardı. Yola çıkmadan önceki bütün tedirginliklerine rağmen tehlikeleri göze almaları onları kahraman yapan asıl özellikleridir. Birçok insan böyle bir durumla karşılaşınca kaçmayı tercih eder. Ancak asıl kahramanlarımız bu riski alacak güce sahip olanlardır. Bu yüzdendir ki o çocukluğumuzda hayran olduğumuz kahramanlar fiziksel güce değil psikolojik iradeye sahip oldukları için kahramanlar olabilmişlerdir. Ancak biz bu gerçeği, büyüyüp empati yeteneği kazabildiğimiz zaman anlayabiliyoruz. Yukarıda bahsettiğim özelliklere sahip her birey benim gözümde kahramandır. Filmlerde, romanlarda sıklıkla bahsedilen "anti-kahramanlar" da en az ana kahramanlarımız kadar cesurlardır. Düşüncelerini başarıya ulaştıramamış olanlar en azından deneme başarısını gösterebildiler. Toplum değerlerine ters düşünceleri benimsemiş olanlar ise çoğunluğu karşılarına alma gücünü gösterebildiklerinden benim gözümde çok daha cesur bireylerdir. Bu durum onları "anti" yapmaz, aksine kendi düşüncelerinin kahramanı yapar. En çok aldanılan konulardan biri de kahramanların mutluluğu. Sanki çok iyi işler çıkartıyorlar diye mutlu olmak zorundalarmış gibi algılıyoruz. Evet belki bizim yaşadığımız sıradan bir hayattan daha tatmin edicidir ancak bu mutluluğun garantisi değildir. Zaten mutluluk üç boyutlu bir resme baktığımızda gördüğümüz göz yanılması gibidir; tam görüyorum derken kaybolur. O yüzden tek bir yönden bakarak sonuca varamayız. Hatta daha çok göremediklerimizdir mutluluklarımız. Kahramanlarımızın da sadece görünen yüzlerine tanık olduğumuz için böyle bir çıkarım yapmak kahramanların insancıl yönlerini hiçe saymaktır. Çocukluğumuzun kahramanlık anlayışından sıyrılıp insanların farklı boyutlarını görebilmemize olanak sağladığı için yetişkinleri tekrar süper kahraman filmi izlemeye veya kitabını okumaya davet ediyorum. Göreceksiniz ki kendinizi ve çevrenizi yeniden keşfedecek, en umutsuz anlarınızda güç alacak bir arkadaş edinmiş olacaksınız. Çünkü onlar artık ulaşılamaz güçlere sahip olan bireyler değil, içimizden biri. Hatta belli mi olur belki o biri sizsinizdir! Mehmet Burak BERK Ahmet KAYA Turkish-102-12 22.10.2014 Ölümün Tatlı Fısıltısı Her kitabın okurunda bıraktığı lezzet farklıdır. Kimi romantizmi aşılar bedenimize, kimi hüzne boğar bizi sevdiklerimizin ölümleriyle. Peki bizzat ölümün gölgesini Sisifos Söyleni ile hissetmeye ne dersiniz ? Bir kitap düşünün ki ölüm adeta ballandırıla ballandırıla anlatılıyor. Bir gün canımız sıkılıyor ve ne okusam derken bu kitaba rastlıyoruz. Bırakın zihnimizi boşaltmayı, bize hayatımızın ne kadar boş olduğunu gösterip, ne için yaşadığımızı ve gereksiz hayatlarımızın bizi ne kadar rahatsız ettiğinin farkına varmamızı sağlıyor. Bununla beraber bundan kurtulmamız gerektiğini öğütlüyor. Haksız sayılmaz aslında Albert Camus, hayatımızda kayda değer ne var ? Sevdiklerimiz mi ? Bizi bir gün terk edecekler. Mal varlığımız mı ? Mezara ne kadarını götürebilirsek. Hayatımızdaki en büyük hırsız hayatımızın ta kendisi olabilir mi ? Yaşantılarımızın bizlerden aldıklarına bir bakın, hakettiğimiz bu mu ? Bu “absürd” yaşantının sonucunu hepimiz biliyorken sebebini hiç düşündünüz mü ? Camus bize bu soruları kendimize dolaylı yoldan sordurmayı istiyor ve adeta kendimizi bir sorgu odasına kilitlenmiş halde bulmamızı sağlıyor. Cezayir asıllı yazarın hayatını okuduğumuzda bu soruları kendisine sordurtanın hayatın ta kendisi olduğundan şüphemiz kalmıyor. Babasını genç yaşta kaybetmesi, yoksul bir yaşam sürmesi onun özgürlüğüne düşkünlüğünü köreltmeye yetmemiştir. Evinden ayrılıp üniversitede öğrenim görmek için çabalayan ve hayatının bu dönemlerinde futbol kaleciliği yapan Camus, verem hastalığına yakalanarak sporu bırakmak zorunda kalmıştır. Hayat ona kolay kolay gülücükler saçma imkanı vermemiştir ki, katıldığı siyasi partiden atılmış, ilk eşinin sadakatsizliği sebebiyle ondan ayrılmış, kurduğu tiyatro kapanmış ve son olarak 1939’da tekrar vereme yakalanarak orduya kabul edilmemiştir. Hayatı bunca talihsizlikle dolu bir adam için, hayatı absürd olarak tanımlamanın zor olmadığını görebiliyoruz. Bilindiği üzere Sisifos tanrıları kızdırarak bir kayayı oldukça yüksek bir dağın tepesine çıkartıp, dağın üzerinden yuvarlamak üzere Tanrılar tarafından cezalandırılmıştır. Bununla beraber bu gereksiz ve boş işi sonsuza kadar yapmak zorundadır. İşte kendimizi sorgulamamızın başlangıcı burası olabilir. Rutin dediğimiz herşey aslında Sisifos’tan farkımızın kalmadığının göstergesi değil midir? O taşı yukarı çıkarırken biz sabahları kalkıp işlerimize gidiyoruz. Bu rutinden, bu absürd yaşamdan kurtulmanın yolu nedir? Cevap olarak ölüm dersek Camus bizlere cevabını “Yaşama nedeni denilen şey aynı zamanda çok da güzel bir ölme nedenidir de”(22) olarak verecektir. Bu sözler bizlere neden ölmediğimizi sorgulamamıza sebep olabilir mi ? Kafamızı fazla yormamız gerektiği üzerine bilgece bir tavsiye bu sorunun hemen ardından geliyor ve “Düşünmeye başlamak için için yenmeye başlamaktır” sözleriyle bizleri uyarıyor yazar. Absürd yaşamdan kurtulmanın yolu eğer ölüm değilse ölüm nedir ? Hayattan kaçmaya çalışmaktır. Hayattan kaçmak aslında ilk akla geldiği kadar zor değildir. “Ölümcül sıvışma umuttur. ‘Hak edilmesi’ gereken bir başka yaşam umudu ya da yaşamın kendisi için değil de onu aşan büyük bir düşünce için, en yüce olan için yaşayanların hilesi, ona bir anlam verir ve ona ‘ihanet eder’”.(26) Eğer en yüce olan tanrı ise bizlere göre, bir annenin çocuğunu bisiklet sürerken izlemesi gibiydi tanrının kulları üzerindeki gözlemleri. Bilirsiniz çocukken annemiz bize bağırırdı bisikleti hızlı sürme yoksa düşersin diye, işte yaratıcımız da bizlere bağırıyor yapma yoksa yanarsın ! En yücenin ihaneti ebedi ateşken ve herkesin üzerinde umut edebileceği bir konu varken, bizim umut konumuz hayatımızın tamamı oluyorsa eğer biz hayatı yaşamaktan çok ondan kaçıyor olabiliriz. Her kural bize yaşamı sınırlandırmayı öğretir, Tanrı’nın kuralları bile. Camus bizlere adeta reçete ile satılması gereken bir kitap sunuyor. Bir felsefecinin yazarlık yeteneğiyle donatılmış olmasının en büyük örneklerinden biri olmuştur Albert Camus. Bu özelliklerin birleşiminden ortaya çıkan şaheser bizlere hayatı çelişkili biçimde öğütlerken “Bir mutluluk kitabı yazma isteğine kapılmadıkça, absürdü bulamaz insan”(140) diyerek hayatın pembe tozlarının, mutluluğu aradıkça hızla kaybolabileceğini adeta kendi hayatıyla ispatlamıştır. Ve bununla beraber kendi hayatının temel amacının absürdü yenmek olduğunu “Gölgesiz güneş yoktur ve geceyi tanımak gerekir”(140) sözleriyle acı cekmeden, dibe vurmadan absürdün yenilemeyeceğini vurgulamış bulunmaktadır. Chuch Palahniuk’un da dediği gibi “Tüm umudunuzu kaybetmek özgürlüktür”. Hayattan kaçmayarak ve onu yaşayarak absürd ile sonuna kadar mücadele etmek insanın nihai erdemi olmalıdır. Bibliography Camus, A. (1997). Sisifos Söyleni. İstanbul: Can Sanat Yayınları. Palahniuk, C. (1996). Fight Club. New York: Owl Books. Hüdaverdi Alperen Demirok DÜŞLERDEKİ YAŞAM İZLERİ Kitap tutkunu herhangi biri için edinilen her kitap farklı bir yaşam deneyimine eşdeğerdir. Yaşam deneyimlerinin ve kurgunun kolkola girdiği bir romandır Kitap Evi. Enis Batur, kendi yaşamının hemen paraleline bir kurgu perdesi aralamış; anlattığı romanda ve perdenin ardında bir düş düzlemi yaratmış kendisine. Kendisinin sadece nesne olarak bile bin türlü masalsı imge yüklediği kitap, çoğu insanın gözünde değer taşımaz. Tutkunlar da o “çoğu kişiyi” anlamaz ya ama yine, kendinin özel olduğunu bilir. Enis Batur’uda bu az nüfuslu tutkunlar kervanının sırasına koymakta sakınca olmasa gerek. Okuma sevgisi, kitap tutkusu aynen bir kalıcı virüs gibidir. Özne, kitap ve kütüphane üçgeninden, toplum, tarih, kültür ve elbette insanlık kültürüne yolculuklar eden ve bu heveste nefesi oldukça güçlü, yer yer bu güçlü şifrelerle duraklatan bir yapıya sahiptir kitap. Kitap Evi romanında asıl kahraman Enis Batur’du. Bazi insanlarin hayatında bir kitap yazılacak kadar olaylar, sevinçler, hüzünler, heyecanlar ve birçok durum yaşanmaktadır. Bir çoğumuzun hayatında önemli dersler çıkarilabilecek olaylar ve durumlar vardır. Bu nedenle de “Toplumda hayatımı anlatsam roman olur” diye bir tabir kullanırız. Hepimiz hayatımızın kahramanıyız, başrol aktörleriyiz. Yaşantımızda izlediğimiz televizyon dizileriyle, okuduğumuz bir kitapla bir bağ kurarız, onların etkisinde kalırız. İzlediğimiz dizilerin, okuduğumuz romanların derinliklerine inerek kendimizle koşutluklar ya da zıtlıklar arayarak girift bir dünya oluştururuz. Bu bağın su yüzüne çıkması o nesneden ne kadar etkilendiğimizin göstergesinin anahtarıdır. O anahtara sahip olmanın bedeli ve ödülleri, suç ve cezaları, haz ve günahları okuduğumuz kitaplarla hayatımızda içerik olarak bambaşka yönünü açmaktadır. Her bir kitabın aslında gerçek yaşam deneyimlerinden etkilendiğini görebiliriz. Bizimle olan yakınlığını kurmaya çalışır, kitapları bu heyecanla okuruz. Okuduğumuz her kitapta, aslında gerçek yaşam deneyimlerinin ve kurgunun kol kola girdiği bir romandır. Her kitapta gerçek hikayelerden bir kesit görmemiz mümkündür. Temennimiz bütün hikayelerin güzellikle ve mutlulukla bitmesidir. Tabii ki hayatta güzellikler ve acılar insanların hayatının bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Hayatımızda bir çoğumuzun keşke olmasaydı, yaşamasaydım, bir sihirli değneğim olsa da değiştirebilseydim dediğimiz anlar hep olmuştur. Ne yazık ki, gerçek yaşamda bazen keşkelerin, pişmanlıkların faydası olmamaktadır. Gerçek yaşamın yazarı da aktörleri de bizleriz. Rollerimizi yazarken ve oynarken daha dikkatli oynamalıyız, o anki oynadığımız oyunu iptal edip tekrar oynama imkanımız yoktur veya hayatımızdan beğenmediğimiz bazı anları kitap sayfası gibi yırtıp atamayacağımızın farkında olmalıyız. Bununla birlikte, kitap ile gerçek yaşam arasında çok önemli bir fark olduğunu da unutmamak gerekir. Bir kitabın istediğimiz sayfasından başlayabiliriz veya sıkıldığımız bölümleri atlayabiliriz. Hatta, okuduğumuz kitabı beğenmemişsek, onu bırakıp başka bir kitaba bile geçebiliriz. Ancak gerçek yaşamda bunları yapmamız, en azından sahip olduğumuz teknolojiyle mümkün olmamaktadır. O zaman, gerçek hayat kitabımızın satırlarını büyük bir özenle yazmalı, gelecekte pişman olacağımız hatıralarla doldurmamaya özen göstermeliyiz. Zira, elimizde bundan sonraki sayfaları sadece kendimiz tarafından yazılacak ve yazılmış sayfaların geriye döndürülmesi mümkün olmayan tek bir yaşam kitabı bulunmaktadır. Yaşam kitabının sayfalarını sadece mutlulukla doldurmamız da mümkün değildir. Kendimizin veya sevdiklerimizin yaşam boyunca karşılaştıkları acılar ve hüzünler de bu kitabın birer sayfalarıdır. O nedenle, hayatı tüm gerçekliğiyle kabullenip, geçmiş sayfalarda yer alan olumsuzluklardan gerekli dersleri çıkararak, gelecek sayfaları hayatımıza mutluluk katacak biçimde kaleme almaya çalışmak asıl hedefimiz olmalıdır. Kendi yaşam kitabımızdaki mutluluklarla yaşam kütüphanesinde yanımızda yazılmaya devam eden diğer yaşam kitaplarının sayfalarının da mutluluk hikayeleriyle dolmasını sağlamaya çalışmayı amaç haline getirmemiz, huzurlu bir toplum içinde yaşamamızı sağlayacaktır. Kendi yaşamımızın baş rolünü oynadığımızı ve yaşam kitabımızın kalıcı etki bırakmasının da tamamen bizim elimizde olduğunu unutmayalım. Acı ve tatlı yanlarıyla bu hayat yaşamaya, hayat kitabımız sonuna kadar büyük bir zevkle okumaya değerdir. Kaynakça Batur, Enis. Kitap Evi. İstanbul: Sel Yayınları, 2014. Baskı Kargın 1 Taylan Kargın 21402377 TURK 102-5 Başak Berna Cordan 18 Nisan 2016 Ve Ben Çırpındıkça Batıyorum Her sabah uyandığımda gözümü açar açmaz ilk yaptığım şey odamın duvarını seyretmektir. Uzunlamasına ve bomboş bu duvara dakikalarca boş boş bakınıp dururum hep. Benim için aslında kendimi anlama ve tanıma noktası gibi bir şey bu duvar. Duvarımın boşluğu içerisinde kaybolup iç sessimi dinliyorum böylece. Ne var ki artık kendimi duyamaz hâle geldim. Gitgide içimdeki sesi kaybediyorum. Kendimi tıpkı o duvar gibi bomboş hissetmeye başladım. Sanki içimden bir parça kopup gidiyormuş gibi her geçen gün eksildiğimi hissediyorum. Peki, beni bu boşluğa sürükleyen şey ne? Hayat herkes için fazlasıyla karışık bir olgu. Herkes bir şekilde hayatını anlamaya ve ona bir anlam yüklemeye çalışıyor. Sonuçta bizleri yaşama bağlı tutan şey hayata verdiğimiz anlamdan başka bir şey değildir. Kimisi kendisi için sevdikleriyle beraber mutlu olmayı amaç edinirken, kimisi de hayallerini gerçekleştirmeyi hedefi haline getirmiştir. Kime hayat amacını sorarsanız sorun aslında alacağınız cevaplar bunlardan çok da farklı olmayacaktır. Peki, gerçekte de hayata yüklediğimiz anlamlar bunlar mıdır? Hayat hızla akıp gidiyor. Her an koşuşturma içindeki insanlar, bir tıkanıp bir akan trafik, geceleri gündüze çeviren şehir ışıkları… Hepsi sanki durmak bilmeyen bir makinenin parçası gibi sürekli işleyiş hâlinde devam ediyor. Kendi dinamizmi içinde bir monotonluğu var aslında hayatın. Her gün aynı akış düzeni, aynı saatte aynı insanlar, aynı kalabalıklar, periyodik olarak yanıp sönen trafik ışıkları… Tıpkı her şey makineleşmişçesine akıp gidiyor öylesine. Ne bir anlam, ne bir varlığa dair his var ortada. İnsanlar hareket eden et parçalarından başka bir şey değil artık. Kargın 2 Jose Saramago durumumuzu çok iyi anlatıyor aslında. Mağara adlı romanını okuduğumda kendimi ve diğer herkesi bu romanın içerisinde gördüm. Neden her geçen gün daha çok eksildiğimi ve boşlukta yuvarlandığımı bana apaçık gösterdi bana Saramago. Akıp giden hayat içerisinde bizler kendi benliklerimizi geride bırakıyoruz akıntının ardına. Anlamını yitirmeye başlıyor hayat. Sokak ışıkları, o büyük şaşalı binalar ve rezidanslar, kalabalık insan toplulukları arasında kaybolup gidiyor hayatın anlamı ve varlığın amacı. Kişiliğim, benliğim tek tek parçalanıyor. Ben de diğerleri gibi makineleşiyorum ve anlamımı yitiyorum. Aslında bu durumu bir bataklığa benzetebiliriz. Her geçen gün daha çok battığım ve bir türlü kurtulamadığım bir bataklık… Çırpındıkça batıyorum. Ben ne kadar çabalarsam çabalıyım, ne kadar çok debelenirsem debeleneyim hiç durmaksızın bu bataklığın derinliklerine çekiliyorum. Avazımın çıktığı kadar bağırsam da sesimi işiten yok. Kendi bataklığımda yapayalnız bir şekilde çöküyorum. Ne acı bir şey öyle değil mi? Kimse benim sesimi duymasa da başkalarını da etrafımda görebiliyorum. Arkadaşlarım, ailem, sevdiklerim, sokakta gördüğüm insanlar… Herkes burada benimle birlikte batıyor. Ama sorun şu ki hiç kimse diğerlerinin varlığının farkında değil. Kulakları tıkalı, gözleri bağlı ve dilleri düğümlenmiş herkesin. Siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın sizi görmezler, göremezler. Siz onlardan medet umarken onlar sizin varlığınızdan bile haberdar değiller. Daha da kötüsü hiç kimse kendi çöküşünün dahi farkında değil. Gözleri ve kulakları sadece başkalarına değil aynı zamanda kendilerine de kapalı bu insanların. Hissiyatları, algıları tıkanmış durumda. Bir film sahnesi gibi gelse de bu anlattıklarım aslında her an, her saniye içinde bulunduğumuz durumun ta kendisi. Umutsuzca etrafıma bakınıyorum ve sessizlik ve karanlık içinde çöküşüme ve acizliğime boyun eğiyorum. Kargın 3 Her ne olursa olsun yine de bir kurtarıcı beklentisi içinde son kalan umut kırıntılarımı da avucumda saklıyorum bir el belki bu bataklıktan çekip çıkarabilir beni diye. Ne var ki bu çamura gömülmeyen hiç kimse yok. Tüm insanlık hep birlikte batıyoruz bu bataklığa. Kimisi yok oluşunun farkında değilken kimisi de çoktan kabullenmiş bu durumu. Kimileri ise benim gibi boşuna çırpınıp duruyor. Bizler umutsuzca aydınlatıcı ışığımızı, kurtarıcımızı beklerken aslında her birimizin kurtarıcısı kendi vicdanlarımızdan başka bir şey değil. Elini uzatıp bizi bu çukurdan çekip çıkaracak ve aydınlığa kavuşturacak olan şey içimizde can çekişen o insanlık kırıntısı işte. Çünkü ancak o zaman insan olmanın anlamını yeniden kazanacak ve de benliğimizin yol göstericisi hakikat ışığına ulaşabileceğiz. Simge Aydın Mutluluğun Sırrı Hayatım boyunca mutluluk kavramı üzerinde düşünüp durdum. Mutluluğun tanımı neydi aslında? Günlük yaşadığımız olaylar bizi mutlu edebilir miydi, yoksa bu hayatın geneline bakıp, terazinin hangi ucu ağır basıyorsa ona göre karar verdiğimiz bir duygu muydu? Dianne Dengel’in Home Sweet Home adlı eseri tam da insana mutluluğu çağrıştırıyor. Kötü bir evde, küçücük bir yatağı 8 kişi paylaşan bu aile; tüm bunlara rağmen oldukça mutlu görünüyor. Gören her insanın içini ısıttığını düşünüyorum bu tablonun. Tabloyu ilk gördüğümde, uzun bir süre düşüncelere dalmıştım. Zor şartlar altında olan bu aile nasıl böyle mutlu? Mutluluğa, küçük şeyler için şükretmeyi bilince mi ulaşılıyordu? Bu ne kadar basit gibi görünse de insanın şükretmeyi öğrenmesi gerçekten zor bir süreç. Dolasıyla mutlu olduğunu söyleyebilmesi de. Günlük yaşantımızda, gün içinde bir sürü farklı duygular hissederiz. Biraz önce ağlıyorken, bir saat sonra kendimizi gülerken bulabiliriz. Günün farklı saatlerinde “Mutlu musun?” diye sorulsa farklı cevaplar vereceğini düşünüyorum çoğu kişinin. Eskiden ben de öyleydim fakat son birkaç yıldır bu sorunun cevabı her zaman “evet” oldu benim için. Beni ağlarken görseniz bile “evet” derim büyük ihtimalle. Çünkü artık mutluluğu belli kriterler çerçevesinde değerlendirmeye başladım. Ailem yanımda, sağlığım yerinde, çok iyi arkadaşlarım var, maddi durumumuz iyi, çok iyi bir okula gidiyorum ve sağlıklı bir ilişkim var çok şükür. Tüm bunlara rağmen insanın üzüldüğü birtakım şeyler olabiliyor tabii ki. Derslerim iyi değil, arkadaşımla tartıştım... Düzeltilebilecek ama o anki ruh halimizi olumsuz yönde etkileyen olaylar bunlar. Ama mutlu musun sorusu anlık duygularımızı kapsayan bir şey değil genel yaşantımızı değerlendirip cevap verebileceğimiz bir soru. Böyle düşünmeye üniversiteye geçtiğim ve eski sevgilimden ayrıldığım sıralarda başladım. Bana kalırsa ilişki, mutluluğu büyük ölçüde etkileyen bir durum. Birini seviyor olabilirsiniz ama o ilişki sizi yıpratıyor ve size zarar veriyorsa mutluyum demeniz olanaksız. Arkadaşlık ve aile ilişkileri böyle değildir. Aşk, hormonlardan dolayı olsa gerek, tüm ruh halinizi değiştiren bir şeydir. Bu nedenle sizi üzen ve önemsemeyen birine âşık olmak yapabileceğiniz en büyük engel mutluluğa. Şu an sevgilimle neredeyse bir yıldır birlikteyiz. Ve hayatıma girdiğinden beri daha özgüvenli ve pozitif bir insan oldum. İlişkimiz hem kendimi hem de hayatımı daha çok sevmemi sağladı. Bu hislerin beni daha mutlu biri yaptığını düşünüyorum. Geçenlerde Aristo’nun mutluluk hakkındaki düşüncelerini açıklayan bir makale gördüm. Aristo’nun; mutluluğun, mutlak iyi olduğunu savunduğunu söylüyordu. Mutlak iyiyi tanımlamak gerekirse, tüm iyi duyguların başı diyebiliriz. Bana kalırsa kesinlikle doğru bu. Daha önce de bahsettiğim gibi mutluluk her duygunun toplamı gibi bir şey. Yaptığımız her şeyi kendimizi mutlu etmek için yapıyoruz. Mesela yapılan herhangi bir fedakârlığı bile bunu yaptığımızda kendimizi daha iyi hissedeceğimizi bildiğimizden yapıyoruz. Bu nedenle hayatın amacı diyebiliriz mutluluğa. Mutlu olmak için yaşıyoruz. Mutluluk bu denli önemli bir şey ise anlık bir duygu değil bir süreç olmalı. Eğer bir gün size de bu soruyu yöneltirlerse siz de bu çerçevede değerlendirin cevabınızı. Böylelikle üzgünken bile mutluyum dediğinizde kendinizi daha iyi hissedeceksiniz. Sahip olamadıklarınızı değil, sahip olduklarınızı düşünüp ne kadar şanslı olduğunuzu anlayacaksınız. İşte o zaman Home Sweet Home’daki aile gibi en zor şartlar altında bile gülümseyebilirsiniz. Kaynakça: Dengel, Dianne. Home Sweet Home. 20 Haziran 1974. Kartpostal. Adler, Mortimer. “Aristotle’s Ethics: The Theory of Happiness – I”. Makale. 2015 Pisuvardan sanat olur mu? Karşısında ilk defa durduğum zaman suratımda anlamsız bir gülümseme belirmesine sebep olan ve bir türlü yanından ayrılamayıp sağından, solundan, üstünden uzun uzun izlediğim bazı sanat eserleri oldu. Bazı şeyler mi demeliyim yoksa? Neden sanat eseri değil de “şey” deme ihtiyacı duyuyorum? Sanat eseri, heykel nedir? Bana bu soruları defalarca sorduran ve ufkumu açan klasikle tanıştırmak istiyorum sizi, Marcel Duchamp’dan “Fontaine” ya da Türkçe adıyla “Çeşme”. “Pisuvardan sanat olur mu?” Bu soruyu soran tek insan emin olun siz değilsiniz. Aynı soruyu 1917’de, bahsettiğim eser ilk defa sergilenmeye çalışılırken dönemin ileri gelen sanatçıları ve sanat eleştirmenleri de soruyordu. Bu yazı aracılığıyla, “Bu soruya cevap nasıl aranır?” üzerine biraz dil dökmek istiyorum. Sanatı nasıl tanımladığımızı ve neyi sanat kapsamına aldığımızı belirleyen bir çok şey var. Bunların en başında geleni bence içinde büyüdüğümüz toplum. Çocukluğu, içinde büyüdüğümüz güruhla birlikte yaşamayı öğrendiğimiz, onları taklit etmeye ya da etmemeye karar verdiğimiz ve aslında bütün bunları farkına bile varmadan yaptığımız bir dönem olarak görüyorum. Günlük olaylara verdiğimiz tepkilerden estetik algısına kadar her şey aslında içinde büyüdüğümüz çevrenin yansımalarını içeriyor. Hatta bire bir çevremiz tarafından şekillendiriliyor. Yaşımız ilerledikçe de bu doğrulara daha da sıkı sarılmaya ve başka doğruları farkında bile olmadan göz ardı etmeye başlıyoruz. Karşımıza bir “şey” çıktığında, onu kafamızdaki ölçütlere göre sınıflandırmak istiyoruz. Söz konusu sanat olunca sorduğumuz sorular genellikle, “Estetik mi?”, “İlk bakışta bir şey anlatıyor mu?”, “Nasıl yapılmış?” ve benzeri oluyor. Sorular standart olduğu gibi verdiğimiz cevaplar da kafamızdaki kalıplar tarafından şekillendiriliyor. Bir gün gelip de bu kalıpların hiç birine uymayan bir şeyle karşılaştığımızda rahatımızın kaçmasının sebebi de tam olarak bu. Ben bu durumu kendini hakim olmadığı bir konu üzerine yapılan bir tartışmanın tam ortasında bulan birinin hissettiği rahatsızlığa benzetiyorum. Böyle bir durumla karşılaştığımızda nasıl sessiz kalıp çok bilgiliymiş gibi görünmeye çalışırken bir yandan oradan sıvışmanın hesabını yapıyorsak, kalıplarımıza uymayan bir sanat eseri de benzer biçimde çoğu insanda bir bahane bulup oradan kurtulma isteği uyandırıyor bence. Kendi sanat algımı da bu rahatsızlıktan kurtulduktan sonra oluşturabildiğimi fark ettim. Karşıma daha önce gördüğüm hiç bir şeye benzemeyen bir şey çıktığında onu anlamaya çalışıyorum. Kimi zaman o cismin üzerine anlamlar yüklemek, kimi zamansa ona dair bir hikaye yazmak şeklinde gelişiyor bu. Çağrışımlar üzerinden yürüyerek kafa patlatıyorum ve bu bana bir şekilde zevk veriyor. Sanat eseri, izleyicisine ilk bakışta bir şey anlatmak zorunda mıdır? Bence hayır. Kesinlikle hayır. Tam aksine bence sanat eseri kapalı olabilmeli, ondan anlam çıkarma sorumluluğunu onu izleyene bırakabilmelidir (şayet böyle bir sorumluluk varsa). Emin olduğum bir diğer şeyse, bir sanat yapıtının zaman öldürmek için bir araç olmadığıdır. Ona ne kadar zaman ayırırsanız o da size o kadar çok şey katar. Bir yapıtın izleyicisi, okuyucusu en az onun yaratıcısı kadar işin içindedir. Bir ürünü sanat eserine dönüştüren de bence karşıdaki insanın sürece dahil olması, aralarında bir bağlantı kurulmasıdır. Duchamp bütün sanat yaşantısını ve eserlerini kafalara kazınan sanat ve ürün algısını yıkmaya adamış biri olarak, bütün bu bahsettiklerimin ardından tekrar incelenmeyi fazlasıyla hakeden bir sanatçı. Benim açımdan hedefine ulaşmış ve hayata bakışımı yenilemiş bir insan. Onunla aramdaki bağlantıyı gerçekten kurabildiğime inanıyorum. Sanat işte bence böyle olmalı. Bir cisim, bir insan için bile farklı bir anlam taşıyorsa o cisim bir sanat eseridir. Ufuk Usubütün Kaynakça: Duchamp, Marcel. Fontaine. 1964. Enstelasyon. Musée National d'Art Moderne, Centre Pompidou. Paris. Tuğba Handan Akyüz Kanmak, Kandırmak Ömür İklim Demir’in Muhtelif Evhamlar Kitabı’nda anlattığı hikâyeler o kadar hayatlarımızdan alınmış ve karakterleri o kadar biziz ki, aynı durumları başkaları gibi yaşamış olmak ve aynı düşünceleri aklımızdan geçirmiş olmak ilk başta rahatlatmış hissettirse de sonradan suçlulukla eski düşüncelerimize, kaygılarımıza geri dönüyoruz. Hem de daha şiddetli bir şekilde… Bu suçluluk, ilk yaşlarımızdan bu yana gelen, kötü bir durumda tek başımıza bulunmaktansa bir başkasının da bizimle aynı durumda olmasını görmeyi yeğlememizden geliyor. Lakin yine de başkalarının da yanımızda olması yetmiyor bir süre sonra. İnsanın bencilliği, hayatta kalma içgüdüsü ağır basıyor ve yanındaki kişileri unutup kendini kurtarmaya bakıyor. Bu açıdan kitapta da bencil ve artık içinde bulunduğu durumdan çıkmak için sınırları aşmayı göze almış birkaç karakter görüyoruz. Bunlardan birisi Melda’nın asıl sevdiği ve tanışmak istediği kişi olan İhsan’ın yerine geçerek azıcık da olsa kendi yalnızlığını bastırmaya çalışan Taner gibi. Taner hayatı boyunca herhangi bir konuda ne iyi olmuş ne kötü olmuş, sürekli arada kalmış, hiçbir konuda sivrilememiş haliyle de içten içe görmek istediği ilgiyi hiçbir zaman görememiş bir karakter. Aynı zamanda etrafındaki kalabalığa rağmen yalnızlığının iliklerine kadar farkında. Aslında bir yerde hangimiz değiliz? Aynı kitabın karakterlerinden biri olan Taner’in hikâyesindeki gibi yaşadığımız ilişkiler, çalıştığımız meslekler, gezdiğimiz yerler, sahip olduğumuz dostlar ve anılarla roman gibi bir hayat yaşamak isteriz ama sürekli bir şeyler eksiktir ya hani… Elimizin altında o kadar eşya vardır ama istediğimiz, ihtiyacımız olan yoktur; etrafımızda ‘bir dünya’ insan vardır ama aradığımız, bulduğumuzda hayattaki yegâne amacımıza ulaştığımızın habercisi olacağını hissettiğimiz o insan yoktur… İşte sürekli böyle bir yalnızlıkla yaşamak ve sürekli bu durumdan çıkmak için çabalamak gerçekten insanın verebileceği en büyük ve yorucu savaşlardan. Bazen o kadar yorucu ki bu ruhsal savaşta yorgun düşüp de dibe vurduğunuzda hayatınızın anlamını sorgulatacak kadar ağır. Daha kötü durumda olup sizin durumunuzda olma hayalleri kuran insanları yok saymanıza yol açabilecek kadar; içinizdeki doyumsuz, bencil, ilkel sizi uyandırabilecek kadar yoğun bir yorgunluk. Bu kısır döngüye sıkışıp kalmışken ne yapmalı peki insan? Ne yapmalı da kurtulmalı? Yine yorulmayacak mı sanki? Bir yararı var mı veya olacak mı yapacaklarının? Öncelikle düşüncelerimizin, duygularımızı haliyle ruhsal durumumuzu etkilediği bir gerçek. Üzgünken bile mimik yoluyla gülümsemeyi taklit ederek beynimizi kandırabiliyorsak bunu neden düşüncelerimiz vasıtasıyla ruhsal halimizi düzeltmek için kullanmayalım ki? Arayışımıza devam edebilmek için gerekli olan enerjiyi bu yolla beynimizi kandırarak ve şartlandırarak elde etmenin kötü bir yanı yok. Belki hepimiz doğuştan şanssız olduğumuzu, hayatımızın aynı Taner veya Rasim Abi –evsiz, kâğıt toplayarak geçinen, tek dostu köpeği ve dibe vurmuşlar olan başka bir yalnız karakter- gibi sonlanacağını düşünüyoruz ama böyle düşünmek ne kadar elimizdeki imkân ve kaynaklara göre muhtemel sonuç gibi gözükse de bu sonu istediğimiz gibi değiştirip tekrar yazmak elimizde. Hepimiz kendi kitabımızın yazarlarıyız. İçinde bulunduğumuz dünyayı, hayatımızdaki insanları biz yaratmamış, yaşadığımız olayları biz kurgulamamış olsak da hâlâ gerekli değişiklikleri yapabilecek gücümüz var. Size dokunan bir yemek mi var? Yemek zorunda değilsiniz. Size iyi gelmeyen, sizi üzen insanlar mı var? Birbirinizin hayatında olmamak dünyanın düzenini bozmayacak. Mutlu olmak için azıcık da olsa bencil mi olmaya ihtiyacınız var? O zaman olun. Herkes mutlu olmak için fark ederek veya etmeyerek aynı şeyi yapmıyor mu zaten. Kendinizi, herkesi sevdiğinizden çok mu sevmeniz gerekiyor? Sevin o halde, beklemeyin bir başkasını. Başkasına ihtiyaç duymayacak, başkasına olan eksikliğinizi hissettirmeyecek kadar çok sevin hem de. Yalnızsak bu dünyada, o zaman yalnızlığı negatiflikten pozitife çevirelim önce düşüncelerimizde. Azıcık da olsa hem kandıralım kendimizi, hem kanalım. Yoksa başka türlü nasıl sonuna ulaşırız hikâyemizin? Oysa hikâyesinin sonunu görmek her yazarın hakkı değil midir? Anı Yaşamak Senden Önce Ben adlı kitabın devamı olan Senden Sonra Ben, Jojo Moyes’un en çok okunan kitaplarından biri. Kitabın popüler olmasının en büyük sebebi hikâyesinin çok sıra dışı olmasa da etkileyici bir dille anlatılmış olması. Filminin yapılmış olması da popülerliğine büyük katkı sağlamıştır. Yazarın kariyerinin dönüm noktası olan Senden Önce Ben’i okuduktan sonra, diğer kitaplarını da bir solukta okudum. Konularını güzel işleyen, çok fazla dikkat gerektirmeyen kitaplar olduğundan yaz tatilleri için idealler. Hani büyüklerimiz hep “Ölenle ölünmez.” Derler ya sizce ne kadar doğru? Sizin de bir parçanız gitmez mi toprağa birini kaybettiğinizde? Acı diner belki zamanla ama unutulmaz asla. Bir yere gidersiniz, bir koku duyarsınız, bir isim görürsünüz tahtada yazılı hemen gelir aklınıza anılar sırayla. Kaybettiğiniz kişi kim olursa olsun hep hissedersiniz varlığını, ilk zamanlar unutursunuz bile artık göremeyeceğinizi. Eliniz telefona gider, gözünüz odayı tarar nerede diye. İşte o anda aklınıza dank eder ama yine de kabul edilmez öyle kolay kolay. Unutulmaz gidenler. Ama hayata devam etmek de zorundayız, nasıl çıkar insan işin içinden bilmiyorum. İnsanın hayatına devam ediyor olması demek, unutmuş olması demek değildir. Başlarda etrafınıza baktığınızda bile giden kişiyle ilgili onlarca detay geliyor olsa da, yediğiniz yemeği ne kadar seviyor olduklarını düşünmek boğazınıza bir düğüm atıyor olsa da hayat her şeye rağmen devam ediyor. Yaşarken önemsiz görünen her detay, birini kaybettiğiniz andan itibaren yüzünüze çarpmaya başlar. O kişiyi çok tanımıyor olsanız da acı verir ölüm. Uzaktan duyulan ambulans sesi bile içinizi ürpertir, düşünmeden edemezsiniz acaba durumu nasıl diye. Ama işte en büyük acı yine de en yakınındakinin yüreğine düşüyor. Anne babanın evladını kaybetmesi, bir çocuğun anne babasını kaybetmesi, sevdiğin insanı kaybetmek, arkadaşını kaybetmek… Düşünmek bile insanın nefesini daraltırken, bu gibi durumların her an gerçekleşebilecek olma ihtimali insanın kalbine bıçaklar saplanmasına neden oluyor. 13 Mart 2016 Ankara’da gerçekleşen terör olayında kaybettiğim arkadaşım Elif Gizem Akkaya ile aynı liseye gitmiştik, evlerimiz çok yakındı. Kendisi ile çok yakın olmasak da zaman zaman konuşur, çoğu zaman ise karşılaştıkça selamlaşırdık. Patlamanın olduğu yer çoğu insanın defalarca beklemiş olduğu bir durak. Benim de eve gelirken her zaman beklediğim durak. Elif’in de o zamana kadar beklediği durak. O gece sosyal medyadan ona ulaşılamadığı haberini aldığımda nefesimi kesen acı tarifsizdi. Çok mu yakındık? Hayır. Hakkında birkaç detaydan fazlasını bilmezdim. Her zaman bildiğim tek şey ise ne kadar iyi bir insan olduğu olarak kalacak. Ama işte insan kaybedince anlıyor karşısındakinin değerini derler ya hep, doğru o. Keşkeler birikmeye başlıyor insanın beyninde. Bugün tahtada gördüğüm Elif Gizem ismiyle önce boş bulunup “Bizim okulda mıydı?” diye düşünmemle gerçeğin yüzüme çarpması arasında saniye bile yoktu. Demem o ki elindekinin değerini bilmeli insan. Herkes karşısındakine değer vermeli, kırmamalı bir anlık öfkeyle. Sonra kaybedince haklı haksız kalmıyor. Hayata sıkı sıkı tutunmalı insan başına ne gelirse gelsin. Kaybettiklerimiz zayıf noktamız değil, gücümüzü topladığımız nokta olsun. Birilerine zarar vermeden yaşayabilmeli insan. Zarar bir yana, nasıl faydalı olabilirim diye düşünmeli. Bencil olmamalı. Hepimiz hata yapıyoruz. Boş şeyler için şikâyet ediyoruz, mutsuz oluyoruz. Ama değmediğini anladığımızdaysa çok geç oluyor. Kimsenin canının acımadığı bir dünya düşünün. Çok mu zor acaba insanların birbirini sevmeyi bırak tahammül etmesi? Denemedikçe bilemez insan. Son günümüzmüş gibi yaşamak en doğrusu bence. Kaynakça: Kitabın Adı: Senden Sonra Ben Yazar: Jojo Moyes Yılı: 2016 Emre Tığ 13 Nisan 2016 ALEKSEY İVANOVİÇ OLMAK İnternet üzerinde, “Hangi renksiniz?”, “Hangi mevisimin insanısınız?” gibi testlere rastlamışsınızdır; saçma sapan şeyler. Birkaç sene önce benim de karşıma böyle bir test çıktı. “Hangi Dostoyevski karakterisiniz?” diye bir soru yöneltti bana. Normalde bu tarz şeyler karşıma çıktığında önemsemez, güler geçerim. Can sıkıntısından olsa gerek, bakalım ne çıkacak diyerek testi yapma kararı aldım. Izdırap gibi geçen birtakım soruların ardından, “Siz Aleksey Ivanoviç’siniz” diye bir cevap çıktı karşıma. O güne kadar hiç karşılaşmadığım bu ismi duyunca, tekrardan en küstah halime büründüm ve aşağılarcasına sayfayı kapattım. Bu olayın üzerinden yıllar sonra, elime bir Dostoyevki romanı geçti, Kumarbaz. “Ustalara saygı duymak lazım” diyerek, rezalet çevirisine rağmen, bir solukta kitabı bitirdim. Kitabı okuduğum sırada ufak ufak aydınlanmalar yaşamaya başladım ve yıllar önce yaptığım o test geldi aklıma. Sonunda, bana benzetilen Aleksey İvanoviç ile tanışmış oldum. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, beni tanımak isteyen birine Aleksey Ivanoviç’in hikayesini anlatabilirim. Abartmış olmayayım, hayat hikayelerimiz birbirlerine çok da benzemiyor. Ama şunu da belirteyim, eğer ben Aleksey İvanoviç’in yerinde olsaydım romanın virgülünü bile değiştirmeye gerek kalmazdı. Ya da tam tersi bugün benim yerimde Aleksey İvanoviç olsaydı, hayatımda hiç bir şey değişmezdi. Ben de sizlere biraz Aleksey İvanoviç’ten bahsedeyim. O bir öğretmen. İşi gereği hayatı boyunca, eğitimi, mantığı her şeyin önüne koyan birisi. Bilmiyorum mantığa önem veren insanların ortak özelliği midir bu, o da tıpkı benim gibi tatlı bir küstahlığa sahip. Tabii küstalık ne kadar tatlı olabilir, ya da öyle bir küstahlığa mı sahibiz, tartışılır. Af buyurun, objektif olamıyorum. Fakat bu akılcılığın, bu mantıksal düşüncenin azılı bir düşmanı var, adı da tutku. Tıpkı benim gibi, Aleksey de bu illetle tanışıyor. Bilmiyorum farklı insanlar bu hisse sahip olunca nasıl tepkiler verirler, ancak Aleksey gibiler için fazlasıyla zararlı bir şeydir bu. Bu illet genelde kazanma hırsı, aşk, kıskançlık gibi duyguların arkasına saklanır. Zavallı Aleksey’in de başına bu geldi işte. Olmadık bir zamanda olmadık birine aşık oluverdi. Tabii Aleksey’in böyle şeyler yapması beklenmemeli, ama illet dedim ya, nereden geleceği belli olmuyor işte. Bu aşk denen duygu, Aleksey gibi insanlarda öyle şekillere dönüşüverir ki, kendinden bile vazgeçecek hale gelirler. O aşık olduğu şeytan, kendini buradan aşağı at dese, git şu adamı aşağıla dese, ya da gel bırak derslerini falan beraber vakit geçirelim dese, Aleksey gibi insanlar sorgusuz sualsiz giderler. Yeri gelir bazı hataları, bile bile, üstüne basa basa yaparlar. İşte bu tutku, Aleksey gibi insanların en büyük düşmanıdır. Bunun bir de hırsla gelen cinsi vardır. Bu cins, insanlara farklı istekleri doğrultusunda bulaşabilir. Kimisine para kazanma, kimisine adını duyurma, kimisine de en tepeye çıkma arzusuyla. Aleksey’e bulaşan cinsi, para için olan tutku. Bağımlılık gibi bir şey işte, bir bulaştı mı kurtulması çok zor insanın. Hele hele Aleksey gibi küstah, kendini büyük gören insanların. Bu illetin ise aslında en büyük zararı insanın kendisine olur. Aleksey öyle bir hale gelir ki yaptığı her şeyi doğru görür. Ama bilmez kendisine ve çevresine verdiği zararı. İşte bu illete bir kere yakalandıktan sonra, tepetaklak olan bir hayatın hikayesini anlatır Kumarbaz. O’nun için, hayatımda okuduğum en iyi kitap diyemem. Ancak şunu bağıra bağıra söyleyebilirim ki; en sevdiğim kitap budur. Hani bazıları başucu kitabı derler ya, benim için o kitap bu kitaptır işte. Aleksey de benim bir kopyamdır aslında, ya da ben O’nun. İnsanın kendini bir kitapta görmesi, kendini okuması onun ufkunu açar. Kumarbaz, benim için adeta bir aynadır. Hayatımın sonuna kadar baksam da, bir an olsun sıkılmayacağım bir ayna. Ahmet Sencer TOPCU YAŞANMIŞLIKLARIN FARKINDALIĞI “Bir insan kendisini bulduktan sonra, onun bu dünyada kaybedebileceği hiçbir şey yoktur. Ve o kişi kendi içindeki insanlığı anladıktan sonra, bütün insanları anlayacaktır.” (Zweig 69). Kitapta karakterin aklından geçen bu düşünce bana aslında hiçbir insanı neden anlayamadığımı fark ettirdi. Nedeni ise kendi içimdeki "ben"in kim olduğunu anlayamıyor oluşumdu. Stefan Zweig’ın Olağanüstü Bir Gece adlı gerçek bir olaya dayanan bu uzun öyküsü bana kendi benliğimi tanımam için harekete geçmenin zamanın geldiğini öğretti, aslında beni buna zorladı. Çünkü bu hayatta mutsuz olmamın en büyük nedenini bana fark ettirdi, bana. Kitapta düşüncelerini okuduğum baş karakterde büyük bir hissizlik, soğukluk hakimdi bunun nedeni ise doymuşluktu. Çünkü ekonomik olarak üst düzey şartlarda yaşayan bu insan hayattaki istediklerinin çoğunu yerine getirmiş bu yüzden de hayata doymuştu. Fakat geriye son bir eksik kalıyordu, kendisini keşfetmesi. Ve bunun için de zamanı çoktu. Başka işlerle ilgilenmesine hayallerinin peşinde koşmasına gerek yoktu çünkü zaten çoğunu çoktan gerçekleştirmişti. Ben ise hayallerimi daha gerçekleştirmemiş, ekonomik olarak özgürlüğümü kazanmamış bile olsam ben de bir o kadar soğuk ve hissizdim. Tek bir farkla, kendi benliğimin farkında olmadan. Karakterle olan ortak noktam insanlara aynı olan bakışımız ve hislerimizdi. Resmen onunla bütünleşmiştim. Düşüncelerimiz birbirine girmişti. Okurken sanki ben kitabı okumuyorum da kitap beni okuyordu. Onun düşünceleri benim, benimkiler ise onun olmuştu. Ben de tıpkı başkarakter gibi hissizliğimi insanlara bakarken büyük bir soğukkanlılıkla kullanıyorum. Mesela bakışlarımın o tanımadığım kişileri rahatsız etmesi ya da hoşlarına gitmesi bana büyük bir haz veriyor. Kısacası kendimi başkalarının duygularını açığa çıkararak tatmin ediyorum. Belki de tüm bunların sebebi yaşayıp deneyimlediklerim ya da tamamıyla kendi doğamın böyle oluşudur. Çünkü kendi benliğimi hiçbir zaman aramamıştım ki bulayım. Kısacası her şeyin insanın kendisini keşfetmesiyle başladığını fark ettim. Stefan Zweig’ın Olağanüstü Bir Gece adlı eseri sanki bana hayatımı neden anlamlandıramadığımın neden mutsuz olduğumun en büyük nedeninin kendim olduğunu defalarca vurguladı. Ben de oturup sorguladım temelden. Sorun neredeydi acaba? Zengin olmamam mıydı sorun? Hayır, para sadece işimi kolaylaştırırdı, düşünmek için daha çok zamanım olurdu. İşte burada cevaba yaklaştığımı hissettim. Sorun şu ki hep başkalarını düşünmekten onları anlamaya çalışmaktan tüm zamanımı boşa harcadığımın farkına vardım, keşke önce kendime bir zaman ayırıp kendimi sorgulasaydım şu an bambaşka duygular yaşıyor olabilirdim, mutlu olabilirdim. “Gülerek, sohbet ederek dalgalanan bir insan kalabalığının ortasında ben kendi kendimi arıyordum, içimdeki o yitik insanı arıyordum.” (Zweig 36). Stefan Zweig’ın Olağanüstü Bir Gece adlı yapıtındaki beni düşündürmeye iten bu cümle, beni benliğimin derin basamaklarından teker teker indirdi. Aslında ne kadar yalnız olduğumu fark ettirdi. Kendi yalnızlığımı iliklerimde hissettirdi, yaşattırdı. Kendimi artık yavaş yavaş tanımaya başladığımı fark ettim. İşe yaramaz olduğumu ve etrafımda ki insanlara sahte bir şekilde gülümsediğimi anladım. Gerçekten kendimi yaşamadığımı, sırf yalnız kalmamak için kendimi sevdirmeye çalıştığımı anladım. Bir nevi kendime bir maske oluşturmuşum hiç farkında olmadan. Fakat kendi farkındalığımın artık farkına varıyordum ve bundan da haz almıyor değildim. Şunun da farkına varmaya başlamıştım, hayatta her şeye doymuşluk diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Tam aksine hep bir eksiklik var ve bu doyumsuzluğumu giderme adına bir çabam var. Bu yüzden karşıma çıkan her olayda yeni bir şeye doyduğumu düşünürken aslında her bir doygunluğumun diğer bir doyumsuzluğumu ortaya çıkardığını fark ediyordum. Yaşarken karşılaşacağım herhangi bir olayın kendimi keşfetmeme sebep olabileceğini ve hayata dair bütün düşüncelerimin bir anda değişebileceğini fark ettirdi. Stefan Zweig’ın kitabındaki başkarakterin düşünceleri bana, hayat devam ederken kendimi bulmak için hep mücadele içerisinde olacağımı ve kendimi keşfettiğimde de daha mutlu daha özgüvenli bir birey olarak yaşayacağımı öğretti. Kaynakça: Zweig, Stefan. Olağanüstü Bir Gece. 9.baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Eylül 2017. Fuat Arınç Pehlivan BİRAZ CESARET Anlatılanlara inanmak istiyorum çoğu zaman, genç olduğumu bana yeniden hatırlatan kitapları seviyorum. Yaşadığım koca hayatın içinde tek oluşumun getirdiği yalnızlığı, biranın verdiği hafif sarhoşlukla başımdan def ediyorum. Deniz Benim Kardeşimdir tam da arzuladığım genç hayatları anlatıyor. Aniden verilen kararların ani kararsızlıklara dönüştüğünü ve hayatın attığımız adımlardan ibaret olmadığını anlatıyor bize Kerouac. Gençlikten aldığımız tadın meyveli şaraptan aldığımız tattan bile daha güzel olduğunu söylüyor yani. Umutsuzluk bir gencin başına gelebilecek en feci şey sanırım. Hayattan, arkadaşlarından, geleceğinden umudunu kesmiş bir gencin keyfini içki bile yerine getiremez. Ben gencim, hayattan beklentim çok olsa da kendimden bir beklentim yok. Karar vermek istiyorum sonuçlarını düşünmeden ve verdiğim kararların en iyi olmasını istiyorum. Gözüm kapalı bir şeylere güvenmek istiyorum ama güvendiğim kapılar sağlam da olsun istiyorum. Deniz ile kardeş olmak istemiyorum, ben dalgalarla boğuşacak kadar cesur bir yürek istiyorum. Tuzlu su burun deliklerimden içeri girdiğinde, başıma giren o tuhaf ağrıya karşı koymak istiyorum. Henüz gençken ve bir şeylerin sınırını çizebileceğimi zannediyorken, kararlarımdan korkmadan dosdoğru kendi yolumda ilerlemek istiyorum. Şimdi gençliğimle övünürken, yirmi yıl sonra ağrımaya başlayan dizlerime lanet edeceğim. Eskiden özgürce koşabildiğim her günü gözlerim dolu dolu olmuş bir şekilde anarken, kıymetini bilemediğim gençliğime söveceğim. Şimdi gençken ve bundan yirmi yıl sonrasını bile tahmin edebiliyorken bir şeyleri değiştirmeliyim. Ben de hayatıma yeni bir yön vermeliyim, bir anda hiç tanımadığı bir yabancıyla denize açılmak isteyen kahramanımız kadar gencim ben de. Üstelik daha da serbestim. Okulu bırakıp hemen yarın gemilere kaptan olacağım demiyorum, istediğim şeylerin peşinden daha hızlı koşacağımı söylüyorum. Resim yapmak istiyorum ben, ömrüm hayatım boyunca bir şeyleri resmetmek bazen saçma sapan çizgilerden bir bütün çizmek istiyorum. Picasso gibi soyut, Van Gogh gibi çok perspektifli çizmek istiyorum hayatı. Gördüğüm her güzelliği kırmızıyla süslemek, sesini duyduğum her rüzgârın soğukluğunu çizmek istiyorum ben. Yeniden bir hayata başlamak ve başlangıç çizgisinin yerini değiştirmek istiyorum. Cesur olmak gerek tüm bunlar için, önce bir kalem bir de kâğıt almak gerekir. Hayatımı düzenlemem ve daha az içki içmem gerekir, benliğimi yaşamam için benliğimi değiştirmem gerekir. Sorumlulukların üzerime tek tek yığıldığı bir dünyadayım, omuzlarım kapasitesini aşmak üzere. Hâlâ daha mutlu olmak için birkaç sorumluluğu daha omuzlamam gerekiyor. Hayatımı istediğim gibi yaşamam için bir roman kahramanı mı olmalıyım? Gerçek hayatta sık rastladığınız biriyim ve isteklerim akla mantığa sığmayacak şeyler değil. Öyleyse neden yaşamak istemediğim bir hayatın sınırları içindeyim. Kendi sınırlarımı kendim çizebileceğimi söylerken bunun farkında değil miydim? Yaşadığım hayatı sırf beni dünyaya getirdiler diye annem ve babam çizerken ben hangi rolün içindeyim? Kitapta anlatıldığı kadar gencim ve en az onlar kadar özgür olmayı hak ediyorum. Mutsuz olmak kimsenin hak edeceği bir şey olmadığı gibi benim de hak edeceğim bir şey değil. Hislerimin ve en önemlisi kararlılığımın verdiği ölçüde gençliği yaşamak istiyorum. Kendi hayatımın hâkimiyetini kendim kurmak ve istersem kendi kurduğum bu hayatı kendi kararlarımla yıkmak istiyorum. Belki biraz yalnız kalmak ve yeterli cesareti toplamak istiyorum. Ellerimin buruştuğunu seyrederek değil, yeni renklerin kokusunu içime çekerek ölmek istiyorum. Ölümün sadece bana değil hepimize yakın olduğunu biliyorum, bu yüzden gençliğimi yaşayan sadece ben değil hepimiz olalım istiyorum. Deniz Benim Kardeşimdir gençliğin ve gençken alınan kararların anlatıldığı nefis bir kitap. Benim gibi cesareti kırılmış birçok gence yeniden hayata başlamak için biraz cesaret biraz da ilham veriyor. Demirtaş, 1 Ozan Can Demirtaş 21300899 TURK 101-13 21.11.2014 Öğretmen: Başak Berna Cordan EĞİTİM SİSTEMİMİZİN ÇÖKÜŞÜ Mustafa İnan, hayatını bilime adamış bir mühendis, bir profesör… Hayat her zaman acımasız yüzünü göstermiş ona. 1911 yılında hayata gözlerini açtıktan kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı ve takip eden Kurtuluş Savaşı olmuş hayatının ilk ve önemli zorlukları. Babası postacı olduğu için Mustafa İnan babasının yüzünü çok zor görüyormuş. Neredeyse babasız geçen bir hayat olmuş onunki. Fakat doğuştan gelen zekâsıyla bütün engelleri aşmış. Belki de o zamanlar onun bu zekâsı başarıya ulaşmak için tek yolmuş, çünkü ne lisede ne de üniversitede kaliteli eğitim alınabiliyormuş. Öyle ki, Mustafa İnan lise ve üniversitede henüz öğrenciyken ders verip oralardaki hocaların istifalarına bile neden olmuş. Şimdiki liselerde ve üniversitelerde verilen eğitim ne kadar yeterli, bunu da tartışmak gerekir. Geçmişten günümüze doğru geldiğimizde geçen yılların çok, eğitim sistemimizi geliştirme konusunda alınan yolun ise bir arpa boyundan daha az olduğunu söyleyebilirim. Cumhuriyetin ilk yıllarında verilen eğitimde kusur bulmak kolay ve kaçınılmaz. Yeni uygulanmaya başlanmış ve coğrafyamızın tamamen yabancı olduğu sistemlerin oturması tabii ki zaman alacaktı. Bu sistemi yerleştirmek için kendi içimizden Mustafa İnan gibi profesörler çıkarmayı da başardık. Böyle isimler cumhuriyetimiz ve eğitim sistemi için yol göstericiydiler. Elbette taşıdıkları bayrağı bir yerde mecburen bırakacaklardı. Öyle de oldu ama o bayrağı alan Demirtaş, 2 insan sayısı çok daha az olunca yerimizde saydık bugünlere kadar. Şu anda Türkiye’de binlerce lise ve onlarca üniversite var. Peki, bunların kaçında yeterli ve çağdaş düzeyde eğitim verildiği söylenebilir? Hepsini saysak, taş çatlasa iki elin parmaklarını geçmez. Bugün, bazı aklını yitirmiş kesim hariç, kim iddia edebilir eğitim sistemimizin öğrencileri bilgiye ve yaratıcılığa ulaştıran bir kapı olduğunu? Son yıllarda ilköğretimden başlanarak uygulanan muhteşem(!) programlar sayesinde öğrenciler liseye çok daha iyi hazırlanabiliyor. Bir önceki cümleyi ne kadar inanarak okusam da olmuyor, kendimi kandıramıyorum. İlköğretimde böyle saçma sapan, her yıl değişen sistemlerde eğitim gören öğrenciden, liseye geçtiğinde ne vermesini bekleyebilirsiniz? İlköğretimde sistemin elinden kurtulsanız, lisede yakanıza yapışıveriyor. Zaten lisede öğretmenlerin kalitesi belki de görüp görebileceğiniz en düşük seviyede. Lisede dört yıl boyunca beş farklı fizik öğretmenim oldu ve fen lisesinde okumama rağmen bu beş öğretmenden hiçbirisi bana fiziği öğretemedi. Türkiye’nin acı bir gerçeği bu ve değişecek gibi de durmuyor. Liselerde durum böyle olunca üniversiteye giriş için yapılan ve son derece adil(!) olan sınav bizleri üniversiteye yönlendiriyor. Son on iki yılda uygulanan her ile bir üniversite açma projesi(rezaleti) sayesinde bu sınavın sonucuna bakılmaksızın neredeyse herkes üniversiteli oluyor, ne mutlu(!) Fakat yine unuttuğumuz bir şey var, kalite. O kadar çok üniversite açınca personel ihtiyacı doğuyor. Üst düzey bürokratlarımız sağ olsun hiç boş bırakmıyorlar, bu boşlukları akrabaları ile hemen dolduruyorlar. İlköğretim ikinci sınıf hayat bilgisi dersi bile anlatamayacak insanlar, üniversitede akışkanlar mekaniği dersi anlatmaya çalışıyor. Bu dersi alan öğrenciler bir şekilde mezun oluyor ve böylece yeni bir sosyal sınıf meydana geliyor: Üniversite mezunu işsizler. Gördüğünüz gibi tek haneli yaşlarımızdan başlayıp ömrümüzün büyük bir bölümünde yer eden ilköğretim-lise-üniversite süreci, ülkemizde yerini kalitesiz eğitime bırakmakta. Aslında Bir Bilim Adamının Romanı adlı romanı okumaya başladığımda hislerim çok farklıydı. Ülkemizin Demirtaş, 3 değerli bilim adamlarından birinin nasıl yetiştiğini okuyacağım için çok heyecanlıydım. Beklediğimi aldım fakat roman beni gerçekler hakkında düşünmeye ittiği zaman karamsarlığa düştüm. Eğitim sistemini düzeltmek için hiçbir zaman geç değil ve bu değişimi sağlayacak insanlar bizleriz. Gelecekte de çocuklarımızın benzer durumlara düşmesini istemiyorsak bir an önce çalışmaya başlamalıyız. KAYNAKÇA Atay, Oğuz. Bir Bilim Adamının Romanı, Mustafa İnan. Birinci Baskı. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975. İ“TENİLMİŞ YALNIZLIK Yal(cid:374)ızlık . Moder(cid:374) dü(cid:374)ya(cid:373)ızı(cid:374) e(cid:374) ö(cid:374)e(cid:373)li sıkı(cid:374)tıları(cid:374)da(cid:374) (cid:271)iri. Gü(cid:374)ü(cid:373)üzü(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı yal(cid:374)ız kal(cid:373)a(cid:373)ak .. içi(cid:374) eli(cid:374)de(cid:374) gele(cid:374)i yapıyor. E(cid:374) (cid:271)asit aktivitelerde (cid:271)ile hep (cid:271)ir gru(cid:271)u(cid:374) parçası ol(cid:373)a ihtiya(cid:272)ı içi(cid:374)de. Ye(cid:373)eğe giderke(cid:374), akşa(cid:373) dışarı çıkarke(cid:374) ve daha sayısız ör(cid:374)eklerde hep (cid:271)ir ta(cid:374)ıdık, ya(cid:374)ı(cid:374)da rahat hissettiği(cid:373)iz (cid:271)iri(cid:374)i arıyoruz. Tek (cid:271)aşı(cid:374)a kaldığı(cid:373)ızda (cid:271)ile yal(cid:374)ız ola(cid:373)ıyoruz. Eli(cid:373)izdeki telefo(cid:374)la (cid:271)aş (cid:271)aşayız, hep (cid:271)izde(cid:374) daha (cid:271)üyük (cid:271)ir oluşu(cid:373)u(cid:374) içi(cid:374)deyiz. Peki hep korkuyla kaçı(cid:374)dığı(cid:373)ı yal(cid:374)ızlık aslı(cid:374)da (cid:271)izi(cid:373) içi(cid:374) z faydalı ola(cid:271)ilir (cid:373)i? İşte Ce(cid:373) Şa(cid:374)(cid:272)ı (cid:862)Yal(cid:374)ızlık Doktorası(cid:863) isi(cid:373)li i(cid:374)(cid:272)ele(cid:373)e kita(cid:271)ı(cid:374)da (cid:271)u ko(cid:374)uya deği(cid:374)iyor ve yal(cid:374)ızlığı(cid:374) gösterildiği kadar korku(cid:374)ç ol(cid:373)adığı (cid:373)esajı(cid:374)ı okuyu(cid:272)uya iletiyor. Kita(cid:271)ı(cid:374) sayfaları(cid:374)da gezi(cid:374)irke(cid:374) açıkçası yazara hak ver(cid:373)ekte(cid:374) ke(cid:374)di(cid:373)i ala(cid:373)adı(cid:373). Gerçekte(cid:374) de (cid:271)izi e(cid:374) iyi a(cid:374)laya(cid:271)ile(cid:272)ek kişi ola(cid:374) ke(cid:374)di(cid:373)ize hak ettiği za(cid:373)a(cid:374)ı ayıra(cid:373)ıyoruz. E(cid:374) so(cid:374) (cid:374)e za(cid:373)a(cid:374) tek (cid:271)aşı(cid:374)ıza sade(cid:272)e düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)izle yal(cid:374)ız kaldı(cid:374)ız? E(cid:374) so(cid:374) (cid:374)e za(cid:373)a(cid:374) tek (cid:271)aşı(cid:374)ıza o (cid:272)a(cid:374)ı(cid:374)ızı(cid:374) çok çekiği ye(cid:373)eği yiye(cid:271)ildi(cid:374)iz? Doğrusu(cid:374)u söyle(cid:373)ek gerekirse hatırla(cid:373)ası (cid:271)iraz zor. Çoğu za(cid:373)a(cid:374) ke(cid:374)di istekleri(cid:373)izi (cid:271)ir gru(cid:271)u(cid:374) parçası ol(cid:373)ak ve o yal(cid:374)ız kişi olarak a(cid:374)ıl(cid:373)a(cid:373)ak adı(cid:374)a iki(cid:374)(cid:272)i pla(cid:374)a atıyoruz. Bu(cid:374)u(cid:374) so(cid:374)u(cid:272)u(cid:374)da ise hep (cid:271)irileri(cid:374)e (cid:271)ağı(cid:373)lı oluyoruz, gerçek özgürlüğü asla tada(cid:373)ıyoruz. Peki (cid:271)u(cid:374)u(cid:374) (cid:374)ede(cid:374)i(cid:374)i hiç düşü(cid:374)dü(cid:374)üz (cid:373)ü? Nede(cid:374) toplu(cid:373) içi(cid:374)de yal(cid:374)ız kalı(cid:374)(cid:272)a sa(cid:374)ki (cid:271)ütü(cid:374) gözler üzeri(cid:373)izde oluyor? İ(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) sosyal (cid:271)ir varlık olduğu uzu(cid:374) süredir yaygı(cid:374) olarak kulla(cid:374)ıla(cid:374) (cid:271)ir söyleyiş. İ(cid:374)sa(cid:374)lık eski ru(cid:271)a dahil ol(cid:373)a içgüdüsü(cid:374)e sahip. Bu aslı(cid:374)da hayatta kal(cid:373)a içgüdüsü(cid:374)ü(cid:374) (cid:271)ir zamanlardan beri bir g so(cid:374)u(cid:272)u. İ(cid:374)sa(cid:374)lık ye(cid:373)ek (cid:271)ul(cid:373)ayı kolaylaştır(cid:373)ak ve av(cid:272)ılarda(cid:374) koru(cid:374)(cid:373)ak içi(cid:374) (cid:271)irlik ol(cid:373)a eski zamanlarda k duru(cid:373)u(cid:374)da kaldı. Yal(cid:374)ız yaşa(cid:373)ayı seç(cid:373)iş (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) hayatta kal(cid:373)a şa(cid:374)sı çok yüksek değildi. Bu (cid:271)era(cid:271)er ol(cid:373)a eğili(cid:373)i tarih (cid:271)oyu(cid:374)(cid:272)a aktarılarak gü(cid:374)ü(cid:373)üzdeki hali(cid:374)i aldı. Bu se(cid:271)eple içgüdüleri(cid:373)iz gereği hep ta(cid:374)ıdığı(cid:373)ız (cid:271)irileri(cid:374)i(cid:374) ya(cid:374)ı(cid:374)da ol(cid:373)a ihtiya(cid:272)ı(cid:374)ı duyarız. Ye(cid:374)i (cid:271)ir orta(cid:373)a girip ye(cid:374)i i(cid:374)sa(cid:374)larla ta(cid:374)ış(cid:373)ak e(cid:374) (cid:271)ir süreçtir, (cid:271)ir (cid:374)evi ke(cid:374)di(cid:373)izi rahat hissettiği(cid:373)iz ala(cid:374)ı(cid:374) dışı(cid:374)a çık(cid:373)ak kendimizi ikna etmemiz gerek içi(cid:374) ça(cid:271)alarız. Yal(cid:374)ızlık i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) kaçı(cid:374)(cid:373)ası gereke(cid:374) (cid:271)ir duru(cid:373) değildir. Ta(cid:373) tersi(cid:374)e, kasıtlıyaşa(cid:374)ıla(cid:374) yal(cid:374)ızlık i(cid:374)sa(cid:374)a çeşitli fırsatlar su(cid:374)ar. Ö(cid:374)(cid:272)elikle yal(cid:374)ız i(cid:374)sa(cid:374) farkı(cid:374)dalık sahi(cid:271)idir. Yal(cid:374)ız i(cid:374)sa(cid:374), etrafı(cid:374)daki detaylara dikkat eder, i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) (cid:374)eler hissettiği(cid:374)i a(cid:374)laya(cid:271)ilir. Bu se(cid:271)eple arkadaşlıkları daha güçlü ve uzu(cid:374) Yal(cid:374)ız i(cid:374)sa(cid:374) ayrı(cid:272)a öz farkı(cid:374)dalığa da sahiptir. Ke(cid:374)di istekleri(cid:374)i, hayatta(cid:374) (cid:271)ekle(cid:374)tileri(cid:374)i sürelidir. (cid:271)elirle(cid:373)iştir. Bu özellik o(cid:374)ları aşk ve iş hayatı(cid:374)da diğerleri(cid:374)de(cid:374) ayırır. Yal(cid:374)ızlıkla (cid:271)arış(cid:373)ış (cid:271)iri aşkı(cid:374) da değeri(cid:374)i kesi(cid:374)likle daha iyi a(cid:374)laya(cid:272)aktır kle(cid:374)tileri(cid:374)i(cid:374) farkı(cid:374)da olduğu(cid:374)da(cid:374)iş ve kendi limitlerinin ve be hayatı(cid:374)da da daha (cid:373)utlu ve (cid:271)aşarılı ola(cid:272)aktır. Yal(cid:374)ızlık düşü(cid:374)(cid:272)elerle (cid:271)era(cid:271)erlik içi(cid:374)de ol(cid:373)ak de(cid:373)ektir ve (cid:271)u düşü(cid:374)(cid:272)eler her za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)izi iyi yerlere götür(cid:373)ez. Bu se(cid:271)eple yal(cid:374)ız (cid:271)iri ke(cid:374)di şeyta(cid:374)larıyla (cid:271)arışıktır. O(cid:374)u i(cid:374)(cid:272)it(cid:373)ek daha zordur çü(cid:374)kü o söyleye(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:374)iz her sözle zate(cid:374) çok ö(cid:374)(cid:272)ede(cid:374) düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)de karşılaş(cid:373)ıştır. İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:374) (cid:271)üyük düş(cid:373)a(cid:374)ı le yüzleş(cid:373)eyi (cid:271)aşara(cid:271)il(cid:373)iş (cid:271)iri aklı(cid:374)a her gele(cid:374)i (cid:271)aşar(cid:373)a kapasitesi(cid:374)e sahiptir. gene kendisidir ve kendi i Ö(cid:374)ü(cid:374)de e(cid:374)gel kal(cid:373)a(cid:373)ıştır artık. Yal(cid:374)ızlığı(cid:374) faydaları(cid:374)ı (cid:271)ildiği(cid:373)iz halde (cid:374)ede(cid:374) yal(cid:374)ızlara zavallı gözüyle (cid:271)ak(cid:373)aya deva(cid:373) ederiz? Kita(cid:271)ı(cid:374)da Ce(cid:373) Şa(cid:374)(cid:272)ı (cid:271)u ko(cid:374)uyla ilgili (cid:271)ir hikayeye yer ver(cid:373)iş. Plato(cid:374)’u(cid:374) sı(cid:374)ıfı(cid:374)da yaşıtları gi(cid:271)i evle(cid:374)ip sırada(cid:374) (cid:271)ir hayat yaşa(cid:373)ak iste(cid:373)eye(cid:374) (cid:271)ir öğre(cid:374)(cid:272)i var(cid:373)ış. A(cid:374)(cid:272)ak (cid:271)u öğre(cid:374)(cid:272)i arkadaşları tarafı(cid:374)da(cid:374) tuhaf karşıla(cid:374)(cid:373)aktay(cid:373)ış. Plato(cid:374) öğre(cid:374)(cid:272)isi(cid:374)i (cid:271)ir (cid:373)ağaraya götür(cid:373)üş yüzü(cid:374)ü duvara çeviriparkası(cid:374)a (cid:271)ir ateş yak(cid:373)ış. Ateşteki (cid:374)es(cid:374)eleri(cid:374) dev (cid:272)a(cid:374)avarlara (cid:271)e(cid:374)zediği(cid:374)i göster(cid:373)iş ve toplu(cid:373)u(cid:374) da o(cid:374)u (cid:271)azı korkutu(cid:272)u rle (cid:271)ulu(cid:374)duğu yere zi(cid:374)(cid:272)irle(cid:373)ek istediği(cid:374)i söyle(cid:373)iş, so(cid:374)ra öğre(cid:374)(cid:272)isi(cid:374)e (cid:373)ağarada(cid:374) dışarı çıkıp hikayele he(cid:373)e(cid:374) geri gel(cid:373)esi(cid:374)i söyle(cid:373)iş. Öğre(cid:374)(cid:272)i (cid:373)ağaraya geri gelirke(cid:374) gözleri kara(cid:374)lığa geri alışa(cid:373)adığı(cid:374)da(cid:374) takılıp düş(cid:373)üş. Plato(cid:374) da eğer zi(cid:374)(cid:272)irleri(cid:374)i kırıp gördükleri(cid:374)ita(cid:374)ıdıkları(cid:374)a a(cid:374)lat(cid:373)aya çalışırsa, düştüğü(cid:374)ü göre(cid:374)leri(cid:374) o(cid:374)a a(cid:272)iz, deli gi(cid:271)i (cid:271)ak(cid:373)aya (cid:271)aşlaya(cid:272)ağı(cid:374)ı ve (cid:271)öyle (cid:271)iri(cid:374)e asla inana(cid:373)aya(cid:272)akları(cid:374)ı açıkla(cid:373)ış.1 Bu hikayede(cid:374) de a(cid:374)laşıla(cid:272)ağı üzere toplu(cid:373)u(cid:374) (cid:374)or(cid:373)al karşıladıkları(cid:374)ı(cid:374) ötesi(cid:374)e geç(cid:373)eyi (cid:271)aşara(cid:374)lar, (cid:271)ir eski hayatı(cid:374)a asla Dö(cid:374)(cid:373)eye çalıştıkları(cid:374)da etrafı(cid:374)dakiler o(cid:374)a (cid:271)ir deli gözüyle daha geri dönemez. (cid:271)aka(cid:272)aktır hep. Yal(cid:374)ızlık da ay(cid:374)e(cid:374) (cid:271)öyledir. Yal(cid:374)ızlığı(cid:374) tadı(cid:374)ı al(cid:373)ış (cid:271)iri(cid:374)i(cid:374) hayatı eskisi gi(cid:271)i ola(cid:373)az artık. Hedo(cid:374)ist a(cid:374)o(cid:374)i(cid:373) (cid:271)ir şairi(cid:374) ü(cid:374)lü süzü(cid:374)de (cid:271)elirttiği üzere: (cid:862)Yal(cid:374)ızlık tehlikelidir, (cid:271)ağı(cid:373)lılık yapı(cid:272)ıdır. Ne kadar huzurlu olduğu(cid:374)uzu gördüğü(cid:374)üzde (cid:271)aşka i(cid:374)sa(cid:374)larla uğraş(cid:373)ak iste(cid:373)ezsi(cid:374)iz.(cid:863) Peki hayatı(cid:373)ızda yeteri(cid:374)(cid:272)e yal(cid:374)ızlık var (cid:373)ı? Açıkçası (cid:271)e(cid:374)i(cid:373)ki(cid:374)de yok. Ke(cid:374)di(cid:373)i hep sürekli (cid:271)ir işle (cid:373)eşgul ya da (cid:271)aşka (cid:271)ir şekilde i(cid:374)sa(cid:374)larla iletişi(cid:373) hali(cid:374)de (cid:271)uluyoru(cid:373). Bu(cid:374)u(cid:374) kaçı(cid:374)ıl(cid:373)ası gerek en bir duru(cid:373) olduğu(cid:374)u kes a ede(cid:373)e(cid:373). “osyal ol(cid:373)ak herkes içi(cid:374) (cid:271)ir ihtiyaç. A(cid:374)(cid:272)ak yal(cid:374)ız kala(cid:271)il(cid:373)ek inlikle iddi de e(cid:374) az o kadar ö(cid:374)e(cid:373)li. Gü(cid:374)lük koşuştur(cid:373)a(cid:272)a(cid:373)ızı(cid:374) içi(cid:374)de kay(cid:271)olurke(cid:374) düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:373)izi(cid:374) dü(cid:374)yası(cid:374)da(cid:374) ve ke(cid:374)di içi(cid:373)izde yüzleş(cid:373)e(cid:373)iz gereke(cid:374)lerde(cid:374) uzaklaşıyoruz. Bu dü(cid:374)yaya sade(cid:272)e k endi gözlerimizden ve gü(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)da ya(cid:374)ı(cid:373)ızda ola(cid:272)ak ola(cid:374) da sade(cid:272)e ke(cid:374)di(cid:373)iziz. Bu se(cid:271)eple (cid:271)e(cid:374)liği(cid:373)izi daha iyi bakabiliriz ta(cid:374)ı(cid:373)ak ve yal(cid:374)ızlığı(cid:373)ızı(cid:374) içi(cid:374)d daha çok za(cid:373)a(cid:374) ayır(cid:373)a(cid:373)ız gerek. e huzuru bulabilmek için Benim size e(cid:374)di(cid:374)ize süre ta(cid:374)ıyı(cid:374), telefo(cid:374)u(cid:374)uzu ve sizde(cid:374) dikkat talep ede(cid:374)leri (cid:271)ir süre geride (cid:271)ırakı(cid:374) ve tavsiyem; k ke(cid:374)di (cid:271)ili(cid:374)(cid:272)i(cid:374)izi(cid:374) deri(cid:374)likleri(cid:374)deki o uçsuz (cid:271)u(cid:272)aksız de(cid:374)ize yelke(cid:374) açı(cid:374). Buldukları(cid:374)ıza siz de şaşıra(cid:272)aksı(cid:374)ız... Deniz Orkun Eren 21602772 1 Ce(cid:373) Şa(cid:374)(cid:272)ı,Yalnızlık Doktorası(İsta(cid:374)(cid:271)ul:Re(cid:373)zi Kita(cid:271)evi,(cid:1006)(cid:1004)(cid:1005)(cid:1008)),(cid:1008)(cid:1007)-46 Kızlarıma Mektuplar Bir Babanın Sıcak Duyguları Emre Kongar bu kitapta Amerika’ya giden ikiz kızlarına yazdığı yirmi iki mektubu paylaşmaktadır. Mektuplar genelde yazarın kızlarının uzakta olmasından dolayı hüzün dolu ifadeler içerse de okuyucular için bir rehber konumundadır. Hemen hemen bütün mektuplar “Sevgili kızlarım” sözleriyle başladığından okurun kitapla bütünleşmesi ve mektuplarda kendinden bir parça bulması güç olmamıştır. İlk mektuplar keşke ile başlayan cümlelerden oluşmuştur fakat bu durum zamanla yerini koruyup kollayıcı bir ifadeyle yazılan mektuplara bırakmıştır. Mektuplar, kalan ve giden arasında geçmişte yaşanan olayları irdelerken, aynı zamanda yazarın kendini sorguladığı ve samimi itirafları bulunan cümleleri içermektedir. Kitap, hem yazarın yalın dili hem de mektuplardaki samimiyet sayesinde, kız çocuk sahibi olsun olmasın her kesimden insanın kitapta kendini bulacağı cinsten.Mektuplarında akla gelebilecek her türlü konuda kızlarını uyaran Emre Kongar, sevgi, aile, cinsellik, kıskançlık, dostluk, demokrasi, aptallık ve sıradanlık gibi olgulardan bahsediyor. Hatta mektupların birinde kızlarını cinsellik konusunda hem bilgilendirip hem de babalık içgüdüsüyle uyaran Kongar, cinselliğin yemek yemek, uyumak, gezip dolaşmak gibi doğal bir ihtiyaç olduğunu ve bundan hiçbir şekilde utanmamaları gerektiğini ve aynı zamanda bu durumun onlar için bir özgürlük niteliği taşıdığını söylerken bundan asla vazgeçmemeleri gerektiği hususunda ikiz kızlarını tatlı bir dille uyarıyor. Yani kitap sadece nasihatlerden değil, aynı zamanda yazarın kızlarının duygu ve düşüncelerini göz önünde tutan, onlarla dertleşiyormuş havasında geçen anlaşılır bir dille yazılmış mektuplardan oluşuyor. Kitabın dili oldukça rahat anlaşılabilecek türden. Yazar, mektupları kızlarına yazdığı için, oldukça anlaşılır ve sade bir şekilde ifade ediyor duygularını. Her kesimden insanın kolayca anlayıp, kendince yorumlayabileceği türden cümleler içeren kitap aynı zamanda kız çocuk sahibi olan aileler için de bir pusula niteliğinde. Bilim adamı da olsa siyasetçi de olsa manav da olsa her babanın yaşayabileceği olaylara değinen Kongar, gördüğü yanlışları ve kendi düşüncelerini kızlarına aktarırken oldukça kibar ve yapıcı. Çoğu aile için örnek teşkil edebilecek bu kitap, ebeveynlerin çocuklarına nasıl yaklaşmaları gerektiği konusunda da onları bilgilendiriyor. Emre Kongar en başta mektup yazmaya, kızlarına olan hasretini gidermek için başlasa da zamanla bu durum yazara kendini ve hayatını sorgulama fırsatı vermiştir. Yazar geçmişinde yaşadığı olaylardan çıkardığı dersleri ve kazandığı deneyimleri kızlarına mektup sayesinde anlatmıştır. Her mektubunda farklı bir konuya değinen yazarın tek amacı, kızlarına olan hasretini gidermek, onlarla dertleşmek ve babalık hissinin verdiği koruma duygusuyla onları kollamaktır. Bunları yaparken de kızlarını rahatsız edecek bir üsluptan daima kaçınmıştır. Belki de bu yüzden kitap ailelerin çocuklarıyla olan ilişkilerine ışık tutacak bir yol gösterici niteliğindedir. Bir babanın, bir anne kadar duygularını belli etmediği durum göz önüne alındığında Emre Kongar’ın bu tabuyu yıktığı söylenebilir. Çünkü kitaptaki mektupların içeriği o kadar sıcak ve o kadar samimi ki yazarın bilim adamı kişiliği az da olsa unutuluyor ve mektuplar, tüm saf duygularıyla kızlarıyla iletişim kurmaya çalışan bir babanın gözünden okunmaya olanak sağlıyor. Bu sayede her babanın kızı ya da oğluyla ilişkisi üzerine düşünmesine ve ona göre adım atmasına ve onları doğru bir açıdan yönlendirmesine yardımcı oluyor. Ebeveyn-çocuk ilişkisinden öte, okurlara hayatı sorgulama ve olayları farklı bir açıdan yorumlama fırsatı veren bu kitap kesinlikle okunması gereken, okuyan insanların bakış açılarını genişletebilecek hayata farklı bir penceren bakılmasını sağlayacak ve hayatın tam ortasından insanlara sunulan kaliteli bir eser. ÖZGÜR BİR KÖLE On İki Yıllık Esaret kitabında bir müzisyenin, Solomon’un, sırf siyahî olmasından dolayı köle olarak satılması anlatılıyor. Solomon başlarda ısrarla özgür biri olduğunu iddia ederken daha sonra köle kimliğini kabul ediyor ve bence kitabın en çarpıcı kısmı bu. On İki Yıllık Esaret’te beni en çok etkileyen söz sanırım ‘’Ben hayatta kalmak istemiyorum, ben yaşamak istiyorum.’’ sözüydü. Sözlükte kelime anlamı olarak yaşamak ve hayatta kalmak belki aynı anlama gelebilir ancak uzun veya derin düşündüğümüzde bu iki kelimenin hiç de eş anlamlı olmadığını görebiliriz. ‘’Hayatta kalmak’’ denince aklıma sadece kalbimizin atmaya devam ettiği ve nefes alıp verdiğimiz durum geliyor. Sadece yaşamsal basit fonksiyonlarımız işlese de içimizde, düşüncelerimizde her şey oluyor olabilir. Baygın veya komada olabiliriz veya bilincimiz kapalı olabilir. Ama monitördeki EKG çizgisi dümdüz olmadığı sürece hayatta kalmış sayılırız. Solomon, bu sözle yaşam ve ölüm arasındaki sadece ince bir çizgi olduğunu ve kendisinin yaşamın ölüme en yakın olduğu noktada bulunduğunu söylüyor bence. Diğer taraftan ‘’yaşamak’’ ‘hayatta kalma’nın bir üst versiyonu gibi. Sadece kalbimiz atmıyor ya da sadece nefes almıyoruz. Yaşadığımızın farkında olmamızı, bunun tadını çıkarmamızı ifade ettiğini düşünüyorum. Bunda yaşamla ölüm arasında değiliz, hatta yaşam kısmının tam ortasında belki de ölümden en uzak olduğu yerdeyiz. En başta bilinçliyiz, birtakım hislerimiz var. Solomon’un da o cümleyi kurarken aşağı yukarı bunları düşündüğünü düşünüyorum. Günlük kullanımda her ne kadar birbirlerinin yerine kullanılan iki kavram olsa da aralarındaki farka uygun kullanmanın durumu daha net anlatacağı kanısındayım, Solomon’un iki kavramı beraber kullanıp insanın ağzını açık bırakacak kadar etkileyici bir cümle kurması gibi. Asıl konuya gelecek olursak nedir bu kölelik? Neden bir insan başka birinin kendisine her şekilde hizmet etmesi gerektiğini düşünür? Ten rengi insanın hayatını doğduğundan itibaren ve ne yaparsa yapsın değiştiremeyeceği bir yola sokar? Hayatta bizim belirlemediğimiz, gelirken seçmediğimiz şeylerin hayatımıza kısa süreli de olsa yön vermesi gerçekten çok saçma. Mesela bir kadının sadece güzel olmasıyla yüksek meblağlarda para kazanması gibi. Hayatta geldiğimiz yerlerin çabamızla olması gerektiğini düşündüğüm için böyle örnekler beni çok sinirlendiriyor. Maalesef bu kitapta karşı karşıya geldiğimiz durum hiç de farklı değil. Solomon beyaz bir insan olsaydı özgür bir şekilde yaşamaya devam edebilecekken sadece siyahi olması nedeniyle köle yapıldı, başka bir deyişiyle hayatı zorla elinden alındı. Özneden nesneye dönüştü. Üzücü bir şekilde bu durum Solomon ‘’özgür’’bırakıldıktan sonra da devam etti. Eski Solomon olamadığı gibi, eski halinden çok daha pasif biri haline geldi. İçindeki köle hiç özgür kalamadığı için Solomon özgür bir köle olarak yaşamına devam etmeye çalıştı. 21. yüzyılda yaşadığımız bu gelişmiş dünyada kölelik konusunun hala önemini sürdürüyor olması aslında dünyanın ve insanların pek de gelişmediğini gösteriyor diye düşünüyorum. Köleliğin başlamasını o çağın bilgisizliğine, cahilliğine verecek olsak, bu yüzyılda devam etmesi suçunu neye atacağız, neyi sorumlu tutacağız? Gerçekten de insanın ten renginden dolayı köle veya özgür olarak ayrılmasını o çağın cahilliğine verelim ama dört yüzyıl önce eşitlik diye haykıran, etkileri dünyayı sarsan ve yeniden şekillendiren bir olay gördü dünya ve tarih sahnesi: Fransız Devrimi. Ondan sonra popülerliği artan bu ‘hak, hukuk, adalet, eşitlik, özgürlük’ gibi kavramların hareketleri durulmadı. Herkes bu kavramların önemini, olmazsa olmaz olduklarını söyledi. O zaman kölelik nasıl devam etti? Bu açıkçası ‘’eşitlik ama bize kadar eşitlik’’ demek değil mi? KAYNAKÇA Solomon Northup, 12 Yıllık Esaret, Zodyak Kitap, 2014 KÜRK MANTOLU AŞKLAR Kürk Mantolu Madonna’yı okuyan insanların çoğu ister Maria Puder’in yerinde olmak. Ben de istemiştim. Belki de ona olan hayranlığımdan, onun gibi olmak istememden; ilk okuduğumda da, tekrar tekrar her okuyuşumda da Maria Puder’i kendime benzettim. Çok benzer yanlarımız vardı. İki özgür ruhlu kişilik, toplumun seksistliğine karşı duran iki feminist insan, aşka inanmayan iki insan… Kendimi de Maria Puder’i de ancak böyle tanımlayabilirdim. Maria Puder’e olan hayranlığım Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, ‘’Kürk Mantolu Madonna’’nın gerçek bir kişi olduğunu, o kitapta hepimizi büyüleyen kadının sahiden var olduğunu söylediğinde artmıştı. Türk edebiyatının yapı taşı olan eserlerden birinin yazılmasını sağlayan bir kadındı Maria Puder. Peki neydi Maria Puder’i benden farklı kılan şey? Neydi onu bir kitaba konu yapan? Neydi onu tarihin en güzel aşk romanlarından birine konu eden? Bir süre tüm bu sorularımın cevabının bir Raif’imin olmaması olduğunu düşünmüştüm. Raif kadar saf, karşılıksız sevecek biri… Her okuyuşumda farklı açılardan baktım her şeye. Daha rasyonel, daha gerçekçi bir cevap aradım sorularıma. Bir Raif’im olmadığı için asla bir kitaba konu olamayacak olma fikri çok acınası gelmişti çünkü bana. Sorularımın cevabı bu olmamalıydı. Bir kadının bir kitaba konu olması için yapması gereken tek şey oturup birinin ona âşık olmasını beklemek olmamalıydı. Son okuyuşumda farklı bir soru takıldı aklıma. Gerçekten âşık olmak bu denli zor ve çok nadir bulunan bir şey iken bir insanın sadece bir tabloda gördüğü birine âşık olması muhtemel miydi? Bir insan karşılıksız sevebilir miydi sahiden? Bir insan kendisini sevmeyen biri için Raif’in yaptığı şeyleri yapar mıydı? Tüm bu sorulara cevabım net ve kocaman bir hayır oldu. Aşkın sadece edebiyatı güzelleştirmek için uydurulmuş bir şey olduğunu düşünüyordum. Aşksız bir edebiyat mümkün olamazdı çünkü̈. Tarihin en güzel romanları, şiirleri şu tek heceli, üç harfli kelime üzerine kuruluydu. Neticede edebiyat aşktan, aşk da edebiyattan besleniyordu. Peki ya aşkın edebiyat haricinde var olmadığına inanmam, hiçbir zaman bir kitaba konu olamayacağım anlamına mı geliyordu? Kafka’nın Milena’sı, Werther’in Lotte’si, Florentino’nun Fermina’sı, Raif’in Maria’sı olamayacak mıydım hiç? Belki de olamayacaktım. Ama bu, hiçbir kitaba konu olamayacağım anlamına gelmemeliydi. Kendi kitabımın konusuydum zaten ben. Ne bir Kafka’ya ne bir Werther’e ne bir Florentino’ya ne de bir Raif’e sahip olmama gerek vardı. Kendi romanımın başkarakteri, kendi şiirimin konusu, kendi oyunumun başrolüydüm. Peki aşka sahiden inananlar ne yapacaktı? Raif gibi bir tabloya âşık olabilecekler miydi mesela? Âşık oldukları tablodaki insanla yakınlaşabilecek kadar şanslı olabilecekler miydi? Karşılıksız sevebilecekler miydi? Kendilerini sevmeyen insanlar için türlü fedakârlıklar yapabilecekler miydi? Gerçek hayatta da aşk, edebiyattaki aşk kadar tatlı bir şey miydi? Var mıydı gerçek hayatta da Raif’ler? Peki ya başka Maria Puder’ler? Ne gerekiyordu Maria Puder olmak için? Ne gerekiyordu uğruna kitap yazılacak biri olmak için? Maria Puder’de var olan ne etkilemiş olabilirdi bu kadar Sabahattin Ali’yi? Kafka’yı kendisine delicesine âşık eden Milena’da ne vardı biz sıradan, uğruna aşk romanları yazılmayacak insanlarda olmayan? Peki ya Lotte’de? Goethe gerçekten Lotte’den mi ilham almıştı ‘’Genç Werther’in Acıları’’nı yazarken? Ya Fermina Daza? İnatçılığı mı etkilemişti Florentino’yu? İşte bu soruların kesin bir cevabını asla bulamayacağız. Elimizden gelen tek şey fikir yürütmek. Bu sorulara cevabımız ne olursa olsun, uğrumuza kitap yazılsa da yazılmasa da, her zaman kendi kitabımızın başkarakteri olarak kalacağız. Eda Su Akkum KAYNAKÇA • Ali, S. (2012). Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. • Kafka, F. (2013). Milena’ya Mektuplar. İstanbul: Can Yayınları. • Goethe, J.W. von. (2016). Genç Werther’in Acıları. İstanbul: Can Yayınları. • Marquez, G.G. (2016). Kolera Günlerinde Aşk. İstanbul: Can Yayınları. • http://www.milliyet.com.tr/-maria-puder-gercek-bir-kisi-- gundem-2241712/ Keşfetme İçgüdümüz Ben bir filmin açılış sahnesinin filmin en önemli sahnesi olduğunu düşünürüm, çünkü filmin geri kalanının bizi nasıl hissettireceğini gösterir. Into The Wild filminin açılışı beni huzurlu hissettiriyor. Filmin ilk dakikalarında Christopher McCandles’ı Amerika’nın çeşitli yerlerinde doğa manzaraları eşliğinde gezdiğini görüyoruz, bu sırada da rahatlatıcı bir gitar müziği de bizi bütün o yerleri geziyormuşuz gibi hissettiriyor. Into The Wild filmi ailevi problemler yaşayan ve hayatının rutininden sıkılan üniversiteden yeni mezun olmuş bir gencin gerçekten yaşanmış hikâyesini takip ediyor. Christopher McCandles adlı bu genç çözümü tanıdığı kimseye haber vermeden, yanına hiç para almadan uzun bir Amerika gezisine çıkmakta buluyor. Ve asıl amacı bu gezinin sonunda Alaska’da, ormanın içinde kışı geçirmek. Alaska ormanlarında kışı geçirmek bu tür işlerin uzmanları tarafından zor, hatta imkânsız olarak görülüyor, bu Christopher McCandles’ı yıldırmak için yeterli bir sebep değil. Film boyunca Christopher McCandles’ı ağaçların arasında yürürken, bir nehirde yüzerken ve doğanın içinde amaçsızca gezerken izliyoruz. Bütün bunları yaparken McCandles hâlinden memnun ve huzurlu gözüküyor, film bunu yakalamakta çok iyi bir iş çıkarmış. Into The Wild’ın izleyiciye doğanın bu rahatlatıcı yanını hissettirmesinde film müziğinin katkısı küçümsenemez. Filmin müziği ünlü rock grubu Pearl Jam’in vokalisti Eddie Vedder tarafından yapılmış, sonra da albüm olarak çıktığında büyük bir üne kavuşmuş. Rahatlatıcı gitar ve banjo şarkılarından oluşan bu albüm kendi yazısını hak ediyor. Söylediğim gibi Christopher önceki hayatında bulamadığı huzuru bu yolculuğa çıktığında buluyor. Film sadece Christopher’ın yolculuğunu anlatmıyor, ayrıca uygun olan yerlerde toplumsal eleştiriler yapıyor. Christopher günümüz toplumsal düzenine karşı çıkan birisi, bu yolculuğa çıkmadan önce de bu şekilde. Mesela hiçbir zaman telefonu olmamış, bu sebeple de ailesinin gittiğini anlaması uzun zaman alıyor. Christopher McCandles’ın topluma karşı davranışlarının aşırı olduğunu düşünebilirsiniz fakat bazı konularda haklı olduğun kabul etmek gerek. Günümüz toplumunda karmaşa çok yer tutuyor. Karmaşa derken sorumluluklarımız, insan ilişkilerimiz ve kendi amaçlarımız etrafında sürekli olarak arada kalmamızdan bahsediyorum. Evet, haklısınız, hepimizin sınırlı zamanı var ve şehir hayatında yapmak istediklerimizi yapabilmek için bu kargaşaya katlanmamız gerekiyor. Yine de insan basit bir hayatın, basit güzelliklerin tadını çıkarabilmenin hayalini kuruyor, McCandles gibi uzun yolculuklara çıkılmasa bile doğada zaman geçirmek şehirlerin artan kargaşası ile birlikte popüler bir etkinlik hâline gelmeye başlıyor. Bence insanın doğayla iç içe olma isteği sadece stresli şehir yaşantısından kaçma isteğinden kaynaklanmıyor. Bu insanın doğasında olan bir his, bir içgüdü. Yeni bir yere gittiğimde görmediğim yerleri görmek, etrafta neler olduğunu bilmek için etrafı gezmek isterim. Merak duygusu her zaman insanlığı Dünya üzerinde ne olduğunu keşfetmeye itmiştir. İnsanlık coğrafi keşifler sırasında gemi yolculuklarına çıkmıştır, Amerika’nın keşfinden sonra maceracılar kıtanın batısını açığa çıkarmak üzere yolculuklar düzenlemiştir, günümüzde ise uzay keşfinin başlangıcına tanık oluyoruz. Bütün bunlar Christopher McCandles’ın yolculuğu gibi uzun ve tehlikeli yolculuklar. Bu yolculuklar insanlığın gelişimine çok büyük katkılarda bulunmuş ve hâlâ da bulunuyor. Fakat bana göre insanlığı bu tehlikeli yolculuklara çıkmaya iten genellikle maddi kazanç düşünceleri değil, insanın aklına işlenmiş macera isteği. Belki çok romantik bir fikir olarak algılanacak ama bence biz “dışarıya” aidiz. İçimizde her zaman bizi keşfetmeye sürükleyen bir his var ve tarihte de görüleceği üzere bu his bizi kontrol ediyor. Christopher McCandles 1992 yılında Alaska’da hayatını kaybediyor, uzmanlar bunu McCandles’ın özensizliğine bağlıyor. Bana göre bu doğru da olsa Christopher McCandles takdir edilesi bir insan. Bir şeylerden kaçıyor da olsa yaptıklarını cesaret olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Belki bizler de Christopher’ın bulduğu o huzuru bulmak için içgüdülerimize güvenmeli ve bazen onları dinleyerek hareket etmeliyiz. Ölümünden sonra Christopher McCandles’ın kamerasında bulunan resim. Hüseyin Kenan ile Lamia'nın Aşk la İmtihanı " " Reşat Nuri Gü(cid:374)teki(cid:374)’i(cid:374) ustalık eserleri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)iri olduğu(cid:374)u düşü(cid:374)düğü(cid:373) uzu(cid:374) ro(cid:373)a(cid:374)ı Dudaktan ’de(cid:374)(cid:271)ahset(cid:373)ek istiyoru(cid:373). Aşk te(cid:373)ası(cid:374)ı(cid:374) ele alı(cid:374)dığı (cid:271)u eser, İz(cid:373)ir’i(cid:374) Bozya Kalbe ka ilçesinde geçiyor. orayı öyle (cid:271)ir tasvir ediyor kisiz kita(cid:271)ı okurke(cid:374) Bozyaka’(cid:374)ı(cid:374) havası(cid:374)ı soluyor, (cid:271)ağlardaki Güntekin, üzü(cid:373)leri(cid:374) kokusu(cid:374)u duyuyorsu(cid:374)uz. “ade(cid:272)e çevreyi değil karakterleri(cid:374) iç dü(cid:374)yaları(cid:374)ı a(cid:374)lat(cid:373)akta da çok (cid:271)aşarılı. İ(cid:374)(cid:272)el ve a(cid:374)latı(cid:373) yete(cid:374)eğisizi öğre(cid:374)e(cid:272)eği ikli kalemi niz hikâye için daha çok heye(cid:272)a(cid:374)la(cid:374)dırıyor. Peki (cid:374)e a(cid:374)latıyor Gü(cid:374)teki(cid:374) (cid:271)u kitapta? Basit, sırada(cid:374) (cid:271)ir aşk hikâyesi (cid:373)i? Hayır, (cid:271)u (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) (cid:272)eva(cid:271)ı(cid:373) değil Be(cid:374)i(cid:373) (cid:272)eva(cid:271)ı(cid:373) daha farklı. . Her şeyde(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e (cid:271)e(cid:374) aşka i(cid:374)a(cid:374)(cid:373)aya(cid:374) (cid:271)ir i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:373) a(cid:373)a (cid:271)u kitap (cid:271)a(cid:374)a aşkı sorgulattı, düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:373)i gözde(cid:374) geçir(cid:373)e(cid:373)i sağladı. İki farklı karakter üzeri(cid:374)de(cid:374) iki farklı aşk a(cid:374)layışı(cid:374)ı ya(cid:374)sıtıyor , Güntekin. Aşkı(cid:374) gerçekte(cid:374) var olup ol(cid:373)adığı(cid:374)ı(cid:374), (cid:374)asıl (cid:271)ir şey olduğu(cid:374)u(cid:374) yoru(cid:373)u(cid:374)usize (cid:271)ırakıyor o(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)a . R a(cid:374)’ı(cid:374)üzeri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)u duyguyu a(cid:374)latıyor karakterleri Lamia ile Hüseyin Ken . Hüseyin Kenan, zengin bir aileye (cid:373)e(cid:374)sup ol(cid:373)ası(cid:374)a rağ(cid:373)e(cid:374) ailevi soru(cid:374)lar (cid:374)ede(cid:374)iyleço(cid:272)ukluğu fakirlikle geç(cid:373)iş, ezil(cid:373)iş, hor görül(cid:373)üş ete(cid:374)eği(cid:374)i(cid:374) ve (cid:271)iraz da şa(cid:374)sı(cid:374) yardı(cid:373)ıyla ze(cid:374)gi(cid:374) olup sevile(cid:374), sayı bir adam. Y lan biri oluyor. tıpkı ço(cid:272)uğua(cid:373)a (cid:374)e yazık Lamia ise onun gibi zengin bir ailenin ki talih onun yüzüne gülmüyor. Annesi ve (cid:271)a(cid:271)ası ölü(cid:374)(cid:272)e a(cid:373)(cid:272)ası(cid:374)ı(cid:374) evi(cid:374)de o(cid:374)lara (cid:271)ağı(cid:373)lı olarak yaşıyor ve her şey (cid:271)u iki i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) yolları kesişi(cid:374)(cid:272)e (cid:271)aşlıyor. birbiriyle Eğer aşk diye (cid:271)ir şey varsa (cid:271)uilk görüşte (cid:373)i olur yoksa za(cid:373)a(cid:374)la (cid:373)ı? İkisi(cid:374)i(cid:374) de ör(cid:374)eği var (cid:271)u kitapta. Esas kızı(cid:374) za(cid:373)a(cid:374)la esas oğla(cid:374)a ola(cid:374) aşk ı(cid:374)ı yitir(cid:373)esi ve (cid:271)aşka (cid:271)irisi(cid:374)i seç(cid:373)esi klasik (cid:271)ir aşk " " " " hikâyesi(cid:374)de(cid:374) farklı kılıyor (cid:271)u hikâyeyi. Üstelik esas oğla(cid:374) esas kız içi(cid:374) her şeyi(cid:374)i vere(cid:271)ile(cid:272)ekke(cid:374), o(cid:374)u(cid:374) (cid:271)u yaptığı(cid:374)a a(cid:374)la(cid:373) vere(cid:373)iyorsu(cid:374)uz (cid:271)aşta. “o(cid:374)rada(cid:374) düşü(cid:374)ü(cid:374)(cid:272)easlı(cid:374)daLa(cid:373)ia’(cid:374)ı(cid:374)hissettiği çeşit(cid:862)hayra(cid:374)lık(cid:863)olduğu(cid:374)a ka(cid:374)aat getirdi(cid:373) ia’(cid:374)ı(cid:374) ro(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)aşı(cid:374)da Hüseyi(cid:374) duygunun bir . Lam Ke(cid:374)a(cid:374)’a duyduğu ilgi(cid:374)i(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i o(cid:374)u(cid:374) yakışıklılığı(cid:374)ı(cid:374) ya(cid:374)ısırasa(cid:374)atı(cid:374)a ola(cid:374) hayra(cid:374)lığı.Kısa(cid:272)ası La(cid:373)ia, Hüseyi(cid:374) Ke(cid:374)a(cid:374)'a aşık olduğu(cid:374)u sa(cid:374)ıp (cid:271)izleri de (cid:271)u(cid:374)a i(cid:374)a(cid:374)dır(cid:373)aya çalışsa da kita(cid:271)ı(cid:374) so(cid:374)u(cid:374)da yaşadıkları(cid:374)ı(cid:374) etkisiyle ke(cid:374)disi içi(cid:374) doğru ola(cid:374) kararı ver(cid:373)ekte(cid:374) geri dur(cid:373)uyor.O(cid:374)u yarı yolda (cid:271)ırakıp (cid:271)aşka (cid:271)ir ada(cid:373)lahayatı(cid:374)dakaldığı yerde(cid:374) deva(cid:373) ediyor.Aşık ol(cid:373)uş olsaydı (cid:374)e olursa olsun ondan Belki de La(cid:373)ia (cid:271)u hareketiyle o(cid:374)da(cid:374) i(cid:374)tika(cid:373) al(cid:373)aya çalışıy vazgeçmemesi gerekiyordu. or, kim bilir? 'a (cid:271)aktığı(cid:373)ızda (cid:374)asıl (cid:271)ir ta(cid:271)lo görüyoruz? La(cid:373)ia za(cid:373)a(cid:374)la hisleri(cid:374)i kay(cid:271)ederke(cid:374) o Peki Hüseyin Kenan ta(cid:373) tersi(cid:374)e kaza(cid:374)ıyor. Ço(cid:272)ukluğu(cid:374)da yaşadığı a(cid:272)ıları(cid:374), ayrılıkları(cid:374) etkisiyle duyguları(cid:374)ı gizle(cid:373)eye, (cid:271)astır(cid:373)aya çalışa(cid:374) Hüseyi(cid:374) Ke(cid:374)a(cid:374) (cid:271)aşta La(cid:373)ia ile ola(cid:374) ilişkisi(cid:374)i (cid:271)ir gö(cid:374)ül eğle(cid:374)(cid:272)esi olarak görüyor. Ne var ki ro(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ilerleye(cid:374) (cid:271)ölü(cid:373)leri(cid:374)de ze(cid:374)gi(cid:374)liği(cid:374)i ve iti(cid:271)arı(cid:374)ı Belki de korkuyor onu sevmekten. kay(cid:271)edip gözde(cid:374) düşüyor. Yakı(cid:374)ı(cid:374)daki i(cid:374)sa(cid:374)lar (cid:271)ile o(cid:374)a sırtı(cid:374)ı dö(cid:374)üyor. A(cid:373)a o uzu(cid:374) za(cid:373)a(cid:374) ö(cid:374)(cid:272)e rıldığı La(cid:373)ia'yı hatırlayıp o(cid:374)a (cid:271)üyük (cid:271)ir ilgi duy(cid:373)aya (cid:271)aşlıyor. Ki(cid:373)ileri (cid:271)u(cid:374)a doğruda(cid:374) aşk der, ay ki(cid:373)ileri (cid:271)aşka (cid:271)ir şey. A(cid:373)a (cid:271)e(cid:374)(cid:272)e (cid:271)u ilgi yaşadığı (cid:271)irçok şeyi(cid:374) so(cid:374)u(cid:272)u. Ö(cid:374)(cid:272)elikle oldukça hassas, duyarlı (cid:271)ir kişiliğe sahip. Geç(cid:373)işte Bozyaka'da geçirdiği gü(cid:374)leri çok özlüyor. Oradaki a(cid:374)ıları ve o za(cid:373)a(cid:374)ki La(cid:373)ia'(cid:374)ı(cid:374) ya da o(cid:374)u(cid:374) deyi(cid:373)iyle "Kı(cid:374)alı Yapı(cid:374)(cid:272)ak"ı(cid:374) saflığı ve (cid:373)asu(cid:373)iyetiyle örtüşüyor. Bir ya(cid:374)da(cid:374) o(cid:374)u eski (cid:271)ir hatıra gi(cid:271)i saklayıp koru(cid:373)ak isterke(cid:374)(cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) da o(cid:374)u terk ettiği i çin suçluluk duyuyor. Ayrılıkları so(cid:374)rası(cid:374)da La(cid:373)ia'(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)aşı(cid:374)a gele(cid:374) kötü olayları ve o(cid:374)u(cid:374) ço(cid:272)uğu(cid:374)u doğurduğu(cid:374)u öğre(cid:374)i(cid:374)(cid:272)e ke o(cid:374)a kol ka(cid:374)at gerip sahip çık(cid:373)akta(cid:374) ndini sorumlu hissediyor. Bütün bu sebeplerden dolayı o(cid:374)u(cid:374)la (cid:271)irlikte ol(cid:373)ak içi(cid:374) her şeyi yapa(cid:272)ak hale geliyor. elinden gelen Fakat onun ve belki de ede(cid:373)eye(cid:272)eği (cid:271)ir şey yaşa(cid:374)ıyor. “o(cid:374)u(cid:374)da daha fazla ayrı kala(cid:373)ayıp birçok okuyucunun tahmin ke(cid:374)disi(cid:374)e geri dö(cid:374)e(cid:272)eği(cid:374)e i(cid:374)a(cid:374)dığı La(cid:373)ia o(cid:374)u reddediyor. Her şeye rağ(cid:373)e(cid:374) içi(cid:374)de küçük (cid:271)ir parça da olsa u(cid:373)ut taşıya(cid:374) Hüseyi(cid:374) Ke(cid:374)a(cid:374) şı Vedat ile evle(cid:374)e(cid:272)eği(cid:374)i öğre(cid:374)i(cid:374)(cid:272)e yıkılıyor. Maalesef , onun arkada Ke(cid:374)a(cid:374), La(cid:373)ia gi(cid:271)i hayatı(cid:374)a kaldığı yerde(cid:374) deva(cid:373) ede(cid:373)iyor. Ke(cid:374)disi(cid:374)i hayata (cid:271)ağlaya(cid:272)ak Hüseyin hiç(cid:271)ir şey (cid:271)ula(cid:373)ayıp (cid:271)üyük (cid:271)ir çöküş yaşıyor. A(cid:374)(cid:374)esi(cid:374)i(cid:374) (cid:373)ezarı(cid:374)a gidip (cid:271)oğazıdüğü(cid:373)leye(cid:374) (cid:271)ir ko(cid:374)uş(cid:373)a yaptıkta(cid:374) so(cid:374)ra i(cid:374)tihar ediyor ve kitap (cid:271)u şekilde (cid:271)itiyor. Hüseyi(cid:374) Ke(cid:374)a(cid:374) (cid:271)ütü(cid:374) (cid:271)u(cid:374)ları, özellikle de böyle hazin bir sonu hak ediyor mu peki? Reşat ilk görüşte ya da so(cid:374)rada(cid:374)her şeyde(cid:374) çok (cid:271)ağlılık Nuri Güntekin, bu eseriyle bir insana duy(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ya(cid:374)lış olduğu(cid:374)u a(cid:374)lat(cid:373)aya çalışıyor sa(cid:374)ırı(cid:373). dıaşk (cid:373)ı değil (cid:373)i(cid:271)il(cid:373)iyoru(cid:373). Eğer Bunun a itapta(cid:374) a(cid:374)ladığı(cid:373) kadarıyla doğru (cid:271)ir şekilde ta(cid:374)ı(cid:373)ladıysa(cid:373) öyleyse, gerçekten varsa ve bu k ben, ol(cid:373)az olsu(cid:374) (cid:271)öyle şey diyoru(cid:373). Merve Pehlivan Kanatsızlığın Sancısı Akıl, yaratıcının insanoğluna bahşettiği en değerli nimetlerden biridir. Hayatımızın en önemli kararlarını, başarılarımızı, iç sesimizi ve daha nicelerini aklımıza borçluyuz. Ancak bazen de onun bize borçlu kaldığı durumlar olmuyor değil. Hani şu sayısız kez “Keşke!” dediğimiz zamanlardan... Haydi şöyle enine boyuna bir düşünelim. Aklımız yüzünden çekmek zorunda olduğumuz acılarımız yok mu? Farkındalık hissi yakmadı mı hiç canımızı? Düşlerimizden ve düşüncelerimizden sıyrılamayıp bir iken bin etmedik mi ömrümüzün sayılı gecelerini? Bir yerlerde bir düğmesi olsa da kapatabilsek diye dua etmedik mi aklı verene? İsyan etmedik mi? Her gece başımızı yastığa koyduğumuz zaman bu ihtimal heyecanlandırmadı mı bizi? Aklımızı kaybedebilseydik eğer kazananlardan olacaktık belki de... Mahir Ünsal Eriş’in “Olduğu Kadar Güzeldik” isimli kitabında yer alan “Kanatlarımız Olsa Be Metin” isimli hikâye, aklını kaybeden bir Mavi’nin ömür öyküsünden bahsediyor. Önce eşini, işini, ana babasını kaybedip sonra da dünyayla arasında bağ kuran tek kordonu da kesip atan bir adamın hikâyesi. Kanatsızlığın sancısını balkonlardan sarkarak çeken bir adam. Hikâyenin her bir cümlesinde tüylerim diken diken oluyor ve sonunda gözkapaklarıma yaşlar birikiyor. Bir Mavi, olmayan kanatlarına gökyüzünün herhangi bir yerinde yer ararken bedenine reva görülen yer, hayâl ettiğinden çok daha aşağılarda bir yer oluyor. Hikâyeyi okuduktan sonra içerimde bir yerlerde varlığına pek çok kez rastladığım aklımı kaybetme isteğim, yerini korkuyla karışık bir arzuya bırakıyor. Merakım korkumu bastırıyor kimi zaman, kimi zamansa yenik düşüyorum cesaretsizliğime. Gerçekleşmesini, özellikle de sorumluluklarımın boyumu aştığı bu gibi günlerde, delicesine istediğim ama sonrasında olacaklardan da aynı delilik ölçütünde korktuğum bir konu oldu artık bu. Güneş’i doğuramayan gecelerde ruhumun çektiği ağrılar, böylesine büyüleyici kılıyor aklımı kaybetme ihtimalini. Sanki gerçekleşse bambaşka bir dünyaya doğru yola çıkacağım dokuz üç çeyrek peronundan. Sanki yitirsem tüm bilincimi, güçleneceğim Mavi Haydar gibi. Sanki ben, ben olduğumu bilmesem daha güzel yazacağım tüm yazılarımı. Kim bilir belki aklım başımda olmasa şiir yazma cesaretini bile gösterebileceğim. Öyle ya! Bir yürek dolusu cesarete olan ihtiyacımızdan değil mi bu derin arzu? Ve içimize damla damla biriken bu korku avuç içi kadar cesaretimiz olmayışından değil mi? Evet, korkuyoruz. Gittiğimiz o bilinmez yerlerden geri dönemeyeceğimiz için korkuyoruz. Hepimiz özümüzde biraz garanticiyiz çünkü. Ve garanti kelimesi de cesaretin zıt anlamlısı zihin sözlüklerimizde. Belki haklı gerekçelerimiz de vardır akıllı kalmamızı zorunlu kılan. Bu gerekçelerin kimliğini sorgularken yeniden kendime dönüp soruyorum: “Seni o çok uzaklara giden trene binmekten alıkoyan şey nedir? Yüreğin, dokuz üç çeyrek peronunun duvarlarında gezmek isterken ayaklarını böylesine sabit tutan nedir?” Soru işaretlerinin peşinden silüetler beliriyor zihnimde. Annemi görüyorum ve peşisıra tüm sevdiklerimin yüzleri. Anılarımı, emeklerimi, başarılarımı görüyorum. Çocukluğum geçiyor annemin gülen gözlerinin önünden. Ablalarım beliriyor öte yandan, en sevdiğim oyunlarla birlikte. Ailemizin ufaklıkları oynuyor az ötede, benim kalp çarpıntılarımın hissedildiği bakışlarımdan habersiz. Beni, aklımı kaybetmekten alıkoyan onlar işte, tüm sevdiklerim... Belki çok mutlu olacağım bir yer bekliyor beni cesaret edemediğim tren yolculuğunun sonunda. Kitapta hikayesi anlatılan Mavi Haydar’ın kanatlanıp uçabildiği bir dünyayı korku içerisinde arzuluyorum. Belki benim de kanatlarım olur yahut kanatsız da uçabilirim çok uzaklarda. Yine de tutuyor bir şeyler beni bu kahrını çilesini sevdiğim, sevmek zorunda kaldığım dünyada. İşte böyle zamanlarda tıpkı Necip Fazıl’ın yıllar evvel söylediklerini yaşıyorum: “Gönlüm uçmak isterken semavi ülkelere, ayağım takılıyor yerdeki gölgelere.” BENLİĞİM İLE YÜZLEŞME Kendimi anlamakta zorlandığım zamanlar oluyor hayatımda. Ne zaman içimde suskunluklar biriktirsem, ne zaman hayallerim yıkılsa hep kendi kabuğuma çekilip kendimi anlayabilmeyi beklerim. Benliğimi kendim bile anlayamazken çevremdeki insanlardan beni anlamalarını beklemem gerçek dışı bir durum. Buna rağmen, yine de karşımdaki insanlar tarafından anlaşılabilmeyi beklerim. İnsan kendisini tanımayı nasıl öğrenir bilemiyorum ancak yaşadığı tecrübelerle olgunlaşır. Fakat olgunlaşmak yaşanılan olaylara hangi bakış açısıyla bakmak gerektiği veya verilen tepkilerle alakalıdır. Kendini anlayabilmek ise kendi iç dünyamızda neler yaşadığımızı sebepler ve sonuçlar çerçevesinde gözlemleyebilmektir aslında. İşte bu yüzden zordur bir insanın kendini anlaması, kendi davranışlarına bir yorum katabilmesi. Kendimize bile itiraf edemediğimiz şeyler vardır hayatımızda. Bazen kendi haykırışlarımıza bile aldırış etmeden yolumuza devam etmek isteriz. Ruhumuza en ağır gelen yükün duygularımız olması bizi zorlar. Bu yüzden çoğu insan duygularını dışa vurmak yerine baskılayarak iç dünyasında yaşamayı tercih eder. Bu genellemeye kendimi de kolaylıkla dâhil edebilirim. Duygularımla hareket etmek yerine hislerimi maskeleyerek rutin hayatıma devam etmeye çalışanlardanım. İnsanlar perdenin arkasında neler yaşandığını merak etmezler. Belki de bu nedenle duyguları gizlemek kolayıma geliyor olabilir. Düştüğünde birileri senin ayağa kalkmana yardım etmeyecek ve her ne olursa olsun hayatına bir şekilde devam etmek zorundasın tarzında sert yaptırımlar uygulayarak kendimizi toparlamaya çalışıyoruz. İç dünyamızda yaşadığımız duyguları fiziksel olarak var olduğumuz dünyaya uyarlamaya çalışarak kendi düzenimizi oluşturmaya çalışıyoruz. Hayatın farklı evrelerinde, farklı süreçlerde, farklı mekânlara adapte olmaya çabalıyoruz. Buna bir aldanış diyebiliriz aslında. Alışmak kolay değildir, yeni şeylere. Hayal kırıklıklarıyla dolu yaşanmışlıklar üzerine yeni bir sayfa açabilmek imkansızdır diyemem fakat kolay da değildir. Kendimize yeni alışkanlıklar kazandırıyormuş gibi yaparak aldanmayı tercih ediyoruz çoğu zaman çünkü kendi düşüncelerimizden, duygularımızdan, imkansızlıklarımızdan kaçarken benliğimiz ile yüzleşmek ağırdır. Herta Müller kaleme aldığı Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım adlı eserinde, bir hayat yolculuğunda başından geçebilecek olayları gözler önüne seriyor ve hislerimize tercüman oluyor. Bu yüzden romanı okuyan herkesin kendinden bir parça bulabileceğini düşünüyorum. İnsan içsel huzuru yakalamalı ve kendisiyle barışık bir şekilde yaşamalıdır. Benliğiyle kavgalı insanları hayata hep karamsar bakmış ve isteklerini hiçbir zaman yerine getirememiş insanlar olarak görürüm. Elbette hayatta her şey istediğimiz gibi yolunda gitmeyebiliyor. Benim de her şeyin üstüme geldiğini hissettiğim için içime döndüğüm zamanların olduğu çoktur. Fakat bir şekilde toparlanıp yoluma bakmak istiyorum. Her şeyi bir anda unutup yoluma devam etme isteğim, kendimle yüzleşmekten kaçıyor olmamdan kaynaklıdır belki. Yaptığım ne derece doğrudur bilemiyorum ancak hayatın yoğunluğuna teslim olup her şeyi unutmaya veya başka bir deyişle hislerimi baskılamaya çalışıyorum. Bu kalıcı bir çözüm olmayabilir kendimle yüzleşmem açısından fakat günlük hayatıma devam edebilmek için geçerli bir yol sayılır. İnsan önce kendisiyle kavgasını yenmelidir ki etrafındakilere yararlı bir birey olabilsin. Benliğimizi yeterince iyi anlayabilmek ve kendimizle olan yüzleşmemizi iyi veya kötü bir şekilde yapmak, hayatımızın devamında daha büyük sorunlar yaşamamak için gereklidir. Eğer kendimizi yeterince tanıyabildiysek hem kendi hayatımızı istediğimiz yönde şekillendirmemiz kolaylaşır. Hem de çevremizdeki insanlara karşı nasıl tavırlar sergilememiz gerektiğinin farkında oluruz. Zaten bir insan kendisini iyi bir şekilde tanıyorsa karşısındaki insanların davranışları hakkında fikir yürütebilmesi de muhmetemeldir. Yani benliğimiz ile yüzleşmek ve kendimizi tanımak yalnızca kendimiz için değil hayatımızın farklı alanlarında hatta hayatımıza giren insanlara karşı tavırlarımızda da büyük rol oynar. Dolayısıyla benliğimizi karşımıza alıp sorunları çözmek, kendimizle barışık bir hayat sürmemizin ilk adımıdır. ONURCAN BORAN HEPİMİZ GİBİ TABİAT ANA DA SEVGİYE MUHTAÇ Kime sorarsanız sorun ister on beş yaşında bir delikanlıya ister doksanına merdiven dayamış bir ihtiyara sorun size yıldız sisteminde dünyamız gibi canlı yaşamına uygun bir başka gezegen yok diye cevap verecektir. Bugünün bilimsel verileri de bunu söylüyor. Yani ikinci bir dünyamız yok. Ancak gelin görün ki, bu gerçeğin gün gibi aşikâr olmasına rağmen insanlar dünyanın bu kötü gidişatı için kılını dahi kıpırdatmıyor. Dikkatli bakarsanız toplumda aydınından cahiline herkes muhabbet sırasında konu çevreyi korumaya gelince mangalda kül bırakmazken, pratikte birşeyler yapalım deseniz kimse oralı bile olmaz. Hadi diyelim insanlar böyle, peki ya dünyanın koruyucu meleği uluslararası kuruluşlar ve devletler? Tabiat ananın başına gelen tüm musibetlerin sorumlusu da onlar değil mi zaten? Akşam okuldan yorgun argın dönüp, yemeğimi bitirip, akşam haberlerini seyretmek için televizyonun karşısına kuruluyorum. Mutlaka her akşam haberinde ülkemizde veya diğer ülkelerde hasıl olan insan kaynaklı çevresel problemlere tanıklık ediyorum. Efendim nedir bunlar? Doğal felaketler, mevcut su kaynaklarının azalması, ozon tabakasının incelmesi ve adını sayamayacağım pek çok sıkıntı. Dün sabah okula giderken bir reklam panosunda radikal çevreci örgütlerden birinin astığı afişe gözüm takıldı. Afişte şöyle yazıyordu; ‘’doğa bizi cezalandırıyor’’. Ne bekliyordun yani kardeşim öpüp başına mı koysaydı? diye bağırmak geldi içimden. Doğa elbette ki bizleri korumaz. Doğa onu koruyanı korur. Ona sevgi vereni korur ama sevgi karşılıklıdır. Eğer biz insanoğlu olarak zamanında doğaya sevgimizden bir parça vermiş olsaydık bugün ben o afişi orada görmeyecektim.Aslında ben küresel ısınmanın temel sebebinin insan ruhunun açlığı olduğunun kanaatindeyim. ABD gibi kapitalist gelişimini tamalamış ülkelerin çoğu sanayi gelişimini fosil yakıtları tüketerek tamamladılar, ardından perişan durumdaki atmosferi kurtarıyor görüntüsü vermek için için pratikte uygulanmayan yasalar çıkarttılar. Bugün ozon tabakasının incelmesinden dolayı yeryüzündeki kar örtüsü ve buzlanma yüzde on civarında azaldı. Bu yüzden bazen nerden aklına geldi buharlı makinayı icat etmek James Watt diye kızmıyor değilim ona. Medyayı takip eden herkes hemfikir; Birleşmiş Milletler bir yandan küresel ısnmaya karşı alınacak önlemler ile ilgili toplantılar yapıyor bir yandan da büyük devletlerin nükleer üretmesine ve okyanuslarda petrol rafinerileri kurmalarına bilinçli bir şekilde göz yumuyor. Dünyanın çivisi hakikaten çıkmış; bir kaç yıl önce sosyal payşalaşım sitelerinde ‘’üşüyen kutup ayısı’’ başlığı altında bir haber sıklıkla paylaşılıyordu. Bu haberi ilk gördüğümde bunun boş kalan medyanın manşetleri doldurmak için yarattığı asparagas bir haberdir diye düşünmüştüm fakat çok geçmeden Chicago’daki bir hayvanat bahçesinde sert hava koşullarında üşüyen kutup ayısının kapalı bir odaya konulduğunu öğrendim ve bir yaşıma daha girdim. Peki ya ülkemizde kanunlara uymayan fabrikalara ne demeli? Yasada fabrika bacalarına filtre takılması zorunluyken bunlar para harcamamak için bacalara filtre taktırmıyor. Bir de son zamanlarda fırsattan istifade yeni sözde çevreci otel işletmeleri türedi. Örneğin bir otele gittiğiniz zaman lambaların üzerinde ‘’dünyamız için düşük enerjili ampul kullanıyoruz’’ diye yazar. Bu iyi niyeti suistimal etmek değildir de nedir? Ama biz Anadolu çocuğuyuz biz bunu yemeyiz; kâr etmek için düşük voltlu ampuller kullanıyorlar bu da göz sağlığımıza zarar veriyor. Kürkleri için öldürülen fokları, dişleri için vurulan filleri, kabukları için öldürülen deniz kaplumbağaları zaten ayyuka çıkmış gerçekler bunlardan bahsetmeyeceğim bile ama iğneyi kendimize çuvaldızı başkalarına batıralım; her gün dünya üzerinde üçbine yakın çocuk kirli suların yarattığı hastalıklardan dolayı ölüyor. Biz ise lavabolarımıza döktüğümüz atık yağla doğadaki bir milyon litre temiz suyu kirletiyoruz, arabalarımızı kova ve fırça yerine hortumla yıkıyoruz, mutfakta veya banyoda bir işle uğraşırken muslukları açık bırakıyoruz. En kötüsüde bizim açgözlülüğümüz. Mesela alışveriş yaparken herşeyi fazlasıyla alıyoruz. Oysaki her ürünün yapımında litrelerce su kullanılıyor ancak bu ayrıntıya kimse dikkat etmiyor. Her şeye rağmen hâlâ bir umut kırıntısı var. Son birkaç yıldır gelişmiş ülkelerde yaşayan dünya halkları bilinçlenmeye başladı. Mesela Greenpeace adlı çevre örgütünün milyonlarca üyesi var ve eylemleri de oldukça kitlesel. Geçen yıl lambaları yak söndür eylemine dünya çapında on milyona yakın insan katıldı. Metallica gibi ünlü müzik grupları doğa için konserler veriyor. Hollywood sinemasında zombi, vampir ve robot filmlerinden çok küresel ısınma konulu filmler yer bulmaya başladı. Paul Crutzen gibi nobel ödülü almış bilim insanları dünyayı küresel ısınma belasından kurtarmak için projeler geliştiriyor. En önemlisi de şu; hiçbir şey için geç değil. Kübra Ocak KISA ÖMÜR-YÜKSEK KALİTE Hayatımız ne kadar yoğun olursa olsun, akşamları eve gelip televizyon karşısında oturmayı hepimiz çok severiz. Akşam olduğunda hepimiz yorgun hissederiz kendimizi çünkü kimimiz işten gelmiştir, kimimiz okuldan. Televizyon izleyerek biraz yorgunluğumuzu atar, biraz da gerçek hayatın sorunlarından uzaklaşıp başka dünyalara dalarız. Peki hangimiz izlediğimiz dizilerin bize bir şeyler katıp katmadığını önemsiyor? Muhtemelen çoğumuzun pek de umurunda değil, televizyonu sadece vakit geçirmek için izliyoruz çünkü. Doğrusunu söylemek gerekirse eskiden ben de hiç umursamazdım. Bana göre televizyon izlemek sadece eğlenmek için bir araçtı. Bunu yaparak kendimi geliştirebileceğimi hiç düşünmemiştim. Ta ki bir gün Leyla ile Mecnun adlı diziye denk gelene kadar. Leyla ile Mecnun’u izledikten sonra bir dizinin insana aslında çok şey katabileceğini fark ettim. Dizinin senaristi olan Burak Aksak öyle bir senaryo yazmış ki, her bölümde hayata dair başka bir şey öğrenirken buldum kendimi. Dizinin başkarakteri olan Mecnun’dan hayatta ne olursa olsun aşık olduğun insandan vazgeçmemem gerektiğini öğrendim mesela. Mecnun’a göre sevdiğin insandan asla vazgeçmemelisin ve bir şekilde ona onu sevdiğini söylemesin çünkü eğer söylemek istediklerini içinde tutarsan o duygular bir süre sonra içinde çürüyüp gidecek. Başka bir karakter olan Yavuz’dan da pes etmemeyi öğrendim. İnsanın gerçekten istedikten sonra elde edemeyeceği çok az şey varmış. Bunun en büyük örneğiydi Yavuz. Aslında dizideki her karakterden birçok şey öğrendim. Ancak kendime en çok yakın gördüğüm, bana en çok bir şey öğretebilmiş olan karakter kesinlikle İsmail Abi’ydi. İsmail Abi bu diziyi izlemiş olan bizlere beklemenin, umut etmenin ne olduğunu öğretti. Hiç gelmeyecek bir gemiyi beklemişti o, dizi boyunca. Ama bir an bile olsun umudunu kaybetmemişti. En doğrusunu yapmıştı aslında. Çünkü bir insanın elinden umudunu alırsanız, her şeyini almış olursunuz. Bizi hayata bağlayan en önemli şeydir umut. Bir gün her şeyin şu ankinden daha iyi olacağı umut ederek yaşarız hep. Hiçbir zaman elindekiyle yetinmeyi bilmeyen insanlar olarak biz, hiçbir şeyin daha iyiye gitmeyeceğini bilsek eminim yaşamak için bir amacımız da kalmazdı. İsmail Abi’yi dizi boyunca çoğu zaman deniz kenarında gemisini beklerken gördük. Kıyıya yaklaşan bir gemi görür görmez el sallamaya başlardı hep. Fakat beklediği gemi hiç gelmedi. İsmail Abi’nin bu hüzünlü bekleyişinde hepimiz kendimize ait bir şeyler bulabiliriz çünkü aslında hepimizin beklediği bir gemi vardır. Belki de hiç gelmeyecek bir gemi hatta. Yine de umutla beklemeye devam ederiz ve vazgeçmek istemeyiz. Sanki ne kadar çok beklersek beklediğimiz şeye kavuşma şansımız o kadar artıyormuş gibi. Öyle olmadığını hepimiz biliyoruz tabi, o zaman bizi hâlâ ısrarla beklemeye iten şey ne? Bunun cevabını buraya yazmayı ben de çok isterdim ama maalesef ben de bilmiyorum. Hayatın büyük gizemlerinden biri de bu sanırım. Belki de bekleyişin sonunda ne olacağının merakı kendine çekiyor bizi. İstediğimize ulaşacak mıyız ya da eğer ulaşırsak bu bizi tatmin edecek mi? Bazen beklemekle kendimizi o kadar meşgul ediyoruz ki, neyi beklediğimizi bile unutuyoruz bir süre sonra. Beklediğimiz şeyin gerçekten ihtiyacımız olan şey olup olmadığını bilmiyoruz ya da. Bunu ancak istediğimizi aldıktan sonra öğrenebiliriz. Dolayısıyla beklemek merak uyandıran bir maceraya dönüşüyor ve biz de kendimizi hemen bu maceranın içine atıveriyoruz hiç düşünmeden. Her şey bir yana, izlediğim en kaliteli diziler arasındaydı Leyla ile Mecnun. Aynı zamanda bana en çok şey katmış olanı. Çok sıcak, samimi bir dili vardı. Çok hüzünlü bir sahnede ağlarken, bir anda kendimi o gözyaşlarının arasında kahkalarla gülerken bulurdum. İzlerken sanki her şeyi kendim yaşıyormuş gibiydim. Çok duygu yüklü bir diziydi yani. O mükemmel müzikleriyle daha yoğun yaşatırdı bu duyguları bize. İsmail Abi’nin gemisini bekleyişi gibi ben de Pazartesi günlerini beklerdim sırf Leyla ile Mecnun izleyebilmek için. Siyasete kurban gitmiş bu güzel dizinin yayından kaldırılmasından sonra da haliyle diğer dizileri izlerken tatmin olmadım. Şimdi de büyük bir umutla böyle kaliteli bir dizinin daha ekranlara gelmesini bekliyorum. İnanıyorum ki tekrar kendisini bana en az bu dizi kadar sevdirecek ve kendimi geliştirmemi, hayata daha farklı bakmamı sağlayacak bir dizi daha gelecek eninde sonunda. Umudumu kaybetmeyip İsmail Abi’nin şu meşhur repliğiyle bitireyim o zaman yazımı: ‘’O gemi bir gün gelecek!’’ Yasin Alptekin AY Toplumsal Baskı ve Etkileri İnsanoğlu kör, acıma duygusundan yoksun, canavarlardan daha beter ve manevi güzellikten tamamen habersiz. Tanımadığımız insanlara karşı bile akla gelmeyecek kötülükler yapabilen varlıklarız biz. Her gün gördüğümüz insanların gerçek yüzünü, içinde yatanları, sizin hakkınızdaki görüşlerini düşündüğünüz olmuştur. Sizi sadece görünüşünüz, paranız, şöhretiniz ya da kendi kişisel zevkleri için kullanıp da iç güzelliğinizi zerre kadar önemsemeyen parazitlerdir onlar. Bu kişiler insanların kusurlarını yargılamaktan haz alırlar ama yargıladıkları insanın ne kadar kötü hissettiğini asla anlamazlar. Hatta kimi zaman sadece kusurlarla dalga geçmekle kalmayıp insanların fiziksel ya da zihinsel engelleriyle de dalga geçerler. Fakat aslında engelli olanlar alay edilip, küçük düşürülenler değil, arzuları için diğerlerini kullananlardır. Dışarıda merhametsiz, mükemmelliyetçi, rekabetçi bir dünya var. Bu saçma dünyada da herkes başarılı ve yetkin insanlar yetiştirmek istiyor. Çocuklarımız okuma yazmayı hızlı bir şekilde öğrenmeli, arkadaşları ve öğretmenleri tarafından sevilmeli. Bir spor dalında kendini geliştirmeli, bir enstrüman çalabilmeli ve derslerinde başarılı olup çağa ayak uydurmalı. Her şeyi hızlı hatırlamalı ve yaratıcı olmalı; kısacası mükemmel olmalı. Biz mükemmel olmadığımız halde aklımızda oluşturduğumuz bir profil var ve bir kıyafet gibi bunu çocuğumuza giydirmeye çalışıyoruz; çocuğumuz bunun için fazla uzun ya da kilolu bile olsa elbiseyi değil çocuğumuzu değiştirmeyi, yontmayı seçiyoruz. Ancak herkesin kendi yetenekleri, arzuları ve hayalleri var. Yeryüzündeki Yıldızlar filmindeki Hindistanlı bir ailenin küçük çocuğu Ishan Avasti de derslerinde başarılı olamıyordu çünkü disleksi gibi bir engel vardı önünde. Fakat disleksi, onun en büyük yeteneği olan resim çizmenin önünde bir engel değildi. Buna rağmen ailesi onun bu farklı yeteneğini göz ardı ediyor ve onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamıyordu. Peki biz her insanın birbirinden farklı ve özel olduğunu ne zaman anlayacağız? Toplumumuzun bizi belli bir mesleğe ya da amaca zorla fakat biz fark etmeden yönelttiğini yaşımız ilerledikçe fark ediyoruz. Aileler kendi heveslerini ve egolarını tatmin etmek için yapmak istedikleri fakat yapamadıkları her şeyi çocuklarının hassas omuzlarına yüklerler. Onların biz doğduğumuz andan itibaren bizim için planları vardı. Verdiğimiz kararları sorgulamak ailemiz ve çevremiz için bir amaç uğruna gelmişti. Babaannemin küçüklüğümden beri bana “doktorum” diye seslenmesi belki de bundan dolayıydı, beni doğrudan bir hedefe yönlendirmek yerine üstü kapalı bir yoldan bilinçaltıma yerleştirmeye çalışıyordu bu fikri. İçimden hiç gelmese bile yalnızca arkadaşlarım ve ailem istediği için meslek seçimimi gözden geçirmem gerekti. En sonunda doğru olanı yapıp kendi isteklerim doğrultusunda karar verdim ve bir kere de olsa dış dünyaya kulaklarımı kapatmayı başardım. Bu bana olağanüstü bir mutluluk ve özgüven kaynağı oldu, artık kararlarımı verirken kendimden emin ve pişmanlık duymadan rahatça seçim yapabiliyorum. Ama bunu yapamayanlar var. Ishan seçimlerini kendisinin yapabileceğinin farkında değildi. Okuldan ayrılan resim öğretmeninin yerine Ram Shankar Nikumbh gelene kadar da bunun farkına varamadı. Filmdeki gibi kimi aileler çocuklarının yerine verdikleri kararların onlar için en iyisi olduğunu düşünürler. Fakat bunun onlarda bırakacağı etkiyi hiç düşünemezler. Kendi kararlarını veremeyen çocuklar gelecekte büyük sıkıntılar çekerler. Rahat seçim yapamazlar, doğru yolu bulamazlar ve seçtikleri yolun onlar için faydalı olup olmadığından asla emin olamazlar. İçlerindeki şüpheyle bir yerlere gelmeye çalışırlar. Hep ileriye gitmeyi düşünürler fakat aslında yerlerinde saymaktan başka bir şey yapamazlar. Neden dünyanın ilkesi devam etmektir? Hedef yolundaki bu sürekli uğraş nedendir? Bazen tek ihtiyacımız olan şey biraz özgür olabilmektir. Küçük şeylerden zevk almak ve hayatı sonuna kadar yaşayabilmek... Kimsenin senin için yaptığı planların yoluna çıkmasına izin verme. Dünyaya sadece bir kez geliyoruz ve yaşadığımız bir saniyeyi bile geri almanın yolu yok. Yapmak istediğin, aklında kalacak her şeyi yapmazsan pişman olacağını bilerek yaşa. Bu kısacık ömrün, kısacık günleri asla geri gelmeyecek. Bu yüzden gününü gün et dostum. Her anının kıymetini bilmeyi öğren. PASTEL RENKLİ BULUTLAR/ İPEK ATALAY Vanilya, tarçın, limon, hindistan cevizi, kahve, çikolata, elma, deniz, huzur, mutluluk... Bu saydıklarımın hepsinin kokusundan bir film yapsalar herhalde bu film Amélie olurdu. “Film çıkalı yıllar olmuş, izlemeyen kalmamıştır artık.” diyeceksiniz, haklısınız. Gerçekten de yoldan on kişi çevirseniz en azından sekizi izlemiş olabilir bu şirin filmi. “Nereden aklına geldi şimdi?” derseniz de, geçen gün eskiden piyanoda çaldığım bir parçanın notalarını ararken, Amélie’nin film müziği olarak kullanılan bir piyano parçasının notalarını buldum. Biraz oturup kendi kendime çalınca parçayı, filmin kendisini de ne kadar özlediğimi fark ettim. Hazır boş vaktim de varken yapılacak en iyi şeyin filmi bolca kahve eşliğinde tekrar izlemek olduğuna karar verdim (keşke “bolca kahve” yerine “bolca patlamış mısır” yazabilseydim ama bu kadar fazla kilo da bana yetiyor zaten, acı gerçek.) Neyse, sonuç olarak o şeker film en azından beşinci kez falan baştan sona izlendi ve içimi huzurla, ve tabii ki kahveyle, doldurma görevi başarıyla tamamlandı. Gerçekten bu filmin bana verdiği mutluluğu anlatmak çok zor. Evet, klişe bir film, kabul ediyorum ama klişeler de boşuna klişe olmuyor değil mi? Bu kadar masum, bu kadar toz pembe ama bir o kadar da boş olmayan bir film daha hatırlamıyorum. Abartıyor olabilirim ama umrumda değil. Hani böyle çok sevdiğiniz bir şarkı olur da o şarkıyı sabahtan akşama kadar dinlersiniz ve bundan inanılmaz bir mutluluk duyarsınız ya (ya da bu manyaklığı sadece ben yapıyorum) işte Amelie’yi izlemek de bana aynı mutluluğu ve huzuru veriyor. O yüz yirmi iki dakika boyunca sanki biri benim elimden nazikçe tutuyor, beni çekip pastel renklerden oluşmuş bulutların arasına çıkartıyor ve ben orada hayatımın en mutlu uykusunu uyuyorum. Belki de öyle bir ortamda uyumak yapılacak en mantıklı ve verimli şey değil ama sonuçta uykudan bahsediyoruz, kimsenin bunu reddedeceğini sanmam. Film bittiğindeyse yine aynı eller beni hafifçe yeryüzüne bırakıyor ama mutsuz olmuyorum, o güzel uykunun verdiği sakinlik hemen geçmiyor taa ki içtiğim kahveler midemi mahvedene dek... Her güzel şey bitermiş tabii. Filme bu kadar aşık olmamın sebeplerine gelirsek... Oyuncular, filmde kullanılan renkler, Fransızca’nın zarafeti, olay örgüsü, Amélie’nin iyi niyeti ama en önemlisi müzik, müzik, müzik. Arka planda çalan her parçanın her notası ayrı güzel geliyor kulağıma, zaten bu film de müzikleriyle meşhurdur. Klasik müzik sevmeyen arkadaşlarım bile piyano çaldığımı duyunca “Ayy Amélie’den bir şeyler çalabilir misin???”diye sıkıştırırlar beni. Böyle nasıl söylesem bilemiyorum, hüzünlü ama mutlu, umutsuz ama bir yandan da fazlasıyla umutlu, hem karanlık hem de olabildiğince aydınlık melodiler piyanoyla, kemanla, akordeonla ve daha bir sürü enstrümanla birleşince ortaya ne kadar güzel bir şey çıkabilirse o çıkmış sanki. Bu müziğin filmle ve karakterle uyumundan bahsetmeme zaten gerek yok. Neyse, herkesin büyük olasılıkla izlediği bir film üzerine daha fazla yazıp can sıkmak istemiyorum. Kim bilir, belki de aranızda bunu okuyup filmi henüz izlememiş olanlar vardır ve ben onları filmi izlemeye ikna edebilmişimdir, öyleyse ne mutlu bana! Siz de eğer izlediyseniz belki bu şirin filmi bir kez daha izlemek istersiniz, bu da beni çok mutlu eder, sonuçta hepimizin arada biraz huzura ihtiyacı var. Bir dahaki “hakkında yazarken kendimden geçerek başka dünyalara yolculuk edeceğim” film, kitap veya şarkı yazısında görüşmek üzere! Not: Filmle aynı seviyede huzur içeren bir parça isterseniz, ki bu yazıyı yazarken de sürekli bunu dinledim, sizi böyle alalım  Blind Pilot-Oviedo GİZEM ÖZPINARLI GÖNENÇ TUZCU TÜRKÇE:102-23 MUZİKAL KONSERİ; MANÇALI ŞÖVALYE (DON KİŞOT) Biletimi almış ve yerime geçmiştim. Beklemeye koyulmuştum adeta beklenilenin beklentimi doyuracağından emin olmadan...Konser hakkında bilgi verilmeye başlanmıştı. O an beynim saçma düşüncelerle örülmüştü ödevlerim ,sınavlarım sürekli aklımda ama kendi kendime söz vermiştim; konserde hiçbir şey düşünmeyip sadece ,konsere odaklanacaktım. Benim iç dünyamla ilgili küçük bir yanılsamadan sonra müzik başladı. Notalar anlamını bulup, “an” ı anlamlandırıyordu. O an ki, aşkı yaratır, aşkı öldürür ve ölümü ölümsüzleştirir. Aşkın ve ölümün birbirine yazılması gerçek anlamına ulaştırır kavuşmayı.. Aşk ve ölümün uyumsuz ahengi, aralarına müziğin de katılmasıyla eşsiz bir methiye halini alır ölümü vuslat bilen bir aşk için. Ve son nota yerine oturduğu zaman, aşk ölümün kucağında, ölümün eli aşkın avucunda kusursuz bir tablo çıkarılmıştır insanların huzuruna. Birbirine haykıran kilitlenmiş dudaklar ve erişilemeyen yaşama açılan kapanmış gözler… Daha birinci bölümün müziğini tam okuyamamışken ikinci bölüm başladı. Notalar gizli anlamlarından çıkıp okunmaya, ben de kabuğumu kırıp okumaya başladık. Şövalye olmadığı halde şövalyeymiş gibi hisseden bir adam(Don Kişot) ve bu tezatlığı okutmaya çalışan bir müzik… Uyumsuzluğu işleyen notaların sergilediği uyumlu bir dayanışma kokusu gelir kulaklara. Derken bu avare şövalye düşer yollara hayalleri uğruna ve biriyle yolları kesişir. Artık yalnızlıktan kurtulmuştur şövalyemiz. Tanıştığı bu adamla(Sanço Pansa) çocukça konuşarak devam eder yoluna. Aşk bu, bir kere düşüvermesin gönül denen en deli köşeye, gerçeğe bakan gözler hayal âlemine çevirir bakışlarını, gerçeğe giden bedenin hayal âlemine yöneltir adımlarını ve hayalle gerçek arasında gel-gitler başlar. Ve müzik de koyulur herkesin gittiği bu âleme, her yerin sevgilinin tecellisiyle dolu olduğu bu âleme, başlar anlatmaya dilinin döndüğü kadar. Yel değirmenlerine dev süsü veren asil şövalyemiz, süs diyorum, çünkü aşkın anlam kattığı her insan, her an, her nesne aşkın büyüsüyle adeta süslenir, sadece sevdiğinin hayalini süsleyerek, gücünü bu hayalin oluşturduğu mahcup yürekten, ürkek bedenden ve ağlayan hüznünden alarak savaşmaya başlar. Tek amacının gönlündeki tecellinin aslını bulmak olduğu bu kahramanca savaşta, aldığı darbelerin ızdırabını yine teninin her zerresinde gizlediği sevdiğini, gözlerinin önündeki hayata yansıtarak dindirir. Olaylar bir kısır döngü gibi bu şekilde devam eder, ama her defasında çekilen acı katlanarak artar. Son mücadelesinde yenik düşer kahramanımız, aşkının gözünü bağlamasıyla düşmanı sandığı dostuna. Dost bu, bir anlığına düşman gibi algılansa da, ikna eder kahramanımızı eve dönmenin doğrusu olduğuna. Kahramanımız artık evindedir ve yaşadıklarını tek başınalığın yarattığı boşlukta uzun uzun düşünür.Yaşadıkları ağır gelir küçük yüreğine. Düşündükçe artar yüzündeki gülümseme, bedenindeki titreme, ruhundaki kıpırdanma ve gönlündeki sevda..Mecnun gibi dağları delememiştir Leyla’sı için, ama bu taşıdığı mütevazı sevdasıyla, baharın gelmesiyle canlanan toprak gibi canlanan yüreğiyle fırtınalara karşı koymuştur . Zaten en zoru olmayanı yok etmek değil midir? Sonunda ise, fırtına sonrası terk edilmiş harabeye dönen yüreğini alıp yanına göçer bu diyarlardan.. Hayal olduğu kadar gerçek, gerçek olduğu kadar ulaşılmazı oynayan bu olaylar örgüsünün müzikle kavrulması ve dinleyenlere sunulması… Kardelen gibi engelsiz, papatya kadar uysal, orkide kadar şımarık, sarmaşık kadar inatçı ve gül kadar kırılgan bir dokunuş yarattı ruhumda. Bu dokunuştu maziyi canlandıran, geleceği düşündüren ve bulunduğum anı yaşamam gerektiğini düşündüren. Mazi canlandı, çünkü uzun yol yolcusu olan notalara hafif bir yorgunluk çökmüştü; geleceği düşündüm, çünkü yorgun notaların gelişinde sabırsız bir heyecan vardı; bulunduğum anı yaşamam gerektiğini düşündüm; çünkü heyecan ve yorgunluğu harmanlayan notaların vuslatı bugün. Tıpkı olay kahramanımız asil şövalyemiz gibi… Geçmişin yorgunluğu bedeninde, geleceğin heyecanı kalbinde ve yaşadığı an akıl çerçevesinin sergilediği bugün, bedeninden ve kalbinden bağımsız. Her müzik bir şeyler anlatır notaların eşliğinde. Kimisi anlamını kendinden sözleriyle ifade eder kendi özgürlüğünü kullanarak, kimisi anlamlandırılmayı bekler bizden kendi özgürlüğümüzü kullanarak. Sözler anlamı kısıtlar, evrenselliğini kaybettirir, salt notalardan oluşan bir müzik evrenseldir aynı zamanda sana özeldir. Bu gece dinlediğim bütün müzik aletleri bana çaldı sanki aslında evrensel bir dili olmasına rağmen. Ve konser bitti, bireysel dünyamdan evrensele geçiş yaptı ruhum üzerinde hafif bir tebessüm kokusuyla. Çok kısa bir zaman dilimi de olsa kendimden uzaklaşıp başka dünyalara gezip gelmiştim. Rahatlamış,dinlenmiştim.. Böyle aktivitelere sık sık katılmalıyım diye düşündüm. Baki 1 Yağmur Baki 21102595 TURK 102- 11 Ahmet Kaya 25.09.2014 YAŞAMDAN KESİTLER Türkiye’nin yaşadığı ve yaşamaya devam ettiği çarpıklıklar… Ne kadar gelişmeye çalışan bir ülke olduğumuz söylense de, ülkemizde kadınlara yapılan haksızlıklar ve yaşanılan çirkin olaylar devam ettiği sürece gelişemiyoruz. Geçmişte kadınlara nasıl söz hakkı ve değer verilmiyorsa, günümüzde de belli bölgelerde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu da halen bu durum böyle. Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” kitabı, adı mutluluk ama kitabın içine girdiğimizde karakterler ve yaşanılan olaylar bize bu duyguyu vermiyor çünkü onlar mutluluğu bulmaya çalışan kişilerdir. Türkiye’de satış rekorları kıran ve yurtdışında ödül alan bu roman, toplumsal ilişkileri, dinsel tabuları ve geleneksel değerlerin modern yaşam biçimiyle zıt düştüğü Türkiye’deki temel ayrılıkları işliyor. Roman; Van’ın küçük bir köyünde, amcası tarafından tecavüze uğramış olan 17 yaşındaki masum genç kız; Meryem. Gabar dağlarında komando olan, PKK ile mücadele eden ve Meryem’i öldürmekle görevlendirilen bir genç; Cemal. Harvard mezunu ve bu iki gençle taban tabana hem düşünsel hem de fiziksel çelişen bir Profesör; İrfan. Doğunun kadın üzerindeki baskısını düşündüğümüzde bunun en belirgin göstergesi kaçınılmaz töredir. Zülfü Livaneli de töre kavramını ve bunun kadınlar üzerindeki etkisini “mutluluk” kitabında ayrıntılarıyla anlatmıştır. Örneğin Meryem amcası tarafından tecavüze uğradığı halde amcası bunun duyulmaması için Meryem’in ölmesi gerektiğini söyler ve diğer insanları namus temizleme diye inandırır. Namus bazı insanlar için bir insanı öldürmeye yetecek kadar kuvvetli bir kavram olarak düşünülmektedir ki söz konusu özellikle kadınlar ve namus olunca kimse önünde duramıyor! Bazı toplumlarda erkek kadının namusunu korur diye bir düşünce var fakat niye? Kadınlar kendi namuslarını kendileri koruyamıyor mu? Her insan kendinden sorumludur ve kadınlar kendilerini koruyabilirler ancak toplum kadınları ezmeye susturmaya çalışmadıkları sürece. Kadınların özgürleşmesi ve Baki 2 kendini savunması niye bu kadar kısıtlanmaya çalışılıyor? Kadınlar bir haksızlığa uğradıkları zaman kendini savunabilmeli. Meryem gibi susturulmamalı korkutulmamalı. Bu romandan bu kadar etkilenmemin sebebi 21.yüzyılda günümüz Türkiye’sinde halen işlenen kadın cinayetleri ve kadınlara gösterilen şiddetin her geçen gün biraz daha artarak devam etmesi ve filmin gerçek yaşamla bu kadar örtüşmesi yani Meryem’e gösterilen acımasız tutum… Ülkemizdeki kadınların bu kara yazgısının tamamıyla eğitimsizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Bu eğitimsiz insanların dini değerlerini farklı yorumlamasından ve sosyal hayatlarını dini düşüncelerini birbirlerine karıştırdıkları için namus kavramını çok farklı yorumluyorlar. Bu töre sisteminde küçücük kızlar kendisinden yaşça çok büyük adamlarla zorla evlendiriliyorlar. Bir adamın üçüncü dördüncü eşi olmaya zorlanıyorlar ve sadece kadınları hatta küçücük kızları çocuk doğurmakla yükümlü görüyorlar. Bu kadınlar sürekli çocuk doğurmaya zorlandıklarından ölen kadın sayıyı hiç hafife alınacak gibi değil. Bu olaylar da sadece kadına gösterilen saygısızlık ve değersizliğin bir göstergesidir. Eğitim bir insanın düşüncelerinin gelişmesi ve değer yargılarının olumlu yön bulması için çok önemlidir. Örneğin romandaki İrfan karakteri Cemal’in katı ve gaddar düşüncelerinin değişmesinde çok etkili rol oynamış ve Cemal’in Meryem’i öldürmesini engellemiştir bir bakıma. Ülkemizin Doğusu ile Batısı arasındaki bu uçurum Zülfü Livaneli’nin anlatımıyla son derece güzel ve etkiletici bir biçimde gözler önüne seriliyor. Ege kıyılarında yolları kesişen bu üç kişi hayatta mutluluğu bulamamış ve ne ile mutlu olacaklarını bilmeyen üç kişi. Hayat her zaman insanlara kolay bir yol çizmez ama bazen büyük zorlukların üstesinden gelerek yaşamımıza güzel bir yön verebiliriz. Romanın sonunda Meryem kendisine İrfan tarafından verilen parayı Cemal’e vererek onu hayatından çıkarmak ve yeni bir başlangıç yapmak ister. Çünkü Cemal’in yanında kendisini güvende hissetmiyordur. İrfan ise macerasını yarıda bırakıp evine geri döner. Romanda toplumsal çevrenin betimlenişi kişilerin karakter analizleri ve olaylar gerçekten çok etkileyicidir ve gerçek hayatta yaşanılan olaylarla birebir örtüşmektedir. Gerçek ve Mutant İnsanlar Ne kadar insanız şu aralar? Kaç kere sorduk acaba bunu kendimize hayatımız boyunca? Dünyayı kendi malımız gibi hiç düşünmeden kullanmaya daha ne kadar devam edeceğiz? İşte bu soruları kendime sormamı sağlayan bir kitap okudum geçenlerde. İsminden bir aşk kitabı sandığım bu kitap aslında insanlığımızı anlatıyormuş. Avustralya‟da Aborjinler ile yolculuğa çıkan yazarın başından geçen olayları anlattığı bir kitaptı. İlgi çekmek için mi öyle söyledi yoksa gerçekten yaşanmış olaylar mı bilmiyorum ama verdiği mesajlar daha önemli benim için. Uluslararası „bestseller‟ olmuş bu kitap pek çok yazar tarafından da övgüyle bahsedilmiş. Bu kitap “tüm varlıkların, hassas bir denge içerisinde ve aynı evrenin bir parçası olduğunu; dünyayı yok olmaktan kurtarmak için geç kalınmadığını yüreklerimize sunar.” Kitapta „Gerçek İnsanlar‟ olarak geçen Aborjinler‟den teknoloji olarak ilerde olabiliriz ama Aborjinler‟in yaşadığı refah seviyesini ve huzuru yakalayabilmemiz için daha fazla insan olmamız gerektiği bu kitapla yüzüstüne çıkmıştır. Amerikalı bir doktorun iş için gittiği Avustralya‟da başından geçen ruhsal bir yolculuğun öyküsüydü kitap. İlk günden itibaren bu zorlu yolculukta dayanıklılığı her gün sınanırken bir yandan da ruhsal olarak değişime uğramaktadır. Alçak gönüllülüğü ile „Gerçek İnsanlar‟ arasına katılan ilk kişi olmayı hak etmiştir. Kimseyi kabul etmemelerinin nedeni ise bizleri „Mutant‟ olarak görmeleri. İnsanlığımızı kaybettiğimizi düşünüyorlar ve kendilerinin de saf insan olduğunu söylüyorlar. Haksız da sayılmazlar bana göre. Eğer kendimizi bulmazsak başımıza gelecekleri şu şekilde özetliyor liderleri: “Yalnızca son ağaç kesildikten, son ırmak zehirlendikten, son balık yakalandıktan sonra... ancak ondan sonra paranın yenmeyeceğini anlayacaksınız.” İnsanlar için tek önemli şey para olmuş bu dünyanın gerçek insanlara ihtiyacı var. Özümüzü bulmalıyız ve dünyayı düzeltmek için geç kalmış değiliz. Felsefi bir roman olan bu kitap „Gerçek İnsanlarla‟ yolculuk eden doktorun izlenimlerini, onlardan öğrendiklerini, yaşadığı zorluklarla nasıl başa çıktıklarını, doğayı nasıl koruduklarını, ihtiyaçlarından fazlasını doğaya tekrar bıraktıklarını, herkesi kendi yeteneklerine göre değerlendirdiklerini, birlikte olmanın ve herkesin birbirine yardım etmesinin önemini, herkesin bir işin ucundan tutarak her şeyin üstesinden gelebildiklerini, hayvanların da bizim gibi hakları olduğuna inanmayı, her şeyi zamanı geldiğinde yaptıklarını, hayatlarında acele etmek diye bir terimin olmadığını, konuşmak yerine saf oldukları için telepati yöntemiyle iletişime geçtiklerini, mala, mülke önem vermediklerini, hiçbir şeyi israf etmediklerini, kısacası herkesin onlar gibi olması halinde dünyadaki savaşların son bulacağı, tüm insanların huzur ve mutluluk içinde yaşayacağı bir dünya olacağını anlatıyor, kısaca neler yapmamız gerektiğinden bahsediyor. Normal bir insanın – onlara göre anormal olan bizleriz – sağlıklı olarak bir gün bile zar zor yaşayabileceği bir çölde yalın ayak ve yanlarında yiyecek depolamadan seyahat edebildiklerini görüyoruz kitapta. Herkesin bir yeteneği var ve herkes bu yeteğini geliştirmek için çalışıyor, kimse rekabet etmiyor. Şimdiki dünyada ise insanlar her şeyi yapabilmeye, her şeye sahip olmaya çalışıyor ve herkes birbiryle rekabet içerisinde hatta oyunlarımız bile kazananın ve kaybedenin olduğu oyunlardan oluşuyor. İnsanlar oyunu eğlenmek için oynar ama sadece kazananların mutlu olduğu bir oyun ne kadar mantıklı. Şu an küçük çocuklar bile rekabet duygusu yüzünden stres içindeler ve bu vücudumuza daha küçük yaşta zarar veriyor. İnsanlığımızın ne durumda olduğundan çok ne tarafa doğru yön verdiğimiz önemli bence. Hatanın neresinden dönülse kârdır diye boşuna dememişler atalarımız. Yeteneklerimizi daha küçükken keşfetmemizi sağlayan ve onu yapmak için yaşama ve rekabet kaygısı gütmeyeceğimiz ve serbest olacağımız bir dünyayı hayal ediyorum da kimse hayır demez sanırım buna. Tamam teknolojiden vazgeçmeyelim ama teknolojinin ve kapitalizmin insanlığımızın önüne geçmesine izin vermeyelim. Her ne kadar insanlar anlayamasalar da rekabet duygusundan çok paylaşma ve yardımlaşma duygusunu öğrenmeleri lazım. İnsanlar da bir bedenin organları gibi her birinin bir yeteneği vardır ve onları yapmak için dünyaya gelmişlerdir. Nasıl kalp ile böbrek birbiriyle rekabet etmiyor ve uyum içinde yaşıyorsa insanlar da o şekilde olmalıdırlar. Bu kitabı okuduktan sonra bu düşünceler ile yeniden doğdum adeta. Dünyaya geliş amacımı tekrardan düşündüm ve nereye doğru gidiyoruz ve bunu nasıl düzeltebiliriz diye kendime sormaya başladım. Herkesin bu soruları hayatında en az bir defa sorması gerektiğini düşünüyorum. Bana hayatımın amacını bir kez daha sorgulattığı için Marlo Morgan‟a ve „Gerçek İnsanlara‟ teşekkür ediyorum ve daha iyi bir dünya için umutlarını kaybetmeyen bir mutant olarak devam ediyorum hayatıma. Veysel Alperen CEYLAN Hayatın İçin Kaç Masal Anlatabilirsin? Binbir Gece Masalları adlı kitapla ilk karşılaşmam 6-7 yaşındayken televizyon aracılığıyla oldu. O zamanlar çizgi film izlerken bu kitaptan esinlenerek anlatılan öyküler çok ilgimi çekti. Anlatılan her bir öykü yaşımın da gereğiyle beni fazlasıyla etkiliyordu. Bir gün ailemle otururken bu çizgi filmlerden ve ne kadar hoşuma gittiğinden bahsettim. Onlar da bu öykülerin aslında bir kitapta anlatıldığını söylediler ve evdeki bir baskısını da bana verdiler. Kitabın ele aldığı konu beni derinden etkiledi. Şehriyar adlı hükümdarın, eşiyle başından geçen olaydan sonra kadınların sadakatsiz ve nankör olduğuna inanmaya başlaması ve her güneş doğuşunda eşlerini idam ettirmesi; Şehrazad’ın bu olayı durdurabilmek adına her gece ilginç öyküler anlatması… Eğlenceli ve sürükleyici öykülerin böyle bir konu altında toplanması bu kitabı benim gözümde eşsiz kılıyor. Öyküler ayrı ayrı değerlendirildiğinde çocuk kitabıymış gibi gözükse de kitabın bu trajik kısmı, bende her yaş grubuna hitap edebileceği hissini uyandırıyor. Her gün okuldan geldiğimde televizyona değil de kendisine koşmamı sağladı Binbir Gece Masalları. Neredeyse her gün okuldan gelir gelmez çantamı atar kitabımı alır ve lojmandaki parka koşardım. Bulutlu bir hava ve çimlerin yeşillikleriyle birlikte bu kitabı okumanın tadına doyamazdım. Her okuyuşumda birer kere daha dalardım Alaaddin’le Sihirli Lambası’nın ve Ali Baba ve Kırk Haramiler’in heyecan dolu öykülerine. Çocukken sahip olduğum uçsuz bucaksız hayal gücümle ve kitabın bu kolay görselleştirilebilmesiyle, okurken ben de bir parçası olurdum bu öykülerin. Alaaddin ve Ciniyle uçan halısında birlikte gezerdik düşlerimde. İlk okuyuşumda aklımda tek bir soru belirmişti. Neresi bu öyküde anlatılan yer? Geçmişle ilgili olduğunu anlayabiliyordum anlatılan olaylardaki ilkel yaşama şekillerinden. Uçan halılardan da büyülü diyarlar olduğunu varsayıyordum. Çevremle hiç özdeşleştiremediğim için bu kitap ve anlatılan öyküler başka dünyalara açılan pencereler gibiydi. Bu nedenle okurken yarım saat okuyor iki saat düşüncelere dalıyordum. Kitabı daha sonraki okuyuşlarımda güzel bir yanını fark ettim. Diğer kitaplar gibi baştan sona okumak gerekmiyordu bu kitabı. İstediğim öyküden okumaya başlayabiliyordum. Bu sayede sıkıldığım kısımları atlayıp merak ettiğim kısımlara geçebiliyordum. İleriki yaşlarımda okumaya devam ettikçe yeni şeyler daha fark ettim. Kitaptaki ortam günümüzdekinden farklı olsa da olaylar o kadar da farklı değildi. Aşk, mutluluk, yalanlar ve hayaller… Aynı günümüzdeki gibiydi ve kitabı okudukça çözmeye devam ettiğimi hissediyordum. Zamanla çözüyordum da. Ancak farkına vardığım şeyler hoşuma gitmiyordu hatta bazen kızdırıyordu, huzursuz ediyordu beni. Evet kitabı merakla, severek okuyordum ama huzursuzluk da devam ediyordu. Daha sonraki okuyuşlarımda beni huzursuz eden şeyin ne olduğunu bulmuştum. Büyüdüm. Büyüdüm ve kitaptaki insan ilişkilerinin aslında ne kadar hayal kırıklıklarıyla dolu olduğunu gördüm. Benim için böyleydi durum tabii. Nedeni ise çok açıktı. Kitapta insan ilişkileri yalan ve aldatmaca üzerine kuruluydu. Herkes birbirini kandırma peşindeydi ya da birbirinin arkasından dolap çevirmeye çalışıyordu. Bunları küçük yaşımda ilk okuduğumda fark edemesem de ilerleyen zamanlardaki okumalarımda tam olarak anlayabilmiştim ve bu konuda da hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü çocukluğumun güzel öyküleri aslında insanların birbirlerini nasıl ustalıkla aldattığı üzerine kuruluydu. Ama dürüst olmak gerekirse çok da şaşırmış değildim. Düşündüğümüzde Şehrazad hükümdarı aldatmak ve zaman kazanmak üzere anlatmaya başlamıştı bu öyküleri. Bu yüzden anlattığı öykülerin de bu konuyu içeriyor olması çok da ilginç sayılmazdı. Sadece, kitabın etkileyici bir anlatıma sahip olması insanlar ve kişilikleri konusunda derin düşüncelere itmişti beni. Özellikle günlük hayatımda insanlarla olan ilişkilerimde daha temkinli olmaya başlamıştım. Tabii bunlar tamamen okuyucunun hayal gücüne kalmış durumda… İşte bütün bu nedenlerden ötürü; Binbir Gece Masalları, hayattan her sıkıldığınızda elinize alıp keyfinizce istediğiniz bölümden başlayarak okuyabileceğiniz bir kitap. Tüm o gizemiyle, uçsuz bucaksız öyküleriyle, farklılığıyla ve güzelliğiyle… Muhammet Raşit AYVENLİ Beni En Çok Seven Kişi Bu yazı seni en çok seven insanı bulmak için yazıldı. Sen kimi daha çok sevdiğini bulabilirsin bu kolay, ama bu yazıda sen en çok seven kişiyi buluyoruz. Yüzlerce insan tanıyorsun belki binlerce. Birçoğu sadece tanıdık, birazı ile arada muhabbet ediyorsun, 3-5 tane yakın arkadaş, kader ortakların olan kardeşlerin, yıkılmaz zannettiğin baban ve annen. Eğer bir platonik aşığımız falan yoksa bunlar bizi seven insanlar. Şimdi kimin bizi geçekten sevdiğini bulalım. Nasıl mı? Önce gerçek sevginin ne olduğunu bulalım, sonra sen zaten seni kimin daha çok sevdiğini bulacaksın. Gerçek sevgi karşılık beklemeden, çıkar beklemeden duyulan sevgidir. Düşününce karşılık beklemeden sevmek saçma gelebilir ama sevmek de genelde mantıklı olmuyor ki zaten. Hem ticaret mi bu karşılık gözetesin. Eğer bir insan sonunda bir karşılık bekliyorsa zaten sevmiyor yatırım yapıyordur dimi. Bakın küçük çocuklara, birisini sevdiği zaman en çok sevdiği şeyi paylaşmak ister, sizin yanınızda oturup sizle oynamak ister, sizi gördüğünde koşup sarılmak ister. Bunların karşılığı yoktur bilirsin ve bu yüzden seni gerçekten sevdiğini de bilirsin. Annemin her eve gittiğimde gözünde gördüğüm sevgi de bu işte, geçek sevgi. Çünkü bırak karşılığı safi zararım ben onun için. Doğarken çileler çektirmişim, bebekliğim de uykusuz bırakmışım, okul zamanında hep parasını harcamışım. Ama bunlara rağmen beni her gördüğünde yüzünde güller açıyor ve beni sımsıcak kucaklıyor. Emek göstermek de en büyük sevgi göstergelerinden biridir benim gözümde. Bir şeyi ne kadar çok seversen o kadar çok emek gösterirsin, o kadar çok yorulursun. Bu kast ettiğimiz şey insan olmak zorunda da değil. Mesela Edison idealini çok seviyordu, çünkü seviyordu ki o büyük idealini gerçekleştirmek için günlerini çalışarak, emek harcayarak geçirdi. Mesela dedem silahını çok seviyordu, bunu silahını her gün yağlayıp temizlemesinden, paslanmasın diye harcadığı paralardan anlıyordum. Zaten düşünüyorum da kim sevmediği bir şey için emek sarf eder ki, etmez. Bir babanın çocukları için yorgunluktan ölecek kadar çalışması mesela en güzel örneklerden değil mi? Baba çocuklarını sevmese onlar için bu kadar emek harcar mı, tabii ki de hayır. Ya da bir anne sabahın köründe okula gidecek çocuğu için kalkıp kahvaltı hazırlar mı? Hayır. Sevgisi sadece görünürde olan hiçbir insan emek harcayıp çaba sarf etmez. Fedakârlık yapmak olmazsa olmazıdır sevginin. Çünkü bu hayat eninde sonunda seni bu çıkmaza getirecek ve gerçekten ne için ne kadar fedakârlık yapabileceğini göstermeni isteyecek. Sen de o zaman kimin gerçekten ne kadar sevdiğini anlayacaksın ve sana duyulan sevginin insanların sana aldığı hediyelerin değeriyle değil, senin uğrunda vazgeçtiği şeylerin değeriyle ölçüldüğünü göreceksin. Ne dediğimi anlamadıysan Peygamber İbrahim’in örneğini vereyim. Bu yüce insan bir oğul sahibi olmak için türlü türlü sınavlardan geçiyor. Ama sonunda en çok sevdiği tek varlık olan Allah için oğlundan bile vazgeçiyor ve gerçekten ne kadar sevdiğini gösteriyor. Bu kural her zaman işliyor ve her zaman karşımıza çıkıyor. İki şey arasında kaldığımızda birini feda ediyor ve aslında diğerinin ne kadar sevdiğimizi göstermiş oluyoruz. İşte buradan da bizi kimin ne kadar sevdiğini ve belki de kimi ne kadar sevdiğimizi anlıyoruz. Anlattığım şeyler belki sana çok basit gelebilir, çok üstün körü yazılmış gibi de gelebilir ama aslında insanın doğumundan ölümüne kadar gerçek olduğunu bildiği şeyler bunlar. Karşılıksız sevginin, emek verilen sevginin, uğrunda fedakârlık edilen sevginin gerçek sevgi olduğunu ve bu gerçek sevginin birkaç kişiden fazla kişiye duyulmadığı da bir gerçek. Artık sıra sende. Yazdıklarımı dikkate al ve seni kimin daha çok sevdiğini bul. ANIL EGE ŞİRELİ KEŞKE Hayatımız güzeldir her şey yolundayken. Sabah olunca kalkıp işe gitmek, akşam eve dönmemek, birkaç dakikalığına olsa bile sevgilinle olmaktan mutlusundur böyle zamanlarda. Kısacası hayattan zevk alıyorsundur her şey yolundayken. Ama hepimiz biliriz ki güzel günlerimiz kadar kötü günler de görmüşüzdür. Yaşadığımız her olaya ben bunu hak edecek ne yaptım dediğimiz çok zaman olmuştur. Olayların birbirini zincirleme bir şekilde takip edip hepsinin üzerimize yıkıldığı ve altında kalıp nefes alamadığımız zamanlar… İşte böyle zamanlarda anlarız aslında var olanların değerini. Yanımızdaki insanların, sahip olduklarımızın… Kaybetmenin nasıl bir duygu olduğunu anlarız. Hatta bundan daha çok eskiye dönüp keşke deriz böyle zamanlarda. Keşke… Keşke bunu yapmasaydım ya da onunla bir dakika daha geçirseydim demedik mi hiç? Kiracı adlı romandaki Mario karakterini düşünüyorum ve ben de onun yaşadıklarıyla keşke diyorum. Mario’nun yaşadıklarını aslında ben de herkes gibi yaşıyorum. Sahip olduklarımız yanında kaybettiklerimiz, güzel zamanların yanında cehennemden günler… Hangilerini daha iyi hatırlarız? Pişmanlık ve ardından gelen o söz; keşke. Etrafındakilere durmadan dönüp sorduğun o soru neden ben? Başkalarında suçu ararken tek suçlunun aslında sana en yakın olan kişi yani sen olduğunu bilip kabullenemeden o soruyu sormaktır aslında pişmanlık ve kaybetmek. Keşke demektir kaybetmek. En kötüsü de kör olup kendi suçunu kabul etmeden her şey daha da kötü bir hale gelene kadar keşke demektir bazen. Keşke… Mario gibi olaylar sarpa sardıktan sonra yıkılıp keşke demektir. Çünkü biliriz ki kaybetmek kolay değildir. Kaybetmek gerçekleri görmenin en güzel ama en acı yoludur. Gittiklerinde hayatımızda açılan başkalarına göre küçük bize göre dünyalar kadar olan boşluğu doldurmaya çalışmaktır keşke demek. İşte bu yüzden insan elindekilerinin değerini kaybedince daha iyi anlar ve keşke der. Hangimiz için kolay olabilir ki işini veya sevdiğini kaybetmek? Mario için nasıl kolay olsun? Kendimi düşünüyorum çünkü ben de Mario ve herkes gibiyim. Yokluğunda hissedeceklerimi bile bile kaybetmeye göz yumuyorum bazen. Keşke demek istemiyorum ama her kaybettiğimin arkasından keşke diyorum. Kendimi böyle avutuyorum, böyle sakinleşiyorum. Gene de biliyorum ki kaybın ve pişmanlığın üstesinden gelemezsem devamında tek hissedeceğim ellerimden kayıp giden hayatım olacak. İşte bu yüzden böyle anlarda keşke diyorum. Kaybetmeyi ve ardından yaşayacağımız pişmanlığı hayal etmek bazen keşke dememek için en güzel yoldur. Çünkü hayal dediğimiz şey güzel olduğu gibi kendimizi korumak için kötü de olabilir. Kaybetmeyi hayal etmek… Var olanların değerini anlamak hayal etmekten geçer bazen. Hissettiklerini tazelemeyi sağlar. İleride keşke diyeceğimiz muhtemel anları siler hayatımızdan. Geleceğimizi temizler ve daha az pişmanlık ve hüzün bekler bizi. Bu yüzden bazen dönen dünyaya, yaşadıklarına bir dur deyip sahip olduklarını düşünüp şükretmek lazımdır. Mario da yaşadıklarıyla hayatında var olanların ve kendi hissettiklerinin değerini tekrar sorguladığı gibi gerçekten farklı olmayan bir hayalin içindedir aslında. Mario gibi olmak kolay değildir. Hayallerle hayatını güzelleştirmek… Herkes yapamaz işte böyle şeyleri. Belki de bu yüzden Mario’yu düşündükçe onda kendimi buluyorum. Çünkü o da benim gibi ya da ben de onu gibiyim. Ben de hayallerimle kendimi keşkelerin karanlık dünyasından koruyorum. Sahip olduklarımın değerini böyle hatırlıyorum. Olması gereken de bu değil mi bazen? Kaybetmek, pişmanlık ve keşke demek hepsi herkesin yaşayabileceği olağan şeylerdir bu hayatta. Önemli olan bunlardan kaçıp kurtulmaktır. Kaçarken hayatın değerini tekrar bulmaktır. Yoksa keşke demek kolaydır. Ama hayal edip yaşayacaklarını düşünüp hayata verdiği değeri bilmek daha önemlidir. İşte bu yüzden keşkelerden kaçıp hayallere tutunmak lazım hayallerden kaçıp keşkelere sarılmaktansa. Kaynakça Cercas, Javier. Kiracı. İstanbul: Everest Yayınevi, 2016. Baskı Siyahlar arasındaki tek beyaz nokta Ya içindesindir çemberin ya da dışında bense üstünde yürüyorum. Senaryosunu yazmadığım bir oyunun başrolündeyim ve yaşıyorum. Oysa hayatımı şekillendiren oyunun sahneleri yazılırken kimse bana fikrimi sormadı. Daha doğmadan çizilmişti sorumluluklarım ve karalanmıştı benliğim çemberin merkezindekiler tarafından. Öyle bir çember ki bu bahsettiğim; içindeyken herkesleştiren dışındayken ötekileştiren. Bu ötekileştirmenin neticesinde ortaya çıkan böcekleşme hissi, çıkar ilişkileri üzerine kurulu dünya düzeninde topluma olan uyumsuzluğun sonucudur. Sevdiklerimizi kırmamak adına verdiğimiz tavizler, toplumsal düzenin bir parçası olmak adına yapmak istemediğimiz hâlde yapmak zorunda kaldıklarımız, bizi biz olmaktan çıkarıp bir böceğe dönüştürür. Bunu fark edip, karşı çıkmak istediğimizde ise artık "uyumsuz" olarak adlandırılırız. Bu şekilde fişlenmek istemeyenler ise git gide kendi benliklerinden uzaklaşıp bir başkası olma çabasına girerler. İşte bu toplumun renklerinden birinin kaybedilmesine yol açar. Eğer farklıysan, ilk seni görürler ve muhtemelen ilk seni koparırlar. Git gide renksizleşen toplumlar artık siyah beyaz gördüklerinden bunun farkına bile varmazken insanları kabuklarına çekilmeye sürüklemişlerdir. Toplum kendi çoğunluğuna uymayan fikir ve davranışları varlığına bir tehdit olarak gördüğünden, bireye kendi içerisinde yer vermez. Uyuma zorlanan aksi hâlde toplumdan bir cüzzamlı gibi ayrıştırılan bireyler, ilerleyen süreçte farklı olan özelliklerini yontar ve kendini tanıyamaz hale gelir. Fakat bu onların değil, onları herkesleştiren acımasız düzenin bir eseridir. Bu insanlara bağlanılan zincirlerin kırıldığı gün, dünya siyah beyaz çizgisinden sıyrılıp renklileşmenin tadına varacaktır. Farklılıkların kafeslerinden tek tek çıkarılıp özgür bırakıldığı bir toplumda bireyler kendilerini saklamadan ve değiştirmeden yaşayarak toplumu güzelleştirip renklendirirler. Her insan ayrı bir renk, her farklılık bu rengin ayrı bir tonudur aslında ismine dünya dediğimiz resmi süsleyen. Renklere karşı olan insanların yazdığı siyah senaryolarda hayat denilen oyunu oynarken, kimi beğenilmeme korkusuyla siyahlaşmayı seçer kimi inadına haykırır pembesini. Çünkü mühim olan onların beğenisini kazanmak değildir. Kim ister ki onların beğenisini kazanıp pembesine siyah katmayı? Mühim olan oyunun sonunda pembe kalabilmek, kimsenin beğenmeyeceğini göze alarak pembe bir oyunda yer alabilmektir. Asıl anlaşılması gereken toplumun ya da insanların aferinini almak değil içinden geleni yapmaktır. Hayatımızı insanların beğenisine göre değil de kendi isteklerimize göre çizebilmektir. Önceden çizilmiş ve belirlenmiş tabuların etrafında yaşadığından normal olarak nitelendirilen insanların kaçı özgürdür ki? Toplumun kalıplarından çıkıp kendi kalıbının şeklini alanlar dışlanılmakta, dolayısıyla toplum tarafından kaybedilmektedir. Toplumun ötekileştiriciliğine rağmen oldukları gibi yaşayan, özgün kalabilen cesur insanlar var olan bu hastalıklı zihniyetin ilaçlarıdır. Aynı zihniyet, ailemizin arkadaşlarımızın kısaca çevremizdeki herkesin bizden beklediklerini yerine getirmediğimiz takdirde bizi onların gözünde değersizleştirir. Hayatımız aslında yapmak istemediğimiz hâlde bize dayatılan ve bir görev hâline getirilen sorumluluklarla doludur. Bunları yerine getirdiğimiz takdirde bizi topluma hizmet eden uyumlu bireyler haline getiren, yerine getirmediğimizde ise dışlanmamıza neden olan bu hastalıklı zihniyetin içerdiği yargılardır. İşte Gregor Samsa da bu sistemin çarkında dönmeyi reddedenlerden. Durmayı seçtiği için çarkın ezip geçtiği bir adam. Bir anda hem kendisine hem topluma hem de ailesine yabancılaşan bir adamın hikayesi dönüşüm. Bir metamorfozun ve beraberinde getirdiği psikolojik sorunların metaforu. Franz Kafka’nın 1915 tarihli öyküsü, yetmiş küsür sayfadan ibaret olmasına karşın hakkında pek çok sosyolojik çıkarım yapılabilecek yoğun bir edebî eser. Bu çıkarımlardan en belirgin ve tartışmasız olanı, şüphesiz toplumun kendisinden olmayanı yahut diğer bir deyişle “muhtaç” olanı dışlayış biçimi. Esasında hepimiz Samsa değil miyiz? Toplum tarafından onaylanmak için çaba gösterir ve aslında bize ait olmayan bir kişiliğe bürünürken, kendi kendimize yabancılaştığımızın ne kadar bilincindeyiz? Doğduğumuz andan itibaren yapmak istediklerimize değil yapmamız gerekenlere öncelik tanımamız öğretilmiyor mu bizlere? Tıpkı bu öğretilerle bezili bir toplumda yetişen Gregor Samsa, kendisine dayatılan "herkes" olmayı reddederek, kendi istediği "hiç kimse" olmayı tercih etmiştir İlayda Eva Baygın Ceren KILINÇ BEN DE VARIM! Dünya’nın her ülkesinde kadın olmak zor bir meziyettir aslında az ya da çok. Ancak benim asıl anlatmak istediğim okur yazar olmayan 2.6 milyon kişinin 2.2 milyonunun kadın olduğu; 18 yaş altındaki kadınların yüzde 26’ sının evlendirilmiş olduğu ülkemde kadınların çektiği zorluklar. Biz kadınlar hayatımızın her anında yaşayabilmek, var olabilmek için mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Hayatımızın her anında öyle veya böyle “ Ben de varım! Benim de yaşamaya, düşünmeye, konuşmaya hakkım var!” demek, anne karnında başlayan cinsiyet ayrımcılığına hayatımızın sonuna kadar dayanmak zorunda bırakılıyoruz. Türkiye’ de kadın olmak hayatınız boyunca o veya bu sözlerle yaftalanmak demektir. Evlenmezsiniz “evde kalmış” olursunuz, boşanırsınız “dul” olursunuz, açık giyiniyorsanız “edepsiz”, bu yaftalara karşı çıkıp hakkınızı savunduğunuzda ise “feminist” olursunuz mutlaka yaptığınız her hareket için toplumun size yapıştırabileceği bir etiket vardır. Türkiye’ de kadın olmak işte bunların hepsiyle mücadele etmeye çalışmaktır. Türkiye’ de kadın olmak ön yargılarla, haksızlıkla, yobazlıkla savaşmaktır. Düşünmekten, konuşmaktan, gülmekten, istediği gibi davranabilmekten en önemlisi yaşamaktan alıkonulmaktır kadın olmak. Türkiye’ de kadın olmak bu zihniyete sahip insanları yönetmek için başa gelmiş ve maalesef aynı zihniyetin ürünü olan sözde yöneticilere tahammül etmektir biraz da. Herkesin içinde kahkaha atan kadını “iffetsiz” olarak adlandırıp, işsizlik problemini kadınların iş aramasına bağlayıp, tecavüze uğrayan kadınlar doğursun devlet bakar diyen yöneticilerden, hamile kadınla sokakta gezilmez, estetik değil diyen din adamlarından umutsuzca kadınların problemlerine çözüm olabilmelerini beklemektir Türkiye’ de kadın olmak. Bu ülkede yaşamak her güne kadına şiddet, taciz, tecavüz veya bir kadın cinayetiyle uyanmak ve maalesef bu durumu kanıksamaktır. Üç gün önce komşusu tarafından tecavüze uğrayıp öldürülen 3.5 yaşında bir kız çocuğu, dün kendisini taciz eden zanlı serbest kalınca intihar eden henüz 15 yaşında bir kız çocuğu, bugünse kendisini taciz eden iş arkadaşına karşı açtığı davayı kaybedip işinden atılan ve hayatına son veren 39 yaşında bir kadın. Bu ülkede yaşamak; üç gün önce komşusu tarafından tecavüze uğrayıp öldürülen, henüz 4 yaşına bile girmemiş Irmak’a bu kötülüğü yapan insanla aynı havayı soluduğumuz için kendimizden bile iğrenmektir. Bir insanın bu caniliği nasıl yaptığını sorgulayıp durmak ve bu kendi başımıza gelmediği için kendimizi şanslı saymaktır bu ülkede kadın olmak. Geçtiğimiz yıl güzide (!) ülkemizde 109 kadın ve çocuk tecavüze, 140 kadın ve çocuk ise tacize uğradı. Bizler için bunlar yalnızca birer rakamdan ibaretler belki ama aslında her birinin kendi hayatları var tıpkı bizim gibi. Maalesef ülkemizde 69 yaşında olmanız da 17 aylık olmanız da fark etmiyor tecavüz mağduru olmanız, bir erkeğin şiddetine maruz kalmanız için. Türkiye’ de kadın olmak “Nefes alıyorsak umut var demektir.” anlayışıyla mücadeleye devam etmeye çabalamaktır. Bakire olmayan bir kadına tecavüz eden bir erkeğin, bakire olan bir kadına tecavüz edenden daha az ceza aldığı; eski sevgilisine tecavüz edenin, tanımadığı birinden daha az ceza aldığı; eşine tecavüz edenin ise ceza almadığı ülkemizde hala adalet beklemek, hala inancını korumak için çaba sarf etmektir kadın olmak. Türkiye’ de kadın olmak hayatın boyunca erkek egemenliğini, yalnızca diğer insanların değil kendi ön yargılarını da yıkmak için mücadele etmektir. Hep “öteki” olmak, her zaman belirli sıfatlara maruz kalmaktır ülkemde kadın olmak. Ömür boyu gururlu bir şekilde mücadele sürdürmeye çalışmak, sabretmek, çalışmak ve bazen de başarmaktır. Her zaman gelecek günlere umutla bakmaya çabalamak, yürekli olmaktır. Bazen eş olmak, ana olmaktır. Ve ne olursa olsun anlaşılmamaktır diyebilirim kadın olmak için. Neyse ki biz kadınların asıl beklentisi de anlaşılmak değil, şiddet yerine sevgi görmektir. Çünkü Oscar Wilde’ ın da dediği gibi, “Kadınlar sevilmek için yaratılmıştır, anlamak için değil.” Tıpkı erkeklerin şiddet göstermeleri veya ötekileştirilmeleri için yaratılmadıkları gibi. Mert Özbayer Kum ve Petrolle Yoğrulan Kent: DUBAİ Her insanın gidip görmek istediği yerler arasından biridir mutlaka Dubai. Özellikle gezi dergilerinden takip ettiğimiz kadarıyla çok geniş olan plajı, turkuaz rengindeki denizi ve mimarlık harikası, gökyüzüne kadar uzanan binalarıyla, iş merkezleri ve otelleriyle akıllarda yer etmiştir. Lüks yaşamın doruklara kadar yaşandığı, insanların bize göre şatafatlı hayatları olan bu şehirde benzin dışında her şey pahalı. Zaten ben de Devlet Halk Dansları topluluğu ile bu turne şansını yakalayamasaydım belki de onlarca yıl sonra bu şehri ziyaret edebilecektim. Her şey kütüphaneye ders çalışmaya giderken gelen bir telefonla başladı. Arayan Gazi Abi’idi. Gazi Abi bizim dans kursunda Çiğdem Hocanın yardımcısıdır. Yoklamaları alır, belge işlerine bakar, turneye gidilirken kalınacak oteli ayarlar ve turneye gidecek kişilerin listesini düzenler. Birbirimizin hatırını sorduktan sonra haftaya turne olduğunu bu yüzden işimin olup olmadığını sordu. O sıralarda Bilkent hazırlık öğrencisiydim ki bu aslında zamanımın çoğunun boş olduğu anlamına geliyordu çünkü ben beklemeli öğrenci olmuştum ve gittiğim kurstaki dersler öğleden sonra bitiyordu. Gazi Abi’nin sorduğu soruya evet cevabını verdikten sonra beni de listeye yazdığını söyledi, teşekkür ettim ve turnenin nereye olduğunu sordum gayri ihtiyari. Hiç aklımın ucundan geçmeyen ve hayal bile edemeyeceğim o cevap geldi ‘Dubai’. Duyduğuma inanamamıştım. Daha ekibin içine dâhil olalı iki ay bile olmamıştı ve eski dansçılarla beraber turneye gidiyordum hem de Dubai’ye. Yaşadığım büyük sevinci ve heyecanı tabii bir o kadarda şaşkınlığa ilk o sırada yanımda olan arkadaşım Fatih tanık oldu. O da ne diyeceğini bilemedi, “İyi kardeşim ne diyeyim, hayırlı olsun.” demekle yetindi. Ekipçe Dubai’de sergileyeceğimiz gösterinin provalarını bitirdikten sonra biletler alındı, otel belirlendi ve gidiş tarihi belli oldu. İstanbul aktarmasından dolayı neredeyse bir günümüz yolda geçtikten sonra nihayet Dubai’ye ayak basabildik. Havalimanından çıktıktan sonra çöl ikliminin yarattığı kuru, sıcak havayı hissettik. Zaman kaybetmeden bizi bekleyen servise binerek kalacağımız otele doğru yola koyulduk. Yolda gözümüze ilk çarpan kendi aralarında gösteriş yarışı yapan, tüm heybetleriyle yükselen modern binalar oldu. Biraz yol aldıktan sonra şehrin simgesi aynı zamanda dünyanın en uzun binası olan Burj Khalifa tüm ihtişamıyla göründü. O kadar uzundu ki birkaç kilometre uzağından geçmemize rağmen sanki yanı başımızdaydı. Fotoğrafını çekmeye çalışırken ekrana sığdıramıyorduk. Bu sırada petrol ülkesi olmasından kaynaklanan zenginlikten ötürü yollardaki çoğu arabanın lüks araçlar, spor araçlar ve motor gücü yüksek ciplerden oluştuğunu fark ettim. Otele vardığımızda oldukça yorgunduk fakat gezme isteğimiz ağır bastığı için üstümüzü değiştirip dışarı çıktık. Hava oldukça sıcaktı fakat nem olmaması bizi bir nebze olsun rahatlatıyordu. En azından boğmuyordu. Otelin yakınında olan Emirates adlı alışveriş merkezine gittik. Ankara’daki alışveriş merkezlerine göre oldukça büyük ve şıktı. İçerideki mağazalar bilinen ama lüks mağazalardı. O yüzden çok zaman kaybetmeden çıktık ve Çiğdem Hoca’nın araması üzerine otele geri döndük. Gittiğimizde bizi iki cip bekliyordu. Başta ne için olduğunu anlamadım fakat daha sonra turne boyunca en çok zevk aldığım aktivite olan safari için olduğunu fark ettim. Safari Dubai’nin arkasında bulunun çölde gerçekleşiyordu. Toyota markalı olan ciplerin iç donanımı yarış arabalarını andırıyordu ve safari de o araçlarla yapılıyordu. Alana vardığımız zaman en az kırk araba sıra halinde bekliyordu. Arabadan inip kuma ayak bastığımda şimdiye kadar gördüğüm en yumuşak kum olduğunu fark ettim. Biraz fotoğraf çektikten sonra tekrar arabalara bindik ve safari resmen başladı. Sıra halinde birbirini takip eden araçların kumdaki görüntüsü sanki bir yılanı andırıyordu. Her biri aynı hızda giden araçların kum tepelerini aşarken ki yaptığı hareketler bile aynıydı. Lunaparkta hız trenine binmiş gibi hissettim. Bu adrenalin dolu etkinlik uzun uçak yolculuğunun ardına gelince epey yorucu oldu. Bu yüzden safari bittikten sonra otele döndük ve herkes odasına çekildi, böylece hepimiz ertesi gün için enerji depolamaya çalıştık. Bizim zengin Türk kahvaltısına göre daha sade olan kahvaltımız bittikten sonra dünyanın en büyük alışveriş merkezi denilen DubaiMall’a gittik. İçeride biraz gezdikten sonra çevresinde Burj Khalifa’nın da olduğu kocaman yapay havuzun yanına geçtik. Burj Khalifa buradan daha uzun, daha ihtişamlı görünüyordu. Cidden doğa anaya meydan okuyordu göklere kadar ulaşan uzunluğuyla. Buradaki gezimiz bittikten sonra gösterinin yapılacağı Park Hyatt adlı tatil köyüne gittik. Kendine ait golf sahası, limanı olan bu şık tatil köyü son derece nezih ve lükstü. Biz Türk Hava Yollarının düzenlediği seminer için görevlendirilmiştik. Bu yüzden davetlilerin çoğu Türk ve Arap iş adamlarından oluşmaktaydı. Gösterimizi sorunsuz bir şekilde bitirdikten sonra yemek yiyip otele dönüş yaptık. Ertesi gün Ankara’ya dönüş yapacağımızın verdiği üzüntüyle son gecemizi nasıl değerlendirsek diye düşündük. Son bir kez dışarı çıkıp sahile gitmeye karar verdik. Saat geç olmuştu ve oraların yabancısı olduğumuz için bir yere gitmektense yürüyüp etrafı seyretmeyi tercih ettik. Ertesi gün kahvaltıyla beraber kısa ama bir o kadar eğlenceli turnemiz bitti. Turistik açıdan insanlarda büyük merak uyandıran çölün üstüne yapılmış bu yapay şehir aslında kum ve metalden oluşuyor. Petrolden gelen para ile her türlü imkânın sağlandığı bu şehirde denize girmek ve safari dışında başka yapılabilecek bir şey yok aslında. Son tahlilde üç gün bu şehir için gayet yeterli. Kadri Onuk 21301827 Kadri Onuk 1 Kurs: TURK-101 Bölüm: 019 Öğretmen: B. Berna Cordan Yaktın beni Zübük! Kütüphanede kitaplara göz atarken bir başlık dikkatimi çekti. İlginç, tuhaf bir kelime: zübük. Kitabı hemen elime aldım. Dışının kara kaplı olması ve yazarının Aziz Nesin olması meraklandırdı beni. Hemen kapağını açıp okumaya başladım. Kitabı bırakamıyordum. Aziz Nesin'in böyle güzel bir eserinin daha önce gözümden kaçması beni çok üzdü. Zübüklük öyle bir şeydir ki, bir kasabaya illallah dedirtir. Peki, nedir zübüklük? Zübüklük tanıma sığar mı sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Zübüklük o kadar fenadır ki, bir halka düşündüğünün bildiğinin tersini yaptırır da iş işten geçtikten sonra fark ettirir. Ama ne fayda olan olmuştur artık. Bu zübükler aynı zamanda yüzsüzdürler. Türlü türlü çorapları örerler insanların başına. Foyaları açığa çıktığı zaman utanmadan yalan üstüne yalan söyleyerek yine bulurlar bir kaçış yolu. Onuk 2 Romanımızda karakterimiz Zübükoğlu İbraam'ın zübüklükleri bitmez. İnsanlara boş vaatlerde bulunur. İnsanlar da inanır; ama niye? Akıllarını bir soru kurcalar: ya İbraam vaatlerini gerçekleştirirse. Zübüklüğün doğasında vardır dolandırıcılık. Bizim İbraam da insanları vaatlerini gerçekleştireceğine inandırmak için türlü türlü oyunlar oynar. Zavallı köylümüz inanır bizim zübüğe. Aynı kazığı kaç kere yemiştir bilinmez. Bunun bir sebebi vardır elbet. İnsanoğlu şu ölümlü dünyada her zaman en iyisini, istediğinin olmasını ister. İsteklerinin gerçekleşme ihtimali bile onların elindekilerini rahatça almaya yeter. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez tabii. Zübüğümüz o kadar hayırsever, halkımız da o kadar gönlü boldur ki halk işleri görülecek diye Zübüğe zorla para, mal, hizmet verirler. Sonuç nedir? Koca bir boşluk. Zübük hiçbir zaman işini görmemiştir hiçbir kimsenin; ama lafta öylemidir? Sen bir görsen devlet ahalisi zübükle yapar işlerini sanki. Bizim zübüğün devlet macerası da vardır. Roman bu macera üzerine konu alır. Zübük İbraam devlet macerasındaki başarısını doğru kapıları açmasına mecburdur. Macerası yeni kurulan partinin odasına girip en coşkulu kişi olduğu için başkan yazılmasıyla başlar, mebus olduğu zamanlarda başbakana muhaliflerin toplandığı odanın kapısını açmasıyla son bulur. Zübük gücünü topluluktan alır dolayısıyla. İnsanları takip eder onlara yön gösterir, halkımız da koyun misali o yöne gider ne yaparsın. Düşünebilirsiniz böyle bir adam nasıl yaşıyor, nasıl insan içine çıkıyor diye. Dediğim gibi yüz yoktur bunlarda. Her türlü beladan, sıkıntıdan bir yol bularak kaçar. Ağzı iş yapar bu adamın ağzı, kimse anlamaz nasıl oyuna geldiğini. Nice yiğitler erimiş, nice insanlar rezil olmuştur zübüğün oyununda. Peki bunda tüm suç zübüğün müdür; yoksa tuzağa düşenlerde de suç var mıdır? İnsanoğlu kendi kendisine yapar zübüklüğü aslında. Adı zübük olarak çıkmış kişi sadece bir araçtır insanın içindekini dışarı çıkarmakta. 'İçimizdeki zübüklük' Bu açıdan bakınca olayın rengi değişiyor. İnsanların istekleri bitmez her zaman bir şeyler isteriz. Bu istekleri gerçekleştirme hayalleri kurarız. Hayatımızı bu hayallere göre yaşarız. Bu hayallere Onuk 3 ulaşmada bir kısa yol varsa hemen o yola başvururuz. Zübük İbraam insanlara bu kısa yolu gösteriyor sadece. Kısa yolu gören insanoğlu hemen içindeki zübüklüğü ortaya çıkartıyor ve bu kısa yol yalan dahi olsa İnanmaya başlıyor. Aklı kurcalayan kurt insanları tuzağın içine çekiyor. 'Ya Zübük İbraam valinin dostuysa?' denildi mi o kişiden bir daha hayır bekleme. Kitabın son kısmından güzel bir parça: ' Bizim hepiMizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor.' (Nesin, 1990, s. 273) Bu son kısım hepinizin sorduğu Zübük İbraam nasıl bu kadar insanı tuzağa düşürüyor sorusunun cevabıdır. Zübüklükten korunmanın yolu içimizdekini atmaktır. İçimizdeki zübüklüğü atmamız dileğiyle. Kaynakça *Nesin A. (1990). Zübük, kağnı gölgesindeki it. İstanbul: Adam Yayınları. Ozan Yiğit Demirbaş 21300637 TURK102-21 Bu Mahkemede Yargıçlar Bizleriz Türk Tiyatrosu’nun değerli sanatçısı Zafer Diper’in 25 yıldan fazla bir süredir oynadığı bu tek kişilik tiyatro, salonda olanlar için alışılagelmiş oyunlardan değildi. Hem anlatılan öykünün inanılmayacak derecede çarpıcı olması hem de Diper’in şaşırtıcı ve usta işi oyunculuğu, insanları hikâyeyi beyin süzgecinden geçirmeye zorluyordu. O hassas süzgeçten geçen bu baş döndürücü hikaye, izleyicileri –yani bizleri- empati yapmaya itti. Düşünün: böyle bir korkunç hikâyenin başkahramanı, sahnede sizi yargıç yerine koyarak onu anlamanızı ve hissettiklerini hissetmenizi istiyor. Burada öne çıkan Diper’in oyunculuğu her ne kadar acı bir biçimde olsa da hikâyeyi sizlere yeniden yaşatıyor. Peki, biz seyircileri nutku tutulmuşa döndüren, kısa bir süre içinde bin bir farklı duyguyu ve acıyı yaşamaya zorlayan bu hikâye neydi? II. Dünya Savaşı esnasında, Alman kuvvetleri Rusların elinde olan bir manastırı ele geçirirler. Rusların düşen savunmasıyla birlikte teslim olup esir edilenler arasında 7 tane Sovyet subayı da vardır. Fakat yaklaşan Kızıl Ordu tehlikesinden ötürü geri çekilen Almanlar onları, o hücrede ölüme terk ederler. Zafer Diper’in canlandırdığı Andrei Vukhov’un dilinden anlatılan bu acı dolu hikâye, onların aç, susuz ve çırılçıplak 60 gün boyunca sürdürdükleri yaşam mücadelesidir ama ne yazık ki o mahzene giren herkes sağ çıkamayacaktır. Dinleyenleri ürperten nokta ise şudur: esir askerlerin yaşayabilmek için bir birlerini çiğ çiğ yemek zorunda kalmaları, yaşayabilmek için başkasının hayatını almaları. Sağ kalabilen iki asker Binbaşı Rubin ve Yüzbaşı Vukhov, bir teğmen tarafından bulunurlar. Mahzenin o dehşet dolu, o kan, irin, pislik dolu halini gören teğmen dayanamaz, kusar. Ardından manastırı dinamitle havaya uçuran teğmen, bu iki subayı karargâha geri götürür. Binbaşı Rubin, akıl sağlığını çoktan yitirmiştir. Mahzende kaldıkları bütün zamanda, başlarından geçenleri tek tek anlatır Yüzbaşı Vukhov, mahkemeye. Albay’ın ilk kurayı nasıl çektiğini, bu vahşete katlanamayıp intihar eden arkadaşlarını, yan yana dizilmiş kafataslarını… Bütün bu vahşetin odak noktasında olan ve arka planda yatan gerçek ise “insanlık” ve “savaş” olgularının uzlaşamazlığıydı. Bizler, yani yargıçlar, hikâyenin dile getirilmiş her ayrıntısında tiksinti ile irkiliyor ve her nefeste yargılıyorduk. Yüzbaşı Vukhov’un karşımıza çıkarken elinde tuttuğu silahın hedefi buydu. Yargıçlar, Vukhov’a tiksintiyle bakarlarken aslında içine düştükleri çelişki buydu. Bizler, Vukhov’un yaşadıklarından tiksinirken, “savaş”ı ve bütün çirkin yanlarını onaylamıştık çoktan. Vukhov’u bir yamyam ve insanlıktan çıkmış bir varlık olarak görüyor fakat biz yargıçlar, savaşa ses çıkarmıyorduk. Vukhov bizlere şunu soruyor ve insanlık hakkında bizleri düşünmeye itiyordu: “Ben normal değil miyim? Normal bir yamyam... Bütün klasikleri okumuş bir yamyam… Mühendis olmak üzere yetiştirilmiş, atomu tanıyan, yediğim etin bir şey olmadığını, kardeşlerimin ruhlarının hiçbir şekilde tatlarının olmadığını bilen akıllı vahşi değil miyim?” O, bize yaşamak için başkasını yaşatmayan insanların hikâyesini, beş para etmez çıkarları için öldüren ülkelerin savaşı içinde anlatmıştı. Vukhov’un göstermek istediği, savaşın da aslında insanların birbirlerini yemeleri kadar tiksinti verici olmasıydı. Onu arkadaşlarının etlerini yemeye iten savaş ve toplum mu suçluydu, yoksa kendini akıllı bir vahşi olarak nitelendiren Vukhov mu? Vukhov’un öğrenmek istediği ve onu mahkeme karşısına cesaretle çıkaran merak buydu. Bu suçu toplum mu işlemişti, yoksa o mu? Ozan Yiğit Demirbaş 21300637 TURK102-21 Neden Yargı 25 yıldan fazla bir süredir sahnede? Sebebi, çarpıcı bir konu ve usta işi oyunculuk. Onu bir yerde eskimez yapan şey de savaş karşıtı mesajı. Ben 90 dakika bu gerçeğe, bu acıya, bu sinir sarsıntısına maruz kaldım ve nutkum tutuldu, yerimden kalkamadım, alkışlarken kendimde değildim. Peki ya 25 yıldır, bu oyunu kendinin bir parçasıymış gibi oynayan Sayın Diper’e ne demeli? İRADE VE ŞEYTAN Sabahattin Ali, 1940’ta yayımladığı İçimizdeki Şeytan adlı romanında, Ömer ile Macide’nin aşk hikayesini anlatırken farklı birçok sosyal konuya da parmak basmıştır. Ömer ile Macide, tesadüfler sonucu tanışan ve birbirlerini severek evlenen iki gençtir. Birbirlerini çok sevmiş olsalar da evlilik kararı onlar için erken bir karar olmuştur çünkü Ömer ve Macide hayata farklı pencerelerden bakan iki ayrı insandır. Farklı bakış açılarına sahip olmaları kısa bir zaman içerisinde sevgilerinin önünde engel olup ayrılmalarına yol açmıştır. Bu romanda olay örgüsüne bakıldığında tahmin edilemeyecek bir durum yoktur. Aslında bu klasik hikayeler, Sabahattin Ali’nin diğer eserlerinde de mevcuttur. Zaten Sabahattin Ali’yi farklı kılan; anlattığı hikayeler değil, onları kaleme alış tarzıdır. İçimizdeki Şeytan’da da Sabahattin Ali’nin bu özelliklerini oldukça rahat bir şekilde görebiliyoruz. Okuyucuyu asıl etkileyen nokta;Ömer ile Macide’nin birbirini sevip hemen evlenip hemen ayrılmasıyla sonuçlanan aşk hikayesinden ziyade, bu süreçte hissedilen duyguların okuyucuya sunuluşudur. Kitabın kapağını kapattıktan sonra okuyucuda asıl iz bırakan, hissedilen duygular olmuştur; yaşanan olaylar değil. Sabahattin Ali, tüm eserlerinde olduğu gibi bunda da karakterlerinin iç dünyalarını fazlasıyla etkileyici bir üslupla anlatmıştır. Yaptığı tahliller, kurduğu cümleler, yıllar sonra bile etkisini yitirmeyecek kadar değerlidir. Bu kitabı bir kez daha okuyacak olsam olay örgüsünden çok kitabı kapattıktan sonra neler düşüneceğimi merak ederdim. Sabahattin Ali, dokunaklı üslubu ile yine okuyucularında derin izler bırakmayı başarmıştır. Aşk hikayesinin konu edildiği bu roman için ‘İçimizdeki Şeytan’ adının nereden geldiği konusuna değinecek olursak, Ömer ile Macide’nin ilişkilerindeki son zamanlarda yaşananlardan bu ismin doğduğunu söyleyebiliriz. İnsan bazen istemediği kötülükleri yapabiliyor, Ömer’in de yapmış olduğu gibi. Sonradan pişman olsa da, aslında kötü bir davranışta bulunmayacak bile olsa her insanın içindeki şeytan, insanı geri dönülemeyecek yollara sürükleyebiliyor. İçimizdeki şeytanın, zaman zaman irademizi ele geçirdiğini vurguluyor Sabahattin Ali. Bu vurgusunun da eşsiz üslubu ile son derece başarılı olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada yazarın diğer eserleri ile bir karşılaştırma yapacak olursak, bu romanın insanın içindeki kaba ve şeytani yönlere eğildiğini düşünebiliriz. Yazarın bir diğer eşsiz romanı olan Kürk Mantolu Madonna’da, örneğin, karakterlerin içindeki aşk ve aşkın yarattığı saf duygular anlatılmıştır. İçimizdeki Şeytan ise, aşk ile beraber insanın şeytani tarafının da tahlil edildiği bir başyapıt. Sabahattin Ali’nin eserlerini karşılaştırma noktasında, bir de karakter özellikleri göze çarpıyor. Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’i de İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i de melankolik ve içine kapanık karakterler. Duygularını açıkça dile getirmeyen, aşkını da acısını da içinde ve de son derece ağır şekilde yaşayan kişiler. Karakterler arasındaki bu uyum, okuyucuya, aslında bu karakterlerin Sabahattin Ali’nin kendi iç dünyasının dışavurumu olduğunu düşündürmektedir. Eserlerinde, en önemli erkek karakterlerin iç dünyası benzer ve karanlık. Bu nedenle, Sabahattin Ali’nin kendi dünyasını, eserlerine bu şekilde yansıttığını söyleyebiliriz. O, aslında Ömer’in veya Raif’in duygularını kelimelere dökerken kendisini anlatıyordu bizlere. İçimizdeki Şeytan’da; aşk, insanın iyi ve kötü yanlarının yanı sıra, toplumsal sorunlara da değinildiğini görebiliyoruz. Ömer ve Macide, roman boyunca geçim sıkıntısından kurtulamamışlardır. Aslında yapılan bazı hataların sebebi de bu geçim sıkıntısı idi. Toplumun ekonomik sorunları, hayat şartları, toplumun aydın kesimi, ev yaşantısı gibi ögeleri de romanda görebiliyoruz. Sonuç olarak; İçimizdeki Şeytan, Sabahattin Ali’nin klasik bir konuyu benzersiz üslubuyla işleyerek okuyucunun yüreğine dokunduğu ve okuyucunun yüreğinde silinmeyecek izler bıraktığı son derece önemli bir roman. Az sayıda karakterle insanın iyi ve kötü taraflarını, aşkını, ayrılığını ve acısını okuyoruz İçimizdeki Şeytan’da. BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ Yazar Khaled HOSSEINI, kitabında Afgan bir insan gözüyle kadın olarak Afganistan'da yaşamanın ne gibi zorluklarla dolu olduğunu, çok sade bir dille okuyuculara anlatmaktadır. Kitap kapağı tasarlanırken elinde taş olan bir insanın konması okura karşıda bir düşman olduğu algısı yaratıyor. Ancak kitap okunduğunda gerçek düşmanın göründüğü gibi karşılarında olmadığı ortaya çıkıyor. Gerçek düşmanın iç çekişmeler sonucu islami kuralların yanlış yorumlanıp kendi içlerinde yaratıldığı görülüyor. Burada düşman benim düşünceme göre kabullenemedikleri kendi yaşam tarzlarıdır. Benim kanaatimce bu kitabın yazılmasındaki amaç; ABD'deki ikiz kulelere yapılan saldırı sonucunda Taliban gibi terör örgütünün yıllar içerisinde iç çekişmeler sonucu nasıl ortaya çıktığını anlatmaktır. Kitap 1960'lı yıllardan başlayarak günümüze kadar Afganistan’daki Ruslarla olan savaşı, kendi iç çatışmalarını, ebeveyler ile aile içi zorlu geçen yaşam mücadelesini ve bu savaşın kaybettirdiklerini anlatmaktadır. Bunun yanı sıra, kitapta öne çıkan, Meryem ve Leyla isimli iki kahraman mevcuttur. Olayların akışı baş kahraman olan Meryem ile başlayıp Leyla ile devam ettirilmiştir. Meryem, çocukluğunu yaşamadan bir yetişkinmiş gibi aile sorumluluklarını almanın zorluklarıyla mücadele eder bir halde iç dünyası ile anlatılmıştır. Leyla ise iç savaşta ailesini kaybetmesi sonucu Meryem ile yolları kesişerek, kadın olmanın ortak kaderini paylaşmıştır. Yazar, birinci ana karakter olarak yarattığı Meryem'in çocukluk yıllarını mutlu bir aile ortamı içerisinde geçirememesinden dolayı duygusal ve içine kapanık kaderci bir karakter olarak geliştirmiştir. Diğer bir ana karakter olan Leyla'yı ise kendi kader çizgisinin dışına çıkararak önce aile mutluluğu daha sonra ülke sevgisi ve hasreti ile öne çıkarmıştır. Kitapta bir ülke gerçeği olarak, birden fazla kadın ile evliliğin olağan karşılandığı ve diğer eşlerin de bunu kabullendikleri görülmektedir. Kadınların, küçük yaşta istemedikleri kişilerle evlendirip annelik rolünü alarak, bu evliliklerinde çocuk ya da erkek çocuk doğuramama sonucu aile hayatı dışına atıldıkları ve dışlandıkları hatta şiddete maruz kaldıkları görülmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi şeriatla yönetilen Afganistan'da da kadınlar özgürce karşı cinsleriyle eşit olmayan şartlarda yaşamaktadırlar. Bu kadınlar erkek refakatında olmadan evlerinden çıkamayıp diledikleri gibi giyinememektedirler. Hatta kadınlar yüzlerinin tanınamayacak kadar kapalı olan burka olarak adlandırılan kıyafetler giymektedirler. Yalnız başına okula, çarşıya, pazara gidemeyen ve özgürce düşünemeyen bir kadından daha ne beklenebilir ki! Kitabı okurken yıllar öncesinde izlediğim Vizontele filminde Belediye Başkanı rolünde oynayan Altan ERKEKLİ'nin konuşmasını hatırladım. ERKEKLİ konuşmasında; "Buranın nesini seviyorum; çok zor buna cevap vermek. İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan, amma biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı sevsen burası dünyanın en güzel yeridir. Amma dünyanın en güzel yerini sevmezsen orası dünyanın en güzel yeri değildir." demişti. Ülkeler, dünya üzerinde bulundukları coğrafi konumdan dolayı iç ve dış çatışmalar yaşamaktadırlar. Bu ortamda ülke içerisindeki dış destekli güçlerin başlangıçta ülke savunmasını sağlarken, bunu başardıklarında ise ülkelerindeki yaşam şartlarını kendi doğruları çerçevesinde belirlemişlerdir. Güçler dengesi değiştikçe insanlar da kendi doğrularının dışına çıkarak, güçlüden yana taraf değiştirebilmişlerdir. İşte bu iç siyasi çekişmeler insan yaşamında olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Halktan tam destek görmeyen terör örgütleri bu ortamlarda ortaya çıkmış, insanların hayat tarzlarına müdahale ederek halkın özellikle de kadınların özgürlüklerini ellerinden almışlardır. Kitabı okuduktan sonra ülkemizde özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşayan kadınlarımızı düşündüm. Aile içi şiddete maruz kalan, toplumsal ve kültürel baskılara uğrayan, eğitim öğretim imkanlarından ve çalışma haklarından yoksun bırakılan, iş yerlerinde ayırımcılık ve gelir adaletsizliği ile yüz yüze olan kadınlarımız... Afganistan'daki kadar olmasa da ülkemizdeki kadınlarımızın da pek de iyi olmayan şartlarda yaşadıklarını hatırladım. Kitapta geçen olayları yaşayan kadınları düşündükçe kadınlarımıza böyle bir yaşamı ister miydin sorusunu sormak geliyor insanın aklına. Sorunun cevabını düşündükçe şükrederek, tüm çoğu dünya ülkesinden önce kadınlarımıza haklarını veren, Türk Milletine bağımsızlığını kazandıran Ulu Önder Baş Komutan Büyük Devlet Adamı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ü bir kez daha minnet, şükran ve rahmetle anıyorum. Ozancan UĞUR 21201350 Türkçe 101-9 Birhan OSMANOĞLU Öznellik nesnel bir biçimde açıklanabilir mi? Öznellik kelimesi ne kadar da ilginç bir kavramı açıklıyor değil mi ? Hele bir de felsefesi öznellik olgusu devreye girince iş gerçekten karmaşık bir hal alıyor. Öznellik basit olarak kesin bir formu olmayan kişiden kişiye değişen yargılardır. Felsefi bakış açısından özetlemek gerekirse de öznellik kişinin düşünce yapısının, tarihi bilgisinin, inançlarının, hayat hikâyesinin, umutlarının, duygularının birleşimiyle oluşan geniş bir evrendir. İşte bu kadar devasa bir konuyu ele alması akıl babası Jean – Paul Sartre olan Öznellik Nedir? kitabını okuma isteğini uyandırdı bende. Aslında kendine özgü varoluşçu felsefesiyle tanınan Sartre teknik olarak bu kitabı yazmamış, 1961 yılında özel davetle Roma’ da katıldığı bir söyleşideki yorumlarının kaydedilebilen kısmı daha sonra kitap haline getirilmiş. Kaydedilebilen diyorum çünkü kitabın Sartre’ın tüm düşüncelerini ve yorumlarını eksik notlar ve ses kayıtlarından dolayı içeremediği yazıyor. Öznelliğin sonsuzluğa uzanan ve başlı başına ilgi çekici bir konsept olmasının dışında bu kitaba ilgiyi arttıran bir diğer noktada öznelliğin felsefi açıklamasının; yazdığı, yorumladığı, konferanslar düzenlediği konular hakkında kesin tanımlamalar yapan J. P. Sartre tarafından yapılması bence. Kimilerine göre bir kişinin tüm hayat hikâyesi sadece ve sadece yorumlarıyla yani öznel kavramlarıyla açıklanabilirken bu kadar kapsamlı bir terimi alternatiflere kapalı bir şekilde tanımlamak ne kadar doğruydu ki ? Kitabı okuduktan sonra aklıma takılan bu konu hakkında bir araştırma yaptım ve felsefi düşünürler arasında hâlâ bu konu hakkında ortak bir noktaya varılamadığını öğrendim. Açıkçası bu durum kimilerine göre bir talihsizlik olsa da, bana göre öznelliğin kişiden kişiye farklı çağrışımlar yapması gayet doğal. Bunun temel olarak birkaç nedeni var. İlk neden öznelliğin iyi ya da kötü bir şey olup olmadığının kişiden kişiye göre değişmesi , bana sorarsanız öznelliğin olması insanı düşünmeye, sorgulamaya, yaratmaya ve uygarlıklar kurmaya itiyor ama kimi düşünürlere ya da inançlara göre her şeyin tek bir sonu, tek bir açıklaması olmalı. Bunun yanı sıra aslında her şeyin bilimsel bir gerçekliği olduğunu ama bilimin şu ana kadar tüm bu gerçeklilere yanıt verecek kadar yaşlı olmadığını düşünenler de var. Bu düşünce tarzı bir yandan mantıklı da gelmiyor değil bana. Evet , şu ana kadar bilimin kanıtlayabildiği şeyler, nesnel gelecekte kanıtlayacak oldukları da öznel olabilir ama bu düşünce tarzının da öznel olması işleri karıştırıyor sanki çıkılmaz bir labirente sokuyor bizleri. Öznelliğin açıklanmasını zorlaştıran bir diğer sorun ise hem felsefe camiası hem de tüm pozitif bilimler arasında kargaşa yaratan “ Gerçeklik öznel midir yoksa nesnel midir? “ sorusu. Okuduğum makaleler, kitaplar ve kendi kafamı uzun süre sorguya çekmem sonucu bu konuya benim vereceğim cevap ortaya çıktı. Bana göre gerçeklik ne öznel ne de nesnel, neden mi? Bilimsel araştırmaların çağ atlamasıyla birçok bilimsel kabulün değiştiğini gözlemlememiz en basit nedenlerden biri. Gerçeklileri açıklarken kullandığımız metotlar aslında subjektif olarak ortaya çıkan sonradan objektif olarak varsayılan yargılar. Basit bir örnek vermek gerekirse bir masanın kaç ayağı olduğu sorusuna verilen nesnel cevapların, altında öznellik yatan sayı sistemi baz alınarak verilmesi ayrı bir tartışma konusunu beraberinde getiriyor. Öznelliği anlama ve tanımlanma sorunsalına çözüm olarak, felsefe dünyası tarafından ortaya atılmış ve diğerlerine ağır basan iki yaklaşım var. Bunlardan biri bilimin öznel açıklanan her şeyi nesnel olarak izah etmesini beklemek. Diğeri ise herkesin kendi öznelliğini tanımlamasını teşvik edip bu sorunun nesnel bir cevabı olmadığını kabul etmek. Görünüşe göre daha uzun yıllar öznelliğin tanımı konusunda ortak bir kanıya varılamayacak. KAYNAKÇA Sartre , Jean – Paul. Öznellik Nedir . Çev. İnci Malak Uysal. Can Yayınları . 2015 . İstanbul Çağla Durak 21301552 Ölümün Kıyısında Küçük Bir Umut Işığı Kaybetme korkusu her zaman içimizdedir. Bir sevgiliyi, anneyi, babayı, bazense bir dostu kaybetme korkusu. Ne yaparsak yapalım bu korkunun önüne geçemeyiz. Kalbimizin ortasına yerleşir elimizde olmadan. Gerçekten kaybetmekse belki de başımıza gelecek en kötü şeydir. Çünkü birini kaybetmek içimizdeki kaybetme korkusunu da yok eder. Ardında ise kocaman bir boşluk bırakır. En fenası da elimizde olmadan kaybetmektir sevdiğimizi. Hiçbir şey yapamayız bu durum karşısında. Ölüm, hem değer verdiklerimize karşı duyduğumuz kaybetme korkusunu hem de varlıklarıyla içimizi ısıtan o ışığı alır götürür ve geriye yüreğimize saplanan buzdan hançerler bırakır. Başkahramanımız Hazel’ın da hissettiği tam da böyle bir şey. Hazel kanser hastası, çok arkadaşı olmayan bir kız. Küçük yaşta başlayan hastalığına rağmen ailesinin yanında çok neşeli. Belki de ailesinin yaşadığı kızlarını kaybetme duygusunu hissettiği için böyle. Fakat Hazel yalnız kaldığı zamanlarda yalnızlığın derin sessizliğini kalbinin en derinlerinde yaşayan bir kız. Fakat bir gün her şey değişiyor. Annesinin zoruyla gittiği destek grubunda ona hastalığını dahi unutturacak biriyle tanışıyor. İşte aşk ve kaybetme korkusu burada başlıyor Hazel için. Gus, kendi gibi kansere yakalanmış genç bir çocuk. Hayatı boyunca spor yaptığı halde bacağının birini kaybetmiş biri. İkisi de çaresizlik dolu hayatlar yaşarken umut ışıklarını birbirlerinde buluyorlar. Gus, Hazel’ın durumunun kendisinden daha ağır olduğunu, ölüme ondan bir adım daha yakın olduğunun bilincine vardığında kaybetme korkusu bütün vücudunu sarmaya başlıyor. Her fırsatta Hazel’ın daha iyi olması için çabalıyor ve hatta devletin ona verdiği tek dilek hakkını Hazel’la Hollanda’ya gitmeye, tek aşkının en sevdiği yazarla tanışabilmesi için kullanıyor. İkisinin bu mucize aşkı hayal bile edebileceğimizden çok daha güçlü oluyor. İster istemez kanserli bu iki gencin aşkına ve birbirlerini kaybetme korkularına özenirken buluyorsunuz kendinizi. Ölüm etrafta kol gezinirken, bu karanlıktan çıkmak için birbirlerine tutunmuş bu iki genci hayranlıkla takdir ediyorsunuz. Ne yazık, işler hiç planlandığı gibi gitmiyor. Bir anda Hazel kendini durumu bir anda ağırlaşan Gus için cenaze konuşması hazırlarken buluyor. Ölüm kapkaranlık bir perde gibi aşklarını gölgelemeye başlarken bu korkuyu siz de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Buna kader mi denir, şans mı denir bilinmez fakat Hazel bu korkuya yenik düşmeyerek aşkını son nefesine kadar yaşatmayı başarmış, hastalığına ve ölümün her daim ensesinde dolaşmasına rağmen gücünü hiçbir zaman kaybetmemiştir. Filmin bir bölümünde Hazel’ın kendi içinde hesaplaşmasına şahit oluyoruz. Hastalığının ağırlığı onu çok yorarken Hazel, Gus’ın onun için duyduğu korkunun ağırlığını daha fazla kaldıramıyor ve Gus’tan ayrılmak istediğini söylüyor. Bu kararı kalbiyle vermediği çok açık. Fakat şu bir gerçek ki insanoğlu mantığıyla, etrafına verdiği zararı en aza indirmek için istemediği kararlar verebiliyor. Hazel’ın da yapmak istediği tam da bu. Vermesi çok zor olan bu kararı Gus’a açıklamaksa onun için ayrı bir kâbus. Bu da kaybetme korkusunun filmde anlatılan bir diğer yüzü. Kaybetmek sadece ölüm demek değildir. Bir insanı hayatınızdan çıkarmak ya da bir insanın kendi isteğiyle sizin hayatınızdan çıkması da onu kaybettiğiniz anlamına geliyor. Hayatı hastalıkla geçmiş olan Hazel’ın bildiği tek korku ölüm olduğu için belki de bu kararın arkasında duramıyor. Bu da filmin bize gösterdiği bambaşka bir dram. Yüreğimizi parçalayarak biten Aynı Yıldızın Altında filmi bizi duygulandırdığı gibi aynı zamanda kendi hayatımızda var olan duyguları da fark etmemizi sağlayan etkileyici bir film. Berke Soysal Soysal- 1 Turk101-4 07/02/15 Hayvan Çiftliği ve Ahlak Üzerine Sıradan bir çiftlikte insanlar her zamanki gibi hayvanları ağır bir şekilde çalıştırmakta, sadece yaşayacakları kadar yem vermekte ve onlara aşağılayıcı biçimde muamele etmektedir. Bir gün hayvanların sabrı taşar ve el birliğiyle tüm insanları çiftlikten kovarlar. Domuzların önderliğinde tüm hayvanların eşit ve özgür olduğu “Hayvan Çiftliği” kurulur. Artık hayvanlar daha az çalışacak, daha çok beslenecek, hepsi özgür ve eşit olacaktır. Hikaye burda bitseydi güzel bir masal olurdu belki. Fakat gerçek hayattaki acımasızlıklar, romanımızda da mevcut.? Bu güzel masal fazla sürmüyor ve hayvanların eşitliğinden yana olan, hayvanların refahı için durmadan kitap okuyan, gece gündüz saçını süpürge eden domuz Snowball; bencil ve kurnaz, çiftlikte kendi hakimiyetini kurmak isteyen bir diğer domuz Napoleon tarafından alt ediliyor ve çiftlikten kovuluyor. Hikaye asıl bundan sonra başlıyor. Napoleon’un zaferinden sonra domuzlara bazı imtiyazlar tanınmaya başlıyor. Domuzlar daha az çalışıyor, daha geç kalkıyor, Soysal-2 diğer hayvanların yemlerinde kısılmaya gidilirken domuzların yediklerinden asla taviz verilmiyor. Fakat, bütün bunlara rağmen diğer hayvanlar bir başkaldırış, bir muhaliflik gösteremiyor ve insanlardan sonra bu kez domuzların kölesi oluyor. Üstelik insanlardan çok daha acımasız, gaddar domuzlara. Peki neden böyle oluyor? Yani, neden domuzlar kendilerini diğer hayvanlardan daha üstün görüyor, onları acımasızca kullanıyor zevk ve sefa içinde yaşarlarken diğer hayvanlar bu sefalete, köleliğe boyun eğiyor, bu onur kırıcı yaşama her şeye rağmen eşitlik ve özgürlük masalına inanarak devam ediyor? Hikaye başta sosyalizm karşıtı bir eser gibi görülebilir. Zira hayvanlar herkesin sözde eşit olduğu bir sistemde çiftliğin ortak yararı için çalışırken baştakilerin azması sonucu sistem kapitalizme geri evriliyor. Bu bağlamda, sosyalizm, kapitalizmden beterdir gibi bir düşünce çıkarılması doğru değildir. Daha ziyade, en muhteşem, en kusursuz görünen sistemlerin bile yöneticiler ahlaklı ve adil olmadığında bir sömürge düzenine geçmesi içten bile olmadığı anlatılmaya çalışmış. Misal Snowball, kovulmasaydı eğer, Napoleon’a haddini bildirecek Soysal-3 kurnazlıkta olsaydı komünizm(kitaptaki alegorik anlatımda animalizm) başarılı bir şekilde işlenebilirdi. Zira Snowball ne domuzlara ayrıcalık tanıyacaktı, ne de kendini Napoleon gibi üstün görüp gitgide insanlaşacaktı. Sistem ne olursa olsun, çıkarcı kişiler başa geçerse bir yolunu bulur ve haksız kazanç elde eder, adil kişilerse her zaman kendini toplumla eşit görür. I. Osman öldüğünde geriye bir çadır, bir at ve kılıç bırakmıştı. Ömrü boyunca bir çadırda yaşamış, halkı ne yiyorsa ondan yemiş, halkıyla beraber ön saflarda savaşmıştı. Dört halife, halkın kul hakkına girmemek için o kadar özen gösterirlerdi ki, aylarca aynı elbiseyi yırtılana kadar giyer, çoğu zaman aç gezer ama asla hak yemezlerdi. Ki o zamanlar komünizm gibi bir metadan söz etmek mümkün değildi. Onlar bunu sahip oldukları üstün ahlak anlayışından dolayı yapmışlardı, ki aslolan budur. İnsan bu ahlak anlayışına sahip olduktan sonra sistemlerin pek de bir önemi yoktur. Zira örnek verdiğim insanlar, devletlerin altın dönemlerine zemin hazırlayan liderler olmuşlardır. SSCB’nin kurduğu gerçek sosyalizmin bir süre sonra yıkılmasının sebebi de bu ahlak anlayışının olmamasıdır. SSCB boyunduruğu altındaki devletlere adil davranmamış, onları kullanma yoluna gitmiş, bu düzden de ancak bir asrı Soysal-4 bile bulmayan kısa bir süre içerisinde çökmüştür. Osmanlıyı çöktüren, ahlakın yitirilmesi sonucu adam kayırmaların, iltimasların, rüşvetlerin gitgide artması, milletin istikbaline ve refahına verilen önemin azalmasıdır. Her devletin çöküşünün, her şirketin iflasının, her türlü başarısızlığın özünde az da olsa ahlaksal bir problem vardır, milletler etik anlayışını düzeltmedikçe hayvanlaşmaya tabidir. Tıpkı hayvan çiftliğinin sonunda   domuzların insanlaştığı gibi. Ayşenur Yazıcı DOSTLUĞUN EŞİĞİNDE Dostluk deyince herkesin kafasında farklı şeyler oluşuyordur hemen. Bazılarımızın kafasında canlanan yüzler vardır bazılarımızınsa kulağında belki de sadece bir ‘Nasılsın?’ sesi. Belki de bazıları için çocukluk anılarını taşıyan misket koleksiyonu. Kimimizeyse yalnızca tebessüm ettirir bu söz ama en temelinde herkesin kalbinde oluşan bir sıcaklıktır dost demek. En mutlu olduğumuzda yanımızda olan da üzüntü içinde teselli aradığımızda kollarını bize açan da dosttur. Canımız sıkılınca üzerinden kalemle geçtiğimiz, gözyaşlarımızı akıttığımız günlüğümüz de bizim dostumuzdur hatta belki de en büyük dostumuzdur çünkü en saf haliyle bizim aynamızdır o. Ne yegâne rastlantıdır dostu bulmak. Ehemmiyetli de olsa bu bulma çabası yolun sonu hazine bahçesine açılır elbet. Şeker Portakalı da yazarın çocukluğundan sevimli anılarla dostluğun ne aynı yaştan olmaya ne de aynı ırktan olmaya bağlı olmadığını gösterir. Hatta aynı canlı familyasından olmak bile şart değildir konuşup anlaşmak için. Nitekim bir şeker portakalı fidesinin yazarın en iyi çocukluk arkadaşı olması bize açıkça bunu ispatlıyor değil mi? Yazarın samimi anlatımı adeta iki dostun arasındaki sevgi bağını gözle görülür bir hale getiriyor. Dost olmaya giden yolda adımlar önce arkadaşlıktan geçer. Önyargıları bir kenara bırakıp sadece tanışmak gerekir bazen. Mesela hiç otobüs durağında beklerken yanınızdakilere elinizi uzatıp arkadaş olmaya ya da en azından sohbet etmeye çalıştınız mı? En son ne zaman hiç tanımadığınız birine tüm samimiyetinizle ‘Nasılsınız’ dediniz? Eğer çıkar ilişkilerinizi ve önyargılarınızı rafa kaldırıp sadece kendiniz olur doğal olursanız sanırım bu o kadar da zor olmayacaktır. Sadece başka insanlara karşı olan önyargılarınızı değil kendinize karşı olan önyargılarınızı, keskin hatlarınızı da yıkarsanız eğer her şey sizin çok yakınınız, sırdaşınız olabilir. Kalem ve kâğıdın gücünü küçümsemezseniz onunla okyanus ötesindeki şiirlere de uzanabilirsiniz, dostluğun resmini de yapabilirsiniz. Koskoca bir dünya artık sizin arkadaşınız olma şansına sahip olur, hiç farkında olmadan haberiniz olmadan dost olursunuz birilerine. Masum bir şakayla ufak bir çocuğa da arkadaşlık elinizi uzatabilirsiniz. Kurulan bütün bu arkadaşlıklar zamanla dostluğa uzanan bir yolun başlangıcıdır. Sağlam bir dostluksa sizin ona gösterdiğiniz ilgiyle doğru orantılı olacaktır. Nasıl bir çiçekle ne kadar ilgilenirseniz onu düzenli olarak sularsanız daha güzel açacaktır dostluk da öyle. Siz ne kadar karşınızdakini anlar zor zamanlarında onun yanında olursanız o da o kadar sağlam bir bağa dönüşecektir. Dostluk başlatabilecek bir ikinci özellikse belki de hayal gücüdür. Sadece konuşarak, gezerek, beraber yemek yiyerek değil de kalpten bir sıcaklık duyarak da dost olabileceğinizi keşfedebilirseniz kaleminiz de sizin en iyi dostunuz olabilir. İşte bu engin bir hayal gücü gerektirebilir. Cansız bir varlığa konuşmak ama cevap alamamak insan fıtratını zorlayabilir. Bu konuda çocuklar kadar yetenekli olamayabiliriz onlar için yerde buldukları bir ip parçası bile hemencecik bir arkadaşa dönüşüverir. Tıpkı Şeker Portakalında yazarın bir portakal fidesini istediği zaman ata istediği zaman onu uçuran bir halıya dönüşebilen, konuşan bir ağaç fide olarak hayal etmesi gibi. Eğer o ağaçların konuşabileceğine dair hayaller kurmasa en güzel dilekleri, istekleri, hayalleri kanatsız kalırdı. Kimseye anlatamadıkları yüreğinde kocaman bir ağırlık yapabilirdi. Sadece bir çocuğun saf kalbine sahip olmak bizi içinde bulunduğumuz yalnızlık hissinden de karmaşadan da kurtarabilir. İçimizdeki çocuğu uyandırıp onun gözüyle bakarsak etrafımıza kâğıttan gemilerle kederlerimizi de mutluluklarımızı da okyanuslara dağıtabiliriz. Ayrıca hayal gücü sadece nesnelere teşbih yapmaktan geçmez. O bize nasıl arkadaşlık kurabileceğimiz ne söyleyeceğimiz konusunda da bir kılavuzdur. Elimizdeki bir bardak çayın bize bambaşka dostluklar kazandırabileceğini fark ettirir. Eğer doğru yerde ve anda kullanılırsa ne denli sohbetler başlatıp ne denli dostluklara fırsat olabilir. Bütün bunların dışında dostluk size herkesin anlattığı gibi, genelin düşündüğü gibi olmak zorunda da değil. Bir şeyler paylaşmak; mutluluklarımızı, üzüntülerimizi birbirimize anlatmak bizi dost yapmayabilir. Herkesin kullandığı yollar sizin içinde geçerli olacak değil, belki sizin en iyi dostunuz kendinizsinizdir. Belki insanlarla dertlerinizi paylaşmak sizi mutlu etmiyordur, problemlerinizi kendi kendinize çözmek size daha iyi hissettiriyordur. Dost denilen kavram herkesin sandığı gibi dışarılarda, uzaklarda olmak zorunda değil. Bazı kişiler için bu en yakınında kendi içinde olabilir. Hayatınızı klişelere ve basmakalıp düşüncelere göre yaşamaya çalışırsanız mutsuz ve dostsuz kalabilirsiniz. Başkalarının ne düşündüğünü neyi nasıl yaptığını umursamaya bırakıp kendi içinizdekilere odaklanmaya çalışın. O zaman size en yakın dostun kendiniz olabileceğini de görebilirsiniz. Kısacası, yazar eğer kırmasaydı önyargılarını ve herkesin içinde onu aşağılayan adama bir adım atmasaydı, hayat boyu unutamadığı dostunu asla kazanamazdı. Açmasaydı zihnini geniş ufuklara, bir şeker portakalını sadece meyvelerden ibaret görebilirdi, hayallerini paylaşabildiği bir dostu olamazdı. Ya da sabretmeseydi beklemeseydi tren garında, asla sesini şarkılarda buluşturabildiği bir arkadaşı olamayacaktı. O yüzden önyargılarınızı kırın her yerde her şeyle sadece kendinizle bile bir arkadaşlık başlatabileceğinizi bilerek ve buna güvenerek sabırla bekleyin. Nil KOZA TURK 102-30 11 Kasım 2014 İÇİMİZDEKİ ŞEHİR, BENİM İSTANBULUM Mahallelerdir insanı hep şehre bağlayan. İçinde barındırdığı evleri, sokakları, insanları, kedileri, köpekleri ve kuşlarıyla her biri farklı duygular uyandırır insanın içinde. Sanki her kapı büyülü bir dünyaya aralanır ve içinde barındırdığı, bize fısıldamayı beklediği binlerce anı vardır. Bu binlerce anıyı dinlemek için kaybolmak ister insan sokaklarında. Kayboldukça daha da sevilir şehirler. Kayboldukça daha da kaybolmak, tanımak; sanki sevdiğimiz mahallenin ait olduğu o muhteşem şehri eski bir hazineyi ararcasına keşfetmek istersiniz her şeyiyle. Şehirlerin dokusu, kokusu ve rengi olduğu gibi mahallelerin de kendine has özellikleri vardır. Her mahallenin insanda bıraktığı tat farklıdır. Kimi zaman renkli evleri, oymalı pencereli, petunyalı balkonları, kimi zamansa esnafı ya da barındırdığı önemli bir yapı çeker bizi kendine. Orada yaşamasak bile oralı olmuşçasına biliriz sokaklarını. Her gidişimizde ya da her kayboluşumuzda yepyeni bir şeyle karşılaşırız aniden, daha da severiz. İşte böylece içimizdeki şehir oluşmaya başlar. Herkes kendinden bir şey bulduğu o uzak şehre, mahallelerine ve sokaklarına bağlanır. Kâğıt üstünde oralı olmasak da kalben ve ruhen oralı olmuşuzdur. Hangi dönemini sevdiysek, kendimizi o dönemin mahalle ya da sokaklarında gezer gibi hissederiz. Belki o binalar, kokular ve insanlardan şans eseri sadece birkaçı kalmış ya da hiç kalmamıştır fakat hepsi bizim için oradadır. Benimse şehrim İstanbul, mahallem Galata oldu. Onu çok seven vardı fakat herkesin İstanbul’u kendine göre özel ve farklıydı. Kimisi için Balat, kimisi için Kadıköy, kimisi için Beşiktaş, kimisi içinse Sarıyer… İçimden bir ses her seferinde beni oraya sürükledi. Önce her fırsatta gitmek istedim, sonra yaş ilerledikçe sokaklarında kaybolup şehri ve insanlarını tanıyıp anlamak… Bütünüyle İstanbul benim için aşktı; koşulsuz ve karşılıksız. Galata ise kendimi ait hissettiğim ev ve yuva. An duruyordu benim için Galata sokaklarında. Özgürlük, yaşamak, hissetmek ve ait olmak buydu… Benim İstanbulum, İstanbul’un yedi tepeli şehir olduğu zamanların İstanbul’u. 6-7 Eylül’ün yaşanmadığı, Pera’ya şapkasız çıkılmadığı, Narmanlı Han’ın öksüz kalmayıp sanat dolu olduğu zamanlar. Sanki hiç yaşanmamış gibi… Her gece kesintisiz tiyatro perdelerinin açıldığı, rant için dükkanların kapanmadığı, sokakların temiz olduğu, mahallerde insanlığın ölmediği, insanların hem kendilerine hem de şehirlerine değer verdiği, sokaklarında korkmadan gezebilinen bir İstanbul… Nil KOZA TURK 102-30 11 Kasım 2014 Eskiden değişen her rüzgârla tadı ve havası da değişen İstanbul’un suyu içilmez, caddeleri ucuz kebap kokularından geçilmez oldu. Kimse bu yeni İstanbullulara yol göstermedi, nasıl yaşanılacağını öğretmedi. Hatta onları oy deposunda birer damla olarak gördükleri için, her türlü duygu ve düşüncelerini istismar ederek geri kalmalarını da destekledi. Hayat standartları gitgide düşüyor ve kimse onlara şehre nasıl sahip çıkılacağını göstermiyordu. Her gece kesintisiz perdelerini açan tiyatroların yerlerini köfteciler ya da otoparklar doldurmaya başladı. Sonuçları düşünülmeden yaratılan oyunlar bir bir yeni yüzünü gösterdi. Hayat herkes için zordu. Daha da zorlaşacaktı. Sınıflar arası uçurumlar daha da derinleşiyordu. Ayrımcılığın halk içindeki yüzüydü bu da, tabi kendini halktan sayanlar için. Şimdiyse İstanbul’un yedi tepeli şehir olduğu zamanların İstanbul’u oymalı kapı ve pencerelerin ardındaki İstanbul kadınlarının gerdanlığında, İstanbul beyefendilerinin rakısını yudumladığı bardağında, dinlenen eski taş plaklarda, tozlu fotoğraflarda ve ruhumuzda… Gençlik ateşinin külleri arasından yeni doğan İstanbul ise caddelerde, alışveriş merkezlerinde ve otoparklarda geçmişinin tadını alamamış insanlarda… KAYIP BENLİKLER / Fatma Dilara İşler Etkilenmekten kim kurtulabilmiş! Aynı toplumda yaşadığımız insanların söylemleri, davranışları, giyimleri farkına varmaksızın hayatımıza sızıyor. Bu misafirleri ağırlayıp üç gün sonra uğurlayabilsek bir zenginlik sayabilirdik pekala bu ziyareti. Fakat, evimizin bir parçası olmaya karar vermiş olacaklar ki vedalaşmıyorlar. Dahası bizi biz olmaktan çıkarıp kendilerine benzetmekte kararlılar. Zaman ilerledikçe, fark etmeden onlar gibi düşünmeye ve onlar gibi yaşamaya başlıyoruz. Artık hayatımıza onlar yön veriyor. Peki niye? Onlar gibi olmak neden bu kadar önemli? Kendi isteklerimizi bir kenara atıp başkalarına göre yaşamak bizi daha mı mutlu ediyor? Başkalarının beğenisini alabilme kaygısıyla yaptığımız şeyler acaba bizi bizden ne kadar uzaklaştırıyor? Kendimizi hatırlayabilmek için aynaların dahi yetmeyeceği bir zamana savrulmuyor muyuz! Üniversiteye girdiğim andan itibaren değişmeye başladığım her halimden belli oluyordu. Kıyafetlerim, dinlediğim müzikler, arkadaşlarım, kısacası hoşlandığım her şey çevremin de etkisiyle farklılaşıyordu. Ben bu değişimin farkındaydım ama bir sorun olarak görmüyordum başlangıçta. Dizginler elimden kaydığında nereye gideceğimi bilmiyordum. İşte tam da bu sıralarda okuduğum bir kitap ayna oldu bana. Kitabı bitirdikten sonra en büyük felaketin kişinin benliğini yitirmesi olduğunu anladım çünkü. Beni hiç beklemediğim bir şekilde içine çeken, büyük bir hevesle okuduğum “Kayıp Gül” kitabı, benliğimi kaybedip kaybetmediğim konusunda kendimi sorgulamamı sağladı. Kendimi Diana ile bütünleşmiş hissettim. Diana da hayatı boyunca başkalarına göre yaşamış ve bunu hayat gayesi haline getirmişti. Yazmak onun için bir tutkuyken ve çok iyi bir yazar olabilecekken, annesinin tüm ısrarlarına karşın avukat olmayı tercih etmişti. Toplumda iyi bir konum sahibi olabilmek bir başka deyişle diğer insanların gözünde iyi görünmekti bunun nedeni. Diana’nın kararını kitabı okurken yadırgamamıştım çünkü ben de bir hukuk öğrencisiydim ve avukatlığın sosyal hayattaki kazanımlarını kolayca hayal edebiliyordum. Fakat o, benim aksime mesleğini sevdiği için değil, herkes tarafından iyi bir meslek olarak görüldüğü için yapıyordu. Belki de hayatı boyunca bu mesleği sevmeyerek yapacaktı. Kitapta Diana ile tanıştığınız zaman başkalarının sizin için çizdiği bir hayatı yaşayabilir miyim diye kendinize sormaya başlıyorsunuz. Başkaları ne düşünür diye yaptığınız şeyleri hatırladığınızda farkına varmaksızın neleri kaybettiğinizi anlıyorsunuz. Aslında kitaptaki gül benzetmesi her şeyi tam anlamıyla açıklıyordu. Yapay güller gibi ilgi görebilmek ve başkalarının beklentilerine cevap verebilmek için bir an önce açmaya çalışıyorlardı güller. Yaptıkları şey takdir alıyordu. İnsanlar daha çok ilgi gösterip seviyorlardı onları ama içten içe biliyorlardı ki aslında insanlar gerçekte onları değil, dönüştükleri şekli seviyorlardı. Aradan çok zaman geçmeden fark ettiler ki açtıklarında eskisi gibi kokmuyorlardı. Kendilerine özel olan o kokuyu her açışlarında biraz daha kaybediyorlardı. Ne oluyordu kokularına, tamamen kaybediyorlar mıydı yoksa hâlâ içlerinde biraz da olsa kalıyor muydu? Bence hâlâ saf ve temiz olan asıl kokuları, içlerindeydi. Güller kendilerini beğendirmek için başka bir şeye dönüşürken özgürlüklerinden de vazgeçmeye başlamışlardı. İnsanların onları görmek istedikleri durum için o kadar çok uğraşıyorlardı ki gül olmaktan çıkmak üzereydiler. Kokularını kaybetmeleri de bunu gösteriyordu. Ama bir şeyi unutmuşlardı, gülü gül yapan şey kokusuydu. Diana’nın kendi benliğini bulmak için çıktığı bu yolda güller ona hayatını değiştirecek bir şey öğretmişlerdi. Diana, kim ne derse desin Diana olması gerektiğini anlamış ve kendi benliğini bulmuştu. Ben de bu romanla birlikte geç olmadan kendi benliğimle yüzleşip, kaybetmemek için sımsıkı tutundum ona ve ben olmaya çalışmanın bana ne kadar mutluluk verdiğini anladım. Çünkü ben olmak başkalarının hakimiyetinden kurtulmaktı. Ben olmak özgürlüktü! uğraşıyorlardı ki gül olmaktan çıkmak üzereydiler. Kokularını kaybetmeleri de bunu gösteriyordu. Ama bir şeyi unutmuşlardı, gülü gül yapan şey kokusuydu. Diana’nın kendi benliğini bulmak için çıktığı bu yolda güller ona hayatını değiştirecek bir şey öğretmişlerdi. Diana, kim ne derse desin Diana olması gerektiğini anlamış ve kendi benliğini bulmuştu. Ben de bu romanla birlikte geç olmadan kendi benliğimle yüzleşip, kaybetmemek için sımsıkı tutundum ona ve ben olmaya çalışmanın bana ne kadar mutluluk verdiğini anladım. Çünkü ben olmak başkalarının hakimiyetinden kurtulmaktı. Ben olmak özgürlüktü! Tesadüf eseri aslında çokta önemli bir işi olmayan bir tekniker tarafından hala hayatta olduğu keşfedilen Mark’ı bulmak ve dünyada olmadan, dünyanın en ünlü isimlerinden biri olmuş bu astronotu kurtarmak için herkesin seferberliğini ve zor durumların nasıl her türden insanı birbirine kenetleyebildiğini de bu vesileyle görmüş oluyoruz. Andy Weir bize bir taraftan nerdeyse 2 yıl ya da belki daha fazla bir zamanı yapayalnız geçiren bir insanın yaşam mücadelesini anlatırken, bir taraftan da birlik ve beraberliğin önemine vurgu yapmadan geçmiyor diyebiliriz. Bir taşla iki kuş. Hem de bunu tamamen eğlenceli hatta bazı yerlerinde kahkahalarımı tutamadığım bir üslup kullanarak yapıyor. Sanki adam Mars’ta değil de lunaparkta mahsur kalmış 5 yaşında bir çocukmuş gibi. Mark Watney’in bu eğlenceli ama bir o kadarda tehlikeli macerasında eğer siz de bir koltuk kapmak istiyorsanız kitabı hemen okumaya başlamanızı şiddetle tavsiye ederim. Belki uzaylılar ya da süper güçlü insanlar yok ama bizde de Mark ve bir sürü modası geçmiş 80’ler şarkısı var. Yararlanılan Kaynaklar 1. Andy Weir- Marslı 3. Basım, İttihaki Yayınları 2. https://tr.wikipedia.org/wiki/Marsl%C4%B1_(film) 3. http://www.beyazperde.com/filmler/film-221524/ Burak Özmen Ali Turan Görgü Turk 101-26 9.12.2014 Hayal Gücü Gerçeği Yener Mutfağımızdaki ipli sarı lambalar, onları annemle oynadığımız satranç geceleriyle çoktan eş anlamlı olarak görüyordum. Bazen kendimi satranç dahisi bir çocuk olarak görüyordum, belki de hayal ediyordum, masumane. Sadece satrançı sevdiğim için okumaya başladığım roman ciddiyetinde bu hikaye, çocukluk idolüm o satranç dahisi çocukla karşılaşmamla bambaşka bir hal almıştı. Evet, Mirko’dan bahsediyorum. Mirko için hayat maratonu hiç başlamamışken yaşam koçu babası, o talihsiz olayla bu dünyaya gözlerini yumarken; Mirko çift haneli yaşlara gelmesine rağmen hayata gözlerini açamamıştı. Ne kadar acıklı bir senaryoydu. Geride kalan bir çocuk, üstelik engelli. Tüm bu acıklı hikayeyi okurken Mirko’nun sarı saçları, melek beyazı teni ve al yanakları gözümün önünde ne kadar da çaresiz beliriyordu. Lakin onu evlat edinen papazla yaşadıklarını yazardan duydukça, hem daha çok etkilenmeye hem de Mirko’ya acımamaya, hatta onu daha az sevmeye başlamıştım. Ona daha az üzülmeye… Kızmayın bana bu çocuğa kötü davranıyorum diye; dilbilgisi yeteneği ve bazı fiziksel-zihinsel özürleri olan bu çocuk, tesadüfi bir keşifle ortaya çıkan satranç yeteneği sayesinde etrafa küstahlıklar savuracak kadar da egoist. Ne kadar kıskanmıştım Mirko’nun oynadığı ilk satranç oyununda, daha taşları bile doğru dürüst kavrayamamışken 14 hamlede eski şampiyonu mat ettiğini okuyunca. Gözlerime inanamayıp satıra birkaç defa daha göz gezdirmiştim, sonra kendime gülmüştüm bıyıklarımın altından. Kitapta sürekli, ‘’özürlü köylü çocuğu’’ diye hitap ediliyordu Mirko’ya iyice soğumaya başlamıştım ki bir şey ayrımsadım, bu çocuğa dair. Satranç hariç herhangi bir yetersizliğini, gizleyecek kadar dahi yanlarda barındırıyordu bu köylü çocuğu. Fark eder fark etmez, bu hareketin ne kadar da tanıdık olduğunu anımsadım. Evet, özürlü de olsa Mirko biz sıradan insanların yapmaktan bir türlü vazgeçemediği şeyi çok iyi yapıyordu. Eksikliklerini kabul etmek yerine, onlarla saklambaç oynamak. Galiba biz Türkler, bu konuda biraz daha iyiyiz diye de düşünmüyor değilim ama konuyu dağıtmaktan korkuyorum, susuyorum. Bir ara bahsi geçen sıkıcı Nazi anekdotları. Onları da hatırlıyor gibiyim ama silik silik. Anekdot bile denmez, zırvalık diyelim kısaca, yazara da özürlerimizi ileterek. Onları okuduğum anları unuttum ama kısa sürede, çünkü yazarın ağzından duyup da memnun olmadığım tek konuydu açıkçası. Bir akşam ise, o bolca sigara içilen dumanlı salondan hikayenin en can alıcı dalı filizleniyordu aniden. Eski şampiyonla oynanan, o averaj maçı tadında beraberlik kurunularıyla avunulan oyundan, Tanrı misafiri doktorun ilginç mi ilginç hikayesi fışkırıveriyor düşünsenize. Anlatıcının şahitlik edermişçesine sahiplendiği dille süslenmiş o kusursuz hayat hikayesi. ’Satranç’ın ‘’Basit bir hikaye değilim ben!’’ manşetli haykırışı adeta. Küçücük bir çocuğun acıklı hatıralarıyla başlayan bir hikaye, nasıl oluyor da şizofrenik bir hayat hikayesine dönüveriyordu. Nasıl bir köprüydü bu, nasıl bir bağ, üstelik Satranç Turizm ile seyahat eden biz yolcular minicik bile sarsılmıyor, farkına varmıyorduk bu değişimin, bu geçişin. Doktor B.’nin teori ile pratik arasında gel-gitler yaşadığı hapishane günleri, hatta kusursuz betimlenmiş anları, alışkanlıkları; birden sizi kutuplardan alıp kızgın çöllere atıyordu. Artık Dr. B. De oyuna dahil olmuştu çünkü! Eski dünya şampiyonu Czentovic’i yenmek kimin haddineydi ama beraberlik bile bir başarı değil miydi? Hatta yenmekten daha büyüğü, bir şampiyonun başarısızlığı, onun egosu ve rezil oluşuyla baş başa bırakmak onu. Kurgusu, neredeyse kusursuz betimlemeleri, uçurum gibi uzak kulvarlarda yaptığı uzun atlamalar ve içeriğiyle bambaşkaydı ‘Satranç’. Ne olursa olsun en güzel yönü bana verdiği mesajdı, ne büyük umut, ne güzel bir görüştü: Hayal gücü gerçekten büyüktür! 1 Başak ÖZAYDIN Gerçek Dünyadaki Sihir Sihirli güçlere sahip olmayı hep istemişimdir. Asamın bir dokunuşuyla odamı toplamayı, söylediğim bir söz ile kapıları açmayı, hatta belki de bir süpürgeye binip uçmayı… Bunlar gerçek dünyada asla olamayacak ancak kitapların o büyülü, mistik dünyalarında gerçekleşebilecek şeyler. Peki, bu özellikleri kitaplara büyülü olma niteliğini kazandırmaz mı? Eminim ki ‘Harry Potter’ serisini okuduktan sonra yüzbinlerce belki de milyonlarca çocuk ve yetişkin benim gibi sihirli güçlerin var olabildiği bir dünyada yaşamak istemiştir. Aynı anda bu kadar çok kişiye aynı şeyi düşündürüp aynı duyguları hissettirmesi bu kitapları sihirli yapmaz mı? Dünyanın her tarafından insanları birbirine bağlamak gerçek dünyadaki en zor sihir değil de nedir? Onca fantastik dünya içerisinde onu bu denli özel, bu denli ‘büyülü’ yapan, basit bir çocuk kitabı olmaktan çıkarıp onu her yaşa ait kılan o gizemli, sihirli şey nedir? Bence, ihtiyacımız olan şeyi yani monoton, yorucu ve inanılmaz şeylerin ancak rüyalarımızda olduğu dünyadan bize tamamen yabancı olan, her şeyin mümkün olduğu bir evrene geçiş imkanı sağladığı için. Kötü bir durumda olduğumuz zaman kitaptaki dost canlısı Hagrid’in aniden gelip dosdoğru bir şekilde “Harry - sen bir büyücüsün.” (Rowling 51) demesi yalnız Harry için değil bizim için de bir kaçış adeta. Baskıcı ve zorba teyzesi, eniştesi ve kuzeninden, küçümseyici gözlerin yargılayıcı bakışlarından uzaklaşması ile tanıştığımız bu yepyeni dünyadaki yolculuğumuz tıpkı Oz Büyücüsündeki hortum ile Kansas’tan ayrılan Dorothy’ninkine çok benziyor. Nitekim yazarın kurduğu büyülü atmosfer okuru kendine çekiyor. Geldiğimiz bu yeni dünyada attığımız adımlarda biraz sendeleyip gördüğümüz şeylere inanamıyoruz. “Hagrid, galiba bir yanlışlık yaptın. Ben büyücü olamam.” (Rowling 58) diyen Harry gibi bu şaşkınlığımız kısa sürüyor. Büyünün kendi hayatlarımıza nasıl bir kolaylık, gizem ve renk katacağını düşünürken buluveriyorsunuz. Zaten bundan sonra da günlük hayatımızda bizi üzen ve sıkan her şey gözümüze Harry’nin “Ona hokkabazlık öğretmesi için kafadan çatlak sersem bir ihtiyara para mara veremem.” (Rowling 59) diyen ancak konuşmaktan öteye gidemeyip sonunda Harry’e engel olamayan Vernon eniştesi gibi gözüküyor. Bu açıdan başta ben de olmak üzere yazarın çocuklara ve gençlere amaçlarından hiç yılmadan, kararlı bir şekilde hareket etmeyi öğütlediği görür gibi oluyoruz satır aralarından. İçine girdiğimiz doğaüstü dünyanın bu kitaplarda olduğu gibi canlı resmedilmesi, Hogwards’daki karakterlerin gerçek bir okulda görebileceğimiz insanlar olması ve ana 2 karakterimizin her birimiz ile özdeşleştirebileceğimiz yapısı belki de geçenlerde yapılan bir bilimsel araştırmanın da tespit ettiği gibi Harry Potter kitaplarını okuyan çocukların, okumayanlara göre empati yapmaya daha yatkın olmasını sağlıyordur. Okuyan herkesi sarmalayan bu dünya fantastik ögeler çıkarılınca aslında hepimizin okulu gibidir. Bana göre Harry’nin derdine ortak olan, onun kaçıp kurtulduğu sorunları kendi sorunuymuş gibi benimseyen, onun yüzleştiği kötü insanlara karşı onunla göğüs geren çocuklar, gerçek dünyada da kendilerini başkalarının yerine koyup onları anlayan insanlar oluyorlardır. Herkesin kendisiyle özdeşleştirebildiği bir karakter dedim Harry için. Bu yüzden okurun cinsiyetinin, ırkının, yaşının, geldiği kültürün herhangi bir önemi olmuyor bu kitabı okurken. Bana göre bu kitabın da vaat ettiği en büyük sihir bu. Her kesimden insanın düşüncelerini bir mercek işlevi gören Harry’nin bakış açısından geçirip tek bir nokta üzerinde, içinde barındırdığı mistik dünyadaki kötü adamaların üzerinde, odaklıyor. Her okurun zihnini birbirine bağlayan böyle bir anlatının kötü karakterleri de insanları büyücülerden daha düşük bir sınıf gören, saf kan olmayanların ve insanların, büyücülerin o efsunlu dünyasında yeri olmadığını düşünen karakterler. İşte bence tam da bu yüzden bu anlatı evrensel bir boyut kazanıp sınırların önemli olmadığı bir atmosfer kuruyor. Serinin her bir kitabı kurulan dünyayı bir boyut öteye taşırken, bana her şeyin mümkün olduğu bir dünyaya girme fırsatı tanıdı. Kendimi her seferinde yeni bir maceranın içinde bulurken günlük hayatın çilesinden uzaklaştım aynı zamanda. Harry bana gerçek dünyada sihrin var olabileceğini gösterdi. Her ne kadar imkansız gibi görünse bile bir kişinin hedeflerinden sapmadığı sürece her şeyi gerçekleştirebileceğini, birbirinden çok farklı gibi görünen insanların bile belli düşünceler etrafında toplanabileceğini ve bazı durumlar karşısında tek yürek olup var güçleriyle mücadele edebileceğini gösterdi. Bütün bunları düşününce gerçek büyücün Harry’nin yaratıcısı, J.K.Rowling olduğu kanısına vardım. Bu kitapların yılların bile eskitemeyeceği, sadece benim kuşağımın değil gelecek nesillerin de değer vereceği bir seri olduğunu düşünüyorum. Kaynakça: Rowling, J.K. Harry Potter ve Felsefe Taşı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001. Baskı. Volkan Balcı ÇOCUKLUK VE MASUMLUK Beyin olanca gücüyle ilerlerken, cinsel sistemlerin korkunç etkinliği daha uykuda olduğu için çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet. Arthur Schopenhauer Eğer bir dilek hakkım olsaydı, dileyeceğim şey çocukluk günlerime dönmek olurdu şüphesiz. Çocukluğumdan hatırladığım salondaki koltukta, battaniyeye sarılmış bir şekilde annem ve babamla birlikte o zamanlar bayıldığım yarım ekmek tavuk döner yiyip favori dizimiz En Son Babalar Duyar’ı izlediğimiz o görüntü aklımın bir köşesine kazınmış bir halde duruyor, unutamıyorum zaten unutmak da istemiyorum. Çocuk olmak çok güzeldi çünkü, çevreden bir beklenti yoktu, bu beklentinin yarattığı stres zaten hiç yoktu, tüm günlerim oyun oynayarak, sevilerek geçiyordu. Bunların yanında en çok özlediğim bir başka şey ise her çocuğun sahip olduğu masumluk olsa gerek. Çocukluk deyince aklıma ilk olarak masumiyet geliyor, birçok kişinin de benimle aynı görüşte olduğuna inanıyorum; çünkü sorulan sorulara aklına geleni herhangi bir filtrelemeye ihtiyaç duymadan cesurca söyleyen; entrikaları, kötülükleri, hayatın adaletsizliğini bilmeden her şeyi tozpembe sanan küçük insanlardır çocuklar. Onlara göre yemeklerini bitirmezlerse kalan yemekler arkalarından ağlar, aileleri onların yaptığı kötü şeyleri kuşlar yardımıyla öğrenir, dişleri çıktığında diş perileri yastıklarının altına para koyar onlar için. Petek Halman ve Anıl Helvacı tarafından yazılan Ben 5 Kere İyilik Yaptım!: Çocuklardan Büyüklere Ders Kitabı da masumiyet timsalleri işte bu çocukları, sorulan sorulara karşı verdikleri masumane cevaplarla anlatan başaralı bir kitap. Volkan Balcı Kitabın adından da anlaşılacağı gibi Ben 5 Kere İyilik Yaptım!: Çocuklardan Büyüklere Ders Kitabı, büyükler için eğitici bir kitap. “Barış nedir?”, “Ayrılık nedir?”, “Kötülük nedir?” gibi sorular sorulmuş çocuklara ve verilen cevaplar bir kitap olarak derlenmiş. Bu sorulara verdikleri cevapların her biri insanı ister istemez düşünmeye itiyor. Mesela, altı yaşındaki bir kız “Ayrılık nedir?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Çok uzakları aramak demektir.” Açıkçası bana bu soru yöneltirse “Küsmelerinden veya bir zorunluluktan ötürü iki veya daha fazla kişinin artık bir arada olmama durumu,” gibi sıkıcı bir cevap vermek gelir içimden. Üstelik benim tanımım iki insanın zıt düşmesi, birbirine kızması gibi olumsuz bir olasılığı da göz önünde bulunduruyor ayrılık sorulduğunda; minik kızın tanımı ise ayrı düşülmüş kişiye ulaşma isteği üzerine kurulu. Bu küçük örnek bile –her ne kadar yaşım dolayısıyla tam bir büyük sayılmasam da- bir büyük ile çocuğun düşünüş sitemlerini ve farklarını açıklamak için yeterli. Kitabın eğitici yanı da bu farklardan çıkıyor zaten: Kitapta her sorulan soruya çocuklardan daha sıkıcı ve kalıp cevaplar veren ben, “Bir zamanlar ben de çocuktum ve bana da bu sorular sorulsa aynen böyle cevap verirdim, şimdi ne değişti?” diye düşünmeden edemedim. Ardından bu durumun çok trajik olduğunu anladım; çünkü iki farklı yaşta iki farklı cevap vermemizin nedeni masumiyetimi kaybetmemiz, içimizdeki iyiliğin ve hoş duyguların kaybolması sanırım. Bu durum trajik çünkü şimdi bu cevapları veren çocuklar da yıllar sonra masumluklarını kaybedip daha sert ve hayatın geçekleriyle dolu bizim şu an verdiğimiz gibi cevaplar vermeye başlayacaklar çok büyük ihtimalle. Velhasılıkelam, “Çocukken nasıl düşünüyorduk?”, “Çocuk olmak nasıldı?” gibi sorulara cevap bulmak istiyorsanız Ben 5 Kere İyilik Yaptım!: Çocuklardan Büyüklere Ders Kitabı acilen okumanız gereken kitap. Hep derler ya içinizdeki çocuk ölmesin diye, onu sadece şen şakrak olmaya devam et emri gibi algılardım; ama şu an, içimizdeki çocuğun ölmemesi ile Volkan Balcı masumiyetinin de devamlılığının sağlayacağına inanıyorum; çünkü bence şen şakraklıktan çok masumiyet, çocukları daha iyi anlatıyor. İçinizdeki çocuğun ölmemesi dileğiyle! Emre Can YARAR TURK 101-60 Neşe ÇETİNER 16.12.2014 İnsanın Kendisine Yabancılaşması Yaşadığı olayları tüm saflığı ve gerçekliğiyle anlatma konusunda usta olan Franz Kafka, Şato ismini verdiği eserinde de tüm insanlığın başlangıcından itibaren karşılaştığı bir problemi kendine has öyküleştirme metoduyla okuyucusu ile buluşturmuş. Üzerinde yaşadığımız dünyada ister istemez bir şekilde otorite terimiyle karşı karşıya kalırız. Kimi zaman ezilen, kimi zaman da ezen sınıfta yer alırız. Fakat her zaman bu sistemin bir parçası olmaya mahkûmuzdur, genellikle de ezilen tarafta. Hayat dediğimiz bu dünyaya ayak uydurmak için rollerimizi unutup yaşadığımız şehre, sahip olduğumuz benliğe yabancılaşmak zorunda kalırız. Tam da bu noktada Kafka’nın eserinde kadastrocu rolünü üstlenmiş Bay K. tüm bu anlattıklarımı geniş bir şekilde, çok farklı bir açıdan okuyucunun hayal gücünde canlandırıyor. Eserimiz Bay K. nın bir köye, kadastrocu olarak bir şatoya atanmasıyla başlar. İlk günlerinde köye yabancılık çektiği için ve çevreyi tanıma amacıyla karakter keşfe çıkar. Bu keşfin asıl amacı tabii ki de şatoyu görme, çalıştığı kişiyi tanıyıp buradaki rolünün ne olduğunu öğrenmektir. Köylülerden yardım istese de kendisine bir rehber bulamaz. Ne yaparsa yapsın hiçbir şekilde ne şatoya ulaşabilir ne de çalıştığı insana. Koca görkemiyle hep bulutların ve bir sis perdesinin arkasındadır şato. Bu nedenle bir çıkar yol aramaya çalışır çünkü zaman ilerledikçe kendisini, ne meslekle uğraştığını, sahip olduğu yetileri kaybetmeye başlar. Evet, bir bünye altında çalışıyordur fakat ortada “şununla uğraşıyorum” diyeceği, gösterebileceği hiçbir şey yoktur. Bu konuyu günümüze uyarladığımızda, Bay K. topluma karışmış, sınıfını bilmeyen, otorite altında ezilmiş insanlardan birisine benzetilebilir. Günü Emre Can YARAR TURK 101-60 Neşe ÇETİNER 16.12.2014 çıkarabilme uğruna kendini farklı şehirlere sürükleme ve bu şehirlerde benliğini kaybetme ihtimaline rağmen, çoğumuz ya da çoğumuzun ailesi bu oturmuş otorite sistemine uymak zorunda kalır. Eğer halk sınıflandıracak olursa, dünya nüfusu göz önüne alındığında bir gerçek var ki çoğunluk alt ya da orta sınıf insanlardan oluşmakta. Bu yüzden otorite sisteminin varlığı kendisini birçok toplumda ve medeniyette hissettirir ve otorite yüzünden kaynaklanan insanların karşılaştığı ezilme psikolojisi, kendilerini daha iyi bir statüde hissetmeleri için benliğinden vazgeçer, kendisini unutur ve düzenin bir parçası olurlar. Romanda da Kafka nın bize Bay K örneğiyle vermek istediği mesaj da bu olabilir. Kendisi kadastrocu ama atandığı köyle, şatoda mesleğine ait bir rolü olup olmadığı belli bile değildir. Bu nedenle başka işler yapmaya çalışır ve okulda hademelik yapmaya başlar (sisteme karşı gelemeyip ait olmadığı rollere bürünme). Bu noktaya geldikten, kendine yabancılaştıktan sonra da tekrar kendini aramaya çalışır Bay K. Kendini tekrar keşfetmek ve para kazanmak için sattığı vücudunun kime ait olduğunu öğrenmek için elindeki en iyi kartını oynar: Şato beyinin metresi Freida. Freida’yı kullanarak ana amacına ulaşmaya çalışan Bay K. hiç beklemediği bir şeyle karşılaşır. İstediği gerçeğe ulaşmaya çalışırken istemediği bir aşkın kurbanı olur ve Freida ya âşık olur. Böylece hem yaşadığı çevreye hem de kendi benliğine ulaşamayıp, gerçeği terk edip kendini realizm dışında bir soyutluğa bırakmıştır. Özetle, Franz Kafka nın Şato adlı eserinde tüm dünya üzerinde ortak olan bir probleme parmak basıyor: Otorite altında ezilen insanların toplum içindeki rollerini unutup kendilerine yabancılaşması ve sistemin bir parçası olması. Fakat otorite mantığını öylesine hikâyeleştirip romanda bizlerle buluşturuyor ki çoğumuz “içinde yaşadığımız bu gerçeği hiç bu kadar derinden hissetmemişiz” diyebiliyoruz. Belki otorite sisteminde ya da kişilik olarak ezilenseniz bu durum tamamen sizden ve sizin gibilerden kaynaklanıyordur. Bunun nedeni Emre Can YARAR TURK 101-60 Neşe ÇETİNER 16.12.2014 bireysel olarak sahip olduğumuz değerlerin farkında olmayışımız ve sahip olduğumuz potansiyele kendimizi inandıramayışımızdan kaynaklanmaktadır. Düşünüldüğü zaman kimsenin kimseden üstün olmadığı açık bir gerçektir fakat nedense biz bunu göremeyecek kadar at gözlüklerimizle geziyoruz dünyada. Bu noktada yazar bu bilincin farkındalığını tekrar hatırlatıyor bize. Bunların sonucunda da kitap için “otorite sisteminde ezilen insan olduğumuzu yüzümüze vuran” realist politik akımın temsilcisi niteliğinde yazılmış ve kişi olarak sahip olduğumuz gücün farkına varmamızı sağlayan bir eser olduğu savunulabilir. Kaynakça http://blog.milliyet.com.tr/sato--franz-kafka--inceleme/Blog/?BlogNo=424221 http://www.kafkaokur.com/2013/03/iktidar-ile-bireyin-burokrasiden-dogan.html Deniz YAPICI 21302047 TURK 101-30 Aslı UÇAR AYNADA GÖRDÜĞÜM Mine Söğüt’ün yazdığı ve Bahadır Baruterin’in resimlediği Deli Kadın Hikayeleri adlı öykü derlemeleri bir kadının kendini hissedebileceği ve bir erkeğin kadını anlayabileceği bir kitaptı bana göre. 21 tane kadının bıçak sırtındaki hayatlarını betimleyen yazar anlamı o kadar derin kelimeler kullanmış ki okurken korku ve dehşet duyuyor insan. Öyküdeki zavallı kadınların kafasında geçenler ve yaşadıkları kabusların anlatıldığı bu kitapta kullanılan resimler sizi iyice içine çekiyor o dehşetin. Sanki o gözler size bakıyor, sanki acısını haykırmak ister gibi çığlık atıyor sessizce o resimler. Kadının yaşadığı acıyı daha iyi hissettirecek başka bir kitap ya da başka bir resim var mıdır acaba? Beni en çok etkileyen ve açıkçası korkutan öykülerden birinin içindeki bu resimdi. Resme bakıldığında birçok anlam çıkartabilir insan ama öyküde bahsedilen ve bu resmin anlattığı şey çocuğunu öldüren bir anne… Hangi kadın ya da anne ne yaşar da bu düzeye gelir ruhu? Ona kimler neler yaşatmıştır da böyle kararır ruhu? Var mıdır acaba bunu yapanın gerçekten bir ruhu? Yıllar boyunca her yerde her ülkede kadına şiddete karşı durmak için sloganlar atıldı, vakıflar kuruldu, yardım eden insanlar atıldı ortaya. Hepsi el ele tecavüze uğrayan gencecik masum kızları (Özgecan Aslan), dayak yiyip ezilmiş eşleri, tacize uğrayıp konuşamayan kadınları korumak için birleşti. Ama kimi neyden koruduklarını bilemedi belki de çoğunluğu. Belki de çoğu onların içinde neler yaşadığını bilmedi. İşte yazar herkesten farklı düşünüp onların kararmış ruhlarını, incecik bir ipin üstündeki hayatlarını ve kana bulanmış ellerini anlatmış. Bu resim ellerini kana bulayan bir kadının resmi… Bu resimdeki kadın şiddetlerin en büyüğünü yaşamış bir kadın… Bu resimde ki kadın şiddeti kendine yaşatan, acısını kendine çektiren, kendini taciz edip, kendine tecavüz eden bir kadın… Bu kitabı okurken tüylerimi diken diken yapan bu resim bambaşka bir bakış açısı verdi bana. Başkasından gördüğü şiddete hayır diyemeyen bir insan kendinden gördüğü şiddete nasıl dur der diye düşündüm. İçinin neden ve nasıl kararmış olabileceğini düşündüm. Neredeyse her gün 3.sayfada gördüğümüz o haberleri geçirdim gözümün önünden. “ Ağladığı için bebeğini küvette boğdu, çocuğunu çamaşır makinesinde boğdu, bebeğini bıçakladı…” Şu haberleri okumak kadar iğrenç bunları yazmak. Bir kitap yorumundan farklı olabilir yazdıklarım fakat bu kitabı okumak bana bunları hissettirdi. Kitabı beğenip beğenmediğime bile karar veremezken bunu yorumlamak tuhaftır belki ama konu kadına şiddetken hele de kadının kendine yaptığı şiddetken çok zor bir kitabı sevmek benim için. Ressamın yaptığı resimler o kitabın içinde olmasa belki de bu kadar yaşamazdım bu öyküleri. Çok tuhaftır ki o resimlere bakıp o öyküleri okuyup kendi deliliğini düşünmüyor değil insan. Hatta şükrediyor iyi ki o uçurumun kenarındaki ruhlardan birisi değilim diye. Kendi haline sevinmek mi daha insancıl bir hareket yoksa okuduklarına üzülmek mi bilemiyorum. Belki de aynaya bakmalıyız ilk önce… Kendi ruhumuzu tartmalı, gözlerimize bakıp sormalıyız ben kimim, deli miyim diye? Bir sürü cevap gelir bence karşıdan ama kimse hissedemez o şiddeti görmediyse. Üzülür ilk başta kendine, sonra durgunlaşıp o kıvılcımı görür gözlerinde. İşte o kıvılcım başlatır yangını. Ya kendine ya başkasına yaparsın şiddetini ya da izin verirsin sana yapmalarına. Çıkmaz sesin ufacık bir kuşun sesi kadar bile. Sonra da yazarın anlattığı kadınlar gibi ölmek ve kurtulmak istersin. Bu kitap bana bunları yazdırdı… İnsan iyi hissetmiyor kendini. Ufacık bir farkındalık bile yardım edebilir şiddet gören o kadınlara. Bu kitabı okumak yaratabilir belki o farkındalığı… Deniz İşgenç 21302375 Türkçe101-39 1984 ve George Orwell’in Yanlış Anlaşılması 1984 romanı, George Orwell’in 1947-1948 yılları arasında yazdığı ve gerçek adı “Avrupa’daki Son Adam” olan distopik bir kitaptır. Kitaptaki olaylar Okyanusya adı verilen ve tam olarak neresi olduğu belli olmayan bir ülkede geçmektedir ancak ada ülkesi olduğu bilinmektedir, çoğu ütopya kitaplarındaki gibi. Zaman ise kitaba adını veren yıl olan 1984 yılıdır. Olaylar belirli bir sırayı takip etmektedir ve geçmiş olaylar geleceği etkiler. Kitapta temel olarak üç karakter bulunmaktadır: Winston, Julia ve O’Brein. Başkarakterimiz olan Winston, Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan sıradan bir insanken düşünmeye başlamasıyla olaylar sarpasarar. İlk başlarda yanlış izlenimler oluşturduğu Julia ile beraber zaman geçirir, gizli yerlerde sevişir ve bol bol “düşünce suçu” işler. Beraber Winston’ın ilk defter aldığı antikacının üstündeki evi tutarlar ve burada zaman geçirmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünce suçu işlediğini düşündükleri O’Brein ise bu ikiliyi tuzağa düşürür ve ahlak polisine yakalatır. 1 Kitabı bu kadar yüzeysel özetledikten sonra asıl değinmek istediğim nokta olan George Orwell’in kitabı yazma amacına gelelim. George Orwell, İkinci Dünya Savaşı’nın içinde yer almış ve hatta cephede bile savaşmış bir yazardır. Birçok insan onun sosyalizmi sevmediğini ve kitaplarında sosyalizmi yerdiğini söyler. Bu nedenden ötürü 1984 romanının bir sosyalizm eleştirisi olduğunu savunmaktadır. Bu düşüncenin yanlışlığı aslında kitabın içinde yatmaktadır, şöyle ki George Orwell’in eleştirdiği asıl nokta sosyalizm rejiminin yanlışlığı değildir; onun yanlış ellere düşmesidir. Sosyalist rejimlerde temel, insanların eş, adil ve özgür olmasıdır, ancak 1984’te açıkça görmekteyiz ki sosyalizm adı altında bir sınıfın oligarşik yönetimi hayat bulmaktadır. Kendilerini de “Büyük Birader” adı arkasında gizlemekte olan bu sınıf, Büyük Birader’i de korkutucu ve disiplin sağlayıcı güç olarak kullanırlar. Kitabı ikinci kez okuyuşumda Büyük Birader, bana daha çok günümüzdeki tanrı gibi gelmiştir. Belki vardır, belki yoktur kimse bilemez ancak devletin tepesindeki sınıf kendi çıkarları uğruna bunu kullanmaktadır. 1984’ü okuduktan sonra George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği akla geliyor. Yine o kitaptaki domuzların insanları devirdikten sonra kanunlarla herkesi eş kılmaları ancak 2 sonrasında gücü kendi ellerinde toplamalarını ve sosyalizmin yine oligarşiye/diktatörlüğe dönüşümünü anlatmaktadır. George Orwell bize sosyalist rejimin yanlışlığını değil, onun uygulanmasının nasıl zor olduğunu ve yolundan ne kadar kolay sapabileceğini göstermektedir. 1984’ü hatırlayalım, insanların eşitlik ve adalet adı altında, devlet için çalışma bahanesiyle sömürülmesini çarpıcı şekilde anlatılmamış mıdır? Okyanusya’nın sosyalizmle yönetildiğini iddia edip George Orwell’in sosyalizm düşmanlığı sebebiyle böyle bir kitap yazdığını söylemek pek akıl kârı olmaz. Kitabı gerçek hayata yakın bir şekilde uyarlayabiliriz. Okyanusya’yı yönetenlerin veya Büyük Birader’in Stalin, Okyanusya’nın da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğunu düşünebiliriz. Stalin dönemindeki rejim sosyalizm-komünizm olarak geçmektedir ancak bu ne kadar doğrudur? Büyük Birader’in emrinden çıkamayan insanların, yani halkın, iktidar ve üretim unsurlarını ellerinde bulundurduklarını söyleyebilir miyiz? İnsanların yapmaları gereken görevin toplumun ortak fikir ve kararlarından değil de bir sınıfın çıkarlarından geldiğini görmüyor muyuz bu kitapta? Tüm bunlardan sonra George Orwell’in sosyalizm eleştirisi yaptığını değil sosyalizmin uygulanmasındaki sıkıntıları ve gücü eline geçiren sınıfın ülkeyi kendi çıkarlarıyla yönettiğini konu aldığını düşünmekteyim. Sosyalizm eleştirisi yapan insanların ise gerek sosyalizmi tam kavrayamadıkları gerekse George Orwell’i anlayamadıkları kanısındayım. Toparlamak gerekirse Orwell, bize sosyalizmin yanlışlığını göstermek niyetinde değildi, onun insanlar için fazla saf olduğunu göstermek istedi kanımca. Baskıcı rejimlere cephe alan Orwell’in döneminin en baskıcısı olarak tanınan SSCB’yi temel alarak bu kitapları yazdığını düşünmekteyim. Siyasetle ilgilenen her bireyin Orwell’in kitaplarını okuması gerektiğini sonrasında da savundukları rejimin unsurlarını tekrar hatırlamalarını tavsiye ediyorum. Kaynakça http://tr.wikipedia.org/wiki/Bin_Dokuz_Y%C3%BCz_Seksen_D%C3%B6rt 3 Yeşim Yıldız AŞK VE YALNIZLIK limitsizblog.com/askta-mutsuzluk/ Bazı insanların en büyük korkusudur yalnız kalmak. Benim için ise her insanın kendini tanıma sürecinde çıkması gereken bir yolculuktur bu. Yalnız kalınca düşünecek çok zamanım olur. İnsanları ve toplum içinde yaşamanın getirdiği tüm sorumlulukları geride bırakıp iç sesimle baş başa kalmanın hayalini kurarım. Hayatınızın zor anlarında istediğiniz tek şey de bu olmaz mı? Bu hayat denen akış içinde insanlar canımızı yakar, sorumluluklardan ve üzüntülerden kaçmak isteriz. Böyle durumlardan yalnız olmak iyi bir tercih gibi gözükür. Benim yaptığım gibi size de nefes aldıracak küçük kaçamaklar yapmanızı öneririm. Tıpkı Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz adlı kitabındaki Sinan gibi bir şeylerin üstesinden gelebilmek için bu maceraya atılmak gerekiyor bazen. Ne yazık ki herkes benim gibi geçmişe yapılan yolculuklardan keyif alamıyor. Sokakta yürürken yanımdan geçen insanların neler yaşadığını bilemem. Bu yüzden yalnızlığı herkesin farklı bir şekilde yorumladığını düşünüyorum. Mutlu bir ailenin içinde büyümeme rağmen yalnız bir hayatın hayalini kurardım. İstediğimi yapabilme imkânını ancak o zaman bulabilirim diye düşünüyordum. Üniversiteye başladığımda da yeni arkadaşlarım oldu. Kendimi hiçbir zaman tam anlamıyla yalnız hissetmedim. Bu yüzden yalnızlık, çok bunaldığım anlarda yapılan küçük kaçamaklar olarak kaldı. Adeta bir terapi görevi görüyorlar ve ben yenilenmiş olarak hayatıma devam ediyorum. Sinan’a yolculuğunda eşlik edebilmek isterdim. Doğadan koparılmış ve değişmeye başlamış insanoğlunun doğaya dönüşü… Ne kadar isterdim insanlarla beraber betonlar arasında bir hayat yerine ağaçlarla birlikte yaşamayı. Tabii, şimdiye kadar elde etmek için çabaladığım şeyleri bırakarak bu yolculuğa çıkmayı göze alamayacağım. Bu yüzden onları küçük kaçamaklar olarak tutmak istiyorum. Ayrıca onunla bu maceraya atılma isteğimizin altında yatan etkenler çok farklı. O geçmişindeki acı olaylardan kaçmak için yalnızlığa sığınmıştı ve bu benim sebeplerimden çok farklıydı. Sinan’ın hayatına birinin katılmasıyla ise yollarımız tam anlamıyla ayrıldı. Bu macera yalnızlık macerasından çıktı ve aşk hikâyesi başladı. Aşk tüm yaraları kapatır mı, sorusu oluştu kafamda. Yaşım küçük. Aşk hakkında kendim ile ilişkilendirebileceğim bir olay var yalnızca. Birinin beni sevdiğini hissetmek bana güç ve huzur vermişti. Zaten bu yüzden insanın tam anlamıyla yalnız kalamayacağını düşünüyorum. Doğası gereği insansız ve aşksız yapamaz. Sinan bu macerasında aşkı bulmayı ve yaralarının kapanmasını beklememişti. Aşkı buldu ama yaraları kapanabildi mi bilemiyorum. Bu duygu yaraları iyileştirebildiği gibi insanın canını da yakabilir, insanın mutluluk sebeplerini mutsuzluk sebeplerine dönüştürebilir. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum. Uzun süreli yalnızlıklarda yanımda olan insanların özlemini çekiyorum, etrafım insanlarla çevriliyken de yalnızlığın. Aşka iyileşmek için ihtiyaç duyuyorsun, sende yeni yaralar açacağını bilmeden… Sosyal bir insan olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim. Çoğu zaman iyi bir kitabı veya iyi bir filmi arkadaşlarımla dışarı çıkmaya tercih ederim. Kısacası kendimle baş başa kalmak isterim. Geçmişimi ve geleceğimi düşünürüm. Yalnızlığım bana huzur verir. Aşk konusunu ise bilemeyeceğim. Sonuçta hayatın neler getireceğini bilemeyiz. Kim bilir belki de kendimi küçük kaçamaklarla oyalarken biriyle tanışma fırsatını kaçırıyorumdur. Bu düşünce beni korkutuyor çünkü yaşlandığımda yanımda çocuklarımın ve torunlarımın olmasını istiyorum. Yine de şu an bulunduğum yerden ayrılıp Sinan’ın yolculuğuna katılabilmek isterdim. Her şeyden ve herkesten uzakta bir yaşamın hayali… Doğa ile olması gereken insanın nihayet doğaya dönüşü… KAYNAKÇA Gümüş, Semih. Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz. İstanbul: Can Yayınları, 2015. “Aşk ve Mutsuzluk.” Limitsizblog. 13 Ağustos 2015. Web. 5 Nisan 2016. Ölümü Hak Edenler İdamı destekleyen biri olarak bu kitabı kapağından seçerek okudum. Duygularımla çok fazla örtüşen bu kitapta doğru gördüğüm olgulara karşı pasif kaldığımı ve düşüncelerimi savunmadığımı fark ettim. Bu olgulardan biri ise gerçekten ölmesi gereken insanların dünyamızda kol gezdiği... Aklınıza eğer “kim ölmeyi hak eder ki ?” sorusu geliyorsa ya gözünüz bağlıdır ya da sağlıklı gözlere sahip birer körsünüzdür. Bu soruyu soran insanlar kötü anılara sahip olmayan, acı çekmeyen, ferah ve huzur içinde yaşayan insanlardır. Öte yandan ise çocuğu tecavüz edilerek öldürülen bir annenin hayatı alt üst olur. Mutluluk diye bir kavramı kaybeder, hele ki çocuğunun katil sokaklarda elinin kolunu sallaya sallaya, başkalarının çocuklarına göz kestire kestire ve güle eğlene geziyorsa… Sadece çocuklara değil de yetişkin bayanlara da tecavüz ve cinsel taciz de söz konusu. Hükümetimizin idama ve bu konuyla ilgili yargıya bakış açısı ise beni gerçekten hayretler içinde bırakıyor. Türkiye’de adalet sisteminin ne kadar aşağılık olduğunun herkes farkında fakat hiç birimizin bunu değiştirmeye gücü yetmiyor. Gücü yetenler ise günümüzde haberlerde gördüğümüz gibi tecavüz yandaşları kesiliyorlar. Halk hükümetten adalet beklerken onlar tecavüze maruz kalan çocukların tecavüzcüleriyle evlendirileceklerini söylüyor. Böylece tecavüzcüyü ödüllendirip ona saf ve küçücük bir çocuğu emanet ediyorlar. Karar alınmadan önce mağdur insanların yaşadığı acıları milletvekillerimizin de yaşamasını umarım. Birine zarar vermek sadece fiziksel olarak zarar vermek değildir. Bu suça destek olan, diğer bir deyişle katkısı bulunan insanlarda suçludur. Bu nedenle bence birine zarar veren kişi zarar verdiği şekilde yargılanmalı ki yaptığı hatayı anlasın. Eğer birini öldürüyorsan öldürülmen ya da birine tecavüz ediyorsan hadım edilmen gerekir. Bu tür kuralları getirmeyip suç oranın aynı şekilde devam etmesine göz yuman yetkililerde suçludur ve cezalandırılmalıdır. İşte bu sebepten ötürü sert kanunların gelmesini ve idamı destekliyorum. Mahkemelerde tecavüzden yargılanan suçlu sayısı mahkemelere sığmıyor. Aynı suçtan daha önce yargılanmış suçluların her seferinde kefalet parasıyla veya delil yetersizliğinden tekrar serbest bırakılması sonucunda bu sapık insanlar çocuk parkları gibi yeni sahalar bulup daha tedbirli bir şekilde yakalanmadan suç işliyorlar. Özetlemek gerekirse, suçlulara hükümet tarafından açık bir pazar sunuluyor. Ülkemizi yöneten ve aldıkları maaşı hak etmeyen insanlar tarafından karar verilen yargı sisteminin sübyancılığa müsaade ederken, idamın olmasının doğru olmadığını belirtiliyorlar. Arka çıktıkları düşünce ise Müslüman ülkesinde idam denen bir olgu olamayacağı. Konu din ise, Müslümanlıkta tecavüz yasak değil mi? 100 yıl önce Osmanlıda tecavüz eden hadım edilir, hırsızlık yapanın eli kesilirmiş. İste benim istediğim sistem bu. Medeniyetle birlikte suçlara göz yumar olduk. Tabi ki bazı suçları da objektif değerlendirmek lazım… Örneğin; eşini öldüren adamı öldüren kişiye fazla ceza verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü adaleti hükümet yerine kendi getiriyor. Eminim ki bu tarz bir sistem sayesinde ölüm, tecavüz ve hırsızlık ve benzeri suçlar azalacaktır. Tecavüz edip şehirden iki ila üç kilometre uzağa bedenini fırlatan insanlar dışarıda serbest ise bu yargı sisteminde bir sorun vardır zaten. Her an birinin saldırma tehlikesi olma ihtimaliyle yaşayacak kadar düşmüş durumdayız. Sadece çocuklar değil yetişkin bayanlarda sokaklarda bile tetikte geziyorlar. “ Şu adama fazla yaklaşmayayım” gibi etrafı kolaçan ederek gezen bayanların bu şekilde bakma sebepleri ise yargıya ve insanımıza güvensizlikten kaynaklanıyor. Haklılar çünkü her şekilde onlar zarar görecekler ve suçlu ya kaçacak ya da kamera kaydı olmadığı için delil yetersizliğinden serbest bırakılacak. Maalesef ki suçlular yargılandıktan sonra serbest kalıp arsızlaştığı için onları korkutacak, yapmamaya sevk edecek, olasılıkları düşündürtecek ve hayatlarının geri kalanına mal olacak bir yol lazım halkımıza. Bu yol öyle bir yol olmalı ki, suçlu mağdurun çektiği acının katlarını yaşasın. Annelerimizi, kızlarımızı ve kardeşlerimizi yedi yirmi dört bu sapıklardan nasıl koruyacağız? Liselerin önünde kendinden on beş yaş küçük kızları dikizleyenler, otobüste cinsel istismarda bulununlar ve sayamayacağım kadar fazlası sadece tek bir yolla durdurulabilir: idam… Mustafa Emin Tos Öznenin Bakış Açısı Üzerine Jean Paul Sartre 1961 yılında Roma’da bir konferansa çağrılır. Marksistlerin çoğunluğu oluşturduğu bu kitleye “öznellik” üzerine uzun bir konuşma yapar Sartre. Marx’ın, Hegel’in diyalektiğinin tam tersi olarak kurduğu diyalektik materyalizmin tartıştığı meselelerden biri olan öznelliğe Sartre tarafından bir bakıştır bu konuşma. Öznellikten ne anladığımızı kendimize sormalıyız öncelikle. Neler öznel olabilir? Hangi meseleler özneden bağımsız olmalıdır? Bana kalırsa öznenin fikirlerinden bağımsız bir konu düşünülemez. Toplumun daha düşük IQ puanlarına sahip bireyleri için “fikir” yerine genellikle “çıkar” kelimesi tercih edilir, ama bilinmez ki o insanların tek suçu kendi çıkarlarına düşünsel birer kılıf hazırlayacak meziyetlere sahip olmamalarıdır. Karar alma mekanizması için konuşacak olursak; Sartre, öznellik konusunda bize toplumun doğrularından bahseder. Eğer yeterince özgüvenli değilseniz ve kararlarınızda önceliğiniz bariz şekilde sizin iyiliğiniz olamıyorsa, çoğunluğun seçeceği davranışı uygularsınız. Çocukluktan beri insan beynine kodlanan ahlâk bunu gerektirir. Cinayet işlemek, çalmak, tecavüz etmek gibi eylemlerin yapılmaması gerektiğinin apaçıklığını bir kenara koyacak olursak; ahlâk aslında bir kısıtlamadır. Nasıl yaşanması gerektiğini değil de nasıl yaşanmaması gerektiğini söyler daima. Bize sadece yanlış yolları sunar ve bunları doğrularla berabermiş gibi göstererek bizi bir labirentin içine bırakır. Ona her içten sarılış, çıkışları kapatan yeni bir tuğla olur. Birey olmaktan çıkıp toplumdaki silik herhangi bir karartı olduğunuzdaysa sarı rengini sevmeyi, subjektif davranabilme özgürlüğü sayarsınız. Öznel düşünceyi en çok harekete geçiren konunun güzellik olduğunu çoğu insan kabul eder. Peki güzellik kavramında kişisel zevklerimize ne kadar yer var? Dikkat ederseniz güzellik anlayışı toplumla beraber evrilir. Her 10-15 yılda bir değişmekle beraber daima dünya çapında bir seks ikonu olmuştur. Televizyonla beraber hayatımıza giren bi ikonlar bizim güzellik algımızda büyük rol oynar. Marilyn Monroe bunun en iyi örneklerindendir. Onun vücuduna duyduğu özgüven sayesinde kadınlar uzunca bir süre kilolarına daha az özen gösterebildiler. Televizyondan çok öncesinde bile toplumsal düzeyde kabul gören güzellik kıstasları vardı. Mesela kilolu kadınlar kışın yatağı daha sıcak tutacakları için revaçtaymış bir zamanlar. Bazense toplum kusursuz güzellikten sıkılıp farklıya yöneliyor, Audrey Hepburn ve kalın kaşları gibi. Tüm bunlara rağmen erkeğin genetik kodunda olan tek sabit baştan çıkartıcı vardır, o da soyunu devam ettirebilecek doğurgan kalçalar. Belli başlı bölgesel istisnalar haricinde, dünyanın hemen hemen her yerinde benzer beğeniler oluşturan bir kuvvet var sanki. C. Gustav Jung’un toplu bilinçaltı teorisi burada devreye giriyor. Bizler kendi elimizle döngüler kurup kendi kendimizi mahkum etmek konusunda o kadar başarılıyız ki süper egolarımızı birleştirip kontrol edilemez bir hâle getirmişiz. Ben, öznel olduğunu varsaydığımız düşüncelerimizin birçoğunun bu kolektif bilinçaltından çıkıp gelmiş fikirler olduğunu düşünüyorum. Bu dünyadan o kadar fazla insan gelip geçti ki söylenmemiş bir söz, yürünmemiş bir yol ya da düşünülmemiş bir fikir kalmadı nerdeyse. Özgün olma şansımız her geçen gün daha da azalıyor. Özgürlük ve kendin olma kavramları birer uyuşturucudan ibaret artık. Özgür olamayacak kadar bağımlı, özgün olamayacak kadar sıradan ve birey olamayacak kadar toplumuz. Sadece kendimize ait düşünce ve beğenilerimizin olduğu sanrısı, ego mastürbasyonundan ibaret. Pek de bir önem arz etmeyen konularda düşündüklerimiz bizi tanımlamaz. Aynı zevklere sahip bir diğer insanın varlığından duyulan istemsiz rahatsızlığın sebebi de sıradanlığın yüzümüze tokat gibi çarpışıdır. Bu söylenenlerin ışığında önemli olan toplumsal zevkleri olabildiğince yukarı taşımaktır, gökyüzünü sevmek gibi hep birlikte. Sezen Buse Özgür 21400525 Üşüyordun Michelangelo’nun hemen karşısında yatıyordun, huzursuzdun, ona öyle çok saygı duyuyordun ki, eminim o yatarken sen başında nöbet tutmak isterdin, ama yatıyordun işte, ölülerin elinden anca yatmak gelirdi. Yüzlerce mum arasında üşürken gördüm seni. Santa Croce’deydin, evimin hemen arka sokağında. Bisikletimle şöyle bir şehri turlayım derken önünde durduğum o mükemmel katedralin içinde ikinizin ve tanımadığım nicesinin yattığını hiç tahmin edemezdim. Tanık oldum onlara sayın tanık, keşke kim olduklarını daha iyi bilerek yaksaydım mumu mezar başlarına, Müslüman’ca. Bölüme katkısı olur da belki bir şeyler öğrenirim diye başlamıştım Da Vinci’nin hayatını okumaya, icatlarını araştırmaya. Paralar verip almıştım, yıllarca belinde gezdirdiği not defterinin kitaba dönüştürülmüş halini. Geceler verip ölçmüştüm altın orandaki Tanrının ellerini. Hayatının anlatıldığı diziye merak salmıştım bir ara da: “Da Vinci’s Demons” (Da Vinci’nin Şeytanları). Ve ona dair öğrendiğim en garip şeydi, bütün icatlarını ot çekerek yaptığı. Mimari yeteneğini alamadım ama sigaraya başladım tanık. Biliyor musun, biliyorsundur, ilk başlarda baş dönmesi yapar sigara insanda. Bulanıklaştı kafam bir bar sandalyesinde ya da kulüp masasında değil; stüdyoda çizdiğim paftalarca.i Dinimi; imanımı değil dinimi, Da Vinci sevdamla inkar ettim şişenin dibinde ve maket bıçağıyla elimi kestiğimde. Da Vinci’ydim, güya, para verip okurken ve Ankara’dayken. Ben de Floransa’ya gittim, elimde bir kitap: Machiavelli. Ciğerime sanatı çektiğimde şehrin her köşe başında ve stüdyosuna gittiğimde Da Vinci’nin, “rönesans” geldi bedenime “yeniden doğdum”. Uffuzi Galeri’de yüzlerce heykel arasında seçtim Machievelli’nin yüzünü. Tanımak çok zor olmadı, yüzünde bir Nazım vardı, bir Deniz. Yüzünde “Kandırıldık!” vardı. “En iyisini biz biliriz” diye bağıranlara kırmızı ceylan derisi koltuklardan, bir gülüş vardı. Yüzünde 80 darbesi, işkence, cumhuriyet aşığı ve özgürlük savaşçısı; yüzünde Gezi. Yüzünde kırgınlık vardı, anlaşılamamanın, özgürce bağıramamanın, bağırdığı her an yaka paça boynundan tutan bir Medici babasının parmak izi vardı. Yüzü öylesine egosuz, öylesine alçak gönüllüydü ki, tanıklık etmişti çiftliğinde bir oğlağın süt emmesine. Kovulduğu zaman Medici’ler tarafından şehrinden ve geri döndürüldüğünde “yazacaksın tarihimizi” diye yeniden, bükmüştü boynunu fakirlikten. Machievelli, yüzün adeta bir Mehmet Akif. Heykelinin eline terazi vermişler, çok adildin diye, çok güldüm, kafana da lamba yaksalardı keşke: “Çok düşünürdü!” Sayın Markulin yazmasaydı, ben okuyamazdım heykelin yüzünü, sayın tanık. Onu, ağzımda bir sigara ile selamladım Da Vinci gibi, belime defteri doladım, ülkenin haline, hukuğuna, hatta insanına küfür içindeyken. Onu, bütün hukuksuzluğum ve asla onun 400 yıl önce eriştiği seviyeye erişemeyeceğim kaygısıyla selamladım. Dolmuşta etek giyen kadına tekme atan o “adamın” bilinçsizliği ve en az onun kadar bilinçsiz hukuk düzeniyle adamı bir i Pafta: Mimari teknik çizim sunumu kağıdı dışarı salıp bir içeri alan devlet kadar şaşkın, eğildim önünde. 21. Yüzyılda bilimi teknolojiyi takip etmeyip, sosyal medyada hunharca sanki bir işe yarayacakmış gibi, bütün sisteme, devlete sayıp söven Türk gençliğinin bir örneği gibi selamladım. Sayın Markulin yazmasaydı, selamlayamazdım ben o heykeli, dikemezdim mezarına bir mum. Minnettarım, fakat bir yerde yanlışı var. Medici’yi hayli diktatör yazmış Markulin! Evet, Machievalli bir cumhuriyet aşığıydı ve İtalya’nın şehir devletlerinin birleşip tek bir devlet olmasından yana olduğu için, şehre hüküm süren Medici ailesi tarafından susturuldu fakat Medici’ler olmasaydı, insancıl düşünce şehre hakim olamazdı, sanatçı ve hukukçu diye bir şey olamazdı, rönesans olamazdı, “Sen kimsin çocuk gel de anlat sanatını, seni destekleyelim, çağ atlayalım.” diye Da Vinci’yi çağıran bir Guliano olamazdı, Da Vinci’nin yanında daha çocukken çıraklık yapıp devlete bu denli yakın olan Machievelli olamazdı. Markulin’e asıl Erdoğan’dan bahsetmek gerek. KAYNAKÇA Markulin, Joseph, ve Leyla İsmier Ö zcengiz. Machiavelli: Bir Rönesans Romanı. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2014. Kerem Serdar Ecevit Duvarları Yıkmak İnsanlar arasındaki iletişim bazlı bütün sorunların kaynağı ön yargı. Hatta ön yargı olarak adlandırmayacağımız sorunlar bile ön yargı tabanlı. Ön yargılı olduğumuz için konuşmuyoruz, konuşamıyoruz, anlaşamıyoruz birbirimizle. Birinin dış görünüşüne, görüşüne, yaşına kısacası aslında kişiliği ile alakası olmayan ama bizim öyle zannettiğimiz özelliklerine takılıp kalıyoruz. Nedense o kişi hakkında değişik düşüncelere kapılıyoruz hatta bazen ondan korkuyoruz. Ön yargılarımız arttıkça iletişimimiz zayıflıyor. İletişimimiz zayıfladıkça da toplumumuz çöküyor. Neden ön yargılıyız? Ön yargılı olmak bir içgüdü mü yoksa toplumun bize kazandırdığı bir özellik mi? Bence ikisi de. İçgüdüsel olarak bize zarar verebileceğini düşündüğümüz insanlardan uzak dururuz, çok normal bir şey bu durum. Fakat kimin bize zarar verip kimin vermeyeceğini nasıl anlıyoruz? Ön yargılı yaklaştığımız kişiler gerçekten korkmamız, uzak durmamız gereken kişiler mi yoksa toplumda yerleşmiş basmakalıplardan dolayı mı böyle düşünüyoruz? Bence ikincisi. Ben büyük şehirde büyümedim. Yani her tip insanı tanımadım. Farklı ırklardan, farklı düşüncelerden, farklı dinlerden… Tabii farklı insanları tanıyamayınca, gerçekte nasıl birileri olduklarını kendi gözlerinizle göremedikçe toplumdaki genel algı neyse onlar hakkında sizin düşünceniz de o oluyor. Genellikle de negatif oluyor bu düşünceler, bizden olmayanı dışlamaya çok alıştığımız için. Mesela Bilkent’e gelmeden önce ateist veya farklı dini görüşe sahip insanları öcü olarak görüyordum. Elimde olan bir şey değildi bu. Etrafımda hiç yoktu onlardan bu yüzden bana ne anlatılırsa onu alıyordum. Fakat buraya geldikten sonra gördüm ki hiç alakası yokmuş. Hatta tam tersi olan durumlar bile olabiliyormuş. Peki, ön yargılı olmamızın bize bir zararı var mı? Ya da genel olarak topluma? Zannettiğimizden de fazla zararı var. Bugün tartışmaların, kavgaların, anlaşmazlıkların çoğu ön yargılarımız yüzünden. Farklı bir etnik gruba mensup olan komşumuza yan gözle bakıyoruz. İnsanların sadece giyimine bakarak onlar hakkında fikir sahibi oluyoruz. Birkaçı sorun çıkardı diye zorunluluktan ülkelerini terk eden mültecilere insan gözüyle bakmıyoruz. Mesela Jafar adlı kısa filmde hastanede bir aile kızlarını bir mültecinin yanına oturtmuyorlar, uzak tutuyorlar. Sonra anlaşılıyor ki kızlarını uzak tuttukları o mülteci aslında kızlarının ilik donrü imiş. Tanımadıkları, fakat minnet duymaları gereken bir insandan hiçbir sebep yokken nefret ettiler. Sonuç ne oldu? Utandılar, kızardılar, pişman oldular… Bu kadarla da sınırlı değil ön yargılarımız. Farklı bir siyasi görüşe sahip olduğu için insanları dışlıyoruz. Sonra ne mi oluyor? Birbirimizden nefret ediyoruz. Birbirimizden nefret ettikçe kutuplaşıyoruz. Kutuplaştıkça da hep beraber bir uçurumun kenarına doğru sürükleniyoruz. Bazılarının da işine geliyor bu durum. Birbirimizden nefret etmemiz çok hoşlarına gidiyor. Sonra iç savaşlar, mezhep savaşları çıkıyor ve biz nefret ettiğimiz insanları öldürürken kendimizi de öldürüyoruz. Öldürdükçe daha da nefret ediyoruz. Aramızdaki duvarları nasıl yıkacağız? Hani şu birbirimizden nefret etmemizi sağlayan duvarlar. İlk olarak korkularımızı yenmemiz lazım. Ön yargılı olduğumuz kişiyle konuşmamız lazım. Karşı olduğumuz fikirleri okuyup anlamamız lazım. Kendimize “Neden?” sorusunu sormamız lazım. Neden ben bu insanlardan nefret ediyorum? Neden bu insanlar benim nefret ettiğim şeye inanıyor, o şekilde yaşıyorlar? Kısacası empati yapmamız lazım. Ayrıca izole olarak yaşamamamız lazım. Bir grubun bir mahallede diğerinin diğer mahallede yaşıyor olmaması lazım. Ne kadar iç içe girersek o kadar hızlı yıkarız duvarlarımızı. Sadece kendimiz gibi olanlarla arkadaş olursak hiçbir zaman “farklı” olmanın ne demek olduğunu anlayamayacağız. Yani farklı insanları tanımamız lazım. Çünkü “biz” bunları yapmadıkça “onlar” da yapmayacak ve birbirimize olan nefretimiz artarak devam edecek. 80 Darbesi mesela. Sağcılar bir yerde solcular bir yerde. Birbirlerinin aralarına girmediler. Birbirleriyle arkadaş olmadılar, olamadılar. Birbirlerini anlamaya çalışmadılar. Anladıklarında ise iş işten çoktan geçmişti. Kısacası, eğer huzurlu bir toplumda, barışın hâkim olduğu bir Dünya’da yaşamak istiyorsak başlamamız gereken yer ön yargılarımızı yıkmak. Ön yargılarımızı yıktıkça insanları daha iyi anlamaya ve onlarla daha iyi iletişim kurmaya başlayacağız. Nefretimizi bileyip, sevgimizi artıracağız. Her konuda fikir sahibi olmayı bırakacağız ve daha mütevazı olacağız. İnsanları dışlamayı bırakıp onlara değer vermeye başlayacağız. Yani “insan” olacağız. Mutlu Çelik Ta Kanarya Adalarından Bir Tatlı Gülümseme Sebebi Bu fotoğrafa baktığınızda muhtemelen ilk düşündüğünüz şey güzel bir tatil yerinde çekilmiş bir manzara fotoğrafıdır. Aslında bir bakıma öyle de denebilir; dünyanın en güzel tatil yerlerinden biri olan Kanarya Adaları'nda bir evin balkonundan çekilmiş bir fotoğraf bu. Pekçoğunuz internette görseniz belki bir on beş, yirmi saniye üzerinde durur geçersiniz ama anlamı bir başkası için çok daha büyük olabilir. Mesela Kanarya Adaları'nda yaşayan ama Türkiye'ye Erasmus programı için gelmiş ve üç aydır adasının özlemiyle yaşayan biri muhtemelen duygusal olarak çok daha yoğun şeyler hisseder bu fotoğrafa bakarken. Belki bu çok özel bir örnek oldu ama nihayetinde ihtimal dahilinde. Ben, sizin için ya da bir başkası için farklı anlamlar ifade edebilecek olan bu fotoğrafı, son yazım olmasının da verdiği güvene dayanarak biraz bencilce davranıp; bana neler hissettirdiğini, beni hangi hayallere ve hatıralara götürdüğünü anlatacağım. Fotoğrafa baktığımda hissettiğim ilk şey hiç şüphesiz, hasret. Bu muhtemelen herhangi birinizin hissettiklerinden oldukça farklı çünkü ben bu fotoğrafta palmiye ağaçlarını ya da denizi görmüyorum, bu fotoğrafa baktığımda tek gördüğüm uzun ve dalgalı saçlarını sağ yanına ayırmış, gülümseyen bir İspanyol güzeli ve onun hatıraları. İşte bu yüzden bu fotoğrafa sadece bakıp geçemiyorum. Sanki palmiye ağaçlarının yapraklarını sayar gibi uzun uzun hatıraları sayıyor ve onlarda kayboluyorum ve bu kaybolmuşluktan çıkar çıkmaz kendimi masanın başında yazı yazarken buluyorum. Kimi zaman bir hastanenin acil servisinde bir sedyenin başında beklerken tercümanlık yapıyorum; kimi zamansa bir akşam yemeğinde, salonun en güzel kızıyla dans ediyorum ve tatlı bir melodi çınlıyor kulağımda. Bazen bir anda kendimi bir sokakta buluyorum, yanımda yine o. Dakikalarca yürüyoruz bomboş sokakta, yanyanayız ama sanki bir o kadar uzağız; hiç konuşmuyoruz, bir tek kelime bile etmeden yalnızca yürüyoruz. Allah’tan o arada bir araba geçiyor da sessizlik bozuluyor. Tam sitem edecekken bir anda gülümsemesi geliyor aklıma ve susuyorum. Her şey boğazımda düğümleniyor ve sadece ona bakıp içimden “en azından yanımda” diye geçiriyorum. Sonra bir iç çekerek tekrar kendime geliyorum, tam defteri kapatıp yazımı bitirecekken gözüm fotoğraftaki sonu görünmeyen denize takılıyor. İşte kaybolmak için başka bir neden daha; bu sefer hatıralara gerek bile kalmıyor, sadece iki siyah göz ve sevgi dolu bir bakış. Birini gerçekten sevmiş olan herkes bilir bu hissi, sizi bir anda dünyanın en mutlu insanı yapmaya yeter o bakışlar, bütün dertlerden uzaklaşır, bulutların üstünde sadece o anı yaşarsınız. Tam bu anı yaşarken ve mutlu hissetmeye başlamışken, o can yakan soru tekrar belirdi zihnimde: Acaba bu gözlere tekrar böyle özgürce bakabilecek miyim? Sonu çok karanlık bir soru, hiç sormasam daha iyi belki de. İnsanın inanacak hayalleri olmadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var ki; o yüzden sadece o hayallerin gerçekleşme ihtimali bile sizin yaşama dair bir inancınız olmasını sağlayabilir. Elbette bu hayatın sadece çok küçük bir kısmı. Ama yıllardır üzerine kitaplar, şiirler yazılmasına; filmler çekilmesine rağmen, bütün tazeliğiyle hâlâ en çok konuşulan kısmı. Siz sadece bir on, on beş saniye bakıp geçtiniz bu fotoğrafa ama gördüğünüz gibi birisi dakikalarını, saatlerini ayırmasına rağmen yine de geçemedi. Umuyorum bencil davranıp, fotoğrafı bireyselleştirdiğim için bana kızmamışsınızdır ama açıkçası bunları ben yazmadım, bu fotoğrafı çeken ve aynı zamanda o evde yaşayan kişinin bende bıraktıkları tarafından yazdırıldım. Yine de şöyle bir yazıya baktığımda çehremdeki bir tatlı gülümseme sebebi olarak tanımlayacağım bir yazı olduğunu düşünüyorum. Belki de bundan sonra fotoğraflara çok daha farklı açılardan bakma sebebim oldu bu fotoğraf, size de gönülden tavsiye ederim. Kinyas ve Kayra Üzerine Modern Türk Edebiyatının önemli yazarlarından bir isim ve bu isim kitaplarındaki derin kurgularıyla okurunu içine çekecek kadar güçlü bir kalem; Hakan Günday. Yazar 2000 yılında ilk romanını, Kinyas ve Kayra’yı yazmış. Buna rağmen Günday “İlk kitaptır, hataları çoktur, daha çok yol alması gerekir” tarzındaki düşük beklentileri tamamen haksız çıkartıyor. Günday derin bir birikimin üzerinden geçmiş ve günlük hayatımızdaki paradoksları, sorunları zengin bir anlatım dili ve tasvirleriyle biz okuyucularına sunmuş. Kitabı elime ilk aldığımda beni iki insan başına benzeyen ve bu dilleri zehirli birer yılanı anımsatan bir kapak karşılıyor. Bu noktada aslında kitap hakkında az da olsa düşüncelere sahip oluyoruz. Kitap okurken bazı bölümleri tekrar okumak isteyeceğimiz kadar derin anlamlara sahip, her bölümü her sayfayı sindirerek okumakta fayda var. Tüm bunları ise Günday’ın o etkileyici ve zengin anlatımına borçluyuz. Hepimizin gençlik yıllarında –ki ben şuan o yaşlardayım- içimizden geçen ama bir türlü dillendiremediğimiz, dillendirsek bile gerçeğe dönüştüremediğimiz bir hayalden bahsediyor kitap; her şeyi bir kenara bırakıp gitmek. Kinyas ve Kayra 30’lu yaşlarına merdiven dayamış iki çocukluk arkadaşı ve bu iki arkadaş yaşama dair tüm inançlarını kaybedip, yaşadıkları düzeni yok etme çabasına giriyorlar. Karakterlerimiz akıllarına esen her şeyi yapan, duygularını kaybeden, her ne kadar aralarında anlaşmazlıklar ve zıtlıklar çıksa da birbirlerini tamamlayan iki karakter. Kinyas ve Kayra kaybettikleri inançlarından dolayı kin ve nefretle doluyor ruhları. Bu ruh hali ise onları pis ve kötü işlere bulaşmalarına sebep oluyor. Uyuşturucu, kumar, cinayet... Bir gün ansızın her şeyi bir kenara bırakıp, ailelerini, ilişkilerini, okullarını düşünmeksizin gidiyorlar. Birçok ülkeyi gezen, hatta bir süre oralarda yaşayan ikilinin hikayesinin ortak kısmı Afrika’da geçiyor. Günday gerçekten de yaratmış olduğu mükemmel felsefe ile okuyan herkesi derinden düşünmeye, hatta bir süre sizi farklı bir yaşam şeklini düşünmeye sürüklüyor. Kitabı okurken aslında birçok suçun nasıl olduğunu, nasıl bir hisle işlendiğini merak ederken buluyorsunuz kendinizi ve işte tüm bunlar belki de içimizde olan suça ve suç işlemeye yakın olan yanımızın olduğunu yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor. Kitabı okurken acaba Kinyas’a mı yoksa Kayra’ya mı daha yakın bir kişiyim diye düşünmekten alamıyorusunuz kendinizi. Onlar gibi siz de hayatınızı, çevrenizdekileri, dünyayı ve bu düzeni sorgulamaya başlıyorsunuz. “Düşüncelerimizi anlatabilmek için yeterince kelimenin bulunmaması' gibi fazla gerçekçi gözlemleriyle boğazınızın düğüm düğüm kalmasına sebep olan, tüm ruh hastalıklarını içinde barındıran bir kitap. Romanımız o kadar çok düşündürüyor ki düşünmekten beynimizdeki hücrelerin varlığını hissetmeye hatta ölüm çığlıklarını duymaya başlarsınız. Okuyan birçok kişide aynı etkiyi bırakan romanımız, bazı okuyucuları tarafından “Kara kitap” ve “Derin bir kuyu” olarak tanımlanıyor. Tüm bunların yanında kitap hakkında açılmış dava bile olduğunu öğrendim, sebebi ise beni pek şaşırtmadı; kitabın intihara sürüklemesi. Bana göre ise intihara sürükleyen değil ama düşünmeye zorlayan bir kitap Kinyas ve Kayra. Kendine has anlatımı, felsefesi, isyanı, küstah tespitleri, yüreğe oturan acı lafları bize 500 sayfanın üzerinde eşlik ediyor. Kitabı bitirdikten sonra ise kendimize şu soruyu sorarken buluyoruz; Hakan Günday nasıl bir feleğin çemberinden geçmiş de yazmış acaba bu kitabı? Ve bir bomba haber daha! Yazarın bu kitabı 24 yaşında yazdığını öğreniyorum ve kendisine olan hayranlığım bir kat daha artıyor. Günday, insanın her şeyi kendi isteğiyle yıkıp oluşturabileceğini, yolları ve yol ayrımlarını çok güzel çizmiş. Kaybolmuş iki karakterin konuşmalarıyla sorgulanması gereken gerçekleri ve evreni sermiş okuyucularının önüne. Kinyas ve Kayra okumaya ve hatta bazı cümleleri sesli olarak tekrar etmeye değecek bir kitap. Bitirdikten sonra yazarın diğer kitaplarını da okumak isteyeceğinize ve hatta “keşke daha önce okusaydım ve Hakan Günday ismini tanımış olsaydım” diyeceğinize eminim. Sahte Dünyadan Gerçeğine Günaydın Truman! Tüm insanlar hep bir ağızdan selamlıyor Truman’ı . O uyandığında saatin kaç olduğu ve nerede oldukları önemli değil onlar için. Her ne olursa olsun Truman’ı izlemeliler. 1998 yapımı film daha o zamandan bizlere 21. yy televizyonu hakkında haber veriyor. Televizyon evlerimizin vazgeçilmezi haline geldi artık. Neredeyse evimizin bütün odalarında bir televizyon var. Tüm aile oturup onun başında harcıyoruz saatlerimizi ; dizilerle, reality showlarla, evlilik programları ile yaşıyoruz. İnsanların özel hayatlarının an be an kayda alınıp tüm dünyaya yayımlandığı reality showlar, ahlak fukarası, kalitesiz, gözü para puldan başka bir şey görmeyen insanların hep birlikte eş aradığı evlilik programları, kimin kiminle olduğunun belli olmadığı, yedisinden yetmişine tüm halkın manevi değerlerini esnettikçe esneten sonra ortada ahlak namına bir şey bırakmayan pembe diziler… Hepsi bugün beş dakika dinleneyim diyerek başına oturduğum televizyonda karşıma çıkanlar. Ancak bu beş dakikalarım birkaç saatlere kadar çıktı ta ki televizyon beni şuursuzlaştırana dek. Benim için, bizim için bir vazgeçilmez haline geldi. Anne ve babalarımız “Aman dışarı çıkmasın tehlikeli “ diyerek televizyonun önüne oturttular, böyle oyaladılar bizi . Öyle ya yoksa nasıl başa çıkabilirlerdi bizimle. Sonra kendi çocuklarından ve yeni nesilden şikayet etmeye başladılar ama hepimiz bunları televizyondan öğrenmemiş miydik? Televizyon bana sahte bir dünya kurup neyi nasıl yapmam gerektiğini ve nasıl olmam gerektiğini öğretti. Ben ergendim o yüzden hırçın olmalı , sürekli bağırıp çağırmalıydım. Yeni yetme dedikleri yaşta sevgili edindim çünkü televizyon kıyafet değiştirir gibi sevgili değiştir dedi. Sevgi, anlamı olmayan bir şeydi önemli olan tek şey paraydı. Zengin olmak için elimden geleni yapmalıydım en iyi okullara, kurslara gitmeliydim ve en saygın şirketlerde çalışmalıydım. Arabalarım, evlerim, arsalarım olmalıydı. Olur da canım sıkılırsa alışveriş yapardım, televizyon şöyle diyordu: “Tüket!” Erkekler hakkında da çok şey öğretmişti televizyon bana. Onlara insan muamelesi yapmamalı, katı bir feminist olmalıydım. Aile ve aile değerleri, akraba bağları, eş dost bunlar taş devrinde kalmıştı. Kimseye ihtiyacım yoktu. Kendi ayaklarımın üzerinde kendim durmalıydım, kimsenin parasına, sevgisine ve dostluğuna ihtiyacım yoktu. Tüm bunların hepsi anne ve babamın beni önüne oturttuğu televizyon sayesinde (!) idi. Bir de beş dakika dinleneyim diye izlediğim televizyon programları sebep oldu tüm bunlara. Tüketimi, parayı ve ahlaksızlığı modernlik adı altında beynime pompalayan televizyon benden tamamen yeni bir ben çıkardı. Tıpkı Truman’ın yaşamı gibi sahte bir hayat yaşadım. Televizyon ne dediyse ve nasıl davranmamı istediyse öyle yaptım. Sevdiklerim televizyonun sevmemi istedikleriydi. Yaşamım yalnızca para ve tüketim üzerine kuruluydu çünkü televizyonun örnek insan modeliydi bu. Aklım televizyon kumandasının tuşuna bastığım ilk gün yok olmuştu. Aklımı televizyona kiraya vermiştim, o ne derse ona inanmıştım. Hayatımdaki televizyonun bana kurduğu sahtelikten ibaretti Truman’ın dekordan ibaret olan sahte hayatı gibi. Başlarda saçma bulduğum film anlamlı bir mesaj göndermişti bana. Şöyle sesleniyordu yönetmen : “Truman gözünü dünyaya açtığı ilk günden beri kendi için kurulan bu sahte hayatı yaşıyor, o ancak yıllar sonra hayatının sahte olduğunu fark etti. Peki ya sen ne zaman fark edeceksin? Ne zaman kiraya verdiğin aklın başına gelecek de televizyonun senin için dizayn ettiği dünyadan gerçek dünyaya adım atacaksın?“ Truman filmin sonunda kendi için hazırlanmış sahte dünyanın kapısından çıkıp gerçek dünyaya adım atmıştı. Sahi ben ne zaman televizyonu kapatıp gerçek dünyaya adım atacaktım? Ne zaman televizyonun istediği insan değil de olmam gereken kişi olacaktım? Merve KİRAZ Başöz  1   Batu  Başöz   21401283   Başak  Berna  Cordan   TURK  101  –  17  –  Ödev  5   25.11.2014   Her Şeyin İlacı: Gülümsemek Gelecekte daha yüksek yaşam standartlarıyla yaşamak ve daha huzurlu olmak gibi bir hedefiniz var mı? O zaman siz de, bu hedefe sahip birçok insan gibi, sabah erken kalkıp, yorucu bir tempoda geç saatlere kadar çalışmaktasınız demektir. Daha iyi bir gelecek için çok çalışmak gerekiyor; ancak bu yeterli değil. En erken kalktığımız sabahları ve çalışmaktan uyuyamadığımız geceleri bile yorulmadan geçirebilmenin bir yöntemi olmalı. Bu yöntemi biliyorum sanırım: Gülümsemek! Öyle ki gülümsemek sadece zor anlarımızı değil, bütün hayatımızı kolaylaştıran bir eylem. Pek Yakında filmi gülümsemenin büyüsünü yaşatıyor izleyenlere. Eşinden ayrılmak üzere olan Zafer’in, senaryosu hiçbir yerde kabul edilmeyen senarist Ahben ile tanışmasıyla başlıyor film. Zafer, Ahben’in senaryosunu okuyor ve filmin yapımcısı olmayı teklif ediyor. Aynı zamanda oyuncu olan, Zafer’in eşi Arzu ise kocasının bu işin içinde olduğundan habersiz olarak, Ahben’in başrol teklifini kabul ediyor. Filmin uzun süren yapım aşamasından sonra Zafer ortaya çıkıyor ve bu filmin yapımcısı olduğunu Arzu’ya söylüyor. Film Arzu’nun Zafer’in sürprizinden etkilenip, onu affetmesiyle sona eriyor. Cem Yılmaz filmin çoğu sahnesinde izleyenleri güldürmeyi başarmış; ancak filmi izlerken anladım ki bu sefer Yılmaz’ın amacı güldürmek değil gülümsemeyi öğretmek. Film, Cem Yılmaz imzası taşıyan diğer filmlerden çok farklı. Yılmaz eğlendirmekten çok öğretmeyi ve bir mesaj vermeyi tercih etmiş bu filminde. Ben de Başöz  2   filmi izlerken bu mesajın peşinden koştum, farklı düşüncelere daldım. İnsan gülümsemeli dedim; çünkü anladım ki gülümsedikçe mutlu ve huzurlu oluyoruz. Belki de hayatta çoğu şeyin anahtarı gülümsemek! Film ilerledikçe gülümsemenin büyüsü de artmaya başladı. Önceleri birkaç saniyelik bir eylem olduğunu düşündüğüm gülümsemenin bütün güzel duygularımızın, yüzümüze yansıyan, temsilcisi olduğunu fark ettim. Öyle ki her zaman bir yabancıya mutlu olduğumuzu sözlerle anlatamayabiliriz; ancak, ister yabancı ister tanıdık, her insan karşısındakinin mutluluğunu gülümsemesinden anlayabilir. Mutluluğumuzu anlatmak ve paylaşmak istiyorsak kelimelere ihtiyacımız yok belki de. En doğru paylaşım gülümsemekten başka bir şey değil! Sonlara doğru filmdeki duygular değişiyor ve Zafer zor anlar yaşıyor. Zafer ne kadar zorlansa da gülümsemesi hiç eksik olmuyor. Ben de anladım ki, bu büyülü eylem sadece mutluluğun ve diğer güzel duyguların sembolü değilmiş. Gülümsemek bütün dertlere deva olabilecek bir ilaçmış aslında. Uykulu uyandığınız bir günü hayal edin; güne asık yüzlerle başlamanın hiçbir faydası olmayacaktır değil mi? Oysa ne kadar uykulu olsak da güne gülümseyerek başlamak bize uykumuzu unutturacaktır. Bir de yorucu bir günün ardından eve dönüşünüzü hayal edin. Hemen uyumak istemez misiniz? Uyumadan önce evdekilere gülümsemeyi ve onlarla sohbet etmeyi deneyin. Yüzünüzdeki ifadeler bütün eve yayılacak ve sizi dinlenmiş bir şekilde uykuya hazırlayacaktır. Ertesi sabah gülümsemenin dinlendirici etkisini fark edeceğinize eminim. Başöz  3   Büyülü ve faydalı olan bu eylemin bir güzel yanı daha var aslında: Gülümsemek bir aynadır. Biz insanlara gülümsedikçe onlar da tutamazlar kendilerini ve gülümsemeye başlarlar. Onlarda gördüğümüz gülümseme, yüzümüzdekinin yansımasından başka bir şey değildir aslında! Biz gülümsedikçe, bakışları ve ifadeleri çok sert olan bir insanı bile gülümsetebiliriz. “Bu bize ne kazandırır?” diye soracak olursanız, cevap çok basit: Karşımızdaki insanı gülümsetmek onu mutlu hissettirir. Mutlu olan bir insan ile iletişimde olmak her zaman daha keyiflidir, yani gülümsüyor olmak ve böylece karşımızdakinde de kendi gülümsememizi görmek, keyifli iletişimlerin başlangıcıdır. Birkaç saniyelik bir eylem olan gülümsemenin; zoru kolaylaştıran, uykumuzu açan ve bizi dinlendiren bir büyü olduğunu fark etmiş oldum Pek Yakında’yı izlerken. Siz de hayatta zorlandığınızda gülümsemeyi deneyin. Gülümsedikçe her sorunun daha     kolay çözüldüğünü göreceksiniz... Kaynakça:   http://www.imdb.com/title/tt3698408/   http://rejblog.files.wordpress.com/2014/01/smiley.jpg İlker DEMİREL 6 Aralık 2016 ANKARA Kolpa Çok sevdiğim bir arkadaşımla bir muhabbet esnasında; dağı, taşı, uçan kuşu tartışıyorduk yine geçen. Kültür nedir, gerekli midir, bir toplumu ayakta mı tutar yoksa kısıtlar mı? Kapitalizm yapay bir sistem midir, yoksa doğanın kanunu mu? İslam'ı anlamak ve yaşamak için tarikatlar faydalı mıdır, zararlı mı? Bayılıyorum böyle sohbetlere, inanılmaz bir beyin cimnastiği yaptırıyor insana ve inanılmaz şeyler katıyor. Çocukları okullarda, dersanelerde, etüt merkezlerinde pozitif bilim papağanı yapmaktan vakit ayırıp interaktif felsefe dersleri verseler ülkece çağ atlarız ya, neyse. O sırada arkadaşım bana Barış Bıçakçı'nın geçenlerde çıkan bir kitabından söz etti: Seyrek Yağmur. Kardeşim bir göz at, anlamsızlığı eleştiren bir kitap, on lira yüz sayfa dedi. O an aklım kitabın sayfa sayısı ile fiyatı arasındaki müthiş uyuma takıldı. Yüz, on'un tam katı, aynı zamanda karesi, görünüş olarak da epey benzeyen iki sayı. Sırf bu uyumu ödüllendirmek için bile olsa kitabı okumaya karar verdim, böyle de bir matematik sevdalısıyım işte. Hani öyle sıradan bir konuda değil de, ilginç bir konuda ilginç bir düşüncenizi paylaşan birini bulduğunuzda şaşkınlıkla karışık bir sevinç yaşarsınız ya, kitabın daha ilk sayfasında işte o hissi yaşadım. Barış Bıçakçı bir anlamsızlık deryasını tarif ediyordu şu sözleriyle: "Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında hiçbir şey yoktu. Çağımızın çıplak güneşi her şeyi yok etmişti, enginliği, bulutları ve kuşları... Maviyi bile yok etmişti, sonra da sırasıyla diğer renkleri, bazı sesleri, kelimeleri ve anlamları. İnsan bu yoklukta yeni bir şey söyleyemez, olsa olsa kendini tekrar ederdi" (Bıçakçı, 1). Benim de sık sık üstünde düşündüğüm bir konu bu, otururken, sokakta yürürken, etrafımdaki insanları izlerken falan. Bunu yapanın çıplak güneş olmadığı kesin ama çağımızda özellikle kelimeler, mimikler ve anlamları yok edilmişti ve bu beni aşırı derecede rahatsız ediyordu önceden. Şimdi ise sadece gülünecek bir şey hâlini aldı benim için insanların o içi boş kelimeleri, mimikleri ve tavırları. Bir düşünsenize, her gün, herkese ettiğiniz lafları. Günaydın, iyi akşamlar, nasılsın, görüşürüz, kendine iyi bak, selam söyle ve daha nicesi. Şu yazdığım kalıpları tek tek bir daha okuyun ve kendinizi bunları birine söylerken hayal edin, ardından şu soruyu sorun kendinize: Gerçekten kast ediyor muyum? Genelleme yapmayı sevmem, tabii ki bazen içten bir şekilde söylediğimiz de oluyor ama genelde sırf söylememiz gerektiği için söylüyoruz, sahte bir tebessümle beraber. Bir iş, bir görev gibi. Yapmadığınızda toplumdan dışlanacağınız bir görev. Kimseye selam vermediğimi veya yabaniliği övdüğümü falan sanmayın, benim derdim içi boşluk ile. Ya gerçekten umrunda değilse, verme selam kardeşim veya görüşmeyi düşünmüyorsan görüşürüz deme. İyi akşamlar dediğin birinin akşamının nasıl geçeceği zerre umrunda değilse, iyi akşamlar da deme. Biri bir espri yaptığında komik gelmiyorsa gülmeyebilirsin, sırf espri yapıldı diye gülmek zorunda değilsin. Veya komik bulduğun bir espriye en yüksek sesle gülmek, en çok senin eğlendiğini göstermek gibi bir zorunluluğun da yok. İşte bu ve bunun gibi binlerce sahte, şişirilmiş hareketle dolu bizim gündelik hayatımız, kolpayız. Beni yanlış anlamayın, insan düşmanı asosyalin teki falan değilim. İnsanlara selam vermeye, onlardan selam almaya, hâllerini hatırlarını sormaya, gülmeye, güldürmeye bayılırım. Benim kızdığım böyle güzel, yüce insani duyguların ve paylaşımların sıradanlaştırılması, içinin boşaltılması ve gündelik hayatın sıradan ve değersiz parçaları hâline getirilmesi. Keşke birbirine her günaydın, iyi akşamlar diyen, içten bir şekilde, gerçekten kast ederek söylese. Bunu, emin olun en çok ben isterim.Kaynakça: Bıçakçı, B. Seyrek Yağmur. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016. Cansu Süt 21601682 Kelebeğin Kanatları Fransız filozof Simone de Beauvoir, modern toplumlardaki kadın algısını şöyle özetler: “Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra, uçamıyor diye yakınıyoruz” (635). Geçen cuma okul çıkışı arkadaşlarımla sinemada izlediğim Gizli Sayılar adlı film, Beauvoir’ın bu fikrini sorgulamama sebep oldu. Eskiden ben de tıpkı Beauvoir gibi biz kadınları eve hapsederek sosyal ve ekonomik hayattan soyutlayanın ataerkil toplum yapısı ve cinsiyet rollerine dair değer yargıları olduğuna inanıyordum. Bu filmi izlerken fark ettim ki kadınlar aslında dış etkenler tarafından değil, kendi zihniyetleri tarafından sınırlandırılıyorlar. Benim gözlemlerime ve bilgilerime göre kadının yerinin kocasının yanı, görevinin ise çocuk doğurup ona bakmak ve evini çekip çevirmek olduğu düşüncesi tüm toplumlarda nesiller boyu aktarılıyor annelerden kızlarına. Yaşama bakış açısı bu düşünce ile sınırlanan bir kadının kendi seçim yapma özgürlüğünü kendisinin kısıtlaması kaçınılmaz oluyor elbette. Denilebilir ki biz kadınlar, kendimizi kalıplara sıkıştırıp bir nevi kendi kanatlarımızı kendileri kesiyoruz. Kadının toplumda nasıl bir rolü olması gerektiğine dair fikirlerimize şekil verenin genel anlamda kabul görmüş değer yargıları olduğunu kabul ediyorum. Nitekim bireyler ve topluluklar ile ilintili tüm görüşlerimize yön verenin bu değer yargıları olduğu su götürmez bir gerçek. Ancak bana göre şu da bir gerçek ki değer yargılarımız eğilip bükülemeyen oluşumlar değil, aksine oldukça dinamik ve değişime açık unsurlar. Ulusların tarihlerine baktığımda görüyorum ki toplumların düşünsel açıdan gelişimi zamanın akışı boyunca dur durak bilmeden devam etmiş ve bunu müteakiben oldukça sağlam görünen değer yargıları da şekil değiştirmiş. Benim bundan yola çıkarak vardığım sonuç, kadının toplumsal rolüne dair tek yönlü bakış açımızın değişmesinin mümkün olduğu. Ancak bence bu değişimi yalnızca biz kadınlar başlatabiliriz. Çünkü benin düşünceme göre kadınların sosyal ve ekonomik hayatın dışında kalması karşı cinse mensup kişilerin büyük bir çoğunluğunu memnun ediyor. Nitekim biz kadınların toplumda daha aktif roller alması, erkeklerin gücüne ortak olmamız anlamına geliyor bence. Ve doğal olarak gücü elinde tutanlar onu paylaşmayı hiç istemezler, zira güç elde etme ve onu elinde tutma isteği tüm insanların, hatta belki tüm canlıların ortak özelliğidir. Bu sebeple erkeklerin şimdiki toplum yapısını ve bu yapının getirdiği değerleri değiştirmeye isteksiz olmasını mantıklı buluyorum. Ve yine bu sebeple değişim yönünde ilk adımı biz kadınların atmasının bir zorunluluk olduğuna inanıyorum. Düşünüyorum da, bizim tek yapmamız gereken toplumsal ilerlemeyi başlatacak bir kıvılcım çıkarmak. Bunu başarabilirsek eğer, cinsiyetlerin eşit kabul edildiği bir toplum yapısına doğru kolektif olarak hızla ilerleriz bana göre. Peki, bir toplumu değişime itecek kıvılcım nasıl ortaya çıkar? Bu soruya cevap vermenin çok da kolay olmadığını biliyorum. Ama şunu biliyorum ki kendini değiştirmeye cesaret edemeyen bireylerin toplumsal bir değişim başlatması mümkün olamaz. Biz kadınlar önce kendi zihinlerimizin kalın zincirlerini kırmalıyız ki toplumun pas tutmuş, çağın gerisinde kalmış kalıplarını yıkıp yerine kadın ile erkeğin eşit olduğu değer yargısını koyabilelim. Zihinlerimizi özgürlüğe kavuşturmanın tek yolu ise okumak ve düşünmek bana göre. Toplumun onlara biçtiği basmakalıp rolleri benimsemeyi canları pahasına reddeden ve kadınların erkekler ile eşit haklara sahip olabilmesi için gözlerini kırpmadan savaşan kadın aktivistlerin sıra dışı hayatlarına dair önemli ayrıntıları keşfetmenin, onların kaleme aldığı eserleri okuyup bu eserler üzerine kafa yormanın toplumsal cinsiyet kavramına karşı yaklaşımımızı baştan ayağa değiştireceğine inanıyorum. Ve bana göre bireysel temelde böyle bir değişim, kaçınılmaz olarak toplumsal bir değişimi beraberinde getirir. Nitekim toplumu oluşturan bireydir ve bireyin zihniyetindeki dönüşümlerin etkileri her zaman topluma yansır. Sonuç olarak biz kadınlar toplumun kadına bakış açısını değiştirmek istiyorsak eğer, işe önce kendimizi değiştirerek başlamalıyız. Ancak bu şekilde kalıpların dışına çıkabilir ve bizi değişimin öncüsü yapacak gücü kendimizde bulabiliriz. Kaynakça de Beauvoir, Simone. The Second Sex. New York: Knopf, 1993. Durmayan Zaman ve Önüne Geçemediğimiz Yaşlılık Zaman su gibi akıp geçiyor ve bunu hiçbir şekilde durduramıyoruz. Einstein’in görelilik kuramını da düşünürsek, zaman kimine göre yavaş kimine göre hızlı geçiyor ama bir şekilde geçiyor işte. Zaman hiç durmadan aktığına göre bu geçen zamanın her saniyesini planlanmış bir şekilde yaşamak, mantıklı olan hareket olmaz mıydı? Çoğu insan bu durumun farkında olsa da hareketleri bunun tam tersini gösteriyor. İnsanlar zamanını çoğunlukla içinde bulunduğu günün ötesini düşünmeden geçiriyor. O günü kurtardıktan sonra öbür günü düşünüyorlar. Zamanımı nasıl verimli geçiririm? Nasıl yaşarsam, ölüme yaklaştığımda pişman olmam, gibi soruları kendilerine hiç sormuyorlar. Haftalık monoton bir hayat edinmişler kendilerine onu aylarca, hatta yıllarca sürdürüyorlar. İleride neler olacak, başlarından neler gelecek, ileride nasıl hale gelebileceklerini hiç umursamıyorlar. Şu anki hallerinin sonsuza kadar devam edeceğini düşünüyorlar. Bu nedenle ileriyi düşünmüyorlar. Keşke öyle olsaydı. Keşke insanlar hiç yaşlanmasaydı. Fakat öyle bir şey olamaz çünkü insan vücudu zaman ilerledikçe bozulmaya başlar. Zaman geçtikçe hücre yenilenmeleri esnasında oluşan ve o anlık göz ardı edilebilecek kadar küçük olan hatalar, ileride bir yığın haline gelir ve bu yığın ileride sorunlar çıkarmaya başlar. Biz bu hataların belirmeye başlayıp vücut fonksiyonlarımızın arıza çıkardığı yaş aralığına kısaca yaşlılık dönemi diyoruz. Bir benzetmeyle açıklayayım. Nasıl bir araba fabrikadan çıktığı zamanki halini, zamana karşı çok uzun süre koruyamıyorsa, ileride bizi sanayilerde süründürüyorsa. Abi bunun kayışı kopmuş komple değiştirmek lazım tarzı cümlelerle canımızı sıkıyorsa. Biz insanlar da bu şekilde zamana bağlıyız ve ileride, o kadar yaşarsak, hastanelerde sürüneceğiz. Yaşlanacağız çünkü. Abi senin damarlar tıkanmış ameliyat lazım tarzı cümlelerle karşı karşıya kalıp canımız bolca sıkılacak. Bir hastalıktan kurtulmayı becerebilirsek diğerinin sırada beklediği bir dönemden bahsediyorum. Yaşlılık eminim ki kimsenin istemediği bir şeydir. Fakat bu kaçınılmaz, çünkü böyle yaratılmışız işte, zamanla dayanamıyoruz. Bazı insanlar zamana karşı koyabileceğini düşünerek ölümsüzlüğü, ebedi gençliği aramışlardır. Ne de olsa sürekli genç kalmak pek fena bir şey olmazdı. Herhalde bundan ötürü aradırlar. Fakat bu arayışlar ''biz ölümsüzlüğü bulduyduk ama ölümsüzlük formülünü rüzgâr aldı götürdü'' veya efsanevi bir ''felsefe taşından'' öteye gidemedi tabi. Olsaydı kullanırdık herhalde. En azından elimizde ölümsüzlüğü ararken tesadüfen bulunan şeyler var ve bunlar günümüz teknolojisine büyük katkı sağladılar. Elimizdeki tek sonuç bu herhalde Gençlik, insanın en güzel, en verimli, en enerji dolu çağıdır. Bu nedenle bu çağda kalınmak istenir ve bu nedenle ebedi gençlik aranmıştır, ebedi çocukluk veya yaşlılık değil. Bu çağın da ebedi olmadığı ölümsüzlüğü arayan arkadaşlarımız tarafından da kanıtlandığına göre. Bu çağdayken, yani gençken geçen zamanın kıymetli olduğunu fark edip günü gününe yaşamak yerine, sürekli aynı şeyleri yaparak geçirmek yerine, monoton hayatlarımızı sürdürmek yerine, ileride yapmadığımız için pişman olacağımız şeyleri neden yapmıyoruz. Çünkü gençlikten biraz sonra yaşlılık vardır, çok uzak değildir ve zaman hızla geçmeye devam eder. Nasıl geçtiğini anlamayız bile. İlkokuldayken bir bakmışsın lisedesin, sonra zaman geçmiş üniversite tercihleri yapıyorsun. Eğer üniversiteyi de bu monoton hayatla harcarsan geriye o yapmayı çok istediğin şeyleri yapmak için zamanın olmayacak. İş, güç, askerlik, evlilik, çocuk mocuk derken kendini aynanın karşısında kafanın tepesindeki dökülen saçlardan oluşan helikopter iniş sahasını ‘’Saç ektirerek mi yoksa perukla mı kapatayım?’’ diye düşünürken bulabilirsin. Kaynak: Aradaki 7 Fark/Göknur Gündoğan Ahmet Altunel 21301238 TURK 101-43 Şahikalar Pek Yakında, Cem Yılmaz ve kemikleşen kadrosundan beklentilerimin aksine, alışılagelmemiş türden bir senaryo ile karşılaştığım ve çok beğenerek seyrettiğim bir yapım oldu. Bu film, Cem Yılmaz’ın G.O.R.A., A.R.O.G. ve Fundamentals gösterisi gibi büyük gişe başarısı elde eden komedi yapımlarından sonra, uzun bir aranın ardından gelen ilk filmi ve hal böyle olunca da ben dahil herkesin beklentisi çok fazlaydı. Filmin gösterime girmesinin ardından elde ettiği düşük gişe rakamları, bazı kesimlerde seyirci beklentisini karşılamadığını düşündürse de, Hokkabaz filminde de olduğu gibi yalın komediden ziyade filmin bir hikâyesinin olması, yeterince güldürerek benim beklentimi fazlasıyla karşıladı. Cem Yılmaz’ın en başarılı işlerinden biri olduğuna inandığım bu filminde, yapımlarında büyük başarı elde ettiği komedi ve son dönemlerde merak saldığı dram türünü kendi tarzıyla harmanlaması, filme çok farklı ve hiç eskimeyecek bir tat kazandırmış. Film sürpriz niteliğinde bir başlangıç yaparak, bizi Türk sinemasının kaderini değiştiren ve milat sayabileceğimiz Eşkıya’nın unutulmaz final sahnesinin setine götürüyor. Seyirciyi kimi zaman düşündüren kimi zaman kahkahalara boğan, geçmişe, günümüze ve hatta geleceğe dair göndermeler yapımın her yerinde karşımıza çıkıyor. Filmin ana temasını oluşturan, yapılan yanlışlar sonucunda çıkmaza girmiş ilişkileri düzeltme ve düzgün bir ebeveyn olma yolunda atılan adımlar dramatik ama bir o kadar da komik bir senaryo ile vücut buluyor. Hatalarını fark etmiş birinin kaybettiklerini geri kazanmak ve kaybedeceklerine engel olmak için neler yapabileceğini, yaşadığı karakter değişimini oluşturulan detaylı olay örgüsü ile gözlemliyoruz. Bu gözlemler sonucunda elde ettiğimiz çıkarım, filmin bitiminde bize kalan en değerli kazanç oluyor. Başlarda da değindiğim gibi güldürmekten ziyade, filmin hayatlarımıza dokunan bir konu üzerinden ilerlemesi ve bitiminde dünü, bugünü ve özellikle de geleceği düşündürmesi, başarısız olarak değerlendirdiğimiz yapımların birçoğunda yaşadığımız en büyük boşluğu dolduruyor. Yüz yıllık sinema tarihimizde yaşanan geçişlerin bir dizi olaylar zinciri halinde seyircilere sunulmasının yanında, sinema sektörünün kanayan yarası olmaya devam eden korsan film piyasası gibi sektörel sorunlara da titizlikle değiniliyor. Hikâyenin temeli burada oluşturulduktan sonra film içinde çekilen Şahikalar isimli filmle aşk, dostluk, dürüstlük, bağlılık, yalan, kıskançlık ve güvenin ustalıkla işlendiği konunun detaylarına iniyoruz. İnsanların başarıya giden yolda emellerine ulaşabilmeleri için her şeyden önce kendilerine inanmaları ve kararlılıklarını sürdürmeleri gerektiğini son derece başarılı bir şekilde işlenen gündelik olaylar yardımıyla seziyoruz. Bunun yanında hayatın kesinlikle tek taraflı bir yolculuk olmadığını, çıktığınız yolda tek başınıza olmanın sizi bir adım bile ileriye götürmediğini, bu süreçte hedeflerinize ulaşmak için güvendiğiniz dostlarınıza, sevgilinize ve ailenize ihtiyacınız olduğunu gözler önüne seriyor. Dikkatli bakıldığında en başta çizilen kaybeden adam resmiyle de bu gibi konular için altyapının ustalıkla oluşturulduğunu ve açıkça dillendirilmeyen küçük detayların vurgulandığı görüyoruz. Her saniyesinde yaşantılarımızdan kesitler bulduğumuz filmde, hikâyenin günümüz dünyasından, bugünün gerçekleriyle, yerinde ve doğru bir biçimde ele alınıyor oluşu ve buna ek olarak komedinin bu olaylara son derece başarılı bir şekilde serpiştirilmesi film boyunca yüzümüzden tebessümün eksik olmamasını sağlıyor. Filmin seyircileri oldukça etkileyen diğer bir görkemli yönü de antika ve koleksiyonlar barındıran özenle seçilmiş iç mekânlarıydı. Oyuncuların takdire şayan performansları, hikâyeye yaklaşımları ve üstlendikleri rolleri canlandırmaktan öte yaşamaları filmin başarısını yukarılara taşımakta çok etkili olmuş. Filmin eleştirebileceğimiz en önemli olumsuz yanı ise, başlangıcından bitimine kadar daha önce hiçbir yapımda görmeye alışık olmadığımız oranda reklam barındırması diyebiliriz. Bunun dışında özetleyecek olursak, uzun zamandır rastlamadığımız ve özlediğimiz bir akıcılığı olan, seyircileri hikâye ile birlikte sürüklemeyi başaran, sıkılmadan tekrar ve tekrar izleyebileceğimiz başarılı bir yapım olmuş. AHMET EMRE ZENGİN 21400527 BİR ELMANIN YARISI Duygular ve hisler kişilere mi aittir yoksa hepsi evrensel midir? Peki kişiye özellerse empati kurduğumuzda nasıl olurlar veya empati kurduğumuzda hissettiklerimiz bize mi aittir yoksa kendimizi yerine koyduğumuz kişiye mi? Duygular, hisler, düşünceler aslında tamamen kişiye ait olan şeylerdir. Empati kurduğumuzda bile aslında o duyguları gerçek yoğunluğuyla hissedemeyiz çünkü biz sadece yaşanmış olanı düşümeye ve yargılamaya çalışırız kendimizce. Hiçbir zaman bir başkasının duygularını, onun yaşadığı yoğunlukla hissedemeyiz. In Your Eyes filminde ise bu kişiye özellik durumu çok farklı bir boyuta taşınıyor. Nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde Rebecca ve Dylan doğdukları günden bu yana iki farklı beden içinde aynı duyguları ve hisleri yaşıyorlar. Rebecca genç ve evli bir kadın. Ancak evliliği kendi güzelliği kadar güzel değil çünkü doktor olan kocasıyla problemleri var. Dylan ise hapse girip çıkmış, hayatını yeni bir düzene oturtmaya çalışan bir genç. İkisi de küçüklüklerinden beri yaşadıkları bu olaylara hiçbir anlam veremiyor ve bu duruma alışmaya çalışarak hayatlarına devam ediyorlardı ta ki o güne kadar. Rebecca ve Dylan bir yolunu buldular ve artık birbirleriyle bir ülkenin uç noktalarında olmalarına rağmen iletişim kurmaya başladılar. Rebecca Dylan’ı, Dylan da Rebacca’yı kendi gözlerinde görebiliyor, konuştuklarını sanki kendileri söylemiş gibi duyuyorlardı. Zaten öncesinden beri yaşadıkları tüm fiziki halleri hissediyorlardı ama artık bunların ne manaya geldiklerini de biliyorlardı. Gel zaman git zaman Rebecca ve Dylan dostluklarını ilerlettiler ve birbirlerinden hoşlanmaya başladılar. İkisi de hayatlarından çok fazla memnun olmayan, tam olarak mutluluğu ve kendilerini anlayan biri olmadığını düşündükleri için hayat onlara zehir gibi geliyordu. Birbirleriyle tanıştıktan sonra ise bu durum tamamen değişti. Sanki onlar dışarıdan bakıldığında iki ayrı insanmış gibi görünse de bu durumun gerçekle alakası bile yok. Onlar aynı anda kalbi atan bir vücudun iki parçası yani onlar bir elmanın iki yarısı. Sevinçleri, acıları, aşkları hepsi bir. Birbirlerinden hoşlanmaya başlamalarının ardından artık zaten beraber yaşadıkları bu hayatı birbirlerinin yanlarında sürdürmeye karar verirler. Fakat şöyle acı bir durum var ki insanlar Rebecca ve Dylan’ın akıllarını kaçırdıklarını düşünüyorlar. Hatta Rebecca’nın kocası onu engellemeye çalışır ve kaçmasına izin vermez. Tabi aşkları ve hayatlarının artık daha anlamlı olacağına inanmaları bu engelleri dinlemez ve bir şekilde kaçıp buluşurlar. İnsanlar hayatları boyunca hayatın anlamının peşinde koşarlar. Her insan için bu mana veya bir başka deyişle amaç farklıdır tıpkı hisler gibi onlar da kişilere özeldir. Bu amacın peşinde koşulan yolda, bazen insanlar işte bu benim eşim diyecekleri kişilerle karşılaşırlar. Hatta bazı insanların amacı da bu insanları bulmaktır en başından itibaren. Ben bu birbirlerini tamamlayan insanlara bir elmanın iki yarısı demek istiyorum. Bir elmanın iki yarısının birbirlerinden tek farkları sadece bir diğerinin yarısı olmalarıdır. Hatta olaya biraz daha felsefi açıdan yaklaşırsak bu farklılığın da bir tamamlayıcılık, benzerlik olduğu söylenilebilir. Her insanın bir diğer yarısı vardır ancak sadece şanslı olanlar diğer yarılarıyla birlikte olabilirler. Ve bazısı da vardır ki yarısını bulduğunu düşünürken aslında kendine ve yanındakine haksızlık etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Peki bu duruma haksızlık diyebilir miyiz? İki yarı birbirine kavuştuğunda birbirlerini adeta bir bütün gibi tamamlayabilirler mi? Cevap sessizlikten ibaret. Bazen insanlar eşlerini bulsalar da mutlu olamayabiliyorlar çünkü. Araya giren küçük anlaşmazlıklar veya yanlış anlaşılmalar, bütünlüğün devam etmesine izin vermeyerek bir çürük etkisi yaratabilir. Bu durumun sonucu ise iki tarafın da çürümesiyle tamamlanır. Kanalların Şehrinin Hikâyesi Yeni yerler görüp, farklı kültürler tanımanın birçok insanı mutlu ettiğini, insanlar gezdikleri yerleri gözleri ışıldayarak anlatırken fark etmiştim. Bu grubun içine dâhil olan bir insan olarak farklı bir yerde yeni kültürler tanımanın bizi neden bu kadar derinden etkilediğini daha önce hiç düşünmedim diyemeyeceğim. Sorduğum sorunun cevabı oldukça basit görünüyor fakat beni hâla şaşkınlığa uğratıyor. Çünkü ne zaman yeni bir yere gitsem, hiç beklemediğim bir derecede orada olmaktan, orayı ve insanlarını tanımaktan mutlu oluyorum. Uzunca bir süre farklılıklar üzerinde düşünürken bir yandan ortak yanları da incelemek, tanımakta oluyor olduğum bölgenin kendi yaşadığım çevreden farklılıklarını gözlemlemek, yaşamın ne kadar çeşitli yollardan ilerlediğini görmek her seferinde beni mutlu etmekle kalmıyor, aynı zamanda bir sürü duruma karşı bakış açımı değiştirebiliyor. Bu bakımdan Amsterdam’ı gezebilmek benim için oldukça büyük bir fırsattı ve bu şehir beni hiç tahmin etmediğim kadar etkileyen şehirlerin arasında yerini rahatlıkla aldı. Amsterdam birçok yönüyle ünlü bir şehir ama sanırım benim en çok etkilendiğim yanı mimarisiydi. Burada alışkın olduğumuzdan oldukça farklı olarak evler oldukça küçük ve aynı zamanda bitişik bir biçimde kanalların kenarına ve sokaklara sıralanmış durumdalar ve günün her saati muhteşem görünüyorlar. Tabii dışarıdan evler oldukça güzel gözükse de, binaların çoğu oldukça eski. Üstüne üstlük evler küçük tutulduğundan dolayı geniş alanlara alışkın insanlar için boğucu bir hava yaratma ihtimali olabilir. Mimari ve yerleşim bu şehrin hem güzel hem de sorun oluşturan açılarından biri olarak görülebilir fakat ulaşım konusunda insanı hayrete düşüren gelişmeler kat edilmiş. Amsterdam’ın bisikletler şehri olduğunu herkes bilir. Bu şehre biraz da bisiklet yollarını, sabahları işlerine bisikletleriyle giden insanları görme beklentisiyle gidilir. Coğrafyamızda bu ulaşım biçimini kullanmak oldukça sıkıntılı bir durum olsa bile Amsterdam’ı gördükten sonra döndüğünüzde bir sabah bisikletle okula gitmeyi istemekten kendinizi alıkoyamadığınız zamanlar oluyor. İnsanların kendi araçlarını kullanarak egzersizden kaçınma gibi bir algısı yok; şehrin her tarafında neredeyse her saatte bisiklet süren birileriyle karşılaşıyorsunuz. Böyle bir durumu algılamak belki de sadece bana zor geliyordur, belki de bu duruma alışkın olmayan herkese oldukça ilginç geliyordur fakat bisikletler bu şehrin hayranlık uyandıran ve bana göre şehrin insanlarına spor yoluyla mutluluk veren vazgeçilmez bir parçası. Şehri gezip çevreyi incelemek ne kadar güzel olsa da, Amsterdam’ın müzeleri de görülmeye değerdi. Özellikle küçüklüğümden beri müze gezmekten hoşlanan benim gibi biri için şehrin güzelliğini bir kat daha arttıran muhteşem müzelere konukluk ediyor Amsterdam. Şehir çok büyük bir şehir olmamasına rağmen, gittiğim bölgelerin hepsinde en az bir müze ile karşılaştım. Tarihi veya sırf önemli olduğunu düşündükleri çoğu şeyin yitip gitmesinden veya bir yerlerde kapalı kalmasından ziyade bunları belli alanlarda toparlayıp sergilemeyi seçmişler. Bu özellikle benim için çok hayranlık uyandırıcı bir durumdu. Ülkemizde bulunan müzelerin sayısının da çok az olduğu söylenemez fakat neredeyse her caddede sizi bir müzeye yönlendiren işaretçiler görme gibi bir durumla henüz burada karşılaşmıyoruz. Belki bu durum bir grup insan için büyük önem arz etmiyor olabilir fakat müzelerin ilgi uyandırarak tarih, sanat ve daha birçok alanda eğitim verme özelliği göz önüne alındığında, önemleri de biraz daha iyi anlaşılabilir. Amsterdam’a yılın en yoğun zamanlarında gitmemiş olmamıza rağmen müzeler oldukça kabalık idi. Bu tecrübe, bana göre, müzelerin eğitim alanındaki kapasitesinin ve potansiyel etkisinin altını çizerek müzelerin önemini gözler önüne seriyor. Şehirdeki insanlardan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Birçok farklı kültürden insanların toplandığı, meydanların akşamları kalabalık olduğu bir şehir Amsterdam. Buna rağmen elimizde haritayla gezinirken kime yol sorarsak soralım bize güler yüzle cevap veren ve yardımcı olmaya çalışan insanlar, müze girişlerinde bizimle şakalaşan görevliler, hangi trene binmemiz gerektiğini uzunca açıklayarak anlatan insanlar gibi birçok kişi bize yardımcı oldu. Yol sorduğunuzda bu kadar güler yüzlü ve yardımsever yanıtlar almaya alışkın değilseniz bu oldukça şaşırtıcı bir deneyim olabiliyor. Şehrin başka bir ilginç yanı ise neredeyse herkesin akıcı bir şekilde İngilizce konuşabiliyor olması idi. Yol sorduğumuz gencinden yaşlısına birçok insan bize akıcı bir biçimde cevap verdi ve sanırım bizimle iletişim kuramayan herhangi birini hatırlamıyorum. Bu durum Amsterdam’ın birçok farklı kültürün kaynaştığı bir şehir olmasından, burada yaşayan insanların eğitim ve kültür seviyesinden kaynaklanıyor tabii. Bu açıdan düşününce şehrin kültürel yapısına gıpta edilebiliyor fakat şehrin elde ettiği çoğu özelliğinin de sıkı bir çalışmanın sonucu olduğu gözlemlenebiliyor. Amsterdam beklendiği gibi bana farklı bir kültür ve farklı yaşam biçimleri sundu ama beni sadece farklı olmasıyla değil, bir bütün olarak etkiledi. Ülkeme döndükten sonra oradaki yaşam biçimiyle buradakini karşılaştırırken bulduğum benzerlikler ve farklılıklar bazen komik, bazen ilginç, bazen de düşündürücü özellikleriyle saatlerimi meşgul etti. Fakat bu saatlerin oldukça verimli sonuçlar çıkardığını ve bana yeni bakış açılarını kazandırdığını düşünüyorum. Amsterdam’ı gezmek benim için unutulmaz bir deneyimdi ve bu deneyimi bir kenara koymak yerine kendi hayatımla kaynaştırmak bana yeni şeyler katarak ufkumu biraz daha genişletti. İleride bir kez daha görmek istediğim bu şehirle ilgili anılarım, oldukça net bir biçimde, benimle uzun bir süre kalacak gibi hissediyorum. Başak Çiğdem Özcan ! Ayşe Hüma Türkmen ! Seda Uyanık Tanrıverdi ! Türk 101- 56 ! 8 Ekim 2014 ! ! Şah ve Mat! ! Yazıma kitapla aramda geçen küçük macerayı anlatmakla başlamak isterim. Kitabıma kavuştuğum yer burası: Ankara. (Onu benim için daha değerli kılma nedenlerinden.) Daha aldığım ilk günün talihsizliği, kitabı sınıfın birinde unutmuşum ve üstüne kilidi vurup gitmiş zalimler. Olanların farkına varmam uzun sürmedi. “Hangi sınıftı ?, Anahtarlar kimde ?, Güvenlik ofisi nerede ?” sorularının ardından güvenlik görevlisine kapıyı açtırmama kalmadan “20 kişi az önce bu sınıftaydı, üstelik bir ders saati boyunca camı açmadılar !” bağırışlarıyla karşı karşıya kaldığım kokunun başımı döndürmesiyle, ambalajı daha açılmamış bir halde zavallımı sıranın altında buldum. Mutlu sonun hemen ardından koşarak olay yerini terk ettim. Mutlu son demişken, o aslında mutlu ve son değilmiş zira ertesi gün kitabı camın kenarında bırakıp gittiğim için yağmurdan ıslanan sayfalar şimdi sanki perma yaptırmışlar. Tüm bu olanlardan sonra evrenin “Bu kitabı okumayacaksın!” mesajlarına inat okumaya başladım, ama ondan önce; neden mi Aspidistra ? Ne yalan söyleyeyim, nedenlerinden biri adını ilginç bulmam. Botanik bilgim pek olmadığından “Ne o ? Aspiditri mi ? Apisdistra mı ?” sorularını sormaktan kendimi alamadım. Adına alışmam biraz vaktimi alsa da bir zambak türü olduğunu öğrenmem kısa sürede oldu. Kitabı elime alıp, okumaya başlamamı sağlayan bir diğer neden ise Orwell ile bir şekilde aynı soruya yanıt aramamız: Para her şey mi ? Hayatım boyunca tüm bu koşuşturmanın, büyüyünce ne olacaksın sorularına beklenen tatmin edici cevapların, gecemizi gündüzümüzü çalışarak harcağımız hayatımızın, insanların birbirlerini incitmesinin hatta öldürebilmesinin arkasına saklanan o iğrenç şeyin para olmadığına inanmak istedim. Bu kadar basit olmazdı. Ne yazık ki üç maymunu oynayıp olanlardan bihabermişim gibi davranamam. Her şey yeterince açık ve net, sadece biraz daha dikkatli dinlerseniz şartları gittikçe ağırlaşan, küçüğünden büyüğüne gezegendeki herkesi bu oyunda acımasızca şah mat eden kapitalizmin kötü kadın* kahkalarını duyabilirisiniz. Üstelik insanların hala, sonu olmayan ve dolayısıyla asla sonuçlanamayan bu oyunun bir parçası olabilmek için canla başla mücadele ediyor olmaları ise apayrı bir konu. Oyunun kurallarına gelirsek, sadece bir tane kural var o da: Para. Paran varsa kazanırsın yoksa kaybedersin. “Kapitalizme ona buna bok atıyorsun iyi hoş da sen bu oyunun dışında mısın peki?” diye sorarlar adama. Yok valla değilim. Ben de oyunculardan biriyim. Cebimde Iphone’um duruyor hala, o kadar değil. Bana kalırsa kaçış yolun yok zaten bir kere doğdun mu sebebi oyuncu değişikliği için bir öncekinin yerine senin seçilmiş olman. Oysa yeni tanıştığım birinden bahsedeyim sizlere, kendisi çoğumuzdan farklı olarak kapitalizme tamamen sırtını dönmeyi ve para-tanrısına elindeki her şeyi kaybetme pahasına da olsa savaş açmayı kabul etmiş İngiliz bir abimiz. Tanıştırayım: Gordon Comstock. Kitabımızın baş kahramanı. Para kokan herkesten ve her şeyden nefret eder. Hatta bunu hayat felsefesi haline getirmiş. Ona göre kalacak bir yerin yiyecek iki lokma bir şeyin, gaz lamban (20. yüzyıl ingilteresinden bahsediyoruz.) bir de saksıda aspidistran varsa gerisi teferruat. Kalacak yerden kastım duvardaki çatlaklarda yaşayan böceklerle aynı havayı soluduğunuz, tuvalet için kullandığınız teneke leğenin yemek yediğiniz masayla bir arada bulunduğu dört duvar arasından söz ediyorum. Bir konuda ona katılıyorum evet gerisi teferruat kimsenin on beş katlı eve, pırlanta kaplı bir arabaya, ıstakoz eşliğinde dünyanın en pahalı şarabını içmeye ihtiyacı yok; ama normal şartlarda bir hayat sürme imkanın varken bu kadar dibe batmak, sefalet içinde yaşamayı tercih etmek niye ? Kitabın içine girip çoğu zaman bu soruyu Gordon’a sormak istedim. Sanki sesimi duymuş da cevabı hazırda bekliyormuş gibi kısa sürede ağzımın payını aldım. Para-tanırısına açtığı savaşı kazanırsa özgürlüğüne kavuşacaktı. En azından öyle olacağını umuyordu. Yine de ne söylerse söylesin kendisi de farkındaydı her şeyin, bir kuş kadar özgür olmak istiyordu; ancak havadaki kuşların oda kirasını ödemediğini unutmuştu. (Aspidistra, Orwell, s.65) Bu durumda iki seçeneğiniz var: Para mı ? Özgürlük mü ? Eğer özgürlük dediğimiz şeyin altında yatan sefaletse, muhtemelen ben parayı seçerdim. O yüzden hala bu oyunun içindeyim ya. Diskalifiye olmaktan korkuyorum üstelik. Sonuna kadar heyecanla “Vay be ! Biri de başarmış, bilerek istiyerek tanrıya açtığı savaştan galip gelmiş.” diyeceğimi umuyorken, Gordon o kadar yaklaşmışken, o kadar başarısız ve bir o kadar dibe batmış bir haldeyken kapitalizm denen o canavarın bir hamlede tıpkı benim, senin gibi, Gordon’u da nasıl pençelerinin arasına aldığı kitabı okumayanlar için sürpriz olsun. Zafer naralarını atma zevki yine onun, ben haklıydım kaçış yok. “Kitabı okumam ben ya, yok mu daha kısa bir şeyler ?” derseniz filmini de yapmışlar. Kitabın ikinci baş kahramanı olan Rosemary, tahmin edilebileceği üzere gerçek hayatta Helena Bohem Carter olarak karşımızda. İyi seyirler, kapitalizmi bol günler. ! * “Kimin icat ettiği önemli değil. Önemli olan paraya tapanın kadınlar olduğu. Kadınlarda paraya karşı mistik bir duygu vardır. Kadının kafasına göre iyi ve kötü, sadece para ve parasızlık demektir.” (Aspidistra, Orwell, s.141) ! ! ! ! ! ! EVREN NADİREN ÇOK TEMBELDİR1 Daha önce hiç aklınızı kurcaladı mı nereye ayak bastığınız? İki bin on yedi yılının insanı hayrete düşüren soğukluktaki şu nisan ayında toprağın üstünde titrek adımlar atıp devamlı bir yerlere yetişme çabasındayken sigaranızın külünü silkelediğiniz yere birkaç hafta önce kimin topuğunu bastığını düşünmek zaman kaybı olarak görülebilir belki. Bilirsiniz, varoluşsal sorunlar yalnızca bir sosyal medyada paylaşıp birkaç kalp falan almak için yaşanır aslında. Modern dünyamız da zaten bizi tüketmeye itmekten başka pek bir işe yaramaz. Yani eğer biraz entelektüel birikimiz varsa ama önemli de biriyseniz ve mesela pragmatist felsefenizi üstünüze giyip müthiş önemli ilişkiler kurmak durumundaysanız bir an için kapılsanız da bu düşünceye, sonraki saniye kaybolduğunda aklınızı kurcalayanlar, onların üstüne düşünme fırsatını tekrar bulana kadar günler geçebilir. Koşuşturmalarımız, bu hastalık derecesindeki meşguliyetlerimiz… Ana rahmine düştüğümüzden beri ilerleyen bir hikâyemiz var. Hikâye demek kulağa etkileyici geliyor aslında, burada etkileyiciliğini konuşmuyoruz, hayır. Hatta ben zamanın çizgi gibi ilerlemediğini bildiğimiz bu dünyada sürekli takvimin bir yerlerinde olduğumuz gerçeğini oldukça can sıkıcı buluyorum. Hikayemiz bu takvimin üstünde. O işi şu kadar hafta sonra halletmek, diğerini de bu kadar gün içinde yapalım, diye ayarlamak… Sistemin kıyısında köşesinde, tam ortasında, herhangi bir yerinde yani, bulunmak için hıncahınç çalışmak zorunda hissetmemizin zavallılığı bir yana, kendi hayat standardımızı arttırmak, hatta seçtiğimiz birilerininkilere benzetmek için bunca çaba sarf ederken biraz soluklanıp o özendiğimiz hayatlara bile tam anlamıyla bakmayı beceremiyoruz. Bir şekilde kendimizi hapsettiğimiz bu düzende zerre uğraşmıyoruz da farkındalığımızı geliştirelim diye. Daha önce nereye ayak bastığımızı merak etmememizin normalliği, üzücü bir tablosunu çiziyor hepimizin. Zaman dümdüz ilerlemiyor, diye hatırlatmak istemiştim ya... İşte hikâyenin etkileyici anlamı ama hayatlarımızın oluşturduğu tablonun kasveti burada birleşiyor: Hikayelerimiz iç içe ama gözümüze sokulmadıkça asla ama asla fark edemiyoruz bunu. Ufak bir yerde yaşıyor olsak belki fark edilecek bir şey olmayacaktı, her şey alenidir öyle yerlerde. Her gün alışveriş yaptığınız marketin sahibinin kızı, sizin oğlunuzla aynı sınıftadır örneğin; her sabah önünden geçtiğiniz kahveci, kardeşinizin eski sevgilisidir. Herkes, herkesin hayatına oradan, buradan dahildir ve çoğu kez de etkilerinin bilincinde olurlar. Dünyayı böyle düşünmenin ilk seferde bir miktar abartı bulunabileceğini reddetmiyorum ama en basitinden şu görece gereksiz bilgilerden biriyle anlatmaya yaklaşabilirim derdimi: Birbirinden bağımsız sekiz arkadaşınız varsa dünyadaki insanların tümüne ulaşmanız mümkün. Çünkü aslında her yerde herkes, herkesin hayatına oradan, buradan dahildir ancak çoğu kez etkilerinin bilincinde olmaları mümkün olmaz. Bunun, evrenin tembel bir yapısı olduğunu düşünmemizin, suçlusu hepimiziz ve evet bu bir suç. Etrafındaki hikayeleri görememek, duyarsızlaşmak en hafifinden suça ortaklık etmek demek. Zamanla sadece kendi çizgimizi umursamaya itiliyoruz, müthiş ilgili görünüp üstelik. Ne hislere gereken tepkileri vermenin yolunu öğrendik takvimimizin bir yerinde ne de ortaklaşa hayatlar sürmenin inceliklerini. Bundan ki bu kadar iç içeyken hepimiz, hâlâ sadece kendimizden mesul olduğumuzu sanabiliyoruz. Sanırım Zülfü Livaneli de bütün bunları anlatmak, gözümüze sokmak için “ufak bir yer” seçti herkesin birleştiği. Nasıl körleştiğimizi üst tabakanın süslü, samimiyetsiz ve yapay hayatlarından anlatırken onların servis yapan garsonlara bakışı2 bile bir çeşit özetiydi tüm yazımın. Bir yanda burjuvanın etkilediği tüm fakir hayatlar, diğer yanda o ihtişamlı Konstantiniyye Oteli’nin mutfağından çıkıp gecekondu mahallesine gitmek için metrobüste dakikalar harcayan alt tabakadan insanların diğer tarafa, düşünmeye kalksa onlar, belki midelerini bulandıracak kadar etkileri olmasını ayırt edemememiz asıl ve en büyük acizliğimiz. Bu acizliğin nihai ortaklığını fark etmekse bir çeşit günah çıkarımı. 1 Steven Moffat, Mark Gatiss, Stephen Thompson. Sherlock. 2014. BBC. 2 “(…) Bu hizmeti yapanların insan olduğunu akıllarına bile getirmeden onları tek kimlikle görüyorlar elbette. Hepsi ‘garson.’ (…) Hepsi tek bir kimlik altında toplanmış.” Livaneli, Zülfü. Konstantiniyye Oteli. 2015. Baskı. Yonca Yunatcı 21301970 TURK102-09 Aslı Uçar 15.11.2014 DÖRT MEVSİMİM Bilkent konser salonundayım. Biletimi aldım, yanımda sevdiğim arkadaşlarımla harika bir konser geçireceğimi biliyordum çünkü çalınacak parça Vivaildi'nin Dört Mevsimiydi. Sanatçılar, arkasından şef ve baş kemancı Guy Braunstein sahneye çıktı. Yaylar kemana değdiği andan itibaren bütün salon büyü yapılmış gibi sahneye kilitlenmişti. O büyü anında notalar can bulmuş odaya yayılıyor gibiydi. Mevsimler sıraları geldikçe bana kendilerini tanıttılar: Merhaba, ben ilkbahar. Kemanın tellerinden salona yayılıp can bulurken içinize bir umut doğar. İşte o mutluluk hâli benim. Uzun bir kışın ardından belki biraz rahatlamak isterseniz size sıcaklığımı veririm; sıcaklığım size neşe olur. Karanlık kış günlerinin karamsarlığından kurtulmak isterseniz size ışık veririm; ışığım size umut olur. Bütün canlıları derin uykularından uyandırmaya başlarım; başlarım ki kendilerini tanıma fırsatı bulsunlar. Fark ettiniz değil mi kendinizi ilk tanımaya başladığınız o masum kıpır kıpır dönemlerin ben olduğumu? Çocukluğunuzumdur ben. Adım gibi “ilk”tir bütün deneyimleriniz. İlk arkadaşlar, ilk sevgiler belki de ilk kavgalar... Kavgalar dediysem küçük sürtüşmeler, sizi siz yapan ufak çatışmalar... Yoksa benim olduğum yerde üzüntülere yer yoktur; bir meltemim gelir alır götürür üzüntünüzü. Bu yüzdendir ki en mutlu mevsim benim, hayatınızın geri kalanında keşke o günlere dönebilsem diye iç geçirdiğiniz benim! Benim adım ise yaz. Sıcağım sizi kavururken buz gibi denize girebilirsiniz. Sıcağımdan dolayı hem benden nefret edersiniz hem de denize girdiğiniz için çok seversiniz. Her şeyi enlerde yaşadığınız dönemimdir ben. Evet evet gençlik yıllarından bahsediyorum; birden alev gibi parlayıp söndüğünüz dönemden. Hatırlar mısınız bir elinizde dondurma diğer elinizle bisiklet sürmeye çalışırken aldığınız keyfi? Hiç düşme korkusu hissetmeden özgürlüğü tatmak... Belki de en çok ilkbaharı değil de beni özlersiniz belli mi olur? Ama ben de gelip geçiciyimdir. Kendinizi ritme kaptırıp hızlı yaşarsanız sıklıkla yazın çabuk geçtiğinden yakınırsınız ama gençlik dediğimiz dönem çabuk geçermiş zaten şaşırmamak gerek. Önemli olan bisikletten düşmeden yaşamaya devam edebilmek! Ben sonbahar. Birçok insan artık zamanının geçtiğini düşünür oysa yanılıyorsunuz, hâlâ bir baharım ben. Sandığınız gibi kasvetli değilim sadece olgunlaştım; çılgınlıklarımı kenara bıraktım. Bu benim hayattan keyif almama engel değil aksine tek bir anımı boşa geçirmeme engel olan en önemli özelliğim. Sonbaharım sonuçta yapraklarınız dökülecek ama bu sizi üzmesin. Ağaçlar yapraklarını kışın donmamak ve artıklarını boşaltmak için dökermiş. Bu belki sizin dış görünüşünüzü bozabilir ancak iç dünyanızı güzelleştirecektir. Eğer siz de fazlalıklarınızdan kurtulup kendiniz olabildiyseniz şanslı sayılırsınız. Bu fikir size çok uzak gelirse anlarım, daha gençsiniz. Ancak bunları hissettiğiniz zaman bana hak vereceksiniz ve göreceksiniz ki yazın gözüktüğü gibi mutsuz bir mevsim değilim ben! Benim adım ise kış. Herkes benden çok korkar. Haksız da sayılmazlar, size soğuk ve kasvetli günlerden başka bir şey vaat edemem. Soğuk içinize işlerken duygularınızın da donduğunu, hiç bir şey hissedemez duruma geldiğinizi düşünebilirsiniz. Bu da benim kötü yanım. Maalesef diğer mevsimler gibi değilim; size iyi zamanlar sunamayabilirim. Hastalanmanız ise çok muhtemel. Lütfen sizde yanlış bir izlenim bırakmayayım ben sizin yaşlılık döneminiz değilim; ben hayatınızdaki sıkıntılı dönemlerim. Belki de bir yaz günü kışı tadabilirsiniz, belki de hayatınızı hiç kış görmeden tamamlarsınız. Ama şunu bilin isterim: Her mevsim bir diğerinin varlığıyla anlam kazanır; beni kötüleyip bir kenara atmayın, benden ders çıkarın! Kemanlar sustuğunda ben dört mevsimimle baş başa kalıyorum. Onlar da bir süre sonra beni yalnız bırakıyorlar. Salondan büyük bir alkış koparken, müziğin insanı nasıl düşüncelere sürüklediğine tanık olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Umarım herkes her mevsimi hak ettiği şekilde keyif alarak yaşar diyerek salondan ayrılıyorum. Her Evlat Babasının Yansıması mıdır? Ailenin tek erkek olarak Hasan Ali çocuğu, aynı zamanda tek çocuğu Topta ş’ın Kuşlar Yasına Gider romanını ele almak istedim. Film ve roman tarihi boyunca baba ve o ul ili kisini anlatan birçok sinema filmi ve ğ ş i Ça an Irmak ini roman yapılmıştır. Bunlardan en bilindiğ ğ ’ın yönetmenliğ lum filmidir mesela. Peki neden bu mesele bu kadar yaptığı Babam ve Oğ önemli? Ya da gerçekten üstünde bu kadar durulacak meseleler var mı? Aslına bakarsanız var. Babam mesle i gere i ço tu benim ğ ğ ğu zaman yurt dışında bulunmuş çocuklu seyahatleri hâlâ ğum zamanlarında. Aslında ara sıra yurt dışı oluyor. Fakat artık 20 yaşındayım ve kendi ayaklarım üzerinde durabiliyor, bütün i lerimi zorda olsa kendim halledebiliyorum. Bu ş unlukla geçmi bahsetmeyi nedenle yazımda çoğ ş yaşanmışlıklardan dü ünüyorum. ş Babamın hayatı bana hep örnek olmuştur. Onun çalışkanlığını, azmini, hırsını ve başarılarını hep kendime örnek aldım. Bunun yanında pi şmanlıklarını, hayal kırıklıklarını, hatalarını da her zaman aklımın bir kö maya sekiz ya . şesinde bulundururum. Babam çalış şında başlamış on kuru Trenlerde insanların çakmaklarını doldururmuş şa. Ardından . Çocukluk ve ergenlik dönemi kariyerine çobanlık yaparak devam etmiş arak geçmi . Anlayaca sürekli çalış ş ğınız hiçbir zaman çocuk olmamış . Arkada benim babam. Kırmızı bir bisikleti olmamış şlarıyla dışarıda futbol . oynayamamış. Onun için üç korner hiçbir zaman bir penaltı olamamış Tek e lencesi evden ğ kaçıp Fırat nehrinin o güçlü akıntısına atlayıp birkaç arkada . Eve döndü ünde dayak yiyece ini bilmesine şıyla yüzmekmiş ğ ğ ra men hiçbir zaman vazgeçmemi bu e lencesinden. Babaannem onu ğ ş ğ eve döndü re çok ıslak sopayla dövermiş ğünde. Babamın anlattığına gö babaannem. Evde hep onun sözü geçermi . otoriter bir kadınmış ş Babamla her sohbet etti imizde anlatmadan edemedi ğ ği bir anısı vardır. ve kendi kendine ö renmeye Kendi harçlıklarıyla bir bağlama almış ğ liymi . Bir gün babaannem çalışmış. Anlattığına göre çok ta yetenek ş ba ve müzik kariyeri de ğlamasını alıp babamın sırtında parçalamış burada son bulmu . Liseye geçti brahim in de deste iyle ş ğinde amcası İ ’ ğ maya ba . zaten. siyasi olaylara karış şlamış İlk tabancasını da o vermiş Gençlik haya . tı boyunca Dev Yol hareketinde çok aktif rol oynamış Anlayaca ğınız başı beladan hiç kurtulmamış. Yurt dışına kaçmak ve böylece on be . Bu zorunda kalmış ş yıllık İsviçre macerası başlamış . Yeni kültürler ve insanlar süreç boyunca dünyanın her yerini gezmiş ye kesin dönü . Bu dönü tanımış. Yıllar sonra af çıkınca Türkiye’ ş yapmış ş ma sayesinde hayatının dönüm noktası olacak bir insanla tanış şansını . Kayseri yakalamış ’de belediyede tercümanlık yapan biriyle arkadaş ve bir ortamında tanışmış daha hiç ayrılmamışlar. Babamın ona o ini bilmiyorum. Ama ben ona genelde Anne zamanlar nasıl hitap ettiğ ‘’ ’’ te kalan her eyi silip derim. Hayatının bu döneminden sonra geçmiş ş kendine yeni bir hayat kurmaya karar vermi i ş. Çünkü artık kaybedeceğ bir ey varsa o da şeyi varmış. Babamın bu anlattıklarından anladığım bir ş o u gerçe idir. ğulların babasının yansıması olduğ ğ Benim çocuklu umu, e i bir ğ ğitimimi ve hayatımı ailemin yönlendirdiğ te rolü gerçek. Ama bu olanları düşününce anlıyorum ki babamın bu iş anneminkinden daha büyükmü . Size biraz kendimden bahsedeyim. ş Çocuk ya ta ba lamaya ve gitara ba ş ğ şladım. Hiçbir zaman siyasete bula ra şmadım, sürekli sporla uğ şıyorum. Genellikle yüzme. Tanıdık geldi mi? Evet biliyorum. Babamın yaşayamadıklarını yaşıyordum ve pi şmanlıklarından uzak duruyordum. Onun adeta küçükken olmak istedi i ki i olmu ğ ş ştum. Ama bunları yaşarken gözden kaçırdığım bir durum da vardı. Benim hayallerim neydi? Benim pişmanlıklarım neydi? tum ve buna kendi karakterimden bir tutam Babamın yansıması olmuş bile koyamamıştım. Sonra düşündüm ve aslında durumun tam olarak ta er bir eyi böyle olmadığını anladım. Ben zaten hep kendimdim. Eğ ş istemeseydim zaten yapmazdım ve bundan keyif almazdım. Bunu dü ününce içim birden ra imle, ileride kuraca ş hatladı. Geleceğ ğım ailemle ilgili endi um zaten şelerim vardı. Hepsi birdenbire yok oldu. Benim çocuğ im gibi. kendi hayatına yön verebilecekti. Tıpkı benim verdiğ Her o a ğul babasının yansıması olma yolunda ilerlese de kendi hayatın yön verebilecek ve kimli ini olu ğ şturma konusunda kendi kararını verebilecek iradeye sahiptir. Kim bilir, belki baban gibi olmak o kadar da kötü de ildir... ğ Kaynakça: - Hasan Ali Toptaş, Kuşlar Yasına Gider(2000) Umut Ardıl Çelik / 21601347 Sait Berk Saatçi 21502700 İNANÇ ADAMI Lost dizisinin bende uyandırdığı ilk intiba insanın kişiliğini oluşturan şeyler onun inandıklarıdır. Bu konu her ne kadar uzaktan bakıldığında zihinlerimizde girmesi tehlikeli bir suymuş gibi bir izlenim yaratsa da, önce inançtan kendi düşüncelerimizi değil salt inanmak eylemini düşünmeliyiz. Çünkü inanç yaşantınızı tayin eden, size rehberlik yapan bir çoban gibidir. İnanç bize genelde ilk bakışta din kavramını çağrıştırır. Fakat dini inkâr etmek de bir inanış biçimi değil midir, eğer ki yerine bir şey ikame edildiyse? Elbette bir şeye inanmak için farklı farklı sebeplere ihtiyaç duyabiliriz. Bu da insanlar arasında ki farkı yaratan temel unsurlardan biridir. Dizide önemli bir yer tutan karakterlerden John Locke karakterinin hayatı inanca sahip oluşun hikayesidir. Geçmişi mağlubiyetlerle dolu karakter, hayattan büyük kazık yemiştir ve üstüne ıssız bir adaya düşer. Her şey onun için olumsuz gibi gözükürken John Locke’un bir anda sakat olan ayakları iyileşir ve yürümeye başlar. Bunun üzerine adadaki mahrumiyetlerini yüce bir sebebe dayandıran Locke bu düşüncesinden hiç vazgeçmemiştir. Zaman zaman yanlışlar da yapsa nihayetinde haklılık payı olduğu ortaya çıkar. Fakat diğer kazazedeler tarafından hiçbir zaman anlaşılamamıştır. İnanç insanın sebepleri yorumlayış biçimidir. Bir tanrıya veya bilimsel bir olguya dayandırılabilir. Ya da yaşadıklarınızı kader ile ilişkilendirebilirsiniz. Fakat hepsinin altyapısında sizden bağımsız bir irade yatar ve biz bunu kendimizce yorumlarız. İşin komiği genelde kendi seçimlerimizle ilişkilendiririz inandıklarımızı. Peki ya tarihte insanlar metafizik olgulara daha çok inanırken bugün neredeyse aşağılanmak korkusuyla inandıklarını söylemekten çekiniyorlar. Herkes John Locke değil ya… Peki bu bir takım toplumsal önyargılar, basmakalıp düşünceler bizi nasıl yönlendiriyor. İnsanın en büyük endişelerinden olan toplumdan dışlanma korkusu onu farklı düşünceleri kabul ettirmeye yönlendirebilir. Ya da popülerlik olgusu ile dönemin revaçta olan akımına meyledilebilir. Bütün bunlar inancın tabiatı ile insanların ön kabullerinin buna nasıl yön verdiğini ortaya koyuyor. İnancın neye olduğundan ziyade, miktarı biz de karşılık bulur. Etrafımıza baktığımızda farklı farklı inanışlara şahitlik ederiz. Kimi inandığını şiddetle savunur ve caymaz. Bazıları ise kolay ikna olur. Bunun gelişimine katkı sağlayan şey alt yapıdır. Bizi biz yapan inançlarımız aynı zamanda yaşantımızın düşünce olarak tezahür etmesidir. Geçmişteki acılar, hüzünler veya sevinçler, keyifler bizi bir inanç yoluna sevk eder. Bazen insan kendisini çok aciz ve çaresiz hisseder. Hayatı boyunca böyle hisseden birisinin inançları da kaçınılmaz olarak kendi acziyetinin dışa vurumu olacaktır. Ya da hayatı boyunca hiç aidiyet hissetmemiş birisi doğal olarak başka bir inanç yolu tercih eder. İnancın geçmiş yaşantımızla bu kadar bağlantılı oluşu belki biraz bizi korkutuyor. Bazıları kulaklarını tıkayabilir elbette ama mantık susmaz. İnancın bir birikim olduğundan bahsettim ama bu birikimin ne kadar yönlendirildiği kısmı biraz eksik kaldı sanki. Konumuz inançken şehirleşmiş alanlarda ve kırsal alanlardaki ana akım düşünce, inanç fenomenleri genelde birbirine zıt oluşuna değinmeden olmaz. Herkesin bildiği bir gerçek… Peki ya gerçekten böyle mi? Bu durum istatiksel bir şekilde nedense hiç şaşmaz. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hatta isterseniz tarihte de geri gidin bu durum üç aşağı beş yukarı böyle. Bunun birçok yorumu olabilir elbette. Ama benim dikkatimi çeken nokta sanki bu iş böyle olması gerekiyormuş gibi bir algı oluşmuş zihinlerde. Yaşadığı yer insanın inancını etkileyen bir unsur değil gibi gözükse de, insanın çevresinin çok şeyi değiştirdiği aşikâr. İnanç her ne kadar bir tercih gibi gözükse de yaşantının ve anıların etkisi açık seçik ortada. Peki ya inançlarımızı seçerken ne kadar özgürüz? KAYNAKÇA J. J. Abrams. Lost. 2004-2010. Bad Robot Productions. TUR-101-030 Ayçanil Gündoğan 21601106 -KORKULARIMIZDAN KORKMAMA SANATI- Hepimizin yüzleşmek istemediği bir takım korkuları vardır. Yüzleşmek istemedikçe aslında daha da büyüyen , ama buna rağmen hala yüzleşmekten korktuğumuz… Oysaki yüz binlerce yıllardır, her zorluğun üstesinden gelmiş, hatta bu korkuları sayesinde yeni ve özgün ürünler yaratmış ve yaratmaya devam etmiş korku bükücülerimiz var . Ağır eşyalarını taşımaktan bıktığı için bir daha taşımacılık yapmamaya yemin etmek(!) yerine tekerleği icat etmiş mesela atalarımız milattan önce .Kabuslarından kan ter içinde uyanıp bunları bir daha görmemeyi dilemek yerine, sürekli gördüğü için filme çevirmiş bir yönetmen. Sürekli bulaşık yıkamak kabus haline geldiği için, bütün tabak çanakları çöpe atıp her yemek için farklı mutfak eşyası kullanmak yerine çamaşır makinesini icat eden kahraman kadınımız Josephine Cochrane* ve sayısız yaratıcı kişilikler gelmiş geçmiş bu dünyadan.Onlar belki tek başına bu işin üstesinden gelmişlerdir – ki bu dışardan bakılarak anlaşılabir bir olay değildir- .Ancak korkularımızla tek başımıza baş edemiyorsak bile bundan vazgeçmemeliyiz. Demek istediğim, korkularımızla tek başımıza baş etmek zorunda değiliz.Korkularımız yüzünden kendimizi bir kafesin içine tıkıp istemeye istemeye o sınırlar içinde yaşamak zorunda değiliz. İşte ailemiz, ve eski dostlarımız bu günler için var. Ya da hiç tanımadığımız , ama sırf aynı korkuları paylaştığımız için birleşip arkadaş olduğumuz insanlar... Tıpkı ‘’İt ‘’ filminde* bize çaktırmadan da olsa anlatılmaya çalışıldığı gibi. Bill,Beverly,Eddie,Mike,Richie,Ben,Stanley yedilisinin onlara kabadayılık taslayan Henry Bowers’a karşı birleşerek ondan korkmadıklarını , aksine onu alt edebileceğini göstermeleri ve hatta aynı şekilde filmimizin baş kahramanı ,insanların korkularından beslenip en sonunda onların hayatlarını elinden alan insan dışı yaratığı yenmeleri gibi.Onlar da korkmadı mı ? Evet, hem de çok... Fakat baktılar ki bu korku onlara zorluktan başka bir şey sunmuyor, onlar da korkularının yüzüne bakıp ondan korkmadıklarını söylediler. Sonuç :Korku kafesinin parmalıklarını aralayıp içinden kurtularak manevi anlamda özgürleştiler. Hatta bir tanesi bundan yola çıkarak korku kitapları yazarı oldu. Bu olay filmde yaşandığı için her ne kadar gerçek dışı gibi de görünse, gerçek hayatta da bir çok örnek mevcut . Hatta tıpkı başta bahsettiğim birkaç mucit gibi, biz ve çevremizdeki insanlar farketmeden yaşamlarımızın bir yerinde bu ‘’korkularımızdan korkmama sanatı’’nı kullanıyoruz. Diğer bir deyişle, korkularımızı esas alarak daha mantıklı ve yararlı işler yapabiliyoruz. Mesela bir yerde yalnız konaklamak zorunda olduğumuz dönemlerde , kaldığımız odada görmekten çok korktuğumuz hatta tiksindiğimiz bir böcek gördüğümüz zaman, odayı böceğe emanet edip tüm geceyi dışardaki parkın bankında geçirmek gibi mantıksız bir davranış göstermek yerine , böcekten bir şekilde kurtulmanın yollarını arıyoruz.Belki de bu uğurda sivrisinek ilacını veya herhangi bir böcek ilacını buluyoruz.Ya da biraz daha fazla puan almazsak kalacağımız dersten , kalabalıklara konuşma yapmaktan çok korktuğumuz ve çekindiğimiz halde ek bir sunum görevi alıp puan toplamaya çalışıyoruz.Kim bilir belki de en iyi sunum yapma yöntemlerini keşfediyoruz sayesinde. Sevdiğimiz insanı kırmaktan çok korksak da , sırf onun iyiliğini düşündüğümüz için ona doğruları söylemek bile çok farkedilmese de , bir korkuyla baş etme sanatıdır aslında.-buradaki mantıklı ve yararlı sonucumuz elbette kişi ile aramızdaki balantıyı güçlendirmek oluyor.- Hatta bunun için olan bir atasözü bile vardır ‘’ Dost acı söyler.’’ İşte bu günlük hayatta çok da fark etmediğimiz, ancak bizi belli kalıpların içinde ya da daha özel bir tanımla birilerinin veya bir şeylerin istediği doğrultuda yaşamaktan kurtaran, bana göre çok önemli bir hayat anahtarıdır bu sanat. Bana göre bu sanatın değerini bilmek ve onu yaşatmak gerekir her sanat dalı gibi . Unutmayalım ki bu sanat var oldukça herkes de aslında sanatçıdır aynı zamanda. KAYNAKÇA: -Bulaşık makinesinin mucidi : http://www.enteresan.com/bulasik-makinesinin-icadi-josephine-g-cochran -İt filmi (1990) orijinal kitabı yazarı :Stephen King (1947- ... ) Yönetmeni : Tommy Lee Wallace (1949-...) Ezgi Nur Güngör Yaşarken Unuttuğumuz Zaman Zamanın akıp gittiğini unutan bizler, birçok şeyi hiç düşünmeden hayatımızı yaşıyoruz. Sanki sonsuz sayıda yarınlarımız varmışçasına bugünümüzü erteleyip duruyoruz. Belki de farkında değiliz zaman kavramının tam olarak ne olduğunun ya da bilmiyoruz o kavramın içini nasıl doldurmamız gerektiğini. Bilseydik zamanımızı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, böyle acımasız, bencil bir dünyada mı olurduk? Yaşayacak bir günümüz olsaydı sadece yine aynı hayatı mı yaşardık acaba? Zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusundan önce hayatımızın nasıl işlediğini düşünelim. Doğduğumuz andan itibaren zaman tıkır tıkır işlemeye başlıyor, bizler büyüyoruz, yaşımız ilerliyor ve her şeyin olduğu gibi bizim de sonumuz geliyor. Ancak biz bu hayatı yaşarken onu isteklerimiz doğrultusunda mı yaşıyoruz acaba? Ben bu yaşıma kadar deneyimlediklerimi şöyle bir gözden geçirdiğim zaman hiç de istediğim gibi bir hayatı yaşamadığımı fark ediyorum. Sonra diğer insanlara bakıyorum ve neredeyse herkesin benim gibi düşündüğünü görüyorum. İstediği hayatı yaşayamayan kimse de bundan kendini sorumlu tutmuyor. Biri de özeleştiri yapmıyor. Çoğu insan bu durumdan sadece yakınmakla yetiniyor ve öylece sıradan hayatlarına devam ediyor. Bu şekilde iyice birbirimizden uzaklaşıp kendi bencil dünyamıza çekilmeye başlıyoruz. Artık hayatımızdaki her şey benden ibaret olmaya başlıyor. Yolda yürürken kafamızı dimdik tutup yanımızdakileri fark etmiyoruz bile. Yanı başımızdaki insan üzgün mü, mutlu mu ya da hasta mı hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü en önemli kişi biziz, benim. Çünkü diğer insanlar benim hayatımı istediğim gibi yaşamama birer engeller. Her ne kadar onlar da bu dünyanın bir parçası olsalar da benim zamanınım bir parçası olmaya layık değiller. Zamanı bencilliğimizle doldurmamızın yanında bir de pişmanlıklarımız var tabiki, olmazsa olmazlarımız. Hadi bir düşünün pişmanlıklarınızı, küçüklü büyüklü. Ben ki şu genç yaşıma kadar öyle çok pişmanlıklar yaşadım, hepimizin tonlarca pişman olduğu şey vardır şu hayatta. Fakat, ah akılsız kafamız, yine de geri döndürmeye çalışmıyoruz o pişmanlıklarımızı. Peki bunun sebebi ne sizce? Mesela benim daha yaşayacak çok günüm var, ne fırsatlar gelir daha ayağıma benim, yani diyorum ki daha zamanım var bu dünyada. İşte bu mantalite bizim hayatımızı zorlaştıran galiba, bizi pişman olacağımız şeyleri yapmaktan alıkoymayan ve en büyük pişmanlıklarımızı dahi geri alabilecekken her şeye kaldığı yerden devam ettiren. Oysa bütün zamanımız bir anda sadece bugünden ibaret olsaydı The Groundhog Day filmindeki gibi belki de biz de biraz biraz değiştirmeye başlardık hayatımızı. Bütün pişmanlıklarımız bir anda tokat gibi, yüzümüze çarpabilirdi. Filmde Phil karakterinin yeniden ve yeniden yaşadığı tek bir günden sonra etrafında olup da umursamadığı insanlara, sonradan değer vermediği için pişman olması gibi... En azından ben filmi izlerken dahi bütün pişmanlıklarım gözlerimin önüne geldi, bütün o gerçekleştirmeyi çok isteyip sırf korktuğum ve çekindiğim için yapmaktan vazgeçtiğim şeyler. Ya da sadece kendi bencilliğim yüzünden kırdığım, incittiğim arkadaşlarım, annem ve babam geldi aklıma. Meğer zaman kavramı ne önemliymiş ve ne kadar büyük bir yere sahipmiş hayatımızda. Her gün baktığımız saatler, tarihler bize ne çok şey anımsatıyorken biz onun farkına bile varmıyormuşuz aslında. Bütün bu bencilliğimiz, diğerlerini görmezden gelişimiz, kendi dünümüze hiç bakmayıp yarınlarımızı yaşamaya çalışmamızdanmış. Hatta yarınlarımızı da ertelememizdenmiş. Şu dünyada her şeyden önce gelmesi gereken insanın kendi zamanıymış. Dönüp bakmamız gereken annemizin, babamızın ya da bir başkasının değil sadece bizim zamanımızmış. Kendi zamanımızın bilincinde olarak yaşamayı öğrenebildiğimiz zaman belki de bu dünya daha güzel bir yere dönüşecek. İşte o zaman insanlar bencil olmayı istediği gibi bir hayat yayamayışının sebebini başkasında aramayı bırakıp, pişmanlıklarından kurtulmayı başarabilecekler. Kaynakça The Groundhog Day Sena Deniz Gülsoy 21401305 KENDİ CEVHERİNİ KEŞFET! Üstün zekâlı, keşfedilmemiş bir cevher, ama aynı zamanda bir serseri… Çoğu öğrencinin saatlerini verip de anlayamadığı kitapları hobi olarak okuyan bir temizlik görevlisi… Hayatının sillesini, fakir bir mahallede öksüz doğarak yemiş ve kader onu sınıflı bir topluma sürüklemiş. Güneyli olması onu Kuzeylilerden ayırmış. Bunlar, küçük ama dikkate alınması gereken detaylar çünkü çevrenin etkisi, yetiştirilme şekli ve insanın öz karakteri o insanın, ileride şekillenip oturacağı karakteri için etkileyici faktörlerdir. Good Will Hunting filmi ile herkesin içinde keşfedilmeyi bekleyen bir cevher olduğu; bu cevheri ya kendilerinin keşfedip ortaya çıkarması gerektiği ya da başkasının yardımıyla keşfetmeleri anlatılır. Hatta bir insanın tek engelinin yine kendisinin olduğu kanısına da varabiliriz. Filmi izlerken kendimi, kitaplardaki karmaşık formüllerle boğduğumu fark ettim. Aslında özünde anladığım konuyu süslendirilmiş işlemlerle karıştırdığımı ve içinden çıkılmaz bir duruma düştüğümü fark ettim. Senaristi bu konuda tebrik etmek gerekir çünkü böyle gerçek hayata dair ders çıkarabileceğimiz nadir filmlerden biridir Good Will Hunting. Başarılı olmak nedir diye sorsak dışarı çıkıp, insanların çoğu yüksek not almak, dereceye girmek gibi benzer cevaplar verecektir. Peki size sorsam gerçek bir başarı nedir diye, cevaplayabilir misiniz? Siz de dışarıdaki diğer sıradan insanlar gibi aynı cevabı verip geçiştirir misiniz yoksa gerçekten üstünde durup düşünür müsünüz? Filmi izlemeden önce bana bu soruyu sorsaydınız eğer cevap olarak akademik başarı derdim. Fakat şimdi cevabımla birlikte hayata bakışım değişti. Lafı uzatmadan başarının benim için ne demek olduğunu söylemeliyim değil mi? Başarı; ders notlarına ve başarısına takılı kalmadan, bir insanın ilgisini ve dersini kendiyle özdeşleştirebilme yetisine denir. Benim için başarı, üniversitede dört üzerinden dört almak değil; kendini her alanda; sosyal, akademik, ekonomik vb., kanıtlayabilecek, varlığını sürdürebilecek yetiye sahip olan insanların yakaladığı olaydır. Bir sınavdan istediği dereceyi yakalayamayıp kendine olan inancını kaybeden birinin başarıya Sena Deniz Gülsoy 21401305 ulaşması; bir kutup ayısının çölde yaşamaya çalışması kadar zordur. Kendimize olan inancımız zaman zaman azalabilir, artabilir; kendimize aşırı güvenip havalandığımız yerden betona da çakılabiliriz. Bu hayatta her şey olabilir. Her şeye hazırlıklı olabilmek için gereksiz şeylere kafamızı takmamalıyız: dersten kalmak, düşük not almak, arkadaşlarınızla kendini kıyaslayıp kendi içinizde bir yarış yapmak vb. Ama asıl mesele şu; böyle küçük şeylere takılıp kalan insanlar hep takıldıkları yerde sayarlar, ne ileri gidebilirler ne de harcadıkları zaman ve enerjiye değer. Oldukları yerde saymaktan bıkarlar ve bu şekilde bıkan kişiler erken pes edenlerdir. Ama aklını asıl amaca yoğunlaştırıp önüne çıkan engelleri teker teker atlayarak gelen, kendine gerçekten ve içten güvenen, içindeki cevheri çıkartabilen veya kendini iyi tanıyan biri gerçek başarıya ulaşabilecek kapasitede bir kişidir. Filmde Will isimli ana karakter, hem serseri hem üstün zekâlı bir çocuk. Matematiği, zorunlu olduğu için değil, sevdiği için okuyor ve bu şekilde kendi çözümlerini üretiyor. İnsanların sürünerek sabahladıkları kitapları ve formülleri o hobi olarak görüyor. Kendini ilgisiyle ve dersiyle “özdeşleştirmiş”. Zorunluluktan değil gerçekten kendi isteği üzerine okuyor. İşte asıl mesele bu: istek… Ben üniversite sınavına çalışırken nelere ilgim olduğunu keşfedemedim çünkü kitaplarla o kadar kendimi boğmuştum ki kendimi dinlemek için zaman bile yaratamadım. Bu yüzden ilgilerimin geç farkına vardım ve bu yüzden zamanımın çoğunu ismini bile hatırlamadığım kitapların arasında boğulmakla geçirdim. Ta ki okuldaki çok sevdiğim bir hocayla bu konu üzerine konuşana kadar… O hoca hayatımı değiştirmeme ve kendimi keşfetmeme yardım etti. Bu yüzden ona minnettarım. Beni oyalayacak şeylerden bir süre uzaklaşıp kendi ilgilerimi keşfetmemi ve bu ilgilerimin karşılığını nerelerde bulabileceğimi anlamamı sağladı. Bununla kalmadı, kendimin farkına vardığım için işimi severek ve kendi yöntemlerimle yapmayı öğretti. Her ne kadar listelerde dereceye giremesem de kendi listemde dereceye girerek başarıyı yakaladım. Şimdi istediğim işi yapıyorum bu yüzden daha mutluyum. Aldığım dersleri geçmek için değil bir şeyler öğrenmek için dinliyorum. İstediğim şeyi yapmak bana külfet gelmiyor. Kendi içimdeki cevheri keşfettim. Belki zaman kaybettim ama psikoloğun dediği gibi “bunların hiçbiri bizim suçumuz değil”1… 1 Filmden bir replik Güniz Göze Eren Kırmızı Her zaman Sıcak Değildir Leonid Afremov’un resimlerinde yapay ve doğal ışıkları bıçak aracılığıyla yağlı boya renklerine aktarışı genelde içimde sıcak duygular uyandırırken ’’Amsterdam Red Lights’’ adlı tablosu içimde hiçbir şekilde sıcak duygular uyandırmadı. Bu yönüyle bu tablo dikkatimi çekti ve tabloyu irdelemek istedim. Güniz Göze Eren Ressamın diğer resimleri. Tabloyu incelediğimde diğer resimlerinde yapay ışıklarda yoğunlukla kırmızı turuncu sarı gibi sıcak renkleri kullanıp diğer renklerle de bu sıcak renkleri süslerken bu tekniği Amsterdam’ın Red Light District isimli sokaklarını resmederken bu sokaklara ismini veren kırmızı ışıklar için kullanmadığını gördüm. Bunun aklıma getirdiği ilk şey, bu ressamın da benim gibi renkleri duyguların dili olarak kullanıyor olması gerektiğiydi. Amsterdam’daki bu sokakta fuhşun yasal olarak sokak boyunca kurulu olan camekânlı işletmelerde yapıldığını yakın bir zamanda öğrendim ve bununla ilgili belgeseller izlediğimde insanların para karşılığı seks yapmayı bu kadar kanıksamış olduklarını görmek kanımı dondurdu. Ressam da benimle benzer düşüncelere sahip olmalı ki önceki resimlerinde sevgiyi huzuru yansıtan renklerini Amsterdam’ın kırmızı ışıklı sokaklarına layık görmemiş. Resimde ressamın bu güzel renklerine ancak doğal ışıklardan kaynaklanmış gibi görünen gökyüzünün bir köşesinde rastlayabiliyoruz. Resmi incelediğimde beni götürdüğü bir diğer nokta Amsterdam’a tatile gidecek olan arkadaşlarımla yaptığım bir tartışma oldu. Arkadaşlarımla bu sokak hakkında konuşurken para karşılığı seks yapma fikrinin bana kelimelerle ifade edemediğim bir şekilde ters geldiğini Güniz Göze Eren söylediğimde, orada bu işi yapan kadınların kendi özgür iradeleriyle bunu yapmayı seçtiklerini ve bu durumda para verip o kadınlarla seks yapmanın ‘kötü’ bir şey olmadığını söylediler. Aramızda geçen diyologun fikrimi değiştirmese de geliştirdiğini söyleyebilirim. Bana bu olayda ters gelen nokta seks gibi insan ilişkisine dayalı olan bir olguyu karşısındaki insanın onunla seks yapmak istediği için değil de para kazanmak için onunla birlikte olduğunu bile bile bu olaya katılmak. Yani hiçbir şekilde orada bulunan kadınlara kötü bir duygu beslemiyorum onlar para üstünde dönen bu deli dünyada arz talep ilişkisinin çocukları. Benim nefretimi kazanan kişiler bu talebi ortaya çıkaran kişiler. Resimde bu duygularımın da karşılığını görmenin beni inanılmaz mutlu ettiğini söylemeliyim. Ressam camekândaki kadınları bıçağından beyaz renkle aktarmış. Beyazın akla gelen ilk anlamı saflık ve temizlik olsa da duyguları renklerle anlatan ressamımız için beyazın duygusuzluğu ifade ettiğini düşünüyorum. Beyazla tuvale aktarılmış olan kadınlar içlerinde hiçbir duygu barındırmayan birer kabuk olarak resmedilmişler. Oysa sokakta yürüyen insanlar kapkaralar, gecenin karanlığında kimlikleri gizlenmiş bir şekilde yürüyorlar. Ressamın sokağın kırmızı ışıklarını sönük çizmesinin nedeni de bu insanlar olsa gerek çünkü ressam bu insanların ruhlarındaki karanlığı sokağın kırmızı ışıklarının aydınlatamayacağını düşünüyor olmalı. Güniz Göze Eren Leonid Afremov’un “Son Öpücük” isimli tablosu Seksi ben her ne kadar bir ilişki ürünü olarak görüyor olsam ve para karşılığı seksi kötü yapan şey bu olsa da bazı insanlar ilişki sonucu olarak oluşmayan seksi kanıksanmış durumdalar. Bu insanlar için Amsterdam’da para karşılığı yapılan seks, bankacı bir kadının müşterisiyle konuşmasını para karşılığı yapması kadar normal. Böyle bir insanla fikir ayrılığımızın kökünün seks olgusunda yattığını keşfettim. Seksi su içmek gibi basit bir ihtiyaç gören bu insanlar ve benim aramdaki fark ise benim cinselliği tecrübe eden iki insanın aynı amaçta birleşmiş olmaları gerektiğini düşünmem. Bu noktada bu düşüncemin altında yatan mantıklı bir olguyu kelimelerle öne süremiyorum ancak bu fikri daha çok resim yaparken içimdeki duyguyu ifade eden rengi seçmek için iç benliğimde çıktığım arayışta bulduğum renk gibi duyumsuyorum Güniz Göze Eren G jk g d j jf f gh oıjj m kojn n m k k l çö ö l lö kpddm mm mo ö l ş lfl vl vlvl l hlfldffujfhfd dfj fjj jkff kmf k kkj k ğ ğ ü öm ğ ğp o o o os s s s s s rr g gk k roro o p k k k ş şrşrsşs şs ps p p p p p spsep p sepssp p p p p m m m öm g gg Mustafa Kemal Dinçtürk Çocukluğum Küçükken hemen hemen herkesin en büyük hayali hep kocaman olmak, hemencecik büyümek olmuştur. Mahalledeki arkadaşlarım da hep bir büyüme hayali peşinde koşarlardı. “Kocaman olacağım, artık bisiklete değil babamın arabasına bineceğim. Belki kendi arabamı bile alabilirim günün birinde!” Hatta kardeşim küçükken kolundaki tüyleri görünce artık baba oldum diye sevinçle bize göstermişti keza daha üç yaşlarındayken ne yapmak istiyorsun diye sorduklarında da “Büyüyüp baba olmak istiyorum!” diye haykırdığını hatırlarım. Açıkçası bu benim için tam tersi oldu asla büyümek istemedim, hem de hiç istemedim. Ortaokul, lise hatta üniversitenin ilk günü benim için bir hüzündü çünkü büyüdüğümün işaretiydi bunlar. Çocukken sahip olunan o istek, o eşi benzeri olmayan yaşama enerjisi nasıl olur da olgunluğa değişilebilir ki? İnsan nasıl çocukken sahip olduğu o anıları tekrar tekrar yaşamak yerine büyüyüp de onları yavaş yavaş unutmaya göz yumar? Hele hele en acısı da sınırları olmayan çocukluk dünyası nasıl biter de hayal gücünün artık yok olduğu, insanların -olgunluk diye adlandırdıkları- kendi kendini sınırlandırdıkları dönem başlar? Hiç istemedim ama oluyor, hem de yavaş yavaş farkına bile varmadan oluyor. Yakın zamanda Şeker Portakalı’nı okudum. Kahramanımız Zezé’nin yaşadıkları beni onun yaşlarındaki anılarıma götürdü. Öyle çok yaramazlıklar yapmışız ki zamanında. Birçoğunu düşünmeyeli yıllar oluyor. Hayal gücünü ve imkanları zorlayan oyunlar ile hiçbir art niyet olmadan yapılan tatlı haylazlıklar, bazılarını daha anlatmaya başlamadan bile içimde inanılmaz bir heyecan belirdi. Bilincimin oluştuğu, şu an bile hatırlayabildiğim çocukluk anılarımın birçoğu Giresun’da geçti. Altı ya da yedi yaşlarındaydım. kapıda bir bekçinin olduğu Adliye Lojmanlarında yaşardık. Lojmandan çıkar çıkmaz sağa doğru gidince kocaman ağaçlarla dolu yemyeşil Karadeniz ormanlarına, sola doğru ilerleyince tek başıma gitmemin yasak olduğu, zaman zaman ana yola kadar gelip ne var ne yok götüren Karadeniz kıyısına varılırdı. Çoğu benden iri olsa da çok fazla arkadaşım vardı, hatta bazıları orta okula gidiyordu. Lojmandaki çocuklar olarak en sık yaptığımız şeylerden biri bisikletlerimizin boyutuna göre büyükten küçüğe dizilerek arka arkaya konvoy halinde bisikletlerimizi sürmekti. Büyük olanlarımız böyle bir kural getirmişti. Dar yollarda köşeleri dönerken sürekli olarak kazalar oluyordu ve birbirimizi yaralıyorduk. Bildiğimiz şarkıları ardı ardına söyler, lojmanın çevresinde sayısız turlar atardık. Daha çok Barış Manço söylerdik, zaten başka kim vardı ki o dönemde bizi anlayan zevkle söyleyebileceğimiz şarkılar yazan? Ancak çok büyük olanlar bisikletleriyle lojmanın dışına çıkabilirlerdi. Zamanında cipslerden çıkan tasolarımızı çeşitli oyunlarla birbirimizden ütmeye çalışırdık. Elimizdeki tasolar bitince de oyuna tekrar girebilmek için yeni cips almamız gerekirdi. Hiç unutmam Şahin diye bir arkadaşım vardı herkesten iyi taso oynar, hem havada hem yerde hep o üterdi. Pek konuşmazdı, hepimizden küçük boyuna rağmen en büyük ikinci bisiklet onundu. Hatta efsanelere göre şu ana dek bir kere tasolu cips aldığı söylenirdi, bütün kazandığı tasoları da onun sayesinde almış. Oynadığımız tek şey taso da değildi. Ne bulursak onu oynardık. Ateş böceklerini şişelere veya şeffaf poşetlere koyar fener yapardık, cam kırıkları veya şanslıysak büyüteçle böcek yakardık, pek becerikli değilimdir ama topla akla gelebilecek her türlü oyunu da oynardık. En sevdiklerimden biri saklambaç bir diğeri de her birimizin istediği çizgi film karakterini seçtiği ve maceralara atıldığı-maalesef adı yok- oyundu. Saklambaçta iyi olmanın yolu çevreyi iyi tanımak ve hızlı koşmaktı. Ağaca çıkmaktan koşmaya kadar her türlü fiziksel aktivite de en iyilerden değildim maalesef. Fakat etrafı ve arkadaşlarımı iyi tanırdım. Ne yalan söyleyeyim saklambaçta çok iyiydim. Çok nadir ebe olurdum ancak nadiren ebe olduğum zamanlarda da çok iyiydim. Bir de çizgi film karakterli olan oyun vardı. Bu oyun açık ara farkla en ama en iyisiydi. Ya Pokémon’dan –o zamanın en gözde çizgi filmi- ya da başka bir çizgi filmden karakterimizi seçer o olur maceralar yaşardık. Hemen lojmanın yanındaki bakkal veya kapıdaki bekçi amca dahil bazı büyükleri kendimize düşman beller hayatı zindan ederdik. Bir ara hiç unutmam bakkal amcanın ön tarafta sattığı elmaları tek tek ona atıp her şeyi telef etmiş bir de üstüne iki cam indirmiştik. Ne yapabilirdik ki başka sonuçta o cezalandırılması gereken kötü bir ejderhaydı. Bekçi amcanın anahtarlarını çalıp telefon hattının olduğu çukura atmıştık. Çünkü anahtarı onun asasıydı her yeri açıp kapatabilirdi onun sayesinde. Asasını aldık çünkü asasız bir büyücü kimseye zarar veremezdi. Ancak kendimize kötü karakter olarak seçtiğimiz bekçi amca bizim bu yaramazlıklarımızı hakim ve savcı olan ailelerimize hiç bildirmedi ve aramızda sır olarak kalacağını söylemişti. Sanırım aramızdan kimsenin artık kötü karakter seçmemesinin sebebi işi çok ciddiye almamızdı. Dostla dost, düşman olunurdu, hayal gücümüzün şakası yoktu. Anlatacaklarım ne kadar çok ise daha fazlasını yaşama ihtimalim de o kadar az. Çocukluk geldi geçti fakat güzel geçtiğine, birçok harika anıyı hâlâ aklımda pırıl pırıl canlandırabildiğime öyle sevinçliyim ki. Elbet bitecekti o eşsiz çocukluk dönemi, hayal gücümüz eskisi gibi değil belki merakımız da, öyle de olmalı zaten. Büyüdü artık o çocuk, olgunlaştı, olgunlaşıyor. Fakat önemli olan o içimizdeki çocuğu hâlâ muhafaza edebilmek, hayattan zevk alma konusunda sınır tanımamak. İçimizdeki çocuğu yaşatalım, büyümesine izin verelim ama öldürmeyelim. Çünkü içimizdeki çocuk bundan sonra da meslek yaşamımızda bize hep yol gösterecek, bizi diğer insanlardan farklı kılacaktır. KENDİME BİR YER "Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer..." der Nilgün Marmara meşhur şiirinde. Hayatımız boyunca kendimizi bulmaya, bir yere veya birine ait olmaya çalışıyoruz, kendimize bir yer edinmeye de. Ama hep bir beden büyük geliyor tüm kalıplar, bazen de küçük. Hani bazı filmlerde sorunlu bir genç olur ve onun da bilge bir hocası, ağabeyi, danıştığı herhangi bir kişi. Bu kişi de hep aynı soruyu sorarak sorunlu genci allak bullak eder ve tüm hayatını sorgulamasını sağlar. İşte bu tür filmlerin ortak sorusu şudur: "Kimsin sen?" Sahiden kimim ben, kimsin sen? Bir ressam, cumhurbaşkanı, anne, çocuk, kötü biri ya da sadece bir insan. Bunlardan hangisisin? Yoksa hepsi birden misin? Ya da hâlâ kim olduğunu bilmiyor musun? Asla doğru bir cevabı olmayan ve bana göre bilmemenin kötü bir şey olarak algılanmaması gereken nadir bir soru. Tüm yaşamımızı bu soruya anlamlı bir cevap vermeye adıyoruz. Son nefesimizi vermeden önce ben bu oldum demek için bir ömür harcıyoruz. Kimi zaman bıksak da, kaybolsak da yine kendimizi bulup biri olmaya çalışıyoruz. Zaten insan kendini kaybetmeden ne kadar insan olabilir ki? Hayatımızdaki insanlar, hırslarımız, düşüncelerimiz, yaşadığımız mutluluklar ve de acılar bizi biz yapıyor ve kimliğimizi oluşturuyor aslında. Yine de bana göre ben oldum, ben buyum diyemeyiz sanırım. Hep bir ben kimim der insan kendine. Hani birkaç saatliğine hayatı durdurduğumuz anlar vardır ya, sadece kendi kendimize kaldığımız anlar. Tüm yaşadıklarımızı, kendimizi sorguladığımız ve nasıl bir insan olduğumuzu düşündüğümüz. Hayal ettiğimiz bir insan mı olduk yoksa düşünemeyeceğimiz kadar kötü biri mi? Bir hayal kırıklığı mıyız yoksa gurur kaynağı mı? İnsanları gülümseten biri mi yoksa üzen biri mi? Hangisi, kim? Kara kara düşünürüz bu soruların cevaplarını. Kendimizi hiçbir cevaba da sığdıramayız ama. Sormakla oyalanır dururuz. Sonra bir bakmışız hayat akmış gitmiş. İşte insanoğlu böyle kendini kalıptan kalıba, beklentiden beklentiye soka soka daha doğrusu sokmaya çalışa çalışa hiçbir yere sığamaz oluyor. Sonra o hayatı durdurduğumuz anlardan birinde ise boş boş duvara bakarken yakalıyor kendini. Bir süre sonra insan kendini aradığı yerde bulamıyor, kaybediyor yolun herhangi bir yerinde. Ne zaman kendini kaybettiğini hatırlamaya çalışıyor ama bulamıyor. Tekrar bulmaya çalışması da bir şey ifade etmiyor çünkü kendinin nerede olduğunu bilmiyor. Bir yerden sonra hayat sadece nefes aldığı bir zaman dilimine dönüşüyor, yalnızca izliyor olan bitenleri. Şeffaflaşıyor insanoğlu ama içini açmak değil onunkisi, içini kaybetmek. "Gittiğim her yerden az evvel çıkmış gibiyim Nereye bakarsam bakayım bulamıyorum kendimi Olduğum hiçbir yerde değilmişim gibi geliyor Olmadığım her yerde de varmışım gibi..." diye içini dökmüş Ali Lidar. Bazen ben de kendimi kaybediyorum, sonra buluyorum, tekrar kaybediyorum. Hayatımın neresinden bakarsam bakayım kaybolmuşum gibi geliyor. Her yerde bir izim varmış gibi ama asla oralardan geçmemişim sanki ya da olmak istediğim çok yer varmış da hiç oralarda bulunamamışım veya olmak istemediğim her yerdeymişim. Hayat özellikle de büyürken böyle bir döngüde gidip geliyor aslında. Kendini kaybedişler ve buluşlarla, bulamayınca yeniden yaratışlarla geçiyor. Bazen dünyaya sığamıyorsun, bazen de varlığının küçüklüğünden bile daha ufak görüyorsun kendini. Varsın ama yoksun, belki de hiç olmamışsın ya da hep bir yerlerde var olmuşsun. Pelin Kömürlüoğlu 21400470 TURK101-61 Neşe Çetiner 15.12.14 KİBİR TOHUMLARI Dorian Gray’in Portresi, 1891 yılında Oscar Wilde’ın yayımladığı romanıdır. Dorian Gray, ressam Basil Hallward’ın kendi portresini yapmasıyla ve Lord Henry’nin kendisini övmesiyle ne kadar yakışıklı olduğunun farkına varır. Genç ve yakışıklı Dorian bence okuyucular için kibirin aynasıdır. Dorian’ın ne kadar yakışıklığı olduğunu bir başkasından duyduğunda farkına varıyor. Üzerinde ilgi her zaman vardı ancak o, bu ilginin sahip olduğu eşsiz görünüşüyle ilgili olduğunu fark etmemişti ta ki Basil onun portresinin yapana kadar. Sizce de bu olay güzelliğin toplumun yaratısı olduğunu göstermiyor mu? Önce güzellik için kişisel tanım yapayım. Bana göre güzellik, algıladığımızda - sadece görmek değil, duymak veya tatmak- bizi mutlu edenlere yakıştırdığımız bir sıfat. Yalnızca mutlu edenler de değil aslında, o an ihtiyaç duyduğumuz hissi çok yoğun bir şekilde yaşatan diyebiliriz çünkü mesela heyecanlanmaya ihtiyaç duyduğumda hızlı rock parçaları dinlerim ben ve bunlar bana güzel gelir. Duygusal olduğum bir başka zamanda da 1990lı yıllardaki hüzünlü Türk pop müziklerine güzel derim ama bende duygusallık çok geç başladığı için on, onbir yaşlarımda bu parçaları dinlemeyi sevmezdim. Yine de ilk başta kullandığım tanımın genelleyici ve uygun bir tanım olduğunu düşünüyorum. Güzelliğin toplumun yaratısı olması nasıl oluyor peki, onu da açıklayayım. “Güzellik görenin gözündedir.” derler hani, ama aslında medya, sosyal ağlar, arkadaş toplulukları güzelliği gören kişiyi çok etkiliyor. Bize bir ölçüt dayatılıyor ve herkesi buna göre değerlendirmeye başlıyoruz. Biz dediysem, toplum. Çok basit bir örnek olacak ama 1950li yıllarda kısa saçlı ve birazcık da kilolu kadınlar güzellik değerlendirmesinden yüksek puanlar alırken şimdi de zayıf, uzun saçlı ve uzun boylu kadınlar ön plana çıkıyor. Bunlar hep büyük oranda sosyal medyanın etkisi işte, yoksa ülkemizde uzun boylu kadınlar az sayıdayken yani kişinin hayalgücüne yer edinmesi zorken neden bu tür kadınları çekici bulalım ki? Dorian’ın da kendisinin yakışıklı olduğunu fark etmesi için bu durumu birinin ona söylemesi gerekiyordu. Yani Dorian o zamanların güzellik kavramına belki de tamı tamına uyuyordu. Lord Henry’nin de gençliğin kıymeti konusunda yaptığı konuşmalarla Dorian’ın içine kibir tohumları ekilmişti. Akşamki sohbetlerin birinde Dorian’ın dikkatsizce bir dilekte bulunması onun hayatını tamamen değiştirir. Duyduklarından etkilenen Dorian, sonsuz güzelliğe sahip olmak ister ve artık onun yerine tablo yaşlanır. Kibir tohumu filizlenmiş, kendini beğenmişlikle beslenerek çok hızlı büyümektedir artık. Kitabı okudukça kibrin insanın başına ne gibi kötülükler getirebileceğini okuyoruz. Bu okuyuculara kibrin ve kendini beğenmişliğin ne kötü özellikler olduğunu anlatan mesajı bana göre. Hatta, güzel/yakışıklı ama kötü niyetli biri olmaktansa, mükemmel görüntüye sahip olmadan iyi kişilikli insanlar olmanın daha değerli olduğu gerçeği okuyucunun yüzüne vuruluyor. Siz hangisini seçerdiniz? İnsanlardan övgüyü görüntünüzle mi yoksa onlara yaptığınız iyileklerle mi toplamak isterdiniz? Ben ikincisini seçerdim, zira insan yaptıklarıyla anılır. Kitabın dikkat çektiğini düşündüğüm bir diğer nokta da gençlerin sözlerden çok çabuk etkilenmesi. Kitabın başlarında Dorian ne kadar da saf bir genç adamdı, sonrasında da ne korkunç birine dönüştü öyle. Bunun bütün nedeni Lord Henry’nin ona manipüle ettiği kişiye göre değişen gerçekler. Kim bilir, belki o zaman Lord Henry ile tanışmasa ve onun sözlerinden etkilenmese ki, onun bir suçu yok Lord Henry insanları çok iyi etkileyebilen bir adam olarak yaratılmış, Dorian’ın sonu böyle olmayacaktı. Benim buradan anladığım şudur; gençlik heveslerimiz bir yere kadardır, yani belli bir yaştan sonra veya ne zaman yetişkin olgunluğuna erişirsek o vakit işte birtakım heveslerimizi geride bırakmalıyız. Bu hevesler çok değişik şeyler olabilir, kimi yararlı kimi zararlı; yaralı olanları bırakmak iyi bir fikir olmayabilir elbette ama anlık bir hevesle arkadaşlarından etkilenip sigaraya başlayan gencecik insanlar etrafımızda çok var. Demek istediğim, bize zararı olacak alışkanlıklardan ve kişiliğimizi kötü yönde etkileyecek davranışlardan ve bizi bu davranışlara yönlendirecek olan insanlardan kaçınmalıyız ayrıca bu davranışların kendimize ve etrafımıza ne denli zararlı olacağını önceden öğrenmemiz gerekir. Özcan,1 Süleyman İlker Özcan 21301151 Başak Berna Cordan TURK-101 09.12.2014 Bir Çocuğun Gözünden Mustafa Kemal Düşlerimdeki Atatürk-Çağan Irmak Mustafa Kemal Atatürk’ü çoğu belgesel ve tarih kitabı “Baba adı Ali Rıza Efendi , ana adı Zübeyde Hanım ve kazandığı savaşlar ...” şeklinde anlatıyor . Çağan Irmak ise Atatürk’ü bir çocuğun gözüyle görmek ve anlatmak istemiş. Bir çocuk için anne ve babası tâbiki de çok önemlidir ve her biri onların gönlünde ayrı bir yer tutar. Bazı çocuklar için babaları birer güç simgesidir. Örneğin ablam çocukken, babamın isterse yıldızları kendisine getirebileceğini söylermiş . Bu derece güçlü gördükleri baba karakterini , filmdeki çocuklar Atatürk’ü tanımlarken kullanıyorlar. Bu durum; karakterin Atatürk’ün bize sağladığı demokratik ortam, yani seçebilme gücü, eşitlik kavramı ve karşı tarafa saygı esasını gözeterek yaşıyor olmasından kaynaklanıyor. Beni burada en çok etkileyen şey ise karşı balkondan izleyen çocuk oldu. Onun babası o kadar duyarlı değildi. Çocuğuna gerekli önemi vermiyor ve belki Özcan,2 yukarıda yazdığım kavramların da çoğunu evde temsil etmiyordu. Çocuk, Atatürk’e benzetilen babaya ve aile ilişkilerine gıpta ile bakıyordu. İşte o aileyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına ve çocuğu da diğer ülkelere benzetebiliriz. Bizim başımıza öyle bir şans gelmiş ki; o dönemde çağdaş diye nitelendirilebilecek Avrupa ülkelerinde bile olmayan demokratik kavramlar halka sunulmuş. Burada sunulmuş kelimesinin altını çizmek istiyorum. Diğer ülkelerde halk demokratik sistem gelsin diye devrimler yaparken, can ve malını tehlikeye atarken, bizim ülkemizde savaşlar kazanmış bir başkomutan kendi saltanatını kurmak yerine demokratik sistemle yönetilecek bir devlet kuruyor. İşte bu yüzdendir ki, diğer ülkeler bizim yeni kurulmuş ülkemize gıpta ile bakıyor. Bizim de Atatürk’ü doğru anlamamız gerekiyor. Bu hususta Mustafa Kemal’in filmde geçen sözünü hatırlatmak isterim. m m m m m m m m m “İki Mustafa Kemal vardır; biri ben et ve kemik geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem. O ben değil bizdir. O memleketin her köşesinde yeni fikir yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz hepinizsiniz. Geçici olmayan yaşaması ve muvaffak olması gereken Mustafa Kemal odur." (1)m m m m m m m m m m m m m m m m m m m m m m m m Bizim öğrenip aklımızda tutmamız gereken şey, Atatürk’ün hangi savaşları kazandığından ziyade, ki bu olayları tarihimizi öğrenmek için okumalıyız, onun nasıl yaşadığı ve nasıl yaşamamızı istediğidir. O tüm ömrünü insanların daha iyi yaşayabileceği demokratik bir ülke yaratma adına sarf etmiştir. Biz de onun fikirlerini yaşatmalı, hatta elimizden geldiğince üzerine bir şeyler katabilecek bir toplum olmaya çalışmalıyız. Özcan,3 Son olarak söylemek istediğim şey , olağanın dışına çıkmak bazen bir şeyler kazandırır. Sanatta yeni şeyler düşünmek ve bunları uygulayacak cesareti kendinde bulmak önemlidir. Çağan Irmak, Atatürk’ü konu alan sıradan belgesellerden kaçınıp, bir çocuğun gözünden onu anlatmak istemiş ve benim gözümde başarılı olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün temel özelliklerini yalnızca beş dakika içinde izleyicilere betimlemiştir. Bize de düşen böyle yapımlara gerekli önemi verip desteklemektir.n6 n n n n n n n n n n n n n n n n n n n n n n Referanslar 1) Atatürk Mustafa Kemal, Vecizeler. http://www.meb.gov.tr/belirligunler/vecizeler.htm 07.12.2014 Mustafa Feyzi Belviranlı Sadık Bir Köpek, Sakat bir Hayvan Yıldın mı hayattan, yoruldun mu, yalnız mısın yoksa ya da sadece sıkıldın mı? Yok mu üzüldüğünde sarılacağın, ağladığında başını göğsüne koyacağın veya sevindiğinde öpüp, koklayacağın bir arkadaş? Sokağa çıkacağında sana eşlik edecek biri de mi yok, yorucu bir günün ardından eve geldiğinde seni kapıda karşılayacak bir sevgili? Belki de pek çoğumuz, hayatının belli dönemlerinde bu tip dertlerden muzdarip olmuştur. Aslında bakarsanız ben de, zaman zaman bu problemlerden arınmayı, hayatıma yeni bir değişiklik, yeni bir heyecan katmayı istedim hep. Etrafıma baktığımda bu problemlerin, belli bir süreliğine de olsa, çözümünün bulunmuş olduğunu farkettim. İnsanlar, dostluğu, sevgiyi ve samimiyeti birbirlerinden değil de, hayvanlardan bulmuşlar. Mesala, şöyle en güzelinden, akıllı ve sevecen bir köpek alıyor, köpeklerine tasmasını takıp, diledikleri gibi gezip tozuyorlar. Üzüldüklerinde yanlarına gidip sarılıyorlar hüzünle. Dertlendiklerinde, dertlerini döküyorlar çekinmeden. Aslında, başta bu durumla karşı karşıya gelemem bana hayli komik gelmişti. İnsanın bu sorunlarının çözümünü bir insandan değil de, hayvandan bulması enteresandı ancak bu durum babamın eve bir kedi almasıyla son buldu. Onun ile geçirdiğim kısa zaman sonunda ben de aynı diğer hayvan sahipleri gibi davranmaya başladım ve aslında ne kadar yanıldığımı anladım. Babam daha kediyi eve getirdiği ilk anda kedinin bizimle ömrü boyunca yaşayacağını belirtti. Kendimi bu konuda böylesine bilinçli bir aileden gelmemden ötürü oldukça mutlu hissettim çünkü günümüzde ne yazık ki birçok hayvan sahibi çok sevdikleri hayvanlarını taşınma, bakamama ve hatta sıkılma gibi nedenlerle sokaklara atıyor. Geçen yaz gittiğim Bodrum sokaklarında gezerken bir sürü sokak köpek ile karşılaştım. Her biri de birbirinden güzeldi, bazıları cinsti. Belli ki birileri hususi olarak satın almış, işi bitince de sokağa atıp gitmiş. O köpeklere bakınca, hikayelerini düşündüm. Hayatlarının bir kısmında prensesti onlar, belki de prens. Her türlü ilgi ve alakayı görüyorlardı. Şimdi ise sersefil halde adeta ölüme terk edilmiş, zavallılar. Önce keyfimiz için yaşam alanlarını değiştiriyoruz sonra da onları evcilleştirip sakat bırakıyoruz adeta. Maalesef sokaklarda gördüğümüz sağlıklı gözüken hayvanların çoğu aslında sakat. Neden mi? Mesela aile bir köpek alıyor. Köpek acıkıyor, hemen yemeği geliyor, susuyor suyu geliyor. Sürekli onunla vakit geçiriyor. Bunca ilgiden sonra köpek de alışıyor böylesine bir hayata ve sadakat gösteriyor sahibine, evcilleşiyor. Peki ya sahibi ne yapıyor bu sadık köpeğine? Sıkılıyor işte, monotonlaşıyor hayatı, sorumluluğu ağır geliyor köpeğinin, bıkıyor, usanıyor. Uzaklaşmak istiyor ondan, doğal ortamı zannedip bırakıyor sokağa ve uzaklaşıyor zalimce. Sahibi zannediyor ki köpeği avlanır bir şekilde, hayatta kalır, fakat bilmiyor ki sadık köpeği artık sakat bir hayvan. Daniel Galera Kana bulanmış sakal isimli eserinde bu durumadan şöyle bahsetmiş. Kendini “adam” diye tanıdığımız ana karakterin babası ölümünden hemen önce köpeğini oğluna emanet edip, şu sözleri söylüyor. “ İnsan çocuğunu, kardeşini, babasını ve elbette bir kadını terk edebilir ama bir köpeğe belli bi süre baktıktan sonra terk etmeye kimsenin hakkı yoktur. Köpeklerin insanlarla yaşayabilmesi için bastırdıkları kimi içgüdülerini tekrar ve tam anlamıyla kazanmaları imkansızdır. Sadık bir köpek sakat bir hayvandan farksızdır. “ (Kana Bulanmış Sakal, 18-19) Mustafa Feyzi Belviranlı Peki köpekleri bu durumdan nasıl kurtarabiliriz? Aslında bakarsanız çığır açıcı bir çözüm bulamamak ile beraber bu problemden kurtulmak için birkaç iyi niyetli fikrim var. Bunların bence en önemlisi toplum olarak ortak bir bilince sahip olmak. Kamuyu bilinçlendirmek için daha fazla seminerler düzenleyip, insanları duyarlı olmaya teşvik edecek reklamlarla daha fazla yol alabiliriz. Belediyelerimiz hayvanlarımız için barınak imkanlarını arttırıp, onların sokakta yaşamalarını bir nebze de olsa engelleyebilir. Sahiplendirme olanakları geliştirilip, hayvan sahibi olan ailenin, hayvana bakamaması durumunda hayvan başka bir aileye devri söz konusu olabilir. Tabii hepsinden önce elimizi vicdanımıza koyup, bu köpeklerinde birer canlı olduğunu hatırlamalı onlarla ilgili vereceğimiz kararlarda kendi arzularımızı değil, onların geleceğini düşünmeliyiz. Yani, biraz samimiyet ve duyarlılık ile hareket edip, biraz daha çaba gösterirsek, sorunun üstesinden gelmek çok daha kolay olabilir. Kaynakça: Galera, Daniel. Kana Bulanmış Sakal. İstanbul: Can Yayınları, 2015. BELA-­‐YI  AŞK     Bir  şair,  gönül  insanı  düşünün;  aşkı,  ızdırabı,  sevgiliyi  ve  Allah’ı  anlatsın.  İki   saDrlık  beyitlere  koca  bir  dünya  sığdırsın.  Sevginin  en  yücesini,  tasavvufun  en  derinini   ve   Allah   aşkının   en   faziletlisini   bizlere   aktarsın.   Tüm   bunları   eşsiz   bir   güzellikle   başaran,   Divan   şairlerinin   en   büyüğü   Fuzûlî,   bizlere   yıllandıkça   güzelleşen   ve   derinleşen  eseri  Fuzûlî  Divanı’nı  bırakıyor  ve  bu  sayede  bizlere  kendini  anlaDyor.     Fuzûlî,   her   şeyden   önce   aşkın   şairidir.   Beyitlerinde,   rubailerinde   ve   kasidelerinde  hep  aşkını  anlatmışDr.  Bu  aşk,  yalnızca  maddi  duyguların  oluşturduğu   kuru  bir  aşk  değildir  elbeSe.  Fuzûlî  farklı  ve  derin  bir  âşıkDr.  MaddiyaSan  başlar,   maneviyata  geçer  beyitleriyle.  Her  söylediği  söz,  aşkını  yansıDr  şiirlerinde,   Benî  candan  usandırdı  cefâdan  yâr  usanmaz  mı     Felekler  yandı  âhımdan  murâdım  şem’i  yanmaz  mı  (s.141)     Aşkın  acısı  adeta  kıvrandırır  onu,  ancak  o  sevgiliye  ulaşmaktan  değil,  onun   hasreWyle  yanmaktan  zevk  alır.  Özlemini  ve  ızdırabını  beyitlerine  döker,  gözyaşlarıyla   şiirler  yazar.  Aşkından  yanar,  kül  olur  adeta;  Mecnun  ile  birlikte  yanan  odur  kızgın   çöllerde.  Leylâ’dan  geçip  Mevla’ya  ulaşan  odur  sessizce,           
 Mende  Mecnun'dan  füzun  âşıklık  isA'dâdı  var Âşık-­‐ı  sâdık  menem  Mecnun'un  ancak  âdı  var  (s.56)     Fuzûlî  aynı  zamanda  bir  ızdırap  şairidir.  Yaşamı  ve  aşkı;  üzüntü,  acı  ve  keder   olarak  görür.  Onun  şiirlerinde  mutlu  bir  âşık  portresi  yoktur.  Sevgiliye  kavuşmayı,   mutlu  olmayı  ve  neşeyi  istemez.  Fuzûlî’ye  göre  çekilen  acılar  insanı    Allah’a  yaklaşDrır   ve  olgunlaşDrır.  Izdırap  ile  nefsini  körelWr  adeta,  gözleri  kan  içer  zülfüyârinden.  Onun   arzuladığı  zevk  ve  sefa,  sevgilinin  de  onu  sevmesiyle  mümkün  olur  ancak.  O  ızdırabını   ve  aşkını,  karşılıksız  yaşar.  Kevser’den  su  içmenin  talibi  değil,  en  sevgilinin  dudağının   müştakıdır  o.     Fuzûlî’yi  eşsiz  kılan  diğer  bir  özelliği  ise  bu  mana  dolu  şiirlerini,  eşsiz  bir  sanat   arz  ederek  yazabilmiş  olmasıdır.  Kendi  deyimiyle,  diken  gibi  sert  bilinen  bir  Türkçe  ile,   gül  yaprağı  gibi  şiirler  yazmışDr.  Hem  manayı  ve  anlam  bütünlüğünü  sağlamış,  hem   aruz  kalıbıyla  yazmış  hem  de  mazmunları  ustaca  kullanmışDr.  Fuzûlî’nin  asıl  ustalığı,   mazmunları   eserlerinde   bir   hasırın   telleri   gibi   örülmüş   giriZ   bir   yapıda   kullanmış   olmasıdır.  İlk  bakışta  göze  hoş  gelen  ve  yüzeysel  olarak  bir  mana  ifade  eden  şiirleri,   derinlere  inildikçe  daha  da  eşsizleşir  ve  anlaşılır.  Yani,  onun  şiirleri  her  okuyana  farklı   bir  derinlik  ifade  eder  ve  benzersizleşir.     Fuzûlî’nin  eserlerindeki  dil  içten  ve  samimidir.  Lirizmi  doruklarına  kadar  yaşaDr   şair.   Sehl-­‐i   mümteni   sanaDnın   adeta   piridir   Fuzûlî.   Şiirleri   anlaşıldıkça   daha   da   derinleşir   ve   insanı   adeta   büyüler.   Bir   insanın   nasıl   bu   kadar   derin   bir   aşk   hissedebildiğini  ve  bunu  nasıl  bu  kadar  ustaca  ifade  edebildiğini  anlamakta  zorlanır   insan.   O,   vücudunu   ruhunun   hapsolduğu   bir   zindan   olarak   görür.   Bu   zindandan   şiirleriyle  kaçar  adeta.  En  sevgiliye,  peygamberine  ve  Rabbine  ulaşır  böylece.  Öyle   derin   bir   aşkı   anlaDr   ki   Su   Kasidesi   ile,   gözyaşları   aşkının   alevini   daha   da   çok   ateşlendirir,   kendi   ifadesiyle.   En   çok   istediği   şey   ölmek   ve   sevgiliye   kavuşmakDr   beyitlerinde,     Dest-­‐bûsı  ârzûsıyla  ger  ölürsem  dostlar     Kûze  eylen  toprağum  sunun  anunla  yâra  su  (s.204)     Ne  anlatsak  boş  derler  ya  hani,  Fuzûlî’nin  aşkı  de  öyle  işte.  Aşk  bir  Allah  takdiri   onun  için.  Aşk,  meydeki  hararet,  neydeki  sada  olmuş  onun  için.  Nasıl  pervane  ışığı   görünce  kendini  aDp  yakıyor,  Fuzûlî  de  sanki  aşkın  töresini  pervaneden  öğrenmiş;   aşkıyla  kavruluyor.  Yanıyor  ya,  bizleri  de  yakıyor.  ÇekWği  derdi  bir  O,  bir  de  Rabbi   biliyor:   Söylesem  tesiri  yok,  sussam  gönül  razı  değil.   ÇekAğim  âlâmı  bir  ben  bir  de  Allah’ım  bilir.  (s.64) Mustafa Talha AVCU Günümüzün Napoleon’u George Orwell’ın Hayvan Çiftliği yazıldığı dönemde tamamen komünizme karşı büyük bir eleştiri olarak tarihe geçmiştir. Avrupa’nın yanı sıra ABD’de de bazı liselerde gençleri komünizm tehlikesinden korumak için kitap listelerine alınmıştır. Şüphesiz o zamanlarda George Orwell’ın önceliği zaten buydu fakat aslında bu eseri ölümsüz yapan sadece Stalin’i ne kadar güzel eleştirdiği değildir. Bu eseri ölümsüz yapan dünyadaki karakterler değişse de okunduğu her devirde o karakterleri eleştirebilmesidir yani bana, benim Napoleon’umu gösterebilmesidir. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde okunduğunda, eser apaçık o karakteri gösteriyor. İşte o dedirtiyor. Şu anki Napoleon -eserdeki baş domuz- o. Genel olarak konu şöyledir: Hayvanların yaşadığı bir çiftlikte en zeki(!) ve konuşkan domuzlar önderliğinde bir devrim yapılır ve domuzlar diğer hayvanlara verdikleri birçok umutla başa geçer. Benim en çok dikkatimi çeken ise koyunlardır. Domuzlar bir şey söyledikten sonra hemen “İki ayaklı kötüdür, dört ayaklı iyidir.” tezahüratı yaparak diğer hayvanların konuşmasına izin vermeyen koyunlar. Kitap yazıldığı devirlerde bu koyunlar nelere benzetildi bilemem ama gelişen teknoloji, TV başında beyni yıkanan onlarca cahil insan, her gün farklı bir yalanı çıkan gazeteleri düşündüğümde aklıma ot yerine para ile beslenen gazeteciler, yazarlar ve muhabirler geldi. Kısacası medyaya benzettim ben bu koyunları. Ne gariptir ki bütün öykü boyunca “İki ayaklı kötüdür, dört ayaklı iyidir.” diyen koyunlar, domuzların iki ayaküstünde yürümeye başlamasıyla “Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi.” melemeleriyle diğer hayvanlara konuşma hakkı vermezler. Konuşmayan, yazmayan da düşünmemeye başlar doğal olarak. Ne güzel, otunu (parasını) veriyorsun, üstüne köpeklerinle tehdit ediyorsun. Onlar da toplumu konuşamaz, yazamaz en önemlisi düşünemez hale getiriyor. Böylece topluma düşüncelerini empoze ediyorsun, hem de eski düşüncelerinin tam tersi bile olsa. Bu andan sonra toplum demek bile yanlış olur, çünkü toplum farklılıklarla oluşur. Kelimenin kökü de toplamaktır zaten. Fakat herkese aynı şeyler dayatıldığında, herkesin fikirleri aynı olduğunda toplumdan nasıl bahsedebiliriz ki? İşte budur koyunların görevi: Toplumları asalak böcek kolonilerine çevirmek. Nazım Hikmet’in satırları düştü aklıma bunları düşünürken. “Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen.” Peki sadece koyunlar mıdır günümüze yorumlanıp ders çıkarılacak? Kesinlikle, hayır! Aslında her karakter ayrı şeyler ifade ediyor bizler için, bu yüzden ben Boxer’dan da bahsetmek istiyorum. Boxer çiftlikteki en güçlü attır. Birçok iş onun sayesinde yapılır ve kendisi de bundan büyük mutluluk duyar, bu yüzden çiftlik için herkesten fazla çalışır. Napoleon ise Boxer’dan çok fazla yararlanır ve onun sınırlarını zorlar. Artık ayağa kalkamayacak hale geldiğinde ise onu hastaneye kaldırdığını söyleyerek aslında onu herkesin gözü önünde kasaba satar. Fakat aynen günümüz asalak böceklerinin anlayamadığı gibi hiçbir hayvan okuyamaz Boxer’ı almaya gelen arabanın üstünde yazan kasap yazısını. Okuyabilen birkaç kişi vardır elbet ama onlar da ağızlarını açmaz nedense. Haliyle anlasan da dilin yoksa pek işe yaramazsın. Napoleon’un asıl başarısı da budur bence; zaten cahil olan insanları her şeye inandırmaktansa, yanlışını anlayan insanları susturabilmek. Bizim Napoleon’umuzun yaptığı şey bundan çok mu farklı? Sırf kendi emelleri uğruna ölen başka insanların anne babalarına, çocuklarının ütopik bir yer olan cennete gittiğini söylemek. Bunları başkalarına söyleyebilmek ama iş kendilerine gelince herhangi bir şey feda edememek… Tıpkı kitaptaki domuz yavrularının farklı yetiştirildiği gibi, tıpkı başta hayvanların girmesinin yasaklandığı çiftlik sahibinin eski evine yerleşip sarayda yaşamak gibi, tıpkı bütün hayvanların eşit ama bazı hayvanların öbürlerinden daha eşit olduğu gibi... Eğer gerçekten öyle bir cennet varsa da şüphesiz artık insanların kanlarıyla bulanmış bir cehenneme dönmüştür.Her ne kadar sadece koyunlar ve Boxer’dan bahsetmiş olsam da, aslında eserdeki her olay ve her karakter beni günümüzdeki faklı şeylere götürdü. Dediğim gibi zaten eserleri ölümsüz yapan da budur. Herkese hitap etmesidir, herkese kendini okutabilmesidir, herkese düşündürtmesidir. O yüzden koyunlara inat, günümüz Napoleon’una inat, gocuklu celebe inat okumalıyız bu eserleri. Onlara inat okuyup, yazmalıyız. En önemlisi de düşünmeliyiz, her şeye inat. Kaynakça Orwell, Geoge. Hayvan Çiftliği. Çev. Celal Üster. İstanbul: Can Yayınları, 2015. 43. Baskı Hikmet, Nazım. “Nazım Hikmet Şiirleri” http://www.siir.gen.tr t.y Web. 23 Kasım 2015. AFGANĠSTAN’DAN ABD’YE UZANAN BĠR VĠCDAN YOLCULUĞU / Buse Deniz Ganioğlu 4 Ekim, 2014 Kardeşlikten öte, doyuma ulaşamamış bir dostluğu bize aktaran Uçurtma Avcısı, Khaled Hosseini’nin 2003 yılında yayınlanmış ilk romanı. Yazar yalın bir dille size öyle derin duygular sunuyor ki... Hatta birçok duyguyu bir arada en derin hâliyle yaşamanızı sağlıyor. Öfke, ihtiras, dostluk, kardeşlik, pişmanlık… Ve daha birçoğu… Her bir bölüm ayrı bir lezzette. Acı tatlı yanları ile sizi kucaklayan bu roman bitmesin diye umut ediyorsunuz. Yazar karakterleri öyle güzel betimlemiş ki hayal gücünüzü kullanmamak mümkün değil. Yazar, okuyucuyu tasvirlere boğmadan en ince ayrıntısına kadar karakterleri sizinle tanıştırıyor. 2007 yılında beyaz perdeye uyarlanan kitabı hayalimdeki kahramanları korumak için izlemedim. Film uyarlamalarının hiçbir zaman kitaba yaklaşabileceğini düşünmüyorum. Bu yüzden ben de bu kitap için büyü bozulmasın istedim. Böyle dokunaklı ve içten bir romanın ticari başarısı da hâliyle beraberinde geliyor. Roman, çok uzun seneler başta ABD olmak üzere birçok ülkede en çok satanlar listesinde baş sıralarda yer alıyor. İlginç olan yazarın ilk romanıyla böyle bir başarıya ulaşmış olması. Daha da ilginç olan ise, yazarın ikinci dili olan İngilizce ile yazdığı bir romanda bu kadar başarılı olabilmesi. Romana bakacak olursak, yazar fedakârlık, vicdan, koşulsuz sevgi, sonsuz sadakat kavramlarını iki küçük çocuğun ilişkisi üzerinden okuyucuya aktarıyor. Amir zengin bir babanın oğludur ve Afganistan’ın başkentinde yaşamaktadır. Babasının hizmetkârının oğlu olan Hasan ise Amir’in en yakın dostudur ancak Hasan’ın ırkı Afganistan’da pek sevilmeyen bir ırktır ve bu durum Hasan’ın başka çocuklarca küçümsenmesine ve alay konusu olmasına neden olmaktadır. Uçurtmaların yarıştırıldığı bir turnuvada Amir Hasan sayesinde yarışmayı kazanır. Amir’in bu başarısı babasıyla iyi olmayan ilişkilerini düzeltmesine yardımcı olurken, Hasan’la olan ilişkisine gölge düşürür. Amir’in ilk tepkisi en yakını olan Hasan’a ihtiyacı olduğunda yardım elini uzatmaması olacaktır. Daha sonraları durum vicdan rahatsızlığı olarak ona geri dönecektir. Yıllar boyunca Amir ABD ye gitse bile vicdanının sesinden kaçamayacaktır. Babasıyla ABD ye giden Amir orada evlenir ve ilk romanı yayınlanır. Amir’in yıllar sonra Afganistan’dan aldığı bir telefon haberiyle dünyası değişecektir. Hasan’ın ve eşinin Taliban tarafından öldürüldüğünü öğrenir, Hasan’ın yetim kalan çocuğunun Afganistan’dan kurtarılması gerekmektedir. Bu Amir’in vicdanının harekete geçtiği bir dönüm noktasıdır. Hayat ona yeni bir fırsat sunmaktadır. Hasan’a zamanında yardımcı olamamıştır ama oğluna yardım ederek belki de acısını hatta pişmanlığını hafifletebilecektir. Ancak Amir sarsıcı bir gelişme ile allak bullak olur. Çünkü çocukluk arkadaşı olan Hasan’ın aslında kardeşi olduğunu öğrenir. Amir çocukluğunda tam anlamıyla yaşayamadığı dostluğu Hasan’ın oğluna olan duyguları ile ve ona yakınlaşma çabalarıyla ile gidermeye çalışır. Kitabın can alıcı finali Amir’e olan bütün öfkenizi bir anda silip süpürmekte ve Amir’i affetmenize hatta ona sempati beslemenize yol açmaktadır. Roman, böyle başından son sayfasına kadar okunası olunca, hâliyle yazarın hayatını da merak ediyorsunuz. Yazarın hayatı romanın bazı unsurları ile paralellik gösteriyor. Yazar da Afganistan’da çok zengin bir ailenin çocuğu olarak Dünya’ya geliyor ve gençlik döneminde ABD ye gelerek önce doktor olarak sonra da yazar olarak başarıya ulaşıyor. Kitapta etkileyici birçok cümle var ama bunlardan bir tanesi öyle anlam yüklü ki… Onu paylaşarak değerlendirmelerimi bitirmek istiyorum. "...Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir." "Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun." ( Hosseini, 21) Kaynakça Hosseini, Khaled. Uçurtma Avcısı . İstanbul: Everest Yayınları , 2004. Doğuş AKBOĞA EVRENSEL AHLAK İLLÜZYONU Biz insanlık, doğuştan gelen yaratıcılık ve hayal kurma güdümüzle yaşarız ve kendimizi ve etrafımızdaki dünyayı ona göre şekillendiririz. Her çocuğun anne ve babasını taklit etmesi gibi biz de bizi yaratan varlıklara benzemek isteriz. Tanrı gibi olmak isteriz; kusursuz, iradeli, kimseye hesap vermeyen, yüce ve bağışlayan. Bu yüzden evrensel sistemler yaratmaya çalışırız; parlak bir geleceği olan sistemler; tamamıyla adil bir sistem; her şeyinden zevk alacağımız, pişmanlık duyacağımız durumlar yaşadığımızda bize pişmanlık duymamızı gerektiren hiçbir şey olmadığına inandıran bir sistem; kavramları evrensel olan, iyiye iyi, kötüye kötü, ayıba ayıp, en önemlisi de bize güvendeymişiz hissi veren bir sistem. Bu sistem ışığında yaşadığımız dünyayı kendi oyun bahçemize çevirdik ve hoplaya zıplaya, güle oynaya yaşayıp gittik. Nice savaşlar yaptık, cinayet işledik, hayvanları, ağaçları ve diğer canlıların hayatını kasteden aksiyonları hayata geçirdik ama tetiği biz çekmediğimiz sürece sorun yoktu. Kendi hatalarımız için başkalarını suçladık ki biz pişmanlık ya da suçluluk duymayalım; karşı taraf da bizi suçladı. Velhasıl-ı kelam sistemimiz gayet işledi, Dünya döndükçe biz de döndük ve hatalarımızı tekrar edip durduk. Ama kötü adam hiç biz olmadık. İşte bu yüzden Hieronymus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi panel çalışması yaşadığım bu yaşamı ve ahlak ilkelerimi sorgulatan ve beni en çok etkileyen tablodur. *1 Gözümü her kapatıp kendi kendime Dünya’da hayat nasıl başlamıştır sorusunu sorduğumda tablonun sol paneli, Dünya’da hayat nasıl sonlanacak sorusunu sorduğumda sağdaki paneli ve gözümü her açıp etrafıma baktığımda da merkezdeki ana paneli görürüm. Tablo her ne kadar aşırı detaylı ve karmaşık görünse de ben tabloya her baktığımda –ki bilgisayarımın arka planıdır- olay ufkunun arkasında bir tekillik, bir kompozisyon yani çok yakından tanıdığımız bir hikaye görürüm ki çoğu din ile azıcık haşır neşir olan birisi de aynı şeyleri görebilir. Ancak kendine benim sorduğum soruları sorar mı bilemem. *2 Panelin dış kapaklarında Dünya’mızı tasvir eder Hieronymus. İncil’in düz Dünya tanımını ve Rönesans’ın ortaya çıkardığı Dünyamız küredir tartışmasını birleştirerek üç boyutlu kürenin içine yerleştirir düz bir yüzeyi ki bence bu onun gelişmelere karşı ne kadar objektif ve kucaklayıcı olduğunun bir göstergesidir. Dünya’nın sol üst köşesinde de Tanrı babamız oturur ve onun yanında İncil’den bir ayet yazılıdır : “Çünkü O söyleyince her şey var oldu; O buyurunca her şey belirdi.”(İncil: Mezmurlar 39). Bu metin ve Tanrı’nın durumu bana dış panelin hikâyemizin başlangıcı olduğunu ve Hieronymus’un dinsel imgelemelerle çok yakından ilgilendiğini anlatır ki sol panel tamamıyla Tanrı’nın sözüyle ilgilidir ve yaratılışın ilk altı günü, sonsuzluk ağacı ve Âdem ile Havva’nın tanıştırılması gibi olaylar etraflarında dönen tonlarca abartılı imgelemelere rağmen normal akışında devam eder. Bu ilk olayların zincirleme tepkimeleri ve yol açtıkları belalar ancak merkez panelde anlaşılır ve benim ilk başta anlattığım ve hissettiğim yargıları kesinlikle karşılar, ayrıca ismini de kesinlikle bu panelden ötürü aldığını düşünüyorum. Her türlü sapkınlık, zevkler ve oyunlar gelecek ve Tanrı korkusu olmaksızın yapılmaktadır. Asla başlarına kötü bir şey gelmeyeceğini sanan hoplayıp zıplayan insan yığınlarıyla dolu bir kıyamet alametidir bu orta panel. İnsanın diğer varlıkları nasıl kendi amaçları için kullandığını da yine imgelemelerle anlatır ve sanırım gerçek Dünya’nın şifrelerle donatılmış bir resmi çizilse kesinlikle bu olurdu. Kendi yarattığımız evrensel ahlak ilkelerimiz de bizim için aynı şeyleri yapıyor çünkü. Örümcek ağları gibi etrafımıza ördüğü illüzyonlar ne zaman ahlaksız bir harekette bulunsak bizi ve hareketimizi ahlakının içine sığdırır ve sanki hiçbir şey olmamış gibi mutlu mesut yaşamamız için motive eder. Buna şöyle bir örnek verelim: Biri televizyona çıkıp dese ki yarın bir mafya babası ya da bir grup asker ölecek, hiçbir şey değişmez sanki olağan bir şeymiş gibi herkes yaşadığı gibi yaşamaya devam eder. Ancak bunlar yerine bir belediye başkanı ya da başbakan öldürülecek dese işte herkes çıldırmaya başlar ve bir kaos ortamı oluşur. Aslında tam da günümüzde dolaylı bir şekilde yaşadıklarımız bunlar ancak kendi yarattığımız ahlak ilkelerine öyle sarılmışız ki tüm bunları görmezden gelip mutlu, pozitif hayatlarımıza devam ediyoruz. Sorabilirsiniz pozitif yaşamanın neresi kötü diye. Asıl sorun pozitif yaşamanın anlamını bilmememiz. Şu Dünya’da bu kadar eşitsizlik, kıtlık, hastalık, adaletsizlik ve acı varken ve biz bunları düzeltmek ve gerçekten her tür insanın eşit yaşayacağı bir Dünya yaratmak yerine yapay mutluluğumuzu tercih ediyoruz. Ellerimize son model marka telefonlarımızı alıyoruz ve onun ekranından dışarı bakmıyoruz. Baksak belki de göreceğiz bu telefonlar çocuk işçilere, yok denecek kadar az bir ücrete, ağır çalışma koşullarında yaptırılıyor. Pozitif kalmaya çalışmak insanoğlunun en büyük kusurlarından biridir ki bu da bizi son panele yani cehennem paneline götürür. Ayaklarımızın altına aldığımız canlılar hor kullandığımız Dünyamızın bize “sahibine” ayaklanmış olması ve tüm körlüğümüzle hizmet ettiğimizi ve minnettarlığımızı gösterdiğimizi sandığımız Tanrı’nın bile bize sırtını döndüğüne ve bu işkenceleri hak ettiğimize kanaat getirmemi sağlıyor. Tüm bu olayların sonunda tablonun en başına Âdem ile Havva’nın yaradılışına bakar ve körü körüne tüm beşeri sistemlere kulluk eden insanların kendilerine sormaya korktukları şu soruyu sorarım: Yüce Tanrı yaradılışımızdan ötürü pişman ve kendine kızmış bir vaziyette bunun bir hata olup olmadığını hiç kendine sormuş mudur? KAYNAKÇA *1 https://arthistoryproject.com/artists/hieronymus-bosch/the- garden-of-earthly-delights/ *2 https://www.khanacademy.org/humanities/renaissance- reformation/northern/hieronymus-bosch/a/bosch-the-garden-of- earthly-delight İRADESİZ İNSAN, İNSANSIZ İRADE OLUR MU? Hayatımızdaki bazı kavramların birbirleriyle hatta karşıtlarıyla var olduklarına ve bunlardan biri olmadan diğerinin kendi anlamını yitireceğine inanırım. Bana göre üzüntü olmadan mutluluk olmaz; gece olmadan gündüzün bir farkı kalmaz ve kötü olmadan iyinin vasfı anlaşılmaz. Bu yazıda ele almakta olduğum konu daha çok bu örneklerden iyi ve kötü kavramlarıyla ilgili olacak. Bugün birçok toplumda örnek bir insan olmak, iyi olmakla ilişkilendirilir ve eğer kötü diye bir tanım olmasa iyilik ve iyi kavramları da hiç olur. İyi kötü yani ak kara değerlendirmeleri bazı durumlarda göreceli olsa da, bir doğruyu direkt söylemek veya bunun için uygun zamanı beklemek gibi, toplumsal ve bireysel huzur düşünüldüğünde birbirlerinden daha kesin çizgilerle ayrılırlar.Toplumdaki bireylerden, bizden, iyilik adına beklenen, daha doğrusu kötü olmamak adına beklenen, öncelikli şeyler: Canlı cansız bütün varlıklara zarar vermekten kaçınmak, birbirimizin haklarını gasp etmemek, toplumun huzurunu bozacak davranışlarda bulunmamaktır. Peki bütün bireylerin iyi olduğu bir ütopya, ütopya olmaktan çıkıp gerçek bir düzen haline geçebilir; hatta distopik bir dünya ütopik hale dönüşebilir mi? Eşcinselliğin bir hastalık olduğunu düşünüp bunun tedavi edilebileceğine inanan bazılarımız gibi kötülüğün de bir tedavisinin olduğuna inananlar olabilir ve bu tedavi, psikolojik bir uygulama olarak düşünülebilir. Otomatik Portakal’da şahit olduğumuz psikolojik duruma, bir koşullanma örneği diyebiliriz. Kitapta ana karakterimizin, kendisine uygulanan yöntemden sonra şiddete karşı hormonal bir tepki üretmeyi şartlı refleks haline getirdiğini görüyoruz. Bu örneğe bakıp bunun ütopik dünyamız için etkili bir yol olabileceğini düşünebiliriz. Peki karar verme yetimiz olmadan gerçekten iyi bir insan olur muyuz? Ana karakterimizde yaratılan bu koşullu tepki durumu ortadan kalktığında, karakterin tekrar kötü davranışlara yöneldiğini görüyoruz. Yani seçimi kötülükten yana olan bir insan, vücudundaki tepkiden dolayı kötülükten uzak durduğunda iyi bir insana dönüşmüyor. Kişi burada iradesi sınırlandırılarak bir nevi robota dönüştürülüyor. Peki toplumdaki her bireyi sisteme uydurmak için aynılaştırmak ve bireyin iradesini elinden alarak onu hayvanlaştırmak etik mi ve temel haklarımıza uygun bir davranış mı? Bana göre kötülüğü seçeneklerden elemek yerine insanları iyiliğe teşvik etmek daha doğru bir yol. Bu, zor ve uzun bir süreç gerektirse de verilecek doğru eğitimle birlikte uygulanabilecek etik bir yöntem. Din, siyaset ve diğer birçok konuda olması gerektiği gibi bireye tüm bilgileri aktarıp seçimi kendisinin yapmasını sağlamak en sağlıklı çözüm. Aksi takdirde zorla yaptığımız bir şeyden vazgeçmemiz, kendi seçimimizden vazgeçmemizden çok daha muhtemel. Yazımın başında belirttiğim gibi iyi, kötü olmadan kendi değerine sahip olamaz. Kötülüğün zararlı bir şey olduğunu düşünüp bu tedaviyi desteklediğimizde buna benzer bir sürü durum yaratabiliriz. Acı çekmenin zararlı olduğunu düşünüp tüm insanları mutlu birer çizgi film kahramanına dönüştürebiliriz ve bu durumda da mutluluğun bizim için neyi ifade ettiğini unutabiliriz. Hatta belki de bu iradesizleştirmeyi yararlı bir amaç gibi gösterip kendi çıkarlarımız için kullanabilir ya da sistem tarafından sistemin çıkarları için kullanılan taraf olabiliriz. Bu uygulamada gücü elinde tutan taraf, insanlara kötülük ve iyilik kavramlarını aşılamaktansa kendi toplumsal çıkarlarına yönelik düşüncelerini aşılayabilir. Günümüzde maruz kaldığımız görsellerde küçük detaylar bilinçdışımıza etki ederek beynimize bazı mesajlar gönderse de, ki bu durum da tartışmaya çok açık, sözünü ettiğimiz uygulama daha ciddi bir boyutta. Olayın iyi kötü olmaktan çıkmış ve daha somut konulara gelmiş olduğunu düşünelim: Canımız A markasının çikolatasını çekiyor ama vücudumuz buna tepki verince bu durum bizi B markasını kullanmak zorunda bırakıyor. Olamaz mı ? Olabilir. Kıssadan hisse çıkarırsak, durum ne olursa olsun insani özelliklerimize kötü etki edecek hiçbir uygulama sağlıklı bir çözüm değildir ve ideal çözüm sorunun temel nedenine etki edecek çözümdür. Hayatımız kendi seçimlerimizle ve bunların sorumluluklarıyla, bize hissettirdikleriyle güzel. Robot istiyorsak robot yapabiliriz; kendimiz robota dönüşmek zorunda değiliz. İradeniz dahilinde geçen iyi günler dilerim. Cansu ÖZÜBEK Kaynakça:  Burgess,A.(2009).Otomatik Portakal.İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Burak Sezer Coşkun 21501379 Azim, Umut ve Özgürlük “Sorunların çözülebiliyorsa, neden endişe ediyorsun? Sorunların çözülemiyorsa da endişe etmek sana hiçbir yarar sağlamayacak.” -Çin Atasözü Dönemin en yoğun zamanlarından biri olan bu günlerde herkes bir şeylerden şikâyet ediyor. Sınavlar, sunumlar, Türkçe ödevleri derken herkes kendini acındıracak sebepler buluyor. Ya ben? Benim hayatımda öyle karamsarlığa yer yok. Bunun iki sebebi var: Birincisi “ne kadar kötü durumda olursan ol, unutma ki senden daha kötü durumda olan bir sürü kişi var” sözünü hayat felsefesi olarak belirlemem. İkincisi ise Esaretin Bedeli filmini izleyip filmin mesajından etkilenmiş olmam. Hayat felsefemin bir örneğini Esaretin Bedeli’nde görebiliyoruz. Bizim şikâyet ettiğimiz şeyler Andy Dufresne’in sorunlarının yanında çok küçük ve anlamsız kalıyor. Başarılı ve zengin bir bankacı olan Andy önce eşini bir cinayette kaybediyor, daha sonra cinayeti işleyenin kendisi olduğu iddiasıyla haksız yere hapishanede bir ömür boyu sefalet içerisinde yaşamaya mahkûm ediliyor. Bu durumda çoğu kişi pes eder, kaderini kabullenip diğer mahkûmlar gibi umudunu kaybeder ve yaşamdan soğurdu. Ancak Andy ve onun Shawshank Hapishanesi’nde edindiği en iyi dostu olan Red öyle değil. Gardiyanların zulmüne de, yalnızlığa da, diğer mahkûmların kendilerine çektirdikleri eziyetlere aldırmıyorlar. Her şeye rağmen pozitif yaklaşım sergilemek konusundaki ısrarcılığı sonunda sadece kendisinin değil, Shawshank Hapishanesi’nin bütün mahkûmlarının hayatını çekilebilir bir hale getiriyor. Burak Sezer Coşkun 21501379 Andy ve Red’in tavırlarından ve zorluklara yaklaşımından hepimizin öğrenebileceği birkaç şey var. Bunların başında özgürlük tutkusu geliyor. Andy ve Red ne yaptılarsa özgürlük sevdası için yaptılar. Shawshank Hapishanesinin tutsaklığından kurtulmak için, hapishaneyi özgürlerin dünyasına benzetebilmek için. Esaretin Bedeli’nden öğrenilecek ikinci şey ise azmin gücüdür. Andy’nin 10 yıl boyunca her gün hapishaneye bir kütüphane kurmak için dilekçe yazması ve 19 yıl boyunca her gece küçük bir kazmayla tünel kazması ısrarcılığın nasıl mucizelere yol açabildiğini gösteriyor. Son olarak umudun gerçekten ne olduğunu görüyoruz. İnsanı azmetmeye iten şeyin umut olduğunu, ve en kötü durumlarda bile asla yok olmadığını… Red’in dediği gibi: “Umut etmek güzel bir şeydir, belki de en güzel şeydir ve güzel şeyler asla ölmez”. Üniversite sınavına hazırlanırken keşfetmiştim bu filmi. Aşırı hırslı birçok insan gibi ben de bu dönemde şiddet ve hatta intihara yönelik eğilimler göstermeye başlamıştım. Yılların stresini içimde biriktirip ruhsal sağlığımı kaybetmenin eşiğine geldiğim bir zamandı. Andy’nin hapishanede mahkûm olduğu gibi ben de saçma bir eğitim sistemi ve toplumsal baskıların içinde bir esirdim, daha doğrusu kendimi esir ediyordum. O günlerden birinde Esaretin Bedeli’ni izledim. Uzun süredir yapmadığım bir şey yaptım ve Red’in söylediği “Korku bizi tutsak eder ancak umut bizi özgürleştirir” sözünü düşündüm. Anladım ki beni esaretimden kurtaracak olan şey zaman, umut ve kaynağı bu umut olan çabam olacaktı. Bu fikri benimsedikten sonra şiddet eğilimlerim ve intihara eğilimli düşüncelerim azaldı ve sonunda yok oldu. Günümüzde ise etrafımdakiler bana hep çok pozitif biri olduğumu söylerler. Bunu neredeyse tamamen Esaretin Bedeli sayesinde geleceğe dair oluşan umuduma borçluyum. “Bu film benim hayatımı değiştirdi” sözünün çok klişe ve abartılı olduğuna inansam da, Esaretin Bedeli bir istisnadır bence ve hayatımı gerçekten olumlu yönde değiştirdiğini söyleyebilirim. Andy ve Red’in çok daha fazla kişiye örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Bu muhteşem ikiliyi herkes örnek alsaydı, hayatın önümüze attığı güçlükleri kabul ederek bütün iradesiyle yüzleşecek çok daha fazla insan olurdu. Sınavlara, ödevlere karşı çaresiz hissetmezdik. Karamsarlık diye bir şey olmazdı. Andy’nin tabiriyle “Daha az kişi ölmekle meşgul olurken daha fazla kişi yaşamakla meşgul olurdu.” Kaynakça Darabont,F. (1994). Esaretin Bedeli. ABD. MEDYA’NIN KARANLIK YÜZÜ Her aile, akşam yemeği sırasında televizyonu açıyordur haberler için. Televizyonda o günün acı,gülünç, politik, sıradışı olayları. Dünyayı takip etmeyi sağlıyor medya insana. Peki, hiç sordunuz mu hangi dünya? Ben söyleyeyim. Medya patronlarının kafanızın içinde oluşturmak istediği hangi dünyaysa, o dünya. Kimi zaman yakın olsa da gerçeğe, çoğu zaman dışında ve ona uzak. Medya, çıkarı için hangisi hangi haber uygunsa size onu gösterir. Bu, medyanın gücü ve etkisidir insanlar üzerinde. Her gün, size dünyada hiç olmayan bir savaşı anlattıklarını düşünün. İnsanların öldüğünü, binaların yıkıldığını göstersinler size. İnanırdınız değil mi? Körü körüne, gerçek olduğunu bilip bilmeden inanırdınız söylenenlere. Ben de sizler gibiydim. Saftım bir nevî. O gün gelene kadar... Dedem zamanında milletvekiliydi. İşi için çabalar, köy köy gezer, her söyleneni iletmeye, sıkıntıları çözmeye çalışırdı. Beni de yanında götürürdü bu ziyaretlerine. Trende bile dur durak bilmeden çalışır, ilçelerde aldığı notları temize çekerdi daktilosuyla. Bir gün radyodan dedemle ilgili bir haber aldık. Haberde dedemin yolsuzluk yaptığı iddiaları gündeme geliyordu. Karıncayı incitmekten aciz dedem, nasıl olurdu da insanların hakkını yerdi? İnanamadık söylenenlere hiçbirimiz. Soğukkanlılığını koruyan dedem, işini en iyi şekilde yapmaya devam etti ancak geziler farklılaşmaya başlamıştı. Her gittiğimiz yerde hakaretler, suçlamalar vardı. Yavaş yavaş işine duyduğu sevgi azalıyordu canım dedemin. Sonunda dayanamayıp istifa etti. Bunca zaman işine bağlı ve tüm sevgisiyle kendini çalışmaya adamış dağ gibi adam, evinde koltuğun kenarına süzüldü. Bazen sadece duvara bakarak düşünürdü. Bir gün başını kaldırıp yüzüme baktı ve “Neden böyle oldu ki?” dedi. O an anladım medyanın nasıl bir canavar olduğunu. Kendi çıkarları için hayatları yok eden, yolundakileri bir bir ezip geçen bir canavar. Sonrasında anladık, dedem bir medya kuruluşunun bilgi sızdırma isteğine karşı çıktığı için ona böyle bir cezayı uygun görmüşlerdi. Medya dost değil, medya sadece grubunuzda sizi her fırsatta yarı yolda bırakan iyi gün dostunuz. The Truman Show adlı yapıtı izleyince birden aklıma geldi bütün geçmiş ve zamanda geri gittim sanki. Medyanın korkunç yüzüne yeniden şahit oldum. Dedem’in yaşadığı hayal kırıklığı ve çaresizliği Truman’ın gözlerinde de gördüm. Medya dolandırıcıdır. Ağzınızdan çıkmayan sözleri, bulunmadığınız eylemleri siz söylemiş, siz yapmışsınız gibi gösterebilir izleyen, dinleyen herkese. Siz farkında olmadan hayatınızı bir anda tepe taklak edebilir. Göğe çıkardığı gibi bir anda yere çakabilir. Medyanın bu gücünün kaynağı bence insanlardaki araştırmaktan yoksun hazıra alışmış düşünce yapısı ve güven temin edermiş gibi rol yapan, rolünü de çok iyi yapan medya kuruluşlarıdır. Tarih boyunca dergi, gazete, radyo, televizyon ve internet gibi çeşitli yollarla bizi hazıra alıştırdılar onlar. “Medya elinizin altında.” , “Bize güvenin.” gibi çeşitli sözlerle uyuşturdular bizleri. Ortaya çıkan bu aşırı güven duygusu zamanla kuruluşlarda bir “tanrı kompleksi” yaratmaya başladı. Kendisini diğerlerinden daha üstün görerek onları yönetebileceklerini düşündüler. Nitekim başardılar da... İnsanlar ise, çaba sarfetmeden kolaylıkla “habere” ulaşabileceklerini düşündüler. Kestirme yol her zaman insanları cezbeder. Bu uğurda insanlar kolaya kaçtılar ve her gelene habere “Haberde varsa doğrudur.” diyerek en yakınları bile olsa medyanın tek sözüyle onları hayatlarından çıkarabilecek hâle geldiler. İçinde bulunduğumuz dünyada, medya siyasete karışıyor, sosyal hayata yön veriyor, toplum sağlığını yönetiyor. En önemlisi ise zihinleri elinde tutyor. Ne kaldı ki geriye? Çobanı takip eden koyunlar olmamak gerek hiçbir zaman. Düşünmek gerek. Hayatı insanların kendi doğrularıyla yaşaması gerek. “Süt, şeker yumurta zararlı”, “patlıcanda nikotin var,” “yağ insanlarda damar tıkanıklığı yapıyor”. “Hamur işi kolestrol düşmanı”, “kırmızı et kalp sağlığını kötü yönde etkiliyor”. “Balık yerken dikkatli olun, bakteriler sizi hasta edebilir”... Bütün bunlar, farklı yıllarda yapılan, halk sağlığına büyük ölçüde yön vermiş haberler. Düşününce, geriye yiyecek pek fazla bir şey kalmıyor zaten... Yaşadığınız dünya içinde, sizi kör etmek için yapılandırılmış bu algıdan bir an önce sıyrılıp gerçeklerin farkına varmalısınız. Medya tarafından yazılmış, yönetilmiş ve seçilmiş bir dizi setinin içinde yaşıyorsunuz. Sabah kalktığınızda hava durumu için telefonunuza bakmayın, camı açın içeri güneş girsin. Truman gibi bütün hayatınızı bir yalan içinde geçirmeyin. Düşünün ve medyaya kanmayın. Medya her zaman size doğruyu söylemez. Hatta neredeyse hiç bir zaman... Ayhan Okuyan Sinem YEKTEUŞAKLARI 2102025 TURK 101-021 Ali Turan GÖRGÜ 25/11/2014 YILLARIN KIRGINLIĞI Bilirsiniz kırsal yaşamı; hayallerinin önüne sorumlukları geçen kızları, otoriter babaların kızlarına karşı koyduğu kısıtlamaları ve “Elalem ne der?” kaygısıyla katılaşmış kalıpların içerisinde yetişen bu kızların yaşadığı sıkıntıları… Unutursam Fısılda, çocuk denilecek yaştaki kızların sırtındaki bu büyük yükü bizlere çok etkileyici bir biçimde yansıtan bir Çağan Irmak filmi olmayı başarmıştır. Kırsal yaşamı ve onun yarattığı sıkıntıları, biri hayallerinin peşinde koşan diğeri ise bu yaşamın zorluklarına ve kaygılarına boyun eğen iki kız kardeşi ele alarak izleyiciye aktarmıştır. Şarkıcı olmak isteyen ve hayallerinin peşinden ne pahasına olursa olsun giden Hatice’nin, yıllar sonra ablası Hanife’nin yanına dönmesiyle başlayan film geçmiş ile günümüz arasında gidip gelmektedir ve iki kardeş arasındaki sevgi, nefret gibi konuları işlemiştir. Bir yandan Hatice’nin dayak ve baskıya karşı dayanamayıp daha çocuk yaşta İstanbul’a gitmesiyle yeni bir hayata adım atması, öte yandan bu sıkıntılı yaşama boyun eğen Hanife’nin kardeşi tarafından yüz üstü bırakılmasıyla yaşadığı kırgınlık… Kırsal yaşamda, farklı olan her zaman ilgi çekici olmuştur. İlçenin yeni gelen kaymakamının gitar çalan oğlu, ilçenin tüm kızları gibi Hatice ve Hanife’nin de dikkatini çekmiştir. İki kız kardeşin birbirinden habersizce, bu çocuğa aşık olmasıyla değişen hayatlarından yola çıkarak kırsal ve şehir yaşamının farklılıkları izleyiciye yansıtılmıştır. Hatice’nin okulu temsil edeceği bir ses yarışmasında şarkı söylemesine izin vermeyen babasının baskılarına dayanamayıp, kaymakamın oğlu Tarık ile kimseye haber vermeden hayallerinin peşinden İstanbul’a gitmesi herkesi şok etmiştir. İstediği hayata, hayallerine ulaşabilmek için gözü kararmıştır ve uzun uğraşlar sonucunda şöhrete ve paraya ulaşmıştır. Zaman geçtikçe ünlü olmanın getirdiği sorumluluklar, piyasada tutunabilmek için kendi yapmak istediği müzik yerine dinleyicilerin istediğini yapmak zorunda olması ve son olarak babasının ölüm haberinin getirdiği büyük duygusal boşluk Hatice’yi şehir hayatından soğutmuştur. Zaten artık Hatice olarak değil Ayperi olarak tanınmaktadır. Öte yandan ablası Hanife ise kardeşini öldü saymaktadır ve birbirlerinden habersizce hayatlarına devam etmektedirler. Ta ki piyasanın artık Ayperi’yi istememesi ve her şeyini kaybedecek duruma gelmesine kadar. Sahip olduğu herşeyi kaybeden, kalacak evi, yemek alacak parası bile kalmayan bir nevi müzik piyasasının kullanıp attığı Hatice tekrardan memleketine dönmek zorunda kalır. Bu noktada, yıllardır birbirlerinden habersiz yaşayan iki kardeşin tekrar karşılaşmasıyla aralarındaki sevgi ve nefret duyguları yansıtılmaktadır. Yüzüstü bırakılmasını kaldıramayan Hanife’nin duyguları kardeşinin dönüşüyle alt üst olmuştur. İkisi de birbirine nasıl davranacağını bilememektedir. Aynı evde tekrar yaşamaya başlamalarına rağmen sanki kardeşi yokmuş gibi yaşamaya devam etmektedir. Ününü kaybeden kardeşinin geri dönüşünün üstüne bir de “Elalem ne der?” endişesi eklenince ne yapacağını bilememektedir. İçin için birbirlerini çok sevseler de birbirlerinden uzak geçen sürenin aralarına soktuğu soğukluk hissi ikisinin de zihnini bulandırmıştır. Bir yandan, istediği hayatı yaşayıp tekrar evine dönen Hatice, öte yandan sırtındaki yüklere, kısıtlamalara, kaygılara boyun eğerek yaşayan Hanife... Aslına bakarsanız ablası kardeşini içten içe kıskanmaktadır diyebiliriz çünkü her kısıtlamaya maruz kalan insan gibi aslında Hanife de Hatice’nin sahip olduğu hayatı istemektedir ve kardeşinin onu yüz üstü bırakıp, öyle bir hayata kaçmasınadır nefreti. Annesinin, Hatice’nin kaçmasından sonra babasının geçirdiği felç ve evin tüm sorumluluğu onun sırtına yüklenirken, kardeşinin para ve şöhret içinde gününü gün etmesinedir isyanı... Üstüne bir de kendi aşık olduğu adamla, kardeşinin evlenmesi var tabi... Anlayacağınız, kendisinin yaşamak istediği hayatı, kardeşinin yaşamasını kendine yedirememiştir. Bana sorarsanız haklıdır da. Çünkü Hatice’nin Ayperi olmasını sağlayan şarkıların sözleri ablasının şiir defterinden çalıntıdır. Düşünsenize, radyoda dönemin en ünlü şarkıcılarından birini dinliyorsunuz; bu şarkıcı sizin kardeşiniz ve bir de söylediği sözler sizin. Belki kardeşine olan siniri gayet doğal görülebilir ama Hatice’nin her şeye göze alacak cesareti olmasaydı, o şarkılar gün yüzüne çıkamayacaktı. Bu noktada da hayallerinin peşinden gitmek istiyorsan gözünü karartmayı bilip cesaretli davranmanın önemini vurgulayabilirim. Eğer izleyiciyi etkilemek istiyorsanız filminizin ismini dikkat çekici ve akılda kalıcı seçmeniz gerekir ki bu sayede insanların zihninde hatırlanması kolay bir imge oluşturabilirsiniz. Oluşan bu imge, insanları kolayca filmi izlemeye yöneltebilir. Çağan Irmak, eserlerine koyduğu dikkat çekici isimlerle daha filmleri vizyona girmeden insanları etkileyebilmektedir ve bu sayede, henüz film izleyiciyle buluşmadan insanların zihninde bir olay örgüsü yaratabilmektedir. Babam ve Oğlum, Dedemin İnsanları, Issız Adam ve son olarak Unutursam Fısılda bu konuda verilebilecek en güzel örneklerdir diyebiliriz. Önce filmin ismiyle izleyicinin dikkatini çekip, filmin içeriğiylede duygularına hitap etmektedir. Çağan Irmak, Unutursam Fısılda’da aynı etkiyi yaratabilmiştir demek yanlış olmaz. Çünkü filmin ismini ilk duyduğumda dikkatimi çekmeyi başarmıştı ve filmi izlerken geçmiş ile günümüz arasında gidip geldim. “Acaba hangisi doğru olanı yaptı?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Bir yandan Hatice’nin cesaretine hayran kalırken diğer yandan ablasına yapılan haksızlıkla üzüldüm. Anlayacağınız geçmiş ile günümüz arasındaki gidip gelirken duygularım alt üst oldu demem yanlış olmaz. Zaten filmin son sahnesinde göz yaşlarıma hakim olamadım. Filmi benim gözümde başarılı yapan diğer bir önemli nokta ise Hatice’nin Ayperi olduğu dönemlerde yer verilen şarkılar oldu. Bu durumda filmi durağan yapmaktan ziyade daha eğlenceli bir hâl aldığını gözlemlememe sebep oldu. Bir sahnede ağlayacakken iki dakika sonra çalan şarkıyla yüzüm gülüyordu. Son olarak, Çağan Irmak’ın yine duyguları alt üst ettiği ve kırsal yaşam ile şehir yaşamının getirdiği birbirinden farklı zorlukları gözler önüne serdiği filmi Unutursam Fısılda’yı kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Çağrı Utku Sokat Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk Bir kitaba başlamak ve bitirmek azim gerektiren bir olaydır. Bu yüzden ben okuduğum kitapta ilk önce sürükleyicilik ararım. Sürükleyicilikten sonra yazarın düşüncelerine önem veririm, yazarın okuyucuya anlatmak istediği şeyi anlamaya çalışırım. Bazense hakkında hiçbir fikrim olmadığı bir kitabı sadece kapağını veya başlığını sevdiğim için alırım ve okurum. Çünkü okumak için seçtiğim kitap benimle bağdaşsa da bazen farklı türden kitaplar da okumak gerekiyor. Her zaman okuduğunuz türün dışında farklı türden kitaplar okumak benliğinizi ve kişiliğinizi geliştirmemize yardımcı olur bence. Her konu, her tür hakkında az da olsa bir bilgiye sahip oluyoruz sonuçta ve çoğu insan buna sahip değil. Böyle düşünmeye başladığım için farklı türden kitaplarda okumaya başladım. Bu yazımda bana anlattığım durumlardan ikincisini güzel bir şekilde yaşatan Wilhelm Genazino’nun yazdığı Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk adlı kitabından bahsetmek istiyorum sizlere. Romanın kahramanı Gerhard Warlich felsefe mezunu, doktora sahibi bir adam. Okulunu bitirdikten sonra devletten aldığı öğrenim kredisini ödeyebilmek için istemediği bir işe sadece para kazanmak için girmiş ve 14 yıl boyunca iş yerinden kovulana kadar orada çalışmaya devam etmiş. Bu yüzden çok mutsuz ve derdini kimseye anlatamıyor. ‘’Terk edilmiş değilim ama kendimi yapayalnız hissediyorum.’’(Genazino 34) bu alıntı aslında bize Gerhard’ın içinde bulunduğu durum hakkında ipucu veriyor. Yalnızlık, romanda bahsedilen en önemli sorunlardan biri. Yazar yalnızlık ve onun getirdiği sorunları Genazino’nun aklından okuyuculara aktarıyor. Yalnızlık duygusu, her insanın zaman zaman hissedebileceği bir duygudur. Her insan hayatının bir döneminde hissetmiştir yalnızlığı ve yalnızlık, mutsuzluğu da beraberinde getirir. Önemli olan mutsuz olduğumuz zaman bir şekilde mutlu olmayı öğrenmektir. Ben yalnız ve mutsuz hissettiğim zamanlarda YouTube’dan komik videolar izleyerek, komedi filmleri izleyerek yalnızlığımı, mutsuzluğumu bir nebze de olsa gidermeye çalışırım. Mutlu olmayı bilmeliyiz aslında, birçok insan tanıyorum yaşadığı herşeyle mutlu olan ya da öyle gözüken. Mutlu olmadığı halde mutlu görünmek de bir marifettir aslında çünkü diğer insanlara verdiğimiz mesajlar ilişkilerimizi etkiler, kimse mutsuz biriyle bütün zamanını geçirmek istemez. İsterse de o sizin gerçek dostunuzdur. Asla ondan vazgeçmeyin. Bence mutsuzluk zamanlarında mutluluk, kas yapmak gibidir; çok istenir ama zor elde edilir. Mutsuzluk zamanlarında gerçek mutluluk arkadaşlar yardımıyla elde edilebilir bence, yalnız hissettiğiniz zaman mutsuz olduğunuz zaman yanınızda bulunan o arkadaş moralinizi en üst seviyelere taşıyabilir. Eğitim dünyadaki en önemli şeylerden biridir. İnsan insan olmayı eğitilerek öğrenmiştir. Eğitilen, başarılı olan, yaşadığı olaylara farklı yönlerden bakmasını bilen insan mutludur. Bir bakıma eğitim de mutluluk getirebilir aslında. Günümüzde dünyada eğitim sorunları ve iş bulamama sorunları oldukça fazla ama ben ülkemizdeki eğitim sorunlarına değinmek istiyorum. Ülkemizde eğitim malesef istenilen düzeyde değil. Bu konuda ben tamamen devletimizi suçlu görüyorum. Malesef çok kötü bir eğitim sistemimiz var avrupanın ileri gelen ülkeleriyle karşılaştırıldığında. Buna en güzel örneği ülkemizdeki ingilizce eğitim sisteminden verebiliriz. Günümüzde nerdeyse her okul ingilizce eğitim vermekte peki ingilizce eğitim veren bu okullarımızdan mezun olan öğrencilerimizin kaçı ingilizceyi adam akıllı biliyor? Bence %10'u geçmez. Bu tür sorunlar da eğitimde olduğu gibi eğitim sonrasında da önemli sorunlara yol açıyor. Atanmayı bekleyen öğretmenlerin, okuduğu mesleği iş bulamadığı için yapamayıp başka iş sektörlerinde şansını deneyenlerin sayısı ülkemizde oldukça fazla ve bu sorunların temel sebebi de ülkemizdeki eğtim sisteminin yeterli olmamasıdır bence. Lafı daha fazla uzatmadan, ben Wilhelm Genazino’nun ‘’Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’’ adlı kitabını çok sevdim. Belki zamanında ben de yalnızlık çektiğim için, Belki doğru zamanda doğru yerde okuduğum için belki de vermeye çalıştığı mesajı beğendiğim için bilemiyorum, benim açımdan okunması gereken kitaplar listesine girmeyi başardı. Bu kitabı okumanızı şiddetle öneririm ve ek olarak bu kitabı okurken arka fonda çalan klasik bir müzik kitabı okurken daha fazla zevk almanızı sağlayabilir. KÜÇÜKKÖSELECİ 1 Ahmet Can KÜÇÜKKÖSELECİ 21301735 Türkçe101-16 Assignment 4 Başak Berna Cordan DÜŞÜNMEKTEN BİLE KORKAR OLDUK Her insanın okuması gereken yazarlardan biridir Amin Maalouf. Yazar, ekonomi ve toplumbilim okumuş ve sonrasında gazeteci olmuştur. Lübnan’da doğmuştur ve yirmi altı yaşında Fransa’ya göç etmiştir. Orta Doğu’da doğup büyüdüğü ve sonrasında Fransa’da yaşadığı için iki farklı kültürle de etkileşim yaşamıştır. Bu tür bir etkileşimin ona çok farklı bir bakış açısıyla olayları inceleyebilme yetisi sağladığına inanıyorum. Günümüzde objektifliğinden ödün vermeden ve korkmadan fikirlerini yazabilen ender yazarlardan biridir kendisi. Çivisi Çıkmış Dünya adlı kitabıyla tekrar karşımıza çıkan yazar bu kitabında yine harikulade bir eser ortaya çıkartmış. Deneme yazısı olduğu için kimilerine çok farklı gelebilecek bir kitap olsa da bu kitabın içerdiği düşünceler renk, dil, kültür ve hatta din farklılığı gözetmeden yediden yetmişe herkesi yakından ilgilendiren dünyamızın sorunlarına samimi bir yaklaşım sergilemektedir. Özetle dünyanın nereden gelip nereye gittiğini, bu süreçte ne gibi olayların ne tür sonuçlar doğurup uygarlıkların tarihini nasıl değiştirdiği ve sonuç olarak aslında önemli olanın ne olduğunu anlatan bu kitap okuyucunun elinden düşürmeden saatlerce okuyabileceği bir kitaptır. KÜÇÜKKÖSELECİ 2 ‘’Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla’’ diyerek başlamış kitaba yazar. Daha ilk kelimelerden anlaşılıyor kızgınlığı o yüce uygarlıklara. Uygarların yozlaştıklarından bahsetmiş bu ilk kısımda. Bu yozlaşmayı da ‘’çivisi çıkmış’’kelimeleriyle ifade etmiş okuyucuya. ‘’Acaba mı?’’ diye düşündürüyor okuyucuya daha başında kitabın. Ben de düşündüm bu soruyu ve cevabım ise evet oldu. Gerçekten de artık olaylar çığırından çıktı. İnsanlar birbirlerine düşmanca yaklaşmaktalar ve özellikle bencillikleriyle uygarlıklarının gelişimine engel olmaktalar çünkü insanlar daha kendilerine, ailelerine ve çevrelerine olan manevi yaklaşımlarında başarılı ve etik olamıyorken daha kapsamlı ve tüm insanları ilgilendiren uygun bir manevi yaklaşımda bulunamayacaklardır. Yani manevi bir kalkınmanın şu anki tabloda daha başlamadan başarısızlığa uğrayacağı aşikârdır. Kitabın içinde ise bu yozlaşmanın hayatın her alanında olduğuna dikkat çekilmiş. İlerleyen kısımda ise komünizmin çöküşüyle geçerliliğini kanıtlamış olan kapitalizmin yani Amerikan modelinin bütün dünyada kabul görmesiyle kendi içinde artık gelişemediğinden bahsetmiş. Sahte zafer olarak düşünmüş bu durumu. Bu sahte zafer Amerika’yı ve onun modelini tek kıldı. Bu zaferi sahte düşünmesi çok iddialı geldi ilk önce ama sonradan farkına vardığım gerçek ise ne tür bir sistem veya kim olursa olsun alternatifsiz olmak onu gelişmekten aciz bırakır. Gözleri kör ve tekliğinin getirdiği özgüvenle bildiğini okur. Bu bilmişlik ise işleri daha da fazla karıştıracaktır. Çünkü artık doğru kararları verme kabiliyetinden yoksun kalmıştır. Bu noktada Batı sahip olduğu güçle Doğu’yu kendine benzetmiştir ama niyeti tabii ki kendi çıkarlarıdır. Bu Batı çıkarlarınınsa Doğu’yu nasıl bir çıkmaza getirdiğinden çok başarılı bir şekilde bahsetmiş yazar. KÜÇÜKKÖSELECİ 3 Son kısımda ise insanların kimliksel olaylar için birbirlerine düşmelerindense tüm dünyayı ilgilendiren ortak amaçlar uğruna savaşmaları gerektiğinin üstünde durmuş. Küresel ısınmanın da bu tür bir birleşme için uygun olduğunu ve bu olayın insanların yaşantısını kökünden değiştireceğini düşünmüş. Kuraklıkların göçlere sebep olacağını ve kanlı sonuçlanacağını savunmuş. Haklı olması bir tarafa kitap 2009’da yazılmış olmasına rağmen ben bugünlerde önemli bir adım atıldığını görmüyorum. Bundan beş sene önce bu şekilde bir yaklaşım getirilebiliyor ama bizler halen çok umursamaz bir şekilde çevremizde olan biteni izliyoruz. Kendi bencilliğimizle yaşamımıza devam ettiğimiz her gün haysiyetlerimizden ödün vermeye devam ediyoruz. Bu bencillikle hiçbir noktaya varamadığımızı anlamış olmamız gerekirdi. Nitekim ufukta bir değişim göremiyorum. Bu şekilde devam ettiğimiz sürece de göremeyeceğim. Yazarın getirdiği yaklaşımın hepimizce az çok farkında olunan kısımları olsa da bu kitabın asıl amacının insanlara yazarın kendi fikrini dayatmak değil de; olması gereken, herkesçe kabul gören etik değerlerimizin daha büyük kitlelerce takip edilmesi ve uygulanması. Bu olayların sonucunda nasıl bir tablo çıkacağını kendimce merak etsem de yazar ile aynı fikirdeyim, bu dünyanın çivisi çıkmışlığına bir son verilmesi gerektiğine inanıyorum. Hepimiz elimize birer çekiç alıp o milyarlarca hatta katrilyonlarca çiviyi teker teker çakmaya başlamalıyız. Hiç pes etmeden her gün devam etmeliyiz. Bugünden başlayarak her gün ben bir çivi çakarsam sonrasında bana katılanlarla, aynı kararlılıkla bu çivileri çakmaya devam edersek ben eminim ki her gün milyarlarca çivi daha yerine oturacak ve her şey bir gün yoluna girecek. KÜÇÜKKÖSELECİ 4 Kaynakça: Malouf, Amin. Çivisi Çıkmış Dünya. İstanbul: YKY, basılmış Hilal Sena Balandı 21501631 Kaçamadığım Şehir Kendimi her şeye hazır hisseder, akabinde her acının zamanla geçeceğine inanırdım. Hataları çekici kılan biri vardı hep, bir de umudum. O gece hiçbir şeyim kalmadı. Ekim ayının sekizinci günüydü. Umutlarımla birlikte dibe vurdum. Ben o gece saat dokuz sularında ölüyordum. Sezen Aksu’nun da dediği gibi; sessizce, kimsesizce… Hepimiz yaşamışızdır böyle veda sahnelerini. Kimi sevgili sessizce gider kimisi gürültüler içinde, çırpınarak. Benim hikâyemde çırpınan ben iken giden hep o oldu... Düşünüyorum acaba onu severken hiç kendini bu kadar kaybeden biri olmuş mudur? Hiçbir umudu olmayan adam benim umudum, gece yatmadan son, sabaha gözümü açtığım anda ise ilk düşüncem olmuştu. Her şeyim olmuştu. El ele geçtiğimiz o arnavut kaldırımlı sokak ve arada bir yanıp sönerken cızırdayan o sokak lambası… Beni ilk kez öptüğü o sokağın köşesi. Bu şehirde ona dair anlatabileceğim o kadar çok şey var ki içime sığdıramıyorum. Kaçmayı istiyorum her yere sinmiş kokusundan, ayak izlerinden. Kaçamıyorum… Bir insan gökyüzüne baktığında en fazla ne düşünebilir? Ben onunla aynı gökyüzünü paylaştığımı düşünüyorum. O bakarken gökyüzüne gördüğü sonsuz mavilik ruhuna huzur verirken, güzel bir esinti sever tenini. Esintiyi kıskanırım. Huzurdan bahsedecek olursak, huzur bana uzak bir kelime uzun zamandır. Ben o sonsuz mavilikte yanılgılarımı, kayıplarımı hatırlar; güneşin sıcaklığının içimi ısıtmasına asla izin vermem. Bir kere yandı ya içim, korkarım tekrar ısınmaktan. Ancak herkes gibi gülümserim ben de güneşi gördüğümde. Acı bir gülümseme, yarım kaldığı için belki de. Sahiden hiç yarım kaldınız mı siz? Size bir sokağın köşesini bile sevdirip sonrasında sizi yine o köşede terk eden biri oldu mu? El ele yürürken, güzel bir şarkıyı mırıldanmaya başlamıştık. Sabırsızlıkla nakaratı bekliyordum. Sonra bir anda şarkı bitti, adam gitti ama ben avaz avaz o şarkıyı söylemeye devam ettim ta ki sesim kısılana, bu şehirde sesimi duyuramaz hale gelene kadar. Her şehir binlerce hikaye taşır içinde, binlerce iz. Kolay mıdır bir şehir olmak? İnsan ruhu taşır, şehirler ise ruhunu kaybeden insanların ağırlığını. Düşününce, kızamıyorum da bana bela olan bu şehre. Sürekli sizden kopan bir şeyler olduğunu bir hayal etsenize. Arkasını dönüp giden insanlar ve geride bıraktıkları yığınla hayal kırıklığı…Yalnızlaştıkça sönen, grileşen bir şehir oldu Ankara. Ankara’yı Ankara yapan da o hayal kırıklıkları, o umutsuzluk değil mi zaten? Şehrin her köşesi melankoli, her köşesi şiir. Bu yüzden sitem etmiyorum Ankara’ya. Bir yanım koşa koşa kaçmak isterken, bir yanım vazgeçemiyor buralardan. İstesem dahi gidemiyorum zaten. Beni bağlayan tecrübelerim, acılarım, bir miktar da mutluluklarım var her bir kaldırım taşında. Sadece artık sesimi çıkartamıyorum, yorgunum. Ne kalabiliyorum ne de gidebiliyorum. Sıkıştım buralarda bir yerlerde. Belki bir kitabın arasına sıkıştım, belki beni terk ettiği parktaki bankın kıyısında oturdum kaldım ya da belki de o sokak lambasının cızırdayan, çirkin sesi oldum artık. Ancak hissediyorum, sönmeye ramak kaldı. Şimdi bir şehir gerek bana hiç keşfedilmemiş, canı acıtılmamış, içinde bana onu hatırlatacak gökyüzünün bulunmadığı ve de umudun hüküm sürdüğü bir şehir. O zaman mümkünse sönsün artık o sokak lambası, kapansın ona giden bütün yollar. Kapansın ki ben yeni arnavut kaldırımlarında yürüyebileyim, kapansın ki gökyüzüne baktığımda o mavilik içimi huzurla doldurabilsin. Kaynakça Tunç, Aslı. (2015) Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir. İstanbul: Epsilon Yayınları Irkın Üstünlüğü Mehmetcan Biçen Siyah, beyaz, Aryan, Müslüman, ateist… İnsan ırkı kendi arasında en çok ayrımcılık yapan tür. Her ne kadar tüm insanlar homo-sapiens olarak tanımlansa da farklılıklar günümüz dünyasında tartışmaların, kavgaların ve hatta savaşların başlıca sebebi olmaya devam etmekte. Tüm insanlar kâğıt üstünde eşit olarak görünse de, sosyal ve ırksal ayrımcılık bu eşitliği yok ediyor. Peki, ırkçılığın sebebi ne? Niye bir insan kendini başka bir din mensubundan, başka bir ırktan veya farklı bir işte çalışan insandan üstün görür ki? Maalesef bu soruların cevapları yüz yıllardır verilemiyor veya verilmek istenmiyor. Irkçılık ve ayrımcılık günümüz toplumunda aynı geçmişte olduğu gibi kendine bir şekilde yer ediniyor. Nefret ve ön yargı asla bitmiyor, bu yüzden de ırkçılık ve ayrımcılık da insanların kafalarında adeta köklerini salıyor, düşüncelerinin içinde kalıcı bir yer ediniyor. Irkçılık neden başlar? Bu sorunun cevabı birden fazla olsa da, en basit cevaplardan biri belli bir insan ırkının kendini başka bir ırktan hem zekâ hem de sosyal açıdan üstün görmesi; yani diğer ırklara önyargı ile yaklaşması olabilir. Bir insanın bu kibirli bakış açısını kazanmasının nedeni ise deneyimleridir. Etrafında bir ırkla ilgili olan olayları, özellikle olumsuz etkisi olan olayları gözlemleyen bireyin zihninde o ırk hakkında ister istemez bir önyargı oluşuyor, nefret tohumları beyninde yavaş yavaş kök salıyor. Fakat şöyle bir gerçek var ki, bir ırktaki her bireyi tek bir olay çerçevesinde değerlendirmek mantıksız ve aptalca. Adolf Hitler’in yaptığı soykırımdan dolayı nasıl tüm Alman halkını ve ırkını suçlamıyorsak, başka bir ırka da aynı sebeplerle ön yargı ile bakmamalıyız. Fakat çoğu insanın bunu algılaması çok zor oluyor ve çoğu zaman da algılayamıyor. Nefret tohumlarının kök salması ise bu kökleri yolmaktan çok daha zor oluyor. Ayrıca önyargı ile birey baş edemezse, ırkçılık kaçınılmaz oluyor. American History X filminde olduğu gibi, Derek’in babasını öldüren siyahlara olan nefreti gün geçtikçe artıp önyargıya dönüşüyor ve sonunda küçük kardeşinin hayatının sona ermesine neden oluyor. Kısaca, ırkçılık hiçbir şekilde topluma yardımcı olmuyor, zaten insanların kendi aralarında devamlı nefret aşıladığı bir toplumda sosyal yaşam bile imkânsız hale geliyor. Hatta yaşam bazen öyle bir yere geliyor ki, uyandığınız her gün ölüp ölmeyeceğinizi düşünerek geçiyor, sokakta karşı tarafınızda yürüyen birinin önyargısı yüzünden bıçaklanıp bıçaklanmayacağınızı merak ederek yaşamaya çalışıyorsunuz. Benim için ayrımcılık ve önyargı maalesef hayatımda var olan kavramlar. Genelde de ayrımcılığı yapan ve önyargılı davranan da benim. Her ne kadar istemeden gerçekleşse de, medya, tecrübe edilenler ve günümüzde yaşanan olaylar ayrımcılığı ben ve benim gibi birçok insanın bilincine aşılıyor. Irkçılığın ve ayrımcılığın yayılmasının asıl sebeplerinden biri de günümüz şartları, insanlar sürekli bir taraf seçmeye sürükleniyor ve görüşlerini belli etmeleri için teşvik ediliyor. Irkçılık ve ayrımcılık gerek birey yüzünden, gerekse günümüzün getirdiği şartlardan dolayı bir şekilde zihnimizde yer ediniyor. Benim de filmle beraber alevlenen nefretim ve önyargım, film ilerledikçe pişmanlığa daha sonra da kararsızlığa dönüştü. Derek’in kardeşinin eskiden nefret ettiği siyahiler tarafından öldürülmesi kendimi sorgulamama sebep oldu. Aslında ırklar birbirinden farklı mı, yoksa tüm ırklar aynı kapasiteye mi sahip? Neden belli bir ırk belli olumsuz şeylere daha yatkın duruyor, ya da bu insanların böyle düşünmesi için yapılan yönlendirmelerden biri mi? Bu soruların cevapları maalesef berrak değil. Belki de asla kesin bir sonuç bulunamayacak. İnsan zihni var olmaya devam ettikçe, ayrımcılık ve önyargı da kaçınılmaz olarak devam edecek, çünkü kibir ve ego insanların vazgeçilmez özellikleri, ayrıca ayrımcılık ve ırkçılığın başlıca kaynakları. Irkçılık ve ayrımcılığın şu an asla sonu gelmeyecek gibi duruyor. Nefret günümüz dünyasında hüküm sürüyor ve tüm bu durumları besleyen şey, önyargımız, adeta soluduğumuz hava gibi… Sorunlara çözüm bulmak mümkün gözükmüyor. Her ne kadar ırkçılık ve ayrımcılık azaltılmaya çalışılsa da, insanlar bir şekilde kendilerini başka insanlardan üstün görecek neden bulacaklar. Fakat Derek’in kardeşi Danny’nin de belirttiği gibi “Hayat sürekli nefret ederek yaşamak için çok kısa. Buna asla değmez.” Benliğimizde Saklı Yalnızlık Hepimizin anlatamadığı bir şeyler var aslında, haykırmak isteyip de bir türlü anlatamadığı. Bazen içimizde büyür kocaman olurlar anlatamadıklarımız. Kalabalık içerisinde yalnızlık çekenler daha iyi anlar bu duyguyu modern tabiri ile “sosyal yalnızlar”. Yukarıda ilk olarak nerede gördüğümü hatırlamakta zorlandığım Norveçli ressam Edvard Munch'un çizdiği çığlık tablosunun bende bıraktığı izlenim sosyal yalnızlık ve anlatamadıklarımız. Resime dikkatli bakınca kendinizden bir şeyler bulacaksınız ve siz de benim içinde kaybolduğum derin düşüncelere dalıp anlatamadıklarınıza yeni bir şeyler ekleyeceksiniz. Aslına bakarsanız sanattan pek anlamam yani öyle fularım olmadan olmaz diyenlerden değilim, fakat bazı sanat eserlerinin evrensel bir yönü olduğuna da inanıyorum. Munch'un çığlığı için konuşacak olursak bende bıraktığı o sosyal yalnızlık ve bir şeyleri anlatamama hissiyatının çoğu insanda da aynı şekilde tezahür edeceğini düşünüyorum. Yalnızlığın bu kadar çok insanın hayatında daha fazla ortaya çıkması, tavşan gibi çoğalan insan nüfusunun sosyal ilişkiler kurmamızda pek de yardımcı olmadığını gösterir nitelikte. Sosyal yanlızlığın, kalabalık içerisinde kaybolmanın temelinde yatan neden, gün geçtikçe artan iletişimsizlikten başka bir şey değildir bence. İnsanların bu duyguların esiri olmasının sebebi artan iletişim sorunu ve insanların bunun çözümünü sosyal medya gibi doğal olmayan mecralarda aramasıdır. Peki, nedir doğal olmayan bu mecralar neden belirgin bir şekilde artıyor kullanımları? İnsanlar neden mutluluğu arıyor? İnsanlar neden yalnız olduğunu düşünüyor? Pekala bu sorulara öznel yaklaşarak neler elde edebiliriz, kendimizi bu yalnızlık çukurundan kurtalabilecek eli bulabilir miyiz bilemiyorum ama hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Çığlığın bende bıraktığı izlenimden geldiğim bu çıkarımlar ufuk açan cinsten doğrusu, aslında hepsi içiçe geçmiş halkalar benim nazarımda. İnsanların içerisinde bulunduğu bir şeyleri anlatamama durumunun, yalnızlığın hatta topluma yabancılaşmanın bir götürüsü olarak görmek çok da yanlış bir tespit olmayacaktır. Baktığınız zaman tablodaki insanın kulaklarını sıkıca kapattığını görüyorsunuz adeta insanlardan kalabalıktan kaçıp kendi iç dünyasına sıkışmış, bir şeyleri anlatamayan birey profili çiziyor... Tüm bunlar insanlarda mutsuzluğu körüklüyor, mutsuz insalar da mutluluk arayışı içerisinde benliğini kaybediyor, hayatını kaybediyor, kendisini kaybediyor...Aslında hepimizin yaşadığı bir durum denebilir. Hangimiz kalabalık caddelerde yürürken boşlukta hissetmedik ki veya kalabalık bir arkadaş ortamında muhabbet zirvedeyken yalnızlığımıza gömülmedik. Sosyal yalnızlık, bir şeyleri anlatamama kavramlarına çok yoğunlaştım ama insan hayatına uzun vadede çok olumsuz etkileri bulunan kavramlar bunlar. Araştırmalar yapılmış bu konuda defalarca. Beni en çok şaşırtan araştırmalardan biri şöyle; bir sosyal grup üyesi olan bireylerin ya da hiçbir sosyal grubu veya çevresi olmayanların, kalp hastalığı riskine daha yatkın olduğuna dair deliller ortaya koymuş bu araştırma, bu delillerden yola çıkılarak, bu grup üyelerini izlenmişler. Yalnız yaşayan deneklerin stresle karşılaştıklarında vücutlarındaki kolestrol oranının arttığı, kan basıncının yükseldiği, stres hormonu seviyesinin hızlı bir şekilde yükseldiği gözlenmiş bu araştırma ile birlikte. Yalnızlık sadece insanın sosyal yaşamı için bir problem olmadığı, aynı zamanda sağlığına da riskli seviyede tehdit oluşturduğu bilinen bir gerçek. İnsanlığın kısa tarihinde her daim önemli bir yer kaplamışdır yalnızlık. Tarihte bazıları yalnızlığın çaresini sevdiği kadının kollarında, bazıları müzik notalarında, bazıları kitap sayfalarında aramıştır. Diğer tarafta her zaman benliğinin açlığını doyurmaya çalışan fakat başarılı olamayan yalnızlar, hayata kendini adapte edebilmiş sosyal insanlara yaşadıkları cehennemden gıpta ile bakmışlardır. Hiç inançımın olmadığı fakat küçük bir umut beslediğim o ütopik mutlu dünyam, bir yerlerde yalnızlara ulaşmayı bekliyor. Belki bir zamanlar... Halil İbrahim Turan Koray YALNIZ 21000453 Turk 102 – 29 Aslı UÇAR Yazmak İstiyorum Yaratıcı yazılar yazmamız bekleniyor. Ama yaratıcılık nedir? Nasıl yaratıcı olabilir bir insan? Sadece bir icat yapan ya da yeni bir ürün bulanlar mı yaratıcı oluyor? Türkiye’de yaşayan bir insanın ne kadar yaratıcı olması beklenebilir ki? Karikatür, resmî olmasa da yasak, kitap yazmak tehlikeli. Televizyon programlarında konuşmak çok riskli. Şu anda birisi mevcut hükümet hakkında bir yorum yapsa anında hakkında mahkeme kararı çıkıyor. Bunu bir örnek ile açıklamak istiyorum. Dixie Chicks adında Amerikalı bir müzik grubu dönemin Amerikan başkanı George W. Bush için “ondan utanıyoruz” diyebiliyor. Tamam bunu dedikten sonra belirli bir süre sorun yaşıyorlar ancak Bush bile bu grup üyeleri istediklerini söylemekte özgürler diyor. Düşünebiliyor musunuz bizim ülkede de böyle olabileceğini.? Okuluma sürekli sitem etsem de, beni çok yoruyor çok uğraştırıyor desem de, şu an gurur duyuyorum. Türkçe dersi için başlattığı yeni uygulama beni çok mutlu ediyor. Günlük hayatımda da yazmayı seven bir insan olduğum ve yazılarımı hazırlarken herhangi bir kalıp, baskı ya da kural düşünmediğim için kendimi çok huzurlu hissediyorum. Ama son zamanlarda ben de istediğim gibi yazamadığımın farkına varıyorum. Peki nasıl yaratıcı olabilirim, ya da nasıl iyi bir yazı yazabilirim? Hayat bazen çok anlamsız geliyor bana. Aramızda hayal kurmayı sevmeyen birisi var mı merak ediyorum. Sanırım yoktur. Çünkü hayal kurmak bizi biz yapan yani insan yapan özelliklerden biridir. Aksi taktirde birer robot hâline geldiğimizin farkına varılması gerekiyor. Ama rahatsız olduğum bir nokta var. Ben eskiden hayal kurardım ve hemen elime kağıt kalemi alır aklıma gelenleri yazardım. Şu an bunu yapabilmek için bilgisayarımın açılmasını, daha sonra yazı yazmak için gerekli programın açılmasını, daha sonra aklıma gelen ama bu süre zarfında kaybolan fikirlerin tekrar gelmesini beklemekle uğraştığım için, yazamamaya başladığımı hissediyorum. Ama bizi robotlaştıran bir kalıp içerisinde bulunduğumuz için daha doğrusu uyuşuk varlıklar hâline geldiğimiz için kâğıda yazmak da yorucu geliyor. Ama en büyük problem bu değil. En önemli nokta, hangimizin kurduğu hayaller gerçekleşiyor? Bundan on yıl önce kendimi Galatasaray futbol kulübünde oynarken hayal ediyordum. Beş yıl önce ise, üniversiteyi bitirebilmiş, en kötü son sınıf olmayı hayal ediyordum. Hayallerim gerçekleşmedi gibi görünüyor ama aslında gerçekleşiyor. Biz insanların en büyük problemi bu. Hayata farklı açılardan bakmayı beceremiyoruz. Şu an Bilkent Üniversitesi futbol takımında oynuyorum, son sınıf olmasam da son sınıf olma yolunda hızlı ve emin adımlar atıyorum. Bu durum beni yavaşlatmamalı, aksine teşvik edebilmeli. Hayat bize hiç beklemediğimiz anlarda güzel sürprizler yapabilir. Bunun hayalini kurmayı hiç düşünmeyiz. Çünkü aç gözlü ya da kalıplaşmış bir düzenin oyuncularıyız. Hayat bir kez daha anlamsızlaşıyor. Gözlerimi kapattığım zaman hissedebilmem, hayal kurabilmem gerekiyor. Robotlaşmış sistemin içerisinde yeni bir kapı açabilmek ve belki de bunu hayallerimin içerisinde yaşayabilmem gerekiyor. İnsanlar hayal kurmaktan korkmamalı, kaçmamalı hatta bunu arttırmalı. Hayal kırıklığı, en kolay kaçış yöntemi. Şu an ben de o kolay yönteme kaçıyorum ve bir hayal kırıklığı hissediyorum. Bu yazıyı çoktan tamamlamış olmam ve gün içerisinde yapacağım diğer aktivitelere yoğunlaşmam gerekiyordu. Arkadaşlarım bana deli diyorlar, çünkü onların saatlerini harcadıkları yazıları ben en fazla otuz dakika içerisinde tamamlayabiliyordum. Ama sanırım kurduğum bu hayal diğerleri gibi daha doğrusu her zaman olduğu gibi yine gerçekleşmedi. Bu kez farklı bir açıdan bakmaya çalışmayacağım. Hayal kurmaktan keyif aldığım sürece bunu devam ettireceğim ama farkında olunması gereken bir nokta var. Kimse, değil beş yıl bin yıl da geçse hayal ettiği yere gelemez. Kimse, değil on yıl, yüz yıl da geçse yazmış olduğu iyi ya da kötü bir yazı, yazamadım diye bitiremez. İşte bu yüzden arkadaşlarım gibi bana deli diyebilirsiniz çünkü daha önce de belirttiğim gibi, ben yine yazamadım. . . Mehmet Emin Bakar Vasatlığın Büyüsü Hayatın anlamsızlığının, insanı kendi anlamını yaratmaya zorladığını söyler Stanley Kubrick 1968'de kendisiyle yapılan bir röportaj sırasında. İnsanlığın mustarip olduğu varoluşsal kriz ile ilgili olarak kendisine yöneltilen soruya verdiği bu cevap, başyapıtlarından biri olan 2001: Bir Uzay Destanı ile hatırı sayılır derecede ilişkilidir. Onun filmlerinin derin imgelemlerle ve metaforlarla ne kadar dopdolu olduğu konusunda benimle hemfikir olmayan sinema tutkunu sayısı sanırım epeyce azdır. Tasavvur ettiği geleceğin ait olduğu 2001 yılının üzerinden bir hayli vakit geçmiş olmasına rağmen Kubrick'in öngördüğü teknolojilerden henüz çok azı gerçeğe dönüşmüş durumda. Sinemanın mükemmeliyetçi tanrısı bugün yaşasaydı eğer teknolojiden beklentilerine daha fazla gecikme payı katması gerektiğini fark ederdi. Milyarlarca yıldızla bezeli bu uçsuz bucaksız evrende deneyimlediğimiz zeka seviyesine ulaşabilen tek canlılar bizler miyiz? Belirli bir zeka seviyesine ulaşmış tüm varlıklar bizim gibi kendilerini yok etmeye meyilliler mi ve yapay zeka bizim bu yolda attığımız adımlardan şimdiye kadar ki en büyüğü mü? İzlerken kendime sorduğum bu sorular sanırım aklımı en çok kurcalayanlardı. "Evet" ve "Hayır" gibi indirgenmiş cevapları vermek her üçü için pek uygun olmasa da bu iki yanıt ile verdiğimiz tüm cevap kombinasyonları olasıdır. Filmin senaristleri olan Arthur Clarke ve Stanley Kubrick için ilk sorunun cevabı açıkça Hayır'dır ve filmde anlatılan şekilde olmasa da onlarla aynı cevabı vermeyi bilimsel sebeplerden ötürü mantıklı buluyorum. Nasıl olduklarını bilmesek de insanlığın bazı dönüm noktalarında gönderdikleri monolitlerle varlıklarından emin olduğumuz üstün bir bilinç formu vurgulanmaktadır filmde. Kanımca, yüzlerce bilim kurgu senaristinin klişeleştirdiği bir uzaylı istilasını canlandırmaktansa bu çok daha özgün bir yoldur. İnsanlığın şafağı adındaki ilk kısımda çölde bir grup maymun ansızın beliren dikdörtgen bir dikilitaşla -monolit- karşılaşırlar. Bunu takiben ilk kez alet kullanmayı ve dolayısıyla silah yapmayı keşfederler. Aynı anda hem üretkenliğin hem de yıkıcılığın ortaya çıktığı bu anda insanlığın kendini içine düşürdüğü çelişkiler kuyusu ilk kez derinleşmeye başlar. Bu noktada ikinci soruyu sormaya başlayabiliriz. Neden ırk olarak intihara meyilliyiz? Nükleer enerjide tecrübe ettiğimiz gibi uygarlığımızı bir sonraki noktaya taşımak için kullanabileceğimiz her keşfi ve icadı aynı zamanda kendimize zarar vermek için de kullanabilme potansiyeline sahibiz. Pandora'nın açılan ilk kutularından birisi alet kullanmayı öğrenmekti ve bence kendimize amaç yaratmaya ihtiyaç duymamızı sağlayacak bilinç ve zekaya ulaşmak için atılan ilk adımdı. Peki teknolojinin başlangıcı diyebileceğimiz bu gelişme neden bu kadar önemlidir? Hayata derin bir anlam yükleyip onun kavrayabileceğimizden yüce bir şey olduğunu savunmak belki de ona dört elle sarılmamızı sağlayan yegane avuntumuzdu. Ta ki peygamberlerin ve din adamlarının inşa ettiği inanç duvarını bilim çatlatana ve yavaş yavaş yıkana kadar. İnsanlık olarak sahip olduğumuz en büyük ve ortak inanç her zaman için umut duygusuydu ve dinlerin çıkışı da -tek sebebi olmasa da- bu duyguyu tatmin etmekti. Bence aşırıya kaçan bu duygu zamanla yüksek beklentilerin oluşması ve hayal kırıklıklarının kaldırılamaması açısından birçok psikiyatrik hastalığın da başlıca sebebidir. Evrenin kurallarını ve işleyişini tam olarak idrak etmek ve onu olduğu gibi kabul etmek kendimizi imha etme potansiyelinden kurtulma yolunda atacağımız en büyük adımdır. Çünkü anlam katamama ve bundan kaynaklanan tatminsizlik duygusunun doğurduğu patolojik umut insanlığın başlıca düşmanıdır. Filmin bana sordurduğu ve günümüzde insanlığın kafasını daha çok kurcalayan üçüncü soru ise filmin başrollerinden olan H.A.L. 9000'in türü ile ilgili. Yani yapay zekalı bilgisayarlar. İnsan ırkı olarak sahip olduğumuz iki temel zeka çeşidi olan IQ ve EQ'ın ikisine de belki de insanlardan daha yüksek derecede sahiptir HAL. Özünde genlerimiz tarafından kontrol edilen biyolojik makineler olan bizler ile aynı derecede mantıksal ve duygusal zekaya sahip elektronik makineler arasında fark bulunmamaktadır. Yapay zeka belki de olumsuz yan etkilerinden kaçınmak konusunda çaresiz kalacağımız ilk teknolojidir. Eğer önünü alamazsak Pandora'nın açtığımız son kutusu olma ihtimali yüksektir. Çünkü gelişmiş bir yapay zeka HAL'ın yaptığı gibi bir noktada insanlardan kurtulmak isteyebilir. Kendimizden daha yüksek bir zeka yapma potansiyeli olan bizlerin yaptığı zeka kendini geliştirme konusunda bize göre çok üstün bir kapasiteye sahip olacaktır. Neden bizim gibi kendinden çok düşük zekaya sahip bir türe ihtiyaç duysun ki ? Üstüne üstlük duygusal bir bariyer koysak bile onlar bunu silme yeteneğine sahip olacaklardır. Ve insanlığın aksine duygularından tek bir kez arınmış bir makine saf mantık ile hareket etmeye başlayacak ve gezegende gereksiz yer kaplayan insanlığı bir virüsten farksız olarak görecektir. 2001, konsepti oldukça geniş ve kompleks sorular soran bir başyapıttır. İlk icadımız olan kemikten basit bir silahı ve sonuncusu olma ihtimali taşıyan yapay zekayı ortak paydada buluşturan unsurun insan doğasındaki kendine zarar verebilme yeteneği olduğunu apaçık bir şekilde sergiler. Kubrick, evrenin düşmanca bir yer değil, vasat bir yer olduğunu ve insanlık olarak bu vasatlıkla barışırsak eğer kapkaranlık ve yalnız hissettiğimiz evrende kendi ışığımızı yakabileceğimizi öğütler. Vasatlığın büyüsüne kapılmanın anahtarı onun bu anlamlı sözlerinde gizlidir. MELANKOLİ ‘La tristesse durera toujours.’ (Keder sonsuza dek sürecek.) Vincent Van Gogh Bir insan kaç gün üzülebilir? En çok ne kadar sürer bir üzüntü? Bir gün? Bir hafta? Bir yıl? Peki ya bir ömür? Okuldan eve geliş saatim hep aynıydı, eğer bir kulübüm ya da okul sonrası herhangi bir etkinliğim yoksa 16.28, varsa 19.38. Dakikaları küsuratlarına kadar hatırlamanın hastalıklı farkındayım ama o küsuratları aklıma kazımak için nedenlerim var, yani vardı. Çarşambalar hariç saat 16.25 civarı inerdim servisten, evimin olduğu sokağın başında. Sokak dardı, servis giremezdi, 16.28’de evin kapısının önünde olurdum. Çalardım çalardım kimse açmazdı, ilk seneler garip gelirdi tabii, sonradan alıştım evde biri varken kapıyı anahtarla açmaya. Anneannem komşuda olurdu. Dedem? Anahtarı çevirir içeri girerdim. “Ben küskünüm feleğe” Hep aynı yerde, salondaki yemek masasının sol başındaki sandalyede. “Düştüm bitmez çileye” Kocaman yemek masasında sadece kendi önünü dolduracak kadar meze. “Nerelere gideyim” İki kadeh ve yanında bittabi gerekli diğer unsurlar... “Kara bahtım gülmeye” İnsanlar dedelerinin verdiği bayram harçlıklarını, aldığı oyuncakları hatırlar. Benim hatırladığımsa bunlar. Bir de üzerinde askılı elbisesi, yüzünde muzip gülümsemesi, dudağının üstünde beniyle sonradan Müzeyyen Senar olduğunu öğrendiğim kadının resmiyle kaplanmış plaklar... Vincent Van Gogh’un mektuplarından oluşan derleme bir kitap aldım hafta sonu: Son Mektuplar. Kişisel mektupları okumanın ne derece etik olduğunu sorgulamayı bıraktığım an yüzüme çarpan o buram buram melankoli ve dibine kadar yalnızlık kavramlarıyla baş başa kaldım. Van Gogh’un ileri derecede bipolar ve ağır depresyon hastası olduğunu okumuştum daha önce bir yerlerde ve bir de yaşamı boyunca satılabilen tek tablosunun Kırmızı Üzüm Bağı olduğunu. Şimdi adını her yerde duyuyoruz, hakkında hiçbir şey bilmeyen bile, kriz geçirdiği anlardan birinde kulağını kesip attığına dair hikayeyi biliyor. Kendi adıyla özdeşleşmiş bir sanat akımı var. Post empresyonizmi duyan herkesin kafasında onun Yıldızlı Gecesi belirmiyor mu? Oysa kardeşi Theo’ya şikayet ediyordu mektuplarında, anlaşılmamaktan, kendini anlatamamaktan insanlara. Çarşambaları 19.38. Orkestraya kalırdım okul çıkışı ondan gecikirdim. Bu sefer “Ben küskünüm feleğe” değil “Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin” olurdu plakta. Hep aynı sırayla mı dinlerdi yoksa benim gelmeme yakın mı açardı hiç öğrenemedim, okul yüzünden. Ama saatin kaç olduğunu, servisin geç mi erken mi geldiğini şarkılarından anlar olmuştum. Kafasının etrafında dev bir melankoli bulutu varmış da dış dünya ve onun arasında tümden yalıtım sağlamış gibi hissederdim onun için. Bir gün yüzüme bakmadan “Tantalos işkencesi ne biliyor musun?” diye sormasına neden bu kadar şaşırdığımı başka türlü açıklayamam. “Tantalos tanrıları küçümsediği için Hades’in göllerinden birine yerleştirildi. Çenesine kadar sudaydı ama su içmeye çalıştığında su çekiliyordu. Etrafında bin bir meyve vardı ama her uzanışında meyveler hızla uzaklaşıyordu. İşte ona verilen sonsuz su ve yemek içinde, susuzluk ve açlık cezasına Tantalos işkencesi diyorlar.” Anneannem mutfaktan dinlemiş olsa gerek, “Senin yaşındakiler Hacca gidiyor, hatim yapıyor sen elin Tantalos’u Hades’iyle uğraşıyorsun.” diye seslenmişti de kendime gelebilmek için birkaç saniyem olmuştu. Sadece “Nereden çıktı şimdi bu?” diyebilmiştim oysa ondan önce sorulması gereken belki onlarca soru vardı. “Yani diyorum ki Fatma Hanım,” demişti anneanneme beni kale almadan, “hazır başımızda ceza veren yokken, işkence görmüyorken bırakın da bu nimetlerden dilediğimizce yararlanalım.” Yıllardır dedeme “Az iç, az iç” diye yalvaran zavallı anneannem işte hep böyle kendi silahıyla vurulurdu. “Sizleri hâlâ sık sık düşünüyorum ama insan hayatta istediğini yapamıyor, en çok bağlandığı yeri terk etmesi gerekiyor -fakat anılar kalıyor ve kayıp dostlar- aynadaki silik görüntüler gibi hep hatırlanıyor.” (Gogh) Van Gogh’un yalnızlığıyla dedemin yalnızlığı ve anılarının aynadaki silik görüntüleri örtüşüyordu tabii bir de en çok bağlandıkları yerleri terk edişleri ama melankolileri farklı boyutlardaydı. Van Gogh’un melankolisi bulut gibi değil deniz gibiydi. Onun melankolisi uçsuz bucaksız bir denizin içinde salınma hâli daha çok. Eski dostlarsa kıyılar; kıyıya yaklaştıkça su derinleşir derken bir anı akıntısıdır başlar kıyılardan. Akıntıya karşı yüzmek ise boşuna, çıkmaya en yakın olduğunu sandığın an, akıntılarla uzaklaşmaya başladığın andır kıyılardan. Denizden çıkmak zor hatta imkânsız; çıksan ıslanmışsın bir kere, kurumak daha zor. Belli ki keder düşündüğünden de uzun sürecek. Denizi sevmek gerek o zaman belki de. Salondaki yemek masasının sol başındaki sandalyenin sağ yanına terfi ettiğim günlerde, bundandı galiba Hilmi Yavuz’un o dizelerini okuması dedemin, “Hüzün ki en çok yakışandır bize belki de en çok anladığımız.” (Yavuz) Gogh,  Vincent  Van.  Son  Mektuplar.  Trans.  Berna  Günen.  İstanbul:  Kırmızı  Kedi   Yayınevi,  2017.   Yavuz,  Hilmi.  Hüzün  ki  en  çok  yakışandır  bize.  Can  Yayınları,  1989.   Kaynakça BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ Karşıtıyla var olmak, herhalde nesnel veya fikirsel her varlığın ortak kaderidir. Ağaç gibi bir nesenenin nasıl bir karşıtı olabilir diye soracak olursanız, bunun cevabı ağacı yapılandıran sıfatlarda yatar. Çünkü biz sıfatlarımızın bir bileşimiyiz, onlarla yapılanırız. Ağaç nedir sorusuyla yola çıkarsak ağacın karşıtına ulaşmamız imkansızdır, fakat ağaç nasıldır dersek ağacı fikirsel olarak kavramakla kalmayız ağacın karşıtı nasıldır sorusunu da yanıtlayabiliriz. Bu sayede ulaştığımız sıfatlarla bir varlık tanımlayabilir ve onu ağacın karşıtı olarak düşünebiliriz. Ağaç hareketsizdir, doğayı besler, düşünmez. Bunların karşıtı, yani hareketli, doğadan beslenen ve düşünen bir varlık düşünebiliyor musunuz? Bence insan uygun bir aday. Batman kadar sıra dışı bir karakter Joker olmadan anlamsız olurdu. Tıpkı kılıç olmadan kalkana ihtiyaç duyulmaması gibi. Çözümler problemlerle var olabilir ancak. Peki ilk önce hangisi ortaya çıkar? Kılıç kalkan örneğinde bile durum ilk aklımıza gelen kadar açık değildir. Kılıcı yapan demir dövülürken, kalkan için de kullanılacaktır bu demir. Düşmanları kesmek için kılıç kullanılması fikri, kesilmemek için kalkan kullanma fikriyle aynı anda akla gelmeyebilir ancak o fikir evrende vardır. Biri tarafından bulunmayı bekler. Problemin tek önceliği, daha erken bir zihin ve vücüt bulmasıdır. Gecenin en zifiri karanlığının, şafağın habercisi olması gibi. Batman karakterini küçüklüğümden beri sevmişimdir. Kostüm giyip cadılar bayramında dolaşmak olsun her türlü karakterin derinliğine hayran olmak olsun beni çeken bir havası vardır. Birçok kahraman gibi doğa üstü güçleri olmasa da bu açığı kapatacak üç yönü vardır: Dahi seviyesindeki zekası, her türlü dövüş sanatında ustalaşabilecek bir vücut ve fedakarlıkla bilenmiş bir kalp. Polislerin ve savcıların şehirden çok mafya babalarına hizmet ettiği bir ortamda kendini şehrini kurtarmaya adamış bu kahraman bana her zaman ideal bir toplumdaki ideal bir insanı simgelemiştir. Bu kişinin kim olduğunun önemi yok. Önemli olan, içinde bulunduğu toplumu yaşatmadan kendisinin yaşayamayacağına inanmasıdır. Bu düşüncedeki insanlarla toplum yükselebilir ancak. Herkesin bencilliğe boğulup kör olduğu bir toplumda insanlar nasıl birbirlerine bağlanıp bir güç oluşturabilir ki? Joker karakterinin istediği budur. Batman’in tam tersi, toplumu ayırıp birbirine düşüren ve sadece eğlencesi için şehre zarar veren bir kişilik. Tıpkı günümüz tembel insanı gibi. Son bir senedir kafamda bir düşünce taslağı var. Toplumların bir iyilik havuzu olduğuna inanırım. Görevini yapan bir insan bu havuza bir damla su döker, ihtiyacı olan insan bir bardak su alır. İyi niyetli ve gelişmiş bir toplumda bu havuzun dolu olduğuna, herkesin havuzu dolu tutmaya çalıştığına inanırım. Fakat bizimki gibi tembel toplumlarda bu havuzun dibinden milletin ağzına açılan borular vardır. Yanlışlıkla topluma hizmet etmeye çalışan bir insanın emeği hemen sömürülür, paylaşılır ve geriye bir şey kalmaz. İyiliğe aç ancak onun kıymetini bilmeyen bir toplumdur bu. Hortumcuların kökünü kazımak da yetmez çünkü zaten onlar toplumun bencilliğinin sonucudur, bencillik hortumun sonucu değildir. Bu toplumlar için tedavi eğitim ve çağdaş düşüncedir, fırsat eşitliğidir. Kendi ülkemi düşündüğümde ise karşımda kendi dışkısıyla beslenen bir sistem görüyorum. Bu zincirin ilk halkası söylediğim ilk halka olmayabilir ama kendi sıramla sayıyorum halkaları. Aç bir çocuk yetişir, ailesinden duyduğu kadarıyla devlet hep para alır ve aç bırakır, sokakta yumruğa yumrukla cevap vermeyi öğrenir, okulda öğretmenin ve yönetimde olanların her zaman haklı olduğunu öğrenir, onlarla arasını kötü tutarsa notlarının düşük olacağını anlar. Arkadaşlar edinir ve bir şekilde yönetime geçer, kendisine yapılanı yapar ve işçisinden para keser. Az bir paraya çalışan işçinin çocuğu olur... Kendi pisliğiyle güçlenen ve kemikleşen böyle bir sistem Gotham’da da vardır. Bu sorunu dramatikleştirmek için oluşturulmuş bir kahraman ve bu sorunun bütün etkilerini tam gücüyle göstermesi için oluşturulmuş bir suçlu. Bir sorun ve çözümünün başarılı olarak tespit edilmiş temsilcileridir bu karakterler. Batman bence biraz taraflı bir yazarlık sayesinde kazanmıştır. Kazananın Joker olmasını beklerdim. Çünkü kişisel çıkarlar için uğraşmayı öğütleyen bir sistemde güçlenen taraf problemler olmalı ve çözümleri yutmalıydı. Naz Alara Erbek OTİZMİ YENMEK “ Clay, elleri cebinde duran genç bir adama doğru koştu, yabancının pantolonuna tutundu ve “Yardım edin!” dercesine çığlık attı. Adam şaşkınlıkla bakakaldı, sonra da eğilip onu kucağına aldı. Clay başını genç adamın omzuna yasladı. Nefes nefese yanlarına koşarak “Clay, benimle gel oğlum, hadi annene gel!” dedim. Oğlum bana baktı ancak gözleri sanki beni delip geçiyordu. Kan beynime sıçramıştı. Kafamdan bir sürü soru, aynı kalp atışlarım gibi hızlıca geçiyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. İki yaşındaki bir çocuk annesine sarılırdı, bir yabancıya değil... Anlayamıyordum. Benden niçin kaçıyordu? ”(Leeann Whiffen 11) Otizm, günümüzde hızla artış gösteren ve maalesef ülkemizde birçok kişinin anlamakta güçlük çektiği ve bilinçsiz olduğu bir hastalık. 2014’te yapılan bir araştırmada her 64 çocuktan 1’inin otizm hastası olduğu ortaya çıkmış. Artık yakın çevremizde bile rastladığımız bu hastalığın kaç kişi farkında ve kaç kişi otizm hakkında detaylı bir bilgiye sahip? En önemlisi de ebeveynler hızla büyüyen bu hastalık hakkında ne kadar bilinçli? Otizmin tam anlamıyla yapılan tanımı bizim bu hastalığı anlamamıza biraz daha yardımcı olabilir. Otizm yaşamın ilk üç yılı içinde ortaya çıkan ve yaşam boyu devam eden, sosyal etkileşim, sözel ve sözel olmayan iletişimde problemler, tekrarlayıcı davranış ve kısıtlı ilgi alanları ile kendini gösteren, karmaşık gelişimsel bir bozukluktur. Anne ve babaların bilinçli tavrı ve iyi bir tedaviyle otizm iyileştirilebiliyor. Burada en hassas nokta ve tedavide de en önemli olan etken ailenin bu durumu kabullenmesi ve bir an önce tedaviye başlaması. Ne yazık ki, özellikle Türkiye’de aileler bu durumdan kaçınıyor ve kendilerini çocuklarının normal olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Oysaki boşa geçen her gün ilerideki tedavi için bir o kadar zorluk demek. Otizm hastası olanları, ilerleyen bilimsel araştırmalar sayesinde, daha bebekken bile ayırt etmek mümkün. Göz kontağında bozukluk, çevreye olan ilgisizlik, isimlerine tepki vermeme ve konuşmada gerilik gibi birçok belirtisi olan otizmi bebeği dikkatlice inceleyerek fark etmek mümkün. Aynı zamanda Leeann Whiffen’in kitabında bahsettiği gibi nefes almada ve sindirimde yaşanan çeşitli problemler de otizmin belirtisi olabilir. Burada en önemli şey ailelerin çocuklarını kontrol etmesi ve gözlem altında tutması ve eğer şüpheye düşerlerse doğrudan bir uzman doktora başvurması çünkü farkındalık otizmi yenmenin en önemli unsuru. Tedavi sürecinde sabretmek ve pes etmemek çok önemli. Ailelerin otizmli çocuklarına kızmadan,şiddet göstermeden gerekirse tekrar tekrar aynı şeyleri sevgi ve şefkatle göstermesi aynı zamanda öğretmesi gerekiyor. Aileye düşen bir diğer sorumluluk ise otizmli çocuklarına güzel ve faydalı bir eğitim kurumuna göndermek. Maalesef, kimi aileler bu sorumluluğu geri plana atıyor ve ne yazıktır ki, birçoğunun derdi de eğitim masraflarını karşılayamamak veya bu masraftan korkmak. Leeann Whiffen’ın kitabın tanıtımında söylediği gibi “Hayatlarımızı ve tüm birikimimizi, oğlumuzu iyileştireceğinden emin bile olmadığımız bir şey için ipotek altına alacaktık. Ama zaman daralıyordu; ne kadar uzun süre beklersek, oğlumuzu kabuğundan çıkarmamız o kadar zor olacaktı. Biz bu masrafları nasıl karşılayacaktık? Biz bu masrafları nasıl karşılamazdık? “ İmkanı olan tüm aileler otizmli çocuklarına bu parayı harcamaktan korkmamalı,durumu olmayan aileler ise otizmle mücadele vakıflarına başvurmalı. Türkiye’deki otizmle ilgili olan vakıflar aileleri geri çevirmiyor ve yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Burada esas sorumluluk yine aileye kalıyor. Ebeveyn isterse, çocukları mükemmel bir şekilde gelişim gösterebilir ve ileride dahi bile olabilirler. İsimlerini sıklıkla duyduğumuz yazarlar,ressamlar ve bestekarların birçoğunun otistik olduğunu biliyor muydunuz? Nikola Tesla, Isaac Newton ve Albert Einstein…Üçünün de ortak noktaları ünlü birer fizikçi olmalarının yanı sıra otizmli olmalarıdır. Friedrich Nietzsche, hepimizin bildiği ve felsefede çok önemli bir yere sahip olan filozoftur ve otizm hastasıdır. Aynı zamanda klasik müziğin duayenleri Mozart ve Beethoven da küçük yaşta otizmle mücadele eden isimlerden. Franz Kafka, Jane Austen ve Henry Ford… Örnekler uzar gider. Kuşkusuz ki tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmış bu insanlar birer tesadüf değildir. Otizmlilerin beyinlerinin işleyiş yapıları normal insanlardan çok daha farklı olup, dahi özelliği göstermeye çok daha yatkındırlar. O halde ebevynler bu zekanın işleyişini nasıl değiştirecek ve çocuklarındaki bu dahi yönü nasıl gün yüzüne çıkaracak? En önemlisi eğitim aşamasında her adımı dikkatlice ve tekrar tekrar uygulamak ve çocuğun hafızasını bu yönden güçlendirmek. Aynı zamanda sosyalleşmekten korkan bu çocukları, olabildiğince sosyal ortamlara sokmak ve yeni insanlarla tanışmasını sağlamak. Otizmli çocukların hem sosyalleşmesini hem de motor becerilerinin gelişip, ilgi alanlarını ortaya çıkarmasındaki en önemli yardımcılar sanat ve spor. Birçok otizmli çocuk bu sayede ilgi alanlarını keşfediyor hem de iyileşmede büyük bir yol kat ediyor. Otizm, ailelerin sabrı ve şefkatiyle, eğitmenlerin azmi ve isteğiyle, resim, müzik ve spor takviyeleriyle tedavi edilebilecek doğuştan olan bir hastalık. Ailelerin bu durumla baş edebilmesi için en önemli olan şey bilinçlenmeleri. Bilinçlenmek için de en önemli faktörler bol bol araştırıp çeşitli doktorların makalelerini okumak, otizmle mücadele vakıflarına üye olmak ve en önemlisi de otizmli hastaya sahip ailelerin deneyimlerinden faydalanmak. Bu konuda Elveda Otizm’in yazarı Leeann Whiffen muhteşem bir iş çıkarmış deneyimlerini ve korkularını başarılı bir şekilde kelimelere dökmüş.Aileler şunu unutmamalıdır ki,bu hastalık asla bir engel değildir ve tam tersi çocuğunuz için mükemmel bir hayatın başlangıcı bile olabilir. Kaynakça: Elveda Otizm/Leeann Whiffen, https://otizm.wordpress.com/biz-kimiz/otistik- unluler/,https://www.tohumotizm.org.tr/basari-hikayelerimiz, https://www.medikalakademi.com.tr/bebek-otizm-teshis-tedavi-belirti- cocuk/,http://mehmetkucukgoz.com/SikcaDetay.aspx?SikcaID=20 İÇİMİZDEKİ GERÇEK: YERALTI ADAMI İnsanlar hayatları boyunca özellikle hep bir şeyden kaçar ve korkarlar.Bu şey kendileridir; kendi gerçek benlikleri. Kendi düşüncelerini anlamak, yaptığı şeyleri gerçekte hangi nedenle yaptığını bilmek bir insan için varılacak en son noktadır ve bence kimse buna kolay kolay ulaşamaz uzun bir yol katetmeden. Bu yüzden Dostoyevski nin ' yeraltı adamı' 40 yasında: Kendisine göre artık her şeyin bittiği, bir insanın ölmesi gerektiği yaş ve aynı zamanda da benliğini, tüm o iğrenç, tahammül edilemez kişiliğini çözümlediği yaş. Dostoyevski gerçekten onun neden bir yeraltı adamı olduğunu bana fazlasıyla gösterdi.Çünkü onun içinde yaşadığı büyük karmaşayı, kişilik bozukluklarını, zıtlıklarını ve kendisiyle çelişmelerini okudukça gerçekten de ona yeraltından daha uygun ve " yeraltı adamı"ndan daha güzel bir isim bulamadım. Zamanla bu adam benim ' tüm kalbimle' nefret ettiğim bir tip haline geldi. Gerçekte böyle bir insanla karşılassam onun kelimenin tam anlamıyla aşağılık bir insan olduğunu ve insan içine çıkmaması gerektiğini düşünürdüm.- tabii ki onun aklından geçenleri, düşüncelerini bilseydim- Aslında bu adamdan nefret etmemin iki büyük sebebi var: Birincisi : Sürekli benimle oynaması. Ne zaman söylediği şeylere inansam " aslında öyle değil" diyerek çok farklı nedenler ileri sürdü ve gözümden defalarca düştü. Artık ilerledikçe ona tahammül edemez oldum. Tam okumayı bırakacakken farklı ama hiç düşünmediğim noktalara değinmesi tekrar içimde bir istek uyandırdı.Ama yeraltı adamı beni sürekli kandırdı- tam onun kişiliğine yakışır bir şekilde-.Ben kendimi anlaşılması güç bir insan olarak tanımlardım ama yeraltı adamı beni gerçekten mağlup etti. Aslında belki de ondan nefret edişimin sebebi beni okuyucu olarak kandırması değilde; benden daha karmaşık ve anlaşılmaz bir kişiliğe sahip olması, bu üstünlüğümü elimden almasıdır.Ama ne yazık ki yeraltı adamı gibi kendimi yeterince iyi tanımıyorum, işte bir mağlubiyet daha! İkincisi ise, okudukça dayanamadığım, berbat bir insan olarak gördüğüm yeraltı adamının aslında bir o kadar da iyi bir düşünür ve aydın olması.İnsanlıkla , uygarlıkla , bilimle, doğa yasalarıyla ve daha sayamadığım birçok konuyla alakalı çok farklı tezler öne sürmesi beni çok şaşırttı.Başta kendini hasta, kişiliksiz, yerin dibinde bir adam olarak tanıttı, okuyucu olarak tüm bu sıfatlarına beni inandırdı ama sonra derinlere indikçe, o derinlerdeki adamın düşünür bir yeraltı adamı olduğunu gösterdi. Evet bunu kabul etmek benim için çok zor oldu.Ama o bir dahi! Ve bir insanın hem bir "yeraltı pisliği" hem de çok iyi bir düşünür olması, bu iki zıt öğeyi bulundurması ondan daha çok nefret etmeme neden oldu. Bir insanın bir niteliği olmalı.Akıllıysa akıllı, tembelse tembel, kötüyse kötü, iyiyse iyi. Ama yeraltı adamı, hem iyi hem kötü, hem aşağılık ruhlu hem de cok zeki. Aslında yeraltı adamı da bir niteliğinin olmayışından yakınıyor ve kendini bir türlü bir kalıba sığdıramıyor ki zaten bu onun için mümkün değil. Yeraltı adamından nefret ettiğimi birçok kez söyledim ama açıkçası düşüncelerini, neden kabuğuna çekildiğini okudukça onunla birçok benzerliğimiz olduğunu fark ettim. Bunu kendime itiraf etmem kolay olmadı çünkü çelişkileri sevmem, kendisiyle sürekli çelişenleri sevmem bu yüzden yeraltı adamını da sevmedim ama okudukça ona ne kadar benzediğimi fark ettim. Yeraltı adamı bir yerde aynen şunu diyordu " Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı...Yaratılışım böyleydi işte" Burada yazarın tamamiyle beni anlattığını düşündüm bir an. Bir insana bazen çok fena sinirlenebilirim hatta öfkeden kudururum ama karşıdaki ufak bir iyilik de yapsa hemen yumuşarım yani aslında içimde kızgınlık falan yoktur sadece öyle gözükmesini isterim ve gerçekten de yazarın düşündüğü gibi bunun yaratılışımdan geldiğine inanıyorum, istesem de değiştiremiyorum . Diğer bir benzerlik ise yeraltı adamı kendini herkesten akıllı buluyor diğerleri onun gözünde budalanın teki.Ben de içten içe kendimi diğer insanlardan daha akıllı bulurum, diğerlerinin benim gibi düşünemeyeceğini inanırım -bunun ne kadar yanlış olduğunu bilsem de-. Ama yine onun gibi tam yapılması uygun olan, yeri gelen şeyleri yapmak yerine tam tersini yaparım ve yine yeraltı adamı gibi utanarak köşeme çekilirim ama bundan onun gibi haz almam. Kendimle ilgili üzücü ya da utanç verici bulduğum olaylar bana haz vermekten çok beni daha depresif yapar.Onunla bu konudaki tek farkımız bu olsa gerek. Yeraltı adamının en doğru bulduğum düşüncelerinden biri de insanları "iki ayaklı nankör yaratık"lara benzetmesi. Yazar bunu yaşadığı çağda yazmış ama günümüzde bile hala aynı portre var.İnsanlar "nankörler" kendilerine verilenlerin, sahip oldukları maddi manevi ne varsa değerini bilmezler.Bence bunu görmek için biraz kafanızı çevirip çevrenize bakmanız yeterli. Her istediğine sahip, huzurlu mutlu bir hayatı olan, ama yoldan kolay çıkıp, sapkınlıklar yapan onlarca insan bulabilirim size. Sanırım yazarın insanoğlundan asıl nefret etme nedeni bu- ki benim de bir zamanlar öyleydi-. Yeraltı adamının da anlatmaya çalıştığı gibi insanlarda ölçüsüzlükten gelen bir erdemsizlik ve bunun sonucu olarak da nankörlük var. Yeraltı adamı tezatlarla, çelişkilerle dolu bir adam.Tüm insanlığa küfreden, ama sonunda kendisinin de en az o küfrettiği insanlık kadar aşağılık olduğunu kabul eden, öyle olduğunu düşünen bir adam. Dostoyevski aslında bir insan yaratmamış bu yapıtında.Zaten her çağda yaşamış, yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan yeraltındaki insanların ruhunu aktarmış. Aslında onların çelişkilerinden ya da kötü düşüncelerinden çok,onların gerçekleri herkesten ne kadar iyi bildiğini, ne kadar geniş düşünebildiklerini, varoluşlarındaki amacı, çevrelerini ne kadar iyi sorgulayabildiklerini ve en önemlisi de kendi benliklerini, düşündüklerini tüm çıplaklığıyla ne kadar yüksek sesle haykırabildiklerini göstermiş.Bence aslında Dostoyevski kendi içindeki ve hepimizinde içinde çok az bir miktar da olsa bulunduğuna inandığı "yeraltı adamını" anlatmış. Çünkü bu kitabı okuduktan sonra şuna inandım ki istesek de istemesek de, hatta bu düşünceden nefret etsek de hepimizin içinde yeraltı adamları var ve giderek bizi ele geçiriyorlar. REMZİYE ATABEK BUGÜNÜN REZALETİ Dünya'nın oluşumundan bugüne kadar geçen milyarlarca yılda milyonlarca din ortaya çıkmıştır. İnsanların üstün bir güce inanma ihtiyaçlarından ortaya çıkmış olan din kavramı yaygınlığıyla ters orantılı bir şekilde tabulaştırılmıştır yani din kavramı yayıldıkça daha büyük bir tabu haline gelmiştir. Bizim toplumumuzda da durum bu şekildedir ve etrafta herhangi bir dini sorgulayan birilerini bulmak zordur. Peki, bu sorgusuzluğun zararını insanlık ne derecede görmektedir. McCarthy ve Josh Singer, yazdığı yönetmenliğini ise Tom McCarthy'nin üstlendiği Spotlight bu zararları gözler önüne seriyor. Tabulaştırılmış bu kavram -din- yeteri kadar sorgulamayan toplumlarda insanları etki altına almak, onların beyinlerini yıkamak için en sık ve en kolay şekilde kullanılan yoldur. İnsanlar kendi sapkınlıklarını meşrulaştırmak adına dini kullanırlar ve dinimizce bu durum şöyledir diye başlayan onlarca cümle kurarlar.Bugün bizim toplumumuzda da pedofili meşrulaştırmak , erkek cinsinin sapkınlıklarını ve sapıklıklarını topluma normal göstermeye çalışmak için sıfatı din alimi olan pek çok insan tarafından da İslam dini kullanılıyor. Bir babanın kendi kızına şehvet duymasını normal gören, 9 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenilebileceğini söyleyen bir din olamayacağını normal zekâ seviyesine sahip her birey 2 dakikalık bir düşünmeyle fark edebilir. Fakat üzülerek ifade etmek durumundayım ki bu toplum anlamayı değil körü körüne boyun eğmeyi seçmiş durumda. Tecavüze uğrayan 3 yaşındaki bir kız bebek acıdan ölürken insanlar hâlâ adı din hocası olan -çok affedersiniz- bazı şarlatanları arayıp 6 yaşındaki bir çocukla evlenip evlenemeyeceğini soruyor. Bu galiba bugünün dünyasının, bugünün Türkiye'sinin en büyük ayıbı. Elbette bununla da kalmıyor güya din eğitimi verilen çeşitli yurtlarda yurt yöneticileri erkek çocuklara tecavüz ediyor. Maalesef bu artık sıradan bir durum haline geldi. Din adı altında minicik çocuklara yaklaşıp bazılarının ölümüne yol açıp bazılarınınsa hayatlarını karartıp sonrasında çıkıp fetva yayımlamayı iş edinmiş bu insanları durduracak olan toplumdan başkası değildir. Spotlight'ta yapıldığı gibi gazeteciler ve halk şüphelendikleri bu durumun peşine düşüp kendi çocuklarını ve kendi dinleri kurtarmalıdırlar. Filmde 12 yaşındayken bir rahibin tacizine uğramış olan adamın da dediği gibi, bu şekilde çocuklara yaklaşıp onlara zarar vererek onlardan inançlarını çalıyorlar. Kimsenin hiçbir sıfatla, imam ya da rahip fark etmeksizin bir çocuktan geleceğini ve inancını çalmaya hakkı yoktur. Düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz, kim biliyor son birkaç yılda kaç kadınımızın, kaç çocuğumuzun tecavüze uğradığını? Bu toplum hâlâ kör ama sorun değil çünkü hâlâ gerçekten inançlı (!) Elbette kör olan sadece Müslümanlar değil koca bir Hıristiyan dünyası da aynı şekilde kör.Katolik kilisesi tarafından korunan binlerce çocuk tacizcisi rahip ifşa edildi yakın zamanda. Bizim hocalarımız (!), onların baş piskoposları el ele verip din başlığı altında pedofili ayinleri düzenleyecek güce ulaşmış durumdalar. Yazık, gerçekten yazık. Galiba yine de umudumuzu yitirmemeliyiz. Beyinlerimizi dört açıp olanın bitenin ve olması gerekenin farkına varmalıyız. Güzel bir şey varsa bugüne dair o da hâlâ böyle önemli bir olayı konu edinebilecek yazarların, yönetmenlerin varlığı. İnsanların çektiği acılara biraz olsun ayna tutabilmiş bir film Spotlight. Üzerimize düşen çok fazla görev yok aslında kendi aydınlığımızı topluma ulaştırsak yeter ve elbette geleceği kuracak yeni nesil olan bizler inanmadan önce mutlaka sorgulamalıyız ki bugünün rezaletleri yarına taşınmasın. Dini bir REMZİYE ATABEK olgu olarak benimseyip, tabu olmakta çıkarıp ve dini gündemimizin en üst sırasına koymadığımız takdirde bugünü kurtarmak da çok kolay. Yeter ki inanların sapkınlıklarına alet olmayı bırakalım toplumca. BİR GENÇ KIZIN YARIM KALMIŞ HİKÂYESİ… / ARZU SÜLÜKÇÜ olayı barındırır. Dünya tarihini göz önünde Tarih içinde birçok iyi ve kötü bulundurduğumuzdasavaşları, ayrımcılıkları ya da din için yapılan kavgaları görebiliriz. Yakın zamanda şahit olduğumuz, bütün dünyanın bildiği Yahudi Soykırımı insanlık tarihinin yüz karalarından biri olarak değerlendirilir. Adolf Hitler bu olayın baş sorumlusu olarak kayıtlara geçmiştir. Almanları saf bir ırk haline getirmek için Yahudileri sürgün etmek, çoğunu arına yollamak gibi insan haklarının hiç bir maddesiyle uyuşmayacak Nazi kampl uygulamalarda bulunmuştur. İşte tam bu dönemde bize ışık tutan bir kaynak vardır. Yaşananları bir çocuğun gözünden tüm çıplaklığıyla anlatan Anne Frank'ın Hatıra Defteri... oykırımdan ailesiyle birlikte kaçmış ve Hollanda’ya yerleşmiştir. Anne Frank Yahudi S Yaklaşık 2 yıl boyunca küçük bir bölmede ailesiyle birlikte saklanmış ve bu dönemde aşadıklarını günlüğüne aktarmıştır. Fakat bu kaçışları sadece 16 yaşına kadar sürmüştür. y . örgütü tarafından saklandıkları bölme basılmış ve Anne Frank götürüldüğü Alman gizli Nazi kampında ölmüştür. Her kitap aslında bir insan benim gözümde. Sayfaların içinde yaşanmışlıklar, pişmanlıklar en çok da keşke dediklerimiz saklıdır. Anne Frank’in kitabında da yaşanmışlıklardan çok yaşanmamışlıklara tanık oluyoruz. Aslında etkileyen de bu yarım kalmışlıktı. , beni Benden 5 yaş küçük, çaresiz bir kızın yerine kendimi sonu hiç yazılamamış kitabını koyarak, tamamlamak istedim. Bir koku geliyor burnuma, çürümüş yiyecek gibi ya da hayır yanık kokuyor. Gözlerimi açmak istiyorum ama neredeyim onu bile bilmiyorum. Bu sesler de ne böyle. Annemle Margaret yine kahvaltı konusunda kavga ediyorlar sanırım. Annemin sesi neden böyle yoksa ağlıyor mu? Hayır, bu annemin sesi değil kim peki. Anne Frank gözlerini açmalısın, açmak zorundasın. Gözlerimi araladıkça gördüğüm şeyler yüzünden nefes alamamaya başladım. Soluklarım hızlandı kaçmak istedim. Her yer de insanlar var çoğu ölmüş gibi. Kaçmak istiyorum ama bu telleri aşmam imkânsız. Yavaş yavaş zihnimdeki bulanıklık gidiyordu. Her şeyi daha net hatırlamaya başlamıştım. Ailem… Onlar neredeydi. Kaç gün olmuştu buraya geleli onu bile hatırlamıyordum. Etraftaki sesleri susturmaya, duymamaya çalışıyorum ama nafile. Alman askerleri herkesi tekmeliyor, bağıranların başına silah dayıyorlardı. Korkuyordum hem de çok. Ayağa kalktım, üstümdeki kıyafetler kir içindeydi yırtılmışlardı. Ayaz içime işliyordu. O sırada bir düdük duyuldu, ellerindeki coplarla bizi hizaya soktular. Ellerimize siyah beyaz çizgili, pijamaya benzer kıyafetler verdiler. Kendimi damgalanmış gibi hissediyorum. Açlığımı bastırmaya çalışıyorum ama olmuyor. Günlerdir yemek yemedim sanırım. Bir asker beni tuğlaların olduğu yere doğru itti. Bunları taşımam gerekiyormuş. Ailemi özledim, korkuyorum… Bugün kampa gelişimin üstünden 21 gün geçti. Umudumu kaybettim, buradan kurtulamayacağım. Her gün trenlerle yeni insanlar geliyor fakat kimse o trenlere binip gidemiyor. Sayımız sadece öldükçe azalıyor… Yemek yiyemiyoruz, askerlerin tabaklarında bıraktıklarıyla besleniyoruz. Sadece gözlerimi kapatmak istiyorum. Ölüm benim için tek kurtuluş. Burada denek olmak istemiyorum ya da rastgele bir komutanın parmağı beni gösterdi diye ölmek de istemiyorum. Ben daha 16 yaşındayım. Gezmek istiyorum, yakamda sarı bir yıldız olmadan, Yahudi olduğumu saklamadan yaşayacağım bir dünya istiyorum. Böyle doğmak benim suçum mu? Her geçen gün biraz daha ölüme yaklaşıyorum. Yaşamak için bir nedenim yok. Ailemi özledim, onlarında benim yaşadığım şeyleri yaşadıklarını düşündükçe uyuyamıyorum. Bir kurtuluşa ihtiyacım var… Bugün 15 Nisan 1945, benim kurtuluş günüm. İngiliz ordusu kampı basıp bütün esirleri kurtardı. Kimlik tespiti için hepimizi bir yere götürdüler. Ailemi bulmak istiyorum. Onlar olmadan buradan kurtulmamın bir anlamı yok. Kurtuluşumun 3. Günü bugün. Hepimizi şehir merkezinde bulunan bir devlet binasının yemekhanesinde tutuyorlar. Ailesi bulunanlar tek tek ayrılıyor. Halâ uyuyamıyorum, korkuyorum uyurken. Annemin kollarında uyumak isterdim şimdi… Buraya gelişimin üstünden 11 gün geçti halâ bir ses yok. Biri ismimi mi söyledi? Evet, yanlış duymadım. Birisi Anne Frank diye sesleniyor. Görevli yanıma geldiğinde Otto Frank’in şehrin diğer tarafındaki binada kaldığını söyledi. Babamı bulmuştum. Bugün benim esas kurtuluşum. Nazi soykırımından kurtuluşumun 42.yılı. 57 yaşında torunları olan bir babaanneyim artık. O kamptan sadece babam ve biz kurtulduk. Yaralarımızı birlikte sardık. Almanya’ya geri döndüm, burada evlendim, çocuklarımı burada doğurdum. Kendi vatanımda ötekileştirilmeden yaşayabiliyorum artık. O dönem yazdığım günlüğümü herkes okuyabilsin, yaşananları anlayabilsin diye basımını gerçekleştirdik. Tüm dünyadaki insanlar bize yaşatılanları ilk ağızdan okuyabilme fırsatını yakalasın diye yaptım bunu. Bu yaşıma kadar hayattan çıkardığım en büyük derslerden bir tanesi ise insanın asla umudunu kaybetmemesi. Hiç ummadığınız an da o karanlık kuyuya güneş doğabilir… Tanımsız Olan Mutluluğun resmi çizilebilir mi? Bu sorunun okullarda münazara etkinliklerindeki favori soru olmasının en büyük nedeni net bir cevabı olmamasıdır. Peki neden net bir cevabı yoktur? Çok basit, çünkü herkesin mutluluk anlayışı farklıdır. Kimisi için mutluluk işten eve geldiğinde gülen yüzler ve güzel bir sofra görmek. Kimisi içinse kafasını dinleyebileceği ve yalnız kalabileceği bir yer bulmaktır. Bu yüzdende mutluluğun resmini çizmek imkansızdır bence çünkü herkes için mutluluk anlamı taşıyan bir şey yoktur. Dianne Dengel bu soruya bir cevap vermek istermişçesine bir resim yapmış ve adını “Mutluluk” koymuştur. Aslında bu eser hakkında yanlış bilinen bir bilgi var, resmi Abidin Dino’nun yaptığını zanneder çoğu insan. Bunun asıl nedeni ise Abidin Dino’nun Nâzım Hikmet arasında geçen bir konuşmadır. Nâzım Hikmet ve Abidin Dino Paris’te eşleriyle birlikte bir otel odasında muhabbet etmektedir ve sonunda Nâzım Hikmet şu meşhur soruyu Abidin Dino’ya yöneltir “Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”. Dino mutluluğu somutlaştırıp bir kareye sıkıştırılamayacağını biliyordu o yüzden kısa bir cevapla yetindi “Buna da ne tuval yeterdi, ne boya…” Nâzım Hikmet şiirlerinde de bu konuşmalarından bahsettiği ve Abidin Dino’nun ismini kullandığı için Mutluluk resminin aslında Dino tarafından yapıldığı gibi yanlış bir algı oluştu ve yayıldı. Bana kalsaydı bırakın bir resimle anlatmayı bir paragrafla bile anlatamazdım mutluluğu. Belki evrensel olarak kabul edilebilecek bir tanımım yok ama kendime özel bir tanımım var, özgürlük. Ne yapabileceğine kendin karar verme, dış etkenler tarafından manipüle edilmeden ya da bizim ülkemizde çok popüler olan “El âlem ne der?” gibi anlamsız düşünceler tarafından zincirlenmediğimiz bir hayat, işte benim için mutluluk bu. Maalesef ki etrafıma baktığımda bu mutluluğu çok göremiyorum. Nedeni de oldukça basit aslında çünkü biz kalıplaşmış doğrulara ulaşmak için kendini harcayan bir milletiz. Sokağa çıkın ve bakın, insanlarımız mutsuz, yorgun, amaçsız. Bunun başlangıcı nereden geliyor hiçbir fikrim yok ama nasıl devam ettiği hakkında bir fikrim var. Çocukken ailelerimiz hep çalışmamızı iyi bir doktor, mühendis ya da avukat olmamızı isterler. Çünkü bizim halkımızda saçma bir düşünce var, bu meslekleri yapmıyorsan işsizsin ve boşsun. Neden bu meslekler empoze edilmeye çalışılıyor? Çünkü para var, hepimizin tanrısı. Tanıştığım çoğu insanda aynı basma kalıp hayalleri görüyorum, iyi bir iş, araba ve ev. Başka hayalleri olan insanlar yok demiyorum ama maalesef oldukça azlar. Herkes etrafı tarafından paranın en önemli şey olduğu söylendiği için başka bir hayal kurma gereği duymuyorlar. Parası olmayan yok diye mutsuz olan da var ama ne yapacağız diye mutsuz, anlayacağınız bu oyunda kazananda kaybeden de mağlup. Bunun çözümü ne mi bence? Kalbimizin sesini dinlemek basma kalıp düşüncelerden kendimizi kurtarmak. Dünya turu mu yapmak istiyorsun? Yap. Bir bilgisayar oyununda profesyonel mi olmak istiyorsun? Ol. Üst komşun Fatma teyze senin aklın hep havalarda diye laflar söylediğinde umursama. Hem ona ne ki? O mu gezecek dünyayı sen istiyorsun diye? Bu senin hayatın, senin mutluluğun. Kapitalist düzenin insanların beynine sokmaya çalıştığı iyi bir araba, güzel bir sevgili ve dolu bir cüzdandan oluşan bir tablo değil mutluluk. Mutluluk kendi verdiğin bir kararı gerçekleştirmektir. Eğer senin için mutluluğa giden şey saatlerce kitap okumaksa ya da spor yapmaksa bununla uğraşmalısın diğer insanların oluşturduğu kalıplarla değil. Türk halkı olarak ancak bunun farkına vardıktan sonra mutlu olabiliriz yoksa şu an olduğumuz çukurda daha derine gitmekten başka bir şey yapmayız. Mutluluk, Dianna Dengel TAVŞAN KAÇ, TAVŞAN KOVALA Hani insan kendini bir boşlukta, âdeta bir hiçlikte süzülüyormuş gibi hisseder de zaman çevresinde donup kalmış gibi oturur ya yerinde, işte öylece oturuyorum yerimde uzun zamandır ben de… Ne yaparsam yapayım doğru hissettirmiyor, içimdeki karanlıklar aydınlıklara çıkmıyor, konuşacakken kelimeler ağzımda düğümlenip içimi kanatıyorlar. En kötüsü de ruh hâliniz bu durumdayken hiçbir müdahalede bulunamamakmış, bunu anladım. Hayatın temposu beni çok yormuş olacak, ne kendime ne düşünmeye ne de başka bir şeye mecalim yok son zamanlarda. Sorunun da tam burada olduğunu anlamam fazla zaman almadı, tek gereken Pia Tafdrup’un Bulunduğun Yerde adlı kitabını elime alıp ilk sayfasını çevirmek oldu… İçimde bir şeylere dokundu kitabın her dizesi, özellikle de “Konuşuyorum / Öyleyse dalgalanmaktayım boşlukta.” (Tafdrup, 2016, sf. 42) dizelerini okuduğumda dönüp de son birkaç yılıma baktım. Bir alışkanlığım vardır benim, âdeta bir hobimmiş gibi her gün düşünmeye zaman ayırırım. On dakika, yarım saat, iki saat… Her gün bir köşeye çekilir yalnızlığım eşliğinde kendi düşüncelerimde yüzerim usul usul. Fakat şöyle dönüp de bir baktığımda son birkaç yılıma, artık bu küçük “hobime” hiç zaman ayırmadığımı fark ettim. Hatta hiçbir hobime zaman ayıramıyor, ayırmıyordum. Okuma yazma bilmiyorken bile şiir yazarmışım mesela ben, annem anlatır hep… Ben söylermişim annem babam dökermiş kâğıda. Yıllarca da hep yazdım, her duygumu yazdım, her şeyimi yazdım… Şair değildim, ben de bir şiirdim. Yavaş yavaş eksildim dizelerimden, bıraktım yazmayı. Sadece konuşuyordum. Annemle, babamla, arkadaşımla, mağazadaki görevliyle, okuldaki güvenlik görevlisiyle, apartmanın kapıcısıyla… Hep konuşuyordum, hiç düşünmüyordum. O yüzden de dalgalanıyordum boşlukta işte, tabir yerindeyse… Düşünmüyordum, düşünemiyordum, kendimden korkuyordum. Düşünürsem tüm olumsuzluklar somutlaşacaktı sanki, öyle hissediyordum. Oysa düşüncelerime zaman ayırmayarak kendimden uzaklaşmıştım, korktuğumdan daha da karman çorman bir hâl almıştı her şey, hayatın telaşı en çok beni terletiyordu sanki. Mutluluklarım akıp giderken acılarım daha bir acıydı, daha bir batıyorlardı artık. Lafın kısası şu ki artık kendimde kayboluyordum, bunu fark ettim. Hem kendimde kayboluyor hem de kendime çıkan yolu bulamıyordum… Tam bu sırada karşılaştım kara trenimi rayına koyan dizelerle. “Ve şu anda uzaklaşacaksam eğer / Kendimden / Gecenin sessizliği gerekli bana / Hemen şimdi bu gece.” (Tafdrup, 2016, sf. 16) diyordu Tafdrup. Buydu işte ihtiyacım olan, kendimle baş başa kalmalıydım. Yıkık dökük bir evliliği kurtarıyormuşçasına uğraşmalıydım kendimi anlamakla. Son zamanlarım hep koşuşturmayla geçmişti. Okulum, yarı zamanlı işim, hasta bakıcılığını yaptığım anneannem derken oturup soluklanamamıştım bile. Arta kalan zamanlarımda ise ya arkadaşlarımlaydım ya sevgilimleydim, ama asla kendimle değildim… Tafdrup ne yapmam gerektiğini söylediği gibi mükemmel bir mekân da vermişti bana. Gecenin sessizliği… Hatta nasıl olacağını da söylemişti “Yürüyerek kat et yolun / Geri kalan kısmını / Ve dans etmeyi dene / Merdivene gelince / Adını yazarak kuma / Yaralanmaz kıl kendini.” (Tafdrup, 2016, sf. 17) dizeleriyle. O an daha da iyi gördüm ki ihtiyacım olan sürekli koşmayı bırakıp yürümekti artık, biraz dans etmekti, vücudumu hayatın doludizgin akışına değil de müziğin usul harmonisine bırakıp biraz rahatlamaktı. Gecenin sessizliği en güzel müzik olacaktı benim için, sonunda kendimle baş başa kalacaktım. Kaldım da… Yüzleştim sonunda kendimle. Düşüncelerimi ayıkladım, acılarımla barıştım, mutluluklarımla dans ettim. Sonuç ise Tafdrup’un bir başka şiiri gibi oldu. “Hiçbir şey duyumsamamak ya da yaşamak / İçimdeki acıların güneşiyle / Fark etmek / Yaşamın bıçak ucuyla çizildiğini / Kandaki tuzdan beslenen o ateşi fark etmek.” (Tafdrup, 2016, sf. 123) dizeleri tokat gibi çarptı sanki suratıma. Fark etmiştim ateşin sudan farkını, fark etmiştim acıların da insanın bir parçası olduğunu, fark etmiştim kendimden kaçtıkça kendime çıkacağımı… Kaçtığım ne varsa ben kaçtıkça büyümüşlerdi, ama artık kaçmayacaktım. Koşmayacaktım. Yürüyecektim, dans edecektim, süzülecektim ama boşlukta kalmayacaktım, tıpkı bir Pia Tafdrup şiiri gibi yaşayacaktım hayatı. Öylesine sade, öylesine derin, öylesine dinlendirici, öylesine gerçek… Beste YAZICI KAYNAKÇA Tafdrup, Pia. Bulunduğun Yerde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2016. Hürriyetleri için Öksürenler Omzuma bir el dokundu. Meydandan bize doğru gelmiş ihtiyar bir amcaydı. Düzgün giyimliydi, sinekkaydı tıraşlıydı, yakasında Atatürk rozeti vardı, Mikrop’la ikimizi gösterip, ”Siz niye bağırmıyorsunuz evladım?” diye sordu. “Mustafa Kemal’in askerleri değiliz ki biz amca,” dedim. “Ya neyin askerisiniz?” “Biz neyin askerleriydik Mikrop?” “Uykusuz gecelerin askerleriyiz reis.” İnsanlar kitapları ellerine okumak için almalı ve okumalarının da sebebi olmalı, kuru kuruya okumak kimseye bir şey katmaz. Evet, okunan kitapların da insana herhangi bir konuda(eğitim, sağlık, spor, genel kültür, hayat vs.) bir şeyler öğretmesi gerekir. Benim de bu kitaba başlamama, para verip okunmaya değer görmeme -çok yakın bir dostumun bana fotoğraf olarak gönderdiği- yazımın başında kitaptan alıntı yaptığım bölüm etkili oldu. “Uykusuz gecelerin askerleri” bize çok yakışan bir tabirdi ve böyle bir şeyin kitapta karşıma çıkması beni daha da hoşnut kılmıştı. Kitabın yazarının da gecelerinin uykusuz geçtiğini düşünerek “en azından bir yazarla ortak yünümüz var” diyerek sevindim ve bu düşüncemde haklı çıktım. Geceleri bizi uykusuz kılan meşgale çoğu zaman “muhabbet” olmuştur. Üzerine konuşulan konular, saatlerce süren tartışmalar bizi uykudan her zaman alıkoymuştur. Nerede veya nasıl olduğunun önemi yok; sadece konuşmak, muhabbet etmek var. Ben alkol kullanmam ama her zaman “Muhabbetin Sarhoşu” olmuşumdur. Bu kitabı elime aldığımda da aynı düşünce içinde başladım, yazarının yazısının ve muhabbetinin hoş olduğunu düşünerek, okurken keyif alacağımı ve arkadaşlarla yeni bir muhabbet konusu açılacağını düşünerek. Bu yazıyı okurken aklınızdan neden bu kitap hakkında yorumlar, kitap ve yazarı hakkında eleştiriler yapmadığımı geçirebilirsiniz belki; ama yazı daha yeni başlıyor ve bu kitap ile yazarını eleştirmek için bir girişin yapılması gerekiyordu. “Girişi neden kendimle ve çevremle alakalı yazdım?”. Çünkü bu yazarı ve kitabını kendime çok yakın hissettim, kendimden bir parçaymış gibi hissettim. Neden bu kitabı elime alıp okumaya başladığıma dair bir açıklama yapma ihtiyacı duydum. Şimdiye kadar hep neden okumaya başladığımı yazdım. Bundan sonra ise nasıl devam ettiğimi neden elimden bırakamadığımı yazmam gerekiyor; çünkü her okuduğum kitap bana zevk vermez, bir tat bırakmaz ve hatta kitabı yarıda bırakabilirim hakkında yapılan güzel yorumlar, başlamadan önce okuduğum kitabın arka kapak yazısının edebi yönü yüksek olmasına rağmen. Çünkü ben edebiyat değil ebediyat arayışı içerisindeyim. Evet, neden mi kitaba devam ettim? Çünkü her cümlesinde bir içtenlik vardı. Adam(kitabındaki samimiliğine dayanarak öyle demek istiyorum) içinden geçen şeyleri karşısındakinin ne düşündüğüne önem vermeden yazmış ve bunu da yazısında dile getirmiş. Bu birinci sebebim. Diğeri ise, okuduğum her cümlede kendime ait bir şeyler buldum. Her cümlenin sonunda “bende öyle düşünüyorum benim düşüncemi çalmış bu adam ” “bu cümleleri benim yazmam gerekirdi” gibi yorumlar yaptım bunları dedirtti yani. Her kitap, her yazar bunu başaramaz. Bizden biriymiş gibi görmeye başladım, karşılıklı muhabbet ediyormuş gibi de okumaya devam ettim. Kimileri aklındakileri kalemiyle yazıya döker, kimileri onları muhabbetine konu eder, kimileri de yazılanları okur. Okuyanlar için çok güzel bir kitap “Deliduman”. Belki kız kardeşiyle alakalı bölümler okuyana sıkıcı gelebilir ancak dayısına o kadar rahat bir tavır sergilemesi istediği şekilde hakaret edebilmesi, Mikrop Cengiz’le olan dostluğu, o genç yaşına rağmen yaşadıkları sıkıntılar, gezi olaylarındaki tarafsız görüşleri, kız arkadaşıyla olan ilişkisi ve nasıl bittiği insanın kitapta kaybolmasını sağlıyor ve hatta karamsarlığın içinde sokuyor. Kitabın bir başka özelliği de-yaşadığım tecrübeden- 24 saatte bitiyor ama 2 gün sürüyor olması. Ele alındıktan sonra bırakılamıyor, çünkü bıraktığın zaman bir karamsarlığın içine düşeceğini biliyorsun ve o kitabın elinde olmadığı zaman içine bir sıkıntı çöküyor sanki birileri göğsüne taş koymuş gibi. O yüzden sürekli bir okuma halinde oluyorsun, olmak zorunda hissediyorsun. Bu yazımın sonunda kitabı okumak isteyen herkesin öncelikle ikinci bir defa düşünmesini tavsiye ederim. Kitabın anlam derinliğini kaldıramayabilir herkes ne anlatılmak istendiğini anlayamayabilir. Karamsar bir kişiliğe sahipseniz ve mutsuzluğu kendinizde alışkanlık haline getirmişseniz tam size göre bir kitap. Hayata bakış açınızı, hayattan beklentilerinizi hatta kız veya erkek arkadaşınıza bakışınızı dahil çok hızlı bir şekilde değiştirebilecek etkiye sahip. Yazıma başlık olarak Emrah Serbes’in kitaba vermek istediği ilk ismi koydum ve okunmaya başlandığı ilk andan itibaren düşündüreceğini umuyorum. Dikkat: Kitap(ları) bağımlılık yapabilir ve kişisel gelişim kitaplarından soğutabilir! Eyyub BAŞKENT ID NO: 21302326 BÖLÜM: Elektrik-Elektronik Mühendisliği Şehirlerin Ruhları Herkesin bir hayali vardır gerçekleştirmesi çok zor olan. Kimi en lüks arabaya binmek ister kimi ise sessiz sakin bir sahil kasabasında kafası rahat şekilde yaşamak. Herkesin olduğu gibi benim de bir hayalim var tabii ki. Küçüklüğümden beri en büyük hayalim dünyadaki tüm ülkeleri gezmek olmuştur. Peki, bu hayali gerçekleştirmek için ne yaptım. Sadece Avrupa’daki birkaç şehri gezmiş bulundum. Özellikle interrail adlı tren anlaşması sayesinde altı şehri gezebildim Avrupa’da. Dünyadaki her ülkeyi gezme amacında olan biri için on iki adet ülkeyi gezmek ufak bir başlangıç olabilir. Ancak her hayalin bir başlangıcı vardır. Sizin de hayaliniz benim gibi dünyadaki tüm ülkeleri gezmek ise tek yapmanız gereken bir yerden başlamak. Interrail adı altında Avrupa’yı gezerken fark ettiğim en önemli şeylerden biri her şehrin kendine ait bir ruhu olduğuydu. Her şehre ayak bastığımda tamamen farklı bir yere geldiğimi her defasında hissetmiştim. İşte aslında her defasında farklı bir yere gelme hissi, çevrenin ve insanların değişmesi ve yepyeni yerler görmüş olmanın heyecanı daha çok gezme isteği uyandıran faktörlerdi bende. Arkadaşlarımla ilk vardığımız şehir olan Madrid’de öncelikle toplu taşımanın ne kadar gelişmiş olduğuna şaşırmıştık uçaktan inince. Ne var ki sonrasında gideceğimiz şehirlerde daha da gelişmiş toplu taşıma ağları görünce Madrid hayranlığımız azalmıştı. Önceden de bahsettiğim gibi her şehrin farklı ruhu vardı. Madrid’in ruh hali ise enerjik, biraz burnu havada, oldukça umursamaz ancak gerektiğinde de oldukça disiplinli olabilecek bir şekildeydi. Böyle hissetmemin sebebi sokakta gördüğüm spor kıyafetlerle gezen kaslı adamların yanında takım elbiseleriyle bisiklete binen dinç çalışanları görmemdi. Arkadaşlarıma ilk gittiğim şehir olan Madrid’de maalesef biraz tedirgin biraz da ne yapmamız gerektiği konusunda tedirgin olduğumuz için hakkıyla gezemediğimizi düşünüyorum. Ne var ki Madrid’in bu enerjik olan ruhu sayesinde sonraki şehirlerde bizim de ruh halimiz değişecekti. Üç gün Madrid’i gezdikten sonra hızlı trenle Gaudi’nin yarattığı çılgın şehir Barcelona’ya vardık. Üç arkadaş olarak ilk kez uzun tren yolculuğuna çıkmıştık ve oldukça eğlenceliydi. Öncelikle konakladığımız yerden bahsedeyim. Yorgun bir şekilde sırt çantalarımızı yerleştirip ödemeyi yapacakken kasadaki bayanın Türkçe konuşması bizle baya şaşırtmıştı. Aslında zıt kutuplar birbirini çeker derler ancak bu Avrupa gezimizde hep Türkleri çekmiştik kendimize. Herhalde bir Türk ile karşılaşmadığımız yer yoktu gezdiğimiz şehirlerde. Tabi ki gezdiğimiz en güzel şehir olan Barcelona’nın ruh halinden bahsetmeden geçmek olmaz. Şehrin yaratıcısı gibi çılgın bir ruh haline sahipti Barcelona tabi ki şehir mi yaratıcını çılgın yaptı yaratıcısı mı şehri tartışılır. Ancak bu çılgın şehre bir kez daha gidilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. İspanya’dan sonra Paris, Brugge, Prag gibi farklı farklı ruhlara sahip şehirlere de uğradık ve hepsinin değişen ruh hallerini teker teker keşfettik geri dönüş yolculuğunda. Paris tahmin edileceği üzere entelektüel ancak muhalefet ve protestocu bir ruh haline sahipken Brugge yaşlı amcalarımız, teyzelerimizde olan artık değişmek istemeyen ve kendinden memnun bir ruh haline sahipti. Prag ise Brugge ile zıt kardeşler gibiydi. İkisi de yaşlı olsa da sanki Brugge yaşıtlarıyla sohbet edip eski günleri özleyen yaşlılar gibiyken Prag ise genç torunuyla konserlere giden çılgın büyükler gibiydi. Elbette ki bu kadar şehrin ruh halini keşfedince ufaktan fark ettim Ankara’nın da bir ruh hali olduğuna. Bu ruh hali diğer şehirlerinki gibi belirgin olmasa da diğerlerinden çok daha farklı bir ruh haline sahip olduğumuzu hissettim dönünce. Ne Prag ve Brugge gibi yaşlı ne Paris gibi entel ne de Barcelona ve Madrid gibi çılgın ve umursamaz bir ruh haline sahip olmasak da bizim de kendimize has bir ruh halimiz var bence keşfedilmeyi bekleyen. 1 Burcu Diana Erdoğan Bir İletişim Öyküsü Her insanın hayatında değiştirmek istedikleri ve bununla beraber ortaya çıkan dönüm noktaları olur. En basitinden bazen en küçük bir değişiklikle dahi kendinizi farklı bir serüvende bulduğunuz olmuştur.Gece boyunca uykuya dalmayı başaramadığı beşinci günün sabah saatlerinde yatağından doğrulan ve iç sesinin kendisine çektirdiği işkenceye bir son vermek için , karşısındaki duvara bakarak “Yaşamımı değiştirmem gerek.”diyen bir kişiyig ele alalım. Eski yaşamının yerleşmiş düzeni, yıllardır sürdürdüğü alışkanlıkları, beğenileri, aktiviteleri, çevresiyle ilişkileri vb. şeylerin tamamı yürümez olmuştu ve bozulan eski düzen yatak işkencesi, iç seslerin kaosu ve bunların sonucunda gelen uykusuzluk biçiminde alarm sinyalleri veriyordu. Her şey bir anda mı bozulmuştu yoksa dikkate almadığı irili ufaklı aksaklıklar birike birike bir yığın haline gelmiş de uyku perilerini mi kaçırmıştı adamın? Bilmiyordu. Bildiği tek şey uykusuzluğun enerjisini emdiğiydi ve yaşamında ne olup bittiğine dair sağlıklı bir sorgulamaya girişebilecek kadar dahi enerjisi kalmamıştı. Gerçek olan tek bir sorunu vardı: Uykusuna yeniden kavuşmak. En zahmetsiz halledilebilecek olanlardan başladı değişim işine: Yatağının bulunduğu odayı değiştirdi. Yeni odada sadece yatak bulunuyordu. Madem ki yatak odası uyumak için var, o halde yatak dışındaki tüm diğer eşyalar gereksiz kaçıyor diyerek eski odasının karmaşasından kurtuldu. Gece karanlığının uyku getirici etkisini iyice hissedebilmek için mümkün olan en büyük sessizliği sağlaması gerektiğini düşündü ve geceleri elinden bırakamadığı telefonuyla ilişkisine mesafe koydu, telefonu yatak odasına götürmeyi yasakladı kendisine. Sabah saatinde uyanabilmek için alarma gereksinim duyuyorduysa, bunun için alarmı olan bir saat gayet de işini görebilirdi. Telefonun hiç sönmeyen mavili yeşilli ışıklarına, gecenin bir saatinde gelen bildirimlerin yol açtığı titreşime, her an ulaşabilir ve ulaşılabilir olma kaygısına bir son vermenin vakti gelmişti. 2 Burcu Diana Erdoğan Uyku düzenine yeniden kavuşabilmek için çareyi ilkelleşmekte bulmuştu adam ve bunda başarılı da oldu. Bir süre sonra uykusuna yeniden kavuştu. Özlediği birine kavuşmuş kadar huzurlu hissetti kendisini. Gece uykusuyla kavgalı olduğu zamanların acısını çıkarırcasına erkenden yatağa gider oldu. Çoğu geceler on, on iki saat uyuyor ve oldukça karmaşık rüyalar görüyordu. Uyandığında mutfağa gidiyor, sabah kahvesini hazırlıyor, kahveyi pişmeye bıraktıktan sonra kendisi de banyoda güne başlamak için gereken hazırlıkları yapıyor ve sonrasında mutfaktaki masada kahvesini içerken gece gördüğü rüyaların anlamının ne olabileceği üzerine kafa yoruyordu. Düşünebilmek için gereken zihin huzuruna yeniden kavuşmuştu sonunda ve rüyalarını düşünüyor, anlamlarını okumaya çalışıyordu. İlk bakışta birbiriyle alakasız görünen pek çok bulanık rüya sahnesi, üzerine düşünmeye başladığında sis perdesinden çıkıyor ve barındırdıkları gizli bağlantıları göstermeye başlıyorlardı adama. “Ne kadar saçma bir rüya” diye başladığı rüya okumasında ısrar ettiği pek çok seferinde şaşkınlık ünlemlerinin eşlik ettiği bağlantılara ulaşıyordu. Yaşamını düşünmenin yolunu gördüğü rüyaları yorumlamakta bulmuştu adam. Böylelikle yaşamını en eski anılarına kadar izleyebiliyor, unuttuğunu zannettiği pek çok kişiyi ve olayı bilincinin yüzeyine getirebiliyordu. Uykusuzluğu yok etmeyi başarmakla kalmamış, geçmiş yaşamının üzerine çöken unutkanlık perdesini de sıyırmayı başarmıştı. Gece uykularının huzuruna sabahları yorumladığı rüyaların huzuru da eklenmişti. Yeni yaşamının iki merkezi vardı bundan böyle: Uyku ve rüya yorumu. Geceleri dışarıya çıksa bile rüya görmesine engel olabilecek karmaşık ortamlardan, gürültüden, fazla alkolden, geç saatte yenen ağır yemeklerden uzak duruyordu. Akıllı telefonundaki iletişim kurmaya yönelik uygulamaları silmesinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Hatta çoğu zaman telefonu açmaya dahi gerek duymuyordu. Başka türlü bir iletişim kanalı bulmuştu kendisine 3 Burcu Diana Erdoğan ve o kanal aracılığıyla keşfettikleri geri kalan tüm iletişimleri gereksizleştirmiş, yapay hale getirmişti. Eğer okurken bir cümlede dahi kendi hayatınızdan bir kesit bulduysanız , bu aslında dönüm noktalarının bir yatağın yerinin değişmesinden çok kendinizle ve küreselleşmenin sunduğu araçlardan uzak olarak kurduğunuz iletişime dayalı olduğunun kanıtıdır. Boran Yıldırım 21401947 Turk101-030 23.02.2015 Aslı Uçar Gönlüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen? Neşet Ertaş, adı söylendiği zaman kelimeler kifayetsiz kalır. O “Bozkırın Tezenesi” , mızrabını her vurduğunda telden çıkan, yürekleri dağlayan o ses bir neslin aşkı öğrenmesine ve yorumlamasına yardımcı olmuştur. Benim içimde her zaman farklı bir yere sahip olan insan babama dedemden, bana da babamdan kalan bir miras gibidir. Şarkılarını her dinleyişimde farklı bir anlam fark ettiğim ve her seferinde beni farklı dünyalara sokabilen bir insandı. Benim için sadece radyodan veya CD den ibaret olmamakla birlikte hayatımın raflarını dolduran edebi eserlere sahiptir. Kendisini ilk dinlediğimde belki beş, belki altı yaşındaydım. Hayatın ne denli zor ve çileli olduğunu bilmememe rağmen sanki yıllardır acı çeken bir insan gibi gözlerim dolmuştu, evet Neşet Ertaş’ın o kendine has sesi ve mızrabı beni büyülemişti ve ben o küçük yaşıma rağmen bu büyük halk ozanının ne demek istediğini küçük ve saf kalbimde hissetmiştim. Adeta hayat boyu kalbimden, gönlümden çıkmayacak bir acı saplanmıştı sineme. Acılarla ve yoksullukla dolan hayatında “Garip” mahlasıyla çıktığı bu yolda koşma tarzı şiirler de yazdığı ozan yönünü uzun zaman kimse fark etmedi. Yazdığı birçok estetik seviyedeki türkünün ve bozlağın altına attığı imzayı mütevazı bir kişi olduğu için kimselere söylemedi ve bu türküler anonim olarak sahipsiz kaldılar. Büyük yaratıcı seviyesi ve ruhu, şarkılarını, türkülerini öylesine içten etkiler ki adeta her okuyuşunda farklı bir beste veya farklı bir şarkı havası verir. 21 Mart 2011, Cemal Reşit Rey konser salonunda Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ortak organizasyonuyla Âşık Veysel’i Anma Gecesi adlı programda sahneye çıktı büyük üstat Neşet Ertaş. Kendisi vefat etmeden önce canlı olarak bir tek o gün dinleme fırsatı yakalamıştım. Ankara’dan İstanbul’a sadece bu konser için gitmiştik babamla ve bir buçuk sene sonra Üstat Neşet Ertaş aramızdan ayrıldı. Üstat sahneye çıktığı an inanılmaz bir gürültü ve alkış vardı salonda, tüylerim diken diken olmuştu. Bağlamasının teline vurduğu o an CD’lerden, videolardan, ses kayıtlarından bambaşka bir Ertaş vardı sahnede, adeta altı yedi kişilik bağlama grubu saz çalıyormuşçasına vurdu teline. Bu kadar yüksek ve bir o kadarda kulağa hoş gelen bir sesti onun bağlamasından gelen ses. Birçok ünlü, zengin ve fakir insan vardı konser salonunda ama Usta mızrabını vurdukça, ne sınıf ayrımı kalıyordu ne de maddi varlıkların değeri. “Niğde Bağları” türküsünü çaldığında herkes kalkıp oyun havasını oynuyor, “Mühür Gözlüm” dediğinde ise herkes yerine oturup uzaklara dalıyor, kalplerinde hissediyordu şarkıyı. Aslında her insanın derdinin gönül derdi olduğunu, kalplerindeki aşk ile hayata sıkıca bağlı kaldıklarını anlatıyordu o konser ve belkide herkesin gönlünde taht kuran bir insan olduğu için ve bu insana Neşet Ertaş’la ulaşabildiği içindir bunca sevgi bunca özlem.Usta, konserlerini beni dinlemeye gelen fakir fukaranın bilet parası yoktur diyerek bedava yapan bir insandır. Bu hayatta maddi açıdan çok iyi yerlere gelebilecek bir insanken, halkıyla aynı seviyede ve beraber yaşamayı tercih etmiştir. O bu ülkedeki genci yaşlısı herkesin Neşet Babasıydı ve gittiği her yerde de böyle ağırlanmıştı. “Cebin zengin olmasa da, gönlün zengin olsun.” lafına en çok uyan ve o cümleyi gerçekçi bir kılan kişiliktir. “Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka bir şeyi olamayandır.” der büyük üstat Neşet Ertaş. Nazlıcan Aktürk 21201341 Türkçe 101- 57 Seda Uyanık Tanrıverdi ÖLÜM KANDIRILAMAZ Gerilim filmlerinden fazla hoşlanmamama rağmen The Final Destination( Son Durak ) filmini bir solukta izlemekle kalmadım, hızımı alamayıp serinin ikinci ve üçüncü filmini de bitirdim aynı gün içinde. Gerçekten bağımlılık yapıyor. Üstelik filmin başından sonunun ne olduğunu kestirebilmeniz bile filmin verdiği heyecanın dozunu azaltamıyor. Film, ana karakterin, dehşet verici bir uçak kazasının hayalini görmesiyle başlıyor. Uçaktan hiç kimse sağ olarak kurtulamıyor. Bu gördüğü hayal ana karakterimizi o kadar etkiliyor ki, herkese uçağın düşeceğini söylüyor, onları uyarıyor ve uçakta gerginlik yarattığından, birkaç arkadaşı ve öğretmeniyle birlikte uçaktan atılıyorlar, uçak havalandıktan bir kaç dakika sonra patlıyor ve uçağın içindeki yolcuların hiçbiri kurtulamıyor, sonuç olarak ana karakterimizin gördüğü hayal gerçek oluyor, ama bazı istisnalar var, o esnada ana karakterimiz, onun arkadaşları ve öğretmeninin de uçakta olması gerekiyordu, yani ana karakterimiz birkaç dakika sonra gerçekleşecek faciayı o an için durdurmayı başarıp, arkadaşlarını ve öğretmenini kurtarabiliyor, fakat yalnızca bir an için. İşte filmin işlediği ana fikir de tam olarak bu. Film , gelecekte olacak olaylardan haberdar olsak bile buna belli bir yere kadar müdahale edebileceğimiz mesajını veriyor. Kısacası çok ilginç bir kader anlayışıyla yazılmış, orijinal bir konu. Senaristlerin de bu kadar marjinal bir konusu olan ve gişe rekorları kıran bu filmi devam ettirmek istemesi çok doğal, serinin bütün filmlerinin konusu ve işlenişi ortak olduğundan, diğer filmlerindeki en cezbedici özellik filmlerin görselliği diyebiliriz; özellikle gerilimin doruğa çıktığı, kan dondurucu ölüm sahneleri. Başta bahsettiğim gibi filmin ortalarından itibaren ne olacağını az çok tahmin edebiliyorsunuz. Filmin başında kazadan kurtulan karakterlerin hepsinin bir şekilde öleceğini tahmin edebiliyorsunuz belki, ama bu bile sizin filmin o anına kadar olan heyecanınızın dozunu azaltamıyor. Yani sonuç olarak en ufak bir sıkıntı duymadan, yüreği ağzına gelmiş şekilde izlemeye devam ediyorsunuz. Tabi kan görünce fenalaşan izleyicilere çok tavsiye edilesi bir film değil. Zira, film oldukça kanlı sahneler içeriyor. Bir anda kafasının yarısı kopan adam, kafası asansöre sıkışıp, can çekişerek ölen kadın, gözüne yangın merdiveninin direği giren genç adam, gibi örnekler verirsem kafanızda ölüm sahnelerinin yaratıcılığını ve acımasızlığını canlandırabilirim herhalde... Filmle ilgili olarak değinmek istediğim bir diğer nokta, oyunculuklar. Canlandırılan karakterlerin çoğunlukla ergenlik çağında, boş konuşan, saçma sapan bir espri anlayışına sahip olan insanlar olduğunu gözlemlediğim için onlara herhangi bir sempati duymadım, filmdeki karakterler beni bu kadar rahatsız etmeyi başarabildiğine göre buradan oyunculukların son derecede başarılı olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Zaten ölüm sahnelerinin genel olarak bu kadar başarılı bulunmasında en büyük etkenlerden biri oyuncuların inandırıcılıkları. Filmdeki karakterlerin boşboğazlıklarından bahsettim az önce, bu yüzden bazı sahnelerdeki diyaloglarda gülebiliyorsunuz bile. Yani film çok hafif de olsa bazı komedi unsurları içeriyor. Film serisiyle ilgili olarak söylemek istediğim bir diğer özellik kazalarda ölen veya ölecek olan karakterlerin birbirleriyle bağlantıları olması. Örneğin filmin birinci serisinden sağ kurtulan karakterin ikinci serideki karakterlere yardım etmeye çalışırken hayatını kaybetmesi, ya da ölüm sırası gelen kadına çarpıp onu öldüren trenin içindeki yolculardan birinin ölümden kaçmaya çalışan bir başka karakter olması filmdeki ilginç tesadüfler. Senaristlerin özellikle bu tesadüfleri ekleyerek izleyicileri biraz daha hayrete düşürmeye çalıştıkları çok açık bir biçimde gözlemlenebiliyor. Açıkçası bu film benim "kader" kavramı üzerinde biraz daha detaylı düşünmemi sağladı. Hiçbirimiz gelecekte ne gibi olaylarla karşılaşacağımızı kesin olarak bilemeyiz. Bu yüzden belki de şu anda yaptığımız davranışların geleceğimizi nasıl etkilediği hep bir gizem olacaktır. Ama bazen bir davranışımızın istemediğimiz şekilde sonuçlandığını gördüğümüzde pişmanlık duyup farklı bir şekilde davranmış olmayı dileyebiliriz. Bunu yalnızca yaptığımız hataların sonucu olarak görebiliriz. Yani günlük yaşamımızda kaderimize bilerek müdahale etme gibi bir şansımız yok, olsa bile biz bunları farkında olmadan yapabiliriz, Son Durak filmindeki gibi olayları önceden görüp ona göre davranma şansımız ne yazık ki yok... KAYNAKÇA: "Full Cast & Crew." IMDb. IMDb.com, n.d. Web. 23 Oct. 2014. Zenginlikler Ülkesi: Mısır “Eğer tek bir yerde kalmak için yaratılmış olsaydık, ayaklarımız yerine köklerimiz olurdu.” Sanırım bu, hayat felsefemi en iyi özetleyen söz. Kendimi bildim bileli Dünya'nın keşfedilmek için beni beklediğini hissetmişimdir. Bu nedenle kendi ayaklarımın üzerinde durabildiğimi anladığım anda başka ülkelerin ara sokaklarında gezerken buldum kendimi. Almanya, İtalya, İngiltere, Rusya... Ama bu ülkelerde bulamadığım bir şey vardı. Daha eski, daha mistik bir şey. Bu yüzden beni adeta kendine çağıran Mısır oldu son durağım. Efsanelerin, mitolojinin, tarihin başkenti Mısır... Hakkında çekilen filmler, fotoğraflar, belgeseller; yazılan hikayeler pek çoğumuz gibi bende de o büyülü ülkeye karşı büyük bir merak uyandırmıştır. İzlediğim mistik karakterler ve olaylarla dolu filmler o kadar olağanüstü manzaralar içerirdi ki “Yok canım, daha neler!” demekten kendimi alamazdım ve tüm bunları yerinde görmek, hissetmek için pek çok insanın cesaret edip gidemediği o ülkeye tek başıma gitme kararı aldım ve düşündüğümden çok daha farklı ve zenginliklerle dolu bir Mısır'la tanıştım. Tutkumun dünyayı gezmek olduğundan bahsetmiştim. Fakat Mısır'ı gezerken fark ettim ki keşfedilecek tek bir dünya yok. Zaman akıp giderken, arkasında tarihten katmanlar oluşturuyor ve her bir katmanda ayrı bir dünyaya yer veriyor. Her ne kadar en üst katmandaki vasat günümüz görüntüsü hoşuma gitmese de gördüğüm öbür katmanlar, dünyalar, eski medeniyetlere açılan kapıları oluşturuyor. Elimi daldırıp bir katman seçiyorum ve karşıma Mısır denince akla ilk gelen yapılar, piramitler, çıkıyor. Ne ihtişamlı mezarlar ama! İlk iş gidip o devasa taşlara dokunuyorum tarihi hissedebilmek için. Kim bilir kimler koymuştu o dokunduğum taşları oraya veya kimler dokunmuştu yüzlerce yılda. Kısa, kısacık bir an için bile olsa tarihte yolculuk yaptığımı hissediyorum. İşte bu, ne fotoğraflarda ne de filmlerde hissedilebilecek türden bir duygu: Binlerce kişiyle ortak bir duyguyu,anı paylaşmak.. Sonra başka bir katman seçiyorum. Daha derinde, daha eski bir katman. Nil Nehri boyunca yürürken kurulan ilk medeniyetler canlanıyor gözümün önünde. Nil'e karşı gün batımını izleyip naneli ve bol şekerli Mısır çayımı yudumlarken bastığım topraktaki tarihi düşünmekten kendimi alamıyorum. Kısacası, eşeledikçe daha eski zamanlara ait izler çıkıyor karşıma. İnanın, bu her ülkede bulunabilecek türden bir zenginlik kesinlikle değil. Her ne kadar beni derinden etkilemiş olsa da, Mısır'ı piramitler ve Nil Nehri'ne sıkıştırmak büyük bir hakaret olur. Orada geçirdiğim 45 günün herbirinde Mısır beni şaşırtmayı başardı. Mesela, başkalarını bilmem ama ben Mısır'ın plajlarının eşsiz güzellikte olduğunu oraya gidince öğrendim. Göz alabildiğine turkuaz ve tertemiz bir deniz. Ben ki denizi sevmeyen biriyim, saatlerce çıkamadım Akdeniz'in sıcak sularından. Çünkü biliyorum ki ne Türkiye'de ne de Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde bu kadar güzel bir deniz bulamayacağım. Mısır denince gözümüzde canlanan bir başka şey de çölleridir sanırım. Çöl denince aklımıza uçsuz bucaksız kumlar gelir değil mi? Ya da çaresizlik, susuzluk.. Fakat asla bu kadar basit değil. Çöl denip geçilen kum yığınları, içlerinde öylesine inanılmaz güzellikler saklıyor ki sanki ulaşılması özellikle zor olsun da kimsenin bozmaya gücü yetemesin der gibi. Sapsarı kumlardan sonra mavinin en güzel tonuyla sizleri karşılayan bir göl düşünün. Bir de gece başınızı gökyüzüne çevirince kendini size cömertçe sergileyen Samanyolu yıldız kümesini.. Sonsuz sessizliği de unutmamak lazım. Sadece yıldızlar ve ben. Hayatımdaki en huzurlu geceyi çölün ortasında bir başıma geçirmiş olmam garip gelebilir ama o gece sonsuza kadar sürse, sonsuza kadar gözümü bile kırpmadan izlerim o muazzam gökyüzünü. Anlatılacak çok şey var ancak aklımdan geçenlere kalemim yetişemiyor. Tarih ve doğayla iç içe, her günü ayrı güzel geçen Mısır'a gitmek, verdiğim en isabetli karar olabilir. Böylece hayatıma yepyeni bir “iyi ki” ekleyebildim. İyi ki o mucizevi yerlere gidebilmiş, gözün gördüğünü kameraların yansıtamadığına şahit olabilmişim. İnanın hiçbir teknoloji Mısır'ın yaşanmışlıklarını ve güzelliklerini size hissettirebilecek kadar gelişmiş değil. Dünya çok büyük ve keşfedilecek çok yer var. O yüzden kök saldığınız topraklardan ayrılın ve gezin! İlk rotanız ise efsanelerin ülkesi Mısır olsun. PINAR DÖKÜCÜ 21503147 21601371 - Elif Nur Bilgin KÜÇÜK DÜNYANIN BÜYÜK İNSANLARI Dünya kelimesi biz insanlar için çok şey ifade eder. Çoğu hissimizi dünya kelimesi ile bağdaştırarak anlatırız belki de. Mutluluğumuzu dünyalar benim oldu diyerek ifade ederken üzüntümüzü dünyalar başıma yıkıldı diyerek anlatırız. Bazen dünya yıkılsa umurumda değil diyerek boş vermişliğimizi belirtirken sen bir yana dünya bir yana ya da dünyalara değişmem seni diyerek sevgimizin boyutunu gösteririz. Çok istediğimiz bir şey gerçekleştiğinde ise derin bir oh çekerek dünya gözü ile gördüm demez miyiz? Bir de meşhur sanatçılarımızın hepimizin diline pelesenk olmuş şarkıları, sözleri vardır dünya üzerine. Neşet Ertaş’ın da söylediği gibi Ah yalan dünya. Peki sahiden de dünya biz insanların hayatında yer kapladığı kadar büyük bir paya sahip midir evrende de? Günden güne gelişen ve yeni keşiflere kapı aralamamızı sağlayan teknoloji sayesinde dünyamızın içinde bulunduğu Samanyolu Galaksi’sinin evrendeki sayısı tam olarak bilinmesi imkânsız milyarlarca galaksiden yalnızca biri olduğunu biliyoruz. Yani milyarlarca yıldız, gezegen ve galaksi arasında dünya aslında hiç de bizim düşündüğümüz gibi bir yere ve boyuta sahip değil. Adeta uçsuz bucaksız bir ormandaki karınca ifadesini uzayın küçücük bir kısmını kaplayan dünyamız için kullanmış olsak herhâlde garip kaçmaz. İşte buradaki çarpıcı kısım ise bizim uçsuz bucaksız olarak nitelendirdiğimiz dünyamız bile aslında ufacık bir yer kaplarken bizlerin bir karınca kadar parçası olamadığımız bir evrende yaşadığımız gerçeği. Hâlbuki çoğumuz ne kadar da büyük görüyoruz kendimizi, dünyanın merkezine koyuyoruz adeta. Bana göre de işte en büyük yanılgımız tam da burada başlıyor. Her insanın uğruna çabaladığı şeyler olduğunu inkar edemeyiz. Bu istekler kimi zaman çok başarılı olmak kimi zaman ünlü olmak yahut çok zengin olmak olabilir. Bu hayaller ve hedeflerimiz gözümü bürüyebilir. Bunlara ulaşmak uğruna yapılmaması gereken şeyleri yapmak, başkalarına zarar vermek; kendimizi çok önemsemek, dünyanın merkezine kendimizi koymak değil midir? Sonsuz sınırsız bir evrende küçücük bir yere sahip olmamıza rağmen bu bencillik bu hırs nasıl bürüyor biz insanoğlunun gözünü. Mesela sırf daha çok para kazanabilmek için nasıl kıyıyoruz havaya, suya, doğaya. Rahat ulaşımımız için fosil yakıtları sınırsızca kullanıp havayı kirletmek, çeşitli atıkları denize çöp kutusu muamelesi yaparak atıp suyu kirletmek, ormanlarımızı gözümüzü kırpmadan daha fazla konut ve yol için katletmek insanoğlunun kendini fazla önemsemesi ve sınırsız, bencil isteklerinin sonucu değil de ne? İşte gök bilimci Carl Sagan Soluk Mavi Nokta adlı kitabında tam da bu noktaya parmak basar. Dünyanın uzaydan çekilmiş bir fotoğrafından hareketle ona bu ismi veren yazar düşüncelerini kendi diliyle şu şekilde ifade etmiştir kitabında. “Dünya, dev bir evrensel arenada yer alan çok küçük bir sahnedir. Şan ve şöhret içerisinde, bu noktanın küçük bir parçasında kısa bir süre için efendi olabildiler. Bu noktanın bir köşesinde yaşayanların, başka bir köşesinde yaşayan ve kendilerinden zar zor ayırt edilebilen diğerleri üzerinde uyguladıkları zulmü düşünün...” İşte bu açıdan bakmaya başlamak belki de sınırsız olan bencillik ve nefretimizi aşmanın bir yolu olmada önemli bir adım olabilir. Yani evrende ayrıcalıklı olduğumuz düşüncesini bir kenera bırakmak, dünyanın bizim etrafımızda dönmediğini kabullenmek tam tersine bizim yaşamak için dünyaya muhtaç olduğumuzu fark etmek bizler için zor olsa da eninde sonunda yüzleşmemiz gereken bir gerçek. Bu gerçekle yüzleştiğimizde ise daha kolay şeylerden mutlu olarak sıkıntılarımızın hafifleyeceğini fark edeceğiz. Abdulkadir Falay Gerçek Şeytan 2015'in son haftasında gösterime giren yeni Amerikan dizisi Lucifer, ağustos ayında sızdırılan ilk bölümüyle büyük bir ilgi ve tepki topladı. Yıllardır masallarda dinlediğimiz Adem ve Havva'yı cennetten kovduran şeytanı konu alan bu dizi bizleri alaycı bir tavırla selamlıyor. Cehennemin günlük işerinin monotonluğundan bunalan Lucifer Morningstar cehennemdeki krallığını terk edip dünyada tatil yapmaya karar veriyor. Dizinin tepki toplamasının en büyük sebebi şeytana sempati kazandırması ve dini değerlerle alay edilmesi olmakla beraber birçok insanın büyük beğenisini topladı. Şeytan bir insan görünümünde insanların arasında dolaşıyor, insanların en karanlık düşlerini ve isteklerini sadece gözlerine bakarak söylemelerini sağlıyor. Henüz daha ilk bölümleri yayınlanan bu dizi benim fikrimce şeytanı sempatikleştirmektense bize şeytanın gerçek kimliğini bir ayna gibi yansıtıyor. Her ne kadar bizler tarafından kötü olarak bilinse de Tanrı'nın isteklerini uygulayan meleklerden biri olduğunu hatırlatıyor bizlere. Şeytanın görevinin insanların içine kötülük yerleştirmek değil, içindeki kötülüğe hükmetmek olduğunun altını çiziyor. Yapılan her kötü hareketi ve iyi olmayan her niyeti şeytana yıkmaktansa bunun insanın doğasında olan bir şey olduğunu görüyoruz. Bastırılmış ve üstü kapatılmış olsa bile insanoğlu içindeki kötülükle varlığını sürdürmekte ve benim fikrimce insanların dizinin konusuna olan hassasiyetlerinin kaynağı da bu. Bi çok insan hayatını kendilerince doğru olanı savunup kendi doğrularınca yaşayarak geçirir ve hayatı boyunca kendi doğruları çerçevesinde kimseye kötülüğü dokunmayan bir insan herkesin içinde kötülük olduğu düşüncesini kabullenmekte zorlanacaktır, çünkü iyi bir insan olduğuna inanmış kendini günahsız bir insan olarak tanımlamış ve bütün hayatını böyle geçirmiştir bu kişi. Kötülüğün insan doğasının bir parçası olduğunu anlaması bu yüzden kişi için mümkün olmayacaktır. Kabullenmek her ne kadar zor olsa da bizi iyi yapan davranışları kendi erdem ve karakterimize yorarken kötü düşüncelerimiz, kendimizden korkmamızı sağlayan hareketlerimiz ve kimseyle paylaşmadığımız arzularımızın suçlusunu gerçek olup olmadığını bile bilmediğimiz bir varlığa yormak saçma olacaktır. Kişi yaptığı her iyiliği kabullenip gururlanırken yaptığı her hatanın arkasında durmalıdır. İnsan doğuştan iyi veya kötü değildir. İyilik ve kötülük asırlardır kendi dengesi içinde kavrulup gider. Bu dizide Lucifer karakteri insanların içindeki karanlığı dışarı çıkarıyor fakat bu sadece bir kurgudan ibaretken, gerçek hayatta dört bir yanımızı sarmış olan kötülük tamamen biz insanların eseridir. Kişi şeytanlarıyla yüzleştiği kadar huzurludur. Kötü yönlerimizi yüce oluşumlarla bağdaştırmadan önce veya üzerlerini zamanın tozlu örtüsüyle kapatmadan önce kabullenmeli ve içimizdeki şeytanlarla yüzleşmeliyiz. Çünkü insanın varoluşu içindeki şeytanla bir bütün halindedir ve bu şeytanı dışarı kovmak mümkün olmadığından şeytanlarımızla barış içinde olmayı tercih etmeliyiz. Kötü yönlerimizi bastırıp korkarak yaşamaktansa bunu kabullenip kendimize kucak açmayı denemeliyiz ki, şeytanlarımız gerçekten zararsız hale gelsin. Aksi takdirde fazla güç uygulanan bir nesnenin parçalanacağı gibi, hiç beklediğimiz anlarda beklemediğimiz şekillerde karşımıza çıkacak şeytanlarımızdan kaçışımız olmayacaktır. Aynaya baktığımızda veya gece yatarken yaptığımız onlarca iyi şeyin arasındaki olumsuzluklar ve kötülükler bize zarar vermektense bizi biz yapan faktörlerden biri olmaya başlayacaktır. Kuralları olan ve belirli doğrulara inanan bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden içimizdeki şeytanların tasmasını asla bırakamayız. Fakat aynadaki şeytanlarımıza gözlerimizi yummaktansa gözlerinin içine bakıp, bize ait olduğunu söylediğimiz ve duygularımızın, hareketlerimizin kontrolünün bizde olduğunu unutmadığımız sürece bize zarar veremeyeceğini anlamalıyız. İnsan içindeki şeytanla yani gerçek şeytanla beraber doğar. Fakat varlığını kabullenip kimseye zarar vermeden içimizde kalmasını sağlamak tamamen bizim elimizdedir. Abdulkadir Falay Abdulkadir Falay KENDİN İÇİN YAŞA Çocukluğumdan bu yana bitmek bilmeyen, ardı arkası kesilmeyen hayallerim vardı benim. Bunlar kimi zaman çok basit, sıradan ve saçma hayaller olurken, kimi zaman insan aklının sınırlarını zorlayacak kadar değişik ve imkânsız olabiliyorlardı. Mesela çocukken hep bulutların üstünde uyumak isterdim. Onların üstünde zıplamak, canım istediğinde onlardan bir parça koparıp ağzıma atmaktı en büyük hayalim. Bulutlara karşı olan bu ilgimi pamuk şekere olan hayranlığımdan almıştım sanırım. Pamuk şekerden bile daha yumuşak ve tatlı olduğunu düşünürdüm bulutların. Çocukluğumun en vazgeçilmez şekeriydi pamuk şeker. Fakat ağzıma alır almaz dağılır, tadı hemen gidiverirdi dilimin ucundan. Güzel şeylerin tadı hep böyle çabuk mu geçer acaba diye düşünürdüm. Öyleymiş. Kurduğum hayallerim, olmasını istediğim güzel şeyler, samimi sevgiler tıpkı pamuk şekerin ağzımda dağılıp gittiği gibi silinip gitti hafızamdan. Hangi hayalimi gerçekleştirebildim şimdiye kadar diye soruyorum kendime ama maalesef cevap veremiyorum bu soruya. Arkama dönüp baktığımda bir yığın içi boş ve gerçekleşmesi mümkün olmayan hayaller görüyorum. Bu yüzden arkama da bakmıyorum artık. Geçmiş geçmişte kalmıştır önemli olan geleceğimi nasıl planladığım diyorum ama bu sefer de yaşanmaya değer şeylerin çoğunu arkada bıraktığım düşüncesi canımı yakıyor. Peki, beni hayallerime ulaştırmayan şey neydi? Korku mu? “Asla! Neden korkacakmışım, beni bu hayatta hiçbir şey korkutamaz” diyorum içimden, sonra beynimden gelen cam kırıkları kadar keskin kırılma seslerini duyar gibi oluyorum. Ben hiçbir hayalimi gerçekleştirmek için harekete geçmedim, çünkü başaramamaktan korktum. Korkularım varmış benim, büyük ve aşılması zor korkular. İnsanı yapacağı her şeyden öylesine uzaklaştırır ki onlar, bir daha onu başarmayı aklının ucundan bile geçiremezsin. İnsanlar ne derler, nasıl düşünürler diye başlar bu korkular. Doğru, insanların ne diyeceği çok önemlidir. Eğer onlar girdiğin okulu beğenmezlerse ya da yaşadığın hayat tarzını benimsemezlerse kendi aklımızdaki planlarımızın pek de bir önemi kalmaz. Çevremizdekilere beğendirmeye çalışıyoruz hayatlarımızı. Onlar için giyiniyor, onlar için okuyor, onlar için hayatımıza yön vermeye çalışıyoruz. Peki, gerçekleşmeyi bekleyen hayallerimiz ne olacak? Onlar hep son plandalar, hep arkadalar, aklımızın en kuytu yerlerinde saklıyoruz onları. Hep gerçekleşmeyen hayallerden bahsettik ama acaba korkusuzca hayallerini gerçekleştirebilen insanlar da var mıdır? Bu sorunun cevabını Kuaförde Bir Gün adlı tiyatro eserinde çok güzel ve açıklayıcı bir şekilde aldım. Oradaki insanlar hayallerinin peşinden koşuyorlardı. Ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun kendi bildiklerini yapıp, hayata meydan okuyorlardı. Hiçbir ön yargı ve korku yoktu kafalarında, sadece yaşamak ve hayatlarına devam etmek istiyorlardı. Bunun için de hayallerini gerçekleştirmek gerekliydi. İşte tam da bu noktada, hayatın ne demek olduğu kafamda daha da belirginleşti. Hayatın anlamı kendin olmakmış, kendi benliğini ortaya koyup hedeflerini sadece kendi isteklerine göre belirlemekmiş. Dahası, yaşamak demek sadece kendi hayatını yaşamak demekmiş, başkalarınınkini değil. Verdiğin kararlardan korkmadan, istikrarlı bir şekilde ilerisi için sonuna kadar çalışmak demekmiş. Bu tiyatro oyununu izlerken, tüm bunları ne kadar geç anladığımın farkına vardım. Boşuna geçen zaman, bitmek tükenmek bilmeyen boş uğraşlar ve gerçekleştiremediğim hallerim kafamın etrafında uçuşup durdu bir süre. Ve sonra bir kez daha hatırladım. Asıl aptallık bir yanlışı tekrar tekrar yapmaktır ve kalktım oturduğum yerden yarım kalan hayallerimi gerçekleştirmek için. Korkular zihnin içindedir. Onlar sadece görünmez birer hayalettir, onlara ne kadar inanıp inanmamak bize kalmıştır. Ya hayatımıza korkularımızdan kalın ve aşılması imkânsız duvarlar örer, içine de kendimizi hapsederiz, ya da o duvarları birer basamak olarak görüp, ulaşmak istediğimiz hedefe varmak için üzerlerine basar geçeriz. Hayatımıza yön vermek için sadece biraz cesaretimiz ve isteğimiz olmalı, gerisi ufak detaylardır. Fatih Özyurt 21100538 Gönenç Tuzcu Turk 102-8 Zübüküm, Zübüksün, Zübük! Aziz Nesin Zübük adlı eseri ile birlikte toplum yergisini ve yurt gözlemini farklı bir boyuta taşıyor. Sade ve temiz bir dilin kullanıldığı romanın; hikâyelere bölünmesi, her hikâyede toplumun her katmanından insanın bulunması, yer ve zaman kavramının ifade edilmemesi gibi etkenler bu eseri yalnızca belirli bir zümre veya belirli bir dönem için yazılmadığını gösteriyor. Aziz Nesin insanoğlunu kendi tanımıyla “zübük” olarak nitelendirerek bu durumun geçmişte var olduğuna ve gelecekte de var olacağına vurgu yapıyor. Hikâyelere bölünerek oluşturulan eserde hikâyelerin ortak noktası halkın her seferinde sivrilmiş bir kişi tarafından kandırılmaları ve bu durumun farkında olmalarına rağmen bir şey yapamamalarıdır. Zübükzade İbrahim adlı ana karakter toplumda sivrilmiş bir kişi. Sadece ve sadece kendi çıkarını gözeten, yalan söyleyerek halkı adeta parmağında oynatan ve kendisinden nefret edilmesine rağmen sürekli ihtiyaç duyulan bir kişilik. Aziz Nesin bu türden bir karakter yaratarak toplumda bu türden kişilerin olabileceğini, bu türden insanlara karşı uyanık olmamızı işlemesi romanın görünen mesajı olarak görülse de hikâyelerin tümü itabiri ile bende farklı bir intiba bıraktı. Tıpkı Nesin’in de dediği gibi “Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi” Romanın yan karakterlerine de baktığımızda Aziz Nesin’in bu tanımlamasının doğru olduğu görülebilir. Sivrilmiş bir karakter olarak görünen Zübükzade İbrahim; aslında aşırı yetenekli veya diğer insanlardan farklı özelliklerle donatılmış değildir. Sadece aklını kullanarak çok iyi yalan söyleyebilen biri olarak karşımıza çıkan karakteri zübük yapan aslında yan karakterler yani bizleriz. Zübükzade İbrahim’den nefret edilmesine neden olan davranışlarını tetikleyen yan karakterlerin 1 Fatih Özyurt 21100538 Gönenç Tuzcu Turk 102-8 davranışlarıdır. Rüşvet aldığı için zübük olarak tanımlanan İbrahim’e esasen o rüşveti veren bir diğer karakterdir. Almanca öğretmeninin problemini gidermesi karşılığında rüşvet önermesi buna örnektir veya romanda yan karakterlerden tarafından nefret edilmesine rağmen kendisine belediye başkanlığı koltuğunu veren yine yan karakterlerdir. Zira Zübükzade İbrahim’in çıkarı olduğu gibi diğer insanların da çıkarları vardır ve bu çıkarları korumak için aklını çok iyi kullanabilen bu karakteri sivrilten de yine kendileridir. Dolayısıyla zübüğü zübük yapan aslında yan karaktlerdir yani bizleriz. Tıpkı Allah’ın kulu İsmail Efendi’nin söylediği gibi : Biz bu püsküllü belayı zorla başımız aldık. Her ne çektiysek, kendi beyinsizliğimizden. Bizde bu kafa varken, bizim gibilere bir değil, on Zübük az gelir. Belediye reisi oldu, sonra da bize kan kusturdu. Kimse etmedi bize, n’ettkikse kendi kendimize ettik. Yılanın başı küçükken ezilecekti. Şimdengeri ne desek boş, olan oldu. (Nesin 146) Bu duruma dair günümüzde çok iyi örnekler de vardır aslında. Ders aldığı hocanın verdiği eğitimden veya davranışlarında mustarip olmalarına rağmen o dersten geçip geçmemesi hocanın vereceği nota bağlı olduğu için susan, tepki vermeyen, bu durumu eleştirmeyen ama içten içe hocadan nefret eden arkadaşlarım bunun en canlı kanıtıdır. Ayrıca bu ve benzeri örnekler herkesin zübük olduğunu, toplumda sıyrılmış birkaç kişiyi zübük yapanların esasen bizler olduğunu ve bu durumun belirli bir döneme, mekana, zamana ve kültüre bağlı olmadığını; tüm insanoğlu için geçerli olduğunu kanıtlıyor. Kısacası Aziz Nesin bu roman ile birlikte hiciv edebiyatına benzersiz bir örnek vererek insanoğlunun kanayan yarasına adeta parmak basıyor. 2 Fatih Özyurt 21100538 Gönenç Tuzcu Turk 102-8 3 ÖZGÜR RUHLU İYİLİK KUŞU Yaşadıklarımdan, çevremde ve dünyada olup bitenlerden öğrendiğim kadarıyla, dünyamızı ve insanları kurtaracak tek bir şey var: karşılıksız iyilik. Biz küçükken annem bizden bir şey istediğinde “Sen şunu yapmamıştın ama!” ya da “Sen bunu yaparsan ben de onu yaparım.” şeklinde pazarlıklar yapardık abimle. Annem kızardı, “Her iyilik karşılıklı mı olmak zorunda?” derdi. O zamanlar anlamaz, olayı çok büyüttüğünü düşünüp için için kızardım. Oysa bugünkü benliğimle değerlendirdiğimde, annemin bu sözü tek bir olay için söylemediğini; abimi ve beni “karşılıksız, katıksız iyilik” kavramına alıştırmaya çalıştığını anlıyorum. İşte Patch Adams’ın beni en çok etkileyen yönünün tıp fakültesi öğrencilerinin yalnızca insanlık görevi olarak belledikleri için iyilik yapmaları olması da bu yüzden galiba. Hayatının amacını geç de olsa bulmuş olan ana kahraman Patch, inandıkları uğruna herkesi karşısına almayı göze almış, gözü kara bir adam. Yaptığı her şeyle hiçbir zaman hiçbir şey için geç kalınmış olmadığını çarpıcı bir şekilde öğretirken, bir yandan da insana güzel şeyler yapma ilhamını veriyor. Hemen her şeyin sahteleştiği, yüzeyselleştiği bu dünyada saflığın güzelliğini ve iyiliğin saflığını anlatışı, gerçekten içime işledi. Filmi benim açımdan çok etkileyici kılan bir diğer unsur da başkahramanın ve arkadaşlarının özgür ruhları ve risk alabilme yetenekleri oldu. Bilmiyorum bu konuda benimle hemfikir olur musunuz, ama bana kalırsa hayatın her alanında fena halde kısıtlanmış durumdayız. Hayatımızı ürpertici bir güçle yöneten kurallar, toplumsal normlar ve bakış açılarının göbeğinde yaşıyoruz. Bu da ister istemez bizi arzularımızdan, emellerimizden alıkoyan bir durum, çünkü korkuyoruz. Küçüklüğümden beri özgürlüğüme, sınırlarıma düşkün biri oldum. Annem ve babam sorumluluklarıma karışmaz, bana güvendiklerini söylerlerdi. Büyüdükçe, ailemin de yaklaşımlarının etkisiyle hayatıma karışılmasından iyice rahatsız olmaya başladım. Günde ne kadar çalışmam gerektiğini söyleyen öğretmenler, okul sıralarında sıkılmaya mecbur bırakıldığım saatler düşmanım oldu. O saatlerde yapabileceğim gerçekten faydalı işleri düşünüp vaktimin boşa gittiğine inanırdım. İşte Patch Adams’ın bana sunduğu şey bu oldu: Kuralları ve onları koyanları kısmen yok sayarak, kalbinin sesini dinleyerek çok güzel işler yapmanın imkânsız olmadığını gösterdi. Dediğim gibi, sürekli korkarak ve korkutularak yaşama tutunmaya çalıştığımız bu dünyada, insanlara bu şekilde ilham ve coşku verebilmek, pek de kolay olmasa gerek. Doğrusu, ben bu filmi ilk izlediğimde 14 yaşındaydım. Şimdi düşündüğüm zaman, beni psikoloji bölümünü seçmeye itmiş olanın- ya da en azından aklıma bir fikir düşürmüş olanın- bu film olabileceğini fark ediyorum. “İnsan” denen canlı, nedenini pek bilmesem de benim için bir çeşit tutku. İnsanların ne düşündüğü, nasıl düşündüğünü ya da ne hissettiğini anlamak beni çok mutlu ve tatmin eden durumlar. Hele ki bir insana herhangi bir biçimde yardımımın dokunmuş olabileceği fikri, bana uçsuz bucaksız bir mutluluk veriyor. Hani bazı kimselerin tutkusu doğa sevgisidir, bir diğerininki hayvan sevgisidir falan. Benimki de insan işte, ve hayatımı insanlara adamak ve birinin yüzündeki gülümsemenin sebebi olmak benim yaşam amacım. Filmde bunu çok net bir biçimde görebiliyoruz. Çeşit çeşit hastalıkla boğuşan, yaşam mücadelesi veren insanları, “insanca” anlıyor ve onlara asıl ihtiyaçları olan ilaçları veriyor: anlayış ve kahkaha. Benim yapmak istediğim de bu işte ve bana bunu yapmanın yolunun ipucunu veren de zannedersem bu film oldu. Toparlayacak olursam şu kadarını söyleyebilirim: yaşamak hiç de kolay bir iş değil. Hele ki acının, hastalığın, savaşların durmaksızın sürdüğü bir dünyada yaşamak, daha da zor. Bütün bunlara rağmen yaşamaya devam etmenin yolu ise, insan olduğumuzu ve birbirimize ihtiyacımız olduğunu hatırlamak. Yapılan iyilikleri karşılığını beklemeden, sadece verdiği iç huzur için yapmayı başarabilmek. Aksi takdirde yalnız kalırız ve hayat yolu yalnız aşılamayacak kadar çok engebeli. Fuat Işıklan İyilik İyilik midir İyilikse Kimedir Saat 22:50, bugün 10 Ekim Salı...Bir bardak kahve, yanında camel soft onunda yanında, pardon arkasında bir müzik , Still Counting ve yazıma başlamak için her şey hazır. Açıkçası ne yazacağımı pek bilmiyorum, biraz doğaçlama olacak sanırım. Hmm buldum.Gelin biraz temelden başlayalım. İyilik ve kötülük...Aklıma bu geldi şu an düşünürken. Bu yazıda biraz iyiliğe değinmeye çalışalım ve biraz da garip bir yazı olacak zannımca. O yüzden lüfen emniyet kemerlerimizi normal bir şekilde takmayalım da arkamızdan takalım. Malum araba ötmesin emniyet kemerimizi takmadık diye. Nedir iyilik?Aslında bu soruyu hemen pat diye sorunca bir an duraksadım. Bence hareket ve davranışlardan örnekleme yaparak bir çıkarım yapalım. Bir küçük çocuğu mutlu etmektir iyilik, bir fakire para vermektir iyilik, açın karnını doyurmaktır iyilik. Ama şu an kafamda daha değişik bir sorunsal oluştu. İyilik tamamda kime iyilik. Aça, fakire Muhtaç olana veya yüz mimiklerini gülümsettiğimiz insanlara karlı olan bir eylem mi sadece.Yoksa...Evet doğru düşündünüz aynı zamanda iyilik dediğimiz şey bizimde iyiliğimizedir. Düşünelim bir. Kışın yolda gidiyoruz. Yolun karşısına geçmek istedik ve herhangi bir üst geçitten geçmeye karar verdik. İlk birkaç basamak çıktık ki bir adam yaklaştı ve dedi ki ''Abim Allah'ını seversen yardım et evde çocuğum aç ''Yapabileceğiniz iki şey var ilk durumda; hiç umursamayacaksınız yada düşüneceksiniz yardım etsem mi lan?Durun durun yanlış söyledim, tamam tamam düşüneceksiniz yardım edip etmeyeceğinizi ama...Evet doğru yine de umurunuzda olmayacak. Sizin, bizim için o sadece Ankara'nın insan israfının içinde bir adam, fakir olup dilenen. Şimdi, yine ki seçenek var. Adama yardım etmek veya etmemek. Adama yardım etmediğiniz zaman 10 saniye Sonra adamı zaten unutacaksınız. Burada araya giriyorum arkada çalan müziğin ismini vereyim çünkü iyilik yapmak istedim bir an. Fallen Leaves. Hmm aslında iyi ki araya girmişim çünkü bu da bir örnek oldu aslında. Size ikinci seçeneği göstermiş oldum. Yani yardım etmeyi, bizim iyilik dediğimiz ve herkesin kutsal saydığı şeyi. Ancak kendimi iyilik yapmış gibi hissetmedim şu an. Neden acaba. Acabası şu ki; bu şarkının adını sizde kendi imkanlarınızla bulabilirdiniz. Yani ben bu olayda kendimi vazgeçilemez olarak görmüyorum. Eğer yardıma muhtaç adama gelirsek eğer ben ona para verseydim iyilik yaptığımı hissedecektim çünkü adam muhtaçtı. Burayı baya bir karışık anlattım iyilik de hayat gibi çok temel, aynı zamanda çok karmaşık bir şeydir bence. Neyse asıl meseleye gelirsek, adama para verdikten sonra olacaklara bakalım. Olacak olan şu ki 10 saniye sonra adamı unutacaksınız ama düşündüğünüz daha farklı bir şey olacak. Oda vicdanınızdaki rahatlama ve iyi bir şey yapmanın sevinci. Yani bence verdiğiniz para veya yardım, adamdan çok bize yaradı. Şimdi bu yardım meselesini daha değişik bir boyuta taşımak istiyorum. Mesela yakın bir arkadaşımız bizden ödünç para istedi bizde hiç düşünmeden parayı verdik. Peki parayı verdikten sonra herhangi bir yardıma muhtaç insana yardım etmiş gibi hissettik mi? Hayır. Benim düşünüp sürekli kafamı kurcalayan soru işte bu. Her iki olayda da yardım ediyoruz ama birinde vicdanımızı tatmin edip mutluluğumuzu arşa çıkarırken diğerinde sadece eeh. Ben işte buradan sonuç olarak insanoğlunun doğası gereği karşılıksız bir şey yapmadığını veya daha doğrusu yapamayacağını görüyorum. İki durumda da çünkü karşılık var. Birinde geri gelecek para diğerinde Vicdani tatminlik belki de bir ego tatminliği ve kendimizin iyi olduğumuzu düşünme sanısı. Sonuç olarak anlatmak istediğim şu ki; hayatta hiçbir şeyin karşılıksız olmaması durumundan dolay hayatta hiçbir şeyin saf iyilik olamayacağı. Ama yine de her şey karşılıklı olsa da, bu konu hakkında yapabileceğimiz pek bir şey yok çünkü bu bence hayatın bir kuralı yani yapabileceğimiz en iyi şey vicdani mastürbasyon yapmaya devam etmek belki de... Buse Tiryaki Başka Bir Güzellik http://galeri7.uludagsozluk.com/233/kordon_328382.jpg Fotoğrafa bakınca gözlerimi masmavi denizden alamıyorum çoğu zaman. Ankara’ da yaşayan bir insan olarak deniz görünce ayrı bir hisse bürünüyorum. Her ne kadar insanları sınıflandırırken nereli olduğuna bakılmaması gerektiğini savunsam da bu hislerin bende oluşmasında etkisi olduğunu söyleyeceğim. Birkaç cümle önce ‘’Ankara’da yaşayan bir insan’’ derken kendimi pek de buraya ait hissetmediğimi belirttim sanıyorum. Doğduğum zamandan beri buradayım insan kendini nereye ait hissederse oralıdır diye düşünüyorum. Nerede kendini mutlu hissederse oralıdır. X gibi bir yer olabilir adının , harita üzerindeki yerini çok da bir önemi yoktur. Yukarıdaki şehir bana yaşadığım şehirden çok farklı hissettiriyor bunu söyleyebilirim. İzmir’e gittiğinizde göreceksiniz çok başkadır diğer yerlerden. Aradığınız şey ne olursa olsun eski bildiklerinizden başka bir şekilde bulacaksınız onları. Mesela Kordon’a gidip oturduğunuzda etrafınızda ‘çiğdem’ diye bağıran satıcıları görürsünüz. Sattıkları şey aslında bildiğimiz çekirdekten başka bir şey değildir ama orada çekirdek yoktur çiğdem vardır. Simit yoktur gevrek vardır. Her sabah başlarının üstünde tepsiyle ‘’gevrek,taze gevrek’’ diye bağıran insanları duyduğunuzda nerede olduğunuzu bir kez daha anımsarsınız. Bir de her yerde bulamayacağınız kendine has yiyecekleri vardır.En sevdiğim yanlarından biri de o. Boyozumu içeceğimi alıp güneşin doğuşunu arkadaşımla denize karşı izlediğim zamanki huzurumu tarif etmekte zorlanabilirim. İzmir’de insanlar kendi isteklerini önemsiyorlar. Kendileri için yaşıyorlar , tam anlamıyla başaramasalar da buna çabalıyorlar. Mutlu olmak istiyorlar. Kadınlar da erkekler gibi özgür yetişiyor orada. Ülkemizde çok fazla görülmeyen bu eşitliğin orada görülmesi ise çok hoş bir durum bana kalırsa. Hatta İzmir’in kızları hakkında şarkılar bile yazılmış. ‘’İzmir’in kızları korku yok kitabında’’ demiş Sezen Aksu bu şarkılardan birinde. Ankara’dan farklı olarak iş ve okul hayatlarının dışında eğlendikleri zamanları var. Hatta oraya okumaya gidilmez dendiğini çokça duydum. Haklılık payı olan bir yaklaşım olduğunu ben de kabul ediyorum. Çünkü orada gece hayatı da buradan farklı yürüyor . Gece on birde eve dönmeniz gereken saatte insanlar yeni yeni dışarı çıkıyor. Dışarıda dolaşmanın bir anlamı var İzmir’de. Sahilde yürümenin bir mutluluğu var. Yaşları , cinsiyetleri fark etmeksizin herkesi dışarıda görebilirsiniz gecenin o saatinde.Alsancak Kordon’da bir evden çekilen şu fotoğrafa baktığınızda bu olayı daha rahat algılayabilirsiniz zaten. En büyük eğlencelerden biri ise Kordon çimlerinde içecek ve yiyeceklerinizle oturabilmektir. Belki de tüm bu güzelliktir insanları daha mutlu yapan. Çünkü ne zaman İzmir’e gitsem geri dönmemek için kıvranırken buluyorum kendimi. O da bir şehir ama başka bir şehir. Hakkında şarkılar , şiirler , gazete yazıları yazılan bir şehir... Kendi ailemden de geliyor bu sevgim. Babam ve annem orada büyümüş. Geçmişleri orada , çocuklukları , gençlikleri , hayatları... Küçüklükten beri onların bu özlemini dinliyorum. İnsan neye bu denli maruz kalsa ona bu kadar bağlanır sanırım. Bağlanılacaksa da böyle bir güzelliğe bağlanmak en mantıklısı gibi geliyor bana. Alt tarafı bir fotoğraf ama bakar bakmaz beynimde canlanan o kadar fazla düşünce o kadar fazla his var ki. Çünkü onu benim zihnimde canlı yapan şeyler yaşadım ben. Hayatta her şey böyle değil mi ? Bir fotoğraf , bir koku , bir mekan yaşadıklarımızla bize hissettirdikleriyle var olmuyor mu ? Başka birine anlamsız görünen şeylere bu denli bağlı kalmamızın sebebi anılarımız değil mi ? Anılarınızdan iyi olanlara tutundukça mutlu olursunuz. Sizi mutlu eden şeyler neler ise onları hatırlatan mekanlarda bulunun , mutlu eden şeyleri yapın. Ufacık da peşinden gidin onların. Aslı Özhamurkar GİTMEK Gitmek nedir sizce? Bir kurtuluş mu? Bir kaçış yolu mu? Bir özgürlük mü ya da bir sınav mı? Aşılması zor bir yol, engellerle dolu bir yarış mı? Yoksa arkada bırakmak mı? Aslına bakarsanız gitmek bunların hepsi. Kimine kurtuluş, kimine kaçış yolu, kimine özgürlük, kimine sınav, kimineyse aşılması zor bir yol, engellerle dolu bir yarış. Ancak olay bu sorularda bitmiyor. Olay, bunlardan herhangi birini düşünerek giden insanın düşüncesinin arkasında durmasında bitiyor. Kendine ve pişman olmayacağına inanmasında bitiyor. Bu yeni durumu kucaklayabilmesinde bitiyor. Stefan Zweig, Bir Kadının Hayatından 24 Saat adlı kitabında henüz 24 saattir tanıdığı bir adam için kocasını ve ailesini bırakıp giden bir kadından söz ediyor. Sebebi her ne olursa olsun veya her ne vaat edilmiş olursa olsun; bir hayatı bırakıp gitmek asla kolay değildir. Bu, hem cesaret hem özveri gerektirir. İnsana yeni şeyler katsa dahi, ondan birçok şeyi de götürür. Gitmek bir anlamda kendinden de gitmektir. Hayatını bırakırken kendinden parçaları da orada bırakır gider insan. Onun parçaları arkada kalır, arkada bıraktığını sandığı hatıralar ise yanında gelir. Bu yüzdendir ki gitmek hiçbir zaman ve hiç kimse için kolay bir eylem olmamıştır. Çünkü gitmek demek, belli bir noktada belli bir acı çekmektir. Bazen acı çektiğimiz için gitmek isteriz, bazense gittiğimiz için acı çekeriz. Öfkelenir, dayanamaz oluruz; gideriz veya gideriz ama özleriz, pişman oluruz. Alışılagelmişten farklılaşmak, gördüğünden uzaklaşmak, bitmesinden korktuğun şeyi bitirmek veya başlamasından korktuğun şeyi başlatmak… En zor kısmı ise bu değişimi kabullenebilmektir. Bir çocuk için okul, bir kadın için eş, bir erkek için iş değiştirmek her zaman zor olmuştur. Çünkü insanlar o beğenmedikleri, “monoton” dedikleri hayatlarındaki en küçük değişimde sarsılırlar. İstekleri doğrultusunda olsun ya da olmasın. Bu yüzden hep zordur gitmek. Mevcut durumdan memnun olmamalarına rağmen diğer yolun sonunu göremedikleri için gitmez insanlar, mevcut duruma alışırlar. Peki, bunca zorluğu olan bir yola neden çıkar insan? Gitmek zor elbette, ancak bazen kalmak çok daha zor olabilir. Hikâyemizde de olduğu gibi, bazen insanın duyguları ağır basıp kontrolü ele geçirebilir. Bazen insan tutkularına yenik düşebilir. Yolun sonunu her zaman bilmemiz gerekiyor mu? Mevcut durumdan daha iyi olacağının garantisi olmaması, her seçeneği kötü bir seçenek mi yapar? Daha iyi olacağının garantisi yoksa daha kötü olacağının da garantisi yok demektir. Bu bir defa aklınıza girdi mi, siz kalsanız dahi ruhunuz gidecek. Aklınız hep orada olacak, “ya gitseydim?” sorusu sürekli yankılanacak. Sırf bu yüzden bile denemeye değer. Değişim zordur ancak bazen çok muhteşem olabilir. Ani kararlar hayatınızda verdiğiniz en iyi kararlara dönüşebilir. İçinizden geçen anlık bir his, bir düşünce hayatınıza yepyeni bir yön verebilir. Yol karanlık olduğu için kaldığınız yer size bir süre sonra dar gelir, fikir geri gelir: “Git”. Bir süre sonra ise başka bir düşünce alır yerini: “Çok geç”. Hemen ardından da başka bir duygu yerleşir içinize: Pişmanlık. Bütün bunların üstesinden gelebilecekseniz, değişimle neden başa çıkamayasınız ki? Demem o ki gitmek yalnızca yürümek, uzaklaşmak, fiziksel olarak yer değiştirmek değildir. Gitmek; biraz kalmak, biraz arkada bırakmak, biraz acı çekmek, biraz değişmektir. Gitmek zordur. Ancak yeri geldiği zaman gitmek tek seçenek, tek kurtuluş, özgürlük ve kaçıştır. Cesaret edebilenler için gitmek, gidebilmek bir ödüldür. Yeter ki pes etmeden devam edebilsinler. Tükenmez Hasretlik Köşesi kırılmış turuncu plastiğe takıldı gözüm. Sonra yorgun bir tıslamamayla duran tenekeden yavaşça indim. Arkamdan akın eden her adım gürültülüydü. Sabırsızca ve büyük bir azimle tırmandıkları her basamakta, karanlığın zifiri bakışlarını deliyor ve alaca aydınlığa çıkıyorlardı. Gözler birbirinden kaçıyor, çehrelerin etrafını saran telaş; yelkovanla akrebi birbirine bağlayan zincirin örgüsünü kırmaya yetiyordu. Sanırım, büyük şehir böyleydi. Hep yabancı geldi ve hep de gelecekti. Duraktan çıkıp yürümeye başladığımda arkadan omzuma dokunan el tanıdıktı. Okuldan tanıdığım Feride’ydi bu. Üç küçük harf kadar selamlaştıktan sonra bitmiş bir konuşmayı sürdürmek istercesine omuzlarını kaldırdı: “Seni metroda gördüm. Orta yaşlı kabaca bir adama yer verdin. Bir daha yapma bence. Hem çoğu ücret ödemeden biniyor. Burada kimse kimseye yer vermez. Benden söylemesi.” derken herkes tarafından bilinen fakat sırmışçasına kulaktan kulağa söylenen önemli bir bilgiyi benle paylaşırken kibrini takınmayı da unutmamıştı. Sonrasında savurduğu ucu mor saçlarıyla bütünleşen mat bakışlarıyla çekinmeden kalabalığa karıştı. Şaşırmıştım. Otobüste bizim yaşımızdaki genç oğlanlar, kızlara; yaşı küçük olanlar büyükler otursun diye usulca kalkarlardı aşınmış mavi koltuklardan. Herkes yazılmamış toplum kurallarına uyduğu için memnundu. Feride ağır aksak adımlarıyla gözden kaybolmuş ve kaybolurken de bütün öğretilerimi sıfıra eşitlemişti tabii. Yıllar boyunca hayalini kurup geldiğim bu şehir, Ayfer Tunç’un “Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir” isimli eserinde dile getirdiği “…rüzgârla hareket eden rengârenk, ışıl ışıl bir çiçek gibi görünüyordu.’’(Tunç, 2015, s. 15), cümlesi Ankara’nın gözümdeki yerini nasıl da güzel anlatmıştı. Ne yazık ki, zamanla ışıl ışıl olan bu şehir küçüldü gözümde. Feride gibi kalp kapakçıkları pas tutmuş insanlar bütün bildiklerimi ters düz ederken; maalesef ben onların pas tutan taraflarını zımparalayamadım. Parlatmak zordu çünkü çoktan katran kara olmuştu dört bir yanları. Belki de buydu büyük şehir. Var olmak için doğuştan öğrenilen bir refleks gibi savunma mekanizmasını zırh yapmak gerekiyordu. Ne otobüsTe yaşlılara yer vermek, ne hastane kapısını birkaç saniyeliğine başkası için tutmak yapılmaması gerekenler arasındaydı. Bir çeşit öğrenilmiş acımasızlık mıydı acaba? Belli ki medeniyet büyük şehirlere gelmişti ama Akif’in bahsettiği hani şu tek dişli olan. Alışırdı insan. Alıştım. Artık yerdeki sakat dilenciye ikinci bir defa bakmıyor, gri kaldırımdan çok daha grileşen gözlerim kendinden başka bir şeyi görmüyordu. Kalbimin buğulanmadığını fark etmem çok uzun sürmedi. Sanırım yavaşça katılaşıp taş kesiyordum. Tülden bir örtü misali göğü kaplayan bulutlara çevirdim simamı. Hava karardığından kül beyaz olup uçuşuyordu her bir kıvrımıma sakladığım hasret dolu anılarım, yaşadıklarım ve belki de hiç yaşayamayacaklarım. Göğün tavanı üzerime çöküyordu. Şehrimin aldığı nefes bile başkaydı. 1.5 ay gibi kısacık vakitti fakat bana açıldıkça açılan yün iplik kadar sonsuz gelmişti. Parmak uçlarımdan savrulan toprağımın kokusu, gözlerimin buğusuna ön ayak oluyordu. Evimin önündeki mavi-beyaz kaldırımın çatlak taşlarında bırakmıştım en güzel hikâyemi: çocukluğumu. Kocaman heyecanlarla hayallerimin çerçevesi, o ayrılık günüydü ki kendisi bahçe kapısının duvarlarına hapsetmişti sevdiklerimi aramıza alacadan bir perde çekerek. Son bir kaçak bakışla yakaladım yakalayabildiğim kırık dudak hareketlerini. Yola çıktım. Uçak, her bulutun içinden geçerken yüreğim çözülüyor, benliğimi arkada bırakmışım hissi avuç içlerimi karıncalandırıyordu. İşte o yağmurlu günde de sevdiklerimi bıraktığım gri bulutları aradım. Bulamadım. Ayağımın altında çatırdayan kurumuş yaprakların bile aynı olmadığını fark ettim. İçimdeki son duygu kırıntısıydı ve özlem ben buram buram tattım ayrılığın acımtırak kokusunu. Hiç tahmin etmemiş miydim böyle olacağını ya da ayaklarım geri gitmemiş miydi? Evet, gitmişti. Ardımda bıraktığım şehri kalbimde hep taşıyordum. “Kapıyı son kez çekip, gelen üç geceyi ardımda bırakmadan evvel, iki kez tekrar baktım içeriye.”( Tunç, 2015, s. 11). Tekrar tekrar bakmıştım ben de evime adımlarımı çivilediğim bahçe kapısından. Alacakaranlıkta gökyüzünü göğüsleyerek uçağıma yetişmek için hızlandırmak istediğim adımlarım kalbime battı. Akreple yelkovan dans etmeyi bırakıp uğultu şarkılarını söylerken; bir şehrin aslında içindeki insanlar kadar değerli olduğu anlattılar. Akşam ezanında maviliği kızıllığa boyayan güneşi, kışın iliklerime işleyip tir tir titreten soğuğu, toplarken şikayet ettiğim uzun ince kavak yapraklarının hışırtısını arayacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Gerçekten de belalı bir şehir gibi ardımda bırakmıştım doğduğum ve doyduğum toprağı. Toprağım, farenin tahtayı tükettiği gibi aklımın bir köşesini kemirmekle kalmıyor, kalbimi çepeçevre ele geçiren prangalarıyla da tutsak ediyordu. Şimdilerde yaşadığım şehrin bana en büyük hediyesi, özlem oldu. İçimdeki boşluğu umarsızca yırtan özleme kızıyordum hep. Hep gitmek istemiş, gidince de kendimi toprağımda unutarak gelmiştim. Serin yaz akşamlarındaki çay saatlerinin, sevdiklerimin sıcaklığının ve hışırdayan kuru yaprakların verdiği huzur yok artık. Kaynakça Tunç, A.(2015). Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir. İstanbul: Epsilon Yayınları Mervenur Dükmen YAŞARKEN SEVİNÇ Konusu yüzünden bastırdığım köpek sevgisini canlandıran Efendi ile Köpeği kitabı beni etkileyen ve üstünde düşünmeme sebep olan şey tabii ki köpekler olmadı. Daha önce köpek beslemiş biri olarak kitaptaki köpeğin hayata karşı tutumu beni etkileyen şey oldu. Popüler şikâyetlerimizden olan hayata tutunma ve yaşama sevinci üzerinde çok düşündüğüm bir konu değildi. Kendimi yaşama sevinci yüksek olan ve sürekli gülen biri olarak görürüm hep. Fakat kitaptan sonra yaşama yeterince sıkı tutunmadığımı düşünmeye başladım. Hiçbir zaman ailesi veya dostları için yaşayan biri olmadım. Tek bir şeyin insanı hayata bağlamasını saçma buluyorum. Fakat fark ettim ki beni hayata bağlayan, bana yaşama sevinci veren şeylere de yeterince ilgi göstermiyorum veya gösteremiyorum. Köpeğin, sahibinden dayak yemesine rağmen dışarı çıkacağı zaman hâlâ heyecanlı olması beni asıl etkileyen şey oldu kitapta. Acaba beni bu denli heveslendiren heyecanlandıran, her şeye rağmen yaşadığım ve bundan zevk almam gerektiğini hatırlatan bir sebep var mıydı? Uzun süre düşündüm fakat her sebebe bir kulp uydurup bu olmasa da olur dedim. Kitabı okurken bunca kötümser düşünceye kapılmam beni rahatsız etmedi diyemem. Fakat gerçeklerle yüzleşmek her zaman insanın eline geçen bir fırsat değildir. Ben de bu fırsatı değerlendirdim ve kafamda küçük bir liste yaptım. Hayatımdaki önceliklerin kimlere ve nelere ait olduğunu düşündüm. Durum sandığım kadar kötü olmasa da en azından son dönemde belirli bir hedefimin olmamasının bu duruma sebep olduğunu anlamış oldum. Bir şeylere kendini adamak istediğimi çalışarak kazanmak ve koyduğun hedefleri doğrultusunda ilerlemek istediğimi fark ettim. İnsanı hayata bağlayan ve bence insanı mutlu edip yaşama sevincini arttıran şeylerin başında insanın kendine koyduğu hedefler ve kazanma isteği geliyor. Bana kalırsa belirlediğimiz hedefler özellikle büyük hedefler hayatımızı iyi yönde etkileyebilecek. Fakat hem kitap hem de yaptığım toplumsal gözlemlerden dolayı farklı bir etken olduğunu fark ettim. İnsan. Hem kendimiz hem de diğer insanlar bize yaşama sevinci verebilir. Benim için durum böyle olmasa da birçok insan ailesi ve sevdikleri için yaşıyor. Bu kötü bir şey gibi durmayabilir ama yazıda bahsettiğim hedefleri asla ikinci plana atıp bir insanın beni hayata bağlamasına izin verebileceğimi sanmıyorum. Hedefler değişebilir, başarısız olsak hayatımızı kötü de etkileyebilir fakat insanların size verebileceği zarar ve dolayısıyla yaşama sevincinizi elinizden alması daha olası geliyor bana. Tabii ki ailem ve dostlarım benim için de çok değerli fakat onlar için veya onlar sayesinde yaşamak bana zarar verebilir. Onlar hayatımdan çıkarsa üzülmem demiyorum ama hayatıma devam etmem gerektiğinin de farkındayım. Köpek belki de sahibi olmadan yaşayamayacağının farkında olduğu için sahibine katlanıyordu. Fakat benim elimde şans varken kullanmayıp başkalarına bağlı yaşamak bana biraz ahmaklık gibi geliyor doğrusu. Kişinin yaşama olan bağlılığı kimseye bağlı olmamalı. Buna çevremden, bana en yakın kişilerden biri olan babam da örnek olabilir. Hayattan zevk almayı ve hedeflerim doğrultusunda çalışmayı ve onların peşinden koşmayı öğreten insan. Her daim mutlu olmanın bir sırrı olmadığını ve geçerli bir sebep yoksa mutlu olmam gerektiğini hatırlatır hep bana. Birkaç dakikalığına etrafınızdaki insanları gözlemleyin. Hayatından zevk almayan veya göstermelik yaşayan birçok insan görebilirsiniz. Bundan da kötüsü kendileri için değil, çocukları veya diğer aile bireyleri için hayata tutunuyormuş gibi görünen gizli mutsuzlar. KAYNAKÇA MANN,Thomas. Efendi ile Köpeği. Can Yayınları 2015. Baskı FARKINDA OLMAK/ Francis Lawrence Francis Lawrence’nin yönettiği “Açlık Oyunları” adlı film, dünyadaki kapitalist sistemi bir oyunda anlatmaya çalışmaktadır. Amerika’da yıllar sonra her yer yok olmuş ve sadece 12 tane mıntıka ve onları yoneten merkez kalmıştır. Bu filmde mıntıkalar, merkez olan şehir tarafından yönetilmekte ve şehrin emirlerine uymak zorundadır. Mıntıkalarda insanlar açlık ve sefalet içinde yaşarken, şehirdekiler zenginlik ve ihtişam içinde yaşamaktadırlar. Şehir, mıntıkalara göre daha üst seviyede olduğu için mıntıkalardaki insanlar şehir için çalışmak zorundadırlar. Bu filmin adına “Açlık Oyunları” denmesinin sebebi ise şudur: Şehir kendi gücünü halka göstermek istemektedir ve insanları kendı çıkarları için kullanmaktadır. Bunun için insanları bir oyuna sokar ve bu oyunda son kişi ölene dek insanlara zarar verir ve bunu şehirdekiler bir eğlence olarak görür fakat bu bir trajedidir. Dünyada birçok gelişmiş ülke ve onların gelişmemiş bölgeleri vardır. Bu gelişmiş bölgeler, gelişmemiş bölgelerden çok üstündür fakat gelişememiş bölgelerin yardıma ihtiyaçları vardır. İnsanoğlu her zaman elindeki gücü kendi lehine kullanmak ister ve diğer insanları asla düşünmez. Açlık oyunlarında da şehir, mıntıkaları ve mıntıkalardaki insanlari düşünmeden yok etmektedir. Ama aslında onların yok olmaya değil, yardıma ihtiyaçları vardır ve insanlar bu ihtiyacı görmelidir ve onlara yardım etmelidir. Bu dünyada hiç kimse eşit değildir, olamaz da fakat kimsenin bir diğerinin hakkını elinden almaya hakkı yoktur ne kadar ondan üstün olsa da. Filme dönecek olursak, mıntıkalardaki insanlar açlık oyunu yüzünden birbirlerine düşman olarak bakmaktadır ve her an her şeyi yapabilecek durumdalardır. Çünkü, hayatta kalma mücadelesi herkesin gözünü kör etmiştir ve gerçekleri görememesine neden olmuştur. Bu olayda bir halka içten zarar vermeye yöneliktir. Bu da o halkın yavaş yavaş sonu demektir tıpkı mıntıkaların teker teker yok olması gibi. Aslında insanlar çok büyük bir güce sahiptir. Birlik ve beraberlik ile her şeyin üstesinden gelinebilir. Kapitalist bir sistemde en üst her şeyi yönetebilir fakat bu en üst tek kişidir ama bu kişinin altında ezilen insanlar çok fazladır. Eğer insanlar elindeki gücün farkına varıp hakları için savaşmak isterlerse çok büyük bir devrim yapabilirler ve dünyada herkesin söz hakkına sahip olduğunu gösterebilirler. “Açlık Oyunları” adlı filmde de insanlar sürekli zarar görmektediler hem dıştan hem içten. Bir halkın dıştan zarar görmesinden daha kötü bişey varsa o da içlerinde yaşadıkları olaylardır. Çünkü halk içten zarar görmediği sürece dıştan ne olursa olsun o kadar büyük yara alamaz. Bu nedenle insanların bu gücün farkına varması için bir kaç kişinin cesaretine ihtiyaç vardır. Bu filmde de Katniss ve Peeta seçilen kişidir ve isteseler insanları öldürüp kendileri oyunu kazanabilir fakat onlar bunu seçmek yerine ellerindeki gücü kullanmaya çalışmaktadır ve insanları bu gücü kullanmaya zorlamaktadırlar. Filmde geçen bu oyun sürekli şehre yayın halinde aktarılmaktadır ve şehirdeki insanların her şeyden haberi olmaktadır. Fakat bu akışın zaman zaman engellendiği zaman Katniss ve Peeta insanları cesaretlendirmeye çalışmaktadır ve şehrin ülkeye ve insanlara verdiği zararı halka göstermeye çalışmaktadır. Başlarda ne kadar başarısız olsalar da sonlara doğru mıntıkayı bir saldırıdan kurtarmaları sonucu insanları kendilerine inandırabilmişlerdir. Bunun sonucunda halk cesaretlenip şehre yol almıştır ve güçlerini birleştirerek şehrin en büyük elektrik akımını kesebilmişlerdir ve şehri elektriksiz bırakmışlardır. Bu olay kendilerinin güce sahip olduğunu göstermiştir ve onları cesaretlendirmiştir. Bu olaydan sonra insanlar daha da şehrin içine girip arkadaşlarını kurtarmışlardır ve beyni yıkanmış bu insanları kurtarmak için çabalamaktadırlar. “Açlık Oyunları” adlı filme baktığımızda kapitalist bir ülkenin alt kesimleri nasıl ezdiğini açıkça görebiliyoruz. İnsanlar hiç bir zaman başkaları tarafından ezilmeyi hak etmezler. Her halk özgürdür ve hiç bir baskı altında kalmadan hür yaşamaya hakları vardır ve bu hakları kullanmalılardır. Bu filmde başta insanların ne kadar çaresiz olduğunu görebiliyoruz. Onların bu haklara ve güce sahip olduğunu öğrenmek için başkaları tarafından cesaretlendirilmeye ihtiyaçları var ve onları cesaretlendirecek olan insanlardanda o halkın ta kendisi. Bir fazlamız olduğunda başka insanlarla paylaşmalı ve onlara hayatın iyi yanlarını da göstermeliyiz. Böylece kimseyi kimseden ayırt etmemiş oluruz ve kımseyi bir şeylere muhtaç etmeyiz. Ezgi Şen 21702606 VAPURLARIN İNSANLARI Bugüne dek tanık olduğum en güzel sonbahar mevsiminin orta yerinde, yeni şehrim Ankara’nın sessiz sedasız bir hafta sonu sabahında aldım elime kitabımı, burnumda tüten evimin deniz kokusunu ciğerlerimde hissederek çayımı yudumluyorum. Bu cumartesi, çayımı Kadıköy vapurunda içer gibi hissetmemi sağlayabilen şey ise, Murathan Mungan’ın en yeni derlemelerinden olan Edebiyat Seferleri için Vapur Tarifeleri isimli öykü kitabı. İlk kez bir öykü kitabına önyargısız yaklaşmamı sağlayan ise kitabı derleyen isme olan güvenim sanırım. Kendi beğenilerimi keşfetmeye başladım başlayalı az çok bilirim Murathan Mungan’ı. Şiirleri, denemeleri, kısaca Mungan’ı okuması bana hep keyif verir. Onun kaleminde, başka dediğim hayatları yakından tanıma fırsatı bulduğumu hissederim. Edebiyat üzerine yaptığı yorumlarını, edebiyatı hayatımda koyduğum yere yakın bulurum. Mungan’ın1 dile getirdiği gibi ben de edebiyatı, öteki dediklerimizin hikayelerinde biraz da olsa kendimizi bulmak olarak tanımlarım hep. Birbirimizin hikayelerine dokundukça, yaşamımızı anlamlandırmaya biraz daha yaklaştığımızı düşünürüm. İşte yine bugün, bir Mungan seçkisinin başında, o öteki dediğim hayatların ne kadar benden olduğunu hissederek oturuyorum yazımın başına. Boğazı gözümün önüne getirerek biz İstanbul’un insanlarından söz etmek istiyorum. Kitabın orta yerinden, Oktay Akbal’ın kaleminden, Hey Vapurlar, Trenler2 isimli keyifli bir ev öyküsüne takılıyor aklım. Bir ev öyküsü diyorum, çünkü Ankara’daki birkaç ayım sonrasında unuttuğum İstanbul karmaşasının tam orta yerinde hissediyorum kendimi bu öyküde. Sirkeci Garı önünde portakal suyu sıkan amca geliyor gözlerimin önüne, hatta dişlerimi gıcırdatıyorum yeni çıkan portakalın ekşimtırak tadını anımsayarak. Yazarın “kentin gündelik yaşamının kişileri” olarak tanımladığı kalabalığın içinde hayal ediyorum kendimi. Yağmurlu bir sonbahar sabahı, Beşiktaş Meydanı’nda dolmuş kuyruğu beklerken ıslanmaktan tereddüt etmeyen bir İstanbullu olduğumu hatırlayıveriyorum. Otuz üç geçe geleceğinden emin olduğum metro için yirmi yedi geçe evden çıkmaya hazırlandığım zifiri karanlık kış sabahları geçiyor gözümün önünden. Sonra bir de kaçırdığım vapurlar sonrası yaşadığım hayal kırıklıkları… Dünyanın hangi sayılı şehirlerinde her saniye zamana karşı yarışır ki insanlar? Ya da hangi şehirlerde tarifeler ezbere bilinir dakikası dakikasına? Akbal da öyküsünde “İstanbullu garip bir yaratıktır.” diye başlıyor zaten anlatmaya benden evvel. Biz İstanbul’un garip insanları, çoğu zaman söylenerek açıyoruz gözlerimizi bu kargaşanın erken sabahlarına. Sinirlenmekten, sorgulamaktan yorgun düşmüş bedenlerimizi kalabalıklar içinde yarıştırıyoruz uykunun mahmurluğu içinde. Belki çoğumuz, bu telaşta yaşadığımız güzelliğin farkına bile varamıyoruz. Hatta kimimizin denizle tanışıklığı bile kısıtlı. Ya da her birimiz aynı anlamı 3 yüklemiyoruz demek daha doğru belki de. Haldun Taner’in Bir Motorda Dört Kişi’ si tanımlıyor bence Boğaz’ın dalgalarına telaşlarını karıştıran onca farklı hayatın karmaşasını. Mungan’ın bu seçkisinde okuduğum tüm öyküler, tüm kalemlerde aynı şeyi hissediyorum. İstanbul, yalnız karmaşası içinde kavrulanların her gün aynı rutini yaşadıkları bir şehir değil. İstanbul, onu kitaplara konu edecek bir karmaşanın içinde, gene de her sabah Boğaz’ın havasını koştur koştur içine çekmekten keyif alanların şehri. Vapurların isimlerini şiirlere verebilenlerin, koca bir sevdayı, her sabah aynı trende yaşatabilenlerin şehri. 4 Sait Faik’in vapurunda güverteden izliyorum Burgaz’ı, Leyla Erbil’in elinden tutup yürüyorum 5 Beylerbeyi’nde . İşte ben İstanbul’u edebiyata bu yüzden çok yakıştırıyorum. Ötekilerinin hikayelerinde, o hikayelere dahil olabilecek kadar kendimizi bulabilen biz deniz insanlarına ise “vapurların insanları” demek istiyorum. Çünkü bizler, yalnızca denize kıyısı olan şehirlerde ikamet etmekle kalmayıp, denizin kokusunu hayatlarımızdaki hikayelere sindirebiliyoruz. Biz vapurların insanları, bazen hayatlarından bihaber olduğumuz aynı yüzleri her sabah görüp yanlarından geçerken hissettiğimiz merakı, denize kıyısı olan bir öykü karakterinin hayatına misafir olarak giderebiliyoruz. İşte şimdi yeniden dönüyorum bulunduğum yere. Denize kıyısı olmayan bir şehrin, denize kıyısı olan en yeni yaşayanlarından biri olarak, Edebiyat Seferleri için Vapur Tarifeleri’ni koyuyorum baş ucuma. Evi her özlediğimde küçük bir vapur yolculuğuna çıkabilmek için. 1. “Edebiyat "öteki" dediğinin hikâyesinde biraz da kendini bulmak demek değil midir? Yoksa, kendindeki öteki'yle nasıl tanışır insan? Bizi özgürleştiren "ötekiler"dir.” (Mungan Murathan, Araya Girip Edilmiş Birkaç Söz, Kadınlar Arasında, Metis Yayınları,2014) 2. “Hey! Vapurlar, trenler beni buradan götürün” der Baudelaire bir şiirinde... Dolmuş, otobüs, minibüs duraklarında taşıt beklerken hep bu dizeyi mırıldanırım. Upuzun kuyruklarda insanlar dururlar sessizce. Başkaldırma diye bir şey yoktur onlar için. Boyun eğmişler yazgılarına. Bir otobüs gelecek onları alıp götürecek eninde sonunda, ya da bir minibüs fırtına gibi yanaşıp bir bir toplayacak yolcuları, belki de iyiliksever bir dolmuş.” Akbal Oktay, Hey Vapurlar Trenler, (der. ) Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, Metis Yayınları, 2017 3.Taner Haldun, Bir Motorda Dört Kişi,(der.) Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, Metis Yayınları,2017 4.Faik Sait,Mavnalar,(der.) Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, Metis Yayınları,2017 5.Erbil Leyla, Vapur, (der.) Edebiyat Seferleri İçin Vapur Tarifeleri, Metis Yayınları,2017 Keşfedilmemiş Dünyalar Fantastik kitaplar... Hak etmedikleri bir nefret görüyor bu kitaplar. Büyüklerimiz, çoğu gencin okumaktan hoşlandığı kitaplara şöyle bir göz atarken içinde "ejderha", "elf" veya benzeri kelimeleri görünce birden soğuyorlar. Kendilerine yabancı geliyor sanırım ama gerçek olmayan şeyler üzerine düşünmek aslında yaratıcılığımızı tetikleyen şeylerden biri bence. Salvador Dali'nin eserlerine bakın mesela. Rüyasında gördüğü şeyleri resme aldığını söylüyor kendisi. Ya da Jacek Yerka'nın resimlerine göz atın. Yukarıdaki resim Yerka'ya ait. Gördüğünüz üzere resimde ejderhayı da betimleyen kesinlikle olağan dışı öğeler kullanmış ve etrafımdaki insanların yorumlarına göre bir şekilde resmi etkileyici kılmayı başarmış ama nedense aynı şey kitapta denendiğinde aynı insanlar tarafından genellikle beğenilmiyor. Ejderha Elfleri adlı kitabı okurken "Nandalee oku trole fırlattı."[1] diye başlayan bir paragrafı hoşuma gittiği için arkadaşımla paylaşmak istedim. Verdiği ilk tepki: "Çocuk kitabı mı bu, neden okuyorsun?", oldu. Elflerin, mitolojik kavramların sadece çocukları ilgilendirmesi gerekiyormuş gibi bir algı var nedense. Kendilerine göre kitabın kitap olmasını gerektiren şey bir ana fikrinin olması, bir şeyler öğretmesi. Tamam, bu kitapların yazılış amacı bilgi vermek olmayabilir ama bazen kitabı bir şey öğrenmek için değil de sırf kafamızı dağıtmak için okuduğumuz oluyor. Dolayısıyla kitap hakkında öyle bir genelleme yapmanın anlamı yok bence. Madem bu kadar sevilmiyor fantastik öğeler. Bunların olmadığı bir dünya düşünün. Yukarıda bahsettiğim ressamların resimlerinin olmadığını; bu konular üzerine yazılmış binlerce kitabın, filmin var olmadığını hayal edin. Belki yokluğunu hemen anlayamazdık ama yavaş yavaş gördüğümüz, okuduğumuz eserlerin monotonlaşmaya başladığını; yaratıcılığın, özgünlüğün körelmeye yüz tuttuğunu fark ederdik. Lakin bütün bu fantastik dünyalar aslında henüz bizim tarafımızdan keşfedilmemiş birbirinden değişik diyarlar. Her bir bireyin düşüncesi, hayalinin bu kadar özgün, önemli olduğu bir dünyada bu diyarların birer hazine olduğunu düşünüyorum. İlk fantastik kitabın ortaya çıkışını çok merak ediyorum. Gerçek hayat; yazarına ne kadar boş, ne kadar sıradan gelmiş olmalı ki yazarı kendine ayrı bir dünya yaratmak zorunda kalmış olsun. Kitaplar gündelik hayatın içinden kaçmak için bir araç gibi yazarlar için. Gerçekte başkalarına bahsedemedikleri, zihinlerinde dönen kurguları yazıya dökme ihtiyacı hissediyorlar. Ben de "hayat" denen kitaptan sıkılınca kitabı değiştirme ihtiyacı hissediyorum bazen. Bazen hayata kendi bakış açımdan değil de başka bir zaman diliminde yaşamış birinin açısından ya da başka bir gerçeklikten bakmak istiyorum. Dolayısıyla gündelik hayattaki serüvenleri anlatan kitaplar yerine daha ilgi çekici, bizi başka dünyalara götüren kitaplar değerli bence. Hem sadece sıradan olaylar üzerine yazılan yazılar birbirinden çok da farklı değiller. Halbuki kendi yarattığımız dünyamızda dilediğimiz kadar farklı yazı üretebiliriz. Nasıl her yeni keşfettiğimiz müzik, her yeni kayan yıldız bizi heyecanlandırıyor. Keşfettiğim her yeni diyar da öyle heyecanlandırıyor beni. Bernhard Hennen de yeni bir şey yaratmak amacıyla kitabında Nandalee adlı kişinin kabilesini arkasında bıraktıktan sonra elflerle olan yeni yaşamından bahsediyor. Sanki bizim de günlük hayatımızı bırakıp kitaptaki dünyasına dalmamızı istiyor. Nitekim öyle oluyor. Ödevler, stresler, "gerçek" koşuşturmanın olmadığı kendinizi ejderhaların ateş püskürttüğü muhteşem bir dünyada buluyorsunuz. Sonuç olarak sıra dışı kitaplara kesin çerçeveler koyup şu güzel, şu kötü kitap diye ön yargılı yaklaşmak yerine sadece kitabın tadını çıkarmaya çalıp kitabın arkasında yatan hayal gücü ve emeği anlamaya çalışmalıyız. Böylelikle hem yeni kitapların dolayısıyla çeşitliliğin artmasını sağlarız hem de keyifli zaman geçirmiş oluruz. Berk Tınaz / 21601655 Kaynakça [1] - Hennen, Bernhard. Ejderha Elfleri. İstanbul, Epsilon Yayınları, Şubat 2014 (s.18). Recep Dinç Çıplak Duygular Kendi içimizde, başkalarına karşı kurduğumuz beklentilerimizi besler dururuz. Bunun yanında beklentilerimizin karşılanacağından da emin değilizdir. Hatta bir gün beklentilerimizin yüzümüze çarpılacağı düşüncesi daha baskındır, ama yinede en derinlerimizde, kendi benliğimizin bile bakmayı unuttuğu yerlerde yaşatmaya çalışırız onları. İlk başlarda, derinlerde sakladıklarımızı söylemeyiz kimseye, söyleyemeyiz belki de. Fakat, zamanın aşındırıcı gücü, kimseler görmesin diye hislerimizin üzerine yıktığımız tonlarca tozu toprağı elinde sonunda temizlemeyi bitirir. Bu safhada aylarca, yıllarca uyuyor gibi görünen duygularımız dışarı çıkmak için bütün gücü ile etrafındaki koca duvarları yumruklamaya başlar. Bu yumruklar o kadar güçlüdür ki, eğer onların istediğini vermezsek, sanki altlarında ezilecek gibi hissederiz. Dayanmaya çalışırız tabikide, ama nafile. Ne kadar çabalarsak çabalayalım kaçınılmaz sonu geciktirmekten başka bir şey yapmış olmayız. Ne öldürebiliriz, ne uyutabiliriz. Etraflarını çevreleyen duvarları paramparça edince de, onları ifade etmekten başka çaremiz kalmaz. Bir sürü silahımız vardır içimizdekileri dışarı dökmek için. Sanat bunların başında gelir. Bizim de en çok güvendiğimiz ve kullandığımız metot sanattır. İnsanlığın sanat ile ilk iletişime geçtiği andan itibaren onu bir kaçış kapısı olarak görmesi de bundandır. Sanat dünyanın bunaltıcılığından kurtulmak için bir fırsattır. Kafamızdaki onca derdi, tasayı unutturup asıl bizim ne istediğimizi hatırlatan da yine sanattır. Kendimiz ile başbaşa kalabildiğimiz o en önemli anları sanat sayesinde elde ederiz. Bu nadir anlarda dışarıya çıkmayı başarabilenler en saf, duru ve işlenmemiş dugularımızdır. Normal zamanlarda duygularımızı işler, değiştirir, şekil verip dururuz. Çünkü dışarı, içimizde oldukları gibi çıktıklarında kabul edileceklerinden şüphe duyarız ve korkarız onların itilip kakılmasından. Bu yüzden üzerlerine bir elbise, ayaklarına birer ayakkabı, yüzlerinde de birer maske takar öyle dışarı çıkartırız. Ama sanat sayesinde elde ettiğimiz o özel anlarda, bu tür tedbirlere gerek olmadığı için çırıl çıplak çıkartırız duygularımızı. İçimizde nasıldıysalar, dışarıda da öyledirler. İnsanın direnç göstermekte en çok zorlandığı ve en fazla etkilendikleri elbisesiz, yani çıplak olan duygulardır. Her insanın sanata olan bakışı farklıdır bunun nedeni insanların anlama güçlerinin ve farkındalık seviyelerinin aynı olmamasıdır. Bu yüzden aynı eserden anlaşılanlar kişiden kişiye değişkenlik göstermesi çok doğaldır. Bu yüzden bir resim galerisi gezen insanların aklına neden önümde duran anlamsız resmin sanat olması gerekiyor? Gibi bir soru gelebilir. Veya bazı günümüz heykellerinden kafası karışan birisinin, İki üç çubuğu birleştirmek demek ki sanat oluyomuş demesi doğal karşılanabilir. Bu yüzden kendi ilgi alanımıza yoğunlaşmamız çok önemlidir. Eğer resimden anlamıyorsak, müzik bizi bizden alabilir. Müzik hiç hoşumuza gitmiyorsa, heykeller gözümüze büyüleyici gelebilir. Bu insan doğasından kaynaklı bir farklılıktır. Guarnica’yı örnek olarak verebiliriz. Çoğu kişi bakıp da bu ne saçma sapan bir şey demiştir ama bir o kadar kişi de kalplerinin hızlanmasını durduramamıştır. Bana göre savaş duygusu o kadar ustaca işlenmiş ki savaş anında duyulan acı, umutsuzluk, dehşet ve tükenmişlik hisleri tablo üzerinde boyalar aracılığı ile gerçeklik kazanmış. O kadar ki savaş deneyimi olmayan bizler, o insanların neler çekmiş olabileceği ile ilgili fikir sahibi olabiliyoruz. Sanat aracılığı ile iletilen duygular parlayan bir mum iken, sonradan söz ile ifade edilirlerse söner giderler. Bir değerleri ve anlamları kalmaz çünkü onlara tekrar bir elbise giydirmış, şapka takmış oluruz. En ufak bir yüzük bile taksak kendi benliklerinden uzaklaştırmış ve onlara başka bir kişilik yüklemiş oluruz. O yüzden yorum yapmak gereksiz bir şeydir. Kendi içimizde geliştirebiliriz ancak bu tür çıplak duyguları. İçimizde doğdukları gibi duru, saf ve işlenmemiş kalsınlar. Ellemeyin onları boş sözler ile, kirli yorumlar ile. Bırakın onları kendi hallerine ve arada izleyip büyümelerine şahit olun. Asıl o zaman sanattan zevk alabiliyor olacaksınız. MURAT, 1 Halil İbrahim MURAT 21200799 Türkçe 102-12 Ahmet KAYA 27.11.2014 TOTALİTER MİSİNİZ? Totaliter kelimesinin anlamı Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan (devlet düzeni), bütüncü” olarak geçiyor. Gündüz Vassaf ise on sekiz denemeden oluşan Cehenneme Övgü adlı kitabında totalitarizmi bu tanımın çok ötesine taşıyıp, aslında gündelik alışkanlıklarımızın dahi totaliterizmin bir örneği olduğunu savunmuştur. Bu yazımda Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü kitabına ve totalitarizm tanımına dair görüşlerime değineceğim. Totaliter olmak için bir egemen sınıfın baskısı altında bazı haklarımızdan mahrum kalmak gerekmiyor; gündelik hayatta kurumlar, toplum ve bu toplumu oluşturan insanların her biri totaliter davranışlar sergileyebiliyorlar. Gündüz Vassaf da çok basit gibi görünen, üzerine düşünmesine gerek kalmaksızın kabullendiğimiz ve hayatın içinde bilinçli veya bilinçsiz olarak yaptığımız birçok davranışın da totaliter alt metni olduğunu iyi okuyup bunu okuyucuya aktarmıştır. Totalitarizm aslında doğumumuzla belirli cinsel kimliklere bürünüp, o kimliklerin gereği olduğuna inandığımız şekilde yaşamamızla başlıyor. Gündüz Vassaf’a göre hepimiz bu rolleri oynuyoruz çünkü rollerin sınırını aşarsak kafamızda oluşturup bozulmasından endişe ettiğimiz düzen bozulur. Bu yüzden cinselliği şekillendiren bedenimiz değil, zihnimiz oluyor (Vassaf, 94). Totaliterliğimiz, cinsel yönelimleri belirli kalıplara MURAT, 2 sokmakla kalıyor, yaşadığımız mekanlar dahi “düzen” kaygımızla ortaya çıkıyor. Birçok annenin bu konuda Gündüz Vassaf ile aynı fikirde olmayacağını bilsem de mekanın da insan totaliterliğinin bir ürünü, düzeni sağlamanın bir parçası olduğu görüşüne katılıyorum. Gündüz Vassaf’a göre “Mekanın kullanımı hala totaliterdir. Nerede, ne yapılması, hatta nasıl yapılması gerektiği emredilmektedir. Bedenin çeşitli fonksiyonlarına uymak suretiyle, çağdaş yaşama mekânı bizi bölmekte ve yönetmektedir; oysa, insan bir bütündür ve çok fonksiyonlu bir organizmadır.” (Vassaf, 63). İnsanın çok yönlü bir organizma olması, birden fazla işi aynı anda yapabileceğinin kanıtıdır. Oysa kabullenilmiş olan ise insanın tüm görevlerini gerekli odalarda yapmalarıdır. Bu yüzden yatakta gazete okuyarak yapılan kahvaltı aslında kendi yarattığımız düzene bir nevi karşı koyuştur. Düzeni yaratanlar olarak bu düzeni yaptığımız yazılı veya yazılı olmayan anlaşmalarla yaparız. Yazılı anlaşmaların totaliterliği su götürmez bir gerçektir; ama iki insan arasındaki tartışmanın uzlaşıyla sonuçlanmasıyla ortaya çıkan basit bir anlaşma da bir o kadar totaliterliğin ürünü olabilir çünkü gelişmeyi durduran bir eylemdir ve özgürlüğü kısıtlar. Gündüz Vassaf bu anlaşmaya ilgili görüşlerini şu cümlelerle açıklıyor: "Anlaşma bir süreci durdurur. Şeyleri dondurur. Yaratıcılığı durduran bir frendir o. Eleştirel düşünce, uyuşmazlığı körüklemek demektir. Anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik ettiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. Doğa, çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. Kendi kendimize böyle bir borcumuz var. Anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.”(Vassaf, 166). Anlaşmak bireyin kendi fikrinden fedakarlık etmesidir. Özgürlüğümüzü kısıtlayan bir diğer eylem ise aşk değil, MURAT, 3 aşkı yaşayış biçimimizdir. Aşkın özgürlüğü kısıtladığına inananlar olsa da, aslında özgürlüğümüzü kendimiz kısıtlarız; ve çiftlerden biri bu kısıtlamanın sınırı dışına çıktığı an aşkı sonsuza kadar kaybettiğimize inanıp hayata küseriz. Oysa Gündüz Vassaf’a göre “Yaşam aşktan üstündür. Aşk yaşamın bir parçasıdır. Yaşarken severiz. Severek ve acı çekerek yaşarız. Acı çekmek de, sevmek de yaşama aittir. Yalnız sevmeyi yeğlemek ve acı çekmeyi reddetmek yaşamı reddetmek anlamına gelir.”(Vassaf 235). Yaşamın bir parçası olan aşkı, acıyı ve özgürlüğü yok sayarak yaşamak sevgiyi de kalıplara sokup totaliterce yaşamamıza sebep olur. Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü kitabında kendimize, ilişkilerimize, seçimlerimize hatta genel olarak kafamızda kurduğumuz ve doğruluğundan kuşkumuz olmayan birçok konuya dair ciddi eleştiriler getiriyor. Bu eleştirilerin arasında bir Beatles şarkı sözü görmek, bir diğer denemeye başlamadan önce Yidiş atasözü ile karşılaşmak veya aşka yeni tanımlar getirdikten sonra Edvard Munch’un Ölü Aşıklar isimli tablosuna denk gelmek bir okuyucu olarak beni memnun eden detaylar oldu. Totaliter olmaktan nasıl kurtulanacağının kesin cevabını vermemiş Gündüz Vassaf ancak, hükümdar olmadan da totaliter olunabildiğini; hayatın tekdüzeliğinde yapmaya alıştığımız birçok şeyin aslında sorgulanabileceğini; anlaşmazlığın yalancılığı engelleyerek gelişmeyi sağlayabileceğini; acı çekmenin de sevdaya dahil olduğunu keyifli bir dille anlatmış. Sonuna da Baudelaire’in “Sarhoş olma saatidir.. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.”(Vassaf, 244) sözünü yazmış. Belki de totaliter olmaktan yalnızca bir şeyin sarhoşu olarak kurtulunabilir. MURAT, 4 Kelime Sayısı: 631 MURAT, 5 KAYNAKÇA Vassaf, Gündüz. Cehenneme Övgü. çev., Ömer Madra, Zehra Gencosman. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1993. Türk Dil Kurumu ana sayfası. Erişim 27.11.2014. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5474b5b258 1705.47863842 Zeynep Yardımcı Geçmişten Bugüne İstanbul Bazı şehirlerin dili, duyguları vardır. Karaktere sahiptir sokakları, ağaçları tarihi değişiminin seyircisidir. Binaları tanığıdır en derinden gelmiş duyguların. İstanbul, tanrısız kalmış, bazen ağlayan, bazen gülümseyen şehir. Ayaklarıyla düşünen her insanın tutkunu olduğu yer bir bakıma. Kentselleşme adı altında günden güne kaybettiği karakteriyle değişen İstanbul’u hem geçmişiyle hem de şimdiki hâliyle anlayabilmek emek ister. Çünkü değişim, geçmişten bu yana hep toplumsal yapının farklılaşmasıyla başlamıştır. Bu yüzden de binalarla, sokaklarla sınırlı kalmayıp dışarılara taşmayı başarmıştır. Ekim ayına yaklaşıkça boza kokmaya başlar İstanbul’un telaşlı sokakları. Haziranda ise ıhlamur kokusu sarar neşelenmeye başlamış caddelerini. Yılın her dönemi ayrı bir kokusu vardır bu şehrin, her notası kendine özgü. İstiklâl’i kışın kestane kokusu sarar mesela, yazın ise papatya. Hiç değişmeyen kokusu ise tarihtir. Birbirine destek olmaya çalışırcasına bitişik duran Fransız ve Ermeni motiflerini görebildiğimiz binaların hepsi ayrı bir dönemin tanığıdır. Peki bundan bir elli yıl önce nasıldı tüm o sokaklar, evler? Gençken daha mı güzeldi, yoksa şimdi yaşlılığın getirdiği bir bilgeliği mi var hepsinin? İstiklâl Caddesi’nin içinden arabayla mı geçmek daha keyifliydi yoksa o yolda yaya kalmak mı daha güzel? Bizlerin hiçbir zaman cevaplayamayacağı sorular bunlar aslında. Mesela o dönemde İstanbul’a Anadolu’dan göçüp gelmiş, yüzlerce insana ev sahipliği yapmış Gültepe ve Seyrantepe’nin kenar mahallelerine uğramadan anlayabilir miyiz onlardaki saf dayanışmayı, samimiyeti? Orhan Pamuk belki bir noktada Mevlut karakteri vasıtasıyla yaşattı bize İstanbul’un sokakalarının elli yıl önceki telaşını adım adım dolaşarak sattığı pilavıyla, bozasıyla. Ayaklarıyla yol almadığı zamanlarda şehirden kopuyormuş gibi hissedişiyle gösterdi bize o sokaklarda yürümenin keyfini. Kafasındaki bin bir karmaşıkla İstabul’un gözü, kulağı olup dile getirdi derdini tasasını İstanbul’un. Bazen de zorunda kalıp kaderini yaşadı İstanbul gibi. İstanbul belki elli yıl önce kendine dahil ettiği Anadolu’dan gelmiş samimi insanıyla yaşlanmadı ancak zamanla onların yoksulluklarıyla başetmeye çalışırken yıprandı. Kültür değişimi ve çarpık kentleşmenin getirdiği zorlu koşullarla savaşırken bir de siyasi darbelerle karşılaştı bu şehir. Belki biraz da bundandır İstanbul’un böylesine hızlı yaşlanışı. İçinde barındırdığı binlerce farklı görüşü bir arada tutma çabasıyla da hırpalanmıştır günden güne. Tüm bunların yanında geç kalan mutluluklara, çaresiz aşklara, kader denen tuhaflıklara da ev sahipliği yapan İstanbul her ne olursa olsun dimdik ayakta kalmayı başarabilmiştir. İstanbul dimdik ayakta kalmayı başarabildi, peki ya biz bu bozulmaya ne kadar ayak uydurabiliyoruz? Modern yaşam tarzı derken geçmişe hasret kaldığımız bir dönem yaşamaya başladık. Her şeyi hızlıca tüketiyor, ne anı yaşayabiliyor ne de çevremizdeki güzelliklerin farkına varabiliyoruz. Belki de bunun en belirgin örneğini bize sunan yer yeni metropol İstanbul’udur. Bundan bir altmış yıl öncesine şahit olanların eserlerini okuduğumuzda karşımıza her birinin ayrı bir hikâyesi olan, tutku dolu sokaklar çıkıyor. Şehrin kendine has bir kokusu, samimiyeti var. Yoksullukla baş etmeye çalışan samimi insanların karnını doyurma çabasına seyirci kalmayıp onlara destek olan bir şehir var. Ancak bugünün İstanbul’una baktığımızda gökleri yaran, biçimsiz, çirkin sadece ticari amaçla dikilmiş binalar ve onların içini dolduran, paradan başka bir şey düşünemeyen insanlar görmek oldukça içler acısı. Evet geçmişten bu yana bazı şeyler iyi, bazı şeyler kötü yönde değişti ama bu değişimler İstanbul gibi geçmişte birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmış bir şehri oldukça hırpalıyor. İstanbul geçmişte belki gençliğinin verdiği dinamikle ve heyecanla ayakta kalmayı başarabilmişti ancak bugün yaşlı İstanbul’dan aynı şeyleri beklemek pek mümkün değil. Bu yüzdendir ki İstanbul’un gün geçtikçe kirlenen görüntüsüne dur demek ve doğal güzelliklerini, tarihi dokusunu korumak, bizim gibi bir şeylerin farkında olan insanların sorumluluğuna kalıyor. Karaçal 1 SEKİZİNCİ HARİKA Hayat, iki farklı yüzünü de göstermişti ona. Bir tarafta şehvet, para, ün, diğer tarafta yalnızlık, eksiklik ve kaybolmuşluk hissi… Akıllarda iz bırakan gerçek bir serüvendi onunki. Ölümünün üstünden yıllar geçse bile unutulmayan esrarengiz bir kadındı Marilyn Monroe. Farklı kaynaklardan pek çok kez okuduğum ve olağanüstü yaşamına şahit olduğum eşsiz kadın… Herkesin, hakkında kulaktan duyma şeyler bildiği; ancak çoğu kişinin aslında nasıl biri olduğuna dair en ufak bir bilgisi olmayan kadın… Marilyn’in kişisel mektupları ve notlarından oluşan bu kitabı okurken aklımda cevaplanması zor bir soru vardı: Milyonlar tarafından arzulanıp, erişilemez bir konumdayken bir insan nasıl bu kadar mutsuz olabilirdi? Ancak sayfaları çevirdikçe daha iyi anlıyordum onu. Onun elinden çıkan kısa, ama bir o kadar derin şiirleri okuyordum. Adeta Marilyn anlatıyor, ben dinliyordum. Marilyn Monroe olarak bilinen Norma Jean’in çalkantılı hayatında çıktığım yolculukta buldum kendimi. Umutsuzluklarına, mutsuzluklarına ve aynı zamanda, her şeye rağmen gülümseme çabasına tanıklık ediyordum. Kitap, okuyucunun hayata karşı bakış açısını sorgulamasını sağlıyor. Toplumun insan hayatı üzerindeki inanılmaz etkisini görüyoruz. Bu noktada, toplum tarafından yaratılmış soyut kavramların bir insanın bedeninde nasıl somutlaştırıldığını gözler önüne seriyor Marilyn’in yaşamı. Genel olarak toplumlar, güzellik, cazibe gibi soyut kavramların içini dolduran bireyleri o alanda sembolleştirirler. Bunu yaparken, o kişinin aslında kim olduğuyla ilgilenmekten çok toplumun beklentilerini karşılayıp karşılamadıklarına odaklanırlar. Kendi beklentilerine uygun bir kimlik yaratırlar. Çoğu zaman bu, fiziksel özelliklere dayalı sahte bir kimliktir. Toplumun, o kişinin asıl karakterini görmesine izin vermeden kendi yarattıkları kişiyi beğenmesini sağlarlar. Bu beğeni günden güne artarak o kişiyi idolleştirmeye doğru uzanır. Marilyn’in notları arasında yazdığı gibi “Ben sadece insanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Gerçekte kim olduğumu öğrenmek zahmetine katlanmadılar. Tam tersi benim için bir karakter yarattılar. Ben de onlarla tartışmadım. Belli ki benim gerçekte olmadığım birini seviyorlardı fakat bir gün bu gerçek ortaya çıkınca beni onları yanıltmakla, hatta kandırmakla suçlayacaklar.”Herkes onu, dünyanın sekizinci harikası olarak görürken, kimse aslında neler yaşadığıyla ilgilenmiyordu. Günümüzde, çoğu ünlünün yaşadığı sorunlardan biri, kendini yansıtamamak; çünkü onlar, başkaları tarafından kendileri için yazılmış oyunda başrol oynuyorlar ve bunu yaparken benliklerinden vazgeçmek zorunda kalıyorlar. Maalesef, bu dayatmanın bir sonucu olarak çoğu zaman kendilerine olan saygılarını yitiriyorlar ve büyük bir özgüven kaybı yaşıyorlar. Kitap, Karaçal 2 Marilyn Monroe’nun yapay kişiliği ve gerçek kişiliği arasında ikilemde kaldığını gösteriyor. Sayfaları çevirdikçe kitabı yazanın aslında Marilyn değil Norma olduğunu anladım. Norma, gerektiği yerlerde ve kamera önünde Marilyn’i oynuyordu. Yıllarca, olmadığın birinin karakterini sergilemek ve insanların aslında seni değil, oynadığın hayali karakteri sevdiklerini görmek herkesi yıpratır. Toplumun oyunları sonucu yaratılan kişiyle gerçek kişinin karakteri arasında uyuşmazlıklar çıktığında ise pes etmek kaçınılmaz bir son gibi görünüyor. Birbirine zıt iki karakter aynı bedende can buluyor ve bunu taşımak insana ağır gelebiliyor. Unutmamalıyız ki, hayatımız, verdiğimiz kararlar doğrultusunda şekilleniyor; ama başkasının bizim yerimize kararlar vermesine izin verdiğimizde hayatımız ellerimiz arasından kayıp gidiyor. Kendimize çizdiğimiz yoldan sapıyoruz ve adeta kayboluyoruz. Marilyn, şöhretin zehirli dünyasına ruhunu teslim eden bir kadın… İnsanların beklentilerini karşılamak için kararlarını özgür iradesiyle vermemiş ve yorgun düşüp kendini akıntıya bırakmış biri. Toplumun bir insanın hayatını ne derece değiştirebileceğini gösteren en güçlü örneklerden ve aynı zamanda, buna bağlı olarak bir insanın ruhunun yaşarken nasıl öldüğünü gösteren en acılı hikayelerden birine tanıklık ediyoruz. Kaynakça: Monroe, Marilyn. Marilyn Monreo-Notlar, Şiirler, Kişisel Metinler Ve Mektuplar. Artemis Yayınları, 2014. 270. Print. http://www.gentside.com/marilyn-monroe/wallpaper Duyguların Sese Dökümü Müzik insanları birbirine bağlayarak ve aynı zamanda bir insanın kendisini daha iyi tanıması ve mutlu olabilmesini sağlayarak hayatlarımızda büyük bir yer kaplıyor. Gündelik yaşamımızı sürdürürken, zaman zaman müziğin hayatımızdaki önemini fark edemiyor veya unutuyoruz. Bir filmin, belgeselin veya oyunun arka plan müziği olmadan ne kadar yavan kalacağını, yürüyüş yaparken müzik dinlemenin verdiği mutluluğu, gündelik işlerimizi yaparken müzik dinlediğimizde zamanın daha güzel ve neşeli bir biçimde geçtiğini fark etmişsinizdir belki. Bütün bu faaliyetlere ayırdığımız zamanın hayatlarımızın göz ardı edilemeyecek bir bölümünü kapsadığı gerçeğini göz önüne alırsak müziğin bir kişinin hayatındaki önemini daha iyi görebileceğimizi düşünüyorum. Konser salonunda otururken fark ettim ki aslında müzik hayatımızın her köşesinde mevcut. Aslında hayatımın nerdeyse her saniyesinde farklı melodilerle çevrelenmiş durumdayım. O an, o salonda deneyimleyeceğim müzik bir çalgı aletine ait olacaktı ve müziği bu konserde sade bir biçimde deneyimleyecektim, ancak müzik aslında hayatımın her anında orada bulunan önemli ve ayrılmaz bir parçası idi, öne çıkmasa da her zaman orada idi ve hayatıma renk katıyordu. Düşününce fark ettim ki, sabahları okula gittiğimde etrafımda sohbet eden insanların sesleri, bu aylarda yavaş yavaş kendini yeniden duyurmaya başlayan kuşların cıvıltıları, rüzgârın kendine özgü sesi ve o güne özgü daha bir sürü ses arka planda karışarak o günün melodisini oluşturuyor. Üstelik her günün melodisi kendine özel, bu melodiler hiçbir zaman kendini tekrar etmiyor. Her günün melodisi insanın üstünde farklı bir etki bırakıyor ve duruma bu açıdan bakıldığında bu melodiler her günün farklı ve değerli tecrübelere konukluk etmesinde rol oynuyor. Üstelik aynı melodiler farklı insanlar üstünde tamamen farklı etkiler yaratıyor, duygularımıza ve yaşantılarımıza çeşitlilik katıyor. Bu melodiler olmadan hayat bu kadar renkli olmazdı. Her insanın kalbine farklı melodiler dokunuyor. Bazı insanların dinlerken çok etkilendiği melodiler diğerlerinin kalbine dokunmayabiliyor. Aslında oldukça normal bir durum bu. Sonuçta her insan özel, dünya üzerinde bu kadar insan yaşıyor olmasına rağmen hiç kimse birbiri ile tamamen aynı görüşlere sahip değil. Yaşam herkesin kendine özgü öyküler yazmasından oluşuyor aslında. Dolayısıyla herkes aynı melodiyi kendisine göre yorumluyor ve bu şekilde ortak melodiye yeni bir tını ekliyor. Benim bu zamana kadar fark ettiğim bir durum ise, klasik müziğin çoğu insanın kalbine dokunmayı başarabildiği oldu. Özellikle o gün gittiğim klasik müzik konserinde bir kez daha fark ettim bunu. İnsanların yüzlerindeki ışıltıdan, müziğe olan ilgilerinden ve birbirlerinden çok farklı insanlar oldukları halde konser sonunda kesintisiz süren alkıştan görülebiliyordu müziğin onların üzerindeki muazzam etkisi. Bu durumun tam olarak neden kaynaklandığını bilmesem de genelde klasik bir parçanın, küçük bir bölüm olsa bile, bir bölümü onu dinleyen herhangi bir insanın kalbine dokunuyor. Burada eğer müziğin hayatlarımızdaki yerini, önemini ve evrenselliğini ele alırsak, klasik müzik birçok insanı, bir salonda benzer duyguların etkisi altında bırakıp, kısa süreli olsa da bu insanlar arasında duygusal bir bağlantı yaratma özelliğine sahip. Üstelik bu müziği dinlerken hissedilen duygular kesinlikle silik duygular değil, aksine oldukça yoğun olmakla beraber, benim tecrübemde genellikle hüzün ve mutluluk arasında değişen duygular. Hüzün ve mutluluğu oldukça güçlü bir biçimde hissederken, bir duygudan bir duyguya ne zaman atlayacağınızı kestiremiyorsunuz. Bir bakıyorsunuz çocukluğunuzda, bir bakmışsınız piyanonun başına oturduğunuz saatlerde, bir bakmışsınız en hüzünlü zamanlarınızda ve bir bakmışsınız en mutlu zamanlarınızda buluyorsunuz kendinizi. Dolayısıyla bir salonda klasik müzik dinlerken ve onun etkisi altındayken duygudan duyguya atlıyor ve etrafınızdaki insanlarla güçlü bir bağın oluştuğunu hissedebiliyorsunuz. Aynı duyguları hissettiğiniz o insanlara farklı bir bakış açısıyla bakmaya başlıyorsunuz sanki. Bu duygu bana göre oldukça değerli ve başka bir yerde tecrübe edilemeyecek bir yapıya sahip, eşsiz bir his. Müziğin insanları kolayca etkisi altına alması, tanıdığım herkesin müzik dinlemekten hoşlanıyor olması ve özellikle kendiniz bir müzik aletiyle ilgilendiğiniz zaman hissettiğiniz yoğun duygular beni hep etkilemiştir. Şöyle bir düşününce hayatımızda bu kadar büyük bir yer kaplayan ve neredeyse her an yanı başımıza olan müziğin, insanlar tarafından bu kadar sevilmesine şaşırmamak gerek sanırım. Bu bana hep dünyada müzik kadar evrensel olan çok az şeyin var olduğunu düşündürtmüştür. Kim bilir, belki de dünya üzerindeki en evrensel sayılabilecek ilgi alanıdır müzik. Her an iç içe olduğumuz ve içinde olduğumuz duruma göre bize çok farklı duygular hissettirebilen, duygularımızın sese dökümü olarak adlandırabileceğimiz müzik, isterseniz bir salonda, isterseniz dışarıda, isterseniz evinizde, isterseniz yalnız, isterseniz başkalarıyla beraber, hangi durumda olursa olsun size en saf ve en güzel duyguları tattırabiliyor. Başak Çiğdem Özcan Kaynakça: Ustalardan Başyapıtlar. Gülsin Onay ve Endellion String Quartet. Bilkent Konser Salonu. Ankara. 20 Mart 2017. Buğra Kerim Başbuğ Bugün sizlere yaklaşık 3-4 senedir ilgilendiğim ama son zamanlarda fazla zaman ayıramadığım bir hobimden bahsedeceğim. Bazıları onu sanat olarak kabul etmiyor olsa bile benim için onun tanımı doğru zamanda doğru yerde deklanşöre basma sanatı. Kulağa birazcık karmaşık gibi gelse bile aslında bahsedeceğim şey her birimizin gün içerisinde onlarca biraz abartarak olursak yüzlerce kez yaptığı şey fotoğraf çekmek ya da anı yakalamak. Birçok insan fotoğrafçılığın barındırdığı terimlerin karmaşık olduğunu ve pahalı ekipmanlar gerektirdiğini düşünebilir. Fakat teknolojinin bizlere verdiği elimizden bir an bile düşürmediğimiz akıllı telefonlarımız ile bunu gerçekleştirmek mümkün ayrıca sonuçlar gayet tatmin edici. Benim için fotoğrafçılığın en güzel yönlerinden birisi teknolojinin bizlere sağladığı kolaylıklar ile herkesin kendini bir kare fotoğrafla ifade edebiliyor olması. Gelelim fotoğrafçılığa nasıl başladığıma. Aile büyüklerinin eski albümleri karıştırıp bitmek tükenmek bilmeyen anılarını hepimiz dinlemişizdir ya da maruz kalmışızdır diyelim. Günümüzde fotoğraf albümlerinin yerini akıllı telefonlar ya da tabletler almış olsa bile bence fotoğraf albümlerinde kendi çocukluğuna ait sayfa ya da sayfalara sahip olan şanslı nesillerdenizdir. Konumuza dönmemiz gerekirse albümlerin talan edildiği günlerden birinde albümlerin hemen yanında duran çalışıp çalışmadığı hakkında hiçbir fikrim olmayan anolog bir fotoğraf makinesini dikkatimi çekti. Elime alıp biraz kurcaladıktan sonra çalışacak durumda olmadığını anladım ve aslında elimde tuttuğum makinenin en az albümdeki fotoğraflar kadar değerli olduğunu ve o anıların canlı tanığı olduğunu düşündüm. Ardından kendime bir analog fotoğraf makinesi edinmeye karar verdim o zamanlar çalışır durumda ve makul bir fiyata bir fotoğraf makinesi bulmanın kolay olmadığını söylemem gerek. Yaklaşık üç aylık bir çabanın ardından biriktirdiğim para ile bir antikacının yolunu tuttum. Karşılaştığım tablonun beni çok mutlu etmediğini söylemeliyim. Asıl hayal kırıklığı ise büyük bir heyecanla aldığınız makinenin nasıl kullanıldığı hakkında en ufak bir olmadığını anladığım andı. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk başlarda sadece üzerinde anlamsız sayıların ve şekillerin olduğu bir makine idi. Ta ki elime bir fotoğrafçılık rehberi alıp onlara birer anlam yükleyene kadar. Elbette hayattaki birçok şey gibi fotoğrafçılık da teoride o kadar zor olmasa da pratikte oldukça zordu. Bunun başlıca sebebi ise aslında yakaladığınız kareyi sadece deklanşöre bastığım an görebiliyor olmamdı ve tabii ki bir fotoğrafçıya gidip fotoğrafları bastırana kadar. Bu bir hobi edinmeye çalışmaktan çok bir çileye dönüşmeye başlamıştı. Hayal ettiğimden daha karışık ve zahmetli idi. Zamanla anladım ki işin eğlenceli kısmı da burası başkalarıyla paylaşmak istediğiniz bir anı yakalayıp, sonunda ne ile karşılaşacağınızı bilmeseniz bile bir heyecanla onu bastırmak, ardından onu diğer anılarınızla birleştirip yıllar sonra baktığınızda sizi gülümsetecek ya da hüzünlendirecek bir albümün bir parçası yapmak. Benim için bir şeyi değerli yapan şey onun için ayırdığınız vakit ile doğru orantılı. Muhtemelen birçok insanın yaptığı gibi dijital bir fotoğraf makinesi alıp gayet kaliteli fotoğraflar çekmeye başlasaydım şu an yaptığım şeyden çoktan sıkılmış ve pes etmiştim. Her ne kadar şu an bir dijital fotoğraf makinesi kullanıyor olsam da deklanşöre her bastığımda ,vizörden her baktığımda bir analog makine kadar olamasa bile çektiğim her fotoğraftan ayrı zevk alıyorum. En önemlisi ise diğer insanlar ile kendi bakış açımı, neyi, nasıl gördüğümü ya da görmek istediğimi paylaşmak. Aynı zamanda diğer insanların bakış açılarını görmek ya da onların göremediklerini görmek. En güzel yanı ise hayatınızdan bir anı ölümsüz kılmak. (​https://500px.com/kerimbasbug​ Bu linkten çektiğim bir kaç fotoğrafı görebilirsiniz.) İrem Aylin DURU HAYATA YÖN VEREN MEKANİZMALAR “Günler, aylar derken bir de bakıyoruz ki ömürler geçiyor. Ve ömür geçerken yaptığımız iki işin kısa özeti şöyle: Düşünmek ve duygulanmak… “ (s.181) diyerek başlıyor Aydın Boysan, manidar bir isim verdiği kitabında, güzel bir denemesine. Okur okumaz istemsizce soruyorum kendime: Gerçekten öyle mi? ‘Düşünmek ve duygulanmak’ olarak özetlenebilecek kadar az şey mi yapıyoruz koca bir ömürde? Her gün hayat sahnesinde rollerini icra eden milyonların ya da daha dar kapsamlı bir yaklaşımla dersi kaçırmamak için sabahın erken saatlerinde yatağından ayrılan ve akşam eve gelinceye kadar oradan oraya koşuşturan benim yaptığımız şey bu kadar basit mi? Kısacık bir güne bile birçok aktivite sığdırabiliyorken ömrümüzün tamamında yapacaklarımızı düşünmeyi aklımdan bile geçirmiyorum, uzun süreceği kesin. Olaya üstünkörü yaklaşınca ulaştığım sonuç bu. Biraz daha detaylı düşündükten sonra anlamın daha derin olması gerektiğini fark ediyorum. Evet, ömrümüz boyunca hepsini tek tek satırlara dökecek olsak binlerce kütüphane dolduracak kadar sayısız şey yapıyoruz ama hepsinin ortaya çıkmasına neden olan, dolaylı yollardan hayatımızda söz sahibi olan faktörler ortak: Duygularımız ve düşüncelerimiz… Hepimiz bazen aklımızın, bazen de kalbimizin sesini dinleyerek hareket ediyoruz. Bu ikilinin mutabık olduğu durumlar olabilir ama ikisinin de devrede olmadığı bir tane eylem göstermek imkânsızdır. Düşünme yetisinin insana bahşedilen en büyük hediye olduğu aşikâr, hele de diğer hayvanlardan ayrılan tek noktamızken. Ayrıca çok da zor değil. Düşünmek, bize mantığımızla hareket etme, durumu daha doğru değerlendirme olanağı sunmasıyla duygulanmanın bir adım önüne geçiyor gibi gözükse de duygularımızın bizi insan yapan faktör olduğunu unutmamalıyız. Duygularımız olmasaydı kendi icat ettiğimiz bilgisayarlardan hiçbir farkımız kalmayacağı gibi yaşama değer katan mutluluk, sevgi gibi kavramları anlamlandıramaz, yaşayamazdık. Düşünmenin daha yorucu olduğunu ve bazen mantığımızın da yanılabileceğini göz önünde bulundurursak arada mola verip duygularımızın dümeni ele almasına izin vermeliyiz ama tabii ki her şeyde geçerli olduğu gibi dozunun iyi ayarlanması şartıyla… Mantıklı düşünmeyi devre dışı bırakıp sadece duygularla hareket etmek de en az duygusuz olmak kadar tehlikeli. “Duygu” dediğimiz uçsuz bucaksız okyanusta kaybolmak da en az o okyanusta bilinmeyene yelken açmak kadar kolay olacaktır, hem de eğer yeterince iyi bir kaptan değilseniz. Duygular, doğaları gereği kısa sürelidir ve bu yüzden çoğu zaman güvenilmez oldukları için bizi nereye götürecekleri bilinmez. En güzel duygular bile yaşadığımız farklı olaylar karşısında yerlerini kötü olanlara, istenmeyenlere bırakabilir. Mesela mutluluk… İnsanlar bir ömür mutlu olmayı bekler, bütün benlikleriyle sadece bu amaç için yaşarlar. O ya da bu sebepten mutluluğa ulaşamadıklarında ya da tam ona kavuşmuşken ellerinden kayıp gittiğinde ne olur peki? İnandıkları ve onları yarı yolda bırakan şeylere küsüp mutlu olan insanlara kin beslemeye başlamaları ya da sonu görünmeyen bir kuyu kadar derin bir umutsuzluğa kapılmaları işten bile değil. Duygularımız her an değişebileceği için eğer hâkimiyeti tamamıyla onlara bırakıp kendi hayatımıza dışarıdan bir izleyici gibi yaklaşırsak izlemek istemeyeceğimiz sahnelerin içinde bulabiliriz kendimizi. İyisi mi duygulara bir uyuşturucu misali bağımlı olmak yerine, onların sahibi, efendisi olmak. Demem o ki sonsuz duygu okyanusunda iyi bir kaptan olmak... Benliğimiz, hangisinin sesini dinlemeyi kendine daha uygun görürse görsün ortada bir gerçek var ki insan olmak biraz düşünmek, biraz da duygulanmaktan ibaret. Hayatımızı nasıl idame ettireceğimiz bu ikilinin birbirlerine ne kadar baskın geleceklerine ya da dengeyi nasıl sağlayacaklarına bağlı olsa da bana sorarsanız zaman bu kadar hızlı geçerken ikisinden de mahrum kalmamak, hem düşünmüş; kendi sınırlarını zorlamış olmak, hem de her duyguyu tadında yaşamak en iyisi. Tabii ki seçim sizin! Kaynakça Boysan, Aydın. (2014). İnsan Suyu Zaman Nehrinde Akıyor. İstanbul: Türkiye İş Bankası. Anıl Berkay AKKAN UMUDUNU KAYBETME Her insan gibi benim de umutsuzluk çukuruna düştüğüm zamanlar olmuştur. Elden hiçbir şeyin gelmediği, yolunu kaybeden göçmen kuşlar misali, biçare olduğumuz ağırdan işleyen, geçmek bilmeyen zamanlardır bunlar. Bu umutsuzluk çukurundan kurtulup kurtulmamak bazen elimizde olan bir şeydir aslında. Azim, disiplin, sağlam irade, elde etmek istediğimizi iyi bilip ,’’Evet, ben bunu istiyorum.’’ diyebilmek ve şansın da minik dokunuşlarıyla umut kapılarının aralanması, hatta sonuna kadar açılması imkânsız değildir aslında. O kapı da tam açıldı mı gerisi çorap söküğü gibi gelir zaten. Elbette birçok ünlü iş adamının veya sanatçıların şu anki konumuna gelmeden önce yaşadığı zorluklar ve önüne çıkan aşılması güç engeller çoğu insana ilham ve umut kaynağı olmuştur. Bu yüzden bu örnekler kitaplaştırılmış, bazıları beyaz perdeye aktarılmış, film endüstrisinin vazgeçilmez kaynaklarından biri haline gelmiştir. Chris Gardner’ın hayat hikâyesi de beni derinden etkilemiş, yaşadığım sıkıntılar karşısında güçlü olmamı ve kendimi motive etmemi sağlamıştır. Çünkü kötünün kötüsünün de olduğunu görmek ve her ne kadar zor olsa da ayakta kalmak, umudunu yitirmemek, insanoğlunun nelerin üstesinden gelebildiğini göstermiştir bana. Düşünsenize, maddi sıkıntılardan dolayı, size iyi günde kötü günde yanınızda olacağına dair söz vermiş kişi, sizi küçük oğlunuzla bırakıp terk ediyor. Bu da yetmiyor, kirayı karşılayamadığınız için evinizden olup, çocuğunuzla yeraltı treni istasyonlarında, tuvaletlerde yatmak zorunda kalıyorsunuz. Ayrıca iyi bir borsacı olabilmek için ücret almadan stajyer konumunda çalışıyorsunuz. Bütün bu çilelerin ardından milyoner olabilmek kimin aklına gelirdi ki? Chris Gardner’ın çevresindeki insanların da aklına gelmemiş ki, şu sözü oğluna söylemiş ben de sizinle paylaşayım : “Birinin sana bir şey yapamazsın demesine izin verme. Hatta benim bile. Bir hayalin varsa onu koruman gerek. İnsanlar bir şey yapamaz ve senin de yapamayacağını söylerler. Bir hayalin varsa onu zorla al.” Aslında Chris Gardner’ın bu sözü her şeyi özetler niteliktedir. İnsanoğlu çevresindeki kişilerden, olan bitenlerden mutlaka ister istemez etkilenir. Maalesef ki, tecrübelerime dayanarak konuşuyorum, pozitiften çok negatife odaklandığımız gerçektir. Şu kesindir ki, etrafımızda bize her zaman destek veren insanların olacağı gibi hayallerimizi basit bulan, sürekli yapamazsın diyen ve hatta ideallerimizle alay eden kişiler de olacaktır. Kendimize olan inancımız ve bize inananlar, ideallerimize ulaşmamızdaki en büyük silahımızdır. Chris için de her zaman öyleydi. Oğlunun varlığı ve kendine olan inancı onun en büyük moral kaynağı idi. Hayallerimizi korumak ve onu zorla almak… Bence bunu yapmak en az hayalimize ulaşmak kadar zor bir iş. Çünkü herkesin bir hayali vardır elbet. Ancak çoğunun imkânsız olduğunu bahane ederek bunlardan vazgeçeriz. Aslında fedakârlıktan ve katlanmaktan korktuğumuz için vazgeçeriz. Çünkü umutsuzluğa kapılmak ve vazgeçmek en kolay olanıdır. Acıdır ama gerçektir. Hayat hiçbir zaman, istisnaları es geçiyorum, elde etmek istediklerimizi önümüze altın tepsilerle sunmayacaktır. Hatta ve hatta belki bize fırsat bile vermeyecektir. Yeter ki fırsatları yaratacak güce sahip olduğumuzu da aklımızın bir köşesine not edelim. İnsanoğlu bu yüzden canlıların en üstünü ve en gizemlisidir. Sahip olduğumuz güç bünyemize gizlice işlenmiştir. Bunu açığa çıkaranlar, umudunu yitirmeden savaşanlar, tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmışlardır. Bu insanlar birçok insanın yüreklerine dokunmayı başarmışlardır. Chris Gardner’ın hikâyesi de yüzlerce örnekten sadece bir tanesi. Hala şansımız varken, hayallerimiz diriyken neden biz de onları gerçekleştiremeyelim? Neden bizim adımız da tarihe geçmesin? Her zaman umut vardır. Umudunuzu hiçbir zaman kaybetmeyin. Size olmaz diyenlere asla kulak asmayın. Hepimiz değerliyiz ve hayallerimizi gerçekleştirebilecek güce sahibiz. Kendimize olan inancı ve umudumuzu hiçbir zaman kaybetmememiz dileğimle… “HİÇ” OLSAYDIN? “Hiçlik” kavramının basit bir tanımdan ibaret olmadığını öğrendiğimde, öğrenmekten ziyade ilk defa kavramın arka planını sorguladığımda on dört yaşındaydım, yani bundan yaklaşık altı sene öncesiydi. Eyüp’te dolaşırken kulağım bir vaaza takılmıştı. Vaazı veren kişi “Sonu tahmin edemeyeceğin kadar kötü bir sona rağmen yaşamayı mı yoksa bu sonla karşılaşmamak için hiç var olmamayı mı tercih edersin?” şeklinde bir soru sormuştu dinleyenlere. Sonrasında ise yaratılmanın çok büyük bir lütuf olduğundan, sonu ne olursa olsun -tahmin edebileceğiniz üzere seçeneklerimiz cennet ya da cehennem idi vaazı veren kişiye göre- bir hayat sürmenin her şeye değeceğinden bahsetmişti. Tam olarak o anda hiçlik duygusunun nasıl olabileceğini hayal etmeye çalışmıştım. Kısa bir düşünme ile hemen sonuca ulaşamamam ve kafada soru işaretlerinin çokça kalmasıyla, hiçliğin ciddiyetle sorgulanması ve düşünülmesi gerekilen bir mevzu olduğu anladım. Bu sefer işin ciddiyetini kavradıktan sonra insanlara aynı soruyu sormaya ben başladım. Kimilerine sadece bir defa, kimilerine ise farklı şartlar altında olmak üzere defalarca... Aldığım cevap bir iki istisna dışında “Evet, sonu ne olursa olsun var olmalıyım!” idi. Benim tercihim ise “Kötü bitme ihtimali varsa neden bu riske gireyim ki?” şeklindeydi ve hâlâ da öyle. Aldığım cevaplardan sonra insanların neden “hiçlik”e karşı olduklarını düşünmeye başladım. Sonunda fark ettim ki insanlar düşünemedikleri ya da hayal edemedikleri şeylerden korkuyorlar ve bu korkularına yenik düşme durumu da psikolojik olarak onları ters tarafa atıyordu. Sonrasında ise çoğunluğun sahip olduğu “hiçlik korkusu” hakkında düşünmeye başladım. Zweig’ın Satranç adlı eserini okurken oradaki “hiçlik” kavramından çok etkilendim açıkçası. Dr. B.’nin bulunduğu durum resmen yaşam içinde bir “hiç” olmaktı. Daha farklı bir deyişle: Varsın ama aslında yoksun. Fiziken ve ruhen var olup, kimsenin bunu bilmemesi ne kadar güç bir durum! Hayal etmesi benim için bile imkânsıza çok yakın! Durumu kendi üzerimde düşündüğümde diğer “hiçlik”ten korkmadığım derece, bu “hiçlik”ten o derece korktuğumu anladım. Hatta şunu iddia ediyorum, korkmayacak insan yoktur kesinlikle. Bir insana yaşamı tattırıp, sonrasında ise onu bir “hiç” olarak yaşamaya zorlamak, o kişiye yapılabilecek en kötü şeydir büyük ihtimalle. Kişinin kafayı yemesi, şizofrene bağlaması, defalarca intihara yeltenmesi -ki bence intihar o şartlardaki birisi için en büyük armağandır- kaçınılmazdır. Ne kadar azimli, iradeli ve inatçı olduğunun bir anlamı yoktur bu durumda! Her şeyin bir sınırı olduğu gibi, senin de pes etmeyi istediğin bir an elbette gelecek. Asla yeni bir şey öğrenemediğin, kendini geliştiremediğin, dışarıda var olduğunu bildiğin insanlarla iletişime geçemediğin bir durum, ne kadar da korkunç! Geçmişini bir, iki, üç hatta belki on defa yaşayacaksın fakat bir zaman sonra sıkılacaksın. “Yaşama” kavramını özlemeye başlayacaksın çünkü ruhun ve bedenin daha önceden tatmıştır bu hissi. Elinden emziği alınan ağlayan bir bebek misali, her şeyin hayatından bir daha geri verilmemek üzere alınacak. Bebeklerin ağlamak için dermanları kalmadıktan sonra uyumasına benzer şekilde sen de artık ağlayamayacaksın çünkü gözyaşlarını akıtacak hâlin kalmamıştır. Herkes gibi “uyku”yu istemen en doğal hakkındır, değil mi? Aslında açıkça söylemek gerekirse o şartlar altında olan birisini fiziken gözlemlemek, onun psikolojik analizini yapmak isterim. En azından bu konu hakkında yapılan deneylerin kasetlerini izlemekle ve sonuçlarını okumakla da yetinebilirim şimdilik. Keşke bu uğurda kendini benim için feda edebilecek bir deneğim olsa ya da olabilse. Enes KAVAK Sıradanlık Döngüleri Herkesin hayatında bir düzeni vardır. Her gün evine, yurduna belirli vakitlerde gider, okulda her hafta aynı dersleri görür, ya da mesleğinde hep aynı işlerle meşgul olur. öyle ki artık hayatımız belirli olaylar çerçevesinde ilerlemeye devam eder. Hepimiz alışmışızdır bu şekilde yaşamaya. Hadi bir kafamızı kaldırıp bakalım dünyada neler oluyor. Sokak arkalarında işlenen cinayetler, ülke başkanlarının politikayı ya da ekonomiyi sarsacak sözleri, yakında evlenecek çiftlerin mutluluğu, aşkı için yıllarca beklemiş sevdalıların buluşma anları ve benzeri birçok ‘önemli’ olaylar görürüz hep. Bazıları için önemlidir bu olaylar ama çoğumuz için değil. Biz bu olaylara da alışmışızdır artık. Her gün haberlerde görebileceğimiz sıradan olaylardır onlar bizim için. Artık sıradanlaşma döngülerinin içine girmişizdir. Her gün aynı işi yap, aynı yollardan eve git, hayatının monotonlaştığını fark et, kafanı kaldırıp birilerinin kendilerine göre önemli anlarını gör, monoton hayatına geri dön, aynı şeyler yıllarca tekrarla, bunlar da senin için sıradanlaşınca hayatına renk katmak için iş değiştirip veya farklı etkinlikler yapıp yeniden sıradanlaşacak olan hayatına dön... Her ne kadar kurtulmaya çalışsak da bu sıradanlaşma döngülerinden kurtulamıyoruz. Bu fizik kurallarıyla sınırlandırılmış dünyada hayatımız renklendirecek olan molalarımız bile bir süre sonra sıradanlaşmış oluyor. Kısacası sıradanlığa boğuluyoruz bu dünyada. Kimimiz farkında olmadan boğulup derinlere giderken, kimimiz çırpınırken yüzmeyi öğrenir, üstüne çıkar bu sıradanlık denizinin. Denizin tamamını görürüz o zaman. Görürüz boğulanları. Bazen elinden tutup yüzeye çeker bazen sessizce izleriz gidişatlarını. Yüzeyde kaldıkça, yukarıdan bakmaya alışırız sıradanlık döngülerinin denizine. Artık her şeyini bildiğimizi sanırız. Basit gelir bize hayat. Olaylar serisinde bir sonraki olayı merak ettiğimizde, o kısma yüzer bakarız onun sıradanlık döngüsüne. Suyun altı bulanıktır tabii. Keskin göz gerekir olayların döngüsünü görmek için. Suyun altına dalarız daha iyi görebilmek için. Ne de olsa yüzme biliyoruz, yüzeye çıkmak kolay. Bunu hep yaparız biz ‘denizin yüzeyinde olanlar’. Oraya git, derinlere dal, yüzeye çık, aynı şeyleri tekrarla… İşte her sıradanlığa bakan, gören ve inceleyen bizler, öyle bir zaman gelir de anlarız ki uçsuz bucaksız sıradanlık döngüleri denizinin üstünde kocaman bir gökyüzü var. O gökyüzüne yakından baktığımızda görürüz ki o gökyüzü de aslında kocaman bir döngü. İşte o zaman anladım. Her ne kadar sıradanlaşma döngülerinden kurtulamayacağımı bilsem de yüzmeyi bilen biri olarak diğerlerinden farklı olduğumu zanneden ben, bu dünyaya dışarısından bakanlar için sıradanlık atmosferinde uçmayı bilemeyenlerdendim. Aynı benim yüzemeyenleri ayırt etmediğim gibi onların da uçmayı bilemeyenleri ayırt etmeyeceğini düşündüm. Artık yüzmemin bir anlamı kalmamıştı. Uçmam gerekiyordu. Uçmanın sırrıysa uçabilenlerin olduğunu fark etmekti. Uçabildiğimi de anlamış oldum. Bir nevi, bu dünyayı deniziyle, atmosferiyle, tümüyle sıradanlığını fark eden ben; farklı dünyaları görebilmek arzusuyla uçabilme hakkı kazanmıştım. Uçabilenlerin dünyasıysa bambaşka bir yerdi. Kocaman evreni gördüm sıradanlık atmosferinden çıkınca. Uçabilen bir çok insan vardı. Bazıları koca koca dünyalar oluşturuyor, bazılarıysa o dünyalara giriyor, dolaşıyor ve çıkıyordu. Yüzüp dalıp çıkmaya benzemiyordu bu. Her dünyanın atmosferi, denizi bambaşkaydı. Bazı devasa dünyalar vardı dikkatimi çeken. Üzerinde J.R.R. Tolkein yazıyordu. Oluşturan adamın ismiydi heralde. Girdim, denizinde yüzdüm, atmosferini soludum. Ordan çıktım ve başka bir dünya gördüm. Onun üzerindeyse J.K. Rowling yazıyordu. Ona da girdim, çıktım. Sürekli farklı dünyalara giriyor ve çıkıyordum. Yine fark ettim. Her ne kadar farklı dünyalara girsem de yaptığım şey aynıydı: Oraya git, gir çık, tekrar git… minyonlarca kişinin yaptığı gibi… Artık bu olayda normal bir şeydi. Sıradanlaşmıştı. Bu da bir sıradanlık döngüsüydü. Bu döngüyse benim dünyamdaydı. Tolkein’inki gibi devasa değil, küçük bir atmosferi olan; yaşadığımız dünyadaki gibi uçsuz bucaksız denize değil, küçük bir su birikintisine sahip size sunduğum küçük bir dünyaydı. Osman Orhan Uysal 21602784 HALA  BUGÜN                                                                                                            kaynak: http://digitalresult.com/          Çabuk geçmesinden sürekli şikayet ettiğimiz zaman var ya hani, işte o "zaman"  akmasaydı ne olurdu? Biz daha fark etmeden ellerimizden su gibi kayıp gitmese, puslu bir  gecenin ardından yeni bir günün güneşiyle uyanmasak nasıl olurdu? Bu düşünce kulağımda  hemen o tik tak seslerinin yankılanmasına sebep oldu. Sabırsızca bekleyen parmakların  masada oluşturduğu tıkırtılar ve saatin o hareket etmek bilmeyen yelkovanına kitlenmiş bir  çift göz belirdi aklımda. Saniyeler ilerliyor, ilerliyor ama sonunda hiçbir yere varmadan başa  sarıyor yeniden, hiçbir şey olmamış gibi sanki.         Şimdi zamanı bir 8­10 yıl geri saralım. Henüz kestirmediği siyah uzun saçları olan, biraz  huysuz ve inatçı, abisiyle oyun oynamaya bayılan, öğretmeninin fazlaca verdiği ödevleri hiç  mi hiç sevmeyen küçük bir kız... Vaktini çizgi film ve bilgisayar oyunlarıyla geçiriyor genelde,  ileride bunların yanına film, dizi ve çizimin de ekleneceğinden habersizce. O zamanlar  istediğim şey de bundan pek farklı değildi aslında. Hep küçük kalayım, zaman aynı günde  donup kalsın isterdim. (Ama tatil gününde kalsın ki okul olmasın.) Çünkü büyüyünce her  şeyin yine eskisi gibi olmayacağı ihtimalinden korkardım. Hala da öyle sayılır. Gelecekten  korkuyordum yani.  İşte “​Edge of Tomorrow​” filmini izlediğimde, aklımın bir köşesinde  tozlanıp unutulmuş  olan bu duygu yeniden hayat bulmuş oldu. Birazcık daha farklı tabii.  Aynı zaman parçasında tıkılı kalmak, defalarca aynı günü yaşamak ve bunun farkında olan  kişinin bir tek senden başkası olmaması… Aslında önce eline çok iyi bir fırsat gelivermiş gibi  oluyor insanın. Bonus zaman paketi gibi bir şey çünkü: Dünyada hiç kimsenin elinde  tutamadığı o zaman parçası tamamen senin avuçlarının içinde ve sonsuz nicelikte. İstediğin  gibi harcayabilirsin yani. Düşünüyorum da, ben muhtemelen bu ekstra zamanı yeni bir şeyler  öğrenmeye harcardım. Mesela yeni bir müzik aleti çalmayı veya farklı bir dilde konuşmayı  öğrenmek, daha iyi resim çizebilmek… Yani bu ayrıcalığı kendimi geliştirmek için  kullanırdım. Çünkü her zaman, her şeyin daha iyisini yapabilmeyi isterim. Sanırım, pek iyi bir  şey olmasa da, mükemmeliyetçiyim biraz. (Birazcık sadece) Zaten küçükken de vardı bende, yazımı beğenmeyince silip düzeltirdim defalarca. Şu an saçma geliyor tabii. Hala öyle  olduğumu sanmayın sakın. Şimdiki belirtiler sadece bir çizimin üstünde saatlerce uğraşmak  gibi şeylerden ibaret. Veya bu yazı için uğraşmam gibi.        Neyse, geçelim bunları. Çünkü bir sorun var, ve bu faydalar onun yanında bir hiç. Sorun;  bu yaşanılan zaman aralığındaki olayların sürekli tekrarlanması, yani bizim davranışlarımız  haricinde her şey sürekli aynı. Aslında ilk bakışta kötü görünmeyebilir. Bir düşünsenize aynı  günü birkaç kere yaşadıktan sonra bir anda kahin oluverirsiniz. (Arkadaşınızın elindeki az  kalsın üzerinize dökülecek sıcak kahveden ve mal olacağı onca zahmetten  bir çırpıda  kurtulmak, yoldaki küçük çocuğun kaldırıma takılıp düşmesine engel olmak, kaldırımda  durup sevdiğiniz kedinin size attığı pati yüzünden bir daha aynı hatayı tekrarlamamak vb.  gibi.) Ama bu rolün verdiği memnuniyetin pek uzun süreceğini sanmıyorum. Çünkü ben,  bunların farkında olan tek kişi olduğum için elimden geldiğince kötü olayları da engellemeye  çalışırdım. Ve engelleyemediğim kayıplar beni çılgına dönüştürürdü. Tüm sorumluluklar  benim omuzlarımın üstünde. Tekrar tekrar aynı şey, ve sonucunda yine bir kayıp…          Ama bence en büyük sorun yaşadıklarımızı hatırlayan kişinin sadece kendimiz oluşu.  Anılar çok önemlidir benim için. Çünkü bizi “şimdiki biz” yapan onlardır. Her birinin bir katkısı  vardır benliğimize. Ve bu yaşantıların unutulması düşünülemez bile, bir tanıdığımızın bizi  unutması da…  Yazıma filmi biraz aksiyon ve bilim­kurgu seven herkese tavsiye ederek son  vereyim. Gerçekten etkileyici.                                                                                                                      Seren Sonlu Mürsel Başpınar HAYALLERE YELKEN AÇMAK Hayat bir gemiye benzer. Bazen limanda bekler yeni bir seyahat için, kimi zaman ise denizin tam ortasındadır. Ancak yolculuk hiç bitmez, her liman yeni bir yolculuğun başlangıcıdır. Hayatlar da öyledir, bir limandan diğerine yolculukla geçer. Bu yolculukta fırtınayla karşılaşılan zamanlar da olur, sütliman denizde sakince yol alınan da. Ancak ne olursa olsun yol almaktan vazgeçildiği an umutsuzluğun ve dibe çöküşün de kabullenildiği andır. Nasıl ki geminin parçaları ve tayfası yol almasını sağlıyorsa insanın yolculuğunu devam ettirmesini sağlayan da umududur. O olmazsa en küçük fırtınada gemi yan yatar ve su almaya başlar. Bundan sonra sonunu tahmin etmek ise pek zor değil. Hayaller ve hedefler ise limanlar gibidir, geminin dümeninin nereye döneceğini belirlerler. Dümeni farklı ve bilinmeye kırma cesareti olan kaptanlar çoğunlukla diğerlerinin “yapamazsın” telkinleriyle karşı karşıya kalırlar. Yeni limanlara yelken açan hiçbir kimse yoktur ki bu tarz bir tutumla karşılaşmamış olsun. Küçükken benim de bir hayalim vardı. Büyük şirketleri satın alıp çok zengin olmak ve insanlara yardım etmek, en azından açlıktan ölmelerini engellemek istiyordum. Bu hayalimi liseye kadar taşıdım ve birkaç yakın arkadaşımla paylaştım. Onlar sıraladığım bazı büyük şirketleri duyduktan sonra benimle dalga geçtiler. Aslında dalga geçmelerini çok fazla yadırgamadım çünkü o zamanlar oldukça tembeldim ve böyle bir hayal çalışmadan gerçekleştirilemezdi. Birkaç yıl sonra hayata bakışımı derinden değiştiren bir film izledim. Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlama olan “Umudunu Kaybetme” adlı bu film bana inanç kelimesini tekrar sorgulattı. Hayallerime daha sıkı bağlanmam ve onlar için mücadele etmem gerektiğini bir kez daha anladım. Çünkü küçük fırtınalarda yıkılmamalı insan ve bunun için mücadele etmeli. Filmde Christopher Gardener’ın babasına anlattığı bir hikaye var: “Bir gün adamın biri denizde boğuluyormuş. Bir tekne gelip “Yardıma ihtiyacın var mı?” diye sormuş. Adam “Hayır, teşekkürler. Tanrı beni kurtarır.” demiş. Sonra bir tekne daha gelmiş ve yardım teklif etmiş. Adam aynı şekilde cevap vermiş. Adam boğulmuş ve cennete gitmiş. Sonra “Tanrı beni neden kurtarmadın.” demiş. Tanrı şöyle demiş: “Sana iki büyük tekne gönderdim aptal!” Mucizeler beklemek yerine elimizdeki fırsatları değerlendirmeli ve amaçlarımızı gerçekleştirmek için çaba sarfetmeliyiz. Çünkü hiçbir hayalin kendiliğinden gerçekleşeceği yok ve hayalleri gerçekleştirmek için azim, kararlılık ve bir parça da umut gerekli. Ben de sonraları fark ettim ki aslında hayallerimi gerçekleştirmek için fırsatım var ve şartlarım Chris’ten çok daha iyi. Onun azminin birazına sahip olduktan sonra hayallerimi gerçekleştiremem için hiçbir sebep yok. Sonraları üniversite sınavına iyi bir şekilde hazırlandım. Tercih zamanı geldiğinde ise biraz kararsızlık yaşadım. Ailem tıp okumamı istiyordu ancak bu durumda hayallerimi zora sokacağımı düşündüm ve tercihimi bu yönde yapmaktan vazgeçtim. Risk almaya karar verdim ve endüstri mühendisliğini seçtim. Bundan sonra yapmam gereken ise aslında oldukça açık: elimden gelenin en iyisini yapmak ve sınırlarımı zorlamak. Bunu yaparken de kimsenin beni umutsuzluğa düşürmesine izin vermeyeceğim çünkü biliyorum ki umudum var olduğu sürece benim gemim her zaman yeni limanlar için yol alacak ve hiçbir fırtına onu batıramayacak. Sözlerimi bir babanın küçük oğluna ve aslında tüm dünyaya haykırdığı bir öğütle bitiriyorum. “Birinin sana bir şeyi yapamazsın demesine asla izin verme, hatta benim bile.Bir hayalin varsa onu koruman gerek. İnsanlar o şeyi yapamaz ve senin de yapamayacağını düşünür. Bir şey yapmak istiyorsan gidip onu zorla almalısın.” Yeni limanlara yelken açma cesareti göstermeniz dileğiyle... Kaynakça Muccino, Gabriele. Umudunu Kaybetme. 2006. Columbia Pictures. Film. Burcu DALGIÇ 21202354 TURK102-11 08.11.2014 Final Yazısı MEZARSIZ ÖLÜLER Tiyatro izlemeye pek vakit bulamayan bir insanım ama Jean Paul Sartre’nin yazdığı Mezarsız Ölüler isimli oyunu izlemek için fırsat yarattım. İsmi başlı başına ilgimi çeken oyunda, hayranı olduğum Erdal Beşikçioğlu’nun sadece yönetmen olarak değil aynı zamanda oyuncu olarak da bulunduğunu gördüğümde ise bu oyunu kaçırmamam gerektiğini anlamıştım. Oyun 1944 yılında Fransa’daki bir grup direnişçinin yakalanmalarını ve işkence edilerek sorgulanmalarını konu alıyor. Felsefi öğelerin bolca kullanıldığı oyunda, özgürlüğün tanımı ve varoluşun amacı da sık sık irdeleniyor. Tatbikat Sahnesi’nde sergilenen oyunu en önden izleme şansına sahip oldum. Küçük bir salon olduğu için sahneyle aramda çok az bir mesafe vardı. Sahne demişken dekordan da bahsetmek istiyorum çünkü her zaman ilk izlenimi dekor yaratır ve oyunun çok önemli bir parçası olduğu aşikârdır. Salona ilk girdiğiniz an da zaten ürpermeye başlıyorsunuz ve sahnelenecek oyunu daha büyük merak içinde bekliyorsunuz. Dekor öyle güzel kurulmuş ve öyle gerçekçiydi ki bir anda kendinizi farklı bir dünyada gibi hissediyorsunuz. Simsiyah bir mekânda olduğunuzu düşünün ve simsiyah sandalyelere kurulmuş oyunun başlamasını bekliyorsunuz. Yaratılan atmosferden dolayı zaten yeterince gerginleşmişsiniz ve bir anda o sesi duyuyorsunuz. Sürekli tekrar eden su damlacığı sesleri… Sesin nerden geldiğini anlamaya çalışırken bir yandan da sona ermesini diliyorsunuz. İzleyiciyi oyunun içine çekmek için yapılmış olan bu durum, ufak ayrıntıların önemini bir kez daha hatırlatıyor. Sahnenin ışıkları hafif açıldığında ise hiç beklemediğiniz bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Sahnenin tam ortasında morg duruyordu ve oyuncular onların içinden çıkıyordu. İzleyenlerin tüyleri ürperirken, karakterleri canlandıran kişilerin ciddi bir süre boyunca onların içinde beklediklerini aklınıza getirmemeye çalışıyorsunuz. Bana kalırsa, tek başına bu sahne oyunculara haklarını teslim etmek için yeterli bir sebep olabilir. Oyun başladığında da kısa süre içerisinde kendinizi teslim ediyorsunuz, karakterlerin yaşadıklarına ortak oluyorsunuz. Acılara, umutlara ve hatta işkencelere bile… Doğrunun ve yanlışın çatışmasına tanık olduğumuz Mezarsız Ölüler’de öyle bir an geliyor ki, doğrunun ve yanlışın ne olduğunu ayırt edemiyorsunuz çünkü karakterlerin bu değerleri sürekli değişim gösteriyor, adeta kendileriyle savaşıyorlar. Belki de taşıdıkları tek ortak nokta sahip oldukları ideolojileri olan karakterlerin bu uğurda yaptıklarına, vazgeçtiklerine ve pişmanlıklarına şahit oluyoruz. Her birinin özgürlük tanımı farklı ve bu yüzdendir ki özgürlüğe kavuşma ve varoluşlarına anlam katma yolları da apayrı. Onaylamayabilirsiniz diyeceğim ama açıkçası öyle bir seçeneğimiz olduğunu da pek düşünmüyorum çünkü oyunu izlerken yaşananların ciddiyetini algılayabiliyoruz. Bu duyguların bize geçmesinde oyuncuların payı yadsınamayacak düzeyde. Yukarıda da dediğim gibi dekor önemli ancak oyuncuların performanslarıyla birleştiğinde başarı kat ve kat artıyor. Karakterlerin kişilikleri, oyuncuların fiziksel özellikleriyle de uyum oluşturuyor. Sartre’nin eserini okurken kafanızda canlandırdığınız karakterlerin, Mezarsız Ölüler’de mükemmel biçimde vücut buluşlarına tanık oluyoruz. Erdal Beşikçioğlu’na ise ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sahneye girdiği andan itibaren, izleyenleri etkisi altına alıyor hem de ilk birkaç dakika hiç konuşmadan. Kendisi, direnişçilerin liderini canlandırıyor ve mimikleri, davranışları o kadar etkili ki sahnede büyüyor adeta, diğerleri için hissedilen acıma ve üzüntü duygularını onun için hissetmiyorsunuz. Oyunla ilgili değinmek istediğim bir diğer detay ise makyajlar. Oyunculara uygulanan, yara, morluk ve kan makyajları çok başarılı. En ufak ayrıntısına kadar düşünülmüş, özellikle kan efektleri muazzam. Daha önce oyunu izleyen arkadaşlarımdan birazcık sert bir oyun olduğunu duymuştum ancak ben öyle düşünmüyorum. Sahnelenen konunun gerektirdiği sertlik var sadece, bu sertlik fazla değil. Yine de, midesi hassas olan ya da kan tutan kişilerin rahatsızlık duyma ihtimali olduğunu söylemek gerek. Sonuç olarak Mezarsız Ölüler, vakit bulunduğunda gidilecek değil, gidebilmek için vakit yaratılacak, izleyenleri salona girdikleri ilk dakikadan itibaren her unsuruyla etkisi altına alan ve zamanın nasıl geçtiğini anlamayacağınız bir oyun olmuş. Murat SAĞLAM Yoksulluk İnsanı Yoksunlaştırır Beş parasızlık nedir? Hiç beş parasızlığı tattınız mı? Bu durumu tecrübe ettiniz ya da etmediniz, çevrenizde mutlaka görmüş olmanız gerekir. Varsayalım refah seviyesi yüksek bir ülkede yaşıyor olun ve gerçekten, ne kendi yaşantınızdan bu durumu tecrübe etmiş ne de bir başka bireyin durumundan beş parasızlığı gözlemlemiş olun... Siz hiç George Orwell’den “Paris ve Londra’da Beş Parasızlık” isimli romanı okudunuz mu? Amiyane bir tabirle “fakirlik” kavramını son zerresine kadar hissediyorsunuz. Bu roman elimdeyken hissettiklerimi başta tanımlayamadım. İlerledikçe belki de “yoksulluk” kavramıdır diye düşündüm ve sonra bu kavramın tanımına baktım; bir yerde dayanabileceğim bir referans noktası bulabilmek adına çabaladım. Bunun sebebi ise bence Orwell’in romanına farklı bir aroma katması. Temel ihtiyaçların günlük olarak karşılanamaması tanımı beni oldukça şaşırttı çünkü bence bu tanım tam da Orwell’in parmak bastığı nokta. Evet, aslında düşünüldüğünde bir romanın başlığı içeriğini yansıtır ve yansıtmalıdır. Ancak bir roman başlığının içeriği bu kadar ele verebileceği aklıma gelmezdi. Şaşkınlığımı bir kenara bırakıp anlatılan koyu “fakirlik” temasına odaklanınca bunca zamandır kendi hayatım için oldukça nankör yahut da kıymet bilmeyen tavır sergilediğimi gördüm. Bu gerçek yüzüme çarpınca kendime çekidüzen vermem gerektiğini düşündüm ve bende bu kadar sert ve kesin bir etki bırakabildiği için de Orwell’in anlatımının etkileyiciliği hakkında yazmak istedim. Siz de bana hak vereceksiniz ki hiç tanımadığınız insanlar üzerinde harften ve noktalamadan başka hiç bir şey kullanmadan etki bırakabilmek kolay bir iş değildir. Romanı elime ilk aldığımda “beş parasızlık” kavramını gördükten sonra bu eserde neden “sefalet” kavramı anlatıldı diye düşündüm. Bu konuda Orwell okuyucusunun kafasında soru işaretleri bırakmıyor ve kitabın daha en başında nedenini açıklıyor. Kendi hayat tecrübelerinin kaynağını aldığı sefaleti vurgulamak istediğini ve bence okuyucusunun da bu durumdan tecrübe edinip ibret alması gerektiğini vurguluyor. Romanda çok açık bir şekilde algılayabildiğiniz ibretlik olaylar sizde farkındalık yaratmak istiyor. Şayet bende bu farkındalığı yarattı. “...Yine de iyi bir adamdı, son lokmasını bile arkadaşlarıyla paylaşmaya hazırdı..” şeklinde belirttiği yoksulluk içinde savrulan karakter üzerinden benim tüylerimin diken diken olmasına yetti. Lise yıllarımda merak saldığım edebiyatı tecrübe etmek amacıyla şimdiye kadar okuduğum onlarca romanın, öykünün ya da şiirin üzerimde bıraktığı izlerden çok ayrı bir iz bıraktı benim için “Paris ve Londra’da Beş Parasız” isimli roman. Bunun sebebini kendime açıklarken bile zorlandığım doğru ancak şunu Murat SAĞLAM belirtmeliyim ki alışılmış çaresizliğin ne olduğunu öğrendim. İnsan zor ve sıkıntılı durumlara katlandıkça güçlenir mi yoksa tam tersine var olan durumun monotonlaşması sonucu diğer yeteneklerini kaybederek güçsüzleşir mi? Bu soruyu sorduktan sonra kitabın her satırını mantık süzgecimden geçirmeye çalıştım ve yapabildiğim kadarıyla şunu söyleyebilirim; alışmışlık sonucu insan, zor ve sıkıntılı durumlarda güçsüzleşir ki bence bu sonuç Orwell’in istediği sefalet- güçsüzlük arasındaki doğru orantılı ilişki bağlamında okuyucuya farkındalık kazandırır. George Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız” isimli romanında sanırım kendi yaşamında deneyimlediği olaylar üzerinden insan doğasındaki alışma güdüsünü ve bu güdünün bir insanın hayatını nasıl etkileyebileceğini yansıtmak istiyor. Sanırım kelimesini kullanıyorum çünkü roman anlatımından ötürü okuyucu yorumuna oldukça açık. Bence bir eserde yoruma açıklık demek yazarın okuyucusunu kendi hayatını irdelemeye itmesi demektir. Ben de bu ışıkta kendi yaşamımı irdeledim ve vardığım sonuç öncelikle yaşantımın kıymetini bilmek ve güçsüzleşmemeye çalışmak oldu. Bu kitabı kısa bir şekilde özetleyecek olsaydım büyük ihtimalle zor durumların insanı pişirebileceği gibi hamlaştırabileceği gerçeğini unutmamak gerek derdim. Kaynakça Orwell, G. (2015). Paris ve Londra'da Beş Parasız. İstanbul: Can Yayınları. · Berke Soysal Michael Jackson ve Çocukluğum 80’li yılların pop ikonu rahmetli Michael Jackson’la özdeşleşen “Moonwalk” dansının çoğu gibi benim de zaman zaman kendi kendime denemişliğim olmuştur. En basit yanıyla bir ayağımız yere kırk beş derecelik açıyla basarken yere basıp diğer ayağınızı kaydırıyorsunuz, ve diğer ayağınızla aynı eylemi yapıp bu hareketi sürdürüyorsunuz. Bu dans bende çocukluk anılarımı canlandırır,ne zaman yetenek yarışmalarında bir Michael Jackson dansçısı görsem aklıma yazlığımız gelir. Şimdiki sessiz ve sıkıcı dönemleri değil ama, benim çocukluğumdaki hareketli, şen şakrak dönemleri. Michael Jackson dansının popüler olduğu yazlar, herkesin bu hareketi kendi kendine denediği, kendi aramızda düzenlediğimiz partilerde arkadaşlarımız arasında şapkalı bir “Moonwalk” dansçının bu dansı başarılı bir şekilde yaparak en havalımız olduğu dönemler gelir hatırıma. O dönemler güzeldi, geleceğe dair kaygılarımız daha azdı. Daha az yarıştırılıyorduk, daha az deneniyorduk deneme sınavlarında. Daha çok güneş görüyorduk, hatta çatı sıcakta oyun oynadığımız için azar işitiyorduk kimi zaman. Daha mutluyduk, daha kalabalıktık. Sonu gelmeyen taso kapışmalarımız, dönüp duran “Beyblade” topaçlarımız vardı. Sahi ne oldu da yazlığımız o eski albenisini kaybetti bizler için, anlaması zor oldu benim için, ama geç de olsa fark ettim asıl sebebini. Yazlıkta değişen bir şey yoktu, yazlık eski yazlıktı, deniz hâla oradaydı keza havuz da, en efsane maçların döndüğü çimlik alan da. Değişen şey bizdik, kaybettiğimiz ise çocukluğumuzdu. Artık hepimiz büyümüşlüğün illüzyonuna kapılıp kasıntı insanlar olmuştuk, eskisi gibi bir araya gelip çocukça eğlenemiyorduk. Artık birbirimizi kovalanarak eğlendiğimiz geceler olasılıklar dahilinde değildi. Hayata bakışımız değişmişti, kaygılarımız artmıştı, ve burnumuz havadaydı artık. Çocukluğumuzu devrettiğimiz küçük kardeşlerimiz bizim kaybettiğimiz o yazlık ruhunu hâla yaşıyorlardı ve farkında değillerdi bir gün onu kaybedeceklerinin. Çocukken o bir an önce büyümek isteyenlerden değildim, ben aksine büyümekten korkardım. Büyümeyi sevmemekten ve bir daha çocukluğa dönememek en büyük endişemdi. Şimdi baktığım zaman çocukluğuma hak vermiyor değilim. Zaman akıp giderken bir şeyler götürdü benden yavaş yavaş, ve hiç olmayı hayal etmediğim bir insana dönüştürdü. Çocukken kimsenin bana kazandıramayacağını düşündüğüm ön yargıların hepsini bir bir edindim. Muhatabım insanlar değil, onların bende uyandırdığı ön yargılardı artık, ve edindiğim ön yargıları değiştirmek insanları değiştirmekten bile zordu. Hayat benim için bir iç savaştan ibaretti artık, Herkes kötüydü, herkes kusurluydu gözümde, bense o kusurların birleşmiş haliydim, hepsinden beterdim. Evet, kendime karşı bile ön yargılı olmuştum artık. Michael Jackson dansının bende neler uyandırdığına geri dönecek olursam, fark ettim ki sadece çocukluk anıları değildi bende onun yaptığı çağrışım, aynı zamanda kendini beğenmişliği ve umursamazlığı simgeliyordu benim için. Şapkasını aşağı dikmiş bir o yana bir bu yana giden, bir Michael Jackson dansçısı bende her zaman antipati uyandırmıştır. Hele hele o elini pantolonun ön kısmını tutup kalçasını öne arkaya sallamaları! Bunun Jackson’un ben küçükken yeni çıkan, hem birileriyle dövüşüp bir yandan dans ettiği klibi olmalı. Jackson’ın kendinden emin bir şekilde insanları pataklayıp bir yandan umarsızca dansına devam etmesi beni bir hayli öfkelendirmişti. O dayak yiyen figüranların öcünü almak istemiştim için için. Ve o klipten beri, ne zaman Michael Jackson’ı veya bir taklitçisini görsem bu ön yargım harekete geçer, onun kibirli ve pislik herifin teki olduğunu düşündürür bana o dans motifleri. Michael Jackson, anıldığında seven sevmeyen herkesin kafasında bir şeyler canlandıracak kadar etkili bir ikondur ama maalesef bende oluşturduğu imge bu şekildedir. Televizyon yıldızları böyledir zaten, ekranlarda girdikleri rollerle hatırlanır öyle bilinir biz izleyiciler tarafından. Bu da yıldız olmanın bir cilvesi olsa gerek. Zamane Gençliği / Esra Aşık Cennetin Çocukları İran sinemasından izlediğim ilk filmdi. İran filmi olmasının yanı sıra oldukça durağan ve hareketsiz bir film olması da benim alışkın olmadığım bir tarzdı. Film boyunca anlatılan olay aslında Ali isimli çocuğun kız kardeşinin ayakkabısını kaybettikten sonra ona yeni bir ayakkabı bulması sürecinde yaşadıklarıydı ve film o kadar durağandı ki Ali’nin okula geç kalıp kalmaması, öğretmeninin ya da babasının kızıp kızmaması filmdeki en heyecan oluşturabilecek sahnelerdi. Ancak, filmin bu özelliği filmi izlerken herhangi bir olumsuzluk oluşturmadı; çünkü film, içindeki bu küçük ve önemsiz gözüken hareketlerle bir anlam kazandı benim gözümde. Gözüme çarpan ve beni asıl etkileyen nokta ise film boyunca gördüğüm küçük şeylerden mutlu olabilme ve gülümseyebilme erdemiydi. Bu konu o kadar bariz işlenmiş ki, bana göre, Cennetin Çocukları’nı izleyen birinin bu konunun farkına varmaması mümkün değildi. Küçük şeylerden mutlu olabilmek nedense herkesin gerçekleştiremediği bir davranış ve bu yüzden bir erdem olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken, iki küçük kardeşin hareketlerine verebildiğim kadar dikkatimi verdim çünkü hayatları yokluk içerisindeydi ve kayıplarını yenisini alarak halledebilecekleri bir duruma sahip değillerdi. Lakin, bu yokluklarına rağmen büyük bir mutsuzlukları yoktu ve Ali’nin, kardeşi Zehra’ya ayakkabısını kaybettiği haberini vermesinden sonra Zehra’ya yeni bir kalem vermesi, Zehra’ya kaybolan ayakkabısını unutturmuştu neredeyse. İlerleyen sahnelerden birinde, Ali başarılı öğrenci olmasından dolayı öğretmeninden ödül olarak bir kalem aldıktan sonra koşa koşa eve gider büyük bir mutluluk içerisindedir ve eve gider gitmez bu kalemi kardeşine hediye eder, Zehra’nın ne kadar mutlu olduğu anlatılamaz bile. Bu sahneler daha çokça devam ettirilip anlatılabilir ama ben bu sahneleri izlerken aslında zamane insanları olarak bu erdeme sahip olmaktan çok uzak bir noktada bulunduğumuzu fark ettim. Karşılaştığım her sahnede, içimde büyük bir acıma ve üzüntü hissettikten sonra ben olsam ne yapardım sorusunu sorarken buldum kendimi. Ben olsam o kaleme sevinmezdim ya da sevinsem de beş dakika sürmeyecek kadar kısa olurdu herhalde diye düşünmekteyim. Çünkü mutsuz olmak için büyük bir sebep vardı bana göre ve ne ayakkabı ne de alacak para vardı aynı zamanda. Aslında bu zamanda bizim sahip olduğumuz tek şeyin, olumsuz küçük şeyleri büyüttükçe büyütmek ve olumlu küçük şeyleri de neredeyse es geçmek olduğunu anlamamı sağladı bu iki kardeş. İçinde bulunduğumuz bolluk ve imkanlar, mutluluk kaynağı olabilecek olayları küçümsememize neden oldu esasında. Belki de jenerasyonlar arasındaki büyük farklılık ve anlaşmazlık da bu bolluğun bizde oluşturduğu davranışlardan kaynaklanıyor. Bize göre bir kalem mutsuzluk anında nedir ki hiç önemi yoktur ama büyüklerimiz eski zamanlarda yokluk nedir bildikleri için bizden çok farklı düşünmektedirler bence. Sonuç olarak, zamane gençleri denilmesi bizim hoşumuza gitmez esasında ama biz zamane gençleri aslında çok ortak özelliğe sahibiz ve belki de bu yüzden bu kadar işitiyoruz onu diğer insanlardan. Bolluk içindeki hayatlarımız, küçük şeylerden mutlu olma erdemine ulaşamamız, olumsuz şeyleri devasa bir halde ve halledilemeyecekmiş gibi görmemiz, en ufak kötü durumda bile dünya başımıza yıkılmış gibi davranmamız bu ortak özelliklerden sadece birkaçı. Ve bir tavsiye olarak söylemek istediğim, Cennetin Çocukları, izlenildiği zaman içimizde bir yerde titremeye neden olacak, bize yeni şeyler katabilecek ve bizim, hali hazırda hayatımızda bulunup da farkında olmadığımız güzellikleri fark etmemizi sağlayabilecek bir film olduğu için filmin izlenilmesi gerektiğini düşünüyorum. İSTANBUL’UN SİHRİ Bir kere İstanbul’a adım attıktan sonra insan neden bir daha bırakıp gidemez burayı? İnsanları bu kadar cezbeden ne? Kendim de bir İstanbullu olarak buna cevap vermenin ne kadar zor olduğunu söylemeliyim. Şu an Ankara’da oturuyorum ve ne zaman birine İstanbul’dan geldim desem suratıma sen deli misin ifadesiyle bakıyorlar. Çünkü İstanbul öyle bir şehir ki hiç oraya gitmemiş olanları bile fethedecek güzelliklere sahip ve orayı terk etmek onlara göre delilikten başka hiçbir şey değil. Eğer İstanbul’da doğup büyüyen birisiyseniz, İstanbul’un birçok köşesinde anılarınız var demektir. Mesela büyüdüğünüz, top peşinde koştuğunuz sokak ya da ilk âşık olduğunuz yer. Her bir köşede farklı anlamlar yüklüdür sizin için. Yani herkes için unutulmaz hatıralara ev sahipliği yapan kenttir İstanbul… İyi veya kötü, önemli olan İstanbul’da yaşamış olmanızdır hatıraları ölümsüz kılan. İstanbul’un üç yüz bin yıllık tarihi ve her geçen gün artan on dört milyon kişilik nüfusuyla, dünyanın her bir yerinde kendinden bahsettirmeyi başarıyor. İnsanı, tarihi, manzaraları ve daha birçok şeyiyle ayrı bir dünyadır İstanbul. Her insanda ayrı anlamlara sahiptir. Sırf İstanbul’un kokusunu içine çekebilmek için binlerce insana kilometrelerce yol aldıran şehirdir burası. Evet, insanlar o kadar sevip, o kadar kendilerinden parçalar buluyorlar ki, kilometrelerce yolu göz kırpmaksızın gidip geliyorlar, günübirlik bile olsa. Bu da demek oluyor ki, İstanbul sadece senin benim değil, herkesin, kendini oraya ait hissedenlerin şehri. “Dünyaya bir kez bakmak zorundaysan sadece İstanbul’a bak!” diyerekmuhteşem bir şehir olan ve hiçbir ayrım yapmadan her türlü insanı barındıran İstanbul’u, en güzel betimleyenlerden biri Alphonse de Lamartine. Bu sözcüklerde aslında İstanbul’un nasıl farklı kültürlerle harmanlanıp, yıllarca ayakta durabildiğini görebiliriz. Çeşitliliklere rağmen ayakta durabilmesi, İstanbul’un İstanbul olabilmesinin başlıca nedenidir. Farklılıklar her zaman sorunları doğurmuştur ama bunun üstesinden bir şekilde gelmeyi başarabilmiştir İstanbul; doğasıyla, insanıyla, tarihiyle. Bu yüzden 100 yıllık bir çınar ağacına benzetmek hiç de yanlış olmaz hiç şüphesiz. Kökleri öylesine sağlam ki, hiçbir güç koparmaya yetmemiştir. Hâlbuki ne savaşlar, ne olaylar geçmiştir başından bu güzelim şehrin. Gel gelelim bu muazzam şehrin insanlarına yaşattıklarına. Zaten bu şehirde doğmuşsan herkesten önde başlamışsındır bu hayata. Neden mi? Çünkü İstanbulkalabalığı, insanları ve havasıyla yani kısacası her şeyiyle seni diğerlerinden farklı kılar. Mesela,her zaman anlatacak bir anın olur hayatın boyunca. Ya da “Ben İstanbul’da yaşadım.”demek bile gurur duymamıza sebep olur en basitinden.Buket Baydar da İstanbul’a Çapkın Bakış adlı kitabıyla, bu durumdan ne kadar gurur duymuş olsa gerek ki, bunu kelimelere dökmek istemiş ve farklı gözlerden, farklı hayatlardan yansıtmış bizlere İstanbullu olmayı. “İstanbul’da değil, İstanbul’u yaşıyorum.”(Baydar, ön kapak) diyerekten de ayrı bir boyut kazandırmış bu sevgiye diyebiliriz. Günde binlerce olaya şahitlik ediyor İstanbul hiç şüphesiz. Bir sabah bir köşesinde âşıkların kavuşmasına sebep olurken, aynı köşede o akşam bir ayrılığa tanıklık ediyor. Sokaklarında top koşturan çocukların dizlerini kanatıyor. Bir diğerinin ölümüne sebep olurken, diğeri de hayat buluyor, İstanbul’da gözlerini açıyor yeni yaşamına. Ya da iki kişinin tek kişi olmasına sebep oluyor. Bu görevi bir nevi Galata Kulesi yapıyor diyebiliriz. Çünkü bir rivayete göre Galata’ya kimle çıkarsan, ileride o kişiyle evlenirmişsin. Bu da İstanbul’un bizlere bir sürprizi işte. Ve bu sadece bir tanesi. İstanbul’un her bir köşesinde ne gizemler, ne sırlar saklıdır kim bilir. Ey İstanbul, sen ne muazzam bir şehirsin ki insanları gözleri kör olurcasına âşık ettiriyorsun kendine. Toprağına bir adım atanın, geldiği yere geri dönmemesine sebep oluyorsun. Nedir sendeki bu şey? Masmavi denizin mi yoksa o güzel boğaz manzaran mı? Ya da bir anne gibi herkese kucak açman mı? Hiçbir zaman cevap bulamadığımız bu sorulara, ilerleyen zamanlarda da cevap bulmamız kolay gözükmüyor gibi. Ama olsun, biz İstanbul’un güzelliğinde her bir saniyemizi unutulmaz bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Asıl önemli olan da bu zaten. İstanbul’u yarınımız yok gibi yaşamak; onun muazzamlığının farkına varmak ve değerini bilmek için en iyi yol. Ve size en iyi tavsiyem, İstanbul’u en son noktasına kadar yaşayın, havasını ciğerlerinize iyice soluyun. Kısacası, İstanbul’un sihrine kapılın ve sizi nereye götürmek isterse onunla gidin. Merve Tuğçe Aysan Kaynakça: Baydar, Buket. İstanbul’a Çapkın Bakış. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2016. Şiir ve İ(cid:374)sa(cid:374) Ol(cid:373)ak Türkiye’de ve Türkçe’de şiir çok ö(cid:374)e(cid:373)li (cid:271)ir yere sahip olagel(cid:373)iştir. Şiir (cid:271)u yö(cid:374)üyle yaşadığı topraklarla ola(cid:374) (cid:271)ağı(cid:374)ı hiç kopar(cid:373)aya(cid:374) (cid:271)e(cid:374)de de (cid:271)üyük etkiler (cid:271)ırak(cid:373)ıştır. Bir (cid:271)ireyi olarak içi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)duğu(cid:373) toplu(cid:373)la ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tı(cid:373)ı her zaman güçlü tut(cid:373)aya çalış(cid:373)ışı(cid:373)dır. Ba(cid:374)a göre şiire sadık toplu(cid:373)lar her za(cid:373)a(cid:374) (cid:373)a(cid:374)evi olgu(cid:374)luğa eriş(cid:373)işlerdir. Refik Er(cid:271)aş ta(cid:373) elli yıldır Türk şiiri(cid:374)e dolayısıyla anlamda bir Türk (cid:373)a(cid:374)evi dü(cid:374)yası(cid:374)a çok ö(cid:374)e(cid:373)li katkılarda (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)uştur. İlk şiiri(cid:374)i (cid:1005)96(cid:1006) yılı(cid:374)da yayı(cid:373)la(cid:373)ış şair. Ve o gü(cid:374)de(cid:374) (cid:271)eri şiirle (cid:373)ü(cid:374)ase(cid:271)eti hiç kesil(cid:373)e(cid:373)iş. Şiirleri kro(cid:374)olojik olarak i(cid:374)(cid:272)ele(cid:374)diği(cid:374)de Türk i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) elli yıldaki duyuş ve a(cid:374)layış değişi(cid:373)i(cid:374)i so(cid:373)utlaştır(cid:373)akta. Türk toplu(cid:373)u(cid:374)u(cid:374) (cid:271)izatihi içi(cid:374)de yaşaya(cid:374) şair yaptığı izle(cid:373)eleri şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) (cid:862)ö(cid:374)e(cid:373)li i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:863) üzeri(cid:374)de(cid:374) yap(cid:373)akta. Bu a(cid:374)la(cid:373)da şair Türk toplu(cid:373)u ve Türk zihi(cid:374) dü(cid:374)yasıyla ola(cid:374) (cid:271)ağla(cid:374)tısı(cid:374)ı hiç(cid:271)ir za(cid:373)a(cid:374) kes(cid:373)ediği çok açık. Şair içi(cid:374)de yaşadığı toplu(cid:373)a (cid:271)aşka hiç ki(cid:373)se(cid:374)i(cid:374) gü(cid:272)ü(cid:374)ü(cid:374) yete(cid:373)eye(cid:272)eği şair kulla(cid:374)dığı dile ve dolayısıyla (cid:271)irlikte yaşadığı hizmetleri yerine getirir. Her i(cid:374)sa(cid:374)lara (cid:271)ir kıvraklık ve geliş(cid:373)işlik katar. ’(cid:374)i(cid:374) yokluğu(cid:374)da Türkçe’(cid:374)i(cid:374) Yunus Emre (cid:271)ugü(cid:374)kü geliş(cid:373)işliği(cid:374)e erişe(cid:373)eye(cid:272)eği çok açıktır. Yahut Yahya Ke(cid:373)al’i(cid:374) içi(cid:374)de ol(cid:373)adığı (cid:271)ir Türk tarihi yazıl(cid:373)ası i(cid:373)kâ(cid:374)sızdır. Çü(cid:374)kü o(cid:374)ları(cid:374) tarih sah(cid:374)esi(cid:374)de (cid:271)ulu(cid:374)(cid:373)a(cid:373)ası de(cid:373)ek (cid:374)eredeyse (cid:271)ütü(cid:374) toplu(cid:373)u(cid:374) duyuş dü(cid:374)yası oluştura(cid:374) (cid:272)ılız kal(cid:373)ası, ihtiyaçlara (cid:272)evap vere(cid:373)ez hale gel(cid:373)esi de(cid:373)ektir. Cılız, gelişe(cid:373)e(cid:373)iş (cid:271)ir dille güçlü (cid:271)ir (cid:373)illeti(cid:374) i(cid:374)şa edil(cid:373)esi (cid:373)ü(cid:373)kü(cid:374) değildir. Çü(cid:374)kü he m teknik hem toplumsal geliş(cid:373)e (cid:271)irtakı(cid:373) fikri ihtiyaçlara ge(cid:271)edir, (cid:271)u ihtiyaçlara lisa(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:373)ediği za(cid:373)a(cid:374) toplu(cid:373)u(cid:374) i(cid:374)kişafı dur(cid:373)ak zoru(cid:374)da kalır. Dil toplu(cid:373)u(cid:374) her (cid:373)a(cid:374)ada geliş(cid:373)esi(cid:374)e (cid:271)ir yol açar, geliş(cid:373)eleri teşvik ve hatta (cid:271)azı duru(cid:373)lara o(cid:374)lara iştir ak eder. Refik Er(cid:271)aş şiirleri dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) duygu dü(cid:374)yası(cid:374)ı (cid:271)izlere aç(cid:373)akta çok (cid:373)ahirdir. O(cid:374)u(cid:374) şiirleri(cid:374)de dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) ço(cid:272)uğu, yaşlısı, (cid:373)e(cid:373)uru, dola(cid:374)dırı(cid:272)ısı, ze(cid:374)gi(cid:374)i, fakiri, yö(cid:374)eti(cid:272)isi, yö(cid:374)etile(cid:374)i her kesi(cid:373)de(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374) ke(cid:374)dileri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir şeyler (cid:271)ula(cid:271)ile(cid:272)ek tir. Ma(cid:373)afih herha(cid:374)gi (cid:271)ir şiir okuyu(cid:272)usu(cid:374)u(cid:374) da dö(cid:374)e(cid:373)i(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374)ı(cid:374) zihi(cid:374) dü(cid:374)yası içi(cid:374)de heye(cid:272)a(cid:374)lı (cid:271)ir geziye çık(cid:373)ası işte(cid:374) (cid:271)ile değildir. Bir (cid:271)akarsı(cid:374)ız sekse(cid:374)lerde vapur hattı(cid:374)da si(cid:373)it sata(cid:374) yalı(cid:374)ayak, yoksul, ya(cid:271)a(cid:374)sı (cid:271)ir ço(cid:272)uksu(cid:374)uz (cid:271)ir (cid:271)akarsı(cid:374)ız işte(cid:374) çıkarıl(cid:373)ış (cid:271)eş ço(cid:272)uk (cid:271)a(cid:271)ası (cid:271)ir fa(cid:271)rika işçisi. Her türlü yoksulluğa rağ(cid:373)e(cid:374) hayata yüz çevir(cid:373)e(cid:373)iş, pes et(cid:373)e(cid:373)iş, hayata dair u(cid:373)utları ola(cid:374) kaygılı a(cid:373)a (cid:373)esut i(cid:374)sa(cid:374)lar… Şiirleri okurke(cid:374) kâh (cid:374)eşele(cid:374)ir kâh deri(cid:374)de(cid:374) (cid:271)ir (cid:373)elâl dalgası(cid:374)a kapılıp gidersi(cid:374)iz. İ(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) e(cid:374) deri(cid:374)de kal(cid:373)ış duyguları(cid:374)a sesle(cid:374)(cid:373)eyi (cid:271)aşarır usta şair. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ak hisset(cid:373)ekse eğer şairi(cid:374) eserleri(cid:374)de i(cid:374)sa(cid:374) olduğu(cid:374)uzu hatırlarsı(cid:374)ız. Refik Er(cid:271)aş’ı(cid:374) so(cid:374) şiir kita(cid:271)ı Bağışla Ziya(cid:374)ı(cid:373)ı’ yı okurke(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) yaşa(cid:373)ı(cid:374) o(cid:374)(cid:272)a ta(cid:374)ta(cid:374)ası içi(cid:374)de u(cid:374)uttuğu(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı ye(cid:374)ide(cid:374) hatırladı(cid:373). Şiirler derslerde(cid:374) sı(cid:374)avlara, sı(cid:374)avlarda(cid:374) ödevlere koşadururke(cid:374) kaçırdığı(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)lığı(cid:373)ı (cid:271)a(cid:374)a tekrar (cid:271)ahşetti. Hayatı kaçır(cid:373)ak i(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)ayı kaçır(cid:373)ak de(cid:373)ektir. İ(cid:374)sa(cid:374) ol(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı sez(cid:373)ek, hisset(cid:373)ek, duygula(cid:374)(cid:373)aktır. Dolayısıyla gü(cid:374)lük yaşa(cid:373)ı(cid:374) koşuştur(cid:373)a(cid:272)ası içerisi(cid:374)de duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü u(cid:374)uta(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) hayatı (cid:271)oşu (cid:271)oşu(cid:374)a yitip gidiyor de(cid:373)ektir. Za(cid:374)(cid:374)ı(cid:373)(cid:272)a so(cid:374) dö(cid:374)e(cid:373)lerde duygusal yetileri(cid:373)izi kay(cid:271)et(cid:373)e(cid:373)izi(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i i(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:373)izi(cid:374) zayıfla(cid:373)ası, o(cid:374)ları(cid:374) yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)ası. İ(cid:374)sa(cid:374) ilişkileri(cid:374)i(cid:374) yeri(cid:374)i (cid:373)aki(cid:374)eleri(cid:374) al(cid:373)asıyla i(cid:374)sa(cid:374) da ola(cid:374)(cid:272)a hızıyla (cid:373)aki(cid:374)eleşiyor, duygusal yö(cid:374)ü(cid:374)ü kay(cid:271)ediyor. Geride (cid:271)ıraktığıysa i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) içi(cid:374)de (cid:271)ir (cid:271)oşluk tat(cid:373)i(cid:374)sizlik hissi. O so(cid:374) dö(cid:374)e(cid:373)lerde herkeste(cid:374) duyduğu(cid:373)uz (cid:862)tat(cid:373)i(cid:374)sizlik(cid:863) i(cid:374) se(cid:271)e(cid:271)i i(cid:374)sa(cid:374)ları(cid:374) duyg usal yö(cid:374)leri(cid:374)i kay(cid:271)et(cid:373)esi, (cid:373)aki(cid:374)eleş(cid:373)esi. Bu yüzde(cid:374) (cid:271)e(cid:374) (cid:373)oder(cid:374) i(cid:374)sa(cid:374)ı(cid:374) soru(cid:374)ları(cid:374)a e(cid:374) iyi şiiri(cid:374) ve şiir oku(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) (cid:272)evap vere(cid:272)eği(cid:374)i düşü(cid:374)üyoru(cid:373). Refik Er(cid:271)aş şiirleri(cid:374)i(cid:374) (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) üzeri(cid:373)deki e(cid:374) (cid:271)üyük etkisi şiirleri oku(cid:373)a(cid:373) es(cid:374)ası(cid:374)da kay(cid:271)ettiği(cid:373)i u(cid:374)uttuğu(cid:373) ığı(cid:373)ı hatırlat(cid:373)ası oldu. Ve (cid:271)u hatırlayış hayatı(cid:373)da ye(cid:374)i (cid:271)ir sayfa aç(cid:373)a(cid:373)a vesile insanl ola(cid:272)ağa (cid:271)e(cid:374)ziyor. Meh(cid:373)et Halit Şiri(cid:374) Korkma, Çık Yola Hepimiz zaman zaman hissetmez miyiz içimizdeki o zor bastırılan kaçma hissini? Kimseyi umursamadan, herkesi ve her şeyi arkanda bırakıp gitmek duygusu hepimizi ele geçirmez mi hayallere daldığımızda? Çok çok uzaklara gidip kendimizle saatlerce, günlerce hatta ve hatta aylarca yalnız kalmak istemez miyiz? Bu yolculukta yeni insanlarla tanışmak, yeni kültürler, yeni hayatlar öğrenmenin, kendimize güzel şeyler katmanın hayallerini kurarız çoğu zaman. Sonra gözümüzü açarız ve bulunduğumuz yer ile hayallerimizin birbirinden çok uzak noktalar olduğunu fark ederiz. Tam da bu noktada ayrılır insanlar birbirlerinden; hayallerine sıkıca tutunup onların peşinden gidebilenler mutlu olurken bunu beceremeyenler sıkıcı hayatlarına devam edip çoğu zaman mutsuz olurlar ve hayal aleminde yaşamaya devam ederler. Her insan gibi benim de çocukken kuruduğum hayallerim vardı. Ama beni farklı kılan onlardan asla vazgeçmemiş olmam. Çocukken kurulan hayaller basittir ama kocamandır, benim de kocaman hayallerim var ve yıllar geçtikçe onlardan vazgeçmek yerine daha sıkı sarılıyorum onlara, hayallerimi küçültmek yerine daha da ulaşılamayacak hale getiriyorum ki ulaşabildiğimde daha çok tatmin olup daha çok haz alabileyim. Ve hayallerim içinde belki de en çok istediğim, en çok yapabileceğime inandığım hayalim dünyayı gezmek. Ama öyle her insanın en az bir kere düşündüğü, sıradanlaştırdığı gibi ‘Dünyayı gezmek istiyorum ya, hadi Amerika’ya gidelim gezmiş oluruz, orası çok güzelmiş.’ şeklinde değil. İstiyorum ki tek başıma gezeyim ya da gerçekten güvendiğim iki dostum ile gezelim gezilmedik hiçbir ülke, hiçbir şehir hatta hiçbir sokak bırakmayana kadar. Öyle bir hafta sadece bilindik şehirlere gidip geri dönmek gibi değil de ayaklarımız şişene kadar yürüyerek, yorgunluktan ayağa kalkmaya halimiz kalmayana kadar gezmek ve bundan zerre kadar pişman olmadan yola devam etmek gibi. Çünkü yollar ve insanlar herkese mutlaka bir şeyler katar. İyi ya da kötü, mutluluk ya da mutsuzluk dolu şeyler. Sevgi Saygı’nın ‘Gezgin’ adlı romanını belki de bu yüzden kendime çok yakın buldum ve hatta kendimi gördüm desem abartmış olmam sanırım. Kitaptaki karakterin yaşadıkları hayal ettiklerime o kadar çok benziyor ki, okurken kendimi fotoğrafladım sanki kitaba. Motosikletin üzerinde giderken uçuşan saçlarımı, nereye gittiğimi bilmeden yolu takip etmemi ve insanlarla konuşup edindiğim deneyimleri yaşayıp hissettim adeta okurken. Motosikletin artan kilometrelerini düşünüp kendimce çok mutlu oldum. Keşke yaşasaydım ben de benzerlerini dedim, dünyadaki her çeşit insanla tanışabilmek, yaşamlarına birkaç saatliğine ya da birkaç günlüğüne dahil olabilmek, hatta onlar gibi düşünmek istedim. O kadar kısıtlı zamanımız var ki yalnızca tek hayat sığdırabiliyoruz içine, kendi hayatımızı. Ama her insan o kadar farklı, her düşünce o kadar sıradışı ki, eğer kendi dünyamızdan sıyrılmayı başarabilip onlara biraz daha yakın olmayı başarabilirsek hayata bakış açımızı tamamen değiştirebiliriz ve birden fazla hayatlar sığdırabiliriz kısacık ömrümüze belkide. Tanışabileceğimiz kadar insanla tanışıp konuşmaktan yorulacağımız durumlara gelecek kadar muhabbet etmek gerek. Bazılarıyla tartışıp bazılarıyla çok iyi anlaşacağız. Belki de ruh ikizimizi bulup birlikte yepyeni maceralara atılacağız. Bazen aç, bazen evsiz kalacağız. Kimi zaman bir ekmekle yetinmek zorunda kalırken başka bir zaman tanıştığımız bir insan sayesinde en şık restoranlarda en güzel yemekleri yiyeceğiz. Kimi zaman yatacak bir yer bulamayıp uyku tulumumuzla çadırımızda kıvrılırken kimi zaman da yine tanıştığımız bir insan sayesinde havuzlu villalarda kalacağız. Bazen yol paramız bile olmayacak ama yollar o kadar güzel insanlarla dolu ki yolları oradan geçmese bile bizi gideceğimiz yere bırakbilirler hiçbir karşılık beklemeksizin. Önemli olan turist olup birkaç ülke gezdikten sonra eve dönmek değil benim için. Ben gezgin olup ülkeler, şehirler, sokaklar gezmeyi; bir gün zorluklarla boğuşurken ertesi gün rahatlık yaşamayı, gün içinde başıma ne geleceğini bilmemenin heyecanıyla yeni yerler keşfedip yeni insanlar tanımayı hiçbir şeye değişmem. Yolların bize ne getireceği hiçbir zaman belli olmaz. İlk ve en büyük adım ise zincirleri kırıp o yola çıkmaya cesaret edebilmek. Çok sevdiğim gezgin bir grubun sloganında da dediği gibi; ‘’YOL AÇIK, YOLA ÇIK.’’ Ecem İlgün  21502157  “Çocukluğuna Dönelim...”    Pier Pasolini’nin ünlü Sofokles  trajedisi ​Kral Oidipus’​tan uyarladığı ​Edipo  Re​’yi izleme şansı buldum. Pasolini filme  Freud’un Oidipus kompleksini  destekleyecek ögeler eklemiş​.  Deneyimleyecek ya da doğru mu  bulabilecek pek örneğim olmadı elimde  ancak, belki gerçekten de iddia edildiği gibi  sevdiğimiz insanlarda ebeveynlerimizi  bulduğumuz için seviyoruzdur.     Sadece ebeveyn olmak zorunda da değil bu. Üzerine düşündükçe hep belli bir insan  kitlesinin etrafımda olduğunu fark ediyorum. Adlar değişse de karakterler, aynı olmasa da,  birbirini andırıyor. Bana öyle geliyor ki, buradan mezun olup lisans üstü eğitim için bir başka  yere gittiğimde bu dünyanın hangi şehri olursa olsun yine benzer insanlar olacak etrafımda.  Yine bir tane genel kültürü yüksek ve belli başlı konularda özellikle tutkulu bilgili bir  arkadaşım olacak, yine etrafta espri yapan bir arkadaşım olacak, yine tanıdığım hemen tüm  erkekler bilgisayar oyunu oynuyor olacaklar.    Öyle çok basit bir nokta gibi gözükse de hemen hemen tüm arkadaşlarımın ortak  yanının, her ne kadar ben pek oynamıyor olsam da, bilgisayar oyunlarına düşkün olmuş  olması son zamanlarda daha bir ilgimi çekmeye başladı. Küçükken abimin ilgisini elde  etmeye çalışırdım deli gibi, o ise beni çoğu zaman görmezden gelirdi. Şimdi bakıyorum da  arkadaşlarımın hemen hepsi erkek ve ben abimin okuduğu bölümü okuyorum. Hem ben hem  de arkadaşlarım abimi andırıyorlar. Düşünmeye çalıştığımda bilgisayar oyunu oynamayan  bir erkek figürünü kafamda oturtamadığımı fark ettim. O kadar bariz o kadar alışkın olduğum  bir şey ki, bana bu konuda diğerlerinden ayrılan biri yokmuş gibi geliyor. Gerçekte bu  yaşlardaki erkeklerin ne kadar çoğunluğunun benim arkadaşlarım gibi oyun oynuyor  olduğunu öğrenmek için insanlara sormam gerekti. Çünkü ben belli ki arkadaşlarımı abime  benzer insanlardan seçiyorum.    Bir mantık çerçevesinde bakmaya çalıştığımda, bulmaya çalıştığım insanların daha  önce gördüğüm ve sevdiğim insanlar olması, ya da küçükken içimde ukde kalan bir şeyi  dolaylı olarak gerçekleştirmeye çalışmam arkadaş seçimlerimi açıklıyor. Daha önce  bulunduğum çevrelerde sevmediğim durumlar ve insanlardan kaçınmamın ön yargı  oluşturması gibi, olumlu deneyimler sonucunda da buna neden olacağını düşündüğüm  durumlar ve insanlara yöneliyorum. Buradan bir insanın daha sonraki hayatını çocukluğunun  belirleyebileceğine varıyorum ister istemez.    Bazen tam da istemediğimiz şeylerle karşı karşıya kalıyoruz ve bunun aslında  sorumlusu biziz, çünkü buna vardıracak olan seçimleri ısrarla tekrarlıyoruz. Küçükken ailesi  tarafından takdir edilmemiş bir çocuk büyüdüğünde kalkıp da yine kendisini hor görecek, başarılarını yok sayacak insanları sokuyor hayatına. Pohpohlanmış olan da benzer bir  şekilde ona böyle davranmaya devam edecek birini arayacak, bulamayıp da duvara  çarpmazsa. Demeye çalışıyorum ki, yetiştiğimiz ortam bizi şekillendiriyor. Bir sorunu  anlatmaya başladığımızda “Çocukluğuna dönelim.” diyen psikolog bunu boşuna demiyor.     Eğer bu doğruysa, gerçekten çocukluğumuzu arıyor ve aynı olayların defalarca nüks  etmesine neden olacak şekilde şekillendiriyorsak hayatımızı, ilk çocukluk dönemlerinde  yaşananlar bu denli etkiliyorsa bizi, ortada gerçekten bir haksızlık var. İnsanların o dönemde  ne seçme şansları ne kaçış hakları oluyor ellerinde. Düzgün bir çocukluk geçiren, hayata  ­kıskanılacak bir şekilde­ dağılmış ailenin çocuğundan önde başlıyor. Çünkü diğer çocuk bir  şekilde küçükken yaşadığı şeyleri telafi etmeye çalışıyor, bu yüzden de aynı duvara  defalarca toslayıp duruyor. Benim Edipo Re’den anladığım da hemen herkesin Oidipus gibi,  onun için hazırlanan sahnedeki olayları yaşadığı. Tabii ki olayların gidişatı üzerinde  kontrolümüz var ancak seçim hakkımız olduğunu düşündüğümüzde bile seçimlerimizi  çocukluk anılarımız etkiliyor olabilir. Bize rastlayan sorunların temeli gerçekten de  çocukluğumuzda olabilir. Kadir Can ÇELİK 21300841 / 37 BULANMAMANIN SAÇMALIĞI J.P.Sartre Hayatımı, varoluşçu felsefesini ve derin yazınını harmanlayıp onları ete kemiğe bürümüş olan 20. Yüzyılın başarılı yazarı, filozofu Sartre’ ı okumadan öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabilir, hatta hayatımda üzüldüğüm, sevindiğim, eleştirdiğim, eleştiremediğim her şeyi tekrar tekrar gözden geçirebilirim artık. Sartre’ın “Bulantı” romanı; insana sorgulamayı dahi sorgulatacak, iğrençten daha iğrencini bulabilmeyi öğretecek, bir jazz müziği ile özlemlerin ve mutlulukların aslında ne kadar yakınken bir anda anlamsızlaşabildiğini yüzüne vuracak, insanın bütün zayıf noktalarını bir tokat gibi okurun yüzüne indirebilecek, varoluşumuzun veya var olamayışımızın ne kadar mide bulandırıcı ve saçmanın tanımıyla yakın anlamlara sahip olduğunu içimize derin bir ukte olarak saplayacak nitelikte. Sartre, sorguladığı varlığı ve hiçliği anlatmak için diğer filozoflardan daha özgün bir yol seçmiş kendine ve başarılı filozofluğunun yanında sıradışı yazını onun derinliğine derinlik katmış. Sartre “Bulantı” romanında varoluşun anlamsızlığından duyduğu bulantıyı dile getirir ve aslında hayatındaki her şeyin nasıl anlamsız, saçma ve içi boşaltılmış ‘varolamayışlar’ olduğunun tasvirini yapmaya çalışır cümleleriyle. Bulantı romanının içi sürekli bulanan ana kahramanı Roquentin’in bulantıyla geçen günlerini, varlığa anlam yüklemeye olan çabasını, bir kaşık sevince umutla yaklaşmışken içini sarsan bulantıyla nasıl umudunu tekrar tekrar kaybedişini anlatmıştır. Roquentin; başından geçen olayları düzensiz olarak tuttuğu güncesine yazan, otellerde ve pansiyonlarda yaşayan, sevdiği kafelere, caddelere uğrayıp çevresindeki olayların, insanların ve tartışmaların içindeki bulantıyla nasıl anlamsızlaştığını cümle cümle kaydeden bir karakterdir. 1 Kadir Can ÇELİK 21300841 / 37 Requentin’in bulantıları bir olayla başlar ve bir süre sonra ardı arkası kesilmeyen bir hal alır. Her şeyin anlamsız gelmeye başladığı bir hayatın içinde bulur kendini. Varoluşuna, olayların akışına, hayata sürekli anlam yüklemeye çalışır fakat bulantısından doğan var oluşun anlamsızlığı hep onun düşüncelerinden baskındır. İçindeki bulantıyı hiç yenemez ve bu bulantılar esnasında defalarca Albert Camus’un da “Yabancı” romanında yaptığı gibi “saçma” kelimesinin tanımını yapar. Saçma olan; var olamayan veya anlamı yüklenmemiş varolamayışlardır Requentin’e göre. Bir şeylerin var olabilmesi için bir anlama sahip olması gerektiğini söyler ve bulantıları sonucu anlamsızlaşan her şeye ona saçmalığı hissettiren şeylere “varolamayışlar” der. Requentin ilk bulantısını bir sahil kenarında yürürken keşfeder. Sahilde gezinirken yassı taşları denizde sektiren küçük çocukları görür. Bu anı okurken Requentin’in monoton hayatı dışında küçük de olsa mutluluğa muhtaçlığından bir arayış içinde olduğunu ve anlam veremediği genel mutsuzluğuna yenik düştüğünü kolaylıkla anlayabilirsiniz. Denizde taş sektiren çocuklarla karşılaştığında onların taş sektirmek gibi küçük bir eylemden haz alışlarına ve gülüşmelerine hayran kalır. Onlar gibi mutlu olmak ister ve eğilip ıslak kumların arasından yassı bir taş alır. Taşın üzerine yapışan ıslak kumları hisseder ve taşı denize atmayı beceremeden yere atar. Sahildeki çocukların onun bu durumuna gülmesi, onunla alay etmesi de onu iyice derinden sarsar ve orayı terk eder. O taşın var oluşuna ve biraz önce yapmaktan vazgeçtiği eylemin anlamsızlığının onun mutsuzluğuna ve tanımladığı anlamsızlığına karşı koyamayacak kadar anlama sahip olmadığına karar verir. İçi bulanır ve bundan sonra başından geçen tüm olayların ve insanların anlamsızlığını fark etmiş oluşu onun sürekli bulantılara maruz kalmasına neden olur. O taşı sektirince iyi geleceğini çocuklar gibi şen olabileceğini düşünmüştü fakat öyle olmadı. Taş vardı ama bir anlamı yoktu. Anlamsızdı. İlk bulantıdan sonra hayatında onun “varoluşumsuzluğunu” tanımlayabileceği birçok olay yaşar ve “varoluşumsuzluğun” varlığını sürekli vurgular günlüklerinde. En başta sadece kendini anlamsız bulan bir adamın, her şeyi anlamsız bulmaya başlaması ve bundan dolayı içinde biriktirdiği sıkıntı ve bulantı yumağı onu her gün daha çok rahatsız eder. “Pipom altın suyuna bandırılmış gibi. Cıvıl cıvıl bir hali var. İnsanın gözünü alıyor. Ama bakmaya devam ederseniz altın renkli cila eriyip gider, bir odun parçası üzerindeki donuk izlerden başka bir şey kalmaz geriye. Her şey böyle, evet her şey, ellerim bile.” Bu paragrafta çevresini ve çevresindekileri nasıl gördüğünü diğer felsefi paragraflarından daha kolay anlayabilir, görebiliriz. 2 Kadir Can ÇELİK 21300841 / 37 Requentin’in günlüklerine dikkat ettiğimde onun mutlu olduğu sadece bir an bulabildim. Hayattan gerçekten zevk aldığı o an bir jazz müziği kadar kısa ve güzel. Uğradığı yerlerde sürekli aynı plağı çaldırır. “Some of these days” adlı parçayı dinler ve ona büyük bir zevkle eşlik eder. Bundan duyduğu mutlulukla bulantısından uzaklaştığı anlar olur. “Some of these days, You’ll miss me honey." Sürekli şarkısının sözlerine sayfalarda günlüklerde rastlayabilirsiniz. Bence sanatın güzelliğinin hayata anlam katan bir yanının olduğunu anlatmak istemiş Sartre Requentin’e bir jazz müziğiyle mutluluk dolu anlar yaşatarak. Ayrıca söyleyeceği kelimelerden, kuracağı cümlelerden çok korktuğu bir kadın vardır hayatında Requentin’in. Onun kendisini özlemeyişi ve sürekli aşağılar gibi davranması, ona sitem dolu sözler etmek isterken edememesi, onu bu plağa ve şarkının sözlerine sığınmaya itmiş olabilir. Yani özlemini duyduğu bir kadının kendisini özleyeceğine olan inancı ona huzursuzluğun yanında bir jazz müziği ile huzur vermiştir. “Ben ne büyükbaba, ne baba hatta ne de kocaydım. Oy vermiyordum. Ödediğim vergiler önemsizdi; seçmen ya da vergi ödeyen bir kimse olduğumu söyleyip övünemezdim. Yirmi yıllık baş eğmenin bir memura kazandırdığı saygı değerlik hakkım bile yoktu. Hayatım beni kaygılandırmaya başlamıştı. Yoksa sadece bir dış görünüş müydüm ben?” Bu cümleler ise kendi varlığından bile midesi bulanan bir varlığın kendini anlamsız bulmaya başladığı cümleler. Sartre, romanında felsefi ve edebi harmoniyi çok iyi yakalamış ve anlatmak, sorgulatmak istediği noktaları dikkatli okuyuculara bu kitapta edebi bir dille sunmuş. En başta söylediğim gibi Sartre’ı okuduktan sonra Sartre’dan öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırabilirsiniz hayatı. Bir Requentin olmamaya dikkat edin ki hayatın güzel yanlarını daha çok görebilesiniz. Fakat bir Requentin olmaya yakın durmak da bazen hüznü yenebilir, hayat kurtarabilir. Kadir Can ÇELİK 3 PAVLOV’UN KAFESİ “İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki?” (Otomatik Portakal, Stanley Kubrick,1971) Merhaba! Size bu yazımda daha geçen hafta bitirdiğim bir kitabın filmi hakkındaki düşüncelerimi sunacağım. Anthony Burgess'ın en iyi eserlerinden biri olan A Clockwork Orange, Türkçe çevirisiyle Otomatik Portakal, Alex adında bir gencin gözünden özgürlük ve baskı kavramlarını ele alıyor. Bireyin özgürlüğünün sınırını çizememesinden kaynaklanan sorunları ve aşırı baskı altında kalmasının sonuçlarını işleyen bu eser, dört gencin oluşturduğu bir çetenin art arda işledikleri suçlarla başlar. Çete, sadece kendilerini tatmin etmek adına bolca şiddete başvurur. İşledikleri suçlar artıkça düşünce ayrılıkları yavaş yavaş ortaya çıkar. Kim lider olacaktır? Suçların dozu artmalı mıdır? Alex’in kendini lider ilan ettiği grup, bir gün onu polislere ihbar eder ve hikâyemiz asıl ondan sonra başlar. Hapisten erken çıkma ümidiyle bir deneye katılan Alex, kendi seçimlerini yapamayan bir makineye dönüştürülür. Deney bittiğinde diğer bir deyişle özgürlüğüne kavuştuğunda ise aslında özgür olmadığını, tam aksine şiddetin her yanı sardığı bir kafesin içinde savunmasız bir halde mahsur kaldığını fark eder. Artık kendini koruyamayan, ne zaman şiddete başvursa kendini hasta hisseden bir makine olmuştur Alex. “O zaman uykuya sığınmama yol açan şey, korkunç ve yanlış bir histi kardeşlerim, vurmaktansa vurulmanın daha iyi olduğu hissi.” (Otomatik Portakal, Stanley Kubrick,1971) Otomatik Portakal’ın hikayesini de özetlediğimize göre artık Stanley Kubrick'in yönetmenliğini yaptığı filmini yorumlamaya geçebiliriz. Distopik bir dünyada geçmesinden midir yoksa Burgess’ın bir dilbilimci olarak hünerlerini göstermek istemesinden midir bilmem ancak filmde de aynı kitaptaki gibi alışılmadık jargonlar kullanılmış. Yaratılan kelimeler, çok ilginçtir ki esere ayrı, ürkünç bir hava katmaktadır. Düzen ve huzur olmayan bir toplumda yaşayan ve insanlara acı çektirmekten zevk alan bir grup gencin kullandığı dil de aynı davranışları gibi bizi rahatsız etmektedir. Romanın anlaşılmasını zorlaştıran Burgess’ın türettiği kelimelerle filmde de karşılaşınca elbet şaşırmadım; ancak, beni şaşırtan bu kelimelerin filmde zorluk çıkarması değil tam aksine hikâyeyi pekiştirmesiydi. Filmin ayrı bir güzelliği de vahşetin sergileniş biçimiydi. Bir edebiyat öğrencisi olarak her zaman kitapların, filmlere göre daha detaylı, hayal gücünü devreye soktuğu için daha etkili olduğunu düşünmüşümdür. Otomatik portakalın filmi ise bu düşüncemi yeniden sorgulamama neden oldu. Kullanılan görseller o kadar güçlüydü ki Burgess’ın eserindeki dehşet, filmin yanında bir hiç kalmaktaydı. Kendi kendime hâlâ soruyorum. Aynı hikâye, aynı karakterler… Filmi daha da etkileyici yapan sadece görüntüler miydi? Müzik! Sahneler arası geçişleri sağlayan, kalbinizin deli gibi çarpmasına neden olan o melodiler… Ana karakterimiz Alex’in yaşamında büyük bir yere sahip olan senfoniler, görünüşe bakılırsa film yapımcıları için de önemli bir unsurmuş. Filmde kullanılan melodiler sadece boşlukları doldurmaya yaramıyor, aynı zamanda Burgess’ın müziğe verdiği önemi de yansıtıyor. “İyilik içten gelir. İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar.” (Burgess, Anthony.Otomatik Portakal,S:73-74) Bu alıntı, kitabın belki de en düşündüren cümlesiydi. Gerçekten de bir insanın elinden seçim şansı alınsa neler olur? Burgess, dünyasında Alex’in durumuyla bu soruyu yanıtlıyor. Kana susayan bir yapıya sahip Alex’e, başlangıçta iğne yaparak hasta hissetmesi sağlanıyor. Kitapta herkesin hayatta karşılaşabileceği korkunç sahneler gösterilirken filmde onlara ek olarak tarihi belgeseller de gösteriliyor. Bunlardan birinde, Hitler’in baskısını gösteren bir belgeselde, Alex’in en sevdiği senfoni olan 9.Senfoni çalıyor. Deneyin en sonunda ise, Alex de aynı Pavlov’un köpekleri gibi istemsiz tepkiler geliştiriyor. Ne zaman şiddet içeren bir olayla karşılaşsa veya düşünse midesi ölecekmişçesine bulanıyor, başına ağrılar giriyor. Burgess’ın bize göstermek istediği şey ise tam bu sırada devreye giriyor. Kişi şiddete eğilimli olsa bile zorunluluktan düşüncelerini eyleme dökemiyor. Bu durum o kişiyi daha iyi bir insan mı yapıyor? Elbette hayır. Hatta o insan, çevredeki insanların bakış açısı değişmedikçe, herkes şiddete başvurmaya devam ettikçe daha da kötü bir hale düşüyor. Alex’i örnek olarak verecek olursak ona saldırıldığında midesi bulandığından kendini savunamayarak daha da acınacak duruma geliyor. Peki ya politikacıların kendi çıkarları için onu kullanmalarına ne demeli? Filmde, politikacıların göz göre göre Alex’e işkence ettiklerini görüyoruz. Alex, katıldığı deneyde sadece gösterilen filmlerden değil, dinlediği 9.Senfoni’den de etkilenmesi sonucu artık en sevdiği müziğe katlanamaz bir hale dönüştürülüyor. Politikacılar ise bu durumu kendi çıkarları için kullanarak, Alex’i bir odaya kapatarak onu 9.Senfoni’yi dinlemek zorunda bırakıyor. Alex ise acıya daha fazla dayanamayarak kendini camdan aşağı atıyor. Bu bölüm, kitapta da filmde de en beğendiğim kısımdı. Burgess’ın politika, hükümet ve gazetecilik anlayışı çok hoşuma gitti. “Sınırlamak her zaman güçtür. Dünya bir bütündür, hayat bir bütündür. En hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir. Örneğin sevişme eylemi, örneğin, müzik.” (Otomatik Portakal, Stanley Kubrick,1971) Otomatik Portakal’ın kitabını herkese öneririm; ancak, biraz rahatsız edici sahneler olduğunu da aklınızdan çıkarmayın. Filmini ise şiddet içeren ve açık sahnelerin çokluğundan 18 yaş ve üstüne tavsiye ederim. Beğenmeniz dileğiyle… Deniz KIZILELMA Kaynakça: Kalın yazı tipiyle olanlar Otomatik Portakal’ın filminden alınmıştır. İtalik ve sayfa numarası olan alıntı Burgess’ın Otomatik Portakal adlı kitabından alınmıştır. Büşra Naz Çolban 21501386 GÜNEŞE SELAM Ne kadar güzel bir güne açılıyor yine gözlerimiz. Güneş tepede, ışıkları selam verircesine gözüme çarpıyor. Sanki “Haydi uyanın. Tembellik yapmayın. Şahane bir gün başlıyor ve bir dakikasını bile kaçırmamalısınız.” diyor. Kuşların yine keyfi yerinde, kondukları dallarda cıvıldaşarak şarkılarıyla bizi uyandırmaya çalışıyor gibiler. Ağaçlar, çiçekler en güzel yapraklarını ve çiçeklerini açarak karşılıyor bizi ve yeni başlayan günü. Bütün canlılar, her güzelliğin farkında ve bizim de fark etmemiz için çabalıyor sanki. Peki, bizler niye bu muhteşemliğe ‘şahane’ olduğumuzu düşünerek katılmıyoruz ki? İnsanlar bu güzellikleri göremeyecek, hissedemeyecek kadar başka daha ‘önemli’ işlerle meşgul çünkü. Herkesin yetişmesi gereken bir işi, mutlu etmesi gereken patronları, bakımıyla sorumlu olduğu birer ailesi var. Herkes öyle davranıyor ki sanki insanları bu günlük hayat hengâmesi içinde tutan, ipin ucunu kaçırmalarını önleyen şey asık suratları ve mutsuzlukları. Mutlu olurlarsa her şey kontrolden çıkacakmış gibi. Mutlu olmak yapılması gerekenler listelerinde yeri bile olmayan bir şey. İş çıkış saatinde bir metroyu veya bir otobüsü düşünüyorum. Gülümseyen bir insanı o kalabalığın içine yerleştiremiyorum. Olmuyor, o tablonun içinde çok sakil duruyor. Ama somurtan, en ufak bir yanlış hareket görürse kavga etmeye hazır, kızgın suratları hayal etmek hiç de zor gelmiyor. Aksine o suratlar tam da oraya ait gibi. Daha farklı bir tablo mümkün değil mi peki? Birbirine gülümsemek için sebebe gerek görmeyen, kavga etmeye yer aramayan insanların olduğu bir topluluk hayal olmamalı. Kendini daha iyi hisseden insanlar, günlük hayat içinde de daha hoşgörülü ve etrafına neşe saçan insanlar olabilir. Her şey yine bizde bitiyor bence. Sabah uyandığımızda, güneşin selamına ve çağrısına “Evet, bugün şahane bir gün olacak ve ben de şahane hissediyorum.” diye karşılık versek, kuşların cıvıldaşmalarını fark etsek ve bununla mutlu olsak kendimizi daha iyi hissetmek için bir adım atmış oluruz. Televizyonlarda ve internette sürekli karşılaştığımız, katiller, hırsızlar, tecavüzler azalır belki de. Kendini iyi hisseden, gerçekten ‘şahane’ olduğuna inanan birisinin çalmakla, birini öldürmekle, şiddet uygulamakla ne işi olabilir. Olay tamamen kendini neye inandırdığına bağlı aslında. Kendim de bunu denedim daha önce. Her sabah uyandığımda kendi kendime “Her şey harika ve mükemmel bir gün başlıyor. Sen de şahanesin.” dedim. Hatta hem fiziksel hem ruhsal olarak çok kötü hissetsem bile bu kendimle konuşmaya ara vermedim. Her geçen gün daha pozitif duygular içimi kapladı. Güneşle daha içten selamlaştık, bazen ayaküstü sohbetlerle hal hatır bile sorduk birbirimize. Kuşlar benim en yakın dostlarımdı artık ve onların sesleriyle uyanmak bir keyif olmuştu benim için. Her zerremde mutluluğu hissedebiliyordum. Sadece kendimi dinleyip harekete geçmem yeterli olmuştu. Ancak, insanların arasında gezerken, onların mutsuzluklarını görebiliyordum. Hepsinin gözlerindeki bıkkınlık, isteksizlik ve mutsuzluk çok uzaklardan bile görülebiliyordu. O mutsuz insanların kendi potansiyellerinden haberi yoktu. Bu mutsuzluklarının asıl sebebi buydu. Hepsi, aslında o kadar mutlu olabilirler ki… Bir teşvik lazım sadece. Serdar Sönmemiş benim hayatıma yazdığı kitapla dokundu. Artık daha mutluyum ve bu mutluluğun kaynağı bir başkası değil. Tamamen ben yaptım bunu. İçimde bir mutluluk pınarı var sanki. Her sabah, kendime söylediğim güzel sözlerle o pınarın kurumasını önlüyorum. Sadece benim için değil, içimdeki pınarın, insanların susuzluğuna da çare olması için. Kaynakça: Sönmemiş, Serdar. Şahaneyim. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2016. Baskı. Emre Cengiz Acılardan Sanat Yapmak Geçenlerde rastgele kütüphanede gezinirken ismi son derece ilgimi çeken bir kitaba rastladım: Filmlerle Hatırlamak: Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi. Bu eser, okuduktan sonra yakın tarihimiz ve çektiğimiz toplumsal acılar üzerine uzun uzun düşündürdü beni. Şunu fark ettim ki, 90 küsür yıllık Cumhuriyet tarihinde, ilk günlerimizden bu yana, acılarımız, olaylarımız, kara günlerimiz hiç eksik olmamış ve biz sürekli bu acılarla baş etmenin yollarını aramışız. Sinema ve müzikten yaralarımıza medet ummuşuz. Peki ne kadar başarılı olmuşuz? Özellikle toplumsal travmalarımızı atlatmakta, gelecek nesillere yaşadıklarımızı anlatıp onlara biraz umut aşılamakta sinema sektörünü nasıl kullanmışız? Biraz da bunların üzerinde durmak, bazı kült filmlerimizin nasıl bu travmalarla hesaplaştığı üzerine durmak istiyorum. Bana göre sinema tarihimizin en başarılı yönetmeni olan Yılmaz Güney’in filmlerini izlerken mesela, 60’ların 70’lerin siyasi çalkantılarının halka ekonomik ve kültürel olarak nasıl yansıdığını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Yılmaz Güney benim aklımda her zaman “acılardan film yapan yönetmen” olarak yer edinmiştir. Yol, Sürü gibi filmlerinde o dönemlerde toplumun hafızalarında iz bırakmış olayları işleyişi ve bir bakıma gelecek nesillere kendi döneminin yaşadığı zorlukları anlatmak istemesi ile Çirkin Kral’ın filmleri her zaman tarihimizde acılarla hesaplaşmanın en net örnekleri olarak yer edinecektir. Bunların dışında 1978 yapımı Maden filmi âdeta bize bugün dahi hâlâ çözemediğimiz maden işçilerinin yaşam koşullarını acı bir biçimde gözler önüne seriyor. Ama beni bütün bunları düşünürken en çok üzen nokta ise, bu filmlerin maalesef bu tarz olaylara karşı bir kamuoyu bilinci oluşturamaması oldu. Zira yakın tarihte yaşadığımız Soma faciası hâlâ hafızalarımızda dipdiri. Yazımın başında da belirttiğim gibi biz çok acı çekmiş, çok badireler atlatmış bir toplumuz. Yaşadığımız her dönem bize sıkıntılar, travmalar yaşatmış ve sürekli bir çıkış yolu aramışız. Yeşilçam filmlerini incelediğimiz zaman hatırı sayılır bir kısmı toplumsal olaylara eğilen, eleştirel filmlerden oluşuyor. 60lı yıllarla birlikte sinema sektörü bir bakıma bizim için bir umut ışığı olmuş, acılardan filmler yapmaya ve bu filmler aracılığıyla acılarımızla yüzleşmeye başlamışız. Bugün halen sinema sektörü geçmişteki kadar eleştirel ve toplumsal bir tutum takınmasa da kısmen acılara derman olabilecek filmler üretmeye çalışmıştır. Misal 2000’li yıllarda artan terör olayları ile birlikte Nefes, Dağ gibi filmler, terörden kaynaklı yaşanan acıları, sıkıntıları anlatmaya çalıştı. Fakat bu filmlerin şahsen başarılı olduklarına inanmıyorum. Yani topluma merhem olmaktan ziyade bu tarz filmler toplum içerisinde sorunlara körükle gitmekten, sorunları derinleştirmekten öteye gidemedi maalesef. Hâlbuki sinema sektörü bu olmamalı. Sinema halk için umut olmalı, yapılan filmler halkın yaşantısını ve toplumsal gerçekleri yansıtmalı. Hollywood veya diğer yabancı sinema sektörlerinden bahsetmiyorum. Bizim kendi öz sinemamız toplumu yozlaştırıp aptallaştırmaktan öte sorunlarla hesaplaşmasını sağlamalı. Çünkü bizim toplumumuzun böyle bir sinema anlayışına ihtiyacı var. Darbe girişimleri, terör olayları, şehitler, patlayan bombalar, çalkantılı siyaset, etnik problemler ve ekonomik sıkıntılar toplumumuzu âdeta intiharın eşiğine getirmiş durumda. Sokakta, tanıdık veya yabancı, insanların yüzlerine, hâl ve hareketlerine baktığınız zaman ne kadar stresli ve bunalmış olduklarını açıkça görebilirsiniz. Biz geçmiş yıllarda bu tarz problemlerin üstesinden gelebilmek için acılardan türküler yaptık, söyledikçe acılarımızı hafiflettik. Sonra filmler yapmaya başladık. Seyrettikçe acılarımızla, hatalarımızla yüzleştik, ders çıkarmaya çalıştık. Şimdi ise maalesef ne türkülerimiz kaldı ne de filmlerimiz. Onları dahi ithal etmeye başladık. İthal kültürle birlikte tamamen düşünme yetisini kaybetmiş mutsuz bir topluma dönüşüverdik. Açıkçası bu kitap da biraz bu yüzden ilgimi çekti. Okurken gerçekten yönetmen olarak yeni Yılmaz Güney’lere, Ertem Eğilmez’lere, karakter olarak yeni Turist Ömer’lere, Yaşar Usta’lara, İnek Şabanlara ne kadar ihtiyacımız olduğunun farkına vardım. Biz giderek yok oluyoruz, Âşık Veysel’ler, Barış Manço’lar da yetişmiyor artık topraklarımızda. Sanat olmadan sanatı toplum temelli yapmadan maalesef ki yok oluşumuzun devam edeceğine, giderek benliğimizi, kimliğimizi iyice kaybedeceğimize dair düşüncelerim var. Umarım ilerleyen süreç beni yanıltır ve toplum olarak hak ettiğimiz güzel günleri görebiliriz. Kaynak kitap: Sönmez, Sevcan. Filmlerle Hatırlamak: Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi. İstanbul: Metis Yayınları, 2015. Furkan Genç Ölümü Anlamak Bir gün mutlaka öleceğinizi sık sık düşünür müsünüz? Ya da ölümünüzün nasıl gerçekleşeceğini? Şu an rahat rahat içinize çektiğiniz nefesi bir gün zar zor alacağınızı, sonra da hiç alamayacağınızı hiç düşündünüz mü? Hepimizin bir gün bu “iki kapılı hanın” çıkış kapısına varacağımız malum. Peki, bu ölüm gerçeğini kabullenebiliyor muyuz? Aslında bu sorunun cevabı belli: Kabullenebilsek böyle yaşamayız ya! Hepimiz öleceğimizin farkındayız da, ölümün ciddiyetini aklımızın ucuna dahi getirmeme gayreti içerisindeyiz. Ölümü tiye alıyoruz. Öyle ki, ölüm bizim gibi refah içinde yaşayan insanlar için bir eğlence aracı olmuş. Filmlerimizin başrol oyuncusu haline gelmiş “Ölüm”. Hani bir komedi filminde ölüm üzerinden espriler yapılır da kahkaha ile güleriz ya, sanki sadece filmlerdekiler ölümlüymüş gibi. Mesela bir komedi filminde gerçekleşen saçma bir ölümü izlerken yanımızdakine “Pisi pisine gitti niyazi” deyip gülebiliriz; ölen karakterin yerine kendimizi koymadan, sonumuzun o karaktere benzeme ihtimalini düşünmeden. Sonuçta atalarımız demiş ya “Ölenle ölünmez” diye, biz de bize söylenileni yapıp yaşama tutunuyoruz işte! Bir süre önce izlediğim Şanslı Slevin adlı bir filmde kan davalısı olan iki karakter dikkatimi çekmişti. Bu iki karakter birbirlerinden korkmalarından mütevellit, karşı karşıya inşa etmiş oldukları binalarından yıllar boyunca ayrılmadıklarını söylüyorlardı. Sırf ölümün korkusuyla, kendilerini taş duvarların arasına hapseden bu iki karakter, ölüm korkusunu tasvir ediyordu. Bu bilhassa, refah seviyesi yüksek olan toplumlarda monoton ve sakin bir yaşam süren insanlara son derece uzak bir figürdür. İşten eve, evden işe giderek yaşayan; sessiz ve sakin bir vaziyette yaşayan insanlar nasıl ölümü düşünebilir ki? Kendimizi bu süslü hayatın kollarına bırakmışken, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ve sürekli ölüm tehdidi altında bulunan insanların sürekli ölüm korkusu ile yatıp kalkan düşünce yapısına nasıl sahip olabiliriz ki. Belki onlar gibi genç yaşta, sefalet içinde tanışmayacağız ölümle ama mutlaka öleceğiz biz de. Sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi üzerine titrediğimiz her şeyden koparacak bizi ölüm. Para-pul, makam-mevki, çoluk- çocuk, dost-düşman ne varsa veda edeceğiz. Fakat öyle ani bir veda olacak ki doya doya vedalaşamayacağız bile arkamızda bıraktıklarımızla. Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiirinde “Yaş 35 yolun yarısı” deyip yolun diğer yarısını 11 senede tamamlaması gibi ölüm ile ilgili hesaplarımız tutmayacak belki de, “Daha önümde uzun bir ömür var” deyip yapmamız gerekenleri de yapmak istediklerimizi de yapamayacağız ruhlarımızın bizden habersiz bedenlerimizden ayrılıvermesiyle. Aynı, tüm ödevlerini son güne bırakan öğrencinin yetiştiremeyeceğini anlayıp yapmaması gibi yapamayacağız istediklerimizi. Yapmamız gereken şey ölümün farkına varmaktır, sürekli ölümü düşünmek değil. Sürekli ölümü düşünmek çıldırmanın eşiğine getirir insanı. Çünkü bir gün yerine her gün ölmek istemez kimse. Yaşadığımız hayatı zehir etmek olur sürekli ölümü düşünmek. Öte yandan ölümü yalnızca son nefeste hatırlamak da uğruna yaşadığımız, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi tükettiğimiz ömrü boşu boşuna harcadığımızı hatırlatarak son nefesi zehir eder bize! Eğer ölümle ilgili farkındalık geliştirirsek her günü doya doya geçiririz. Mesela bu farkındalıkla, ölümümüzün uzun ve acı verici bir süreç olmaması için sağlıklı yaşarız her günü. Diğer yandan; âşık olarak, eğlenerek, öğrenerek, keşfederek hayatın güzelliklerinden istifade ederiz. Bizi birer ölümsüz haline getirecek eserler bırakırız dünyaya. Kimi sanatını, kimi bilimini, kimi de evladını bu dünyaya miras bırakır. Kısacası, bir gün öleceğimizin farkında olmak, hem hayatı dolu dolu yaşamamızı hem de öldükten sonra iyi bir iz bırakmamızı sağlar. Kaynakça Şanslı Slevin. Yöneten Paul McGuigan. Hazırlayan Jason Smulovic. 2006. Tarancı, Cahit Sıtkı. «Otuz Beş Yaş.» 1946. Veysel, Aşık. «Uzun İnce Bir Yoldayım.» Sıla Fidan ÖLÜMSÜZLÜK MÜ? Ölüm denildiğinde ilk olarak ne geliyor aklınıza? Bu konu belki de düşündükçe daha da derinleşen ve içinden çıkılamaz bir hal alan konulardan bir tanesi hayatımızda. Her ne kadar düşünmemeye çalışsam da bu konu beni de en az herkesi olduğu kadar düşündürüyor. Bunun sebebi belki de devamında getirdiği belirsizliktir, bilemiyorum. Son zamanlarda da bu konuda daha çok kafa yormama sebep olan bir kitapla karşılaştım: Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Hepimizin korktuğu, hatta zaman zaman yerini ölümsüzlüğe bırakmasını istediğim ölüm düşüncesine farklı bir bakış açısıyla bakmamızı sağlıyor. Bu kitabın beni en çok hangi kısmının etkilediğini düşündüğümde ise aklıma ilk olarak kitabın aynı cümleyle başlayıp aynı cümleyle bitiyor oluşu geliyor. Kitabın bu özelliği insanda ister istemez bir başlangıç ve son duygusu yaratıyor. Tıpkı dünya üzerindeki her şeyde olduğu gibi. Tıpkı ne kadar korkuyor olsak bile hayatlarımızda olduğu gibi. Aslında kitap, ölümün tersine, ölümsüzlüğü konu alıyor bile diyebiliriz. Ne kadar da ilgi çekici geliyor aslında değil mi ölümsüzlük düşüncesi kulağa? Sonsuza kadar yaşamak, hiçbir zaman ölüm duygusunu tatmayacak olmak. Aslında biz sadece iyi yanlarını düşünüyoruz, sonuçlarını hiçbir şekilde göz önünde bulundurmuyoruz. İşte bu kitap tam tersine ölümsüzlüğün hayatımızı nasıl cehenneme çevirebileceğini, hatta ve hatta ölümün bile aslında bizim için yemek yemek veya su içmek kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor bize. Oturup bir düşünelim, ne kadar mantıklı yaşlanmanın olduğu bir dünyada ölümün olmaması? Ölüm ortadan kalktığı an o güne kadar yaşam hakkında düşünülen her şey alt üst oluyor. Bütün düşünce yapıları, inanç sistemleri birden bire alaşağı oluyor. Bu da en az ölüm düşüncesinin belirsizliği kadar büyük bir belirsizlik korkusu salıyor insanların içine. Keşke sadece bununla kalsa sonuçları. Düşünsenize, nesiller öncesiyle belki de aynı yaşta görünmeye başlıyorsunuz. Bu da doğal olarak insanlar arasındaki saygıyı yok ediyor. Dünyadaki herkes yaşlandıkca da insanların birbirine olan tahammülü azalıyor, insan ilişkileri git gide daha da çok hasar almaya başlıyor. İnsanların birbirleriyle saygı ve hoşgörü çerçevesinde yaşayamadığı bir yerde yaşamanın ne kadar anlamı var ki? Bunların her biri bir yana, insanların ölümsüz olması, dur durak bilmeyen, sonu olmayan bir hastalık durumunu beraberinde getiriyor. Yani bir nevi insanlara karşı bir işkenceye dönüşüyor. Hayattan zevk almamaya, hatta belki de yaşamaktan nefret etmeye başlıyorlar. Fiziksel olarak tüm güçlerinizi kaybedip vücudunuz tarafından ihanete uğruyorsunuz gibi hissettiğinizde ise aslında hiçbir anlamı kalmıyor sonsuza kadar yaşamanın. Bu da akıllara şu soruyu getiriyor: Yaşamak gerçekten yalnızca nefes alıp vermekten mi ibaret? Vücudunuzun bazı parçaları ciddi bir şekilde hasar almışken sırf ölümsüzlük düşüncesiyle işkence çekmeye değer mi? İlk başta düşünüldüğünde aslında gerçekten de çok cazip bir fikirmiş gibi geliyor ölümsüz olmak. İstediğimiz her şeyi yapabileceğimiz sonsuz bir geleceğin olması önümüzde. Yüzyıllardır bu konu üzerine binlerce düşünce ve inanç sunulmuştur insanlara belki de. İnsanlığı başından beri de bu fikir üzerine kurulu değil mi zaten bütün hikayeler, bütün efsaneler? Unutulan bir şey var ki bu efsanelerin hepsi bir hüsranla biter. Ne de olsa dünya üzerindeki her şeyin bir süresi var. Her şey başladığı gibi de bitmek zorunda, belki de yaşamanın tadı da bunda saklıdır. Şimdi düşündüğünüzde, gerçekten de değer mi ölümsüz olmaya? Elif Hilal Kurt 102-66 Olduğum Gibi Ne kadar hızlı geçiyor zaman! Köşedeki saatin tik-tak sesleri adeta birbirleri ile yarışıyor. Nasıl da körü körüne yok sayıyoruz sahip olduğumuz her şeyi. Kısacası zaman geçiyor, biz kıymet bilmiyoruz. Pencere önüne konan kuşlardan kaç zamandır habersiziz? Bardaktaki kahve kokusundan ne zamandır haz almıyoruz? Duvarda asılı duran resimlerin derinliğine kaç zamandır inmiyoruz? Beni soracak olursanız, ben bu güzellikleri uzun zamandır fark etmiyorum, edemiyorum. Hatta şu an üzülerek fark ediyorum ki artık odaklandığım tek nokta; neye sahip olamadığım. Sahip olduğum hiçbir şey yeterince tatmin etmiyor, çünkü çok “eksiğim” var. Marka gömlekler, türlü türlü ayakkabılar değil eksik olan. Biraz vicdanım, biraz farkındalığım ve biraz da sevgim eksik. Bu kadar çok şeye sahipken nasıl da bu kadar az şeye sahibim? Her geçen gün daha doyumsuz bir insan hâline gelmem ve mutsuzluğumun da bu orantıda artması; aslında en büyük problemin, sahip olduklarıma odaklanmamaktan kaynaklandığını fark ettirdi bana. Artık bir başka görüyorum önümde duran her şeyi. Kimi zaman yalnızca gözle görmek yetmiyormuş, bazen kalbi de açmak gerekiyormuş beraberinde. Hayatımıza ait olan her şeyin sevgiyi hak ettiğine inanıyorum. Önceki kıymet bilmezliğimi, şu an sahip olduğum her şeye sevgimi göndererek telafi ediyorum. Obje ve insanların dışında zamanı da seviyorum ve yaşadığım her saniyeye kıymet vermeye çalışıyorum. Bu zamana kadar nefret ettiğim her insan, hayvan, nesne ve bitkiden özür dileme ihtiyacı duyuyorum. O nefret ettiğimiz şeyler hayatımıza öylesine renkler katıyormuş ki şu an o siyah beyaz yaşamdan kurtulduğuma şükrediyorum. Yağmurlu havalardan nefret etmiyorum artık, o muhteşem toprak kokusunu burnuma getirdiği için sonsuz sevgimi sunuyorum. Dolabımdaki markasız kıyafetlerden de nefret etmiyorum artık, içinde bulunduğum bolluğa sonsuz teşekkür ediyorum. Hayattaki zorluklardan nefret etmiyorum; beni her seferinde daha güçlü bir insan yaptığı için. Her şeyi ve herkesi seviyorum, seviyorum, seviyorum! Sevgi öylesine muhteşem bir duygu ki sizi verdiğinizle bırakmıyor, mislini size geri çeviriyor. Hayata daha çok sevgi sunduğumdan beri aldığım geri dönüşler beni inanılmaz mutlu ediyor. Bir çocuğun gözbebeğindeki ve bir yaşlının yüzündeki kırışıklıklar arasında birikmiş mutluluğun tadına doyasıya varıyorum. Gurbet hasreti çekiyorum fakat bunu da seviyorum; memleketimi daha da çok sevmemi sağladığı için. Koltuğumdaki yırtıktan artık şikâyet etmiyorum ve gizlemeye çalışmıyorum; anılarımı doyasıya yaşattığı için. Şiirleri, şarkıları, romanları, ağaçları daha derinden hissediyorum çünkü sevginin gücünün her şeye yettiğine inanıyorum. Sevginin hayatıma birçok güzellik kattığı gibi, birçok kötülüğü de içimden ve hayatımdan çıkardığına değinmek istiyorum. Zamanımı insanlara kin duyarak harcadığımı anımsar gibiyim. Affetmek kavramının hayatıma dâhil olması çok da eskiye dayanmıyor aslında. O huzursuzluk, kin ve nefret dolu dünyamda nasıl yaşayabilmişim şu an hayret ediyorum. İnsanları, hatta hayatımdaki her şeyi affetmeye başladığımdan beri adeta kendimi çakıl taşlı yollardan düz asfalta zıplamış gibi hissediyorum. Bile bile kendimize zorluk çektirmek niye? Fakat tecrübe ettiğim hiçbir kötü durum için kendime kızmıyorum, kendimi cezalandırmıyorum. Başarıya ulaşmamdaki en büyük etkenin deneyimlerim olduğunun farkındayım. Doğayı, zamanı, insanları, hayvanları, objeleri ve kendimi olduğu gibi kabul ediyorum. Hayatıma dâhil olan her şeye sevgimi sunuyorum, kötülükleri affederek geri çeviriyorum. Bugün dünya dünden daha güzel, bugün daha çok şey biliyorum, bugün daha derinden hissediyorum… Bu deneyimleri yaşamama izin verdiği için zamana, her türlü zorluğun altından kalkabildiği için bedenime ve sevginin gerçek gücünü gösterdiği için yüreğime teşekkür ediyorum. Kaynakça Mungan, M. (2016). Solak Defterler. Metis Yayıncılık. MUTLULUK ZENGİNİ Mutluluk nedir? Kendimizi ne zaman mutlu olarak tanımlarız? Mutlu olmak için illa bir neden gerekli midir yoksa varoluşun kendisi bir mutluluk sebebi midir? Hepimiz zaman zaman bu tarz sorgulamalar yaparız. Bazılarımız yanıtları aramak için çok çaba sarf ederken bazılarımız hiç bu kadar derin düşünmez. Steve McCury’nin yukarıdaki fotoğrafını görünce aklımdan ilk bu düşünceler geçti. Ganj Nehri’nde yıkanan bu Hintli kadının yüzündeki kocaman gülümseme ne kadar güzel. Bir araya toplanmış kadınlar ne güzel eğleniyorlar. Belki çok fakir, belki hiçbir şeyleri yok ama o kadar mutlular ki dünya umurlarında değil... Sonra düşündüm, benim için mutluluğun anlamı ne... Ben ne zaman ve nelerden mutlu oluyorum. Bana göre mutluluk incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük ve basit nedenlere bağlı. Örneğin markette alışveriş yaptıktan sonra kasiyerin bana iyi akşamlar demesi, yolda tanımadığım insanların bana selam vermesi ya da bir kedinin sırf onu seveyim diye bacağıma sürtünmesi, mutlu olmam için yeter de artar bile. Bazıları mutluluğu çok büyük olaylara ya da nesnelere bağlar. Hiç kimsede olmayanı istemek, her şeyin en büyüğüne, en pahalısına, en hızlısına sahip olmak mutluluğu getirecek zannederler. Oysa genelde insanların en mutsuzları, en varlıklı en zengin kişilerdir. Çünkü onların isteklerinin ya da yapabileceklerinin sınırı yoktur. Maddi açıdan çok paraları olsa da manevi açıdan fakirlerdir. Bu fakirliklerini gizlemek için kendilerine paranın alabileceği en üstün şeyleri almaya çabalarlar, onları aldıktan sonra da yaşadıkları mutluluk kısa süreli ve sahtedir. Bir yanılsamadır. Heveslerinin giderilmesinin verdiği hazdır. Ancak maddiyata olan heves hiç bitmez aksine katlanarak artar. Ta ki paranın alabileceği her şeyi aldıklarında asıl o zaman bir boşluğa düşer bu insanlar. Çünkü yapacakları aktivite, alacakları eşya kalmamıştır. Mutluluğun en güzeli sevdiklerinizle birlikte olmaktır. Hediye almak değil birilerine hediye olmaktır. Maddi şeyler değil, insan biriktirmektir. Var olanı paylaşmaktır. En çok da sevinçleri... Belki de maddi açıdan kötü durumda olan insanların sevinecek daha çok şeyi vardır. Çünkü onlar için en ufak olay bir mutluluk kaynağıdır. Maddi açıdan fakir ancak gönülleri zengin insanlar bir kuş cıvıltısından bile mutlu olabilirler. Keşke herkes böyle küçük şeylerden mutlu olsa, o zaman evrende kötü olarak adlandırdığımız her şey son bulur ve evimiz dünya çok daha yaşanılabilir bir hale gelir. Mutlu olmak doğuştan gelen bir güdüdür. Bebekler uykularında bile gülerler. Bazı insanlar bu güdüyü çocukluktan sonra yavaş yavaş kaybetmeye başlarlar, bazılarıysa mutluluğa dört elle sarılır ve asla bırakmaz. Mutlu olmayı unutan insanlar yaşadıkları hayatın mükemmel olduğunu düşünseler bile, hayatlarında çok büyük bir eksiklik vardır o da sevincin eksikliğidir. Bu insanlar hayattan zevk alamazlar, çiçeklerin kokusunu hissetmez, güneşin ışınlarına yüzlerini dönmezler. Onlar için her şey siyah ya da beyazdır. Hayatlarında renk yoktur. Öte yandan mutluluğu tanıyan ve içinde yaşayan insanlar için taşların arasından çıkan çiçek de, güneşin o gün doğmuş olması da birer mucizedir. Onlar hayata pozitif bakarlar. Onlar hayata böyle baktıklarından hayat da onlara pozitif yaklaşır. Yaşadıkları her an yeni mucizelere gebedir. Olumlu düşüncelere sahip mutlu insanlar hayatın çetin koşulları ile de daha iyi baş eder. Bu bağlamda mutlu olan insanlar hayata karşı daha güçlü durabilirler. Bütün bunlar göz önüne alındığında mutluluk kişi için çok önemlidir. İnsanlar çok minik olaylardan şeylerden bile mutlu olmalıdır. Keşke hepimiz fotoğraftaki kadın kadar mutluluk zengini olabilsek... TEK İHTİYACIMIZ SEVGİ Paulo Coelho Aldatmak adlı romanınında insanın tatminsizliğine ve elinde olanla asla yetinemeyişine değinmiştir. Günümüz dünyasında yapılan işten bir türlü memnun olmama, keyif almama, tatminsizlik duygusu veya bir şeylerin daha fazlasını isteme çok yaygın bir problemdir. Tüm bunlar insanın hayattan gerçekten ne istediğini veya ne beklediğini bilmemesinden kaynaklanır. Kitapta da bahsedildiği gibi Linda aslında çok mutlu olduğunu zanneden dünyanın en güvenli yerinde (Cenevre) yaşayan, iyi bir koca ve iki güzel evlada sahip olan genç bir kadındır. Fakat gerçekten mutlu muydu Linda? Hayattan ne istediğini veya ne beklediğini biliyor muydu? Bana göre Linda’nın kocasını eski aşkıyla aldatmasının da sebebi bahsettiğim tatminsizlik ve daha fazlasını isteme duygusuydu. Elinde olan hayatın daha fazlasını istediği ve bir heyecan aradığı için mevcut olan mükemmel(!) hayatını riske atmış ve başka bir adamla ilişkiye girmiştir. İşte insanlar da tıpkı Linda gibi ellerindekinin değerini bilmedikleri için çoğu zaman böyle hatalara düşebiliyorlar ve maalesef kimi zaman bu hatalar çözümlenemez sonuçlar doğuruyor ve insanın hayatını tepetaklak edebiliyor. Başlarda bu hatayı yaparken mutlu olduğumuzu ve bizim için en doğrusunun bu olduğunu düşünürüz. Fakat insanın tatminsizliği ve bunun için daha fazlasını elde etmeye çalışma çabası onu çoğu zaman bir çıkmaza sürükler ve işin sonunda anlar ki doğru olan bu değildi ve elindekinin kıymetini bilmeliydi. Çünkü elindekiyle yetinemediği için var olanı da kaybeder işin sonunda. Tıpkı Linda’nın başına geldiği gibi. Jacob (gizli aşkı) ile ilişkisinin başlarındayken gerçek mutluluğu bulduğunu, yalnızlık çukurundan çıktığını ve hayatı gerçek anlamda yaşamaya başladığını düşünüyordu fakat sonra Jacob’ın hayatındaki diğer kadınlardan bir farkı olmadığını öğrendiği zaman aslnda ne kadar büyük bir yanlışın içinde olduğu anladı. Maalesef bazen bunu fark ettiğimizde bir şeyleri düzeltmek için çok geç olabiliyor. Kusursuzluk kimi zaman insana tekdüze yaşadığını hissettirir. Onu yeni heyecanlar aramaya hayatını değiştirmeye iter ve bu kimi zaman felaketle sonuçlanır fakat insanoğlu macerayı sever. Başına gelecekleri bildiği halde o şeyin üstüne üstüne gider çünkü yaşayarak öğrenmeyi hatta kimi zaman acı çekmeyi ister. Bunlar insanı olgunlaştırır mı yoksa daha büyük bir çıkmaza mı sokar bilinmez. Fakat bana göre insanı değiştiren şey zaman değildir. Kimse aslında olduğu kişiyi zaman içerisinde değistiremez yani bunu tek başına yapamaz. İnsanı ve bulunduğu durumu asıl değiştiren şey sevgidir. Bir şeye, bir kişiye veya bir yere duyulan sevgi insanı değitirir. Sevgi insana gerçekte kim olduğunu hatırlatır. İnsan yaşadığını yalnızca sevgiyle anlar ve bu şikayet ettiği tekdüze tatminsiz hayatından ancak sevgiyle kurtulabilir. Linda onu gerçekten seven kişinin kocası olduğunu fark ettiği zaman neyse ki çok geç olmamıştı. Bunu farkettiği sırada aslında ne kadar şanslı olduğunu da görmüş oldu ve bu sayede elindekilerin kıymetini bilmesi onlardan memnun olması gerektiğini anladı. Yani kocasının sevgisi onu dönülmez hataların eşiğinden bir nevi kurtarmış oldu. İnsan kendini sorgulamayı bilmelidir. Kendini sorguladığı zaman ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyleri sevgiyle halledebileceğini görecektir çünkü. Beklediği şeyin aslında gerçek sevgi olduğunu anladığı zaman kim olduğunu da öğrenmiş olacaktır ve istediği mükemmel tatmin edici hayata işte o zama ulaşmış olacaktır. Her şey sevgiyle başlar, sevgiyle çözülür. Elimizdekilerin kıymetini bilmeyip daha fazlasını istersek daha fazlası asla gelmeyecektir, çünkü istemenin ve tatmin olmanın sonu yok. Her zaman daha fazlasını isteyeceğiz o yüzden elimizdekiyle mutlu olmayı ve gerçekten ihtiyacımız olan şeyi sevgiyi bulmak için çabalamalıyız daha fazlası için değil. KAYNAKÇA: Coelho, Paulo. Aldatmak. Can Yayınları, 2014 1.Baskı Zeynep Kantav Arzum Kutlu CANIN SAĞOLSUN Siz hiç sizi kendinizi sevdiğinizden daha fazla seven biriyle tanıştınız mı? Kendinden ödün veren, siz mutlu olun diye elinden geleni yapan biriyle. Ben tanıştım. O hayatıma girdiğinden beri dünyada hala iyi bir şeylerin olduğuna inanmaya başladım. Bu daha önce hiç görmediğim, hiç yaşamadığım bir duyguydu. Bir olayda kendinden başkasını düşünmek, hem de kendi çıkarlarını gözetmeden. Ġlk once “ben” değil de “o” diyebilmek. Bencilliğin dikenli tellerinden sıyrılıp, tüm egolarından kurtulup öyle hayata bakmak. Ġşte bunun adı fedakarlık. Biliyorum böyle insanları bulmak cidden çok zor çünkü öyle insanların kalpleri o kadar çok kırılıyor ki bu onların hayata olan inançlarını zedeliyor ve toplum onları kullanılan bir insan olarak damgalıyor . Oysa hayat birbirimize güzel duygular yaşatarak o kadar anlamlı olabilir ki... Aslında fedakar bir insan kendinden bir şeyler verdikçe daha çok kazanır. Kendinden önce başka birini düşünüp, bunun o başkasına verdiği mutluluğu görünce insan kendisi de mutlu olur. Bir insanın, özellikle de çok sevdiğim bir kişinin mutluluğunda payım olması kadar mutlu edebilecek başka olay yoktur dünyada benim için. Örneğin bir sabah sınıfa dondurucu soğuktan kendimi kurtarmış olmanın mutluluğuyla girdim ama en yakın arkadaşımı da aynı halde sınıfta soğuktan donmuş bir şekilde buldum. Onun hasta olma olasılığı bile beni üzdü ve soğuğa ragmen dışarı çıkıp ona kahve aldım. Kendim için olsa o soğukta kahve almaya bile çıkmazdım ama söz konusu arkadaşım olunca kıyamadım. Ona kahvesini verdiğim zaman yüzünde oluşan gülümsemeyi hiçbir şeye değişmem. Işte bunun gibi küçük fedakarlıklar hayatıma daha çok anlam katıyormuş gibi hissediyorum. Beni zorlasa da başkalarının gülümsemesine sebep olmak benim için paha biçilemez. Benim bu hislerime Ahmet Büke tercüman olmuş adeta. Onun hikayesi kalbimin en derinlerine kadar inebildi. O kadar samimi, o kadar düşüncelerime uygun karakterler yaratmış ki öyküdeki Hatçam Teyze’yle vakit geçirmek istedim. Adeta kendimi buldum ve içimde bir şeylerin kırıldığını hissetim. Ahmet Büke, İnsan Kendine de İyi Gelir adlı öykü kitabında fedakarlık duygusunu ince ince işlemiş. “Gece, Hatçam Teyze'yi eve bırakırken omuzuma dokundu. Evlatçım, mesarif dediydim ama benim param buğdaylara yetti, dedi. Biliyorum Hatçam Teyze, dedim. Canın sağ olsun." Ġşte ben kitabın bu satırlarında kendi hikayemden parçalar buluyorum. Elinden geleni yapmaya çalışmak ve bir insanı mutlu etmek. Aslında sende olanlarla az da olsa çabalamak fedakarlığın başladığı nokta değil midir? Zaten gördüğüm kadarıyla elinde daha az olanlar paylaşmaya yatkınlar. Tıpkı burada da gördüğümüz gibi az ile yetinmeyi bilenler hepimizden daha zenginler. Bunun nedeniyse üstadların da dediği gibi, onların gönüllerinin ekmeğini yemeleri ve mutluluklarının paylaştıkça çoğalmasıdır. Fedakarlık yardımlaşmayı, yardımlaşmak da mutluluğu besler. Bu zincir de böyle tekrarlanıp gider. Bu zincirde elbette böyle düşünen insanlar olduğu gibi böyle düşünmeyen insanlar da var. Biliyorum hayatta karşıma fedakarlıklarımdan yararlanmak ve iyi niyetimi kötüye kullanmak isteyen insanlar da çıkacak, ama bu benim için onlara olacağı kadar sorun olmaz. Bu onların kötü niyetliliğini gösterir ve hayatlarında onlara bir faydası olmaz, ama fedakar olmak beni hayatım boyunca mutlu etmeye yarayacak ve sağlam ilişkiler kurmamı sağlayacak. Her türlü egodan kurtulmamı sağlayacak, daha düşünceli ve anlayışlı bir insan olmamda yardım edecek, daha sevgi dolu ve saf duygular üstüne kurulu bir hayat kazandıracak yaptığım fedakarlıklar bana. Unutmayalım ki Mevlana’nın da dediği gibi, “Bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” Kaynakça: Büke, Ahmet. (2015). İnsan Kendine De İyi Gelir. On8 Kitap. Dilara ERGÜL Gerçek Mutluluk Mutluluk nedir? Tanımlayabilir miyiz mutluluğu? Milyarlarca insanın mutluluğunu tanımlayacak ortak bir kelime bulabilir miyiz? “Mutluluk” kelimesi her insanda farklı çağrışımlar yapar. Bazıları için en sevdiği yemeği yemektir, bazıları içinse yeni bir yolculuğa çıkmak. Hiç beklemediğin bir anda sürpriz bir hediye almak olduğunu söyleyenler de olur, sabahları alarm kurmadan, istediğin saatte uyanmak da mutluluktur. Yaşadıklarımız ve hayata bakış açımız sebebiyle mutluluğun tanımı insandan insana farklılık gösterir. Bu yüzden sınırlayamayız, belli bir kaba sokamayız bu duyguyu fakat belki de mutluluğu mükemmele en yakın şekilde tanımlayabilecek, gördüğümüz anda içimizi ısıtacak, yüzümüzü gülümsetecek bir şeyler vardır. Tıpkı şu meşhur “Home Sweet Home” isimli tablo gibi... Her hatırladığımda içimin o ilk günkü gibi ısınmasını sağlayan bir anım var bu tabloyla. Bundan birkaç yıl önce bir gün internette “mutluluğun resmi”nin olduğuyla ilgili bir yazı görüp heyecanla sayfayı açmıştım. Karşıma çıkan resim ise zihnimde uyanandan oldukça farklıydı. Çift kişilik olduğunu tahmin ettiğim, küçük bir yatak üzerinde kalabalık bir aile vardı tabloda. Bir anne, baba ve altı çocuk. Karanlık, bomboş, perdesi bile olmayan bu evde küçücük bir yatağın üzerinde kocaman bir aile tablosuydu mutluluğun resmi. Camda iki küçük kuş, yatağın hemen yanında bir tavuk... Babanın elinde çatısı delik evden akan sulardan korunmak için bir şemsiye vardı. Bir de babasına sarılmış küçük bir çocuk... Resmi gördüğüm ilk andan beri dikkatimi çeken bambaşka bir şey vardı. Bütün bu yoksulluğun içinde yine de hepsinin yüzündeki o masum gülümseme! Aklımda bu içleri ısıtan aile tablosu varken, bilgisayar tam karşımda açık bekliyordu. Düşünüp duruyordum. Bu resim neden mutluluğun resmi olabilirdi? Bu resmi onlarca resimden farklı kılan neydi? Neden çiçeklerin, ağaçların olduğu bir resim değildi mutluluğun resmi? Neden ışıl ışıl, yüksek binaların olduğu bir şehir manzarası değildi bu duyguyu simgeleyen? Birkaç dakika öylece resme baktım ve düşündüm. Aslında çok da zor değildi cevap fakat tıpkı birçok insan gibi dünyaya at gözlükleriyle baktığım için doğru yanıtın farkına varmam biraz zaman almıştı. Hayat herkese farklı tercihler yaptırıyordu. Günümüzde Avrupa’nın en büyük derdi hangi son model telefonu alacağı iken, Afrika’da su ya da ekmek bulmaktı. Suriye’de ise yaşam ya da ölüm... Ancak insanoğlu daha da bilinçlenmesi gerekirken, hayatın koşuşturması içinde bütün bu önemli durumları göz ardı ediyor. Sabah kaçta kalkacağı, ne yiyeceği, ne giyeceği, nereye gideceği derken dünyada neler oluyor diye düşünmüyor. Kendi derdine düşüyor insan. Küçücük nedenlerle etrafındakileri kırıyor. Elindekinin kıymetini bilmeden yaşıyor insan, bu nedenle zaman zaman mutlu olamıyor. İşte bu yüzden mutluluğun resmi bu tabloydu! Bütün dertlere, yoksulluğa rağmen küçücük yatakta sevdiklerinle birlikte olmaktı mutluluk. En başta söz ettiğim gibi mutluluğu mükemmele en yakın şekilde anlatabilecek şey gördüğü anda içini ısıtmalıydı insanın. Tıpkı bu “Home Sweet Home” tablosu gibi... İnternette gördüğüm bu resimden sonra kendi hayatıma, aileme, çevremdekilere bakışım değişmişti. Bu içimi ısıtan, sıcak aile tablosundan sonra anladım ki mutluluk marka giymek, her istediğini alabilmek değildi. Maddi bir karşılığı yoktu mutluluğun. Peki ama mutluluk neydi? Sevmek, sevilmekti mutluluk. Akşamları yorgun, bitik bir halde eve gittiğinde küçük kardeşinin kapıyı açmasıydı mutluluk, hatta daha kapıda ayakkabını çıkartırken annenin sıcak yemeklerinin kokusunu duyabilmekti. Günün sonunda yaşadıklarını anlatacağın ailenle birlikte 2 evde olabileceğini bilmekti. Tam da Dianna Dengel’in resmettiği gibi karanlık, soğuk bir evde babana sarılarak uyumaktı mutluluk. Yaşadığın her şeye rağmen annenin elini omzunda hissedebilmek, babanın gece uyanıp üzerini örttüğünü bilmek... Kızgınlıkla kalplerini kırsan da yine seni bıraktığın yerde beklemeleri mutluluktu işte! Her baktığımda bir kez daha yüzümü gülümseten “Home Sweet Home”dan sonra fark ettim ki hayatın zorlu koşuşturması içerisinde gerçek mutluluğun ne olduğunu unutmuştum. Tesadüfen internette denk geldiğim bu tablo ise sanki dünyamı aydınlatmıştı. Artık insanlara, yaşadığım olaylara farklı gözle bakmaya başlamıştım. Pireyi deve yapmadan, olur olmaz şeyler için mutluluğumu bozmadan hayatıma devam etme kararı aldığımdan beri yaşadığım her olayda aklımda tek bir şey vardı: Bu hayatta mutluluktan daha kolay elde edilebilecek, daha önemli hiçbir şey yoktu. 3 Erdogan1 Cemre Erdoğan 21102341 TURK 102- Sec. 10 Aslı Uçar 25.11.2014 Bu da mı Şah ve Mat Değil? Özürlü olmadığı sürece bütün canlılar aynı zekâ kapasitesi ve aynı yürek güzelliği ile dünyaya gözlerini açarlar. Yeni doğan bütün canlıların beyinlerindeki kullanılabilir odacık sayısı aynıdır. Ancak doğumdan itibaren; gerek genetik özellikler, gerek ailenin sunduğu fiziki, ekonomik ve sosyal koşullar gerek coğrafi koşullar gerekse de kişilik özelliklerinden olan tembellik veya enerjik ve meraklı olma sebepleri bir araya geldiğinde; kişi beynindeki odaları kullandıkça yeni bilgiler, aktiviteler, kitaplar, filmler, ülkeler, yaşam şekilleri gibi birikimleri depoladıkça var olan odalarına sığamaz, yeni odalar açma gereksinimi duyar ve bu birikimler IQ denilen zekâ seviyesini yükseltir. Zekâ seviyesi yükseldikçe de, insan yüreğinde de zaten var olan ve açıya çıkmak için her an pusuda bekleyen ve insan hayatını güzelleştiren, öngörülerini artıran kendi ve çevresinin hayat yolunu doğru çizmesinin mihenk taşı olan EQ’ sunun yani duygusal zekâsının ve dolayısı ile de hayal gücünün ortaya çıkmasına neden olur. Aksine beynin var olan odacıklarının hiç kullanılmadığını düşünecek olursak; tıpkı evimizdeki her hangi bir odayı hiç kullanmadığımız, girip çıkmadığımız ve temizlemediğimiz zaman toz toprak olacağı, nihayetinde de örümcek ağlarıyla dolacağını bir daha o odaya giremeyeceğimizi ve o odadaki pisliklerin diğer odalara taşabileceğini neticesinde de evin tamamının çöp eve dönüşüp pis kokular çıkartan ve yaşam alanı olmaktan uzak bir mekân olarak nasıl görüyorsak; beynimizdeki odaları da kullanmadığımız zaman aynı şekilde çalışmayan beyninde pis kokular dediğimiz kötülükler saçan, insanları kendinden Erdogan1 uzaklaştıran zavallı bir hale dönüştüğünü görebiliriz. Kullanmadığımız odacıklar yüzünden; ilk doğumumuzda beraberimizde getirdiğimiz ve bize bir lütuf olarak sunulan beynimizi heba ettiğimiz gibi, EQ denilen ve halk arasında gönül gözü olarak adlandırılan her çocukta sonuna kadar açık olan kapılarımızın da kapanmasına neden oluruz. Biz, her birey gibi dünyaya güçlü geldik. Bunu nereden anlıyoruz? Milyonlarca sperm içerisinden birinci gelip, dünyaya gelebilmemiz bile ne kadar güçlü olduğumuzun ilk kanıtıdır ama biz dünyaya geldiğimiz andan itibaren yaptıklarımız veya yapmadıklarımız ile ya bu gücümüzü kaybederiz ya da hayat yolunda daha da güçlenerek gücün ve insanlığın nirvanasına ulaşırız. Milyonlarca sperm içerisinden birinci gelme nedeni belki de takıntılarımızın ilk temel taşıdır. Dünyaya gelmek dünyayı görmek, dünyanın renklerine hâkim olma takıntısı ile koşturarak cenin oluruz. Takıntılarımızı kendimizi ve dünyanın kaderine yön vermemize neden olur. Hitleri Hitler yapan diktatörlük, kan kokusu, sadistlik, ırk takıntısı ve gidişi ve neticesi yanlış bile olsa hayal gücü değil miydi? Hitler’in bu takıntısı kendinin başlangıcını ve sonunu ve de dünya savaşını belirledi. Doğarken yanımızda zekâmızın yanı sıra kodlarımızın içerisinde savaşçı bir ruh ve hayal gücü getirdiğimizi varsayalım. İyi bir satranç oyuncusu olmak için mutlaka akademik düzeyde veya lise düzeyinde eğitim almamız şart değil, okuryazar olmak bile kâfi gelebilir. Satrancın tekniklerini öğreten bir kitap, satranç taşlarını ve hangi taşın hangi görevi göreceğini, tahtanın üzerinde piyonun, atın, filin, vezirin ve filin hamlelerini nasıl yapacağınızı veya yapamayacağınızı beyninize yazarsınız, teknik geliştirirsiniz, gerisi hayal gücü, rakibi çok iyi tanımak ve rakibinize istediğiniz hamleleri yapmaya zorlamak. İyi bir satranç oyuncusu, savaşta iyi bir komutana benzer. Son adıma kadar hesaplar ve düşman kuvvetlerin bütün adımlarını hesaplar yani dağın arka tarafını görür, gördüğü resmi beğenmezse resmi değiştirir ki oraya vardığında istediği manzara ile karşılaşsın. Erdogan1 Satranç zeka, ön görü, hayal gücü ve savaş oyunudur. Satranç kimine göre bir takıntıdır ve karşısındaki oyuncunun takıntılarına odaklanırlar ise karşısındakini yenme olasılığı artar. Rus satranç oyuncusu Kasparov satranç müsabakalarına hazırlanmadan önce satranç yerine, rakibinin takıntılarına yoğunlaşıyordu. Rakibinin takıntılarının ne olduğunu, bu takıntıları nelerin tetiklediğini öğrenip tam müsabaka sırasında rakibine öldürücü darbeyi, istediği ve yanlış hamleler yapmasını sağlayacak takıntılarını tetikleyip şah ve mat yapıyordu. Dumandan rahatsız olup depresyona giren rakibinin karşısında rahat rahat puro içmesi; şampiyonluk maçında şah ve mat demesi bilinen en ünlü psikolojik savaşlarından biridir. Gerçek hayat; satranç tahtası üstünde piyon, at, vezir ve şah adı verilen taşlarla oynanan kazanılan ya da kaybedilen bir oyun değildir. Benzer noktaları vardır; tahtanın üzerinde de yaptığın hamleyi de geri alamazsın, hayatta da yaptığın ya da yapmadığın şeyleri geri alamazsın ve yerine koyamazsın. Her ikisinde de yaptığın veya yapmadığın şeyler keşkelerin olur, ama biri maçtır sadece o anı iki oyuncuyu ve oyun süresini etkiler; hayat dediğin gerçek ise bazen bir kişiyi bazen bir toplumu bazen ise dünyayı etkiler ve süresi belirsizdir. Zekâmızı ve hayal gücümüzü karşımızdaki bir veya birden fazla insana çok fazla ve kalıcı zarar vermeyen minik hilelerle kullanıp hiç mat olmadan, her zaman şah olma dileğiyle. MEHMET AKİF TÜR İstanbul'un Hikâyeleri İstanbul... Binlerce yıllık tarihi ve milyonları aşan nüfûsu ile dünyanın en fazla hikâye barındıran şehirlerinden biri. Her insanın yüzünde, her mezar taşında, her duvarında, her köşe başında farklı bir hikâye gizliyor. Ve bu hikâyeler belki de gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor. İşte Livaneli'nin Konstantiniyye Oteli de tam olarak bunu yapıyor. Konstantiniyye Oteli Livaneli'nin son kitabı. Kitap İstanbul'un geçmişinin ve farklı sîmâlarının hikâyesini Konstantiniyye Oteli'nin açılış töreni üzerinden anlatıyor. Livaneli, oteli yapan şirkette çalışan Zehra'yı merkeze alarak açılış törenine katılan misâfirlerin, otelin çalışanlarının, ya da bir şekilde alâkâsı olanların hikâyesini anlatıyor. İstanbul'da ne kadar çok hikâye bulabileceğinizi de göstermiş oluyor bu şekilde. Kurguda ve hikâyede bazı aksaklıklar olmasına rağmen İstanbul'u ve insanlarını anlatma düşüncesi ve ortaya çıkan sonuç gerçekten takdire şâyân. Aynı ortamda hasbelkader bir araya gelmiş insanların her birinin farklı bir hikâyesinin olabileceği düşüncesi İstanbul'da yaşadığım süre boyunca sıklıkla aklımdan geçmiştir. Kitabın da böyle bir şeyden bahsediyor olması beni bu konu üzerine yazmaya sevk etti. Bir küçük köy kahvesinde bile onlarca, belki yüzlerce farklı hikâyeyle karşılaşma imkânınız varken İstanbul'da karşılaşabileceğiniz hikâyeyi saymak mümkün değil. Ayrıca mesele sâdece sayı da değil; eğer küçük bir köy kahvesinde oradakilerden birinin hikâyesini dinliyorsanız, ve o köyün insanıysanız, o hikâye mutlaka kıyısından köşesinden sizinle de alâkâlıdır. Belki de olayın bir parçasısınızdır. Ama kalabalık bir yerde, hele ki İstanbul gibi bir yerde, hiç tanımadığınız insanların, sizin başka zamanlarda yaşadığınız, belki de hiç yaşamadığınız, duyguları yaşadığını görünce ne kadar küçük olduğunuzu ve etrâfınızda ne kadar farklı hikâye olduğunu görürsünüz. Meselâ küçük yerde biri öldüğünde bu herkesin tanıdığıdır ve herkes o acının paydaşıdır. Büyük yerlerde ise hiç tanımadığınız insanlar yine hiç tanımadığınız birinin ardından ağlarken siz sâdece geçip gidersiniz.İstanbul Türkiye'nin ve dünyanın her yerinden her çeşit insanı barındıran bir şehir. Bu sebeple İstanbul'da aradığımız her hikâyeyi bulabilmek mümkün. Her düşünceden her kimlikten insan var İstanbul'da. Bu kimlik farklılıkları semtleri de etkilemiş. Meselâ İstanbul'un en işlek metrolarından birinde seyahat ederken; iş merkezlerinin yoğun olduğu Levent'te, eğlence mekânlarının yoğun olduğu Şişli'de veya daha muhafazakar olan Fatih Vezneciler'de inenlerin kimliklerinin ve kıyafetlerinin değiştiğine şahit olabilirsiniz. Levent'te muhtemelen plazada çalışan bir beyaz yakalıdır karşınıza çıkacak. Şişli'de bir müzisyendir sohbet ettiğiniz. Vezneciler'de bir İslâmcıyla karşılaşırsınız belki de. Farklı kimliklerin farklı semtlerde yoğunlaşmalarından öte benzer kimlikler farklı mekânlarda farklı özellikler kazanmıştır İstanbul'da. Fatih'in dindarlığı ile Üsküdar'ın dindarlığı; Beşiktaş'ın modern hayatı ile Kadıköy'ünki birbirlerinden farklıdır meselâ. Hepsinde farklı bir havayı teneffüs etmek, çok kısa mesafelerde çok büyük değişiklikler görmek insanda hayret duygusu uyandırır. İstanbul'un hikâyelerinin çokluğu isimlerin çokluğundan bile anlaşılabilir. Kimisi Yeni Roma demiştir ona, kimisi Şehirlerin Kraliçesi. Bazen Dersaâdet olmuştur, bazen Bâb-ı Âlî. Konstantin'in şehri Konstantinopolis, Kostantiniyye olmuştur İslâm'dan sonra. Kimisi sâdece şehir demiştir ona “Polis”. İstanbul ise aslında çok da anlamlı olmayan şehre doğru: stimboli kelimesinden türeyip sonrasında İslambol gibi farklı anlamlar bile kazanmıştır. Her isimle şehir başka bir özelliğini gösteriyor insana.(1) İstanbul'da binaların bile söyleyeceği vardır insana. Demir kiliseye bakarsınız meselâ, neden demirden bina yapılır ki dersiniz. Bambaşka bir hikâye duyarsınız. Adalet Kulesi'ni görürsünüz karşıdan, Üsküdar'dan meselâ. Ondan yüksek bina olmadığını farkedersiniz etrâfında. Bâzen ağlatır, bâzen gülümsetir, bâzen hayran bırakır bu hikayeler. Hikâyesini anlatmak için bekleyen pek çok binanın yanından ise fark etmeden geçersiniz. Pek çok insan görürsünüz Eminönü'nde. Kimisi turist olarak gelmiştir İstanbul'a. Kimisi okulunu okuyup gidecektir İstanbul'dan. Kimisi de yıllardır İstanbul'dadır da hiç haberi yoktur İstanbul'dan. İşte bütün bu farklı sîmâları seyreder Yeni Cami. Her gün belki milyonlarcası gelip geçer. İstanbul'un bütün hikâyeleri önünüzden geçip gider de, bazısını bilir, bir kısmını tahmin eder ama pek çoğundan haberdâr olmazsınız. Bu kadar farklı hikâye arasında kaybolur, nicelerinin ne dertler peşinde koştuğunu görüp hâlinize şükredersiniz. Boğazı seyredersiniz Hisarüstü'nden. Onun bile söyleyeceği vardır. Etrâfındaki bütün o betonlara rağmen nasıl bu kadar güzel kalabildiğini düşünürken sitem dolu bir tebessüm fark edersiniz. Her şeye rağmen güzel kalacağını fısıldar sanki. İşte bütün bu hikâyelerin yanında milyonlarcasını daha barındırır bu şehir. Her gün binlercesinin yanından fark etmeden geçip gidersiniz. Belki de o hikâyelerden birisi tam da ihtiyacınız olan hikâyedir. Kim bilir? 1.https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul Her Şeye Rağmen Hiçliğin uçsuz bucaksız karanlığı size neyi çağrıştırır? Uykuya dalmadan önceki ansızın karıncalanan zihni mi yoksa bir türlü hatırlanamayan rüyanın bıraktığı boşluk hissini mi? Bence düşündüğümüzde, hayatımızın her anında karşılaşabileceğimiz, hiçliğe yaklaştığımız anlar vardır. Peki, bizler ne kadar umursarız, nasıl ifade ederiz bu hiçliği? İzlediğim Life Feels Good adlı film, zihnimde tanımlamayı ertelediğim bu kavramı anlamlandırdı. Gerçek yaşam öyküsüne dayandırılan, senaristliğini ve yönetmenliğini Maciej Pieprzyca'nın üstlendiği filmde doğuştan beyin felçli Mateusz, ebeveynlerinin ilgisi ve çabasına rağmen “bitki gibi bir varlık” tanısı konduğundan dolayı bir zihinsel engelliler kliniğine yatırılır. Genç adamın kendini bildiğinden beri süre gelen mücadelesi amansız bir hiçliğe karşıdır. Mateusz bedensel olarak yatağa bağımlı bir bebek olarak dünyaya gelir, anne ve babasının dışında sonsuz sevgiyi ve sahiplenilmeyi ne ablasından ne de arkadaşlarından görür. Fakat onun yüzleştiği hiçlik bunlar değil, daha da tarif edilemez bir çıkmazdır; anlaşılamamaktır. Mateusz' ün bedensel fonksiyonlarının engelli oluşu anlama kabileyetini etkilemez. Çocukluğundan beri dişlerini sıkarak, gözlerinden yaşlar akıtarak ve gücünün yettiğince homurdanarak çıkarmaya çalıştığı sesler onun yıllarca içinde biriktirdiği sözcüklerdir. Anlaşılmamak görünmez olmaktır, koca bir evrende gündüzün bitmesini beklemekir. Günün karmaşası, gürültüsü sona erdiğinde, gecenin dinleyen karanlığına teslim olmak ve yıldızların ışıltısından umutlar biriktirmektir. Gökyüzünün engin mavilikleri, Mateusz'e kaybolan çocukluğunu nasıl hiç usanmadan pencere ardından izlediğini hatırlatır. Babasını kaybettiğinde bütün isyanlarını yıldızsız bir geceye haykırır. Gecenin derin karanlığı onun yas ortağı olur. Genç adam için bir insanın yok oluşunu anlamak, ona daha çok yıldızlı geceler izleme şevki verir. Artık babasının sesini anımsayarak gördüğü yıldızların isimlerini homurdanır. Yaşamak başlı başına ne büyük bir anlaşılma çabasıdır. Mateusz yaşamına, varlığına karşı yapılan bütün saygısızlıklara rağmen anlaşılma çabasını hiç yitirmez. Hiçliğini ruhunun demir parmaklıkları yapar, fakat yıldızların eşsiz ışıltısı o soğuk parmaklıklar arasındanda sızmaya yetecek kudrettedir. Bitmek bilmeyen şikâyetlerimiz vardır, öyle değil mi? Sahip olamadıklarımız için ne çok hırpalarız kendimizi. Sahip olduklarımızın hayatımızdaki anlamını sorgulamadan, gözlerimizi çok yükseklere dikeriz. Sahip olduklarımızı fark etmek için hayal gücümüze kemer vurmaya ya da bize bahşedilen varlığımıza dair duyduğumuz inanca küsmeye gerek yok. Kendi insanlığımızı taçlandırmak için sadece derin bir sorgulamaya ihtiyacımız var. Maddi zayıflıklardan ve zaaflardan arınmayan zihinler trajikomik hayat hikâyelerinin altına imzalarını atar. Eksiklik olarak sıraladığımız, derin iç çekişlerle dillendirdiğimiz ufak isyanlarımız, bizi gündüzün karmaşasında sıradanlaştırır. Ve yaşarken kendimizi anlatmaktan vazgeçiriz. Yüksek değer biçilmiş maddelere, mevkilere sahip olabilmek için duyulan amansız arzu bizi kimliksizleştirir. Hatta bir gün bir başkasının hayatını düşlerken bile bulabiliriz kendimizi. Bütün bu arzuları dile dökerken yükseklere çıktığımızı sanarız, ötelenmiş benliğimiz bu zihinsel kurguya dur dediğinde, yere çakılışımızın acı gürültüsü yalnızca kalbimizde yankılanır. Varlığımızı işte böyle hiç farkında olmadan, gün içinde aşağılarız. Mühim olan benliğimize dair olan hayale inanmak ve onun için çabalamaktır. Kendimizi anlatabilme kabiliyetine sahipken, zayıflıklarımızın ve zaaflarımızın oluşturduğu engellere takılmak bir nevi hiçleşmektir. Yaşadığı her şeye rağmen, Mateusz varlığının sınırlarını zorlar. Klinikte geçirdiği uzun yalnızlığı kimi zaman ona yaşam umudu olurken, kimi zaman onu suskunlaştırır. Ama hayat, varlığına bu denli sahip çıkan, bedeninin ağır hastalığına düşünme ve anlama yetisini teslim etmeyen Mateusz' ü onurlandırır. Doktorlar “bitki gibi bir varlık” tanısını “üstün zekalı bir birey” olarak değiştirir. Hayatımızı anlamlandırabilmek için anlaşılmaya ihtiyacımız vardır. Kendi iç sesimizin tınısını unuttuğumuzda, bizden geriye ne kalır? Gündüz, bütün mavilikler gökyüzüne aynı tonda mı dağılmıştır? Gece, bütün yıldızlar parıldar mı gözlerimizin içine, kimisi bulutların arasından varlığını ispat etmeye çalışmaz mı? Bazı insanlar varlığının sınırları arasında hiçleşir fakat bazı insanlar varlığını bütün katı sınırlara rağmen yüceltmeyi başarır. Cansu Erdal Zaman Aldırmaz Bazı şarkılar vardır dinlerken sizi başka dünyalara alıp götürür. Pink Floyd grubunun The Dark Side of the Moon albümündeki şarkılar da dinlerken beni alıp farklı dünyalara ve düşüncelere götürüyor. Belki albümdeki parçaları yüzlerce defa dinlemiş olsam da sözlerinin derinliklerindeki anlamları bulmak ve yazmak için bir o kadar daha dinledim. Pink Floyd grubunu ilk dinlemeye başladığımda lise 2. sınıftaydım ve hâlâ bıkmadan dinlemeye devam ediyorum. Ancak zamanla müziğin derinlerine inip bir anlam çıkarmayı ve müziği yaşamayı öğrendim. Bu albümdeki parçalar özellikle beni çok etkilediğinden dolayı anlatmak istedim. Gerek beste olarak gerek sözleri olarak çok anlam taşıyan bu albüm 1973’te yayınlandığında çarpıcı bir etki yaratarak listelerde 740 hafta boyunca kalarak rekorlar kırmıştı. Bu albümdeki en sevdiğim ve en çok dinlediğim parça “The Great Gig in the Sky” olmuştur. Şarkıda ölüm teması yapılabilecek en güzel şekilde işlenmiş. Ayrıca doğanın bize sunduğu en güzel enstrüman olan insan sesi çok iyi bir şekilde kullanılmış. Yavaş başlayan şarkı, hayatın başlangıcındaki o yaşam enerjisini ve ölümü kabullenmeyen bir tavır içindedir. Ancak ikinci yarıya geçince daha sakin ve huzurlu bir hal alıyor. Nasıl gerçek hayatta yaşlandıkça içimize bir huzur doğuyorsa şarkı bunu bize aynı şekilde hissettiriyor. Gençlik ateşiyle dünyaları elde edebileceğimize inanırız ama zaman geçtikçe bazı şeylerin farkına varıp duruluruz. Yaşlılık gelip çattığında ise bu fani dünyadan göçüp gideceğimiz günü beklemeye koyuluruz. Bazıları ibadet etmeye başlar bazıları ise ibadeti bırakıp geçmişi telafi etmeye çalışırlar. Sonuçta bir gün hepimiz öleceğiz ve bundan kaçmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok. Daha liseye başladığım günü dün gibi hatırlıyorum. Gelin görün ki artık üniversitedeyim. Burada da üniversitede olmanın verdiği mutluluk ve rehavetle eğlence peşinde koşmaktan bir bakmışım sorumluluklarım kapıya dayanmış. Zaman o kadar çabuk gelip geçiyor ki biz farkına varmadan bir gün gelecek ve artık her şey için çok geç olduğunu fark edeceğiz. Aslına bakarsanız, zaman o kadar da çabuk geçmiyor. Ancak hayatımızda dikkatimizi dağıtacak, önemli olduğunu zannettiğimiz ama aslında bir anlam ifade etmeyen o kadar çok şey varken o anın değerini kaçırıyoruz. Sonrasında farkına varıyoruz, evet. Ama artık her şey için çok geç kaldığımız gerçeğini değiştirmiyor. Albümdeki bir diğer şarkı olan “Time”(Zaman) adlı parça tam olarak zamanın biz farkına varmadan nasıl geçtiğini anlatıyor. Belki de gelmiş geçmiş en güzel ve en anlamlı sözlerin bu şarkıya ait olduğunu düşünüyorum. “ Ve koşarsın ve koşarsın güneşi yakalamak için ama güneş batmakta Ve dolanmakta tekrar sana görünmek için Güneş aynı güneş aslında ama sen yaşlısın artık Bir nefeslik ömrün var ve bir gün daha yakınsın ölüme / And you run and you run to catch up with the sun, but it's sinking And racing around to come up behind you again The sun is the same in the relative way, but you're older And shorter of breath and one day closer to death ” Pink Floyd - Time Ama size de soru sormak istiyorum. Gerçekten neyin peşinden koşmamız gerekiyor? Hayatımızda kaçırdığımız ama farkına varamadığımız o şey ne? Ben de sürekli bu sorulara kafa yorup duruyorum. Kendi mutluğum mu yoksa başkasını mutlu etmek mi? Bir aile kurmak mı yoksa kariyerimin peşinden koşmak mı? Bazen ne yapmam gerektiğine karar veremiyorum ancak elbette sonunda bir karar vermemiz gerekiyor. Ve esas önemli olan bu kararın doğru olup olmadığını anlayabilmek. Bu okulu veya bölümü seçmekle ne kadar doğru bir kara verdim ondan da hâlâ emin değilim. Ancak bunun cevabını bana zaman gösterecek. Büyük ihtimalle de her şey için artık çok geç olacak. Hepimiz biliyoruz ki zamanın geri dönüşü yok. Geldiğimiz gibi gideceğiz ve bu zaman bizim farkımızda bile olmayacak. Fakat farklı bir şey yaparak biz zamanın farkına varabiliriz. Her şey için çok geç olmadan kendimize dönüp neyi yanlış yaptığımızı sormamız ve bir şeyler yapmamız lazım. Aksi takdirde pişmanlıkların peşinden koşmanın hiçbir anlamı olmayacak. ELİF ACAR VAFTİZ SUYUNA KLOR !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!! !!!!Okur'a! (BAUDELAIRE,+2014) Şeytan kötülüklerin yastığına yaklaşır,(cid:1) Sallar büyülenmiş zihnimizi uzun uzun,(cid:1) Ve zengin, verimli madeni irademizin(cid:1) Bu bilge kimyacının eliyle buharlaşır. 
 !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!Charles!Baudelaire Cennet, cehennem turuna katılan ve güzeller güzeli Beatrice’in sütünden içen herkes gibi ben de sarhoş oldum. Durmadan sayıklıyorum: Göbek bağımız henüz kesilmeden yaşam ve ölüm dallanıp budaklanır karnımızda, böylelikle her bebek ölü doğar, ben de ölü doğdum; İyi, kötü veya güzel, çirkin benzeri bir tezat değildir yaşam ve ölüm, öyle bir zıtlık ki nereye oturtacağını kestirebilen yoktur. Bu sayıklayıp durduğum daha doğrusu sayıklayıp durduğumuz şey bir tür dua veya telkin olmalı. Burası oldukça kalabalık. Beatrice’in analığında ve Vergilius’un rehberliğinde burada, her şeyin ölçüsü, ölçüsüz bir tanrı ve tanrısına aşık, çılgın bir ressamın elinden çıkma Dünyevi Zevkler Bahçesinde hepimiz oldukça farklıyız: Göğe parmak sallayıp varolmuş bütün tanrılara küfürler savuranlar, dinden çıkanlar, dinden çıkarılanlar, yaşamla savaşıp ölüme teslim olanlar, ölüme meydan okuyup yaşamayı unutanlar, sözüm ona anı yaşayanlar, hep daha fazlasına koşanlar, deliler, müptezeller, arsızlar ve tövbekarlar; biz burada oldukça kalabalığız. Gözlerim kamaşıyor. Ölüm fikri ve bu kalabalık beni sarhoş ediyor. Zihnimde bir deli iki metal parçasını birbirine sürtüyor ve Cennet diye bağırıyor. Ardından saçları dağılmış, aklını kaçırdığı her halinden belli başka bir adam yavaşça fısıldıyor Paradiso. Beklenmedik bir ahenk yaratıyor bu iki delinin düeti. Büyülenen bir ben değilim. Bir kadın seçiliyor uzaktan kendinden geçmiş, şeffaf tenine yansıyan ışıklarla dans ediyor. Kadının dudaklarında eşi görülmemiş, parlak tüylü hayvanlar saklı. Konuşmaya bir başlasa yeryüzünün bütün şarkıları susar, bunu inkar edecek kimse yok. Tek tek isimlerini koyuyorum ilki olanca saflığı ile enstrümantal deli İsa, diğer ikisi ise ilk başta yılanın başını ezememiş, her şeyin sorumlusu, hem bizim hem de her türlü fikrin babası ve anası olan, ebedi âşıklar Adem ve Havva. Yaşadıkça sırtıma indirilen kamçının açtığı yaralar sızlıyor ve sonsuzluğun bu üç kişiden ibaret olduğunu düşünmek canımı yakıyor. Dünyanın en güzel manzarasına karşı kıskançlıkla, çaresizlikle ağlıyorum. Oysa çocukken katışıksız cennet hayallerim vardı. Tam o anda olduğum gibi var olacaktım cennette de çünkü “Nasılsın ?” sorusuna “İyiyim.” cevabını vermeyi öğretmişlerdi bana. Bu göründüğü gibi bir hal hatır sorusu değildi. Zaten nasıl hissettiğimi de söylemiyordum. İyiydim, iyi olmaya zorlanmıştım ve cennete gitmeliydim ama şimdi görünen o ki cennette bana ve benim iyiliğime yer yoktu. Kimsenin iyiliğine yoktu herhalde, savaş kurbanı çocuklar gömülü bile değildi İsa’nın ayakları altına. Kimse bilmiyordu onların isimlerini çünkü en az iki bin yıldır aynı isimler tekrarlanıyordu buralarda, yenilerine yer yoktu. Bütün bu sanrılardan sonra kusursuz bir günahkâr olduğuma ikna oldum. Zaten oldukça uzun zamandır yeryüzünde de yer bulamıyordum kendime. Eğer İsa yeryüzüne yeniden müjdeleniyorsa, Cehennem’e de uğramalıydı. Küçük çocukların ellerinden kurşun askerleri toplamalı ve ateşe atmalıydı. Aslında isyanımı sindirdikten sonra İsa’nın ne yaptığı umrumda değildi artık. Tek bildiğim: Ben ayak basmadık toprak bırakmayacaktım ve bütün çocukların ellerinden tutacaktım. Çirkinliğin estetiği, Inferno. kilise tarafından birini dahi işlemediği yedi büyük günah için cehennemin yedi kat dibine tutsak edilen Pan’ın flütünden çıkan, her şeye rağmen coşkulu melodiyi takip ediyorum. Yavaş, yavaş dik merdivenleri iniyorum. İki kulağın arasına sıkıştırılmış bıçak şah damarıma saplanıyor. Tek bir kelimede, cehennemde bu kadar çok sesin saklı olduğuna inanmak çok zor. Ben bir basamak daha aşağıya iniyorum. O anda, bütün askerler tetiğe aynı anda basıyor, bombalar aynı anda patlıyor, kumarbazlar zarlarını sallıyor. İnsanın Yeryüzü veya yine Inferno! Nefes alışverişimizi takip yıkıcılığına tanık oluyorum ve hakikat önüme seriliyor. edemiyoruz. Cennet’i göklerde ararken yerin dibine sokuyoruz, Bosch’un evhamına kapılıp Cehennem’i yaşıyoruz, yaşamı öldürüyoruz. Aydınlatıcı esrimeye şükür ediyorum; cehennem yandı, yaşasın yeni cehennem! Kaynakça:( BAUDELAIRE,*C.*(2014).*Kötülük'Çiçekleri.*(E.*Alkan,*Çeviri.)*İstanbul:*Varlık*Yayınları.* * Melis KARACA 21502925 ANILARIMIZ BİZİ BİZ YAPAR Kusursuz bir hayat var mıdır? Yoktur elbette. İnsanlar hayatlarının çok güzel, mükemmel olmasını isterler fakat bu imkansızdır. Parası olan mutlu değildir, sağlığı olanın başka şeyleri eksiktir, aşık olanın bambaşka sorunları vardır. Her şeye aynı anda sahip olunamadığı için her günümüzde, her anımızda kusursuz bir hayat yaşamamız mümkün değildir. İnsanlar hatalar yaparlar, üzülürler, kahrolurlar fakat sonrasında bir ders çıkarıp aynı hatayı tekrarlamazlar. Bu hata sevdiğin birini üzmek olabilir, bütün paranı kumarda kaybetmek olabilir veya birine aşık olmak olabilir. İnsanlar aşık olarak yaptıkları hataları, yani o insanla olan anılarını unutmak isterler. İnsan yaptığı her hatayı unutmak isterse ve unutursa, yaşamanın tadına nasıl varır? Bence hayat hatalarla güzeldir. Ben bu zamana kadar yaptığım hataların hepsinden tek tek ders çıkardım ve hiçbir hatamdan pişmanlık duymadım. Unutmak istemedim mi? Evet, bazen istedim. Ama bunun için çok da bir çaba harcamadım. Çünkü, zaman her şeyin ilacıdır. Zamanla her şey geride kalır. Unutulur mu tamamen? Hayır, ama en azından akla gelmez bir süre sonra. Nermin Yıldırım’ın Unutma Dersleri adlı kitabını okuduktan sonra anıların ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım. Kitabın ana karakteri yaşadığı bazı şeyleri unutmak istiyor ve hafızasını sildirmek için bir kuruma gidip, unutma derslerine girmeye başlıyor. Kitabı okurken dedim ki “Hiç bana göre bir olay değil bu.”. Anıları unutmak istemenin çok yanlış bir şey olduğunu düşünüyorum. Hatalarımız, yanlışlarımız ders almak için var. Onları hatırladığımız sürece yaşamımızı biraz daha üst seviyeye taşıyabiliriz, daha da güzelleştirebiliriz. Anılarımız bizi biz yapar. Bir zamanlar yaptığımız seçimleri bize hatırlatır. Konu aşk ve sevgi olduğunda, insanlar sevgililerinden ayrıldıktan sonra anılarını silmek, onları yok etmek isterler. Anlayamadığım şey, bir zamanlar gerçekten mutlu oldukları anıları varken neden silmek istedikleri. Unutmak için mi sever insanlar? Tamam anlıyorum kötü ayrılınca hatırlamak istememek normaldir, fakat o zaman da yapılan hatadan ders alınmaz ki. Unutmamak lazım bazı şeyleri, yoksa aynı şeyleri tekrarlayıp, aynı hataları yapıp durur insan. Hele ki aşk konusunda, bence hatırlamak çok önemli yapılan hataları tekrarlamamak için. Nermin Yıldırım’ın Unutma Dersleri kitabında dediği gibi “İnsan kalbini kaptırsa bile, hiç değilse aklını korumalı.” (Yıldırım,111). Sevince insan tüm mantığını kaybetmeye çok meğillidir. Aklını korumak da yaşanılanlardan ders çıkararak sağlanılabilir. Anıları silmek, insanı kısa bir süre mutlu etmekten başka hiçbir işe yaramaz çünkü bir gün mutlaka aynı şeyler yaşanılacak. Mutsuz olunacaksa yine olunacak. Demek istediğim yaşanılanları unutmak uzun süreli bir mutluluğa eriştirmez insanı. Konu mutsuz biten bir ilişki olunca insanlar ne yapacaklarını şaşırır, çaresizce unutmayı beklerler. Elimizde gerçekten bir fırsat olsaydı, istemediğimiz tüm kötü anılarımızı unutabilseydik, çoğu insan bunu ilişkilerini ve bir zamanlar sevdikleri insanı unutmak için kullanırdı bence. Fakat, “Aşk, kazanmayı planladığınız değil, kaybetmeyi göze aldığınız şeylerin toplamıdır.” (Yıldırım,14). Bir şeyi göze alarak yapıyorsak, bir ilişkiye bir gün bitebileceğini göze alarak başlıyorsak, sonrasında mızmızlanmanın, hatırlamak istememenin bir anlamı yok bana göre. Peki sen nasıl kullanırdın bu hafıza silme olayını derseniz, cevabım “Kullanmazdım.” olurdu büyük ihtimalle. Yaşadığım her şeyi hatırlamalıyım ki her duruma hazır olmalı ve hatalarımı tekrarlamamalıyım. Hiçbir sorun unutunca geçmiyor, o yüzden unutamıyorum diye kendimizi hırpalamamalıyız. Aksine hatırlamalı, dersler çıkarmalı ve çıkardığımız derslere göre yaşamalıyız. Böylece uzun süreli mutluluğu yakalayabiliriz. Küçük mutluluklar peşinde koşarak geçmez hayat. Bütün kötü anıları unutarak da geçmez. Yaşamasını biliyorsan, hatırlamasını da bileceksin. İnsanın hayatını güzelleştirmesinin en iyi yolu budur bence. Pişman olmadan ama ders çıkararak yaşanmalı her şey. Kaynakça: YILDIRIM, Nermin, Unutma Dersleri, Doğan Yayınevi, 2015, İstanbul. Ahmet Faruk SAZ DOSTU GÖRDÜĞÜM KAPI Gönülleri dosta ev sahibi olmuş zatlar, hakiki dost için; kapı çaldığı zaman “Kimsin?” diye sorulduğunda “Senim.” diyebilendir diye söylemişlerdir. İnsan elindeki en büyük hazine olan zamanı tutamaz, sadece kullanabilir. Ömür adını verdiği kendisine verilen zamanı yalnız yaşayamaz. Eskittiğimiz her bir gün, hayatımızı etkileyen, onun değerini arttırıp azaltan insanlarla geçer. Düzlükleri kadar kıvrımları da olan hayat yolunda dostlarımız daima yanımızda olurken, varlıkları ile de destek olup güç verirler. Küçüklüğümden itibaren şeker hastalığı nedeniyle hastanede olduğum günlerde yanıma gelip sıkıntımı paylaşarak azaltan dostlarımın varlığı ile kendimi daha güçlü hissettim hep. Sevincimi paylaşmayı istediğim anlarda da yine dostlarımın yanımda olması sevincimi arttırdı. Dosta hangi pencereden bakmalıyım diye düşündüm. “Mesela” isimli hikâye kitabındaki “Dostlar ile Sohbet” adlı hikâyede konuşmasından bıkmadığınız, sözleri ile üzüntülerinizi dağıtan, size huzur veren insan diye bakmış yazar dosta. (Pala,161-162) Benim için de dost dediğin seninle dertlenip seninle sevinebilmeli, sıkıntılı anlarında kalbine ümidi damıtıp koyabilmelidir. Yüreğin yangın yerine döndüğü zamanlarda o yangınlara serin su serpebilmeli, diken tarlasındaki gülistanı sana gösterebilmelidir. Derdine, sevincine ortak olurken dil ucu ile değil gönül burcu ile konuşabilmelidir. Kışın dağlara kar yağdığı zaman soğuktan içimiz titrer. Özlemle kar altında büyüyüp baharda açacak olan laleler ve sümbüllerin müjdesini bekleriz. Dostun da, omzuna kar yağdığı zaman baharı seninle bekleyebilmelidir. İnsan elindeki sebepler tükendi sandığında öyle bir kapı çalmalı ki o kapıdan çevrilmesin, kapı tokmağından eli boş dönmesin. Kapıyı açan derdini, sevincini paylaşabilen dostun olsun. Dostum, boğazımda kelimeler düğümlendiğinde kelimeleri benim yerime ilmek ilmek örüp kalbimdeki yükü hafifletebilmelidir. Zor anlarımda beni dinleyen dostum, benim ifade edemediklerimi anlayabilmelidir. Beraber çıkış yolu aradığımızda, giderken içimdeki yükü de alıp götürdüğünü hissederim. Dosta ait olan bu özellikler hayal veya beklenti değildir. Dostu dost kılan, onların yaşanmışlıklara iz bırakan mühürleridir. Annemden dinlediğim bir olayı ilk duyduğumda aklımdan geçen cümlelerdi bunlar. Annem iş yerine gittiği bir gün beraber çalıştığı arkadaşının tayininin çıktığını öğrenir. Ona bu durumu anlatırken gözlerinden akan yaşlara engel olamaz. Bu durumun düzeltilebileceğini, sıkıntısında yalnız olmadığını ve ona her aşamada destek olacağını söyler. O arkadaşın verdiği karşılık ise çok anlamlıdır: “Sadece hakiki bir dost benim için ağlayabilirdi.” Daha sonra süreci beraber inceleyerek bu atamanın düzeltilmesini birlikte başarırlar. Güzel olanı çok hızlı öğüten bu dünyada dostun kıymetini bilen ve dosta sahip olan insanlar da çakıl taşları gibi dağılıyorlar. Basit menfaatlerin, kısır döngülerin, hırsların hırpaladığı kalplerde dosta açılan kapılar örseleniyor. Çaresizlik, yalnızlık arasında kaldığımızda hayatımızda eksik olanın dost olduğunu anlayamıyoruz. Sanal dünya olarak bize sunulan dipsiz kuyunun bu duruma etkisi büyük diye düşünüyorum. Teknoloji sayesinde küçülen dünyada büyüyen sanal dünya, bize sohbeti, anlamayı, dinlemeyi unutturdu. “Tmm, nbr” gibi eksilttiğimiz hecelere sığdırmaya çalıştığımız dostluklar ne derde derman ne de yaraya merhem oldu. Halbuki aileler arası sohbetlerde insan sarrafı olur tartardık birbirimizi, kıymetli gördüklerimizi yazardık dost hanesine. Konuşurken alırdık dostun yükünü. Atılan kısa mesajlara sığmayacak kadar büyük olan dost kapısında, kısaltılmış heceler dostun kapısını açamayacak kadar küçük kaldı. Her geçen günde kalabalıklarda yalnızlaşan insanlar, dosta giden yolları görmeyi unutuyorlar diye düşünüyorum. Oysa, hasta olduğunda bir tas çorba ile kapına gelen, sevincinde seninle coşan, için yanarken kalem gönlünden geçenleri anlatmaya yetişemediğinde, kelam olup söyleşebilen, rüzgârın baharın habercisi olması gibi bizden haberdar olan dosta ihtiyacımız var. Hayat ağacının gövdesi bizsek dostlar ağacı güçlendiren ana dallardır. Sayıları azdır. Ama verdikleri güç büyüktür. Hepimiz yaşadığımız süre içerisinde yüreğimizde dostlarımıza yer açabilirsek hayatımız anlam bulur, renk bulur. Dünyada bize verilen hayatı tek başına yaşamak mümkün değildir. Bu nedenle hepimizin gülü dikeni ile kabul eden bülbül gibi, her zaman yanımızda olan dostlara ihtiyacı var. Eğitim ve iş hayatımızın dostluklarımızı eskitip unutturmasına, yok etmesine izin vermeyelim. Hızlı geçen hayat yolunda dosta açılan kapıları kimsesiz bırakmadan yürüyelim. KAYNAKÇA Pala, İskender. Mesela. İstanbul: Kapı Yayınları, 2016. Batuhan Kuzu 21502199 Prangalara Alışmak Hayatımızda değiştirmediğimiz belki de değiştirmek bile istemeyeceğimiz birçok şey vardır. Kimileri için yaşadıkları köy, şehir, ülke bir alışkanlık iken kimileri içinse konuştukları dil bir alışkanlık olabilir. Yaptığımız tercihleri sıklıkla tekrarladıktan sonra onlara iyice alıştığımıza, sonra da onları kendimize zincirlerle bağladığımıza ve ardından kilitlerin anahtarlarını bir denize fırlattığımıza inanıyorum. Kendi isteğimizle bağladığımız bu prangalarla bir süre yaşadıkça da onların ağırlığına, bize getirdiklerine ve bizden götürdüklerine ölümüne alışıyoruz. Onlardan kopamıyoruz adeta ve sanki bizim kişiliğimizin bir parçası oluyorlar. O alışkanlıkları biz oluşturuyoruz ama sonra o alışkanlıklarımız bizi idare etmeye başlıyor. Pranga hangi yöne bağlıysa o yönün zıddına gidemiyoruz bence. Gitmeye çalışmak da çok zorlu bir süreci beraberinde getiriyor. Bunun tarihimizdeki en büyük örneklerinden biri festen şapkaya geçiş bence. Sultan II. Mahmut devlet memurlarına fesi zorunlu kıldıktan sonra Gâvur Padişah lakabı takılmıştı kendisine. Atatürk fes yerine şapkayı getirdiğindeyse aynı halk zamanında kendisine uygun bulmadığı bir aksesuarı kültürünün değişmez bir parçası saymaya başlamıştı bile ve benzer tepkiler Atatürk’e de gösterildi. Yani anlayacağınız prangayı bağlarken sadece kilidi kapatıyoruz ama artık elimizde anahtar olmadığından çıkarmak için testere gerekiyor. (Resim 1) Lise için ayrılmak istemiştim Kayseri’den ama daha 14 yaşındaydım. Yaşadığım şehirden ayrılamadım. Arkadaşlarımdan ayrılamadım. Bildiğim sokaklardan, yollardan, binalardan ayrılamadım. Galiba en çok da ailemden ayrılamadım. Gidip birkaç hafta denemeyi düşünmüştüm en başta ama düşüncesi bile korkutmaya yetmişti beni o zamanlar. Belki de gitseydim birinci haftanın sonunda bir ay deneyeyim diyecektim ve sonrasında daha da… Ama o nasıl olsa bir süre sonra alışamayıp geri döneceğim düşüncesi beni caydırmaya yetmişti. Gerçi üniversite okumak için ayrıldım Kayseri’den fakat döndüğüm şehir yine memleketim Ankara oldu. Çok da büyük bir değişiklik olmadı anlayacağınız. İlk başlarda çok sık gidiyordum evime. Sonra yavaş yavaş seyrekleşmeye başladı. İnsan alışıyor. Yeni alışkanlıklar eskilerin yerini doldurmaya başlıyor ama yalnızca sabredenler için. Hiç katlanamadığım o 5 saatlik Ankara-Kayseri yolu bile normalleşmeye başladı. Artık sadece gidiyorum ve geliyorum. Ne kadar kolay oldu söylemesi değil mi? Gidiyorum ve geliyorum. Bir de ilk başlarda sorsaydınız bana ne kadar zorlandığımı. O 5 saatlik yolculuk için bir de ben 5 saat söylenir dururdum. Neticede insan alışamadıklarına da yeterli süre geçince alışıyor. (Resim 2) Ha bir de bazı insanlar var ki onlar artık tabiri caizse kurumsallaşmışlardır. Oldukları yerde, yaptıkları işle ve alışkanlık dairelerinde önemlilerdir. Taş yerinde ağırdır derler ya tam da o hesap. Onu oradan alıp başka yere koyduğunuzda, o özelliğini ya da alışkanlığını elinden aldığınızda eski değerini yitiriveriyor ve yeni durumla yaşayamıyor o kişi. Yıllar boyu taşıdığınız o prangalar artık vücudunuzun bir parçası oluyor ve onlar sizden alındığında siz, siz olmayı yitiriyorsunuz. Haliyle alışkanlığın süresi ne kadar uzarsa onu değiştirmek de o kadar zahmetli oluyor. Yaşlı insanlarda çok daha rahat gözlemleyebilirsiniz bu durumu. Mesela biz anneannemi evinin düzeninin değiştirilmesi konusunda ikna edemiyoruz, cep telefonu kullanmaya ise çok zor ikna edebilmiştik. İşte Esaretin Bedeli’ndeki Brooks da bu kurumsallaşmanın en güzel örneklerinden bir tanesi. Ben alışkanlıklarımızın bizim prangalarımız olduğunu Brooks o otobüsteki koltuk demirlerine sımsıkı tutununca anladım. Anladım her gitmek istediğimizde gidemeyeceğimizi, her kalmak istediğimizde de kalamayacağımızı. Brooks buradaydı, ama o eski ve olmak istediği Brooks değildi artık. O kurumsallaşmış biriydi ama bunu insanlar göremedi. Bu yüzden de o yeni ve sahte hayatına veda etti. Kaynakça Darabont, Frank. Esaretin Bedeli. 1994. Castle Rock Entertainment. Film. Resim 1 - https://pbs.twimg.com/media/BZCX2UNCMAAyKKO.jpg Resim 2 - http://img01.alkislarlayasiyorum.com/images/all_content_thumbnail/110/110082- 13000.jpg Bilinmezliğin Kurbanlarıyız “…Siyah ayağını direğe bağlayan yabandomuzu kapanın kalın zinciri gözüme çarptı. Kollarıyla bacaklarını tutmuş, çenesini bacağının üzerine yaslamış, kan çanağına dönmüş ıslak gözleriyle bana baktı…” Bilinmeyenden neden korkuyoruz ve bu korku bizi nasıl etkiliyor? ​Kurbanı Beslemek öyküsünde Kenzaburo Oe tam da bu soruyu soruyor ve yanıt bulmaya çalışıyor. Kenzaburo Oe Nobel ödüllü, Japon bir yazar. Taşradan gelmiş, İkinci Dünya Savaşı ve etkilerini yaşamış Oe, bu etkenleri de edebiyatına yerleştirmeyi başarmış. Kurbanı Beslemek taşrada babalarıyla yaşayan iki kardeşin hayatının köylerinin yakınına düşen Amerikan uçağıyla nasıl değiştiğini anlatıyor. Uçaktan tek bir kişi sağ kurtuluyor, siyahi bir asker. Esir alınan siyahinin bakımını iki kardeş ve babaları üstleniyor, siyahi asker ölene kadar bunu sürdürüyorlar. Köydeki çocuklar için uçaklar muhteşem bir korku kaynağı. Hepsi Japonya’da bir savaş olduğunun farkında ama kendi köylerinin Amerikan bombaları için ne kadar önemsiz bir hedef olduğunun farkında değiller. Bunu bilseler korkuları kaybolacak ama insan doğası böyle, bilinmeyenden doğan karanlık, gizemli ve hepimizin içinde derinlerde veya sığ bir yerde saklanan bir korku var içimizde. Dünya hakkındaki bildikleri her şey kendi köyleriyle sınırlı olan bu çocukların hayatta olan kişinin bir siyahi olduğunu öğrenince korkuları biraz artıyor ama çocuklar siyahi askeri tanıdıkça, onunla iletişime geçince ve onunla bir şeyler paylaşınca; korkularını anlamsız bulmaya başlıyorlar. Amerikalıyla oyunlar oynamaya, onunla kahkaha atmaya alıştıkları zaman şehirden bir kâtip geliyor. Kâtip, çocuklar için eğlence düşmanı ama siyahi için ise Azrail demek. siyahi kaldığı ambarda kardeşlerden büyük olanını rehin alıyor. Dostuna olan sadakati, hayatta kalma içgüdüsüne yenik düşüyor. Gözlerinden her geçen saniye daha az ışık saçılıyor etrafa, çaresiz kapana kısılmış bu askerin son emrini baba tek bir balta hamlesiyle veriyor. Siyahî insanlardan korkulan ve onların bilinmediği tek yer elbet Japon taşrası değil. Bu cehaletin var olduğu yerlerden biri de, azımsanmayacak sayıda siyahi vatandaşı olan Amerika Birleşik Devletleri. Irkçılık gerilimlerinin asla bitmediği ülkedeki olayların sebebini korku olarak yorumlayabiliriz. Bu ister ailenin, ister ırkının, ister vatanın güvenliği olsun taraflar birbirlerini tanımadıkları için birbirlerinden nefret ediyormuş gibi görünüyor dışarıdan. Atlantik Okyanusu üzerinden getirilen Afrikalı yüz binlerce kölenin hayatlarında gördükleri ilk beyaz büyük ihtimalle onları satmaya çalışan tüccardı. Kölelerin tüccardan hissettikleri korkuyu bir ırkın geneliyle bağdaştırmaları doğal ama elbette ki yanlış bir davranış. Bilinmeyen bu ırkı tanısa, tanıma fırsatı olsa bu korku oldukça azalacaktır diye düşünüyorum. Malcolm X, Martin Luther King Jr. ve Rosa Parks gibi figürlerin mücadele ettikleri ayrımcılık ve ırkçılığın yeniden ortaya çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Taraflaşmanın çıkarcı ve cahil politikacılar tarafından bütün Dünya’ya yayıldığı bu dönemde belki de hepimiz Oe’den ders alabiliriz. Tanımadan, bilmeden düşman belledikleriyle karşı karşıya oturma, onlarla bir şeyler paylaşma şansı elde etse herkes eminim ki Dünya şu an olduğundan daha huzurlu bir yer olurdu. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi her ne kadar imkânsız olsa da umut etmekten başka şansımız yok. Irkçılık ve bilmeme, bilememe konusunu biraz daha açacak olursak daha doğrusu bunları tek bir kelimeyle özetlemeye çalışacak olursak akla gelen kelime cahillik olucaktır. Düz, sözlük anlamıyla cahillik. İnsanlar bir toplum veya ırk ile ilgili genellemelere, genellikle yanlış ve negatif genellemeler, gözleri kapalı, cahilce bir biçimde inanmaya başlıyor ve ırkçılık böyle doğuyor. Önüne eğitim ve bilinçlendirilmeyle geçilebilecek olan şeyler bunların eksikliği yüzünden Dünya’mızı, çevremizi karanlığa sürüklüyor. Hikayede çocukların başlarda yaşadıkları da buna çok benzer. Oe’nin karakterlerinin yaşadıkları, hissettikleri korku cahilliklerinden geliyor. Günümüzde ülkemizde, ABD’de veya Avrupa’da var olan ve her geçen gün güçlenen nefret temelli ırkçılıktan çok farklı. Yazımı sonlandırmam gerekirse Oe 60’ların Japonya’sını ve Dünya’sını bir fotoğraf netliğinde betimlemeyi başarıyor. Gerçekleri bir balta gibi indiriyor Oe; ağır, acımasız ve keskin bir darbeyle. Edebi yanı haricinde kitap günümüzde hale çözülemeyen ırkçılık ve bilinmeyenden korkmak gibi fazlaca kullanılmış kavramlara kendi ustalığıyla yeni bir soluk getiriyor. Herkesin hayatı daha barışçıl ve sevgi dolu bir hale getirmek için ders alabileceği bir kitap. Irkçılığın ve nefretin yükseldiği bir dönemde sevgiye ve paylaşmaya ışık tutmayı başarıyor Oe. Osman Kağan Yayla Burak YAŞAR 21502246 Vefa: Hem Hatırla Hem Unut Samimiyetle Ne kadar vefalı bir insan olarak görürsünüz kendinizi? Merak ediyorum bunu düşünürkenki kriterleriniz önemsediğiniz kişileri veya olayları unutmamaktan mı ibaret? Peki acaba başkaları sizin hakkınızda “Sen de vefasız çıktın” mı diyor yoksa “Ne kadar vefalı çocuk ya” diye mi bahsediyor? Neye dayanarak bunu söyleyebilirler ki? Kendi adıma bunun üzerine düşününce ben de birinin vefalı olup olmamasını beni hatırlamasına bağlıyorum yani bağlıyordum Vefa Bazen Unutmaktır’ı okuyana dek. Aslında kitap pek çok deneme yazısından oluşuyor ve pek de beklemediğim alanlara değinmesine rağmen bana dokunan, beni çeken yazılar da mevcut. Kitabın ismiyle aynı başlıklı yazı, bir kavrama dair farklı bir bakış açısı kazanmamı sağladı diyebilirim. Vefakâr olmanın yaşantıları her daim akılda tutmaktan çok köprüleri sağlam tutmayı sağlayan bir süreç olduğunu düşünüyorum artık. Şöyle ki başlığı gördüğüm zaman ne demek şimdi bu dedim kendi kendime. Muhtemelen siz de içinizden geçirmişsinizdir. Bu noktada yazarın bilinen vefa kavramıyla ilgili bir derdinin olduğunu düşünmüyorum. Sadece farklı bir açıdan da ele alınmasını istemiş bana kalırsa. Aslında biraz tersten gitmiş diyebilirim. Öncelikle, vefa ve hatır hepimizin aklında olan birbiriyle bağlantılı iki nokta, iki kanka kelime. Unutmaksa hatırlamanın düşmanı. Acaba gerçekten öyle mi? Ben inanıyorum ki şu dünyada hemen her şey zıddıyla bilinir, ikisi arasında bir kıyas durumu vardır ve biri diğerinin daha iyi anlaşılmasını sağlar. Labirent bulmacalarda bile bazen sondan başa gitmek, başlangıçtan sona ulaşmaktan daha kolaydır. Vefaya da sadece hatırlamak, hatırlanmak gözüyle bakmamak gerek. Yani unutmak diye bir şey olmasaydı hatırlanmanın güzelliği hatta hatırlamak diye bir şey de olmazdı. Hem vefa salt hatırlamaktan ibaret olsaydı bu kin beslemeye dönerdi. Bana yapılan iyilikleri, birlikte güzel vakit geçirmemi sağlayan insanları hatırlamam nasıl vefa ise, yediğim fırçaları, hak etmediğim sözleri unutmak da vefadır. Peki insan nasıl unutabilir maruz kaldığı kötülükleri? Cevap basit: Seviyorsa unutur ancak. Düşünün, bana hak vereceksiniz zaten. Çünkü ancak değer verdiklerimize vefa gösteririz. Mesela geleceğe bir yolculuğa çıksam, otuz yıl kadar sonrasına diyelim, tam olarak kaç kişiye vefa gösterebilirim? Kaç kişiyle hukukum devam edecek ben de merak ediyorum. Tabi ki çok kişiyle tanışıp arkadaşlık kuracağım ama herkes köşesine çekilip kendince hayatını yaşarken bir yandan da yanımda kalanlara -dostlarıma- bana karşı vefalı diyeceğim. Ben de aynı şekilde hayatın keşmekeşinde kaybolup bazen unutsam da hatırıma gelebilenler sevdiklerim olacak. “Vefakâr kardeşim” demekle kalmayıp bir de bu gönül bağlarını hissettiğimizde süreci kavramış olacağız. Velhasıl, gülü sevmeyen kişi dikenine katlanamaz, dikeni battığı zaman unutamaz. Bir söz var ya sana yapılan iyilikleri taşa, kötülükleri kuma yaz diye. İşte bu, vefanın özünü tam manasıyla yansıtandır bence. Bana kalırsa hatırlamak, eğer samimiyse ve hiçbir çıkar güdülmemişse vefaya dönüşür arkadaşlar. İşte o zaman, vefa gibi güçlü bir kelimeyi kullanabiliriz hatırlamak yerine. Yoksa şu modern zamanlarda birçok kavram gibi vefa da günden güne yozlaşmaya uğruyor, manasını kaybediyor yavaşça. Artık neredeyse hiç kimse birbiriyle vakit gibi paha biçilemeyecek bir hazinesini paylaşmaya yanaşmıyor. Hatta ancak birine işimiz düştüğü zaman o kişi aklımıza düşüyor. Neden? Çünkü uğruna çalıştığımız birçok şey farkında olmadan bizi daha da bencilleştiriyor. Böylece vefa gerçekten de sadece bir semtten ibaret olmaya yüz tutuyor. Halbuki eskiden böyle değildik hepimiz biliyoruz bunu öyle veya böyle. Kendimizi bir sorgulayalım artık. Kişisel çıkarlarımız bizi daha fazla kör etmesin, güçlü değerlerimizden etmesin. Aslında hepimiz kaybolan sevgi ve saygıyı aramaya koyulsak hem atalarımıza, geçmişimize, kültürümüze vefa göstermiş oluruz hem de vefanın değerini yeniden yüceltme fırsatına erişiriz. Son olarak inanıyorum ki vefalı olmayı önemli bir süreci yürütmek gibi, sevgiyi, dostluğu sürdürmek gibi görürsek, içten olabilirsek eğer; vefa elbet bir gün o eski özlenen zamanlardaki değerine erişecektir.Kaynakça Ergülen, Haydar. Vefa Bazen Unutmaktır. İstanbul : Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014. 1.Baskı. YAŞAMAK MI ZOR YOKSA BEKLEMEK Mİ? Vatan, sadece üzerinde yaşanılan toprak parçası demek değildir. Vatan; sevdiğimiz insanlar, gördüğümüz, görmediğimiz, gidip görmek istediğimiz şehirlere ve sayılması zor birçok özelliğe sahip koskoca bir yurt demektir. Bazen hepimiz aynı anda aynı şeyler için sevinir ya da bazen gözyaşı dökeriz. Bir bütünlüktür vatan, birlik demektir. Bayrak demektir. Al rengini vatanımız uğruna canlarını ortaya koyup feda ederek veren şehitlerimizin biz geride kalan insanlara bıraktıkları emanettir bizim için vatan demek. Birçok insan; genci- yaşlısı, kadını-erkeği demeden savaşmış, bu vatanı bizlere miras bırakmışlar. Yılmayan, her şeye rağmen direnip vatanımızın tekbir karış toprağını bile bir başka ülkeye bırakmak istemeyen belki yüzlerce, belki binlerce insanın gücüyle, inancıyla ve kanıyla kazanılmış bu vatan. “Her şey vatan için!”. Bu düşünceyle, inançla savaşan onca askerimiz sayesinde özgürce yaşıyoruz topraklarımızda. Her şey vatan için ki canlarını, kanlarını, geride bıraktıklarını bile düşünemeden sadece vatan aşkına kendilerini feda edebiliyorlar. Sevdiklerini arkalarında bırakıp gelmişler vatan ocağına. Vatan her şeyden değerli, vatanı korumak her şeyden üstte geliyor asker için. Aile, sevgili, akraba, dost özlemini bir kenara bırakıp vatanı için canıyla savaşıyor. Duyulmak istenmeyen kötü haber geldiğinde ailelerinin yaşadığı acıyı kimse yaşamıyordur galiba. Evladını vatanı koruması için gönderen anne- baba, evladının cansız bedenini aldığı zaman ne kadar büyük bir acı yaşıyordur tahmin edilemez oluyor. Kendini yerine koymaya çalışsan da yapamıyorsun. Yaşamayan bilmez ama düşünmesi bile ne kadar acı oluyor. “Asker uyumaz. Uyursan ölürsün. Sen uyursan herkes ölür. Cenazeni annen alır, bağrını yırtarak ağlar, dudaklarında iki sözcük: Vatan sağ olsun! Baban bir köşede gönlünden yaşlar akıtır, karın dul, çocukların yetim…” Ağlar, sızlar ama ‘Vatan sağ olsun!’ der şehit ailesi. Bilirler ki şehitlik mertebesi herkese nasip olmaz ve değerlidir şehit olmak Allah katında. Yine de sızlatır yüreği, çocuklarına kör bir kurşundan gelen ecel. Anaların duyulan feryatları, hissedebilen her insanın ciğerine işliyor. Yakınlarımızda olmasa bile televizyonlardan gördüğümüz zaman ne kadar acı bir durum olduğunu fark etmemek elde değil. Ama yine de ‘Vatan sağ olsun!’ diyecek kadar vatan sevdalısıdır analar da babalar da. “Asker yemek yemez, asker bir şey içmez. Asker vatan uğruna ya ölür, ya öldürür.” Çoğu insan gibi benim de birçok arkadaşım ve akrabam var asker olan. Bir tanesi de sevdiğim adam. Anlatır bana bazen ne kadar zor ama anlamlı şeyler yaşadıklarını. Ne kadar uzun süre dağda, bayırda kalıp; ne denli zor havalarda, karda kışta nöbet tuttuklarını. Bazen günlerce yemek yemeden, bazen bir damla suya hasret kalmışken zor günler geçirip bir gün bile olsun şikâyet etmediklerini dinledim hep. Sevdiklerine hasret oldukları gibi uykuya da hasret yaşıyorlarmış. Ölümün nefesi her daim enselerinde olsa bile vatan sevdasının yerini korkuya bırakmıyorlarmış. Ne denli güçlü, ne denli dayanıklı oluyor insan vatan aşkını içinde barındırdığı zaman. Ben bunları dinlerken, hissetmeye çalışırken öyle bir durumun zorluğunu ama bir o kadar da manalı oluşunu, kendimi orada hayal edemiyorum. O geç döndüğünde, birkaç saat sesini duyamadığımda, ondan haber alamadığımda hissettiğim telaşın ne kadarı ailesinin, annesinin, hissettiğiyle aynı orantıdadır acaba. Bir yaşanmışlığınız olduğunda daha iyi anlıyorsunuz ailenin askere evladını göndermesinden ne kadar etkileneceğini. Bir sevdiği varsa asker olan, beklemenin ne kadar zor olduğunu anlıyor insan. O zorluklara, güçlüklere dayanmak herkesin yapabileceği bir şey değil ve insan askere saygı duyması gerektiğini bir kez daha fark ediyor. Asker olmak, vatan aşkıyla dolup bayrağına kanını feda etmek anca sevgiyle dolu bir yürek ister. Buse Burcu Toklu Sedef Özbay Dikenlerin Altındaki Hazine Bazen beklemediğimiz yerlerden hazineler bulabiliyoruz. Değersiz gördüğümüz şeylerin altından beklenmedik değerler çıkabiliyor. Hatta bazen denebilir ki, hazineler bizim değersiz gördüğümüz şeylerin arkasına saklanır, bizim onları görmemizi istemez. Farkında olmadan saklanırız, içimizi, bizdeki değeri diğerlerine göstermeyiz. Muriel Barbery’nin Kirpinin Zarafeti adlı romanına konu olmuş bu düşünce. Bir kapıcı görüntüsü arkasında saklanan bir hazine Renée. İnsanlara içindekini göstermek istemiyor, daha kolay geliyor ona basit bir kapıcı gibi gözükmek. Hepimiz bazı düşünceler üretiyoruz kafamızda. Bazılarımız farkında olmayabiliriz, ancak ben çok fazla düşünce üretirim kafamda ve bunların çoğu içimde kalır. Dışarı yansıtmak hoşuma gitmez genelde. Neden mi dersiniz? Neden değerli olduğunu düşündüğüm fikirlerimi, hayallerimi başkalarıyla paylaşmaktan çekiniyorum? Sanırım bunun için önemli bir sebep dışarıdaki faktörlerin, özellikle diğer insanların, benim çok anlam yüklediğim fikirlerimi değersizleştireceği korkusu. Duyarlı yaklaşmıyor çoğu insan böyle şeylere, ortaya siz hassas bir şey koyduğunuz zaman, sizin istediğiniz nezaketi göstermeyebiliyorlar size ait şeylere. Bu yüzden insan için o kadar rahatlıkla koyamıyor her zaman. Sanırım bu korkunun başka bir kaynağı da, insanın ifade becerisine güvenmemesi. Mesela, kendi kendime bile olsa, kafamda çok karmaşık olarak gördüğüm düşüncelerimin dışarı iki boyutlu ve basit çıkması beni rahatsız eder hep. Bu sebeple de düşündüklerimi, içimdekileri söylemekten kaçınırım ben. Romanın iki ana karakterinden biri olan Paloma, durum detaylı incelendiğinde, yani yakından bakıldığı zaman; her ne kadar Renée’ye kabuğunda saklanan bir kirpi olduğunu söylese de, kendisi de çok farklı değil. Çok zeki olduğunun farkında olmasına rağmen derslerinde ortalama bir başarı göstermesinin tek sebebi, okulda öne çıkmamak. Çünkü o da korkuyor bir şekilde öne çıkarsa, diğer insanlardan biri olmaktan ve bu şekilde düşündüklerinin diğer insanların elinin altında ufalmasından. Benzer korkulara sahip biri olarak sorguluyorum: acaba kendi değerlerimizi saklamakta haksız mıyız? Çoğu insan, insanların sahip olduğu değerlere karşı bir bilince sahip olmadığı için rahatlıkla bizim anlam yüklediğimiz şeyleri küçültebiliyorken, kendimizi böyle savunmasızca ortaya sürmek ne kadar mantıklı? Ancak başka bir açıdan bakılırsa da, insanların bu tavrı sebebiyle içimizdekini dışarı vurmayı reddetmek, diğer kişileri bu değerden mahrum etmiyor mu? Değer göstermeyecek bazı insanlar olacaktır elbet, fakat değerini bilecek insanlar da olmayacak mıdır? Başkası tarafından değerlendirilen bir düşünce, evrilip daha iyi hale gelebilecekken bu fırsattan mahrum kalmıyor mu bu senaryoda? İki oluşumun da birbirinden üstün ya da değersiz olduğu iddia edilemez. Yani, kirpinin içinde saklı olan değer aslında dışarıdan gelecek yorumdan daha üstün değildir bir bakıma. Tabi ki bu sorunu çözmek, insanın kendini ifade etmekten korkmasına karşı bir çare sunmuyor bize. Ancak kendini ifade edememek, bunu öğrenmek için bir sebep olamaz mı? Bugün yürüyemiyorum, ancak yarın denememem için geçerli bir sebep mi bu? İçimizdeki hazineyi dışa vurmayı öğrenmek, o hazineyi daha da değerli hale getirebilir. Dikenlerin arkasına saklanmak her zaman daha kolaydır. Kimse dokunmaya cesaret edemez, siz de kendi başınıza var olmaya devam edersiniz. Ancak bazı potansiyel güzelliklerden de mahrum kalır insan. Peki, bu izlenimler gerçekten yazarın anlatmak istedikleri midir, yoksa okuyucuda kalan bir izden mi ibarettir? Öyleyse, bu ikircikli anlatım üzerine dekadan ve varoluşsal etkilenimler, sınıfsal gerçekliğimizden neler eksiltmiştir? Gerçekliğin içgüdüsel arayışlarında çaresiz okur, muhakkak ki benliğini var edecek çatışmayı inşa etmeye mecburdur. Bireyci literatürün toplumsal başkaldırısı, benlik üzerine yazılmış paradoksal bir anlatıdır Kirpinin Zarafeti. ! BİLEMİYORUM ! ! ! Hiç kimse sorgulamayı ve merak etmeyi bilerek gelmedi bu hayata. Bu iki özellik insanın içinde vardır elbette ama sadece canlanmayı bekleyen iç güdüler olarak beklerler. İnsan oğlu meraklıdır ve de sorular sorar etrafına tabi, ancak başka insanların bize öğretmesini, nasıl yapacağımızı göstermesini isteriz inatla, ısrarla. Peki durum bu olunca suçlu sözde öğretmenler midir yoksa insanın kendisi mi ? Niye tek başına bir işe başlamak bu kadar zordur ? Bize dayatılanlar her zaman doğru mudur ? Yoksa eğer sorarsak başımıza geleceklerden mi korkuyoruz. Bilemiyorum ! Hiçbir zaman anlayamayız bunu eğer kendi ! kendimize deşmessek konuları, aklımıza takılanları…! Akvaryumda ki bir japon balığını ele alalım mesela. Balık, tüm hayatını o ufacık su dolu camdan kafeste geçirir ve hiç sorgulamaz nerede olduğunu, neden o akvaryumda olduğunu, onu oraya kimin koyduğunu veya camın ötesindeki dünyanın nasıl olduğunu. Doğar, büyür ve ölür. Bu yüzden de bir süs eşyası olmaktan ileri gidemez. Şimdi soralım kendimize; Japon balığından farkım ne benim ? Ben şöyle bir cevap vermek istiyorum kendi adıma: Ben doğduğumda, evet belki de hiçbir fakım yoktu o ufak aptal balıktan ama zaman içinde büyüdüm ve öğrendim. Hatta ve hatta daha da ötesi öğrenmeyi öğrendim. Sordum kendime neden buradayım, amacım nedir ve neye hizmet etmekteyim bu dünyada ? Ben kendimi, sorgulamayı, merak etmeyi ve de korku duymadan soru sorabilen azınlığın bir parçası olarak görürüm her zaman. Belki sadece egomu tatmin etmeye çalışıyorum. Bilemiyorum ! Bildiğim şey ise bu dünyaya insan olarak gelen ama balık gibi yaşayanların sayısında göz ardı edilemeyecek bir artış olduğudur. Gerçekleri görmekten aciz, kendinin ve etrafının farkında olmayanlara, bir karıncaya bile faydası dokunmayanlara bu sözlerim. Dünyaya at gözlüğü ile bakmak kolay geliyor insanlara galiba. Boşuna dememişler cehalet erdemdir diye. Mantık şudur ki; sormazsan, düşünmezsen ve yargılamazsan seni mutsuz edecek bir sonuca ulaşmazsın. Durum böyle olunca da durur mu tilkiler yerinde. Bilemiyorum ! Etrafta onca insan varken kullanılmayı, hor görülmeyi bekleyen. At önüne bir ! kemik. Bravo !! Dört çeşit insan olduğunu var sayarsak dünyada; bunların ilki, kendimi de dahil ettiğim suyu bile düşünerek içen gruptur. İkincisi tilkiler diye bahsettiğim kendini uyanık sananlar veya siz onlara yırtıcı balıklar da diyebilirsiniz. Üçüncüsü balıklardır. Dördüncüsü ise birşeylerin farkında olup da bana dokunmayan yılan bin yaşasın kümesi, yani hayırsızlar kargalar. Şimdi ise şu soru kurcalar kafamı, çıkmaz aklımdan geceleri; Tilkiler bu dünyada vardı ve varolmaya da devam edecek. Bu düşünceye alışmak bile çok zor ama asıl konu etrafımda balık mı tercih ederim yoksa hayırsız kargaları mı ? Galiba hayırsızlar hep daha çekici geldi bana. En azından düşünüyorlar ve anlıyorlar değil mi ? Bilemiyorum ! Düşündükçe karışıyor aklım. Sonuca ulaşmaktan uzaklaşıyor muyum acaba ? Haha hiç sanmıyorum ! Ben sorardım, soruyorum ve de soracağım. Tilkiler korkar ben ve benim gibilerden. İnat değil mi be kardeşim ! Düşüneceğim ve de bulacağım doğru olanı, yıkacağım tilkilerin ördüğü duvarları ve görecek tüm dünya araştırmanın, sorgulamanın gücünü. Ben bu şekilde düşündükçe belki bitiremem tilkilerin soyunu ama biliyorum ki gücümden değil zekamdan korkarlar benim, kaçacak delik arar her biri kuyrukları bacaklarının arasında. Bu arada hazır sona doğru gelmişken unuttuğum bir noktayı da ekleyeyim. Dört çeşit insandan bahsettik. Balıklar, kargalar, tilkiler ve biz. Bize de bir yakıştırma yapmayı da yazının en başından beri görev edindim kendime. Sonuçta tilkiler her zaman korkarlar aslandan. Biliyorum ! Halil İbrahim Çavdar 21501613 BATTI DİYE GÜNEŞE Mİ KÜSÜLÜR? “Bu dolar da ne yükseldi arkadaş.”, “Şu okulun da ödevleri, sınavları bir bitmiyor yahu!”, “Keşke bir gün yirmi beş saat olsa.” Bu cümleler tanıdık geldi mi size? Tanıdık geliyor olması lazım. Belki siz günde birkaç kez sarf ediyorsunuz belki de birçok kez gün içerisinde bu cümlelere tanık oluyorsunuz. Şimdiye kadar tanık olmadı iseniz bile Bilkent Kampüsü’nde ufak bir yürüyüşe çıksanız beş dakika geçmeden bahsi geçen cümlelerden birini işiteceksiniz. Peki, neden bu kadar şikâyet ediyorsunuz? Şikâyet etmenin size en ufak bir getirisi oldu mu ya da? Şikâyet dediysem yanlış anlamayın. Olanlara karşı sessiz kalın filan demiyorum size. Sadece gün boyunca tekrar tekrar farklı ortamlarda aynı şekilde hayıflanmanın ne size ne de başkasına bir faydasının olmadığını vurgulamak istiyorum. Kampüste en çok duyduğum muhabbetler derslerin yoğunluğu üzerine. Her gün birisi çıkıp herkese önceki gece ödevlerden dolayı sabahladığından bahsediyor. Peki, neden ödevi bitirmek için sabahlaması gerekiyordu? Önceki gün de arkadaşları ile iki saat boyunca derslerin yoğunluğu üzerine dert yanmasaydı ve öğlen saatlerinde o iki saatini ödeve ayırmış olsaydı gece vakti uykulu halde aynı ödeve beş saat ayırmasına gerek kalmayacaktı kanaatindeyim. “Arkadaşlarımızla oturup muhabbet de mi edemeyeceğiz yahu?” dediğinizi duyar gibiyim. Tam bu noktada şu hususa dikkatinizi çekmek isterim ki arkadaşınızla ettiğiniz yarım saatlik bir sohbet kafanızı dağıtmaya ve sonrasında derse odaklanmanıza yardım edecektir. Ancak, siz bu muhabbetinizde derslerinizi hatta derslerinizin yoğunluğunu ana konu yapacak olursanız, muhabbet boyunca lanet okuduğunuz ödevleri yapmaya tabii ki hevesiniz kalmayacak. Tıpkı benim her cumartesi günü pazartesiye olan ödevlerimi düşünüp pazar günü de bu ödevlerin hiçbirisini yapmaya gücümün olmaması gibi. Şöyle tasvir etmeye çalışırsak, ödevler bir tepe ise biz boş vakitlerimizde azar azar bu tepeyi bitirebiliriz. Fakat boş vakitlerimizde bu tepenin üstünden almak yerine tepeyi gözümüzde dağa çeviriyoruz ve artık bu dağ ile başa çıkacak vaktimiz kalmadığı için uykumuzdan çalmak zorunda kalıyoruz. Sonraki günler de uykulu olduğumuz için yeni ödevler daha ilk günden gözümüzde büyüyor. Ancak, yine son güne bırakıyoruz. Böyle bir kısır döngü içerisinde bitiyor genellikle bütün dönem. Hâlbuki ödevlerin ağırlığını bu denli hissetmemek için güzel bir çözüm var. Biraz klişe olsa da “İyi tarafından bakmaya çalışın.” demek istiyorum. Tüm dersleriniz de çok kötü olacak değil ya? Mühendislik okuyorsanız İngilizce derslerinizi bu kadar kafaya takıp mühendislik derslerinizi ihmal edeceğinize, mühendislik dersini en iyi şekilde öğrenmeye bakın derim. Her iki dersten ortalama bir not almak yerine İngilizceden aldığınız ortalama altı bir notu mühendislikten aldığınız bir yüksek not ile rahatlıkla telafi edebilirsiniz. En önemlisi de dönem boyunca sevdiğiniz derse önem verdiğiniz için döneminiz de bir nebze rahatlamış olacaktır. Yukarıda bahsettiklerimi ABD’deki seçimler sonrası dolardaki yükseliş muhabbetlerine bağlamak istiyorum. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Bir gün içinde on farklı kişi ile doların yükselişi ve ülkenin kötü durumu ile ilgili muhabbet etmenin ya da günde on beş kez doların değerini kontrol etmenin size veya ülkeye veya herhangi birine herhangi bir şekilde faydası var mı? Kötü bir duruma bu denli ilgi göstermek yerine iyi şeylerden konuşmaya ya da iyi şeyler yapmaya neden çabalamıyor kimse? Her gün aynı kişi ile dolardaki bir kuruşluk yükselme üstüne önceki gün yaptıkları muhabbetin aynını yapan insanlar olması ne kadar mantıklı sizce? http://essu.blogcu.com/ay-dogmuyorsa-yuzune-ve-gunes-vurmuyorsa-pencerene/13345020 Mevlana ne güzel demiş: Ay doğmuyorsa yüzüne ve güneş vurmuyorsa pencerene, Kabahati ne güneşte; ne de ay da ara... Gözlerindeki perdeyi arala. Her ne kadar ülke olarak bahar günleri yaşıyor olmasak da zifiri karanlıkta durmanın ne anlamı var? Kaynakça Mevlana. “Ay doğmuyorsa yüzüne ve güneş vurmuyorsa pencerene, Kabahati ne güneşte; ne de ay da ara. Gözlerindeki perdeyi arala.” "Ay Doğmuyorsa Yüzüne Ve Güneş Vurmuyorsa Pencerene." Blogcu. Web. 06 Aralık 2016. . AYSİMA KARAHAN BİR DALGAKIRAN MESELESİ Sizce insanlar bir kitabı onun hangi özelliğine bakarak beğenir ya da beğenmez? Fikrimce kitabın karakterlerinde, hikâyesinde, üslubunda ya da çok küçük bir noktasında kendimizden, hayatımızdan bir parça yakaladığımızda o kitap bizim için asıl anlamını ortaya döküverir. Kısacası bir kitap bize ne kadar tanıdık gelirse o kadar beğeniriz onu. Tıpkı ‘’Belalı Bir Sevgilidir Arkamda Bıraktığım Şehir’’ adlı kitabın bendeki etkisi gibi. Sizin hikâyeniz bu kitapta dünyanın hangi ücra köşesinde sizi bekliyor merak etmiyor musunuz? Yani kitapta farklı şehirlerde geçen farklı hikâyeler anlatılıyor ve benim bütün hayatım tam anlamıyla bu şekilde geçti, geçmeye de devam ediyor. Hâlimden, yaşadıklarımdan şikayetçi miyim? Aslında pek sayılmaz. Babamın mesleğinden dolayı dünyaya resmen gurbetçi olmak için gelmişim. Babam doğumumda yanımızda bile değilmiş. Gerçi yanımıza geldiğinde de bir buçuk yaşındaki ben kendisine ‘’Abi!’’ diye seslenmişim uzunca bir süre. Sonra beraber ilk defa Ankara’da yaşamaya başladık. Ben büyümüş, okula başlamıştım. Çok sevdiğim okulum, öğretmenim ve arkadaşlarım vardı. Hatta annem beni okulda drama kulübüne bile göndermişti. Gerçi bale kulübü içimde ukde olarak kalmıştı. Hâlâ da öyledir. Babamın tayini Ankara’dan Ardahan’ın sınır bir ilçesi olan Posof’a çıkınca pılıyı pırtıyı toplayıp benim masum bale hayallerim eşliğinde taşındık. Okula başladığımda anladım ki bir önceki cümlede bahsi geçen sorularım oldukça yersizmiş. Posof’ta da hayatım tamamen farklı bir hâl aldı zaten. Türkiye’nin en kuzey doğu noktasında, biraz daha o yönde ilerlesen Gürcistan’a gireceğin bir mevkide iki yıl kadar yaşadım. Hayvanlara, dokuz ay kara kışa ve daha nice ilginçliklere alıştım. Belki narin bir balerin olmak için orada yeterli imkânım yoktu ama kızakla eğlenmeye doyamamak için, dağ çileği toplamak için, minik yavru köpekleri ellerimle besleyip kucağımda uyutmak için ve de belki hayatımda bir daha hiç yaşayamayacağım bir sürü an için çok fazla imkânım vardı. Tam da bu hayata adapte olmuşken yeni durağımız Osmaniye olarak belirlendi. Posof’un tam aksine sımsıcak bir iklim, yine sımsıcak insanlar vardı. O kadar çabuk alıştım, o kadar gerçek ve yıllardır hâlâ her anımda yanımda olan arkadaş edindim ki anlatamam. Bir de sanırım bugünkü karakterimi oraya borçluyum. Her türlü insanla anlaşabilmeyi, karşılıklı saygı duymayı, takım olmayı, rakip olmayı, ama her zaman hakkını savunmayı ve adaletli olmayı da öğrendim. Yine narin bir balerin olamadım ama nazik bir insan olmayı öğrendim. Sonra malumunuz başka şehir, başka hayat... Burdur’ a taşındık bu sefer. Daha pasif, daha sakin ama bir nebze daha huzurlu bir hayatım oldu. Yine balerin olamadım ama ezeli rakibimiz olan liseye karşı tribüncülük yapacağım sayısız basketbol maçımız ve hayallerimdeki gelecek uğruna çözeceğim bir ton da test kitabım vardı. Harika bir mezuniyet, biriktirilen onca insan ve kazanılan iyi bir okul… Hem de Ankara’da. Ne demişler efendim: Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır. Şimdi diyeceksiniz ki, bunca şeyi niye anlattın. Kitabın içindeki bir hikâyeden öbürüne, bir şehirden başka bir memlekete akıp giden sel benim dalgakıranlara o kadar sert çarptı ki kendi hayat hikâyemin okuduğum şeyle benzerliği beni büyüledi. Gerçek anlamıyla farklı şehirlerde farklı hayatlar yaşadım. Yeri geldi oraları arkamda bıraktım. Veda ettim şehirlere, insanlara, anılara. Yeri geldi yenilerini inşa ettim. Savruldum oradan oraya, sürüklendim ama gördüm ki duygular ve hayaller hiçbir yerde değişmiyor. Bir de sanmayın ki oradan oraya sürüklenen sadece sizsiniz. Herkes sürüklenir. Yalnızca hepimizin tarzı başka. Hayatın mizah anlayışı bu. KAYNAKÇA Aslı Tunç. Belalı Bir Sevgilidir Ardımda Bıraktığım Şehir. Epsilon Yayınevi, Ekim 2015. Doğan,1 Adı: Tuğçe Soyadı: DOĞAN ID: 21302262 Section: 18 Öğretmen: Başak Berna CORDAN 09.12.2014 Duvarlar Konuşuyor, Pera’nın Ziyaretçileri Dinliyor Bugün 24 Ağustos 2014. Yaz tatilinin büyük bir kısmını İstanbul'da geçirmekteyim. Bu büyük şehirde yapılacak o kadar çok şey var ki insan her birine zaman ayırmakta zorlanıyor fakat yapılacak onca şey arasından ben önceliği müzelere ve sanat galerilerine veriyorum . Sabahın erken saatlerinde Kadıköy'den vapurla karşıya geçtim ve Beyoğlu'na ulaştım. Pera Oteli'nin hemen yukarısında kalan Pera Müzesi'nin önüne geldim. Açıkçası buraya gelmeden önce burada ne tür bir sergi olduğundan haberim yoktu, buraya ulaştığımda gördüm ki “Duvarların Dili: Grafitti/Sokak Sanatı” adlı sergi sergileniyor. Bir grafiti ve fotoğraf delisi olarak bir dakika bile kaybetmeden müzenin kapısını araladım ve duvarlarla maceram burada başladı  Duvarların Dili: Grafitti/Sokak Sanatı sergisi, Roxane Ayral kuruatörlüğünde gerçekleşmiş,içinde Türkiye de olmak üzere Japonya,Amerika,Fransa gibi ülkelerden de sanatçıların katılımlarıyla günler boyu peranın duvarları boyanmış. Etkinlik, sanatçılar için bir eğlence olmasının yanı sıra biz sanat severlerinde gözlerini kamaştırmakta ve nice beyin fırtınalarına sebep olmakta. Doğan,2 Üç kata yayılmış bu sergide her bir çizgi, her bir renk; ayrı bir ruhu, ayrı bir başkaldırıyı yansıtıyor. Bir sokak sanatı olan grafitinin müzeye aktarılmasının en güzel yanıysa yapılan eserlerin sokak aralarında kalmaması, aksine müze gibi bir yerde muhafaza edilmesi, sergilenmesi. Pera Müzesi’nin bu sanatı korumaya çalışması gerçekten çok anlamlı çünkü grafitiler, sokaklarda yapılıp bitirildikten sonra orada kaderleriyle baş başa bırakılıyor ve daha sonra bu çizgilere, renklere neler oluyor bilen yok. Halbuki grafiti ruhun bir yansımasıdır. İçinde barındırdığı renkler ve çizgiler o kadar çok şey anlatıyor ki onlara bakarak bir kentin insanlarının ruh halleri rahatlıkla çözümlenebilir. Doğan,3 Sergide, ilgimi çeken ve daha sıklıkla ağırlık verilen temalar; doğa,insan ve kentleşme oldu. Doğanın inanılmaz harmonisi, büyüleyici renkleri ve en önemlisi insanoğlunun doğayla olan ilişkisi etkileyici bir biçimde yansıtılmış. Öyle ki eserlerin karşısına geçtiğinizde etrafınızdaki tüm görüntülerden ve seslerden kendiniz arıtıp yalnızca eserlere odaklanırsanız renklerin içinde kaybolup gidiyorsunuz, eserin içine girme şansınız da doğuyor. Ben, resmin içine girip kendi kompozisyonunu yaratanlardan oldum. Resmin içinde, yemyeşil bir ormanda, başka bir insan tarafından elinde tutulan kuşun gagasını seven diğer bir insan oluverdim  Ayrıca, gerek kuş tüylerinin inceliği gerekse insan elindeki çizgilere kadar tüm detaylar, duvarlarda muhteşem şekilde betimlenmiş ve oldukça gerçekçi bir şekilde yansıtılmış. Grafiti sergisinin ortaya çıkardığı bir diğer ruh ise yağlı boya veya ebru tarzı sanatlar gibi sanatların aksine yapıldıktan sonra atölyesinin,etrafının (sokakların)temizlenmemesi. Grafiti sanatı icra edilirken, seçilen mekânlar genellikle sokaklar olduğundan insanlar eserlerini ortaya koyarken akıllarındaki tek şey, ellerindeki spreye her basışlarında iç dünyalarından biraz daha fazla şey yansıtmak duvarlara. Onların, yaptıkları resmin sağı solu kirlenmiş mi ya da şuraya boya mı taşmış gibi tasaları yok. Onlar için önemli olan, kısıtlı renklerle, kısıtlı zamanda iç dünyalarından sokaklara ne kadar parça aktarabildikleri. Doğan,4 Bu ruhu Pera Müzesindeki bu sergide yakaladım işte. Sanatçıların eserlerini ortaya koyarken zemine taşırdıkları boyalar hiçbir şekilde temizlenmemiş, yapıldığı haliyle duruyor. Böylece boyaların ortaya çıkarılan eserin dışına taşması bir kez daha grafiti sanatının özgür ruhunu bizlere yansıtıyor. Sergiyi gezenler sanatçıyla eseri arasındaki renk akışını büyük bir zevkle gözlemleyebiliyor belki de boyama aşamalarına şahit oluyorlar. Bu yönüyle de “Duvarların Dili” adlı sergi gitgide değerini artırıyor gözümde. Doğan,5 Gelelim siyah bir zeminden aşağıya doğru kayan ince beyaz çizgilerin olduğu esere. Bu eserin önüne geçip baktığımda onun her bir insan tarafından farklı algılanacağını seziyorum ve öyle de. Yanımda bulunan arkadaşlarımdan biri bu eseri duvarın yukarısından aşağıya doğru süzdürülmüş beyaz boya kutusu olarak yorumlarken, benim bu eser için yorumum bambaşka oluyor. Bu eser ilk bakışta bana şiddetli yağan bir yağmuru andırıyor. Yağdıkça gökyüzünden daha çok damla koparan ve yeryüzüne indiğindeyse daha çok insanı sırılsıklam eden bir yağmuru. Fakat önemli bir detay var! Yağmur sadece belli bir bölgeyi şiddetle ıslatıyor. Belki de tanrı yağmuru sadece ödüllendirmek istediği insanlara yollayarak onların topraklarına bereket yağdırıyor. Saatime bakıyorum ve fark ediyorum ki bu sergide tam bir saatimi harcamışım. Her bir eserin önüne geçip enine boyuna düşünmüşüm. Onlara bakarken belki bedenim sabitmiş fakat düşüncelerim her bir yana savrulmuş ve çok uzaklara dalmışım. Dahası bu detaylı düşünme, hayatla ilgili birçok şeyi de sorgulamama sebep olmuş. Bunları fark ettiğim anda da gördüm ki “Duvarların Dili” bana çok şey katmış. Grafiti ve boyama sanatıyla ilgilenenlere önerim, eğer İstanbul’a yolunuz düşerse ve eğer yeterli vaktiniz varsa siz de bu duvarları dinleyin, onların sizlere anlatacakları var  Beyaz Perdede Bir Millet Muhtemelen her insan hayatı boyunca birkaç film karakterinden etkilenmiştir. Hatta bu karakterlerin sözleri, hareketleri, olaylara karşı verdiği tepki ve felsefi derinliği bile hafızamızda büyük yer edinmiştir. Birçok filmde, bu karakterlerin temsil ettikleri geniş yelpazeli fikirler, bu fikirlere sahip insanların karakterlerinin de beyaz perdeye yansımasıdır aslında. Senaristliğini Britanyalı yazar Ian Fleming’in üstlendiği Casino Royale, James Bond karakterinin çıkış hikayesidir. Aslında James Bond’a karakter demek ne kadar doğru bilemiyorum. Çünkü James Bond’un karakter olarak sayılabilecek kadar derinliğe sahip olduğunu düşünmüyorum. Son derece düz bir ajan tiplemesi bence Bond. Olaylara karşı verdiği tepkiler izleyicinin bir aksiyon filmi karakterinden son derece bekleyebileceği türden. Peki bu kadar yerden yere vurabileceğimiz bir karakter nasıl oluyor da benim de dahil olduğum çok büyük bir kitle tarafından bu kadar seviliyor? Bana göre her ne kadar baştan sona son derece sade bir karakter olsa da James Bond sıradan bir film karakteri olmaya çok uzak. Çünkü Bond neredeyse hiçbir film karakterinin sahip olamayacağı bir misyona sahip. Bence Bond, Britanyalılar’ın beyaz perdeye yansıtılmış tek vücut halinde temsiliyetidir. Hatta o kadar ki neredeyse bir kraliyet ailesi kadar popüler adalılar için. Daha şimdiden Sherlock Holmes ve Hercule Poirot gibi ikonik Anglo-Sakson karakterleri arasında sayılıyor. Hem de bunu onlarınki kadar güçlü bir edebi zemine yaslanmadan başarabilmesi gerçekten çok etkileyici. Başlı başına güçlü bir ekol olan İngiliz edebiyatında, tarihi geçmişe dayanmasa da neredeyse bir Othello (Hatta belki de popüler kültürde daha bile fazla) kadar tanınan bir karakter bence Bond. Bu durum onu her şeye rağmen sinema dünyasında rakipsiz ve istikrarlı kılıyor. Neredeyse elli seneyi aşkın serinin her yeni filminde İngiliz politik gidişatına göre Bond’un karakterinin resmedilmesi, kötü adamın( ki yakın zamana kadar neredeyse hep slav bir karakter) motivasyonu hatta filmin üslubu hep değişiyor. Her ne kadar bir tipleme olduğunu düşünsem de, bu duruma ben Bond’un karakter gelişimi olarak bakıyorum. İngiliz toplumunun değişimiyle yenilenen bir karakter gelişimi bu. Aklımıza şu sorular gelebilir. Bu kadar milliyetçi söylemlerin ağır bastığı bir seri nasıl en büyük global markalardan biri haline gelebiliyor? Öncelikle her ne kadar Bond serisinde bir milliyetçilik havası hakim olsa da, bu söylem çok vurgulu değil ve bence filmin ana unsurlarının önüne geçmiyor. Ben sinema kültürüne hayranlığımdan da olsa gerek, Bond’u daha çok metot oyunculuğu açısından izliyorum. Sinema izleyicisinin de büyük oranda aynı bakış açısıyla filmi izlediğini düşünüyorum. Bir başka yönden de özellikle Doğu Bloku ülkelerine demokrasi geldikten sonra Bond serisi, tipik Anglo-Sakson ulusçuluğu çizgisinden daha Batıcı ve pragmatist bir çizgiye kaydı. Bence bu, onun ömrünü bugün bile sürdürebilmesini sağlayan en önemli etken. Peki sadece bir film karakteri böyle ağır bir görevi sinemaya nasıl yansıtabilir?Bond karakterini oynayan oyuncularda ilk dikkatimi çeken şey fiziksel olarak tipik İngiliz olmalarıydı. Üslup olarak da aksanlarından soğuk tavırlarına kadar İngiliz toplumunun karakteristik özelliklerini gösteriyorlardı. Bond’un zaman zaman dünyanın egzotik yerlerine göreve gitmesi, bana hep koloni dönemi Britanya İmparatorluğu’na bir gönderme gibi gelmiştir. Bu yerlerdeki yerli halkın figüran bile denemeyecek kadar işlevsiz olmaları da dünya savaşları öncesi Avrupalıların uzak kıtalardaki insanlara bakışını yansıtıyor. Evet, belki James Bond bir karakterden çok bir tipleme. Ama bence Bond’un kurgulanış amacı, milliyetçi bir bakış açısının kendi toplum yapısıyla yoğrulup beyaz perdeye aktarılmasını sağlamak olabilir. Bu bakış açısıyla baktığımızda Bond’u çok güçlü ve dinamik bir karakter olarak görebiliriz. Belki de sinema tarihinin en muhafazakar ve milliyetçi bir o kadar da eğlenceli karakterlerinden biri Bond. Sinema sanatına yeni bir yorum getirmesi ve bu yorumun uzun süredir eskimemesi bile onu, benim gözümde çok saygıdeğer bir yere taşıyor. Bir milletin yüzü olabilecek kadar güçlü kaç karakter var ki? Kaynakça Campbell, Martin. 2006. Casino Royale[Film]. A.B.D. ve Birleşik Krallık: Columbia Pictures Ataberk Gözkaya Gerçekleşen Bilimkurgular Yeni bir şey yapmak istiyorsanız, önce hayal etmelisiniz. Tarihteki her keşif, her yeni icat en başında bir fikre dayanıyor. Thomas Edison ampulü bulmadan önce, Graham Bell telefonu bulmadan önce, yola bir fikirle çıktı. Fikirlerine başkalarının ne kadar gerçek dışı ya da saçma demesine aldırmadılar ve olabileceklere inanıp dünyayı değiştirdiler. Doğru zamanda doğru kişiydiler ve düşündüklerini gerçekleştirebildiler. Ancak her insan doğru zamanda doğru kişi olamıyor; bazıları yanlış zamanda doğru kişi oluyor. Onlar yeni bir makine alet veya yöntem üretmeseler de daha önemli bir şey yapıyorlar; insanlara olabilecekleri gösteriyorlar. Bunu bu kadar önemli yapan şey ise hayal etmenin zor olan kısım olması. Binlerce saçma, olanaksız ya da gerçek dışı hayalin arasından Gerçekte olabilecekleri seçip çıkarabilmek ve bu özel hayalleri başkalarına aktarabilmek gerçekten yetenek isteyen bir iş. Jules Verne, yanlış zamanda doğru kişi olanlara en güzel örneklerden birisi bence. Çünkü insanlar gerçekten Ay’a gitmeden tam 104 sene önce, insanların Ay’a gidebileceklerini düşünmüş ve bir roman ile bu düşüncesini bütün insanlığa ulaştırmıştır. Bu kitabı yazdığı dönemde teknolojinin ne kadar geri olduğunu bahsetmeme gerek yok sanırım. Bunun dışında televizyon yayını, güneş ışığı ile ilerleyen uzay aracı gibi pek çok hayali o öldükten çok sonraları gerçekleştirilmiştir. Şimdi ise Ay’a yolculuğa benzer ve gerçeğe uzak gözüken bir hayalin, bir hayalden gerçeğe nasıl dönüştüğüne bizzat şahit olma şansımız var. Eğer bana 5 sene kadar önce sorsaydınız insanların Mars’a en azında bir 100 yıl içinde gitmeyeceklerini söylerdim. Ancak yanıldığımı görmem çok uzun sürmedi. Şuan NASA Mars’a insan göndermek için çalışmalarını sürdürüyor. Yaklaşık 20 sene içinde de oraya insan gönderilmesi ve orada kalıcı koloniler kurulması planlanıyor. “Marslı” da işte tam bunun üzerinde duruyor. Mars’a gidince karşılaşılabilecek sorunlar ve orada olabilecekler çok gerçekçi ve akla yatkın bir şekilde dile getirilmiş. Eğer başarılı olursa belki de ateşin bulunmasından beri en önemli gelişme olabilir. Çünkü mesela dünya dışından çok gelişmiş bir uzaylı olarak dünyayı izlediğinizi düşünün mesela. Dünya tarihine baktığınızda medeniyetin oluşması ve gelişmesi konusunda dikkatinizi çeken temel şeyler ateşin bulunması, yerleşik hayata geçiş, yazının bulunması, sanayi devrimi ve uzayda koloni kurmak olur muhtemelen. Bu yüzden Mars’ta kalıcı koloniler kurmanın insanlık tarihindeki en büyük adımlardan biri olacağı görüşündeyim. Belki de kolonize edildikten sonra terraforme edilmeye bile başlanır. Terraforme etmek bir gezegeni yaşanılabilir hale getirmek demek oluyor. Yani tamamen terraforme edilmiş bir gezegende başlangıçta hiç hayat olmamasına rağmen aynı dünyada olduğu gibi ağaçlar, bitkiler yetişmeye başlıyor ve dışarı çıkıp dünyada olduğu gibi nefes alabiliyorsunuz, teoride. Düşünsenize ülkeler arası seyahat yapıyor gibi bir bilet alıp Mars’a gidiyorsunuz ama başka bir ülkeden farklı olarak toprak kızıl; bitkiler, hayvanlar dünyadakinden çok farklı bir şekilde evrimleşmiş; neredeyse dünyada zıpladığınızın üç katı yükseğe zıplayabiliyorsunuz. Sadece peri masallarında olacak türden bir şey gibi gözüküyor ama dikkatli bakınca gerçeklikten çok da uzak değil. Mars çok soğuk şu anki haliyle bu yüzden kutuplarında Dünya’da olduğu gibi buzullar var. Ancak bu buzullar sudan oluşmuyor, karbondioksitten oluşuyor. Ve bildiğiniz gibi karbondioksit iyi bir sera gazı. Dünyada küresel ısınmaya sebep olan gazlardan biri. Eğer Mars bir miktar ısıtılırsa bir kartopunun çığ haline gelmesi gibi kutupları eriyip buharlaşmaya başlayacak ve kendini daha da ısıtacaktır. Isınması da yine kutupların daha hızlı erimesine sebep olacaktır. Bu şekilde bir gün sıcaklık artıp yaşanılabilecek bir düzeye gelir belki. Tabi her şey bu ilk mars görevlerinin başarısına bakıyor. İlk seferinde başarısız olunup vazgeçiledebilir. Bunu bekleyip göreceğiz. “Marslı” da bize bu Mars görevlerinin nasıl başarılı olabilip, nasıl olamayacağını iç içe -olağanüstülüklerden uzak ama heyecandan ve ilgi çekicilikten ödün vermeden- gösteriyor. Kaynak: Kitap: Weir, Andy. Marslı. Çev., Emre Aygün. Istanbul: İthaki Yayınları, 2014. Resim: https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/7f/MarsTransitionV.jpg FARKLI FİKİRLER DC evreni gerçek olmayan bir evrendir. Yaşadığımız evrenden farklardan biri DC evreninde doğa üstü güce sahip olan insanlar, uzaylılar vardır. Bu doğa üstü güce sahip olanlar güçlerini kullanarak kahraman , kötü kahraman (suçlu) olabilir. Kahramanlar da kötü kahramanlar da kendi inançları doğrultusunda doğru düşündüğü şeyi yapıyorlar ama hangisinin doğru olduğunu yargılamak kime düşer? DC evrenindeki kahramanlar dünyada yaşayan insanların çoğunluğunun doğru olduğunu düşündüğü şeyleri yaptıkları için kahraman oluyorlar. Bunları yapmayan kahramanlar ise kötü kahramanlar oluyor. Eğer dünyayı kötü kahramanlar yönetseydi, kötü kahramanların kahramanlara, kahramanların kötü kahramanlara dönüşecek olması bana çok garip geliyor. Yani toplumun gözünde kimin kahraman, kimin kötü kahraman olması dünyanın nasıl işlediğine bağlı. Yaşadığımız bu dünyada uzun zamandır sabit bir sistem var diyebiliriz. Beş yüz sene önce hırsızlık yapan biri cezalandırılırken günümüz dünyasında da hırsızlık yapan biri için cezalandırma oluyor. Nasıl beş yüz sene önce yiyecek almak için para veriliyorsa aynı şeyi hala yapıyoruz. Bilinçsiz bir şekilde sisteme katılıp onun bir parçası oluyoruz. Niye mi? Çoğunluğun yaptıklarını takip ediyoruz da ondan. Bundan dolayı, farklı düşünüp dünyayı değiştirmek için birileri gelince bazı insanlar bu değişimin onları kötü etkileyeceğini düşünüp karşı çıkıyor. Zaten sistemden şikayetçi olup onun değişmesini isteyenler bu değişime destek çıkıyor. Dünyadaki düzeni korumaya çalışanlar kahraman, yeni bir sistem getirmek isteyenler kötü kahraman oluyor. Buna absürt bir örnek olarak, kurşun kaleme tapılan bir ülkede herkesin kendini bildiğinden beri sadece kurşun kalem kullandığını düşünün. Günün birinde kendi sebeplerinden dolayı bunu değiştirmek isteyen biri insanları tükenmez kalem kullanmaya ikna etmeye çalışırsa toplum onu bir tehdit olarak görecektir. Elbette onu destekleyenler olabilir fakat toplumun gözünde onlar suçlu olacaklardır. Tükenmez kalem kullanmak isteyenler de toplumu kendi gözlerinde suçlu olarak görecektir. Yedi milyardan fazla insanın bulunduğu bir gezegende yaşıyoruz. Bu kadar çok insanın yaşadığı bir dünyada herkesin mutlu olabileceği bir düzen kurmak bence imkânsız. Herkesin kendine göre farklı bir düşüncesi var. Benim düşüncem zaten herkesin mutlu olabileceği bir sistemi kurmak imkânsız ise bu sistem benim mutlu olacağım şekilde olmalı. Eğer yaşadığım düzenden mutlu değilsem bunun değişmesi için eylem yaparsam toplum tarafından suçlu olarak görülürüm. Eğer yaşadığım düzenden mutluysam bu sistemin değişmesi için eylem yapanları suçlu olarak görürüm. Örnek vermek gerekirse, sınırlı yiyeceğin bulunduğu bir adada mahsur kaldığımızı varsayalım ve bu adanın belirli kuralları olsun. Bu kurallardan biri, adada yaşayan herkes yiyecek aramak zorunda ve bu toplanan yiyecekler birleştirilip eşit şekilde dağıtılacak olsun. Eğer bana gelen yiyecek miktarı topladığım yiyecek miktarından az ise bu durumdan mutlu olmamam çok doğal. Benim gibi aynı durumda olan birkaç kişiyle birleşip bu konu hakkında düşüncelerimizi insanlarla paylaşıp farklı bir sisteme geçmek istediğimi söyleyebiliriz. Eğer bu istek reddedilirse ve biz bu değişimin gerçekleşmesi için harekete geçersek toplumun gözünde biz suçlular oluruz ve bizi durdurmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bir de olaya karşı taraftan bakalım. Eğer benim payıma düşen yiyecek benim topladığımdan fazla ise bu sistem benim için gerçekten iyi. Fakat bir gün bir topluluk çıkıp bu sistemin değişmesi gerektiğini, benim payıma daha az yiyecek düşmesi gerektiğini söylüyor ve bu konu hakkında bir şey yapılmazsa isyan çıkaracaklarını söylüyorlar. Bu benim gibi payına topladığından fazla yiyecek gelen insanlar için büyük bir tehdit oluyor ve buna karşı beraber direnmeye başlıyoruz. Yani herhangi bir olayda biz kendimizin haklı olduğunu düşünürken karşı tarafta kendisinin haklı olduğunu düşünebilir. Bu yüzden bir olayda karşımızdaki kişi ile anlaşmazlık yaşadığımızda sadece kendimizi düşünmemeliyiz. Onun ne hissettiğini ne düşündüğünü, niye öyle davrandığını anlamaya çalışmalıyız. Kalabalık bir dünyada yaşıyoruz. Başkalarını da düşünmek zorundayız. Sadece kendi çıkarlarımız doğrultusunda hareket edemeyiz. Edersek, bu olaylara kalıcı bir çözüm sağlayamayız. Nogay Evirgen PARASIZLIK SANCISI Varlıklı kimse geleceğe umutla bakar, evinde tenceresi kaynar, bu tencereyi kaynatan üç dört aşçı bunun yanı sıra uşakları, şoförü, bahçıvanları vardır. En mutsuz anlarda dahi hayatının güvence altında olduğunu düşünerek mutlu olabilir. Diğer yandan prestij, saygınlık, lüks tüketim şöyle dursun hayatını bile idame ettirmekte güçlük çeken milyarlarca insan olması kapitalizmin cilvesidir. Bir şehrin içinde yan yana olup da birbirlerine iki kutup kadar uzak olan heyula gökdelenler ve yıkık dökük duvarlı gecekondular eşitsizliğin çekilmiş en net fotoğrafı değil midir? Bu görüntü kadraja son yüzyılda girdi. Endüstrileşen şehirlerin cazibesine dayanamayıp oralara göç eden, oralarda barınmaya, oralı olmaya çalışan insanlar… İnsanoğlu dünya üzerindeki ekonomik varlığının artmasının bedelini potansiyel çevre felaketleri ve insani ilişkilerin çıkar ilişkisine dönüşmesiyle ödüyor. Para insanoğlunun hayatını kolaylaştırmak için vardır, ancak, tam tersi olarak insanlar boyalı kağıt parçasının esiri olmuş durumda. Sürekli olarak daha çok para isteyen insanlar için çevre tahribatı, doğal yaşam, sürdürebilir ekosistem hiçbir anlam ifade etmez. Aynı şekilde insani ilişkilerde gösterdikleri incelikler ceplerindeki cüzdanlar veya da bankalarındaki hesaplar kadar gelişmemiştir. Bu açılardan bakıldığında, zenginliğin insanlığı hiçbir şekilde ileriye götürmediğine katılmamak elde değil. Eşitsizliği, "Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? " adlı kitabında istatistiki verilerle ve analizlerle ustalıkla anlatan yazar "Zygmunt Bauman " ın geleceğe yönelik felaket tellallığı yapmaktan ziyade var olan konjonktürü çizdiği görülebiliyor. Geçmişten bugüne çığ gibi büyüyen zenginlik ve fakirlik… Dünya’nın şu milyon yıllık tarihinde doğmak, varlığını hissettirmek için doğru zamanı kollamış ve insanların arasına sinsice kalın duvarlar örmüş olan, o adı batasıca eşitsizlik… Dünya tarihi boyunca şimdiki kadar büyük bir para varlığı asla olmamıştır. Bu para varlığının eşit şekilde dağılmaktansa üst zümreye mensup birtakım insanların elinde toplanması eşitsizliği doğuruyor. Eşitsizlikten daha ziyade olan şey, parayı elinde bulunduran insanların parayı insanlık adına harcamamasıdır. Kendilerinden daha düşük sınıfta bulunan insanların kültüre, sanata, daha iyi sağlık ve eğitim olanaklarına erişimi oldukça zor. Ancak, sahip olunan bu varlık tüm insanların çıkarına harcanarak insanların yaşam kalitesi yükseltilebilir ve yalnızca bu varlıklı insanlar toplumun ahlaki standartlar olarak benimseyecekleri değerleri inşa edebilir. Ziyadesiyle güç olan bu durum hayal dünyamızı süsleyen o eşitlikçi yollarla çözülmedi, çözülmüyor ve de çözülmeyecek. Umut fakirin ekmeğidir derler ya, o ekmeği dahi çok gördüler kimilerine. Giderek artan uçurumun kenarında oturup, ayaklarını sallandıran, purolarını savurup, viskilerini içen bu insanlar, o kuru umut ekmeğini dahi çok gördüler… "Albert Einstein’ın dediği gibi, sorunlar daha en başta onlara yol açan düşünce modeliyle çözülemez. " (Bauman, 56) Maddi durum ile mutluluk arasında bir karşılaştırma yapacak olsak kesin bir sonuca ulaşamayacağımız aşikâr. Parasal açıdan en üst tabakada bulunan varlıklı kesim hep mutlu mudur? Mutluluk formülleri var mıdır, varsa ezoterik bilgilerden mi oluşuyordur? Bu insanlar bulundukları konuma çok çalışarak gelmişlerdir, istisnalar olabilir. Hayatları boyunca sağlıklarından, uykularından, aile hayatlarından, gezmelerinden fedakarlıklarla ulaşılan, bahtiyarlık veren sonuç. Belli bir sürecin sonunda ulaşılan zafer. Ancak o süreçte kaçırılan önemli ailevi anlar, yaşanılan sağlık sorunları, kısacası zamanın bölüştürülmesinden ziyade yalnızca işe harcanması pişmanlık yaratabilir. Hayatlarının sonunda yaşadıkları kısa zaman dilimi içinde mutlu olduklarını düşünürsek bu kadar fedakarlığa değer mi sorusu zihinlerde canlanabilir. Diğer taraftan maddi durumu orta halli olup yaşadığı ömür boyunca ailesi ile, arkadaşları ile keyifli anlar geçirebilmiş insan maddi açıdan olmasa bile manevi açıdan çok daha zengindir. Dünya hiçbir zaman için dört başı mamur olmamıştır. İlk insan döneminde de, aradaki devirlerde de her zaman için geçim sıkıntısı vardı. Bu zamanda teknolojinin getirdiği olanaklarla geçmişi karşılaştırdığımızda şu anda çok rahat olduğumuz görülebilir, ancak, insanların ahlaki gelişimiyle teknolojinin ve ekonominin gelişimi ters orantılı olduğu için şu zamanda insan idare etmek, iyi ilişkiler kurmak, insanları hoş görmek büyük çaba gerektiriyor ve işleri zorlaştırıyor. Hayatını yalnızca para kazanmaya adamış insanlar, sıcak insani ilişkilerin gerektirdiği davranışlarını geliştiremiyor. Yaşam standartlarımızı belirleyen ölçütler maddiyatı içerdiği kadar maneviyatı da içermelidir. Bir ağaca bakarak kâğıt görmek değil; kuşları, böcekleri, dallarındaki o mis kokulu çiçekleri, meyveleri görmek insanlık adına halâ umut var demektir. VEHBİ KEPKEP KAYNAKÇA . http://halkci.org/tag/esitsizlik/ .Web. 25 Ekim 2016 Mehmet Can Gökçimen Hayata Kelepçelenmek Hiç düşündünüz mü sizi bu hayata bağlayan, yaşamınızı bir düzenden çok arzu ve tutkuya sokan neler vardır diye? Benim görüşüm işte burada başlıyor. Dillere pelesenk olmuş yaşamı sorgulama yolunda verilen tonlarca cevap o kadar anlamsız ki… Böyle soruları her insan sormuş ve soracaktır elbet ancak cevabı bu kadar tekdüzeleştirmek niye asla anlayamamışımdır. Bana kalırsa yaşama tutkusunu birey önce kendi kendisine çok basit bir soru sorarak anlamalıdır: kafamı yastığa koyduğumda yarın uyanamama korkusu ile karşı karşıya mıyım? Bu soruya ilk ben cevap vermek isterim ve cevabım kesinlikle evet. Bu hayata beni sımsıkı bağlayan sevdiklerim, yapmak istediklerim ve hala tatmayı arzuladığım onca güzel şey hala beni beklerken ben nasıl korkuya düşmeyeyim ki. Belki de bazılarınız şimdiye kadar bu şekilde hiç düşünmedi ve bu noktada kendini sorguladığınız zaman cevapsız kaldınız. Bu asla sizin yaşama isteğine sahip olmadığınız anlamına gelmiyor elbette. Kimisi için bu farkındalık bir takım yaşanmışlıklar sayesinde oluşurken kimisi için zaten var olan deneyimler ile mevcuttur kısacası birey kendini var etme arayışını tamamlamıştır. Bu ayrımda ilk grubun atıldığı yolculuk, günümüz toplumlarını özetleyen bir role sahip. Eski zamanların telaşı şimdikiyle muazzam derecede farklı, ne hayata bakış açımız ne de hayattan beklentilerimiz uyuşuyor geçmişle. Bu farklılığın birincil etmenlerinden biri de teknoloji olsa gerek. Teknolojinin insanları yabancılaştıran, yalnızlığa iten bir etkisi olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum. Özellikle şu günlerde durum bir hayli çığırından çıktı. Bir aile dostumuzun çocuğu ağlamasına engel olunması amacıyla eline doğduğu günden beri tablet gibi elektronik cihazlar verildiği için şuan büyük bir sıkıntı ile yüz yüze gelmiş. Aile içi ve aile dışı kanlı canlı iletişimden uzak kaldığı için konuşmayı bir türlü öğrenememiş hatta bu elektronik cihazlara bağımlı bırakılmasının onda zeka geriliğine yol açmış olabileceğinden şüpheleniyormuş. Birinci elden gözlemlediğim gibi bu tip duygu ve düşünce paylaşımından mahrum kalan bireyler kendilerini var etme arayışında oyuna bir sıfır geride başlamak zorunda kalıyor. Yeri geldi bu yalnızlık içerisinde hayata tutunacak bir dal bulamadı ve kendi hayatına son verdi ya da kendini arafta bulmuşçasına bir psikolojik çöküntüde bıraktı. Oysaki geçmişte durum böyle miydi? Yolda tanımadığı birine günaydın diyerek mutlu olan kendini ruhsal açıdan yükselmiş hisseden bir toplum mevcuttu. Her güne güler yüzle başlayan insanların sayısı şimdikinden kat ve kat daha fazlaydı. Özetle insanlar daha naif ve daha az kirletilmişti. Bulunduğumuz çağın suçunu bahane edip yenilgiyi kabullenmek mi tek yol peki? Asla hayır. Size benim hayatımda dönüm noktalarımdan biri diyeceğim bir anım ile bu durumu daha iyi özetleyeyim. Lise yıllarımda okulum ilkokuldan lise son sınıfa kadar bütün öğrencileri her serviste her yaştan öğrenci olacak şekilde dağıtmıştı yani benim dahil bütün servislerde farklı farklı sınıflardan öğrenci mevcuttu. Sene ortalarında servisimize gelen doğuştan dizlerinden engelli bir arkadaşımız oldu. Okulun servis alanı ana kapı girişine kadar az sayılmayacak uzaklıkta bulunmasından ötürü arkadaşımı tek başına zorlayacak derecedendi özellikle yaşını da göz önünde bulundursak. Her gün sınıfına kadar o gün ben olmazsam başka bir arkadaşımın yardımı ile eşlik ettik. Bizim sabah gözümüzü açmaya gücümüzün olmadığı saatlerde bize koskocaman gülümseyişi ve inci gibi gözler ile bakışı uykuyu bırakın bütün stres, telaş ve kötü düşünceleri yok ediyordu. Ondaki bu arzu ve istek benim kendi hayatımda sorgulamadığım pek çok şeyi tekrar düşünmeye itmişti. Normalde basit bahaneler ile okula gitmemeye alışan ben, artık Aslı’ya eşlik etmek için dört gözle ertesi günü bekler olmuştum. Evet, benim için bu durum o zamanlar bir arzuyla körüklenen amaç olmuştu. Her gün Aslı’ya destek olmak benim için paha biçilemez bir mutluluktu. Benim için büyük bir lütuf olarak düşünüyorum lise çağlarımın o yıllarını çünkü böyle bir yaşanmışlık bana hayat hakkında büyük farkındalıklar yaratmış oldu. Konuşmamın en başındaki soruya belki tekrar dönmüş olacağım ancak anlattıklarım herhalde genel bir hat yaratmış olsa gerek. İnsan kendi hayatını paha biçilemez kılabilme konusunda sınırsız imkana sahip. Bazen o aradığımız, kovalayıp durduğumuz şeyleri şöyle dikkatlice çevremize baktığımız zaman kolayca yakalayabileceğimizi anlamalıyız. Gerçek bir hayat öyküsünden esinlenerek çekilen 127 Saat adlı sinema filmi de beni bu düşüncelerle kavurup yazmaya iten sebeplerden biri. Canını kurtarmak için neler deneyen Aron Ralston aslında hayatın ne kadar değerli bir hediye olduğunu ortay koymuş. Uzun lafın kısası belki de hepimizin bazen şöyle birkaç saniyeliğine de olsa durup geleceğe umutlanarak hayatı şevkle kucaklaması en güzeli olabilir ne dersiniz? Kaynakça: 127 Ore. Dir. Danny Boyle. Perf. James Franco. Twentieth Century Fox Home Entertainment, 2011. Film. Kemal İnecik 21301923 TURK 101 - 26 Ali Turan Görgü ! ! Dünya Hapishanesinde Esaret ! Franz Kafka’nın yazdığı Dava isimli roman, bir kitabevinde tanıştığımız ve o günden beridir bağlantımızı hiç kopartmadığımız, en sevdiğim dostlarımdan biri tarafından önerilmişti bana. Arkadaşım önerdikten sonra kitabı okuduğumda, okuduğumun bir roman değil karabasan olduğunu düşünmüştüm. Kafka’nın bu romanında, devlet sisteminin ve bürokrasinin ciddi manada yozlaştığını anlatmaya çalıştığını düşünüyordum ve ayrıca bu yazıyı bu konular üzerinde yoğunlaşarak yazmayı planlıyordum. Yazmadan önce bir kere daha okuduğumda ise romanın aslında çok daha derin farklı boyutlarının da olduğunu düşünmeye başladım. Romanı okuduktan sonra zihnimde oluşan duygu ve düşüncelerin bir kısmını bu yazıda sizinle paylaşmak istiyorum. Romanda, mahkemenin yüksek rütbeli memurları sıradan insanlar için tamamen ulaşılmaz bir pozisyondalar ve hiç kimse onların gerçekten olup olmadığını bile bilmemesine rağmen bu memurlar sıradan insanların ve onların kaderleri üzerinde olağan dışı bir etkiye sahipler. Dinler ve dolayısıyla da Tanrı ile insanlar arasındaki ilişki bundan daha güzel nasıl bir örneksemeyle anlatılabilirdi ki? Bir dine inanan bütün bir toplumun, yüce bir otoriteden geldiği söylenen emir ve buyruklara göre hayatını yaşaması bekleniyor, çoğu zaman bu yüce otoritenin varlığını ve varlığının sebebini sorgulayamadan ve sorgulanamaz kabul ederek. “Yapılmamış, unutulmuş itirazlar mı vardı? Şüphesiz vardı böyle itirazlar. Gerçi yerinden oynatılamazdı mantık, ama yaşamak isteyen kimseye de karşı duramazdı. Neredeydi yargıç? Neredeydi yüksek mahkeme? Konuşacaklarım var! El kaldırıyorum işte!”(Sayfa 212). Başkahramanımız çok azımızın yapmaya cesaret edebildiği gibi sorgulamayı seçmişti. Cesaret edebildi diye yazdım çünkü sorgulamak çok daha zordur umursuzca yaşamaktan. Sorguladıkça birçok şeyin anlamsız olduğunu fark edersiniz, aslında sizden önce koyulmuş olan düzen ve kuralların hepsi temelde anlamsızdır. Bu sebeple sorgulamak, bir mutsuz olma sebebidir başlı başına. Ama şüphesiz gerçekleri öğrenmenin de tek yoludur. Her birimiz bir davanın içerisindeyiz ve davalı konumundayız, hem de hiç işlemediğimiz bir suç sebebiyle. Bir suç işlemişçesine hayat denilen ve kimimiz için bir kabustan ibaret olan şeyle sürekli savaşıyoruz. İnsan ruhu ve bedeni dünya kabusunda esarette tutuluyor, bunun sebebini tek bilen ise iddianameyi hazırlayan yüksek yargı memuru yani Tanrı. Tamamen belirsiz ve bu yüzden anlamsız bir sebeple var olduğumuzu hissediyorum ve bazen sırf bu anlamsızlık sebebiyle var olmak dahi istemiyorum. Bazen de yok olmaktansa, bir kabusla savaşmak çok daha tercih edilesi gözüküyor gözüme. Belki şu anda Kafka’nın kitaplarından çıkma gri bir dünyada yaşıyoruz ama yokluk tamamen simsiyah değil mi? Varlığımızın sebebinin belirsizliği beni ölüm hakkında da düşünmeye itiyor. Daha neden var olduğumuzu bile bilmeden, varlığımızın son bulmasından yani ölmekten neden bu kadar korkarız ki? Hayatımızın sonunda ne olacağı, yani ne zaman ve nasıl öleceğimiz bütünüyle önemsiz, çünkü ölüm, suç olanın ne olduğunu bilmediğimiz bir davanın nihai hükmü, anlamsız varoluşumuzun bitiş noktası. Hayatla daha fazla boğuşmaktan artık kurtulduğumuzdan belki bizim için bir ödüldür ölmek. Belki de gri dünyamızın elimizden alınıp siyaha mahkum edildiğimiz bir çeşit ceza. Mahkemede kendimizi ne kadar savunma hakkımızın olduğu ve bu savunmayla ne kadar başarılı olabileceğimiz ise başka bir tartışmanın konusu. Aynı başkahramanımız gibi mahkemeyi başta ciddiye almıyor ve makul bir savunmayla suçsuzluğumuzu kanıtlayabileceğimizi zannediyoruz. Ama daha sonra hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi fark ediyor, mahkemeye ve mahkemenin kararlarına boyun eğmekten başka yapabileceğimiz herhangi bir şeyin olmadığını anlıyoruz. Sanki bir sürü dişli çarkları olan koskoca bir makinede yaşıyoruz ve bu koskoca makinanın sadece küçük ve önemsiz birer çarkını temsil ediyoruz; zaman zaman diğer çarkların arasında eziliyor, acı çekiyoruz. Günümüzde birçok kitaba “ölümsüz” yakıştırması yapılıyor, ama gerek çok boyutluluğu sebebiyle farklı yorumlamalara açık olması, gerekse Franz Kafka’nın o kendine has müthiş üslubu sebebiyle bu yakıştırmayı en çok hakeden kitaplardan bir tanesidir bence Dava. İnsanın duygu ve düşünce dünyasına bu denli katkısı bulunabilecek bir kitap çok kolay bulunamıyor malesef. Okuyun, okutun. Serkan DOĞAN GERÇEK ŞARKILAR Ben neden yüzlerini bile görmediğim, muhtemelen benimle aynı coğrafyayı hiç paylaşmamış olan ve muhtemelen konuştuğum dili hiç duymamış usta şairlerin şiirlerini okur ya da usta bestecilerin piyano sonatlarını neden dinlerim? Bu sorunu elbette tek bir cevabı benim için. Çünkü onlarda kendi benliğimi bulurum, onlar benim duygularımı ve düşüncelerimi benden daha iyi ifade ederler. Bir yandan kendimi şairlerle özdeşleştirirken, diğer yanda piyano içinde bulunduğum hali notalarla resmeder. Serenad Bağcan’ın eşi benzeri bulunmaz yorumuyla Fâzıl Say’ın piyano notalarını güzelce serpiştirdiği şarkılar konserini benim için özel kılan yegâne sebep budur. Çok yalnız bir insan olduğumdan arada sırada düşlere dalmayı çok severim. Bu düşlerde kendime yeni bir dünya kurarım. Her şeyi söylemenin mümkün olduğu, kimsenin düşüncelerinden dolayı yargılanmadığı bir dünya kurarım. Canım sıkıldığında da düş dünyamda bir göl kenarında oturur ve etrafımdakilerin bana söylediklerini düşündüğümde hepsinin ne kadar boş laf ettiğini çok geç olmadan anladım. Anladım, anlamasına ama anlatmayı beceremiyorum. Onlar hala hiç değişmeyen küflenmiş beylik ümit bağlamaktan vazgeçmiyorlar. İşte tam burada Metin Altıok’un düşerim şiiri devreye giriyor ve diyor ki ‘’ Sizse hep konuşursunuz /Sığınıp kof sözlere /Kaçarak kendinizden /Uğuldayan hüznünüzle.’’ Ah aşk ah! Ne kadınlar sevdim de, haberleri bile olmadı. Sevdiğim kadınları düş dünyama götürür ve orada beraber sonsuza kadar yaşardım. Her mevsimi farklı yaşardık. Her mevsim başka yerde buluşur ama hep bir çam ağacının gölgesinde otururduk ve ben henüz yazılmamış en güzel şiirleri okurdum onlara. Sanki bir daha hiç görüşemeyecekmiş gibi sevişirdik. Sevdiğim kadınlar bunu hiç fark etmediler, hâlbuki isteseler cenneti verebilirdim onlara. Bu kadar kör olmalarının tek sebebi var, zaten hiç var olmadılar. Gerçek dünyaya dönersek eğer benimle aynı düşleri kuran bir sevgilim var şimdi. Hayali sevgilere, karşılıksız aşklara prim vermiyorum artık. İkimiz de Metin Altıok’un aynı şiirini severdik ‘’bir yarım umuttur elimizde kalan /göğüslemek için karanlık yarınları’’ bize acı ve kederden başka bir şey vermeyen bu dünyada birbirimizin aşkımıza sığındık. Bu dünyada 20 yaşımı dolduralı 7 gün oluyor.7300 gün eder, bir yılı 365 gün kabul edersek eğer. Nerden gelip nereye gidiyorum? -Hiçbir fikrim yok. Var mıyım, yoksa yok muyum? -Bilmem. Ne işin var dünyada? -Onu git beni bu cehenneme sokana sor ben nereden bileyim. En iyisi kendi aklıma danışayım. Her bilginin temelinde o olduğuna göre bana ışık tutacak yegâne araç bu. Nedir bu yaşamak dedikleri aklım? –birkaç görüntüden oluşan hayal dünyasından başka bir şey değil. Yani yaşadığım dünya hayal dünyası öylemi. Ne zaman özgür olacağım? – özgürlüğe ancak öldüğün zaman ulaşabilirsin. Peki, var olmak ne demektir aklım?-sen ne kadar düşünebiliyorsan dünya o kadar vardır, eğer sen yoksan oda yoktur. Memleketim, memleketim, memleketim. Nâzım Hikmet’in memleketine olan hasretini bu şiirde kolaylıkla görebilirsiniz. Bendeki tezahürü ise çok farklıdır bu şiirin. Ben, kendi düş dünyama hasretim. Düşünce özgürlüğünde bir sınır olmadığı, hatta herkes düşüncesini özgürce söyleyebildiğinden ‘düşünce özgürlüğü’ kavramının hiç duyulmadığı bir yer, benim hasretini çektiğim memleketim. Nâzım Hikmet, bu memleketin kasketini giymiştir yaşadığı süreç içerisinde elbette ama ben bir bardak su bile içemedim özlemini yüreğimin en ücra köşesinde bile duyduğum özgür memleketimin. Nazım Hikmet en azından kendi gözleriyle seyredebilme imkânını buldu memleketinin, ben ise ancak düşlerimde görebiliyorum ve uyandığım zaman dünya, acısı ve kederiyle olduğu yerde dönmeye devam ediyor. Kim bilir belki de sonsuz uykuma daldığım zaman memleketime kavuşabileceğim. Sevgi Bayram TURK102-2 22.11.2016 VE KAYIT! Düşündüğüm an yazmadığım her şey saniyeler içerisinde kayboluyor, hızlı olmalıyım. Kendimi anlatmak gibi bir kaygım yok, sadece bilinç akışımla tanışmanızı istiyorum. Kuşburnu suyundan bir yudum aldım, başlıyorum. “Adını mıh gibi aklımda tutuyorum” Defalarca oynadığım senaryoda farklı bir rol alıyorum bugün. Önceki gösterimlerde acısını anlayabildiğimi, yakarışını duyabildiğimi düşündüğüm karakteri canlandırıyorum. Dürüstçe söyleyebilirim ki, küçümsemişim. Bir role yaptığım en büyük saygısızlık şehrime bir tsunami olarak indi. Yerle bir oldum, doğal afetlere verilen kadın isimlerine inat bir de isim verdim ona: Düdük. Şimdilerde adını mıh gibi aklımda tutuyorum, herkese pasif agresif bir tavır takınarak “Düdük!” diye sesleniyorum. Neyse ki iyi dostlar biriktirmişim, henüz dayak yemedim. “Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur” Çaresizmişçesine çırpınıyorum. Çaresiz olduğuma, yapabileceğim en iyi şeyin hiçbir şey yapmamak olduğuna inanırmış gibi yaşıyorum. Kendini kandırabilmek zekâ göstergesi mi yoksa aptallık belgesi mi emin olamıyorum. Klişelere boyun eğmeye başlıyorum: “Kendimi asla ifade edemiyorum!”. Ne kadar korkulabilirse o kadar korkuyorum. Bu yeni duyguları kaybetmekten veya asla onlardan kurtulamayacak olmaktan korkuyorum. Henüz hiç dokunamadığım birinin benimkilere kenetlenmiş ellerini yavaşça açmasından veya bir gün beni hiç bırakmayacağını söylemesinden korkuyorum. Daha önce hiç korkmadım diyemem, ödlek bir tavuğum ben. Ancak bu yarın dişçiye rutin kontrole gideceğim için korkmama benzemiyor, hatta 15 Temmuz gecesi ölmekten korkmaktan neredeyse ölüşüme de benzemiyor. Böyle bir korkuyu ilk defa yaşıyorum ve tahmin edin hadi, bundan da korkuyorum. Bu akşam yorgun düştüm, teslim oluyorum. “Sana kullanılmamış bir gök getirsem” Hah, bir de uğruna ölmek gerek şimdi. Kimse kusura bakmasın ama canım kıymetlidir. Zaten anladığım kadarıyla burada sonsuz vaatler vermek asıl nokta, hani derler ya “Kapağı attıktan sonra gerisi gelir.”. Gerçi ben ne bilirim, yeni düştüm bu batağa. Şimdi biraz benim neler sunabileceğimi düşünürsek… Bilmiyorum neyim var anlamlı ya da değerli, kıyaslayamıyorum içimdeki tutuşmaya yüz tutmuş odun cızırtılarıyla. Sanki çok varlıklı bir ailenin kızı evleniyor, düğüne davet edildim ve çeyrek altına yetiyor bütçem ancak. Çeyrek altın takabilirim milyon dolarlık bir gelinliğe ama değeri var mı gerçekten? Ne sunabilirim gerçekten bilmiyorum, ama her şeyin en güzelini verebilmeyi, vazgeçebileceğim daha değerli şeylerimin olmasını dilerdim. Kullanılmamış bir gök ve bir uçurtma mesela. “Hayır başka türlü olmayacak Ben sana mecburum bilemezsin.” Aynı gerçeklik bir kalbi kaç kere yaralar? Sanki içimde bir şeyler iyi gitmiyor, serotonin ve dopamin bir araya gelmiş faça atıyor kalbime. Kaç çizik var, kaydını tutamadım. Birden çoksa darbe sayısı, gittikçe derinleşir mi yaralar yoksa alışır da hissetmez mi insan? Şimdilik ikisine de benzemiyor bizim mahallede durumlar. Daha çok acımıyor, ama hiç azalacakmış gibi de değil. Hatta inanır mısınız, garip bir haz alıyorum sanırım. Ah! Bazı şeyleri yazarken yüzümün aldığı şekilleri gerçekten görmeniz gerekiyor. Peki, neden izin verir ki insan dışarıdan bir şeyin gelip acı mekanizmasını harekete geçirmesine? Sanırım kimse izin almıyor bunun için. Meydan okuma gibi bir şey: “Hadi, dene kontrol edebilmeyi. Âşık değilim de ve olma, hadi. Hadi?”. Adil değil, biraz da çirkin ama hadi itiraz et istersen. Mecbur. “Ben sana mecburum, sen yoksun.” Meğer Attilâ İlhan’ı anlamak onlarca şiir eleştirisi yapmış olmak demek değilmiş. Şimdi son bir soru kaldı aklımda hakkında bilmişlik taslayamacağım: Bundan sonra ne olacak? Umarım kahramanlarımız uzun soluklu bir romanın mutlu sonuna doğru ilerliyordur, ben mutlu rolleri iyi oynarım. KAYNAKÇA İlhan, Attilâ. Ben Sana Mecburum. İş Bankası Kültür Yayınları, 2009. SUSMA, SAVAŞ!/ Beyza BOZDAĞ Eşit olmak birisi için ne ifade etmelidir? Her canlının eşit haklara sahip olduğunu savunup başkalarına yukardan bakmak gerçekten mantıklı mıdır? Hangi akıl yoksununun fikridir bir ırkın, bir cinsiyetin ya da bir dinin öbüründen üstün olabileceği düşüncesi? Belki bir iki insanın inanması normaldir böyle bir düşünceye ama yüzyıllarca bir değil milyonlarca insan takip etmiştir bu fikri, eziyet etmişlerdir başkalarına sırf kendilerini üstün sandıkları için. Böyle bir fikre insan nasıl inanabilir ve yıllarca bunun yüzünden başkaları acı çekip, hayatlarını nasıl kaybedebilir hâlâ anlayabilmiş değilim. Bütün insanların sadece iki basit hücrenin birleşip çoğalmasıyla oluştuğu ve aslında herkesin bu hücre yığınından ne eksik ne de fazla olduğu gerçeğini artık hepimizin kabullenmesi gerekir. Bütün yapıtaşlarımız aynıdır aslında. Sadece DNA’mızdaki binde birlik kısımdır farklı kombinasyonları yaratan. Peki, aslında bu kadar birbirine yakın olan insanoğlu cinsiyetler arasında bile ayrımcılık yapmayı nasıl başarmıştır? Özgürlük ve eşitlik gibi kelimelerin varoluştan beri lügatte bulunduğu bu dünyada kadınlara yıllarca ikinci cinsiyet gözüyle nasıl bakılabilmiştir? Peki, bütün bu soruları bir kenara bırakalım asıl merak ettiğim bazı kadınların bunu kabullenip nasıl yaşayabildiğidir? Evet, tarihte gerçekten bu durumu kabullenip pes eden kadınlar olmuş, kendileri için savaşanlara bile yan gözle bakmışlardır. Ama şu bir gerçektir ki bizim için savaşanlardır bu gün bile hâlâ gururla hatırladıklarımız. Uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden biri olan ‘Diren!’ de bu gururla hatırladığımız bir avuç kadının hikâyesini konu alıyordu. Bir avuç diye bahsediyorum ama bir avuç olmalarına rağmen dünyanın dengesini değiştirecek şeyler başarmıştı bu insanlar. Kimisinin canına mal olmuştu başardıkları, kimisi aylarca hapiste sürünmüştü, kimisinin çocuğunu almışlardı elinden ama son zerresine kadar değmişti çektikleri acıların. Filmi izlerken bu noktaya aslında ne kadar çaba sarf edip, kayıplar vererek geldiğimizi anlamış ve bu çabaların boşa gitmesini engellememiz gerektiği sonucuna varmıştım. Evet; dünyada hâlâ acı çeken, tecavüze uğrayan, hakaret edilen kadınlar vardı. Onlara susmaları gerektiği, haksız oldukları, güçlerinin kendilerini savunmaya yetmeyeceği söyleniyordu. Ama hepsinin bu sözlere kulaklarını kapatıp direnmeleri lazımdı. Direnmeleri gerekliydi ne pahasına olursa olsun Maud gibi, Edith gibi, Violet gibi, Emmeline gibi. Bu noktaya böyle gelinmişti ve böyle de korunması gerekliydi. Susmak hiçbir zaman bir çözüm değildi, olamazdı da. Kadın olmak hiçbir zaman zayıf olmak, güçsüz kalmak, susup oturmak anlamına gelmemişti ve gelmeyecekti de. Hiçbirimizin susup oturmaya hakkı yoktu; geçmişte bizim için savaşanların savaşını bitirmeli hâlâ bu yüzyılda bile kadına şiddet uygulayıp, hor gören düşüncelerin yok olmasını sağlamalıydık. Bunu başarabilmek için de önce kadın olmanın kendimiz için ne anlam ifade ettiğini bulmalıydık. Kadın olmak benim gözümde kalkıp konuşmaktı, kadın olmak herkesle eşit haklara sahip olmaktı, kadın olmak anne olmaktı, kadın olmak doktor, bilim insanı, başbakan, öğretmen, sporcu olmaktı. Kadın olmak özgür olabilmekti her konuda. Kendimiz inandığımızda özgür olduğumuza, karşımızda kim olursa olsun onu inandırmak da buna çocuk oyuncağı olacaktı. Evet, hâlâ bazı insanlar olacaktı susmamız gerektiğini söyleyen, bazıları olacaktı yolumuza çıkan ama her ne pahasına olursa olsun direnmemiz gerektiğini unutmamalıydık. Hepimiz aynı maddelerden yapılmıştık ne birinden eksik ne birisinden fazla. Aynı havayı soluyor, aynı gökyüzüne bakıyor, aynı dünyada yaşıyorduk. Aynı haklara da sahiptik. Hiçbir zaman teslim olmayacaktık, hiçbir zaman da savaşmaktan vazgeçmeyecektik. Ve dünyadaki herkes kadın olmanın özgür olmak anlamına geldiğini anlayana dek bu savaş da devam edecekti. AZRAİL VE KRAL “Günlerden bir gün, kral dillere destan bir davet verir. Herkes oradadır. İhtişam yeri göğü kaplamıştır. Prens, konuklar arasında Azrail’i görür. Prensi izlemektedir Azrail. Bunu gören prens panikle babasına gider. Kral, apar topar prensi Tahran’a gönderir ve saraydan çıkmamasını öğütler. Ertesi gece, konuklar arasında yine Azrail vardır. Kral sinirlenir, yanına gider ve “Benim oğlum daha çok genç, neden buradasın?” der. Azrail cevaplar: “Biliyorum, çok genç bu yüzden onu burada görünce çok rahatlamıştım ; çünkü bana onun canını İran’da bir sarayda almam söylendi.” Ve sarayı terk eder.” Cem’in dudaklarından dökülen bu efsane, çok etkileyiciydi. İçinde birçok efsaneye değinilmesine rağmen( Şehname, Oidipus gibi) en kendime yakın hisettiğim buydu. Çünkü her yaşamda var bu hikaye, çok bizden. Çünkü bütün insanlar öldürürler sevdiklerini, daha iyisi olduğuna inandıkları seçenekler uğrunda. Cem, Mahmut Usta’yı babası gibi sevdi ve ona ihanet etti. Onu kuyuda bıraktı ve kaçtı. Oidipus, oğlu tarafından öldürüldü. Şehname’de oğul babası tarafından öldürüldü. Fatih için bile vardır baba-oğul ihaneti söylentileri. Bu kitapta ise ince bir detay var: Babasıyla aynı kadına aşık olan ve ondan bir çocuk sahibi olan Cem, sonunda çocuğu tarafından öldürüldü. Peki sonucunda kim kimi öldürmüş oldu? Babası mı öldürdü Cem’i, oğlu mu? Tesadüflerin, gizemlerin, sırların ve mistisizmin hikayeyi ve karakterleri sarmalayıp, etrafında döndükleri bu kitapta okumaya değer çok şey buldum. “Sevdiğin şeyi bul ve seni öldürmesine izin ver.” Zamanı birlikte devirdiğimizden, hepimiz sevdiklerimizi öldürüyor ve şahitlik ediyoruz her gün eksilerek. Kimimiz sevdiklerimizin hayallerini, umutlarını öldürürken bazılarımız özgürlüklerini öldürüyoruz. Birini severken zamandan çok daha fazlasını veriyoruz onlara. Fikir duygu ve ömrümüzü veriyoruz her elementiyle her yapıtaşı her saniyesi her zerresiyle. Hayat bana göre bir heyelan gibi; dağları evcilleştirmeye çalışıyoruz biz, çiçekleri kopararak baharın gelişini önlemeye çalışıyoruz. Fakat olacakların önüne zaten geçemiyoruz. Hayata başladığımızda uçurumdan atlarız, geri sayım vardır fakat geri dönüş yoktur. Churcill der ki, “Cehenneme doğru gidiyorsanız, gitmeye devam edin.” Kaçınılmaz, kaçınılmazdır. Hayat ve olacaklar kaçınılmazdır. Bütün bunlar kulağa kaderci gelse de, tecrübeyle sabittir. Kitapta da afallamış, baba özlemiyle büyümüş, baba modeli olarak gördüğü insanı ölümüne terketmiş bir çocuk görüyoruz. Kafasında ise bir hikaye…Yıllarca babaya ihanet ile kitapları okuyan ve onlarda kendini bulan Cem’in oğlu tarafından öldürülüşüne kadar kitabı soluksuz okudum. Kurgu tesadüf olamayacak kadar tesadüfken, düşündürüyor. Oğlunun Cem’i öldürmesi, Cem’in mi, babasının mı, oğlu Enver’in mi suçu; yoksa hepsinin mi? En güzel yanı hiç bilemeyecek olmak. Bildiğim tek şey, hayattaki birçok gerçeğin kaçınılmaz olduğu. Sıraları, zorlukları değişiyor fakat her şeyi tadıyoruz. Olacakları değiştirebileceğimize inanmıyorum geniş açıda. Dar açıda, elbette. Seçim hakkı dediğimiz şey vardığımız yeri değil, kullandığımız yolu değiştirir. Hepimiz sonun biliriz, aşikar ve barizdir fakat hepimizin yolları farklıdır. Kimimizinki daha çetin şartlarla donatılmışken kimimizinki daha rahattır. Bu da bizim olayları kaldırabilme gücümüzle sabittir. Antalya’daki 30 santigrat ile Ankara’dakinin aynı olmayışı gibi. Yani nem faktörü gibi. Kitapta da görüyoruz ki Cem en çok neyden korkuyorsa onunla sınanıyor. Ne kadar kaçarsa, o kadar peşinden geliyor kafasındaki hayaletler. Kitaptaki ironiler kimi zaman benzerlikten kimi zaman zıtlıktan beslenmiş. Fakat bence tesadüflere pamuk ipliğiyle bağlı olan kurguyu güçlendirmiş. Charlie Chaplin der ki “Hayat, dar açıda trajedi, geniş açıda komedidir. Bazı şeyler yaşarken çetrefilli ve zordur ama geniş açıda hepsi çok gülüç ve kısadır. Dilek ve çabalar hep istediğimiz yöne akmaz. Bir yöne akar yalnızca: olması gerekene. Zaman bir su tünelidir; üstünden kimler geçmiştir, ne kayıklar yüzmüş; ne devasa gemiler batmıştır. Dolayısıyla genellemek ve çok umursamak yanlıştır. O anı yaşamalıyız. Yapmamız gerekeni yapmalı; düşmeye, eksilmeye devam etmeliyiz, ta ki yıldızlara kadar… Emin Bahadır Türker 21601697 Yardım mı hata mı? Ülkemize yıllardır ülkelerinde yaşadıkları çeşitli sebeplerden dolayı gelen ve bize sığınma talebinde bulunan insanlar var ve bu insanların sayısı giderek artmakta. Küreselleşmenin ve ülkelerin aralarındaki etkileşim ve iletişim imkânlarının da artmasıyla milyonlarca insanın farklı ülkelerde göçmen olarak yaşamasının en büyük sebeplerinden. Fakat bu konu, son birkaç yıldır ülkemizde daha çok tartışılmaya ve üzerinde konuşulmaya başladı. Bunun nedeni ise ülkemize gelip bir süredir bizimle beraber hayatlarını sürdüren çoğunluğu Suriyeli aileler. Suriye’de 2011’in ortalarında zararsız bir amaçla başlayan sivil halk ayaklanması bir süre sonrasında iç savaşa döndü. Silahların, bombaların ve hatta kimyasal silahların kullanılmaya başlandığı bu kargaşa ortamı hâliyle Suriyelileri güvenli bölgeler aramaya itti ve kendi ülkelerinde iç göçler yaşanmasına sebep oldu. Çeşitli ülkeler ve kuruluşların yaptığı yardımların yetmemesi ve ülkede ölen sayısının giderek artması, sivil halka ülkelerini terk etmekten başka çare bırakmadı. Savaştan kaçan zulme uğramış Suriye halkını ülkemize aldık ve yardım ediyoruz, iyi güzel, peki bu konu neden bu kadar tartışmaya yol açtı? Bana kalırsa savaşın bu kadar uzun süreceğini ne Türkiye Devleti ne de Suriyeliler tahmin edemedi. Geçici olarak ülkemize sığınmaya gelen Suriyelilerin, ülkemizde yıllardır bizimle beraber yaşadığını düşünürsek tartışmaların nereden başladığını görmüş oluruz. Ülkemizde yaşamaya başlayan bu insanlar artık ülkemiz için de bizim için de büyük bir yük olmaya başladı, hem maddi hem manevi olarak. Eleştirilerin çoğunluğu maddi sebeplerden dolayı oluyor. Bu insanlar için ülkemizin sınırlarında kamplar kuruldu ve Türk hükümeti bu kamplara fazlasıyla para harcamasına rağmen genel olarak bu kamplar uzun süre yaşamak için pek elverişli yerler değiller. Buna daha fazla para harcanması da bir çözüm getirmeyecek ve insanlar oralarda daha fazla yaşamak istemeyecek. Olan da bu zaten, ülkemizde yaklaşık 3 milyon Suriyeli varken bu sayının yalnızca 10’da biri kamplarda kalıyor ve garip bir şekilde, içinde 6-7 kişi kaldıkları konteynerlere rağmen kamplardaki doğum oranları çok yüksek. Peki, bu insanların gerisi nerede? Geriye kalan 2,5 milyon insan ülkenin her bir yanına dağılmış durumda. Bu insanların neler yaptığı ve hayatını ne ile devam ettirdiği ise muamma. Birçoğu kaçak ve sigortasız olarak düşük ücretlerle çalıştırılmakta ve bu da ülkemizdeki, oranı zaten yüksek olan işsizliği arttırmakta. Yazımın başından beri ülkemizdeki Suriye halkına ne mülteci, ne sığınmacı, ne de göçmen diye hitap ettim. Çünkü bunun tamamen farklı bir tartışmaya sebep olduğunu gördüm. Bu insanlara genel olarak ‘’mülteci’’ dense de, hukuken öyle adlandırılmıyorlar çünkü mülteci yerleşmek maksadıyla olmayan ve zorunluluk nedeniyle geçici olarak bir ülkeye sığınan kişilere denir. Belki de tanımındaki ‘’geçici’’ kelimesinden dolayı net bir şekilde adlandırılamıyorlardır. Statülerinin tam olarak belirlenmemiş olması da birçok sorunu beraberinde getiriyor. Kimileri mülteci tanımının çok daha fazla hakka tabi olduğunu düşünüyor ve bu denli eleştirilmemesi gerektiğini düşünüyor, kimileriyse onları mülteci olarak bile görmüyor. Daha fazla hak konusunda ise aylık yapılan yardımları fazla bile bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü bu yardımların ve karşılıksız verilen aylık maaşın yarısını kendi vatandaşımız bile alamazken onlara daha fazla Emin Bahadır Türker 21601697 verilmesini doğru bulmuyorum. Üniversitelere girmek için bu kadar emek harcayan bizler için, onların okullara sınavsız yerleştirilip1 bir de zaten verilenin üstüne para yardımı almaları onları bizden ayrıcalıklı hâle getiriyor. Tüm bu tartışmalar bir yana, kafamı en çok kurcalayan sorunlardan biri de onlar burada ayrıcalıklarla yaşarken bizim askerimizin onların topraklarında şehit olması. En azından belli yaş aralığındaki sağlıklı erkeklerin de bizim yanımızda savaşa gitmeleri gerektiğini düşünüyorum. Evet, yardım etmeliyiz, özellikle bu olanlara göz yuman diğer ülkeler gibi davranmayıp elimizden geleni yapmalıyız yoksa sonuçlarına bizim de katlanmamız gerektiğinin bilincindeyim. Fakat gün gelip de savaş bittiğinde bu insanlar ne yapacak, ülkemiz nasıl bir politika izleyecek bunu da merak ediyorum ama bu kadar zamandır ülkemize kontrolsüz bir şekilde dağılmış ve bir düzen oturtmuş olan Suriyelilerin pek geri dönmek isteyeceğini sanmıyorum. Bu yüzden, bütün bu yaşananların yardım mı hata mı olduğuna siz karar verin. 1 http://www.hurriyet.com.tr/yokten-suriyeli-ogrenciler-icin-flas-karar-27933009 Aybike Köstekci SODYUM PENTOBARBİTAL* Sıradan bir güne başlıyorsunuz. Diğer günlerden farklı bir şey yapmıyorsunuz; giyiniyorsunuz ve kahvaltıya oturup sofradakilerle sohbet ediyorsunuz. Saatte bakınca çıkmanız gerektiğini fark edip yola koyuluyorsunuz. Yürüyorsunuz, aklınız akşam nerede yemek yiyeceğiniz ile meşgul ve karar vermeye çalışıyorsunuz. Kafanızı kaldırdığınızda gördüğünüz son şey kontrolünü kaybetmiş bir aracın size doğru hızla geldiği oluyor. Gözünüzü tekrar açtığınızda hastanedesiniz ve boynunuzdan aşağısını kullanamadığınızı, felç kaldığınızı öğreniyorsunuz. Jojo Moyes’in kaleme aldığı Me Before You adlı roman, Thea Sharrock yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır. Aktif bir hayat yaşayan William Traynor talihsiz bir kaza geçirdikten sonra boynundan aşağısını kullanamaz hâle gelir ve bu psikolojisini ciddi anlamda etkiler. Ailesi ise hem ona bakması hem de arkadaş olması için Louisa Clarke’ı işe alırlar. Louisa kendi hâlinde olan, çok pozitif bir genç kızdır. Louisa ile William birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine âşık olurlar ancak Louisa, William’ın İsviçre’de ötanaziye başvurduğunu uzun bir sürenin ardından öğrenir. Filmde işlenen “aşk” temasını beğenmesem de ötanazi fikrinin ne kadar doğru olup olmadığını sorgulamadan edemedim. Benim için film, ötanazi etrafında şekillendi. Herkesin ölüme doğru durmaksızın yürüdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Dünyaya şöyle bir baktığımızda aslında ölümün basit bir kurtuluş olduğunu rahatlıkla görebiliriz; çünkü dünya, insanlar yüzünden pek de masum bir yer değil ve ne zaman ne olacağını kestirmek epey zor. Her gün birilerinin dikkatsizliği veya ihmâli yüzünden yüzlerce kaza yaşanıyor; her gün dünyanın bir yerinde çıkar hesabı yüzünden savaşlar oluyor, bombalar patlıyor, silahlar konuşuyor. Hele ki Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız her an her yerde bir patlama ve saldırı riskini göze alarak okula gitmek zorunda kalıyorsunuz. İşte insan hayatının bir topraktan daha ucuz olduğu bir hayattayız. Bir bomba patladığında bir ölenler vardır bir de hayatta kalanlar. Ancak ölüm hayatta kalanları da bir yerinden tutmuştur elinden kaçırmış olsa da. Kiminin gözünü, kiminin bacaklarını, kiminin hareket kabiliyetini. Yani ölüm çok kolaydır. Asıl acı kalanlarındır. Önemli olan hâlâ nefes alıyor olmak mıdır nasıl aldığımızı umursamadan? Evet, bu soruya herkes farklı cevap verir. Bana sorarsanız, belli durumlarda ölüm bir karar olmalıdır. Bazı ülkelerde yasal olan ötanazi çoğu insan tarafından katı bir kararlılıkla reddedilir ve yanlış olduğu düşünülür. Çünkü ölüm, toplumda yüklenilecek bir sorumluluk değildir. Birinin hayatını sonlandırmak –ki yapan, kişinin kendisi bile olsa- asla etik değildir toplum algısına göre. Elbette birinin hayatını sonlandırmanın öyle hafife alınacağını savunmuyorum. Sadece insanın kendi yaşamını sonlandırmak isteyebileceğini normal karşılıyorum. Ötanazinin redde açık olma sebeplerinden en yaygını dinî inanışlardır. İnsanın hayatını ancak tanrı istediği zaman alabilir. Bunun –ecel- dışındaki ölümler hoş görülmez. Dinin dışında ötanazi, bencillik olarak değerlendirilebilir yakınları tarafından kişinin. Sonuçta hepimizin yakınları, etkileşimde oldukları vardır ve daha önce de değdiğim gibi acı, kalanlarındır. Başka bir noktadan bakıldığında ise ötanazi, ismi değiştirilmiş cinayettir. Her ne kadar istek olsa da fark etmez. Bu, dolaylama yapmaya benziyor bir nevi. ‘Amansız hastalık’ demek gibidir kansere. Kulağa bu şekilde ulaşılır ama beyin ne olduğunu bilir. Öbür yandan, William’ın durumunda olan biri dünyaya bizim baktığımızdan çok farklı bir pencereden bakacaktır. Ötanazi zaten herkese yapılan bir şey değil, çaresiz hastaların sahip olduğu bir ayrıcalık. William’ı ele aldığımızda kazadan önce çok sosyal biriydi, yaptığı bir sürü spor, tutkuyla bağlandığı bir sürü hobisi vardı. Kazadan sonraki her güne bunları bir daha asla yapamayacağının bilincinde, günlük işlerini halledebilmek için birine ihtiyacı olduğu gerçeğine uyanıyor ve bu hayat onun yaşayabileceği bir hayat değil. Hastalığın dışında işin bir de psikolojik boyutu var ki hayatı çekilmez kılan en büyük etken de budur. Daha fazla fiziksel ve zihinsel acı çekmeme isteği gerçekten katı bir hayırı hak ediyor mu? İnsan kendini neyin mutlu edip neyin etmeyeceğini bilir. Zaten sonlanacağının %100 kesin olduğu bir hayatı kendi kararıyla acısız bir şekilde bitirmek bana çok da yanlış bir düşünce gibi gelmiyor. Çünkü şuna inanıyorum ki herkes yaşamaktan memnundur ve ölüm herkes için son nokta ve son çaredir. Bunun bir karar niteliğinde görülmemesi aklımda soru işaretlerine sebep oluyor. Sonuçta kendi hayatımızdan kendimiz sorumluyuz, nasıl yaşayacağımıza ancak kendimiz karar veririz. Her insanın dayanma noktası, mücadele etme şekli ve süresi farklıdır. Çoğu felçli insan sadece kendisini düşündüğünden değil, çevresini de düşündüğünden dolayı ölümü arzuluyor. Birileri hayatını ona adamalı ve bunun ağır bir yük olduğunu düşünüyorlar. Bu düşünce her ne kadar dile getirilmek istenmese de olan bir gerçektir. Çoğu, böyle bir hak tanındığı takdirde ötanaziyi seçeceklerini dile getirir. Filmde de William’ın dile getirdiği şey de budur. Louisa’nın hayatını kendisine bağlayacağını söyler, Louisa elbette bunu bir dert olarak görmez ancak hayatın ne getireceğini kimse bilemez. Bu yüzden William, ötanazinin herkesin lehine bir karar olacağı düşüncesinden vazgeçememiştir. İnsan, duygusal bir varlıktır. İşin içine ölüm gibi belirsiz ve geri dönülemez bir “başlangıç” girdiğinde sakin düşünemiyoruz. Ötanazi de çekişmeli bir tartışma olmaya devam ediyor. Ancak başkaları tarafından belirlenmiş etik kuralları içerisinde bir insanı istemediğinden emin olduğu bir hayatı yaşamaya zorlamanın, gönüllü kurban gideceği bir “cinayet”i seçeneklerine dahi koymamaktan daha doğru olduğunu nasıl söyleyebiliriz ki? *Ötanazide kullanılan ilaç, kimyasal bir karışım. KAYNAKÇA  Me Before You. Dir. Thea Sharrock. N.p., 03 June 2016. YILDIZLI GECE’DE ÖLÜM Vincent Van Gogh, benim tanıdığım ilk ressamdır. Annemin Van Gogh’a olan büyük hayranlığı, evimizdeki bardak altıklarında bile Van Gogh’a ait resimlerin bulunması demek oluyor. On yaşımdayken annemle sanatçının tablolarına baktığımızı hatırlıyorum. Çocukluğuma dair çok şey anımsayamam, ama annemin beni kucağına oturtup bütün o resimleri anlatması adeta beynime kazındı. Bildiği kadarıyla eserlerin hikâyelerini ve nasıl çizildiğini de anlatıyordu annem. Beni en çok etkileyen eser ise Yıldızlı Gece olmuştu. (https://artsandculture.google.com/asset/bgEuwDxel93-Pg?utm_source=google&utm_mediu m=kp&hl=tr) 1889 yılında, Fransa’da kaldığı sanatoryumda çizmiş bu resmi Van Gogh. Sanatçının bu resmi gerçeğine bakarak mı, yoksa sadece hayal gücünü kullanarak mı yaptığına dair tartışmalar hiç önem arz etmiyor benim için. Bu tabloyu, gördüğü şeylere kendi hislerini katarak yaptı bence. Yaşadığı ruhsal iniş ve çıkışlar, kardeşi Theo’ya olan sevgisi, hastalığı nedeniyle geçirdiği nöbetler bu resmi Yıldızlı Gece yapıyor. Çünkü hayal gücümüzde var olan her şeyi aslında bir yerde görmüş olduğumuza inanıyorum. ‘Bizim’ hayal gücümüz olmasına sebep olan şeyse kendi nefretlerimiz, sevgilerimiz, mutluluklarımız, üzüntülerimiz yani ‘bizim’ psikolojimiz. Van Gogh’un hayal gücünü de yaşadığı yerler, öğrendiği akımlar, arkadaşlıkları, kardeşiyle ilişkisi yani kısaca hayatı oluşturdu. Bu nedenle diğer bütün eserleri gibi Yıldızlı Gece de hem gerçekten gördüğü şeylerden hem de hayal gücünden bir şeyler barındırıyor içinde. Sanatçının bütün portreleri, otoportreleri, manzara resimleri bana büyüleyici geliyor. Ama Yıldızı Gece’de bambaşka bir şey var beni içine çeken. Girdaba kapılarak dönen gökyüzü, gökyüzüne uzanan alev şeklindeki servi beni kilitliyor adeta. Çocukluğum, geleceğim, annem ve babam, kardeşim, arkadaşlıklarım hepsi gözümün önüne geliyor ve ölüm korkusu kaplıyor benliğimi. Normalde ölümün bir gerçek olduğunu bilip soğukkanlı kalırım. Fakat bu eserde beni korkutan, heyecanlandıran bir şey hissediyorum: ölüm. Korku vermesinin dışında bir de büyülüyor beni anlamadığım bir şekilde. Gözlerimden yaşlar akana kadar izlemek istiyorum Yıldızlı Gece’yi. Sevdiğim bütün insanları düşünüp ağlamak, onlar için korkmak, onlara sarılmak istiyorum esere bakarken. Mantığı her şeyden üstün tutan ben, duygularıma hapsoluyorum resmi izlerken. Belki de Van Gogh’u çok okuyup onu olduğu kadarıyla tanıma şerefine nail olmak, sanatçının yaşadıklarının psikoljisi üzerindeki etkilerini çokça düşünmek bana bunları hissettiriyor. Fakat ressamı ve hayatını sadece iki dakika düşünebiliyorum, sonrasında umarsız bir bencillikle kendi hayatıma, sevdiklerime ve korkularıma yöneliyorum. Basit materyaller olan tuval ve yağlı boyanın bir araya gelip de beni nasıl bu kadar etkilediğini anlamakta güçlük çekiyorum. Çok fazla resim kültürü olan bir insan değilim. Fakat annemin bana aşıladığı Van Gogh sevgisi, Yıldızlı Gece ile küçük yaşlarda tanışmam ve bu resme çok derin anlamlar yüklemem bu tabloyu benim için çok özelleştiriyor. Eseri incelemek aileme ve arkadaşlarıma daha çok değer vermemi sağladığı gibi, bir gün benim ve çevremdeki herkesin gideceğini daha iyi idrak etmeme neden oluyor. Amsterdam’da Van Gogh müzesine gideceğim gün içimde hem büyük bir heyecan hem de biraz burukluk vardı. Çünkü Yıldızlı Gece New York’da MoMA’daydı. Van Gogh’un doğduğu ülkeye gidip de onun en sevdiğim eserini görememek beni bir hayli üzüyordu. Fakat bütün bu sıkıntı müzeye adımımı attığım anda son buldu. Müze gezimde sanatçının eserlerinden ziyade çizim defterleri ve kardeşine yazdığı mektupları daha çok dikkatimi çekti. Müzeden çıktığımda büyülenmiş haldeydim. İçerde ne kadar kaldım hatırlamıyorum bile. Müzenin üzerimdeki etkisi bitince New York’ta modern sanatlar müzesine de gitmem gerektiğine karar verdim. Aklımda hâlâ Yıldızlı Gece vardı ve ben o eserin orijinal halini görmeden ölmeyecektim! Van Gogh, Vincent. The Starry Night. 1889. Yağlı boya. Modern Sanatlar Müzesi. New York. Meltem ŞEN TAŞ PLAK SESLİ KADIN Her an ve her saniye, birbirinden farklı sonuçlar doğurarak ilmek ilmek geçip gidiyor biz arkasından bakarken… Size de oluyor mu bilmem ama benim bazı şarkılarım vardır her şeyden ayrı tuttuğum, herkesten gizlediğim, yastığımın altında sakladığım. O şarkılardan herhangi birini ne zaman dinlesem her seferinde aynı anın içinde buluveriyorum kendimi. Zaman ve mekân kavramı kayboluyor şarkının kulağıma değdiği ilk anda. Böyle duygular kimilerine şarkılarla, kimilerine filmlerle, kimilerine de kitaplarla oluyordur mutlaka. Evren var oldu var olalı da bir ışınlanma merakı sürüyor gidiyor… Size bir sır vereceğim, aslında biz ışınlanabiliyoruz! Hem de en güzel, en özel anılarımıza… Hep derlerdi zaten, hayatının en güzel zamanlarını yaşarken farkında olamıyormuşsun, anıların tadı o yüzden bir başkaymış. Biz, ’’o’’ şarkıyı dinlerken, ‘’o’’ filmi izlerken, ‘’o’’ kitabı okurken mutluluğa ışınlanabildiğimizi fark etmeyip hâlâ arayış içinde oluşumuz da bu tabirin bir kanıtı olarak nitelendirilebilir… Hele ki ‘’o’’ şarkıyı taş plak sesli kadın, Sema Moritz söylüyorsa… Sema Moritz ile hiç ummadığım bir anda karşılaştım; bir matematik sorusunu çözüp video olarak internette paylaşmış bir öğretmenin videosunu izlerken sıradaki video Sema Moritz’in ‘’Fikrimin İnce Gülü’’ şarkısını seslendirdiği güzel mi güzel bir videoydu ve otomatik oynatma modundaydı. Evet, inandım, en büyük aşklar nefretle başlarmış. Stres ile birlikte matematik sorusunu anlamaya çalışırken bir anda o taş plaktan süzülüyormuşçasına çıkan sesin kollarında buldum kendimi. Sema Moritz benim meditasyonum oldu, benim yastık altında sakladığım ve kimsenin onu tanımamasını istediğim sırrım oldu. Sonra ‘’Mazi’’, ‘’Evlerinin Önü Mersin’’ her gün sıkılmadan dinlediğim sırlarım oldu. ‘’Hasret’’ ise benim ismini ağzıma bile alamadığım bir şarkıydı öyle de kaldı… Bir şarkının sadece adını anmak bile insanı ürpertir mi? Bu şarkıyı kimse bilmesin sadece benim kalsın isterdim ama sanırım artık büyümenin sırası geldi ve paylaşmayı öğrenmem lazım… Konserde Sema Moritz, ‘’Hasret’’i söylemeye başladığında kalbimin atışını hatırlıyorum. Evet mutluydum, heyecanlıydım ve duygusaldım o an… Garip olan şey ise, bütün bu yoğun hislere karşın yine ‘’o’’ hisse çekiliyordu ruhum, ‘’Hasret’’i her dinleyişimde içimde oluşan belirgin ama tasvir edilmesi imkânsız ‘’o’’ hisse… Sema Moritz ile tanışmak en büyük hedefim olmuştu o gün. Haberdar olması lazımdı seslendirdiği şarkılar ile yarattığı bambaşka dünyalardan. Büyük kitlelere seslenmek de zordu, bir şeyler yapıyorsun ama sonuçlarını göremiyorsun, bilemiyorsun… Dinleyici olmak da kolay değil aslında, seni tanımayan ama senin o kişiyi tanıdığını adın gibi bildiğin, hissettiğin biriyle oturup konuşamamak. O gün ben konuşabildim; ışınlanmadan, hayallerde kaybolmadan. O taş plak sesi gerçekti, capcanlı karşımdaydı. Aynı kayıtlardaki gibi çıkar mı çıplak bir ses? Ben o şarkılar ile birlikte yastığımın altına mutluluklarımı, üzüntülerimi, hayatımı koydum sanıyordum ama âdeta oradan çıkmış karşıma dikilmişlerdi sevgili Sema Moritz’in sesi ile. Hayat bize her seferinde hiç ummadığımız şeyler hazırlıyor. Her köşeden başka bir sürpriz çıkıyor adeta. Mesela benim Sema Moritz’in şarkıları ile karşılaşmam da benim için bir sürprizdi, ‘’artık bir konser vermeli ve tanımalıyım sesiyle dünyamı değiştiren kadını, iki lafın belini kırabilmeliyim’’ diye sayıklarken hiç beklemediğim bir anda haberini aldığım konseri de… Hayatımda hiçbir zaman en’lerim olmadı, hiçbir konuda hem de. Fakat sanırım Sema Moritz ve ‘’Hasret’’i bundan fazlası oldu benim için. Hayatın anlamını kavrayabilmek, bu sürprizleri anlayabilmekten geçiyor olmalı. Bazen gözler sadece kapanmalı ve sıradaki sürprizi beklemeli… ‘’…Gözlerin varsa her anın bir sürpriz olduğunu ve önceden hazırlanmış hiçbir cevabın işe yaramayacağını görürsün’’ Osho /Bhagwan Shree Rajneesh KAYNAKÇA istanbul.net.tr. “Sema Moritz - Efsane Hanımlar - Konser Parti - Istanbul.net.tr, Kültür Sanat Etkinlikleri, Konser Tiyatro İstanbul Şehir Rehberi.” Istanbul.net.tr İstanbul Şehir Rehberi, Istanbul.net.tr, 26 Oct. 2016, www.istanbul.net.tr/etkinlik/konser-parti/sema-moritz-efsane-hanimlar/77450/13. Tatlı Yalanlar Pembe yalan, beyaz yalan, küçük yalan, önemsiz yalan, zararsız yalan… Elbette herkesin hayatının bir zamanında kendine söylediği yalanlar olmuştur. Aslında kâğıt üstünde, yani dil açısından bakıldığında anlamsız, saçma geliyor kulağa. Kendine yalan söylemek. Ancak okuyan herkes neyi kastettiğimi gayet iyi biliyor. Zihnimiz bu cümleleri “yalan kategorisi” ne bile sokmaz. Sonuçlarını düşünmez. Bu yalanlar 432000 km/h hız ile beynimizin ön kısmına ulaşır, mantıklı ve gerçekçi düşünme merkezini etkisiz kılar. Kendimizi kandırdığımızın farkında olmayız bile. Bu döngüyü sürekli işlemekten ne alıkoyuyor peki? Tüm yalanlar aynı kapıya mı çıkar? Bazı yalanlar gerçekten de zararsızdır. Sohbet bittiği anda çoktan söylendiği bile unutulmuştur. Karşımızdaki bir insana özelliklede eğer bize güvenen bir insan ise, yalan söylemek çok kolaydır. Söylediklerinizin doğruluğunu sorgulamazlar bile. Daha yakından tanıdığımız birine yalan söylemek daha zordur ve bir o kadar da risklidir. Annemiz, kardeşimiz, dostumuz, sevgilimiz bizi çok daha iyi tanıdığı için “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” demişler ya, o kadar bile yanamaz. Fakat bir insanın kendine yalan söylemesi bambaşka bir olaydır. Öncelikle bir soru sormak istiyorum. Bir insan neden kendine yalan söyler? “Şu kadarcık tatlıdan bir şey olmaz, on dakika daha uyuyayım sonra yapacağım ödevi, yarın hazırlarım sunumu” gibi cümleleri şüphesiz herkes kurmuştur kendi kendine. Kendimizi kandırdığımızı bile bile yapıyoruz bunu. Neden mi? Çünkü ahlaki pusulamızın yönünü değiştirmenin ya da vicdanımızı susturmanın, bastırmanın tek yolu bu. Bazı insanlar vicdanı “Kötü olmamızı engelleyen içsel güç” olarak tanımlar. Bana göre vicdan sadece kötüyü engelleyen bir şey değildir. Vicdan iyimser ya da karamsar olabilir. Ancak ikisi de değildir. Ne iyi ne kötü. Hatta “realist” yani gerçekçi de denemez vicdana. Bunun nedeni vicdanın herhangi bir bilgi ile yüklü gelmemesidir. Ahlakımız veya vicdanımız insanların kontrol edemedikleri bir parçasıdır. Ahlaki pusulamız dış etkenler ile oluşur, şekillenir. İlk ve en etkili faktör aile. Hayatımız boyunca bizimle beraber olan ailemiz, en azından çoğu insanın ailesi, bizim “iyi” bir insan olmamız için sürekli öğüt ve nasihatler verirler. Bir sonraki aşama okuldur. Okulda öğretmenlerimiz devralır bizi “iyi” insan yapma görevini. Sonrasında medya ve çevremizdeki insanlara geçer sıra. Bu evrede kişiliğimiz gelişmiş ve ahlaki pusulamız artık hemen hemen kuzeyde sabitlenmiştir. Tüm bu etkenler kolektif olarak vicdanımızı oluşturur işte. “Tatlı yalanlar” ile sesini kıstığımız, yüzümüzü çevirdiğimiz ahlak pusulamız. İşte bu yüzden vicdan ne iyi ne de kötüdür. İnsandan insana değişir. Peki, kendimize yalan söylemek kötü bir şey mi? Ya da şöyle sorayım, vicdanımıza kulak vermek zorunda mıyız her zaman? Cevap tabi ki hayır. Hiçbir insan vicdanının her söylediği kurala uymakla yükümlü değil. Zaten istese de uyamaz çünkü insan türü olarak mükemmel canlılar değiliz. Sahip olduğumuz özgür irade, ne kadar özgürsek artık, buna izin vermez, veremez. Tutsak hissederiz kendimizi. Kelepçesiz mahkûmlar. Fakat öyle değil miyiz? Bizi yerlere çöp atmak, çiçeklerin üstünden yürümemek, karıncaları ezmemeye çalışmak gibi yaptığımız hâlde bize herhangi ceza uygulanmayacağını bilmemize rağmen yapmıyoruz. İşimize gelse bile. Hani özgür irademiz vardı, istediğimiz gibi düşünebilir, hareket edebilirdik? "Karanlıktan yakınmak yerine ışığı yakmak çok daha iyi olur." diyor Bayan Ming'in Hiç Olmayan On Çocuğu kitabının yazarı Eric-Emmanuel Schmitt. On kelime etmeyen bu cümle hakkında yüzlerce sayfa yazılabilir. Durumdan şikâyet etmek ya da görmezden gelmek kolay. Ama sorunu çözmek insana zor gelir. İşte o anda başlar yalanlar. “Bugün çok iş yaptım yeter, nasıl olsa birisi yapar” demeyi çok severiz insan ırkı olarak. Çünkü hem elimizi taşın altına koymak bizi hem biyolojik olarak hem zihinsel olarak. Bu yüzden mutluluğumuzun devamı, aklımızın sağlığı ve lanet olası vicdanımızı susturmak için söyleriz tatlı yalanlarımızı. New York’u Anlamak Buket Uzuner New York Seyir Defteri adlı gezi yazısında okurlarına bir yıl kadar bulunduğu New York’u tıpkı bir öykü gibi anlatıyor. Kitabı okurken kendimi orada hissetmemin yanı sıra yazarın anlatımı sebebiyle orada olmayı çok istiyor insan. Keşke bende orada olabilseydim ve anlatılan yerleri kendim görebilseydim dedirtiyor insana. Bu kitabı okurken sevimli kafelerde, müzelerde, kitapçılarda ve tarihi önemi büyük olan yerlerde hissedebiliyorum kendimi. Buket Uzuner yalnızca mekânları anlatmakla kalmıyor ayrıca New York’un insanlarını da anlatıyor. Yazar kitabını yazarken de bütün bu sıcak ve samimi anlatımları edebi bir dille yapıyor. Dilinin edebi olması sıkıcı olduğu anlamına gelmiyor kitap gayet keyifli ve sürükleyici. Kitabı okuyanlar sanki bir günlük okur gibi rahatça okuyabiliyor. İstanbul ve Paris’e olan hayranlığını her fırsatta dile getiriyor Buket Uzuner New York’a karşı kazandığı hayranlığı şu cümlesi ile okurlarına sunuyor, “Günlerden bir gün İstanbul ve Paris’in üzerine bir gül kokladım. Adı New York’tu’’. New York, bütün insanların yabancı olduğu, Amerika Birleşik Devletleri’nin içinde olan başka hiçbir şehre benzemeyen deyim yerindeyse tamamen bağımsız bir devlettir. Her ne kadar birbirlerine benzemeseler ve farklı olsalar da İstanbul’la bazı benzer özellikleri vardır; iki şehir de 24 saat canlı yaşam barındıran, zenginlerin ve yoksulların farkının fazla olduğu şehirlerdir. New York hayranlığının ana sebeplerinden birinin de orda kurduğu dostluklar olduğunu düşündürüyor yazar. Kitabı okuyanlar Buket Uzuner’in her yaştan ve her mevkiden insanla olan samimi muhabbetini anlayabiliyor ve bu sıcaklık yazarın eserine de yansıyor. Fakat ufak bir eleştiri yapmak gerekirse yazar New York’un hep iyi yönlerinden bahsediyor. İnsanlara yol gösteren bu kitabın New York’un kötü taraflarını da göstermesi gerektiğine inanıyorum. Kitabın benim en beğendiğim bölümlerinden biri de “New York Mekân Portreleri” kısmı çünkü Buket Uzuner bu bölümde cıvıl cıvıl renkleriyle, değişik yemek tarzlarıyla, değişik kokusuyla Çin Mahallesi; ünlü tiyatro salonları, tiyatro oyunları ve pırıltılı müzikalleriyle Broadway Caddesi; şaşalı dükkânları, her tarzdan insanları ve yaşamın merkezi konumunda bulunan Times Meydanı… Zaten çekici bir şehir izleniminde olan New York yazarın anlatımıyla daha da cezbedici bir görünüm alıyor gözümde. Şahsen anlatılan yerlere gitmek isteyip Buket Uzuner’in anlattıklarının doğrultusunda New York’u tanıma, Çin Mahallesi’ndeki o renkli yaşamı tatma ve Times Meydanı’ndaki farklı kültürlerin birleşip tek bir kültürü yaşamasını inceleme isteği içimde doğuyor. Zaten bu bölümde o kadar güzel ve içten bir anlatım var ki insan kendini bir anda anlatılan yerlerde bulabiliyor. Kitabı okurken insanda New York’tan asla sıkılmayacağınız izlenimi uyanıyor ve bir Türk’ün bunlardan bahsetmesinin sonucu olarak okurlar kendilerini yakın hissedebiliyor. Kitabın bir diğer güzel ve bir o kadar da yararlı olan bir kısmında ise Buket Uzuner New York’u gezip görmek isteyenler için dikkatlice ve özenli bir şekilde hazırlamış olduğu “Buketçe New York Haritası” bulunuyor. Bu haritada yazar en sevdiği mekânların listesini çıkarıp yol tariflerini veriyor. İnsanların New York’u gezmesini kolaya indirgeyebilecek, saatlerini doluca geçirmeyi sağlayabilecek ve planlı bir şekilde program yapmalarına ışık tutabilecek bir harita bu. Ayrıca çocuklar için de düşünülmüş ve hazırlanmış onlarında nereye gidebilecekleri ve neler yapabilecekleri anlatılıyor New York Seyir Defteri’nde. Eğer bir gün New York’a gitme şansım olursa elimden düşürmek istemeyeceğim türden bir harita bu. Buket Uzuner’in kaleme aldığı New York Seyir Defteri adlı gezi yazısı New York’u hem merek edenler için hem de New York’a gidip görmeyi düşünenler için eşsiz bir kaynak izlenimi veriyor. İnsanlar bu eserden bir Türk’ün gözünden ve onun beğenisi doğrultusunda çok yararlı çıkarımlar yapabiliyorlar. Hem nerelere gidilip görülebileceği hem de orada yaşayan insanların profillerini anlamayı mümkün kılıyor New York Seyir Defteri. Ayrıca okurları sıkmayan yapısı ve güzel anlatımı sayesinde yazar kendini ve eserini çok güzel bir şekilde öne çıkarıyor. Kaynakça Uzuner, Buket. New York Seyir Defteri. İstanbul: Everest Yayınları, 2000. Yusuf Batuhan Erdoğdu Sinan Sakaoğlu Zamansız Boyut Bu hafta ‘Doctor Strange’ isimli bir film izledim. Süper kahraman filmlerini andıran bu eseri şöyle özetlenebilir, ana karakterimiz olan Doktor Strange geçirdiği kaza sonrası iyileşmek için Nepal’deki keşişlere başvurur ve süper güçler elde eder, ardından tüm süper kahraman filmlerinde olduğu gibi dünyayı kurtarır. Bahsettiğim süper güçler ile zamanla oynanabilir ve boyutlar arası geçitler açılabilir. İçinde boyut kuramı bahsedilen her film gibi burada da sonsuz paralel evrenlerden bahsediliyor ancak diğer filmlerden farklı olarak anlatılan bu boyutlardan birinde zaman kavramı yok. Bunu ilk duyduğumda pek üstünde düşünmemiştim, nasıl olsa bilim kurgu isterlerse 5000.boyuta kapı bile açabilirler demiştim kendi kendime fakat biraz üstünde durduktan sonra zamansız bir boyut çok ilginç gelmeye başladı. Einstein’ın İzafiyet teorisine göre zaman uzayda olmayan dördüncü boyut. Yani fiziksel olarak temsil edilemiyor. Zamanı çizemeyiz çünkü göremiyoruz ancak fiziksel olarak zamanı gösterecek bir teknoloji keşfetsek bile beyinlerimiz onu kavrayamazdı. Zaman hangi renk? Boyu, eni, yüksekliği ne kadar? Nasıl kokar, tadı nasıldır? Bu saydığım niceliklere üçüncü boyuta ait olan varlıkların tamamı sahip. Onu görmesekte hissediyoruz, duymasakta yanımızdan geçip gittiğini anlıyoruz. Bizler için zaman her daim aşağı akan, ters yöne akması mümkün olmayan bir dere gibidir. İnsanların kontrol edemediği tek şey işte bu zaman deresi. Peki bu dere hiç var olmasaydı ne olurdu? Zamanın olmadığı bir yer hayal etmeye çalışın. Maalesef ki bunu beynimizin hayal etmesinin imkânı yok. Zaman bizim bir parçamız. Vücudumuzdaki 100 trilyon hücrenin tamamı zamanın varlığına göre programlanmış. Zamanın olmadığı, ya da ilerlemediği bir yerde insanların ve dünyadaki diğer canlıların, yaşaması, ‘Yaşam’ olması mümkün değil. Yaşam, zaman deresine girdiğimiz anda başlar ve çıktığımız anda biter bizler için. Zaman bize müptelası olduğumuz bu yaşamı ve aynı anda en çok korktuğumuz şey olan ölümü verir. O bizim varlığımıza anlam katar. İşte bu yüzden zamansız bir boyut düşünemeyiz. Konusu ölümsüzlük olan birçok kitap, film ve şarkı var. Bunların ortak ana fikri, genelde, ölümsüzlüğün iyi bir arzu olmadığı. Ölümsüz olmak demek aynı sırada 4.boyuttan yani zamandan bağımsız olmak demektir. Ölümsüzlük elde edildiği anda zaman ortadan kaybolur ve ‘dereden’ çıkarsınız ancak bu sadece sizi etkiler. Zamanın kontrolünden kurtulmak bir süreliğine kulağa hoş gelebilir fakat etrafınızdakiler için zaman hala devam ediyor olacak. Aileniz, sevdikleriniz veya seveceklerinizin tamamı gözünüzün önünde can verecekler. Yüzyıllar, binyıllar yaşayacaksınız belki ama zamanın olmadığı boyutunuzda ne geçmiş ne de gelecek var. Sadece anlar. Birbirinden bağımsız anlar. İşte tam burada hayat anlamını kaybeder ve uğruna yaşanacak bir şey kalmaz. İnsanlar hatıraları ve oluşturacakları hatıralar için yaşar. Bunları bir insanın elinden aldığınızda, onun hayatını sonlandırmış olursunuz. Boyutlar hakkında internette biraz araştırma yaptım. Bazı astrofizikçiler paralel evrenler ve dördün üzerinde boyutların varlığı ile ilgili birçok çalışma yapmış. Biraz okunduğunda insan kendi kendine aslında olabilir böyle şeyler neden olmasın diyor. Şahsen ben, farklı evrenlerin olduğuna, 5. 6. 7. boyutların olduğuna inanmıyorum. Aldığım eğitim doğrultusunda bilimsel olarak kanıtlanmayan, göremediğim, koklayamadığım, hissedemediğim şeye inanmam, ancak zaman farklı. Herhangi niceliğe sahip değil ve buna rağmen zamanın varlığını biliyorum. Bu açıdan zamanı ilahi inançlara benzetebiliriz. Varlığını kanıtlayamasalarda orada bir yerde bir üst aklın yani Tanrının olduğuna adları kadar eminler. Son olarak Benjamin Franklin’in zaman hakkında çok sade fakat düşündürücü bir sözünü paylaşmak istiyorum “Zaman varsa akıl yoktur, akıl varsa zaman yoktur”. BİLİMSELLİK VE İNSANLIK ARASINDA “Ne yani, şimdi sen bütün bu yazıları sadece bu masada oturarak mı yazdın?” İnanamıyordum. Bu yaptığı hem yalancılık hem de bir nevi cinayetti. Doktordu karşımdaki, yakın bir arkadaşım. Uzun zamandır uzman doktorluk yapıyordu ve doçentlik sınavı için hazırlanmaya başlamıştı. Ancak sınavdan önce eski araştırmalarını içeren bir dosya sunması gerekiyordu. Deneyler yapması, veri toplaması ve bu araştırmalarını akademik bir yazıya dökerek bir dergide bastırması gerekiyordu. Sorun şuydu ki çalışmalarında kullandığı veriler tamamen yalan… “Veriler yalan değil! Hepsinin doğruluğunu tecrübe ile biliyorum.” “O zaman uydurma veriler diyelim mi?” “Olur.” … uydurmaydı. Yani kısacası yazdığı hiçbir yazının bilimsel dayanağı yoktu. “Hadi sosyal bilimlerle falan uğraşsan neyse de… Doktorsun arkadaş sen, doktor! Senin yaptığın bu araştırmalar insanların hayatlarını mal olabilir. Vicdanın rahat mı?” “Sen tıpta araştırma nasıl yapılır biliyor musun?” “Senin yaptığın şekilde olmadığını biliyorum.” “Tıpta bir araştırma yapılırken iki hasta grubu seçersin. Bunlardan bir tanesine test ettiğin tedaviyi uygularken diğer grubu geleneksel yöntemle tedavi edersin. Böylece uyguladığın tedavinin ne derecede faydalı olduğunu ölçersin. Eğer benim yaptığım gibi bir ilaç test etmek istiyorsan işler daha da karışır. Hastaların yarısına test edilen ilacı verirsin. Diğer yarısına ise ilaç verdiğini söylersin ancak yalnızca vücuda ne yararı ne zararı dokunacak bir madde verirsin. Böylece Placebo etkisini test edersin ve ilacın gerçekten faydalı olduğunu kanıtlamış olursun.” “Placebo etkisi derken?” “Placebo etkisi hastaların sadece tedavi edildiğine inanması sayesinde iyileşmesi demektir. Yani sen bir ilacı test ederken ilacın hiçbir faydası olmasa bile, hasta tedavi olduğuna inandığı için iyileşme gösterebilir. Böylece sende ilaç hakkında yanlış bir izlenime kapılırsın. Araştırma yapılırken Placebo etkisini göz önünde bulundurabilmek için hastaların bir kısmına yalan söylenir. Sonra bu grup ile gerçekten tedavi gören grup karşılaştırılarak sonuca ulaşılır.” “Tamam, ama bunun senin yalanlarda dolu yazılar yazmanla ne bağlantısı var.” “Birincisi, benim yazılarım yalanlarla dolu değil. Söylediğim her şey uzun yıllar boyunca edindiğim tecrübelerin bir sonucu. Bu sonuçları aktarma yolum pek akademik sayılmaz ama en azından yüzlerce kişiye yalan yere umut dağıtmıyorum. İkincisi, ben yazdığım yazılardan herhangi bir maddi kazanç sağlamıyorum. Doçent olmadan da yeterince para kazanıyorum zaten. Doçent olmayı istememin tek nedeni otorite sahibi olup bildiklerimi daha fazla doktora aktarabilmek ve daha fazla insana faydalı olabilmektir.” “Peki ya tecrübelerin yanlışsa?” “O zaman bir başka doktor bir başka araştırma ile sonuçlarımın yanlışlığını kanıtlar. Sonuç olarak bir soruna dikkat çekmiş ve bir hastalık hakkında akademik araştırma sayısını artırmış olurum. Gördüğün gibi yazılarım yanlış da olsa doğru da olsa yüzlerce hastaya bile bile yanlış tedavi verip ölüme terk etmekten daha az zararlı bir yol. Bu yüzden benim vicdanım çok rahat.” “Madem akademik yöntemin bu kadar zararlı olduğunu düşünüyorsun neden bu yöntem hâlâ kullanılıyor?” “Bilmiyorum, ama galiba bilimsel olduğunu düşündükleri için. Ne kadar garip değil mi? Bir yöntemi bilimsel olarak kabul ettiğin zaman artık dogmalaştırıyorsun. Hâlbuki bilimin en çok karşı durması gereken dogmalar değil midir? Galiba dogmalara bağlı kalmak insanın doğasında var. Çünkü başka insanların tepkisinden korkuyoruz. Bana bak mesela, sistemin yanlış olduğuna gönülden inanamama rağmen yine de sisteme bağlı kalmış gibi görünüyorum. Hastalara yalan söylemiyorum belki, ama doktorlara yalan söylüyorum. Ben sistemi durdurmaya çalışmak yerine onun bir parçası olmayı seçtim. Korkudan işte…” Not: Yukarıdaki diyalog tamamen hayal ürünü olup, Jean-Marc Vallée’nin AIDS hastası bir grup insanın gerekli tedaviye ulaşabilmek için sisteme açtığı savaşı inceleyen “Sınırsızlar Kulübü” adlı filmindeki Dr. Eve ve Dr. Sevard adlı karakterlerden esinlenilmiştir. Beyaz Yakalılık Dini Üniversite okumanın sorgusuz sualsiz bir iyi bir şey olarak addedilmesinden rahatsız oluyorum. Evet, üniversite okumanın kişisel gelişime en büyük katkıyı sağladığı fikrinin bir yanılgı olduğunu iddia ediyorum. Sizlerin hatırına tavrımı biraz daha yumuşatıp bu iddiamın herkes için değil ama insanların önemli bir kısmı için geçerli olduğunu söyleyeyim. Üniversiteler birçok insanı, hayata hazırlamaktan ziyade hayatı ezberletiyor. Karakteri tam oturmamış, kendisine nasıl bir hayat çizeceğini belirleyememiş insanlar, üniversite eğitimi sonrasında basmakalıp, sıradan, zevksiz, sorunlu tipler haline geliyorlar. Üniversite mezunu insanların özgür bireyler haline geldiklerini; vizyonlarının açıldığını; yerelde çırpınmaktansa uluslararası düşünmeye başladıklarını söylediğinizi duyar gibiyim. Ancak biraz düşünün, çevrenizdeki üniversite mezunlarına bakın. Onlar, hayatlarında gerçekten özgün kararlar alan bireyler mi yoksa “beyaz yakalılık dininin” gerekliliklerini yerine getiren, yani hayatı ezberden yaşayan makineler mi? On üniversite mezunu tanıyorsanız en fazla yarısının birinci gruba dahil olduğunu düşünüyorum. En azından benim tanıdığım üniversite mezunları içi durum böyle. Kalan beş kişilik grup ise üniversite mezunu oldukları için tatillerinin büyük kısmını AVM’lerde geçiriyorlar; arabesk müzik dinlediklerini söylemekten utanıyorlar; hayatlarının bir bölümünde mutlaka tenis kursuna gitmiş oluyorlar; inandıkları beyaz yakalılık dinine ait “plaza insanlığı” mezhebinin gerekliliği olarak günde en az üç vakit Starbucks, Beymen, YKM gibi mekanlarda yer bildirimi yapıyorlar. Bu insanları rahatlıkla genelliyorum çünkü daha önce de dediğim gibi bunlar, üniversite eğitimleri boyunca hayata hazırlanmaktan ziyade hayatı ezberlemiş insanlardan oluşuyor. Bu yaşamın, herkesin ulaşması gereken zirve nokta olduğunu düşünüyorlar. Beyaz yakalı olmanın ezberlerini genç yazar Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi isimli eserinde çok güzel anlatıyor. Kitap, biraz önce bahsettiğim 10 üniversite mezunun beş kişilik kısmının yaşadığı gündelik hayatı konu edinmiş. Plazalar, giyilmesi gerekenler, yenilmesi gerekenler, beyaz yakalı olmanın gereklilikleri, üniversite okumuş olmanın verdiği temelsiz özgüvenler, sürekli genç ve şık görünme mecburiyeti, başkaları tarafından belirlenen alınacaklar, satılacaklar ve hatta yiyecekler... Tüm bunlar arasında sıkışıp kalan üniversite mezunlarının kendileri olmaktan çıkıp yaşadıkları robotik hayat eserde çok güzel anlatılıyor. Peki ya hayatı ezberden yaşayan bu insanlar üniversitelere gitmeseydi ne olurdu? Bence bu işin kazanımı, 50 yaşına kadar sıkıcı ve boğucu bir yaşama hapsolmamak için bir şanslarının oluşuydu. Yani üniversitede beyaz yakalı olmanın farzlarını öğrenmeselerdi belki de kendi yollarını çizecekler, böylesine iğrenç bir hayata mecbur kalmayacaklardı. Bu noktada, üniversite okumanın maddi ve kültürel birçok kazanımı olduğu itirazı gelebilir. Elbette ki bu kazanımları reddetmiyorum ancak bunlar, on üniversite mezununun ilk beş kişilik gurubu için, yani kendi yolunu çizen özgür bireyler için geçerli. Diğer insanlar belki de üniversite okumasalardı maddi açıdan daha başarılı olacaklardı. Kafanızı ekranlardan ve kağıtlardan kaldırıp gerçek dünyaya bir bakın. Örneğin OSTİM’deki ya da bir Anadolu şehrindeki sanayi tesislerini inceleyin. Bunların kayda değer bir kısmının kurucularının lise mezunu dahi olmadıklarını göreceksiniz. Peki ya üniversitelerin insana vizyon kattıkları savı? Resmini çizdiğimiz plaza insanını düşünün. Bu insan dışarıdan cafcaflı gözükse de gerçekten bir dünya vatandaşı mı? Sizce o kişi dünyanın sorunlarıyla gerçekten ilgileniyor mu yoksa zamanının çoğunu, beyaz yakalı olmanın gerekliliklerini karşılamak için mi harcıyor? Bir üniversite öğrencisi olarak, üniversite okumanın insanı mutlak surette kötü etkilediğini iddia ettiğim düşünülmesin sakın. Elbette ki üniversite okumak insanlara vizyon kazandırır, maddi olarak birçok avantaj sağlar ancak bunlar sadece bahsettiğimiz on kişiden ilk beş kişilik grup için geçerlidir. Benim rahatsız olduğum konu insanların üniversite okumasından ziyade, son yıllarda ülkemde görülen kayıtsız şartsız üniversite okuma fetişidir. Üniversite mezunu olmanın tek çıkar yol olarak görülmesidir. Kaynaklar Bıçakcı, Hakan. Doğa Tarihi. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2014. Ceyda Keskin İki Çiçek'in Arasında Uzun zamandır merakla beklediğim, fragmanlarını birçok kez izlediğim film sonunda vizyona girdi. İkimizin Yerine filmi 21 Ekim Cuma sinema salonlarında yerini aldı. Ben de ilk çıktığı gün izleme şansı buldum. Öncelikle şunu söylemeliyim ki filmin yönetmeni olan Umur Turagay'ı tebrik etmek istiyorum. Film için seçilen oyuncular çok çok başarılı olmuş bence. Başroldeki oyunculara bakarsak Nejat İşler, filmde, kırk yaşında olan Doğan isimli bir öğretmeni canlandırıyor. Dışarıdaki hayatında da içine kapanık, gizemli bir adam olan Doğan'ı, Nejat İşler'in canlandırması çok yerinde bir tercih olmuş. Çünkü, Nejat İşler kendi hayatında da Doğan karakteriyle çok uyuşuyor bence. Bunu zaten kendi röportajlarında da belirtmiş. Bu sebeple, bu karakteri, çok fazla göz önünde bulunmayan, kendine özgü farklı bir yaşamı olan Nejat İşler'den başka birinin canlandıracağını düşünemiyorum bile. Filmin diğer başrolü Serenay Sarıkaya'dır. Filmde Çiçek isimli on sekiz yaşında bir lise öğrencisini canlandırıyor. Aynı şekilde Çiçek karakteri de Serenay ile çok uyuşuyor. Çiçek de Serenay Sarıkaya gibi cıvıl cıvıl, neşeli ve çok güzel bir kız. Yani, yönetmenin başrol oyuncuları seçimi benden tam not aldı. Serenay Sarıkaya ve Nejat İşler'in birbirlerine olan uyumunu da çok sevdim. Filmin konusuna geçmek gerekirse, hikaye, lise öğrencisi olan Çiçek'in, okula yeni gelen edebiyat öğretmenine aşık olmasıyla başlıyor. Filmi ilginç kılan da bu imkansız gibi görünen aşk oluyor sanırım. Birbirlerini görür görmez etkilenmeye başlayan Çiçek ve Doğan Öğretmen'in aşkı imkansızdır. Çünkü, Doğan Öğretmen'in Çiçek ve ailesi ile ilgili geçmişten gelen sırları vardır. İşte benim en etkilendiğim ve daha önce hiçbir filmde rastlamadığım bu senaryonun asıl kısmı burada başlıyor. Doğan Öğretmen'in Çiçek'ten hep uzak kalmasının çok önemli bir sebebi vardır. Çiçek'in on sekiz yıl önce ölen bir ablası vardır. Onun adı da yine Çiçek'tir. Çiçeğin ablası kanser olduğu için annesi yeni bir bebek dünyaya getirmek zorunda kalır. O bebek dünyaya geldiği gün kanser olan Çiçek de ölür. Bu yüzden annesi yeni doğan bebeğe de Çiçek ismini verir ve onu ölen ablasının yerine koyar. İşin Doğan Öğretmen ile ilgili olan kısmına gelirsek, on sekiz yıl önce Doğan, kanser olan Çiçek ile sevgilidir ve Çiçek kanser olduğunu öğrendiği zaman Doğan'ı terk etmiştir. Ama Doğan o aşık olduğu Çiçek'i hiçbir zaman unutmamıştır. Bu sebeple Doğan, bir yandan sevdiği kadının aslında yıllar önce kanserden öldüğüne üzülür, bir yandan da öğrencisi ve bir zamanlar sevdiği kadının kardeşi olan Çiçek'e aşık olmaya başlar. Ben film izlerken genellikle bir sonraki sahneyi ya da filmin sonunu tahmin etmişimdir ve yanılmamışımdır. Ama bu filmin sonu ve konusu hakkında hiçbir şey tahmin edemedim bile. Senaryonun bu denli derin ve ilginç olması uzun zamandır rastlamadığım bir şey. Çiçek'in saf aşkı, Doğan Öğretmen'in gizemi, Çiçek'in ailesinin sırları.. Bütün bunlar bu filmi sadece bir aşk filmi olmaktan çıkarmış, aksine filmdeki her karakterin kendi hikayesinin olduğu güzel bir senaryo olmuş bence. Filmi izlerken hep bir merak içindesiniz ve bu beni çok heyecanlandırdı. Bütün övgülerimin yanında filmin sonunu beğenmediğimi söylemem gerekiyor. Çiçek'in her şeyi öğrendiğinde ailesini, Doğan'ı ve İstanbul'u terk etmesi beklediğim bir şey değildi. Her ne kadar ağır bir durum olsa da, uğurunda çok uğraştığı bir aşkı bu kadar kolay bitirebilmesi, ne benim ne de izleyicilerin istediği bir şey değildi. Bir diğer eleştirim ise filmin kalitesi hakkında. Bunca zamandır fragmanları gösterilen, dilden dile dolaşan bu filmin sahne zenginliğinin biraz daha fazla olmasını isterdim. Bundan kastım;; filmdeki neredeyse her sahne fazla zayıftı ve azdı. Yani film boyunca sadece birkaç farklı sahne görebiliyoruz ve bu izleyiciyi biraz sıkıyor. Toparlamak gerekirse, İkimizin Yerine filmi genel olarak beklentiyi karşıladı. Eminim kimse böylesine farklı bir senaryo beklemiyordu. Kısacası, bu film benim en sevdiğim filmler arasında yerini aldı bile. Fatma İdil Aldı METAMORFOZ Yabani bir bakış, savunmacı bir duruş ve milyonlarca fikri aynı anda savuran üretken bir beyin: İnsan… Nedir bu insan? Nasıldır insan olmak? Neresindeyiz insanlığın? Düşünüyorum bu fotoğrafı gördüğümden beri. Ulaşmaya çalışıyorum benliğime. Bendeniz İdil, modernleşmiş bir insanoğlu muyum yoksa hırslarıyla, arzularıyla, avıyla ve avcısıyla uğraşıp duran bir Homosapiens miyim? Medeniyet dediğimiz kavram toplumsal yaşayış biçimimizle ne kadar alakalı? Bilmiyorum. Joachim Schmeisser günlerce tanıklık etmiş Hadzabe halkına, günlerce avcılık ve toplayıcılık kültürünün içinde bulunmuş ve pek çok kare yakalamış. Merak ediyorum hiç tecavüz var mıymış? Hiç öldürülmüş mü kadınlar ya da durup dururken yok edilmiş mi doğa? Biz medenilerin yaşadığı dünya pek ilkel kaldı çünkü. Ellerimizde uzun sopalar aslan kovalamıyoruz belki. Artık yöntemlerimiz gelişti fakat ne yazık ki beyinlerimiz sürdüremiyor devinimini. Bir kadın sokakta içinden geldiği gibi gülemeyecekse, ne önemi kaldı modernleşmenin? Eğer doğa yok olacaksa ve bu yok oluş sadece üç beş zengini daha zengin edecekse, ne anlamı var metropoller kurmanın? Yok. Anlamı da gereği de yok modernleşmiş gibi yaşamanın. Yardıma muhtaç birini gördüğümüzde sırtımızı döneceksek gelişmeseydi keşke beyinlerimiz. Bugün, çok gelişmiş toplumsal düzenimizin içinde milyonlarca mutsuz çocuk var. Şu fotoğraftakinin ilk defa kamera görmüş yüzünün aksine, kameralara çok fazla maruz kaldığı için güvenli yaşayamayan çocuklar var küresel dünyada. Su kaynaklarının yanına yerleşmiş ilkel ailelerin çocukları değil de iki damla yağmur yağdığında ağzını kocaman açıp güzünü göğe dönen çocuklar. El değmemiş ilkel kabileleri gördükçe, el değmemiş insanlık arıyor gözlerim günümüz dünyasında. Pek yazık, kaçırmışız insan olmayı. Aman öyle bir dünya olsun da herkesin herkesten haberi olsun demişiz, haberleşmeyi unutmuşuz. Sevelim, karşılıklı huzur bulalım diye sözler, gereklilikler, kurallar koymuşuz ilişkilere ama karşımızdakinin gözlerine bakıp kalbine dokunmayı akıl edememişiz yıllarca. Kör mü oluyor insanoğlu? Unutuyor mu acizliğini? Duygularını ve duyarlılıklarını gittikçe yok ediyor, makineleşiyor. Bir makineleşme ki baştan aşağı sarmış bizi. Her şey sistematik, her şey zorunlu ve her şey diğerlerinin ön yargılarına göre şekillenmek zorunda. Sonuç mu? Tek tip, mutsuz ve tabii ki modern bir toplum. Bir gün düşünün sağanak yağmurlu. Biz birbirinin kopyası olan insanlar karaları bağlıyoruz. Kalın montlar, şemsiyeler, bozulmasın diye sıkı sıkıya örtülen yapılı saçlar… Kısacası modernlik kokan bir hava ve suya dokunmayı, onu sevmeyi, yağmurla bütün olmayı es geçmiş bir insanlık. Herkes güneş sever diye güneşli havaları seviyoruz. Yağmursuzluktan ölümle burun buruna kalan insanları, Senegal’deki, Mali’deki, Etiyopya’daki kuraklığı boşverelim, bazılarının yok olması gerek. Sevinmeyelim yağmura ve sevmeyelim yağmur damlalarını. Anlayamıyorum, nasıl ve niye bu kadar kopuyoruz doğadan? Gözlerimizi sımsıkı yumup insanlığımızı kenara atıyoruz. Sadece homosapiens oluyoruz sonunda: sadece hayvan. Teknolojimizi geliştiriyoruz, verilerimizi idealleştiriyoruz ama daha çok insan değiliz Hadzabe yerlilerinden. Aksine daha da korkunç bir halde toplumsal uyumumuz. Dönüşümümüzü eksik bırakıyoruz. Evet, bu bir metamorfoz süreciydi bence ve bazılarımız tamamlayamadı değişimini. Elbette ki kaçınılmaz bir gelişmişliğin içine sürükleniyoruz: Kelebek olmaya çalışıyoruz. Zaten tırtıl kalmakta ısrarcı olan toplumlar bir elin beş parmağını geçmiyor günümüzde. Biz insanların çoğu kelebek olacak kadar gelişmeyi öğrendi zaten. Mühim olan uçmayı başarabilmekte. Bakışlarımız şu fotoğraftakinden çok daha net, beyinlerimiz çok daha büyük hatta omurgamız daha da dik artık. Uçmak meselesine gelince, metamorfozun son aşamasında pürüzler çıkıyor. Unutuyor muyuz acaba? Uçamazsak, gerçek bir kelebek olamayız. Tekrar tırtıl olmaya çalışmak da pek mantıklı durmuyor değil mi? O zaman neden bekliyoruz? Bendeniz İdil, dokunmak istiyorum başka hayatlara, başka canlılara, yağmura ve beynimin her iki lobuna ki Hadzabe halkından daha modern olduğuma inandırabileyim kendimi. Sevmeyi ve değer vermeyi öğrenmek istiyorum dibine kadar ki “İnsanca yaşadım!” diyebileyim ölmeden. Metamorfozumu tamamlamak istiyorum ve uçmak istiyorum sonunda, insanlığa doğru zardan kanatlarımı savurmak, modern hayatın robotlaştırıcı etkisinden koşarak uzaklaşmak. Kaynakça https://fotogaste.blogspot.com.tr/2012/10/fotografc-joachim-schmeisser- gozunden.html https://www.haberler.com/hadzabe-yerlilerinin-yasami-ilk-kez-bu-sergide-4025052- haberi/ Tuğana Bıçakçı HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI Bir çocuk için öğrenilmesi gereken en önemli şeyin öz güven olduğunu düşünmüşümdür her zaman çünkü ileriki hayatta onsuz hiçbir şey yapılmıyor. Küçükken asosyal, balkondan sokakta oynayan çocukları izleyen bir çocuktum. Şuan hayatımı gözden geçirdiğimde ise aslında bu asosyalliğimin şuan bile ara ara beni etkilediğini anlayabiliyorum fakat yıllardır süregelen bir alışkanlık olduğundan tamamen kesip atamıyorum. Psikologlar ve hatta bu konu hakkında uzmanlaşmamış olan insanlar bile kitaplar yazıp, yazılar yayınlayıp televizyondaki sabah programlarına çıkarak bas bas çocukların dışarı çıkıp oynaması, eve kapanıp bilgisayar oyunlarına takılı kalmaması gerektiğini bağırıyor. Evet, belki benim çocukluk yıllarımda teknoloji bu kadar gelişmemişti, internet nedir bilmiyordum fakat bu yine de eve kapanmamı engellememişti ve bunun bedelini de ödedim. Çocukken sürekli okul ve şehir değiştirmek zorunda kalmış biri için hele de asosyal zamanlar geçirdiğinden dolayı insanlarla iletişimi gelişmemişse okul hayatı nasıl kötüdür en iyi bilenlerden biriyimdir herhalde. Balkondan sokakta eğlenenleri izleyen birinin hiç tanımadığı bir arkadaş ortamına girdiği zaman sudan çıkmış balığa dönüşmesi kaçınılmaz olsa gerek. Ben o zamanlar bu açığımı ne ile ve nasıl kapatmaya çalıştım hatırlayamıyorum fakat Alman yapımı olan Ben Kimim filminin ana karakteri olan Benjamin, bunu sanal âlemle kapatmaya çalışıyor. Benjamin’e baktığımız zaman arkadaş çevresi neredeyse hiç olmayan, büyükannesiyle büyümüş ve sevdiği kıza açılacak kadar bile öz güveni olmayan bir genç. Gerçekten yapabildiği tek şey ise teknolojiyi harika bir biçimde kullanmak ve filmin asıl vurgulamak istediği konuyla alakalı olarak da sanal ortamı kullanarak gerçek hayatındaki açıkları kapatmaya çalışması. Teknolojinin de gelişimiyle doğru orantılı olarak her geçen gün dilimize farklı sözcükler ve deyimler katılıyor, bazı haberleri artık garipsememeye başlıyoruz ve en önemlisi farkında olmadan yeni alışkanlıklar edinip çağımıza ayak uyduruyoruz. Sosyal medya bağımlısı olmadığımızı iddia etsek bile aslında bütün hayatımızı kaplamasına izin verdiğimiz bağımlılıklarımız var hatta ana haberler bile bundan etkileniyor. Eskiden sokaklara, kaldırımlara ve duvarlara grafitti sanatını yapanların haberlerini dinlerken şuan teknoloji konusunda uzmanlaşmış sanal dolandırıcıları dinliyoruz. Hiç beklemediğimiz anlarda sosyal medya hesaplarımızdan birini ele geçirmeleri ya da kredi kartı gibi önemli bilgilerimizi öğrenmeleri ve kendilerini başka biri gibi tanıtarak bizi arayıp bize mesaj atmaları artık o kadar normalleşti ki. Ana karakter olan Benjamin ise yeni tanıştığı birkaç kişiyle Clay isminde bir grubu kurarak sanal ortamlara doğru yola çıkıyor ve kodları kullanarak büyük şirketler demeden herkesin sistemine girmeye başlıyorlar fakat bu onun gerçek hayatındaki boşlukları dolduramıyor. Günümüze baktığım zaman ise en yakın verebileceğim örneklerden biri olan kardeşim bile sitenin bahçesinde diğer çocuklarla kaynaşıp koşuşturmak yerine odasında oturup saatlerce bilgisayar oyunu oynuyor ve yeni biriyle tanıştığı zaman suskunlaşıyor. Benim üstümden bu kötü alışkanlığımı nasıl attığıma gelirsek de denize giren ilk kişinin arkadaşlarına klasik bir şaka olan ilk başta soğuk ama sonradan alışıyorsun demesi aklıma geliyor. Kendimi yeni ortamlara girmek için zorlamam ve en başlarda işkence gibi olmasına rağmen daha sonrasında buna alıştığımı fark etmem benim için dönüm noktası olmuştu. Benjamin de aynı şekilde kendi ekibi olan Clay üyelerinin de yardımıyla gerçek hayatla sanal ortamı beraber yürütmeye çalışıyor ve gerçek aşkı olan Max’e açılmaya karar veriyor. Demem odur ki, gerek iş hayatında olsun gerek okulda gerek de sokakta oynayan çocukların yanına katılma isteğinde… Hepsinde insan öz güvene ihtiyaç duyar ve bu öz güven en iyi çocuklukta kazanılır. Açığını sanal ortamlarla kapatmaya çalışanları köşesine çekilip tek başına takılanları görünce aklıma kendi çocukluğum gelir ve empati patlaması yaşayarak üzülürüm. Ben Kimim filmi de beni kendi iç sorunlarıma götüren güzel bir film olarak kalacak hayatımda. Ahmet Tarık Işık Eşyaların İsyanı Günlük hayatın sıradan, basit, önemsenmeyen fakat herkesin vazgeçilmez oldukları noktasında hemfikir olduğu eşyalar da bir gün sahiplerine özenip ölebilir mi? Peki hiç düşündünüz mü, eşyalar en sonunda dünyadaki bitmek bilmeyen döngülerinden usanıp ölmeye karar verirse ne olur? Örneğin senelerce yanımızdan ayırmadığımız, kolumuzdaki değişmez yerinde, bizimle birlikte hiç soru sormadan tam sadakatle her yere gelen, her ihtiyacımız olduğunda tereddüt etmeden başvurduğumuz, kimilerine göre oldukça gülünç olan bir sevgiyle sıkı sıkıya bağlı olduğumuz saatimiz, olur da bir gün sürekli olarak bileğimizle birlikte bir oraya bir buraya sallanmaktan bıkıp kendi varlığını sorgulamaya başlarsa ve daha kötüsü içinden çıkılmaz bir bunalım hâlindeyken ani bir kararla intihar etmeye karar verirse ve üstelik bu kararını uygulamaya geçirmeyi de başarırsa ne yaparız? Saatin artık hayati fonksiyonlarını yerine getirmeyen, yıllardır aşinası olduğumuz tik taklarının duyulmadığı, eskisi gibi akrep ve yelkovanının zaman denilen çevik koşucuyu yakalamak için bütün gücüyle mücadele vermediği cesedinin başına çöküp gözyaşı döker miyiz? Bir ölüye gösterilmesi gereken saygıyı gösterip resmi bir törenle veda eder miyiz yıllardır kahrımızı çeken cefakâr saatimize? Ya da bu eski dostumuzun niçin böylesine korkunç bir karar verdiğini sorgulayıp kendimizi suçlar mıyız? En nihayetinde, bu dostumuza veda ettikten sonra yapacağımız ilk iş, diğer eşyaların da bu noktaya gelmelerini, hem fiziksel hem de psikolojik sağlıklarını tehlikeye atmalarını engellemeye çalışmak olacaktır. Yanlış anlamayın, diğer eşyaları çok sevdiğimiz, onlara da saatimize verdiğimiz kıymeti verdiğimiz için falan yapmayız bunu. Tamamen bencil sebeplerden ötürü yaparız. Çünkü çok iyi biliriz ki biz insanlar eşyaya muhtacız. Onlar olmadan yaşamayı aklımızdan dahi geçiremeyiz. Eşya olmazsa, insanlık tarihi boyunca kazandığımız tüm büyük başarılar, hayatımızdan silinir gider. Binlerce yıl inşa etmek için çabalayıp durduğumuz bu düzen bir anda paramparça olur. Tekrar en başa döneriz. İşte bu korku, en başa dönme korkusu yüzünden veririz bu mücadeleyi. Çünkü sarf edilen bütün çabalardan sonra tekrar başa dönme düşüncesi insanoğlunun en büyük kâbuslarından biridir. İşte bu yüzden, bu tehlikeli durum, eşyaya, hiçbir canlıya davranmadığımız kadar kibar davranmamızı, saygı göstermemizi gerektirebilir. Bu hâlin düşüncesi bile bana son derece ilginç geliyor. Çünkü insanın sahip olduğu şeyleri korumak için, korkularının gerçeğe dönüşmesini engellemek için gösterdiği bu trajikomik çabanın hayali, korkularımızın bizi nasıl ele geçirebileceğini, nasıl gülünç durumlara sokabileceğini zihnimde oluşturduğu yansımayla ustaca açıklıyor. Nesnelerin ölümü düşüncesi zihnimde önceden beri vardı fakat Saramago’nun “Ölümlü Nesneler” isimli hikâyesini okuduktan sonra fark ettim ki eşyaların karar verme yetileri olsaydı intihar etmeyi tercih edecekleri düşüncesi fazla iyimser bir düşünce. Saramago bu hikâyede insanlara yani sahiplerine isyan eden nesneleri anlatıyor. Evet, isyan eden… Eşyaların isyan etmesi fikri hiç aklıma gelmemişti. Şüphesiz bu çok daha korkunç bir senaryo. Eşyalarımız ölmeye karar verirse onlar olmadan son derece ilkel de olsa yaşamaya devam edebiliriz. Fakat kendimiz tasarlayıp, kendimiz ürettiğimiz eşyalarımız bir gün bize düşman olmaya karar verirse o zaman hayatta kalmamız, en azından hür insanlar olarak yaşamaya devam etmemiz imkânsızlaşır. Çünkü tamamen itaat edeceklerine inanarak çeşitli fonksiyonlarla donattığımız, güçlendirdiğimiz eşyaların uzun süredir görmekte olduğu hakaretlerden, aşağılanmalardan, şiddetten, zulümden bıkıp zalime yani bize karşı topyekûn bir savaş başlatması şüphesiz sonumuz olur. Eşyaların ölmek yerine isyan etmelerini zihnimde canlandırmak ilk bakışta komik gözüken fakat aslında çok acı bir durumu daha iyi anlamamı sağlıyor. Sağlıklı düşünebilme yeteneğine sahip olan her insan fark edecektir ki kendi ürettiği silahların kendisine çevrildiği bir savaşta hayatta kalma şansı olamaz. Bu yüzden olası bir başkaldırı durumunda savaşmak yerine uzlaşmayı seçeceğiz. Uzlaşmak dediğime bakmayın, hayatta kalmak için teslim olmaktan bahsediyorum. Kaderimize razı olup tam anlamıyla düşmana teslim olduğumuz zaman, daha önce eşya bizim için neyse bundan sonra da biz artık eşyalar için o olacağız. Değersiz cisimler olarak kabul görecek, önceden efendisi olduğumuz eşyalar tarafından aşağılanacağız. Kısacası, böyle bir durumda bizi biz yapan tüm erdemlerimizi kaybedecek, cansız suni varlıklar hâline geleceğiz. Bütün bir sayfa boyunca incelediğim bu son derece absürt iki senaryo bize gösteriyor ki zaman ilerledikçe, teknoloji geliştikçe, biz daha çok ürettikçe aslında güçlenmedik, aksine ürettiklerimize daha çok muhtaç hâle geldik. Eşyaların ölmesini yahut isyan etmesini hayal ettiğimde hep aynı sonuca ulaşıyorum, zaman içinde eşyalara öylesine bağımlı bir hâle geldik ki esas insani özelliklerimizi kaybettik. Bugün bize eşyaların kontrolden çıkacağı düşüncesi fazlasıyla uçuk geliyor fakat ben bu düşüncenin gelecekte bizi uzun süre meşgul edeceğini düşünüyorum. Çünkü gittikçe daha karmaşık, daha zeki eşyalar, aletler, makineler üretiyoruz ve bir gün artık kendi yarattığımız bu karmaşanın içinden çıkamaz hâle geleceğiz. Ve o zaman bu gülünç senaryo çok acı bir gerçeğe dönüşecek. Kaynakça: Saramago, Jose. Ölümlü Nesneler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015. Baskı. Her Ne Olursa Olsun Unutma! Bazı günler vardır ki önceden olacakları hissettiğimiz türden. Güne huzurlu başlar, etrafımıza mutluluk saçarız. Özellikle o gün giydiklerimize daha bir özen gösterir, olduğumuzdan daha farklı şeyleri yaparız. Evden pür neşeyle çıkarız, trafik bile o gün sorun olmaktan çıkar. Hayat daha bir güzel olmaya başlar. Tıpkı yağmurun yerini gökkuşağının alması gibi. Olacaklar da ışık hızında gerçekleşir o gün. O büyük anın gelmesi! Aşk. Yağmurdan sonraki toprak kokusu gibidir aşk. Geleceğini bilmemize rağmen yine de heyecanlanırız. Yapacak bir şey yok. Güneş ışığı gibi parlar o kutsal kişi gözümüzde. Ağlamamak için zor tutarız kendimizi, gözlerimiz onların parlaklıklarından neredeyse kör olur. Adeta büyüleniriz. Yıllar, aylar geçer bu böyle sürüp gider ama zurnanın zırt dediği yere gelmişizdir artık. Problemler, iç çekişler, ağlama krizleri, şiddetli kavgalar.... Dayanacak gücümüz kalmamıştır artık. O parlaklık sönmüştür artık. Gözümüzü kör eden aşk ta bitmiştir. Her şeyden uzaklaşmak, kaçmak isteriz. Kimse bizi görmesin, hal, hatır sormasın işte. Yalnızca bugünlük. Dünya'dan bile kaçmak isteriz. Ben bunları yaşadığımda, Öykü olmaktan bile sıkılıyorum, yoruluyordum. Kimse olmak istemeyiz o onda. Kimliksiz ve yalnız. İşte bütün aradığımız bu. Bizi rahatsız eden geçmişten kurtulmak istememiz de cabası. Müziklere küseceğiz, televizyonu açamayacağız, kitapları gördüğümüz yerde parçalayacağız sinirimizden. Telefonları yakacağız. Yeni dostlara sahip olacağız o dönemde. Sigara, pencere, yatak ve yorgan. Çikolatalar bile iyi gelmeyecek bize. Hep sessizliği düşleyeceğiz. Ağlamaktan göz pınarlarımız kuruyacak, kuru mendiller bizi alerji yapacak ama en önemlisi geçmişi tümden unutmak isteyeceğiz. Onunla tanıştığımız güne lanet edip bir sigara daha yakacağız pencereyi açıp. Göğe doğru bakıp her gece küfredeceğiz bir bir aşkımıza şahitlik eden yıldızlara. İşte Nermin Yıldırım'ın ''Unutma Dersleri'' kitabı bize bu duyguları yansıtıyor. Unutmak? Nedir unutmak? Onca yaşanan güzel şeyden sonra niyedir bu unutmak? Üstelik herkesin de dilindedir. '' Ah bir unutabilsem nasıl mutlu olacağım sorma.'' Bana göre bu düşünce biraz klişe. Neden unutmak isteyesin ki? Olan olmuş, biten bitmiş zaten. Yaşandı, bitti demek daha kolay. En önemli olay bence burada olanları kabullenmek. ''Evet kötü şeyler de oldu ama iyi şeyler de yaşadık.'' diyebilmek bence en erdemlisi. Gerçekten unutmayı erdemli bir davranış olarak görmüyorum ben. Onca güzel duyguyu yaşayamayan insan var ama biz o insanlardan değiliz, ama hala inatla unutmaya çalışıyoruz. Bu hiç adil değil. Evet, ben de kendimi kaybedecek kadar aşık oldum. Çok da ağladım ama hiç bir zaman yaşadıklarımızı unutmak istemedim. Çünkü iyisiyle, kötüsüyle onlar bana, bize ait anılardı. Onlar gerçekti. Aslında aşk için ağlamaktan utanan da bir insanım. ''Unutma Dersleri'' kitabında da yazar da bahsediyor aşk için ağlamanın ne kadar utanç verici olduğundan. Yalnız değilmişim neyse ki. Ama o anda her ne yaparsak yapalım, tek çareyi ağlamakta buluyoruz. Neden? Çünkü gerçekten rahatlatıcı bir etkiye sahip de ondan. Tıpkı papatya çayı gibi. İçince bir rahatlama geliyor, onun ardından da güzel bir uyku. Geriye ne dert kalıyor ne de tasa. İşte ağlama da böyle benim için. Her ne kadar utanırsam utanayım ağlıyorum. Ağlayıp, bağırıp çığırdıktan sonra kendime gelip, rahatlıyorum. Belki de doğanın kanunu budur. Ağlayıp, rahatlamak. Ağlayıp, ağlayıp, susacağız elbet. Bunlar da geçecek. Başımıza gelenleri bir sınav olarak nitelendirmeliyiz bence. İyi şeyler nasıl oluyorsa kötü şeyler de olmalı. İyilik olmadan kötülük olmaz. Önemli olan bir gün bunların hepsinin biteceğini bilmek. Bu yüzden buna göre davranmalıyız, ona göre kararlar almalıyız hayatımızda. Yoksa bu hayat bizim için bir sürgünden farksız olur. Unutmayacağız ama atlatacağız. Çünkü elimizden gelenin en iyisi bu. Öykü İnal Elit sec(27) not: Bu resim sandikiçikelimeler.blogspot.com dan alınmıştır. TURK 101-8 YILMAZ1 N.FATIHHAN YILMAZ 21200859 Kopan Güller Son zamanlarda öyle olaylar duyuyoruz ki, insan “memleketin çivisi çıkmış” demeden edemiyor. Son günlerde yapılan açıklamalara göre günde dört-beş kişi cinayetten ölüyor. Hem de ülkede varolan terör olaylarından bağımsız gerçekleşiyor. Bu cinayetler, genellikle kadın cinayetleri oluyor. Ülkemizde bu denli vahim olayların olması toplum olarak sağlıklı bir ortamda yaşamadığımız ve bu nedenle de cinayetlerin yeni cinayetleri tetiklediği sonucuna vardırıyor. Bunun üstüne bir de toplumsal baskılar, dini ritüellerin kültür ve gelenekle birleşip yozlaşmasından doğan mantık dışı algılar, ataerkil toplum yapısı ve cinsiyetler arası hegomonya da eklendiği vakit ne denli sıkıntılı bir ortamda yaşadığımızı görüyoruz. Halbuki ne kadar da gariptir, barış ve hoşgörü temelli dini ve kültürel bir yapıdan gelen toplumumuzda bu kadar baskıların, aşağılamaların, kutuplaşmaların olması. Bir sorun çözülecekse bu iki şekilde yapılır: birincisi sorunun derinine inip başlangıcından bu zamana kadar uzanan süreçte ne olup bittiğine dair geniş bir bakış açısıyla meseleyi ele almak, ikincisi de sorunları betimleyip gösterecek olan bir rol model ele almak. İşte tam bu noktada, yukarıda bahsettiğim iki olguyu da barındıran ve görselliği sayesinde izleyiciye sunan; konusunun gerçeklerle bağdaşması ve oyuncuların harikulade bir şekilde oynaması sonucu ödül almış olan bir film var: Ayrılık . YILMAZ2 Film ataerkil ve hegemonik maskülen temelli bir ailenin Umay isimli kızlarının eşinin zorba tutumları nedeniyle ondan ayrılmasını ve ailesinin yanına dönmesi sonucu ailenin gösterdiği tepkiyi dahası bu evreden sonraki olayları anlatıyor. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki muhafazakar ataerkil bir toplumdan gelmemden ötürü bu olaya yeterince aşinayım. Bu tip toplumlarda gözlemlediğim bir durum var o da insanın bilhassa kadınların toplum, inançlar, gelenekler nezdinde bir anlam ifade etmemesidir çünkü bu tip toplumlar sadece namus, şeref kavramlarını önemserler. Hatta doğu insanı onurlu yaşamayı hatta onuru için yaşamayı kendisine amaç edinir. Ne yazık ki bu toplumlarda kadının değeri yoktur ve kadın kötülüğe davet çıkaran bir obje olarak görülür. Obje ifadesini açmam gerekirse, kadın bir amaç için vardır o da kocasına hizmet, çocuklarını büyütmek için vardır ve kocasının adeta bir malı olarak görülür. Çünkü kız istenmişti ve aile de kızını vermişti. Dahası evlenirken de kulağına “gelinliğinle bu evden çıktın ancak kefeninle geri bu eve girersin” denmişti. Haliyle bu durum kadının adeta bir obje olduğuna, insan olsa bile değerli olarak algılanmadığına bir işaretti ve denileni yapıp yapılana katlanmakla mükellefti. Bunun aksi bir durumda yapılacak olan bellidir. Öncelikle, namusa leke süren biriymiş gibi kadını damgalamak, önce aileden sonra toplumdan dışlamak. Bu saçma prosedürlere ek olarak ataerkil aileler, kadınların düşünmesine müsaade etmemekle birlikte onların kendi hayatlarını yaşamalarına da izin vermezler. Daha açık bir ifadeyle, evli kadınlar boşanamaz, baba evine geri dönemez, çocuğunu sahiplenemez, kocasının dediğinin dışına çıkamaz. Eğer bunlardan birisini yaparsa, ailenin namusuna ve şerefine leke süreceğine inanılır hatta karşı tarafın eline koz geçer ve onlar da bu durumu acımasızca aleyhlerinde kullanır. YILMAZ3 En sonunda iş uzarsa, ailenin büyük fertleri kararı verir, kadının infazı gerçekleşir. Her ne kadar bu anlattıklarım dehşet verici gibi görünse de gerçekler bu şekilde zuhur etmektedir. Gözlerimizi kapayıp kulaklarımızı tıkadığımız için bu durumlar bu şekilde rahatça gerçekleşmekte, bir iki geçmişten gelen sözüm ona değerler uğruna nice toplumun incisi olan kadınlar yitmekte. Öldürmeyle namus temizlenseydi dünyanın en azılı katilleri en namuslu insanlardı. Peki nerede kaldı vicdan, adalet, acıma yani bizi biz yapan şeyler? İşte filmde de görüldüğü gibi cinsiyetler arası hegemonik baskınlığın cezasını günahsız bir çocuk canını vererek ödedi. Kanaatim şudur ki eğer güllerimiz bahçemizden zehirli sarmaşıkların gazabı yüzünden solacaksa, eğer dinozorların yaptığı cahillikleri yerine gelen gençler de yapacaksa yaşamanın, bir şeyler yapmanın ne önemi var. Buna ek olarak, değer, norm ve ahlak dediğimiz şeylerin ne anlamı var. Nereye kadar bu nefret, nereye kadar öldürmek için öne sürülen mazeret. Böyle giderse namus uğruna önce kadınların hepsi ölecek, sonra erkekler ölecek ve geriye bu fikirleri savunacak bir kişi bile kalmayacağından bunlar da ölecek. O zaman ne bekliyoruz kendisini öldürecek potansiyeli elinde tutan konseptleri bırakmak ve sonsuzluğa gömmek için. YILMAZ4 Ahmet Altunel 21301238 TURK 101-43 Hiçliğin Derinliklerinde Satranç, Stefan Zweig’in, bir solukta, elimden düşürmeden ve büyük bir heyecan ile okuduğum, işkencelere ve ruhsal baskılara maruz kalmış insanların iç dünyalarının derinliklerini anlamamı sağlayan etkileyici bir yapıtı oldu. Kitap, adını aldığı ve tarihte kraliyet oyunu olarak bilinen bir akıl oyunu üzerinden kurulan muhteşem bağlantı sayesinde toplumsal değerleri, karşıt iki karakteri ve o dönem çökmekte olan bir dünyayı ele almakla birlikte yazarın bir veda mektubu olma niteliği taşıyor. Baskı ve yalnızlık altında beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan olağanüstü düşünce yeteneğinin, siyah ve beyaz olarak aynı masada buluşması ve hikâyenin geriliminin bununla birlikte giderek artması Stefan Zweig’in son dönemlerinde yaşadıklarını, ruh halini ve intihara doğru giden umutsuzluğunu yansıtıyor. Yalnızlık temasının etkin olduğu hikâyede, temellerin bir toplama kampında yaşanan insanlık dışı gözaltı ile atıldığını görüyoruz. Başlarda insani gibi görünen fakat kurnaz bir şekilde hazırlanmış bir sorgu yönteminin uygulandığı ana karakterimizin baskı altında verdiği psikolojik savaş, satırları hayretler içinde okumamıza neden olurken, o günün dünyasında yazarın hissettiklerini anlamamızı sağlıyor. Uygulanan yöntem fiziksel bir acı ya da şiddet içermemesine rağmen, aksine zekice düşünülmüş bir soyutlama, dış dünya ile bağları koparma ve hiçlik duygusunu derinlerde hissettiren psikolojik bir baskı içeriyor. Yazarın bu bölümde değindiği gibi “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.” Burada yalnızlık ve hiçlik duygusunun bir insana her şeyi yaptırabileceğini çünkü insanı insan yapan değerlerin özgürlüğü, etrafındaki insanlarla iletişimi ve paylaşımları olduğunu hatırlıyoruz. Elinden her şeyi alınan ve sadece bir kapı, bir yatak, bir koltuk ve bir leğen olan bomboş bir odaya kapatılan insanın, bir süre sonra sağlıklı bir biçimde düşünemediğini, karar verme mekanizmasının zayıfladığını ve hayatına devam edebilmesinin mümkün olmadığını gözlemliyoruz. Gelgelelim, ana karakterimizin sorgulanması için bekletildiği odada, gardiyana yakalanmadan odada bulunan paltolardan birinin cebinde fark ettiği kitabı almasıyla, insanların en umutsuz ve en zor zamanlarında bile bir nesnenin tabiri caizse tutunacak bir dalının olmasının onu her anlamda ne kadar güçlendirdiğini anlıyoruz. Bu durumu, bir çocuğumuz ana karakterimiz kadar derilenlerde yaşamamış olsak da, gitgide gücümüzün tükendiği zor zamanlarımızda bir nesneye ya da bir başkasına tutunmanın, onunla bir bütün olmanın, hayatı onunla daha anlamlı kılmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz. Yabancısı olmadığımız bu duygunun normalde olduğu gibi kitapta da bunun bizi hayata sıkı bağlarla nasıl bağladığını ve sarsılmaz bir direnme gücü verdiğini görüyoruz. Değinilen başka bir önemli nokta ise insanların bir dönem büyük bir coşkuyla bağlandığı, heyecandan dizlerini titreten değerlerinin bir süre sonra ölü bir noktaya gelmesiydi. Bir süre sonra eskisi gibi olmayan, sizi yeterince heyecanlandırmayan ve başladığınız hiçlik noktasına geri döndüğünüz bir örneğini düşünüyoruz. Vardığımız noktada bu durumun sebebini insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen doyumsuzluğuna bağlıyoruz. Tümüyle ele alındığında hikâyede geçen olaylar birer satranç oyunları mıydı, yoksa birer çeşit akıl oyunları mıydı bilinmezken, bütün parçaları birleştirdiğimizde siyah ve beyazın aynı masada bir oraya buraya gitmesinden fazlası olduğunu ayrımsıyoruz. Bir satranç oyununda hangi tarafın kazanacağı bir bilinmezlikken, bilinen gerçek, insanların başından geçen zor dönemlerin üstlerinde bıraktığı unutulmaz etkileriydi. Yapılan bir hamle ile şah ve mat arasında yakalanan ince bağlantı, aslında yazarın yaşam ve ölüm arasında verdiği bir mücadele, öte yandan da içinde bulunduğu mevcut düzenin bir daha düzelmeyeceğine ve güzelliklerin birer birer yok olacağına inandığı bir çaresizlikti. Kapanışı yaparken de bunu hissettirmekten geri durmamıştı, “Yazık, dedi ukalaca. Hamle o kadar da kötü düşünülmemişti. Aslında amatör olduğu düşünülürse, olağanüstü yetenekliydi bu bey.” İrem Erdem  21200598  Ahmet Kaya  TURK­102          Mona Lisa Gülüşü adlı film ile ‘’Kadın Olmak’’ İncelemesi    ‘’Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele her zaman yepyenidir.’’  demiş Lev Tolstoy. Çok da doğru demiş. Kadın hiçbir zaman siyah veya beyaz olmadı. Kadın  her rengin her tonunda tanımlandı. Kadınları tanımlamak, anlamak için sayısız kitap yazıldı.  Filmler çekildi. Türkçeye ‘’Mona Lisa Gülüşü’’ diye çevrilen, Mike Newell’in yönetmenliğini  yaptığı orijinal adıyla ‘’Mona Lisa Smile’’ da kadının toplumdaki yeri, önemi ve görevini farklı  bakış açılarıyla inceleyen 2003 yapımı harika bir film.    Mısır’ın varlığını sürdürmesinde payı büyük olan Cleopatra, İngiltere’nin bugünkü gibi  kudretli ve önemli bir imparatorluk haline gelmesini sağlayan Elizabeth I, kadınların oy  kullanarak politikada aktif bir şekilde yer almasına kendini adamış olan İngiliz aktivist  Emmeline Pankhurst, modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale, kadınların  vazgeçilmezi kozmetikleri bulan Helena Rubinstein ve yine başka bir vazgeçilmez olan moda  kavramını ortaya çıkaran Coco Chanel… Hepsinin ortak özelliği­ kadın olmaları dışında­ erkek  hegemonyasının kabul gördüğü yeryüzünde, hayati önem taşıyan ve vazgeçilmez haline  gelen birçok konuda kadınların ne derece önemli ve belirleyici olduğunu göstermiş olmalarıdır.  Evet, erkek hegemonyası. Kadınlar bağımsız mıdır? Evlenip yuva kurmayan, anne olmayan  kadın; kadınlığını tamamlayamamış mıdır? Tarihteki bu önemli kadınların yaptıkları, icatları,  erkekler olmadan da bir önem taşımaz mı? Bu soruların cevabını filmdeki iki ana karakteri  analiz ederek vereceğim.  Katherine Watson (Julia Roberts), 1953 yılında ­ filmi izlerken döneme göre  değerlendirmeyi unutmamalı­ sanat tarihi öğretmeni olarak Wellesley Koleji’ne gelmiş,  başından birkaç ilişki geçmiş fakat hiç evlenmemiş ve evliliği hayat amacı olarak belirlememiş  bir kadındır. İnsanların ve özellikle kadınların yeniliğe açık olması gerektiğini, istenilince büyük  başarılara imza atılabileceğini savunmaktadır. Evlilikten uzak dursa da erkek egemenliğini  tamamen reddeden,feminist bir kadın değildir. Bir diğer karakter ise; tutucu ve ezberci bir  eğitim sistemine alışmış, yeniliklere ve hayallerini gerçekleştirmeye oldukça uzak, okulu  bitirmeden ve kariyer sahibi olmadan evlenen Betty Warren (Kirsten Dunst) adlı öğrencidir.  Katherine, ayakları yere basan, kariyeri ve hayalleri peşinde koşmuş ama yalnız ve bazen  mutsuz bir kadın. Betty ise Katherine’in eksikliğini çektiği bazı geleneksel duygulara ve  olgulara sahip ancak gelecekte Katherine kadar kendinden emin, eğitimli ve özgür olamayacağını içten içe bilen bir genç kız. Filmi realist kılan en büyük unsur da bu: iki farklı  karakterin çatışması ve aslında birbirilerine ne kadar benzedikleri ve özendikleri.   Toplumda da böyle değil mi? 1953 yılını anlatan bir film, şu an için dikkate alınmalı mı  emin değilim. Fakat hikayenin geçtiği Amerika için değil, kendi ülkemiz için konuşacak  olursam; evet, hala bu çatışmayı yaşayan kadınlardan oluşan bir toplumuz. Bir kadını kadın  yapan şey, ne kadar evlilik ve annelik kavramları ise aslında bir o kadar da kariyer ve  hayallerdir. Kadın ve erkeğin her konuda eşit olduğunu şahsen savunmuyorum. Bir kadının  inşaatta çalışıp tuğla taşıyabileceğine de inanmıyorum. Bir erkeğin de ev işlerinde veya kadın  yetisi gerektiren işlerde o kadar da iyi olabileceğini düşünmüyorum ve hatta düşünmek  istemiyorum. Anne olmak, evi çekip çevirmek gibi bazı işler de evet kadınlara oldukça yakışan  işler bana göre. Ama Katherine Watson’ın temsil ettiği karakter bir kadın için asla kötü bir  örnek değil. Çünkü zaten yuva kurmak, anne olmak her kadının zamanı geldiğinde tatması  umulan duygular iken; kariyer yapmak ve erkeklerin egemenliğini sürdürdüğü alanlarda  faaliyet göstermek de kadınların bir o kadar hak ettiği şeylerdir.   Kısacası ‘kadın olmak’ , özellikle ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde, oldukça  meşakkatli ve bazı noktalarda fedakarlık isteyen bir konu. Ama 2003 yılında çekilmiş ve 1950  yıllarını anlatan bir film bile bir kadının hayatını şekillendirirken ne kadar özgür ve hayalperest  olabileceğini; aynı zamanda da bazı noktalarda geleneklerine bağlı kalarak iki açıdan da ne  kadar huzurlu kalabileceğini bizlere göstermekte. Son olarak bu yazıyı yazarken olabildiğimce  cinsiyetsiz ve tarafsız davranmaya çalıştığımı da belirtmek isterim. Sevgilerle.. ANI  YAKALA  MUTLU  OL         Her  gün  olduğu  gibi  bugün  de  güneşin  aydınlık  yüzünü  göstermesiyle   güne  başladınız.  Kahvaltınızı  yaptınız  ve  iş  yeri  üniformanızı  giyerek  işe  doğru   yola  koyuldunuz.  Binlerce  arabanın  yoğun  bir  trafik  oluşturduğu  bu  uzun   yolculuk  sonrasında  her  zamanki  işlerinizi  yapmaya  başladınız.  İnsanlar  yorgun   ve  sinirlilerdi.  Herkes  yetiştirilemeyen  işler  için  birbirini  suçluyor,  gittikçe  artan   iş  yükü  herkesi  bunaltıyordu.  Aralıksız  bir  çalışmanın  sonunda  nihayet  akşam   belli  bir  saatte  iş  yerinden  çıktınız  ve  tekrar  aynı  yoğunluktaki  trafikte  yavaş   yavaş  aldığınız  yolun  sonunda  eve  vardınız.  Yemek  yemek,  ev  işleri,  iş  yerinizde   bitiremediğiniz  bazı  işler  derken  yoruldunuz  ve  yatmaya  karar  verdiniz.  İşte  size   her  gün  aynı  monotonlukta  geçen  bir  hayatı  kısaca  göstermek  istedim.  Şimdi  bu   örneğe  bakacak  olursanız  bu  kişi  hayatından  ne  kadar  mutlu  olabilir?   Yaşamasının  amacı  sadece  aynı  şeyleri  mütemadiyen  tekrarlamak  olabilir  mi?     Türkiye  İstatistik  Kurumu  (TÜİK)  2012  yılı  Yaşam  Memnuniyeti   Araştırması’nın  verilerine  göre  ülkemizde  mutlu  olduğunu  düşünen  bireylerin   oranı    yüzde  61. Öte  yandan  Dünya  Sağlık  Örgütü  tarafından  yapılan   araştırmanın  sonuçlarına  göre  Türkiye'deki  gençler  öfke  ve  mutsuzluk   sıralamasında  başı  çekiyor.  Bu  kadar  mutsuz  ve  öfkeli  insanın  bulunduğu  bir   ülkenin  şiddet  o1r  anından  bahsetmek  dahi  istemiyorum.  Peki  ya  neden  hep   mutluluğu  ıskalıyoruz  ,  neden  bu  kadar  öfkeliyiz?  Gündelik  hayatlarımızdaki   sıkıntılar  kuşkusuz  bunalımlarımızdaki  en  önemli  etken.  Peki  bu  sıkıntıların  ne   2 kadarını  biz  yaratıyoruz?  Ya  da  hayatımızdaki  tüm  bu  sorunların  üstesinden   kolayca  gelmek  ve  gerçekten  mutluluğu  yakalamak  için  yeterince  çaba  gösteriyor   muyuz?       İster  inanın  ister  inanmayın  mutluluk  bulaşıcıdır.  Dikkatlice  en  mutlu   anlarınızdan  birini  düşünün.  Etrafınızdaki  insanlar  da  mutluydu  değil  mi?  Büyük   ihtimalle  en  favori  mekanınızda,  yanında  kendinizi  iyi  hissettiğiniz  insanlarla,   hoşunuza  giden  bir  aktivitede  bulunuyordunuz.  Bu  sırada  ne  iş  yerindeki   sorunlarınızı,  ne  biriken  ev  işlerini,  ne  de  sizi  olduğunuzdan  daha  hırçın  yapan   problemlerinizi  düşünüyordunuz.  Çünkü  kendinizi  o  anın  büyüsüne   kaptırmıştınız.  En  önemlisi  ise    size  tam  da  o  zaman    hayatınızından  memnun   musunuz  sorusu  yöneltilse  büyük  olasılıkla  memnun  olduğunuzu  belirtirdiniz.                                                                                                                     1  http://www.sontiraj.com/turk-­‐insan-­‐artik-­‐daha-­‐mutsuz/       2http://www.agos.com.tr/turkiyede-­‐gencler-­‐hem-­‐mutsuz-­‐hem-­‐ofkeli-­‐2448.html  Öyleyse  yaşamdan  keyif  alabilmek  ve  hayatımızı  daha  yaşanabilir  kılmak  adına   yapabileceğimiz  en  iyi  şey  “Carpe  diem  “  felsefesini  hayatımıza  uygulamak   olacaktır.     Kleinbaum’un   adlı  romanıyla  farkına  vardığımız     “Carpe  diem”  olgusu  “Günü  yakala,  anı  yaşa”  anlamına  gelmektedir.   Yaşanmışlıkların  önemini  vurgulayan  bu  felsefe;  deneyimler  ışığında  zorluklara   göğüs  gelmeyi,  istekleÖrilnüi  O  gzöazn  ölanrü  Dnderen  beuğliu  ndurarak  yaşamını  düzenlemeyi  ve   hayatı  daha  yaşamaya  değer  kılmak  için  bir  amaç  belirlemeyi  hedefler.       Bir  bebeğe  kaynar  suya  dokunmaması  gerektiğini    o  suya   dokundurmadan  öğretemezsiniz.  Bebek  kaynar  suya  dokunup  elini  yaktığında   acıyı  öğrenecek  ve  bir  daha  suya  temkinli  yaklaşacaktır.  Bir  de  yaptığı  işi   sevmeyen  bir  doktor  düşünelim.  Her  gelen  hasta  ile  sıkıntısı  daha  da  artacak,   verimliliği  düşecek,  hatta  belki  de  onlara  sert  davranacak...  Bu  doktorun   hayalinde  sanatçı  olmak  varsa  ve  bu  mesleği  icra  ettiği  süre  boyunca  bu   arzusunu  gerçekleştirmek  pek  de  mümkün  görünmüyorsa  ondan  mutlu  olmasını   bekleyemeyiz.  Sevdiği  kızla  konuşamayan  bir  erkeğin,  onu  başka  biriyle   gördüğündeki  hayal  kırıklığını,  öfkeyi,  hüznü  düşünün.  Gerçekten  mutlu  olabilir   mi?  Oysa  doktor  etrafındaki  insanların  isteklerine  göre  değil  de  kendi  isteğine   göre  mesleğini  seçseydi,  çocuk  kıza  olan  hislerini  açıklasaydı,  yani  ikisi  de   hayallerini  gerçekleştirme  yolunda  bir  adım  atabilmiş  olsalardı  sonuç  olarak   hüsrana  uğramayacaklardı.  Trafikte  deliye  dönen  Mehmet  Bey  trafik  saatlerini   öğrenip  evinden  biraz  daha  erken  çıkmış  olsaydı  her  şey  daha  güzel  olabilirdi.  İş   yerinde  düzgün  bir  görev  dağılımı  sağlanmış  olsa  insanlar  yorgun  ve  sinirli   olmazdı.  Sonuç  olarak  huzur  beraberinde  mutluluğu  getirebilirdi.  Unutmayın   mutluluğunuzun  önündeki  tek  engel  siz  ve  sizin  olumsuz  düşünceleriniz.   Yapmanız  gerekense    çok  geçmeden  hayata  karşı  bakış  açınızı  değiştirmek  ve   nasıl  bir  yaşam  süreceğinize  karar  vermek.     “Kopar  goncaları  henüz  vakit  varken  bugün   Anlamazsın  zaman  nasıl  kanatlanır,  uçar  gider   O  gonca  sana  gülücükler  saçarken  bugün   Gelince  yarın,  sararır  solar,  boynunu  büker.”   (Kleinbaum  N.H.  Ölü  Ozanlar  Derneği.  24)       Bengisu  Delibalta     TURK101/55      21302089 UNUTMAMIZ GEREKENLER Beyin bugün gizemleri hâlâ çözülemeyen, bilimin sadece belli kısımlarına ışık tutabildiği insan vücudunun mükemmel bir parçasıdır. Beyin insan bedeninin yaşamını sürdürebilmesi ve var olabilmesi için hayati öneme sahip olmakla birlikte insan ruhunu da yeri geldiğinde tedavi etmektedir. Hep zannedilir ki yalnızca kalbin insan ruhu üzerinde etkisi vardır ama gerçekte yanlış bir algıdır bu. Beynin de en az kalp kadar etkisi vardır insan ruhu üzerinde. Düşünsenize beyninizin yaşadığınız her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırladığını? Ne hâle gelirdi acaba psikolojimiz? Zaman her şeyin ilacı olmaktan çıkar ve her an insana yaşadığı kötü anıları hatırlatır hâle gelirdi. Yaşantıları boyunca insanlar unutmaları gereken birçok anlara, olaylara tanıklık ederler, fakat zaman geçtikçe zihinlerimiz bizlere kimsenin yapamayacağı bir iyilik yapıp, bu hatıralarımızı silerler hafızamızdan. Ve biz de yeni başlangıçlar yapabilmek için kendimizde güç kuvvet buluruz. Yeni başlangıç demişken bu konu üzerinde biraz konuşmak istiyorum. Hayatta bazı anlarımız olur, olaylar düzeltemeyeceğimiz kadar kötüye gider ve işte o anda yeni ve bembeyaz bir sayfa açmamız gerekir. Her şeyi silip yeniden doğmuşuz gibi hayata başlamamız gerekir. Eski hayatımızın üzerine yeni bir hayat inşa etmeye çalışırsak eğer, temeli çürük olan bir binanın ayakta duramayacağı gibi yeni kurduğumuz hayatımız da ayakta duramaz ve dağılır gider. Eski hayatlarımızın üzerine sağlam bir yaşam kurmak istiyorsak eğer unutmamız gerekenleri hafızamızdan silmemiz gerekir. Açıkçası bir önceki yaşantımıza kelimenin tam anlamıyla ihanet etmemiz gerekir. Ne varsa o döneme ait yok etmeliyiz ki ömrümüzün geri kalanını yaşayabilelim. Mehmet Eroğlu Adını Unutan Adam adlı kitabında bu durumu çok iyi anlatıyor. Politik bir eylemde bir arkadaşı vurulan diğer arkadaşı da kendini bilerek feda eden Adını Unutan Adam her şeyini unutmak zorunda kalmıştır çünkü artık onun için yeni bir yaşamın var olabilmesi demek bir öncekinin yok olması anlamına gelmektedir. Bu uğurda adını bile unutmak zorunda kalır hatta. Belki bizler günlük yaşantılarımızda Adını Unutan Adam kadar etkisi büyük olaylar yaşamıyoruz ama şüphesiz ki unutmamız gereken anlara, olaylara bir şekilde tanıklık ediyoruz. Kötü geçen bir sınav ya da bozulan bir dostluk da unutulmayı hak eden anlar arasındadır bence. Anımsamaya devam ettikçe moralimizi bozacak her türlü hatıra unutulmalıdır aslına bakılırsa. Bu kadar “unutmaktan” bahsetmişken “hatırlamaktan” da bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Hatırlamak bir başka mucizesidir insan beyninin. Kapattığımızda kendimizi dış dünyaya bir tek hatıralarımız kalır bize. Kaybettiklerimizin hatıraları… Kaybettiğimiz güzel insanlar vardır örneğin, hep yanımızda olmalarını istediklerimiz, fakat sonsuza kadar yanımızda kalmaları mümkün değildir çünkü ölümlüdürler en nihayetinde onlar da. Özlediğimizde onları, hatıralarımıza sarılırız. Onlarla geçirdiğimiz güzel zamanları anımsamaya çalışırız ancak ve ancak bu şekilde onlara olan özlemimizi bir nebze olsun dindiririz. Bu açıdan bakıldığında da hatırlamak o kadar da kötü değil aslında. Özetlemek gerekirse, ruhumuz yaşamını devam ettirirken yalnızca kalbimizden değil aynı zamanda beynimizden de yardım almaktadır. Nasıl sağlıklı bir bedene sahip olmak istiyorsak yediklerimize dikkat ediyor ve düzenli spor yapıyorsak; aynı şekilde sağlıklı bir ruha sahip olmak istiyorsak eğer, beynimizi kötü anılarımızla değil anımsadığımızda yüzümüzü gülümsetecek hatıralarla beslemeli, unutmamız gerekenleri zihnimizde biriktirmeden hemen hafızamızdan silmeliyiz. Umarım yaşantılarımızda unutacak çok şeyimiz olmaz, aksine hatırlamak için binlerce güzel hatıralarımız doldurur zihnimizi. Son olarak da temenni ediyorum ki hiç kimse yaşamına yeniden başlamak, adını unutmak zorunda kalmasın. Burak SARI TURK-102 Yeterli Olmak Yetmez Hiç binalarla konuşmayı denediniz mi? Elbette benim bahsettiğim binalar dört bir yanınızda gördüğünüz, tamamen ütilitarist amaçlar güden, ortalama 15 katlı ve her katında birbirine özdeş daireler barındıran binalar değil. Ne yazık ki ülkemizdeki piyasa çoğunlukla bu tür binaların inşa edilmesini destekliyor. Bu mantaliteyle inşa edilen her bina, ruhunun bir parçasını kaybetmiş solgun hastalar gibi kambur ve hüzünlü dikiliyor şehrin siluetinde. Sonra şehirlerimiz de ruhsuz oluyor. Özdeş dairelerden oluşan özdeş apartmanların arasında egzoz dumanının gri buğusuna maruz kalan şehirlerimiz kimliklerini yitiriyor. Benim konuşmayı tercih ettiğim binalar tarihi veya geleceği olan binalar. Şimdiki zamanda var olup sadece şimdinin ihtiyaçlarını gidermek için tasarlanmış olan yapılar dün yoktular ve yarın da olmayacaklar. Anlayacağınız onların bana anlatabilecekleri veya benim dinlemeyi isteyebileceğim bir hikâyeleri yok. Tek amaçları onların, “ortalamayı” tutturup bize sadece “yeterli” olanı sunabilmek. Düşünün bir, hayatınızın çoğu 100 metrekarelik evinizin duvarları arasında geçiyor. Neden 100 metrekare? Çünkü ortalama bir insanın ihtiyaçlarını karşılamak için bu kadar alan yeterli. Güzelim dünyamızdan benim payıma sadece 100 metrekare düşüyor. Onun da hepsi benim değil. Alt katımda ve üst katımda oturan komşularımla paylaşıyorum payıma düşen bu naçizane alanı. Benim için yeterli olduğu varsayılan mutfağımda yemek yapıyor, salonumda vakit geçiriyorum. E peki ben şimdi böyle bir binaya gitsem bana bilmediğim ne anlatacak? Muhtemelen hayatı hacimlerle kısıtlanmış bir başka bireyin siyah beyaz monoton hayatını. Teşekkürler, almayayım. Öte yandan, doğru binayla konuşmayı denerseniz eğer, size işlevden çok daha fazlasını anlatacaktır. Size bir ideolojiyi tanıtacak, hiç aşikâr olmadığınız bir yaşam tarzını gösterecek ve hatta içinize çektiğiniz havada yaşanmışlıkları tatmanıza izin verecektir. Belki taşların 1 dizilişindeki bir değişimde, yapı üzerinde gerçekleştirilen bir restorasyon çalışmasının izlerini görecek ve yeniyle eskinin kesişimine şahit olacaksınız. Belki de devasa kolonlar ve modern cam cephenin görkemi arasında, sizin adım attığınız zeminde yürüyecek nesillerin hayalini kuracaksınız. Ben kendimi bildim bileli bu düşüncelerle konuşurum binalarla. Hatta kaldırımlarda yürürken önüme değil, yukarı bakarım genellikle. Ne var ki bir başkasının binalarla konuştuğuna hiç şahit olmadım şimdiye kadar. Geçen gün izlediğim Medici dizisinde, Cosimo de Medici’nin kubbesi henüz bitirilmemiş Floransa Katedrali’ne gidip orada kimi zaman kendini aramaya çalışması, kimi zaman da kendini binayla özdeşleştirerek düşüncelere dalması sizin de anlayabileceğiniz üzere oldukça derinden etkiledi beni. Dizide bina artık sadece statik kuralları üzerine bir araya getirilmiş materyallerden ibaret değildi. Çok daha fazlasıydı. Bir düşünce, bir politika ve hatta nefes alıp veren, ruhu olan bir bireydi. Cosimo’ydu Medici: Masters of Florence dizisinde betimlenen kubbesiz Floransa Floransa Katedrali. Katedrali Dizide Floransa Katedrali bir meydandı. Kubbesi, o kadar geniş bir açıklığı kapatmak için gerekli olan teknik bilgi henüz geliştirilmediğinden ötürü tamamlanamayan katedral, bir güç meydanıydı. Floransa’nın önde gelen ailelerinden hangisi katedrali tamamlarsa, o aile aynı zamanda siyasi gücünü de bu binanın fiziksel varlığı üzerinden kanıtlayacak ve yapının görkemiyle şehri kanatları altına alması misali şehirdeki iktidar ve otoriteyi elde edecekti. Yani kubbenin inşası sadece yeterlilikle değil, aksine yeterliliği aşıp sınırları zorlamakla ilgiliydi. 2 Günümüzde hala ayakta olan bu binayı ziyaret edebilir, kubbesinin altında durabilir ve önünde özçekim yapabilirsiniz. Bütün bunlardan ziyade, benim gibi sadece gölgesinde oturup bu gölgenin oluşması için tarihin nasıl şekillendiğini, Rönesans’ın temellerinin nasıl bu binanın temelleriyle birlikte atıldığını gözlemleyebilirsiniz. Sonra da katedrale istediğiniz herhangi bir soruyu sorup, sorunuzun cevaplarını onun devasa gövdesindeki ipuçlarında arayarak ufak bir muhabbet edebilirsiniz. Katedralin günümüzdeki hali ve Floransa’daki devasa konumu 3 Kaynak Medici: Masters of Florence. Perf. Richard Madden, Stuart Martin, Annabel Scholey. Nicholas Meyer, 2016. DVD. 4 ELEŞTİRİ VE DENEME AYRILMAZLIĞI Eleştiriyi benliğinden bir parça olarak görmek gerektiğini söyler tüm yazarlar. Eleştirinin; hayatın en önemli olgularından biri olduğu şüphesizdir. Yaptığınız işi daha iyiye, kusursuza en yakına, yaptığınız hataları düzelterek ulaştırabilirsiniz. İnsan gözü; yaptığı işi bir süre sonra objektif değerlendiremez. Yanlışları tekrarlayarak normalleştirir, aslında tamamen tersine işleyen bir durumu doğruymuşçasına sürdürebilir. İşte eleştiri; tam olarak burada devreye girer. İnsanı bakamadığı yerden görmeye iter, insana sahip olmadığı bir bakış açısı kazandırır. Böylece her açıdan kusursuzlaşma süreci başlamış olur. Bence; “İnsan eleştiriyi alabildiği ölçüde insandır, uygulayabildiği ölçüde de sanatçıdır.” Elbette her zaman eleştiriler aynı yapıcılıkta olmayabilir veya çok farklı sosyo-kültürel altyapıya sahip insanlar tarafından yapılmış da olabilir. Her dilin, her ulusun da; birikmiş kültürüyle ve diliyle birlikte yoğrulmuş bir eleştiri anlayışı vardır. T.S. Eliot’ın da değindiği gibi “Her ulusun yalnız yaratma biçimi değil, eleştirme biçimi de vardır kendine göre; hatta her ulus eleştiri alışkanlıklarının yetersizliklerine, sınırlarına yaratıcı dehasınınkilerden daha kayıtsızdır. Fransız dilinde yazıla gelmiş bir yığın eleştiri yazısından, Fransız’ın eleştiri yoluyla yöntemini biliriz, ya da bildiğimizi sanırız.” İşte denemenin en önemli özelliklerinden birisi de bu etkilerin hepsini benzersiz bir şekilde, yazarına has taşımasıdır. Denemelerin en güzel yanı; insana edebi sınırlar içerisinde dilediğince yaşama özgürlüğü verir. Roman farklıdır mesela; belli sınırlar içerisinde barınmak zorundadır; başında, sonunda mutlak bir bütünlüğü barındırmazsa roman olmaktan çıkar. Ancak deneme; insanı alabildiğine rahatlatan bir yazıdır. Benim düşünceme göre denemelerin ya kısa kısa ve anlaşılır ya da uzun ve karmaşık ve anlaması zor olmasının temel sebeplerinin başında bu gelir. İşte eleştirilerin en çok yakıştığı yer de denemelerdir bana göre. Çünkü yazar fikirleriyle oyuncak gibi oynar, evirir çevirir, sonunda bir tatlı şeklinde sunar okuyucuya. Hedef kitle de eleştiriyi daha iyi anlar böylece. Karışık gözükse de basit gözükse de anlatılmak istenen birkaç cümlenin şemsiyesi altında anlatılır. Hatta samimi bir itirafta bulunmam gerekirse; deneme yazılarını çok fazla inceleme fırsatım olmadığı zamanlarda içeriğini belli bir kısmını okuyarak çıkarırdım. Tembellik bir yana, insanın hayal dünyasını gerçek anlamda geliştirmeye zorlayan bir jimnastik yöntemi bu benim için. Eleştirinin bir başka güzel tarafıysa, yazdığınız her düşüncenin(tutarlı ve mantıklı olduğu sürece) içinden “Bu benim yorumum” diyerek sıyrılabiliyor olmanızdır. Bir yandan da okumayı keyifli yapan şey zaman zaman aşırıya kaçan eleştirilerdir. Öte yandan; en başta da değindiğim konuya dönersek, eleştiri bir yaşam tarzı yansımasıdır ve çoğunlukla gelenekten beslenip geleceği şekillendirir. Hayatta çok kez hataya düşebilir insan, ancak her defasında ders çıkardığı takdirde ilerleyebilir. Tıpkı tarih gibi… Uluslar; geçmişte yaşadıklarından pay çıkarıp, ona göre davranmalılardır, ulusların dilleri de yazıları da bu unsurları göz ardı edemez tabi ki. Bir bütün olarak ele alırsak eleştiri; insanın geçmişinden parçalar alır, bugününü gösterir ve geleceğini şekillendirir. İçerisindeki deneme ruhuysa bizleri rahat anlatmaya ve okuyanı da rahat anlamaya sevk eder. İçerisindeki mesafeleri yok eder, yaşandığı, gözlemlendiği dönemi yansıtır ancak asla o dönemle ilgili kesin bilgiler veremez. Denemeler; makale gibi tarihin keskin sayfalarında veya hukuki dosyalarda yer bulamaz, kişiseldir, belli bir kişi veya zümreye ithaf edilmiştir, ancak tüm insanlarının kendinden bir şeyler bulup ders çıkarabilmesine oldukça elverişlidir. Benim hayatımda denemeler; öyküden veya romandan çok sonra tanıştığım bir tür olmuştur. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki kendimle ilgili özeleştiri kabiliyetimi, olaylara farklı açılardan bakmayı ve de birbiriyle alakasız bakış açılarına saygılı ve objektif olmayı denemeler sayesinde öğrenmişimdir. Emre Sarıgedik Kaynakça: MUTLULUĞUN ANLAMI Masumiyet Müzesi Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un romanlarından birinin adı. Kitap adı ile ilgimi çekmeyi başarmıştır. Masumiyet nedir, herkese göre değişken midir gibi sorular üzerine düşünmemi sağlamıştır. Ama kitap hakkında beni düşünmeye zorlayan asıl sorunun masumiyetin elle tutulur, gözle görülür bir şey olmamasına rağmen yazarın bunu müze hâline getirebilmesi. Bu gibi düşüncelerle kitabı okumaya başlarken ilk karşıma çıkan sözcüklerle daha çok meraklanmıştım. ‘Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum’(syf:11) kelimeleri kitaba başlayan birini hikâyeyi okumaya itecek kadar etkiliydi. Bir insan hayatındaki en mutlu anı bilebilir miydi? O anı yaşarken bunun farkında olamayız ancak daha kötüleri ile karşılaştıktan sonra o anın güzelliğini fark edebiliriz. Fakat zaman geçtikçe anıların bizdeki etkileri de azalır, unutulur. O zaman hissettiklerimizi hiçbir zaman bir daha o kadar güçlü bir şekilde hissedemeyiz. Bu da en mutlu anımızı kesin olarak bilemeyeceğimizi gösterir. İnandığım bu düşüncelerin tersine kitabın başkarakteri Kemal Basmacı tarafından söylenen bu söz beni çelişkiye düşürmüştür. 1975 yılında ana karakter Kemal ile uzaktan akrabası olan Füsun’un uzun bir süreden sonra bir dükkânda karşılaşmasıyla başlayan kitap Kemal’in takıntılı hâle gelen aşkını akıcı ve sıra dışı bir dille anlatmaktadır. Ağırlıklı olarak bu konu üzerinden ilerleyen romanda o dönem hakkında da çokça bilgi verilmiştir. İstanbul, o dönemlerdeki yaşayış tarzları çok güzel bir şekilde anlatılmıştır. Sadece güzel bir hikâye okumak için değil geçmiş hakkında da bilgi edinmek için güzel bir kitaptır. Beni şaşırtan noktalardan biri de gerçekten böyle bir müze olduğunu öğrenmem oldu. Kitapta masumiyet müzesine giriş bileti de bulunmakta. İstanbul Çukurcuma’da bulunan müze, kitapta Kemal’in Füsun adına sakladığı bütün eşyaları birebir görme imkânı sağlıyor. Kitapların sadece hayal dünyamızın bir ürünü olmasına alışkın olduğum için gerçekte böyle bir müzenin olması beni çok etkiledi. Araştırma yaptıktan sonra kitapla birebir aynı eşyaların olması orayı görme isteğimi artırmıştır. İstanbul’a gitme fırsatı yakaladığım zaman gezmem gereken yerler listesinde yerini çoktan aldı. Resimlerine baktığım müzenin beni en çok etkileyen noktası 4213 İzmarit Vitrini oldu. Kitapta Kemal’in saplantı hâline gelmiş aşkını Füsun’un içtiği izmaritleri bile toplamasından rahatlıkla anlayabiliyoruz. Kitap boyunca toplam 4213 izmarit toplayan Kemal bunları Füsun için yaptırdığı müzede saklamaktadır. Bunun imkânsız olduğunu düşünen ben gerçekte müzede böyle bir bölümün olduğunu öğrendiğimde kitaba olan bakış açım değişmiştir. Aşk kavramının eskisine oranla çokça değişti ve değersizleştiğine olan inancımdan dolayı kitaptaki takıntılı aşkı da gerçekçi bulmamıştım. Ancak Masumiyet Müzesi’nin gerçekte de var olduğunu bilmek hâlâ böyle aşkların olabileceğine olan inancımı artırmış. Sonunun hüzünlü bir şekilde bitmesi kitabın başından beri direk olarak verilmese de fonda hep hissedilmekteydi. Sonunun şaşırtıcı olmasını sağlayan nokta ise başkahramanın son sözleri oldu. ’Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım’(syf:586) diyor Füsun’un resmine aşkla bakarak. Tek taraflı bir aşk yaşamasına rağmen mutlu bir hayat yaşadığına olan inancı, kitabın sonunu benim için ilginç ve şaşırtıcı kılmıştır. Bu sonla beraber mutluluğun anlamının herkese göre değiştiği kanısına vardım. Bana göre adının aksine masumiyeti hikâyede barındırmayan bu roman aşk, sevgi gibi kelimelere yeni anlamlar kazandıran, sürükleyici bir eser. Arkadaşlık, aile ve mutluluk gibi konularda da düşünmeye iten roman akıcılığı ve dilinin ağır olmamasından dolayı severek okuyacağınız bir kitap. Her bir sayfası okunmaya değer olan bu kitabı kesinlikle tavsiye ederim. AVRUPA’DA BİR SOYKIRIM: İNCİR KUŞLARI “Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere… Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgarda adeta savrulan bir yaprak gibiydi.(…) Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü ahusuna bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti.” Yazıyor Avrupa’da yaşanmış bir soykırımı anlatan İncir Kuşları kitabının arka kapağında. Bir arkadaşımın elinde görüp okumaya karar verdiğim bu kitap “Hayatımda okuduğum tüm kitaplar bir yana İncir Kuşları bir yana.” dememe yetmişti. İki yıl önce okunmuş bir kitap olmasına rağmen neredeyse her detayı gözümün önünde hala. Kitabın dikkat çeken bir özelliği de kurgusal değil tamamen gerçeklere dayanıyor olmasıdır. Sinan Akyüz her ne kadar basit bir üslup kullanan, duyguyu aktaramayan bir yazar olarak görülse de bir gerçeği gözler önüne sermiş , tarihin bilinmeyen taraflarına ışık tutmuş İncir Kuşları’nı kaleme alırken. Kitabı okuduğum zamanı hatırlıyorum da normalde kitap okumayı çok seven birisi olmamama rağmen bu kitabı çok kısa bir süre içinde bitirmiştim. Kitapta beni çeken şey ne yazarın uslubü ne de yaptığı betimlemelerdi. Beni çeken şey olayın ta kendisiydi. İncir Kuşları 1992-1995 yılları arasında Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte yaşanan bir vahşeti kadınlar yönünden anlatıyor. Kitabın baş kahramanı Suada bu iç savaşla birlikte hayatının dönüm noktasına gelmiş on binlerce kadından yalnızca bir tanesi. Suada ve diğer kadınların bu katliamın ortasında Sırplar tarafından ölmekten beter edilmelerinin, esir kamplarında aylarca sistematik bir şekilde tecavüz edilmelerinin tek sebebi müslüman oluşlarıydı. “ Savaş en çok kadınları ve çocukları vurur.” Sözünün ne demek olduğunu bu kitapta maalesef çok açık bir şekilde görüyoruz. Kitabı okurken duygulanmamak, sinirlenmemek, insan insana bunu nasıl yapabilir diye sorgulamamak elde değil. Hele ki baş kahramanın yaşıtı bir kadın olarak bu kitabı okumak insanın en içinde bir noktasını; vicdanını sızlatıyor, olayı kendi yaşıyormuşcasına dağıtıyor. Kitabın ana fikrinin savaş olmasına rağmen yazarın bunu hüzünlü bir aşk hikayesiyle harmanlayıp bize sunması biz duygusal kadın okuyucuları bir kez daha yıkıp yerlebir ediyordu. “ Aynı ırktan geliyorlardı. Aynı dili konuşuyorlardı. Bir tek dinleri farklıydı. Biri Müslüman Boşnak genci, diğeri ise Hıristiyan Sırp’tı. İkisi de konservatuardaki aynı Boşnak kızına aşık olmuşlardı. Ve bir gün bu iki genç, güzeller güzeli Suada’ya aşklarını ilan ettiler. Ancak gençlerden biri aşkına karşılık bulmuş, diğeri ise ‘’Kalbimde iki kişiye yer yok’’ cevabını almıştı.” Kitaptan aldığım bu cümleler bile yetiyordu yaşanan aşk hikayesini anlatmaya ve aynı zamanda aşkı da sorgulatıyordu biz okuyuculara.’ Kalbimde iki kişiye yer yok’ cevabını alan Vukadin savaş sırasında orduya katılır, buna kader mi denir talihsizlik mi bilinmez Suada ve Vukadin’in yolları bir esir kampında kesişir. Vukadin’in aşkının yerini intikam duygusu almıştır ve Suada’ya bir aşığın yapamayacağı şeyler yapar; aşkına karşılık vermemesinin bedelini Suada’yı kendi eğlencesi olarak kullanarak ve onu hamile bırakarak ödetir. Bir kızın başına gelebilecek en kötü şey, hayatta en çok nefret ettiği insanın soyundan birini dünyaya getirmek zorunda olmak, olsa gerek. Bu talihsiz hikaye aşka inananları yerlebir ederken inanmayanları ise doğru yolda olduklarına inandırıyordu bir kez daha. Bosna Savaşı’nı kitaplardan okumuş belgesellerden seyretmiş olabilirsiniz. İncir Kuşları’nı okumak bu bilgilere farklı bir boyut kazandıracak, hiçbir kaynakta kadınların acılarını yazmayan bu soykırımın bilinmeyen yönlerine ışık tutacaktır… Korkmaz Kaan Korkmaz 21302173 TURK 102-17 Ebru Onay Ayrıntıdaki Özen Apple için bir gelenektir. Ne zaman yeni bir iPhone çıkarsa hep aynı şey olur. Insanlar günler önceden sıralarda beklemeye başlar. Bazıları ilk kendileri almak istedikleri için, bazıları alıp başkalarına satmak için. Sıraya girenler arasında, saatlerce orada beklerken, tanışmıyor olmasa da bir empati, bir iletişim vardır. Oradaki yetkililerin hevesi ve sırada yanındakilerle olan iletişim, birazdan bir telefon için yaklaşık üç bin lira vereceğini unutturur insana. Yani anlatılanlar bu şekildeydi, kendim gittiğimden değil. Bu seneye kadar Türkiye'de Apple Satış Mağazası yoktu. Bundan dolayı böyle ortamlar oluşmuyordu. Bu sene Haziran Ayında İstanbul'da açıldı Apple'ın ilk Türkiye mağazası. Ben de bu ortamı yaşamak için bir arkadaşımı da yanıma alıp gittim. Sadece bir telefon almak için İstanbul'a gidip üç bin lira verip gelecektik. Satış sabah 8:00'da başlıyordu ve büyük ihtimalle geceden sıra oluşmaya başlayacaktı. Bu yüzden önceki akşam otobüsle sabah 4:00'da orada olacak şekilde yola çıktık. Sıraya vardığımızda bizden önce oraya gelmiş olan yüze yakın kişi vardı. Sonuç olarak sırayı bekledik, içeri girdik telefonu alıp çıktık. Günün sonunda telefonlar açılmamış bir şekilde çantalarda dururken bizim için önemli olan telefon almak değildi. Çoğu insan bunu saçma buluyor. Bir telefon için beş altı saat sırada beklemeyi çok gereksiz ve hatta bir sorun olarak görüyorlar. Bizim için Ankara’dan oraya gitmenin amacı ise o ortamı yaşayıp nasıl bir duygu olduğunu anlamaktı. Oraya gidişi bir telefon almak olarak değil, bir deneyim olarak görüyorduk. Bunlarla da bitmiyordu yaşadığımız. Bir arkadaşla 1 / 3Korkmaz yolculuk yapmak, özellikle de bu yolculuk çok uzun ve yorucuysa, birbirinizi daha iyi tanımanızı sağlıyor. Yorgunluk ve stres altında nasıl bir insana dönüştüğünü görüyorsunuz. Apple'ın bu mağazası İstanbul'un büyük ihtimalle en lüks alışveriş merkezinde bulunuyor. Ne burada mağazalar ne de sattıkları şeyler öyle her gün görüp alabileceğiniz şeyler değil. Bu mağazaların içinde Eataly adında bir lokanta da var. Bu lokanta lüks olmasının yanı sıra, bize samimi geldi ve sanki oradan birisiymişiz gibi hissettirdi. Lokantanın bir mağaza, bir de lokanta bölümü var. Mağaza bölümünde Türkiye'de kolay kolay bulamayacağınız yurtdışında yapıldığı yöreye ait biralar, yıllanmış şaraplar, çok lüks bir mahalle pazarıymış hissi veren doğal ürünler var. Lokanta bölümünde ise, bir alışveriş merkezinin içinde olduğunuzu unutturan, doğayla iç içeymiş hissi veren teraslar var. Her yemek çeşidi için farklı yapım yeri ve teras var. Burada yemek yedikten sonra, yediğiniz yemeğe değil, gösterilen ilgiye, samimiyete ve yaşadığınız deneyime ücret ödediğinizi anlıyorsunuz. Detaylara verilen bu dikkat sadece bu mağaza için değil bütün alışveriş merkezi için geçerli, Apple mağazası için de. Apple'a girerken gördüğünüz ilk şey yaklaşık on metre uzunluğunda tek parça camlar. Girdikten sonra ilk gördüğünüz şey ise kocaman bir parlayan Apple logosu oluyor. Cihazların sergilendiği masalar bile kalın ve geçme tarzı masalardan. Dokunmanıza bile gerek kalmadan kaliteli olduğunu anlıyorsunuz. Alt katına inmek için merdivenlere gittiğinizde ise gördüklerinize şaşırıyorsunuz. İşçiliğin mükemmelliğine ve parçaların sade ve aynı zamanda karmaşık olmasına hayran kalıyorsunuz. Tek parça camlardan oluşan asma merdivenler kaymasın diye mat ve otobüslerde olan o desenli kaplamanın bir arada olması ona sadece bir merdiven olarak değil, bir sanat eseri gibi bakmanıza neden oluyor. Özenin ne kadar önemli bir ayrıntı olduğunu anlıyorsunuz. Apple gibi bir şirketin mağazasını neden böyle bir alışveriş merkezinin içine açtığını mükemmelliyetçi olmasına bağlıyorum. Apple'ın cihazlarında; elde tutuluşundan, tuşlara bastığınızda çıkardığı sese kadar her ayrıntıya gösterdiği önemi, mağazalarında ve hatta o 2 / 3Korkmaz mağazanın bulunacağı yerde bile görmek yapılan işe dikkatinizi vererek yapmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi bana. Apple'ın baş tasarımcısı Jony Ive'ın bir röportajında söylediği çok güzel bir cümle var: "Karmaşık görünen bir şeyi basit ve sade şekle getirmek için aslında daha karmaşıklaştırmanız gerekir." Şimdiki Apple ürünlerine baktığınız zaman hepsinin tek parça olduğunu ve üstlerinde tek vida bile bulunmadığını görürsünüz. Bu bakış açısını mağazasının da içinde görünce yaptıkları iş ne olursa olsun düzgün yapmaya çalıştıklarını anladım. Bizim için bu gezi bir telefon almak için başlayıp değişik bir tecrübeyle sonuçlanmış oldu. Apple'a karşı olan sevgim ve hayranlığım bu geziden sonra bir kat daha arttı. “Eğer Yaptığın her işe elinden geldiğince özen gösterirsen sonunda her şekilde başarılı olursun” dersini verdi bana. 3 / 3 Ahmet Kemal KAVİLLİOĞLU Frankfurt Ayakkabı Alemi Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’ni bu yazıyı okuduğunuza göre birçoğunuz biliyorsunuzdur. Haşim hastalığı için tedavi olmaya Frankfurt’a gider ve yaşadığı, gördüğü şeyleri bu eserinde bizlere kendi bakış açısıyla sunar. Peki bugün o İstanbul sevdalısı Haşim yerine onun ayakkabılarını konuşalım ve olaya onun açısından bakalım istiyorum. (Bu arada bu fikir sosyoloji dersi hocamın bir sorusu üzerine geldi ve ben de geliştirmek istedim.) İlk olarak yapmanızı istediğim şey Haşim’i tamamen unutmanız ve olayın kahramanı onun ayakkabılarıymış gibi düşünmeye başlamanız. Eğer Haşim’in ayakkabıları bu olayları dile getirse neler söylerdi? Gelin hep birlikte ona bakalım. Odanın içinde hareketli dakikalar yaşanıyordu. Ayaklarını rahat ettirme ve koruma görevini üstlendiğim sahibim, elbiselerini katlıyor bir yandan da odanın içinde kravatlarını aranıyordu. Büyük gün gelmişti sonunda. Sahip Frankfurt yolcusuydu ve en sevdiği ayakkabısını yani beni yurt dışına götüreceği eşyalar arasında en göze çarpan yere, aynanın tam önüne koymuştu. Akşam trenle Frankfurt’a doğru yola çıkacaktık. Sahip böbreklerinden rahatsız olduğu için bana çok büyük görev düşüyordu, ayakları kesinlikle üşümemeliydi çünkü ağrılarını iki kat arttırıyor sahibe çok fazla acı veriyordu. Acı çektiği zamanlar parmaklarının kasılmasını, ayağının titremesini en iyi ben biliyordum ve gönlüm bu manzarayı görmeye kesinlikle razı olmuyordu. Sahip yolculuk öncesi beni de güzelce temizletti ve cilalattı. Tren garında ilerlerken ilk defa tren görmenin heyecanını yaşıyor ve sahibimin rahat bir şekilde ilerlemesine vesile olmaktan aşırı derecede memnuniyet duyuyordum. Tren gıcırtılar içinde hareket etmeye başladıktan sonra benim de içim bir hoş oldu. Üstünde durduğum zemin titriyor, sarsılıyordu. Bu trenlerde yere neden cam yapmazlar hiç anlamadım. Dışarıyı göremiyor karanlık ve titrek zeminde rahatsız bir yolculuk geçiriyordum. Uzun süren yolculuğun ardından trenden indiğimizde alışık olduğumdan çok daha farklı bir ortamla karşı karşıyaydım. İstanbul’un o karışık, gürültülü ve yoğun yaşamının yanında daha sakin, huzur verici bir hava vardı Frankfurt’ta. Sahip çok yorgun ve bitkin düştüğü için direk otele geçtik ve ilk gün çevreyi etraflıca inceleme fırsatı bulamadım. Frankfurt sokaklarını detaylı görme fırsatı bulduğumda sahip, şehri keşfetmeye çıkmıştı ve gördükleri karşısındaki şaşkınlık ve heyecan yüzünden okunuyordu. Tabiki benim için en çok merak konusu olan şey şehrin mimarisi ve doğal güzellikleri değil, daha çok ayakkabıların ne tarzda olduğu ve Frankfurt yollarıydı. İnsanlar çok şık giyiniyorlardı ve daha önce ömrümde görmediğim ayakkabı çeşitleri kullanıyorlardı. Her biri birbirinden parlak ayakkabılar, her gün sahipleri tarafından boyanıp cilalanıyor, etrafa ışıltılar saçıyordu. Kendimi onların arasında kötü,eskimiş hissettim ve onlarla iletişime geçmeye çekindim. Sahibim müzedeyken muhabbet ettiği üniformalı adamın parlak ayakkabıları bana karşı çok sıcak ve samimi davranarak nereden geldiğimi, neden burada olduğumu sordu ve ardından güzel bir sohbete başladık. Bu arada tüm ayakkabıların ortak lisan kullandığını söylemem gerekiyor sanırım. 1 yıl önce bir fabrikada dünyaya gözlerini açtığını söyleyen Alman ayakkabı dostum, şu ana kadar bilmediğim bir olaydan bahsediyor ve çok kısa sürede yüzlerce ayakkabının dünyaya geldiğinden bahsediyordu. Ayakkabı ustaları tarafından emek verilerek alın teriyle yapılan İstanbul ayakkabılarından haberi olmayan arkadaşıma bu süreci ve ne kadar özen verilerek yapıldığımızı anlattım. İşte şimdi o parlak, süslü ayakkabıların yanında kendimi daha özel hissediyordum. Ahmet Kemal KAVİLLİOĞLU Diğer merak ettiğim bir konu olan yollar ise İstanbul’daki engebeli,çakıllı yollardan çok daha güzel, geniş ve tehlikesizdi çünkü İstanbul yollarındaki çiviler ve demir parçaları birçok arkadaşımın değerini kaybetme sebebidir. Frankfurt’ta kaldığımız süre boyunca çok rahat ve güvenli yolculuklar yaptık. Bunun yanında, park alanlarının çok olması nedeniyle sahibim çimenler üzerinde her yürüdüğünde yüzüme çarpan çimenler içimi gıdıklıyordu. Ayrıca, Frankfurt’ta yeni alınan ayakkabıya sahibin arkadaşları hayırlı olsun diyerek basmıyorlardı ve yeni ayakkabılar bu sayede daha ilk günden birçok zulüme maruz kalmıyordu. Anlatmak istediklerimi toparlayacak olursak, Frankfurt seyahati benim ve sahibim için çok güzel bir tecrübeydi. Birçok yeni kişilerle tanıştık (ikimiz de) ve özellikle ben birçok arkadaş edindim. Alman ayakkabıları süs ve pırıltılarına rağmen çok sıcakkanlı ve misafirperverdiler ve beni en iyi şekilde ağırladılar. Sahibimin sağlık durumunun iyiye gitmesini herkesten çok ben istiyor fakat ara sıra kontrol amaçlı Frankfurt’a gitmesini de iple çekiyordum. Elimden geldiği kadar Frankfurt Ayakkabı Alemi hakkında bilgi vermeye çalıştım sizlere. Kendinize iyi bakın. Hoşça kalın ve bizlere özen göstermeyi unutmayın. by AKK Sevim Coşkun 21202662 MAHZUN ŞÖVALYE http://missbaykus.blogcu.com/yasakli-kitaplar-don-kisot-kischot/10540449 Yel değirmenlerine karşı savaşıyordu Don Kişot, peşindeydi davasının. Onun için nasıl göründüğü değil, kendi amacı uğruna yapması gerekenler önemliydi. Böyle bir kahramandı o; kararlı bir savaşçı, centilmen bir beyefendi, çok âşık bir sevgili ve yüzü mahzun bir çılgın idi. Dilimizde “Don Kişot’luk yapmak”, “gereksiz kahramanlık yapmak” manasına gelse de, bana göre gerekli bir kahramandı o. Şehirli entel insanlarız biz; bunalımlı ve her an gitmeye hazır ama kalmaya mecbur olanlarız. İşte hayatımızın o görünmeyen, büyük sorunlarıyla başa çıkmaya çalışırken Don Kişot gelir aklımıza; bizim entel şövalyemizdir o. Yel değirmenlerine karşı savaş açmıştır, savaşırken yılmamıştır ve davasında ilerlemiştir. Romanın sonundan bağımsız, o savaşçı ruhunu bize ulaştırmıştır. Bu açıdan da yazarı olan Cervantes’e karşı büyük saygı duyarız. Bana güç veren ve onun adının geçtiği her şeye farklı bir gözle bakmamı sağlayan savaşçıdır Don Kişot. Hayatımın arka planında bir şarkı çalsın istediğimde bu, Redd grubunun yine Don Kişot isimli şarkısı olur ve iteleyici güç bulmak istediğimde mırıldanırım: “Don Kişot olsun ismim bu gece Rüzgârlara savaş açalım bu daha delice” ‘Hadi yapalım!’ ya da ‘Evet, yapabilirim!’ demektir Don Kişot’luk yapmak. Bu yüzden sırf felsefe eğitimi alabilmek için, tıp fakültesini bitirdikten sonra tekrar sınava girip felsefe bölümünü kazandım ve yeniden öğrenci oldum. Yine yel değirmenleri gibi yıldırmaya çalışan, önümde engel olan, benimle dalga geçen ya da bana inanmayan insanların karşısında büyük bir inançla karşı durmaya çalıştım. Yani, kendimce Don Kişot’luk yaptım. Ben boşa kürek çektiğimi düşünmek istemedim, ‘gereksiz kahramanlık’ yaptığımı da düşünmedim. Bu yolun sonunu da düşünmedim; iyi ya da kötü bir şekilde sonuçlanacaktı ama ben en azından istediğim şey için mücadele vermiş olacaktım. Hiç olmazsa ‘en azından denedim’ diyebilecektim. Don Kişot bir centilmendi, nazik bir adamdı. Günümüzde görmeye oldukça hasret kaldığımız insanlardan biri idi. Ben de hep kibar olmaya çalıştım insanlara karşı. Kimseyi ayırmadan, herkese saygı duydum. Acil serviste başımı kaldıracak vakit bulamadan hasta bakarken bile, bana karşı saygısız davranan kişilere karşı ‘siz’ demeye devam ettim; yine onların en iyi tedaviyi almaları için uğraştım. Hastalarım bana teşekkür edebilirlerdi ya da benden memnun olmayabilirlerdi. Ben yine de herkese karşı nazik ve saygılı oldum, onlar için elimden geleni yaptım ve yine boşa kürek çektiğimi düşünmedim. Çünkü birini sağlığına kavuşturmuştum belki, bu da bana yeterdi. ‘Doktor hanım fazla kibarsınız, çok çabalıyorsunuz, çok anlatıyorsunuz sadece yorulduğunuzla kalırsınız’ diyenler oldu, özveriyi anlamayanlar da… Yine de ben yaptığım işin bu şekilde doğru olduğunu düşündüm; yorulsam da, üzülsem de, kırılsam da arada gelen teşekkürler ve gösterilen takdirler yeterdi. Don Kişot oldukça inançlı ve seven bir adamdı. Dülsinya onun için dünyanın en güzel kadınıydı, onun için savaşırdı. Ben de inandım buna. Uğrunda savaşacak birini bulurdunuz ve onu çok severdiniz. Dünya bir yana, o diğer yana olabilirdi. Bu yüzden kısa süreli gönül maceralarıyla da işim olmadı benim. İnandım ve bekledim. Bu bence çok yüceydi ve çok güzeldi. Bir o kadar tutkulu ve saf buldum ben bunu. Hâlâ bekliyorum ama yine de boşa kürek çektiğimi düşünmüyorum. Çok savaşıyorsunuz ve kaybediyorsunuz belki ama o amaca bütün kalbinizle inanmak ve ona göre yaşamaktır bence esas olan. Artık evlenmem gerektiğini söyleyen ve bunun için girişimlerde bulunan yel değirmenlerine karşı duruyorum, kim olduğunu bilmediğim kişi için mücadele ediyorum. Hiç bulamasam da onu, gereksiz kahramanlık yaptığımı düşünmüyorum. Don Kişot’un ruhuyla donanmak, bu mahzun yüzlü şövalye olmak biz şehirli entelleri ayakta tutuyor belki. İşte böyle ehemmiyetsiz gibi duran ama içimizde depremler oluşturan meselelerle şehirli bunalımlarımızı yaratırken, o kırılgan fakat inançlı ruhu besliyor ‘modern Don Kişot’ olmak… Cemil Meriç’in cümleleri ise çok güzel açıklıyor anlatılmak istenenleri: “Don Kişot olun. Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakâr bir kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında. Dünya Şanso Panso’larla dolu.” BÜLBÜL ÖLDÜRÜLMEDEN Her ne kadar tüm insanlar eşittir görüşünü benimsemeye çalışsak da daha doğarken eşitliklerin bozulduğunun tüm dünya farkında olsa gerek. Bazılarımız bülbül olarak doğar, diğerleri ise bülbül avcısı ya da bülbül koruyucusu olmayı seçer. Ötekileştirilenleri, yani bülbülleri, ele alan Harper LEE, tüm insanlığın yüz yıllardır gözlerini kapattığı "ötekiler"e ışık tuttuğu bu tek yapıtıyla benim gibi pek çok insanın gözlerini açtığına inanıyorum. Kendimizden olmayanı, daha keskin bir ifadeyle farklı olanı, öteki yapmak hiç de zor değil sanki nasıl ve nerede doğacağımızı biz seçmişiz gibi... İnsanları renkleriyle, dilleriyle, engelleriyle değerlendirmeyi hep çok sevdi, beyaz olmayı üstünlük sayan insan. Eşitlik, özgürlük , adalet gibi insanlığın başından beri dikkat edilmesi gereken değerler hepi topu kaç yüz yıldır hayatımızda ki? Kadını erkekten, siyahı beyazdan, güçsüzü güçsüzden tanrı bile ayırırken insanları çok suçlamamak lazım belki de. Siyah doğduğu için suçlu ya da diğerlerinden daha düşük seviyede olamaz ki bir bebek. Fakat bunu insanlara anlatmak garip bir şekilde çok zor tıpkı Harper LEE'nin yarattığı avukat karakterinin siyahi müvekkilini ölüm cezasından kurtaramaması gibi. O bülbül koruyucusu olmayı seçmiş bir insandı. Bülbül değilsek ve elimizden bir şeyler gelebilme ihtimali varsa anında işe koyulmalıyız, bülbüllerin öldürülmesini engellemeliyiz. Renkleri, çeşitleri, farklılıkları olduğu sürece güzeldir dünya keşke görebilsek bu güzellikleri. Bu konuda çocuklar biz yetişkinlerden daha başarılı sanırım. Onlar farklı olandan korkmadan ellerini uzatıp o insanlarla arkadaş olabiliyor. Başta eminim çocuksu merakın bir getirisi olarak ortaya çıkan bu dostluk pek çok insana örnek oluyor. Ve hayatları bambaşka bir şekilde devam edebiliyor. Scout'un merakı olmasa herkesin nefret edip korktuğu Boo kurtaramazdı ki Scout ve abisinin hayatını. Çocuklar kadar saf ve iyi niyetli kalabilse keşke herkes, keşke biz ve onlar değil de hepimiz olabilsek. Hep çok merak ederim acaba ilk kim ayırmış insanları siyah ve beyaz diye ve neden siyahlar değil de beyazlar üstün ırk kabul edilmiş. Giydiğimiz tişörtler bile tek renk değilken neden insanlar tek renk olsun ki? Üstün beyaz insan (!) ortada bir fark olmadığı asla kabul etmedi. Mahallelerinde bir hırsızlık olduysa ilk siyahi olanları suçladılar, çocuklarının siyahi ailelerin çocuklarıyla oynamalarını yasakladılar, kadınları siyahi erkeklerden korumaya çalıştılar. Hep yanlış yaptılar. Ötekileştirerek onların da bu durumu benimseyip gerçekten kötü insanlarmış gibi davranmalarına neden oldular. Milyonlarca insana, biz daha alt tabakadan insanlarız, dedirtmeyi başardılar. Sporcularla gurur duymak yerine, koskaca Amerika Birleşik Devletleri'ni bir siyahi temsil edemez, dediler. Günümüzde modern insanın kendiyle olan meşguliyetinin artmasından olsa gerek pek dikkat etmez oldular renklere ki bu gerçekten çok güzel, şu an ABD'nin başkanı bir siyahi... Fakat sırf siyahi diye Afrikalı bir aileyi hayvanat bahçesinde sergileyen zihniyet hala renklerle uğraşmaktan kendini alabilmiş değil. Binlerce insan sadece siyahi oldukları için öldü. Yüz binlercesi köle oldu ve hala milyonlarcası açlık ve sefaletle boğuşuyor. Çok bülbül öldü bu zamana kadar. Avcılar dur durak bilmeden tek tek öldürmeyi denedi bülbülleri ve maalesef diğer insanlar durumun ciddiyetini henüz kavramaya başladı. Keşke bülbüller ölmeden anlasaydık renklerin, cinsiyetin, engellerin önemsizliğini... Keşke kurtulsaydı Harper LEE'nin bülbülü... Hep hayali kurulan modern ve çok gelişmiş o dünyaya henüz ulaşamadık ve biz insanları ötekileştirmeye bu denli hevesli olursak asla hayali kurulan dünyada yaşayamayacağımız çok aşikar. Bülbüllerin ölmediği rengarenk günleri yaşamak ümidiyle... REMZİYE ATABEK CEREN TORAMAN MUTLULUĞUN SIRRI Arkadaşlarımı, ailemi hatta tanımadığım insanları gözlemliyorum hep. Yüzlerine bakıp ne hissettiklerini, nasıl bir hayat yaşadıklarını tahmin etmeye çalışıyorum. Malesef mutlu, gülümseyen, etrafına ışık saçan gözler göremiyorum çoğu zaman. Ben de dahil olmak üzere, çevremdeki neredeyse hiçbir insan mutlu değil. Kimimiz işimizi sevmiyoruz, kimimiz okulumuzu, kimimizse toplumun bize dayattığı şeyleri en iyi şekilde yapmaya çalışırken oradan oraya savruluyoruz. İstemediğimiz,sevmediğimiz bir hayatı yaşıyoruz. Aslında hepimizin mutlu olması gerekirdi çünkü iyi bir eş olduğumuz zaman, iyi bir okul kazandığımız zaman bu kendiliğinden gelecekti. Ailemiz, öğretmenlerimiz bize böyle öğretmişti. Fakat tüm bunları elde ettiğimiz zaman da aradığımız mutluluğu bulamadık. Bir yerlerde hata yapıyor olmalıydık. Birçoğumuz ihtiyacımız olandan çok daha fazlasına sahibiz. Mesela benim dolabımda gerekenden çok daha fazla kıyafet var ama hala mağazaları gezmeye bayılıyorum. Açtığımda üzerime yıkılan dolaba yeni bir kıyafet eklemek beni mutlu edecek sanıyorum. İlk giyişimde, ya da ilk aldığımda tabi ki mutlu oluyorum fakat ertesi gün kendime neden daha fazlasına sahip değilim diye üzülürken buluyorum. Uzun zamandır hayatımda bir eksiklik hissediyorum. Mutlu olmamı engelleyen bir eksiklik. Bir süre bunun sebebinin şımarıklığım ve doyumsuzluğum olduğunu düşündüm. Tek sorun bu olmalıydı. Fakat tesadüfen gitmiş olduğum Nazım Hikmet Orotoryosunda mutsuzluğumun sebebinin bundan çok daha farklı olduğunu anladım. Şair ‘’ kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir labaratuvarda insanlar için ölebileceksin/ hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için/ hem de kimse seni buna zorlamamışken/ hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bidiğin halde.’’ diyordu. Durdum, düşündüm. Ben hayata bu açıdan bakmıyordum. Uğruna bedel ödenecek, ve bundan zerre pişmanlık duyulmayacak hayallerim yoktu. Bir şeyler için çabalamıyordum. Sadece bana öğretillmiş olan, yapmam gereken şeyleri yapıp yerimde sayıyordum. Kendimi çoğu zaman işe yaramaz hissediyordum çünkü üretmiyor, çılgınlar gibi tüketiyordum. Sorunum tam olarak buydu. Üretmekten kastım insanlığa faydalı olacak bir buluş kadar büyük değil. Benim üretmekten kastım çok daha basit. Köşe başında mendil satan çocuğu gülümsetebilmek, bana ihtiyacı olan bir insana karşılık beklemeden yardım etmek, hatta sabah karşılaştığım ve tek ortak noktamın aynı anda aynı yerde bulunmak olduğu insana içten bir günaydın demek aslında üretmekti. Çocukken izlediğim ve en sevdiğim çizgi film karakterlerinden biri olan Heidi’nin mutluluğunun sırrı da buydu. Küçük de olsa üretiyor olması. Daha büyük şeyler yapabilmeyi elbette herkes gibi bende istiyorum fakat hepimiz dünyada iz bırakmış insanlar kadar çalışkan, azimli ve şanslı olamayabiliyoruz. Mesela o etkilendiğim dizeleri yazan Nazım Hikmet kadar yetenekli değilim ama ona baktığımda görüyorum ki her zaman geleceğe umutla bakabilmek, uğruna mücadele edilecek hayallerimizin olması ve bir şeyleri kendi emeğimizle yapmak hayat şartlarımız ne kadar ağır olursa olsun mutluluğu getiriyor. Onun da başarısının, hala insanlar üzerinde büyük bir etki bırakmasının sebebi işte bu. Benim insanların zihinlerinde yer edecek şeyler yapmam çok güç, hatta belki de imkansız. Ama kendi çapımda hayaller kurarak, üreterek küçük dünyamın kahramanı olabilirim. Çok daha önemlisi bunları yapınca hayata gülümseyen gözlerle bakabilirim. Yarınlara daha umutlu bakabilmek, mutlu ve huzurlu olabilmek için çabalamak, hayallerimiz uğruna emek vermek ve küçük de olsa güzel şeyler üretebilmek gerekiyor. Ayrıca kendimize ya da başkalarına faydası dokunacak işlerle uğraşmak çünkü pahalı kıyafetler, lüks restorantlar ya da son model arabalar malesef bize mutluluğu getirmiyor bize sadece birkaç gün sürecek geçici bir tatmin yaşatıyor. Metroda karşımızda oturan hiç tanımadığımız insanın, sınıfımızdaki arkadaşımızın, annemizin ve babamızın mutlu olabilmesinin hiçbir yerde yazmayan, bize kimsenin öğretmediği sırrı işte tam olarak bu. KAYNAKÇA Hikmet,Nazım,’’Yaşamaya Dair’’ Aşk ve Arkadaşlık Beni yakından tanıyan insanların hiç tereddüt etmeden tanıklık yapabileceği üzere Jane Austen’ın yazar olarak bendeki yeri çok başkadır. Hâlâ dün gibi aklımdadır Aşk ve Gurur’u kitapçıda görüp aldığım gün. O gün tanışmıştım ilk defa Jane Austen’la ve bir daha da hiç kopamadım. Emma, Mansfield Park, İkna ve diğer eserleri, hepsi benim için birer mucizeydi âdeta. Ankara’nın soğuk ve gri yaşamından hayalini kurduğum İngiltere’nin yeşil kırlarına götüren bir köprüydü benim için. Uzun lafın kısası Jane Austen ve eserleri kalbimde çok ayrı bir yerdedir. Ne var ki gecen hafta bu hayranlığımı sorgulamama yol açan bir olay başıma geldi. Okul başladığından beri doğru düzgün kitap okuyamıyorum diye kendi kendime kızdığım bir anda, düşüncelerimi harekete geçirmeye karar verip kendimi bulabildiğim en yakın kitapçıya attım. Rafların arasında gözüme bir şeyler takılmasını bekleyerek gezinirken Jane Austen’ın Aşk ve Arkadaşlık adlı eserini fark ettim. Şaşırmıştım çünkü bu kitabı ilk defa görüyordum. Jane Austen’ın bütün eserlerini hatmettiğine inanan bir insan olarak şaşkınlığımın boyutlarını tahmin edebiliyorsunuzdur umarım. Tabi ki karar o anda verilmişti ve hemen kasaya koştum. Ve işte simdi de biraz utanarak da olsa Jane Austen’ın bu çok da bilinmeyen eserini sizlerle de paylaşmak adına bu yazıyı kaleme alıyorum. Jane Austen’ın daha on dört yaşındayken kaleme aldığı bir eser Aşk ve Arkadaşlık. Bu bilgiyi ilk okuduğumda yaşadığım şaşkınlık kitabı ilk gördüğümde yaşadığım şokla kıyaslanabilecek kadar yoğundu doğrusu. Benim daha çocuk diye baktığım bir yaşta, aslında neler başarılabileceğinin de canlı bir kanıtı doğrusu. Dolayısıyla dip not olarak kitabın farklı noktalardaki önyargılarımı da tekrar gözden geçirmemi sağladığını vurgulamam gerek. Konumuza dönecek olursak Jane Austen’ın o nüktelerle dolu romantizminin tipik bir örneği Aşk ve Arkadaşlık. Laura adlı karakterimizin 1700’lerin kuralcı evlilik anlayışına karşı eleştirel yaklaşımı Elizabeth Bennet’in o zeki nüktelerinin bir hazırlayıcısı konumunda. Mektup dizisi şeklinde yapılandırıldığından daha sonra yazdığı romanlarındaki üslubunun sağladığı akıcılığı yakalamak pek mümkün olmasa da Jane Austen’ın etrafını inceleme ve dalgaya almadaki ustalığının daha o zamanlarda var olduğunun ispatı yönünden her Jane Austen hayranının evinde bulunması gereken bir eser kesinlikle. Öte yandan bir Aşk ve Gurur ya da Emma’nın tadını yakalamak ise amacınız, hayalinizi gerçekleştiremeyeceğinizi en azından kendi beğenilerimden hareketle söylemeliyim. Bu tıpkı en sevdiğiniz içi fıstık parçalarıyla dolu çikolatanızı yedikten sonra fındıklı çikolata yemek gibi. Evet, çikolata çikolatadır ve her iki durumda da size zevk verir ama fıstığı tattıktan sonra fındık bir noktada çok yavan kalacaktır. Fakat pek tabi ki sırf aynı zevki vermeyeceğini bildiğinizden dolayı da çikolataya sırt çevirmek olmaz, en nihayetinde kim çikolataya hayır diyebilir ki? Jane Austen da benim için aynı bir paket çikolata gibi, Aşk ve Gurur gibi içi iri iri fıstıklarla dolu dünyanın en güzel çikolatalarına vücut veriyor, Aşk ve Arkadaşlık gibi sıradan bir fındıklı çikolataya da. Burada önemli olan Aşk ve Arkadaşlık’ın fıstıkla değil de fındıkla dolu olduğunu fark edip ona göre tadını çıkarmak zannımca. Böylece hayal kırıklığına uğrama ihtimalinizi de minimum seviyeye indirmiş olursunuz. Sonuç olarak, arada fındıklı çikolata yemek de lazım ne de olsa Jane Austen Cholatier’in ürünü diye bakarsanız; özellikle Jane Austen hayranları için koleksiyonlarında mutlaka bulunması gereken bir kitap. Hem Jane Austen’dan farklı bir lezzeti de tatmış olursunuz hem de ileride benim gibi kendinizi dünyanın en büyük Jane Austen hayranı olarak görürken biranda gözünüzden kaçan bir romanla tepetaklak olmazsınız. KAYNAKÇA Austen, Jane. Aşk ve Arkadaşlık. Alakarga, 2015. Austen, Jane. Aşk ve Gurur. Can Yayınları, 2007. Tekinbaş 1 Merve Nuran Tekinbaş 21401355 AMER Türkçe Blog 3 Final 1 ÇİMEN YAPRAKLARI Bir Amerikan Kültürü ve Edebiyatı öğrencisi olarak Walter “Walt” Whitman’ın şiir yapıtına değinmeden geçemeyeceğimi belirtmek isterim öncelikle. Sivil savaşlarda hastanelere ziyaretleri ile olsun ya da özgürlük destekçisi olması ile olsun hem bölümümden dolayı hem de insanî olarak Whitman ile kendimi ilgili hissediyorum. Walt Whitman ile karşılaşmam çok geçmişe dayanmıyor esasen. Benim çok sevdiğim bir dizi olan Breaking Bad’de karşılaşmıştım bu kitap ve yazar/şair ile. Hatta oradaki ana karakterin ismi de Walter White’dır. Bu dünyada sevdiğim bir yazının, filmin, vs. başka bir sevdiğim yazıya, filme vs. gönderme yapması kadar beni mutlu eden çok az şey vardır. Şiir kitapları genelde birbirinden bağımsızdır, tek bir konuda takılıp durmaz. Çimen Yaprakları da aynen öyledir. Konu bütünlülüğünün olmamasının en güzel yanı konu çeşitliliğin olmasıdır. Whitman’ın beni en çok etkileyen şiiri ise Kendi Şarkım’ın on sekizinci kısmındaki: “Gümbür gümbür geliyorum, borularım, davullarımla, Marşları yalnız yenenler için değil, yenilenler, öldürülenler için de çalıyorum. Günü üstün kapamanın iyi olduğunu duydunuz mu? Ben alt olmak da iyidir diyorum, savaşlar kazanıldıkları ruhla yitirirler. Davulumu ölenler için çalıyorum, Borularım bütün gücümle, sevinçle onlar için üflüyorum. Yaşasın yenilenler! Yaşasın savaş gemileri denize gömülenler! Yaşasın kendileri denize gömülenler! Yaşasın savaşları yitiren generaller, yenilen bütün yiğitler! Sayısız adı bilinmeyen yiğitler, bilinenlerin en yücelerine eşit olan!” şiiridir. Bu şiirde bir gerçeklik vardır; o da şudur ki; insanlar genelde kaybedenleri unutmaya öyle ya da böyle daha meyillidir. Hatta bırakın kaybedenleri, savaşı kazanan on binlerce askeri düşünün. Onları hatırlayamayız Tekinbaş 2 hafızamız da buna izin vermez zaten. Kazanılan savaşların sembolü ve önderleri oldukları için komutanları, generalleri hatırlayabiliriz sadece. İnsan algısı deyip geçebiliriz bu durumu fakat Whitman geçmiyor. Son derece bireyselci ve eşitlikçi bir insan olduğu için bu durumun üstünde duruyor. Yere düşmüş veyahut akmış tüm kanları içinde hissediyor adeta. En azından şiirlerinden ben bu hissiyatı alabiliyorum. Epiklerde, kitaplarda kahramanlara yeterince kredi verilmiştir ona göre. Tarih kitaplarında kazanılan savaşlar ballandıra ballandıra anlatılır; kaybedilmiş savaşlar ise kuytu köşede durur. Tüm uluslarda bu böyledir fakat hiç yazılmayan bir şey var ise o da tüm insanlığın kaybettiğidir. Yalnız savaşlarda kazanılıp kaybedilmez. Hayatın kendisi bir kazanma ve bir kaybetmedir. Kaybetmenin de hayatın bir parçası olduğunu tam anlamı ile öğrendiğimizde o zaman kazanacağız. Paradoks gibi gelebilir bu söz varsın olsun mantıkta da kaybedelim mühim değil. Mühim olan mesajı almak. Hayatımız boyunca itibar kazanmaya ve kaybetmemeye çalışırız. Gittiğimiz okullar ile, aldığımız eğitim ile, birlikte çalıştığımız insanlar ile ya da çalıştığımız kurumlar ile itibarımızı arttırmaya çalışırız her seferinde. Saygı duyulmaya çok meraklıyız bir önemi varmış gibi. Mutlu olduğumuz her yer ve her şey ile gurur duymalıyız aslında, fakat insanlar ne düşünür diye öyle saplantılıyız ki hiçbir şeyin tadını çıkaramıyoruz. Açgözlülük ile savaşmalıyken insanlar ile hatta kendimiz ile savaşıyoruz. Hangisi daha acı ondan bile emin değilim. Bireyselliğin üzerinden eşitçiliği savunması Whitman’ın çok sevdiği bir konudur. Whitman’ın Düşünce adlı şiirinde şöyle bir parçası vardır: “Eşitlik düşüncesi – kendime verdiğim fırsatları, hakları herkese vermenin, sanki bana bir zararı dokunurmuş – sanki herkesin eşit hakları olması, benim haklarım olması demek değilmiş gibi.” Bu konuda onunla tamamen hemfikirim. Şahsen kendimi herkes ile eşit görürüm. Kendisini sınıfsal ya da finansal olarak farklı (genelde üstün) gören insanlara da çok şaşırırım. Whitman’ın da asillere eyvallahı olmadığını görmek de aynı tarafta olduğumuzu gösteriyor. Her bireyin farklılığını zenginlik olarak görmesi zihninin çok aydınlık olduğunu belirtiyor. Şiirlerinde her daim kadın erkek eşitliğini de vurguluyor. Maalesef daha bugün bile eşitlik tam oturamamış iken kendisinin cinsiyet eşitliği hakkındaki ciddi yazıları ve şiirleri olması çok hayranlık verici. Son olarak şiirlerin çok soyut olduğu bilinir. Bu şiir kitabından benim aklıma bunlar geliyor eminim ki bu şiirler, bu mısralar başkasının aklına da farklı şeyler getirtecek. Bu da şiirin ne kadar ne kadar da kişiden kişiye değişen bir sanat olduğunu gösterir. Yaz! Ama ne için? Ağıt nedir? Ne için ve kimin için yapılır? Bir süre şeye ağıt yakılabilir, öleni Tanrı affetsin denerek bir ağıt yakılabilir, Tanrım bu yaştaki ve/veya bu kadar hayat dolu birini nasıl öldürebildin diyerek bir ağıt yakılabilir ya da Tanrının var olmamayı intihar kılmasına dair bir anıt yakılabilir. Sonuçta ölmeye gücü yetmeyenlerin ve yaşamaya nefes yetiremeyenlerin dünyasında yaşıyoruz, bu kadar tanımsız bir dünyada her şeyin üzerine ağıt yakılabilir. Herkese de ağıt yakılabilir o halde. Son sorumuza geçmeliyiz o halde. Neden? Neden ağıt yakılır? O kadar canı yanan bir insan neden bunu bestelemek için bu kadar uğraşır? Ağıt acıyı belirtmek için midir? Öyleyse canı yanan insanın “ah” demesiyle, küfür etmesiyle ya da bağırmasıyla ağıt arasındaki fark nedir? İnceleyelim. Ağıt yakan kişinin de diğer şeyleri yapan insanın da canı yanıyordur, bu ortak bir özellik. Ama ağıtlar güzeldir, bir küfür, ağlayış ya da ah değildir. Bu mudur ağıtın tek farkı? Güzel olması mı? Muhtemelen evet. O halde düşünelim, acımızın ifadesini neden güzelleştirmek isteriz? Onu yuvamız gibi mi görürüz, o yüzden mi acılarımızdan saraylar çıkarırız? Ya da insanlar acımızı umursamadığından, dinlemediğinden mi yaparız bunu? İnsanlar acılarının bilinmesini ister, yeni bir insan, bir bebek, bile ciğerlerine giren havanın yakmasından dolayı ağlar. Doğduğumuz andan itibaren acımızı duyurmak istememizin kanıtlarından biridir bu, küfür, ahlar ve ağlamayla birlikte. Acımızı insanların duymasını istediğimizden mi yazarız o halde? Onlara da ağıtımızla acı çektirerek acı çekmedikleri için intikam mı alırız diğer bireylerden? Belki de onların acısında rahatlamak isteriz biz. “Dünya bana bir Tanrı'nın buluşu ve rüyasıymış gibi görünüyor. Dünya canı sıkılmış bir Tanrı`nın gözleri önündeki boyalı buharlara benziyor. İyi ve Kötü, mutluluk ve acı ve sen ve ben, benim için bir yaratıcının gözlerinin önündeki boyalı buharlardır. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevirebilmek baş döndürücü bir mutluluktur.” Der Nietzsche, biraz önceki düşündüklerime ortak olarak. Bu mudur yani? Acımızı azaltmak için başkalarına eziyet etmek için midir ağıt, bir seri katilin çocukken yaşadığı şeyleri bastırmak için cinayet mi işlemesidir? Bu cevabı bir insan kabullenebilir mi? Pek zannetmiyorum. Anlar belki ama kabullenmek istemez. Zevkle karışık hüznüyle dinlediği bestenin sahibinin amacının ona zarar vermek olduğunu kabullenemez. Zira ağıtlar da kaçınılacak bir acı vermez insana. Verse onları telefonlarımızda, kitaplarımızda, özenlere sakladığımız pikaplarda taşımazdık ki? Besteleyicilerin dert ortağı aradıklarını kabullenebilir sanıyorum insanoğlu. Binlerce insanın acısına bir nebze ortak olduğunu bilmek ve hissetmek onu rahatlatabilir. Fakat bu bir açıklamaysa bile bana pek zayıf geliyor, tüm binanın ağırlığını kaldıramaz bu, sadece destek bir sütun olabilir. O halde insan neden ağıt yakar? Temel sebebi nedir bunun? Belki de farkındalıktır, belki de insan acısının özelliklerini fark etmiştir. Onun bir ağrı gibi anlık bir şey olmaktan çıktığını, sebebinden bağımsızlaştığını, var oluşunun bir parçası olup benleştiğini fark etmiştir. Acı, insanın çekirdeği olup çıkmıştır. O halde ne yapılabilir? Yenilemeyecek kadar acı olan bu tohum belki de bilinç altının uçsuz bucaksız topraklarına atılabilir. Bu acının meyveleri acı olacaktır ama daha hafif, aranan bir acı. Yazarı/bestecisi bu tadı alamayacak olsa da başkalarının bu tadı aldığını öğrenerek mutlu olacaktır. O acı tadı hala alıyor olsalar bile. Gözdenur Doğru Aytül Akbaş tarafından Değirmendere’de çekilen ‘’Fırtına’’ adlı bu fotoğraf, National Geographic Dergisi’nin 2014 Fotoğraf Yarışması’nda birinci olmuştur. İNSAN DEĞİRMENİ Koca bir hayatını aynı şehirde hatta aynı kasabada geçirmiş insanlar, söylenildiği gibi şanssızlar mı gerçekten? Hayatı boyunca aynı sokakta yaşamak yetmez mi insana? Tek bir şehrin havasını solumaktan bıkan tüm insanlardan af diliyorum ancak ben şanslı olduğumu düşünüyorum. On dokuz yıllık hayatımı bir sahil kasabasında geçirdiğim için. İnsanlar doğdukları andan itibaren birçok şeye muhtaç yaşar. Her bebek annesine, yaşlı bir dede bastonuna, şairler de güzel bir şehre ihtiyaç duyar; en güzel şiirlerini yazmak için. Nedir bir şehri, bir kasabayı bu kadar anlamlı kılan? Kaldırım taşlarını ezbere bildiğimiz yolları mıdır güzel olan? Yoksa köşedeki bakkal amca mı? O kasabanın girişindeki tabelayı görür görmez başlar güzellik. Çocukluğumuz gelir önce aklımıza , en güzel anılarımız, ilk aşkımız. Sahil gelir, sandallarımız gelir. Bizim de bir sandalımız var. Yıllardır kürekleri suda durur, yosun tuttu; ama bizi bekliyor biliyorum. Çocukluğumu bekliyor. Okulumun bitmesini, yazı bekliyor. Güneşin doğuşuna bakmıyor biz olmadan, gitarımızın sesini duymadan müzik dinlemiyor. Yanından geçenlere de çözdürmüyor hiç iplerini. Sabırla bekliyor kıyıda, çınar ağaçlarından esen rüzgarlar ona güç veriyor. Sadece sandal değil bizi bekleyen. Çimenler de bekliyor. Yemyeşil dünyanın en güzel kokan çimenleri, çıplak ayakla basınca güç veren. Kendimi bildim bileli ne zaman güneş ısıtsa çimleri, koşar giderim sahile. Bizim sandala güç veren çınarların altına… Ayakkabılarımı hatta pembe renkli çoraplarımı çıkartırım. Tüm acımı, öfkemi bırakırım o çimenlere. Öfkelerime, kırgınlıklarıma rağmen hiç şikâyet etmezler; üzüntülerimi de hemen toprağın altına atar, yok ederler. Bugünlerde de öyle ihtiyacım var ki o çimenlere. Ankara’nın ayazı arttıkça ben çoraplarımı çıkartıp yine Değirmendere’nin çimenlerine uzanmak istiyorum. ‘’Değirmendere’’ adı eskiden sahip olduğu değirmenlerden gelirmiş. Çok eski zamanlarda nice buğdayları öğütmüş o değirmenler, nice su pompalamış insanlara. Şimdi o taş değirmenler yok. Ancak Değirmendere, değirmenlerin yerine öğütmeye devam ediyor. Gerçi buğdayı değil, insanları öğütüyor. Taş değirmenler iki taş disk sayesinde öğütür buğdayı. Değirmendere’de de iki disk var: çınar ağaçları ve deniz. Çınarlar, önce denizden esen rüzgârları keser. Sonra da insanların üzüntülerini toplar yapraklarında, köklerinde. O rüzgarlar da nice acıları, kayıpları götürür denize. Sanırım o rüzgarlar en çok acıyı 1999 yılının Ağustos’unda taşıdı denize. Oturdu insanlar, sadece birkaç tanesi ayakta kalmış çınarların altına. Kimisi kızının son gülüşünü bıraktı rüzgâra, kimisi abisiyle attığı son kahkahalarını. Rüzgâr hepsini aldı götürdü, bıraktı denize. Deniz yok etti onları. Kalan son kalıntılarla beraber enkaza çevirdi o acı dolu hatıraları da. Deniz ve çınar böyle öğüttü insanları. Buğdayın öğütüldükten sonra ekmek olup birbirinden farklı şehirlere dağıtılması gibi insanları da önce öğüttü, sonra dağıttı. Bazıları da bizim gibi değirmenin yanı başındaki ekmek olarak kaldı. Umarım, hayatımın geri kalanında da o değirmenin yanı başındaki ekmek olarak kalırım, hiç dağıtılmam başka şehirlere. Büyüdüğümde eski okulumun karşısındaki, küçük yufkacı dükkânın sahibi teyze gibi olmak istiyorum. İnat edebileyim değişen her şeye. İnancım, hayallerim hiç kapatmasın dükkanını. Annem gibi olmak istiyorum; o yufkacı teyzeden üşenmeden her hafta yufka satın alan, sabırla onun sohbetlerini dinleyen. Kim olursa olsun karşımdakini bıkmadan hep dinleyeyim. Değirmendere gibi olmak istiyorum. Yaşadığı acı bir sarsıntıyla tüm sevdiklerini kaybetmesine rağmen dimdik ayakta. Hem de daha güçlü esen rüzgârıyla, sahilde masmavi deniziyle, yemyeşil çınar ağaçlarıyla… İnsan hiç yürümekten sıkılır mı? Mutlu olmaktan, hayaller kurmaktan, uzanmaktan… Hele yürürken deniz de eşlik ederse ona; uzanırken de sırtımızı sıvazlayan çimenler, hayallerimizi dinleyen çınarlar olursa bir de. Buğday hiç öğütülmekten sıkılır mı ki, insan neden sıkılsın? Adile Merve Andaç Akışta Kaybolmak Kış yavaş yavaş sonbahara kavuşurken, tam da renklerin soluklaşmaya başladığı mevsimde yine kendime dönüp sorular sorarken buldum kendimi…Mutlu olmam için sadece kuşların cıvıl cıvıl ötmesi mi gerekiyor dalların arasında, güllerin yapraklarını mı sevmem gerekiyor kırmızıdan maviye kadar… Yemyeşil tepelerden en yükseğine çıkıp aşağıyı seyretmek mi saatlerce hafif hafif esen rüzgar eşliğinde, yoksa hiç biri değil de sadece güneşin sıcaklığını tenimde hissetmek mi beni mutlu ediyordu. Ne zaman rüzgar güven verici bir şekilde esmeyi bırakıp karşıma bir duvar gibi sanki beni hırpalamaya gelmiş gibi esmeye başlasa moralim bozuluyor artık. Mutlu olmak için bir sebep bulamıyorum bu günlerde kendime. Günlük koşuşturmalarım, hevesle üstlendiğim tüm sorumluluklar, aslında kendimi uzun vadede geliştireceğime inandığım emek isteyen bir çok uğraş... Sanki hayatımı kendim için yaşıyormuşum gibi değil de başkaları ne istiyor diye peşinden koşuyormuşum, sahip olmadığım bir hayatı elde etmeye çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Kendi hayatımdan bile komşu kapısında asılı bir mandal edasıyla uzaklaştırıyorum kendimi. O kadar çok benimseyemediğim nesne var ki hayatımda, sanki onları yerlerinden oynatsam ya da hayatımdan çıkarmaya çalışsam kendimi güvende hissettiğim bu minik oda minik bir köşesinden yıkılmaya başlayacak ve alıştığım, bildiğim, inandığım, şimdiye kadar içinde var olduğum bu oda benim üzerime yıkılacak. Bu enkazın altında kalma korkusu ile birlikte, bu enkazı toparlayacak gücü de kendimde bulamıyorum. Kendimi iyi hissetmediğim bir hayatın için de sürüklenip gidiyorum. Oturduğum bu odanın düzeni ne olursa olsun alışıyorum, alışmayıp ne yapacağım ki zaten sıfırdan silip her şeyi yeni bir düzen için koşuşturmak bundan daha mı mutlu edecek beni, hiç sanmıyorum. Şikayet ede ede kendi istediğim şekle büründürdüm bu uğraşları, saatlerimi ayırmak yerine parçalara bölüyorum artık az az sık sık politikası sadece beslenme için değilmiş sevemediğin işlerin üstesinden gelmek için de kullanıyormuşsun. Mutlu olmak peşinde değilim artık, kendime mutlu olmak için küçük sebepler bulmaktan da vazgeçtim. Sebep arayışlarım aslında çok yorucu olmaya başlasa da esas vazgeçme sebebim o bile değil. Neden mi vazgeçtim...Hayatın içinde hiçbir vasfı olmayan bir akıntı eşliğinde onun götürdüğü yere kürek çektiğimi sanırdım eskiden fark ettim ki ben bir çaba göstermesem de aynı yönde gidiyormuşum. Benim çaba sandıklarım sadece kendimi avutmak için, gerçeklerden uzak bir dünya da toz pembe hayallerle ve kişilerle bezeli bir hikayeymiş. Mutlu olmaya gerek var mı gerçekten zaten sonunda onun yalan bir mutluluk olduğunu bile bile. Sonrasında daha çok üzüleceğini göre göre mutlu olmaya gerek var mı? Uçsuz bucaksız bir yok gibi görünün bu hayatta dönüp dolaşıp yine aynı yere geleceksek neden şen şakrak, şarkılar söyleyerek yürüyelim ki bu yolu? Yazarın da söylediği gibi normal olmak ​ varken neden mutlu olasın ? Yaptığım işlerde mutlu olmayı aramayı bıraktım, artık önemli ​ olan sadece o işin yapılmış olması nedeni nasılı ne kadar kıymetli olduğu değil. Bu kadar boş vermiş olmak beni içten içe rahatsız etse de uykusuz gecelerimin sayısı azalıyor yavaş yavaş. Peşinde koştuğum doğruların beni ne kadar yıprattığını, insanlardan uzaklaştırdığını fark etmiş oldum en azından. Bunlardan uzaklaştıkça, araya mesafeler girince, hayatımın içinde tekrar onlarla uğraşmak istemediğimi kendime itiraf edebildiğimde, belki ben de birgün denerim kendime yeni bir düzen kurmayı. Winterson, Jeanette. Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın. Sel Yayınları,2015 Merve Yılmaz EN KIYMETLİ ŞEY Hayatta insanlar hep başka insanların değer bilmemesinden yakınır. Başka birine uzaktan bakıp da sahip olduklarını görünce “İnşallah ne kadar şanslı biri olduğunun farkındadır” veya “Elindekilere şükretsin” deriz ve eğer bu beklentimizden farklı bir durum görürsek o insanları şımarık veya kıymet bilmez olarak suçlarız. Ancak olay sadece komşunun durumunun bize her zaman daha iyi görünmesi durumu. İnsan bazen de aynayı kendine çevirmeli. Uzaktan başkaları da bizim için aynılarını düşünüyor, durumumuzu olduğundan daha iyi görüp imreniyor olabilir. Peki o zaman mutlak bir şekilde imrenilen bir insan var mı, veya imrenilecek bir özellik? Birinin çok zengin ya da çok güzel/yakışıklı olması mıdır bu en çok kıskanılan, istenilen özellikler? Bu cevabı ararken küçükken sınıf öğretmenimin bir arkadaşıma dediklerini hatırladım. Bir gün boyama kalemlerinin çok az sayıda rengi olduğu için ağlıyordu, şu an ne kadar komik geliyor öyle değil mi, ancak o zamanlar çocukların dünyası bu kadar kırılgan ve saftı. Öğretmenim, arkadaşıma “Bunlar üzülecek şeyler değil. Dışarıda üşüyen çocuklar var hatta kör, sağır ya da annesi babası olmayan çocuklar…” dedi. Bunları da dikkate alarak ulaştığım cevap; mutlak bir şekilde değerini bilmemiz gereken şeyin sadece insan olmak da olmadığı; şu an yaşıyor oluşumuz. Değeri kaybedilince anlaşılan öğelerden oluşan bir dünyada yaşıyoruz. Bunların en önemlisinin sağlık olduğunu düşünüyorum. Vehbi Koç bir konuşmasında dünyevi şeylerin yanında en kıymetli şeyin sağlık olduğunu vurgulamıştı. “evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene, işin varsa bir sıfır daha koymalısın…ancak, sağlığın varsa bir koyarsın başına, bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır. Yoksa sonuç sıfırdır…” (hayatimdegisti.com). Bu konuşma sanırım en çok insan sağlığını kaybettiğinde değerli geliyor. İnsanların elindeyken bir şeyin kıymetini bilmemesi, ancak kaybettiğinde anlaması ve tekrar o şeye kavuştuğunda yeniden değerini unutması maalesef ki benim de yaptığımı kabul ettiğim içler acısı bir durum. Bir sene önce bir diş ameliyatı oldum ve birkaç hafta boyunca katı yemek yiyemedim, bu yüzden de çok kilo kaybettim ve kendimi enerjisiz hissettiğim için evden çıkmadım. O zaman dışarıda buluşup lezzetli yemekler sipariş eden veya kendilerini enerjik hissettikleri için yürüyüşe çıkabilen insanları düşününce o an benim için sadece bir hayal olan bir şeyi ne kadar kolaylıkla yapabildiklerini fark ettim. Geçmişte de ben bunları yaparken asla değer bilmiyormuşum. Şimdi isterdim ki size durumum düzeldikten, sağlığım yerine geldikten sonra bütün bunları değerinin bilincinde olarak, tadını sonuna kadar çıkararak yapıyorum diyebileyim ancak bunları yazarken fark ediyorum ki durum yine aynı, sağlığım asla elimden gitmeyecekmiş gibi bakıyorum hayata. Geçenlerde Thomas Bernhard’ın Nefes, Bir Karar isimli kitabını okurken ana karakterin düşüncelerinde bu bahsettiklerimi tekrar düşündüm. “… Önümdeki adamın nefes alışı birden durdu. Ölmek istemiyorum. Şimdi değil… Yaşamak istiyordum, tek önemsediğim buydu. Kendi yolumdan, istediğim yere kadar gitmek. Bir yemin değildi bu, gözden çıkarılmış olan bir hastanın kararıydı..” (Bernhard, 13). Ölüm döşeğindeki bir hastanın iç monologlarını okurken kendimi onun yerine koyup en çok imrendiği şeyi düşündüm ve bu cümlelerden sonra vardığım cevap yaşamın ta kendisi oldu. Evet insanlar olarak hepimizin türlü türlü hırsları, amaçları var. Kimi son model bir spor araba almak ister ve başkasının buna sahip olduğunu gördükçe kıskanır, daha da çok hırs yapar. Kimi çok zengin olacağı bir kariyer peşindedir, kiminin de hayalleri daha masumdur, sevdiği birini bulmak veya çocuk sahibi olmak ister. Bunlar yaşarken, yaşamımıza bir derece anlam katan isteklerdir ve bunlara sahip olmayan insanlar bunun değerinin farkındadır. Tabii insanların arasında istediklerine sahip olup değerini bilen de vardır ancak hepimizin bu hızlı yaşam karmaşasında, hayatın kendisine değer vermeyi unuttuğumuzu düşünüyorum. Her şeyin başı buna çıkıyor. Hayatta olmayan biri bu tip şeyleri zaten isteyemez. Henüz hayattayken, sağlığımız yaşamaya elverişliyken yani ölüm bizi yakalayıp en kıymetli şeyi elimizden almamışken bunun bilincinde olarak yaşayıp kendimize en iyi şekilde bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Sağlık en temel yaşam taşı. Kaynakça Bernhard, Thomas. Nefes. Bir Karar. Sel Yayıncılık. 2016 Ceyhun Emre Öztürk 1 Etkili Bir Gösteri Nasıl Yapılabilir? Neredeyse bir gün yok ki akşam haberlerinde cop yiyen eylemciler görmeyelim. Yolları kapatan bu insanların trafikteki sürücülerden aldığı tepkilerden yola çıktığımızda yol kapatan eylemcilerin amaçlarına ulaşamadığını, bunun yerine eylemcilerin sadece trafikteki masum vatandaşı sinirlendirdiğini ve polislerin derdinin sadece protestocu grubu dağıtmak olduğunu görüyoruz çoğu zaman… Peki, eylemlerin kamuoyunu bir konuda bilinçlendirmesi veya hükümete hatasını bildirmesi nasıl etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir? Barbarın Kahkahası adlı eserde bilinmeyen bir şahıs ya da grubun yaptığı eylemler bir moteldeki huzuru alt üst ettiği halde tatilcilerin ve motel çalışanlarının tepkileri bana bu eylemlerin amacına ulaşamadığını hissettirdi. Eser mutlu bir tatil umuduyla motele gelen tatilcilerin idrarlı havlularla karşılaştıkça huzurlarının kaçtığı olaylarla örülmüş. Biri ya da birileri inatla otelin çeşitli eşyalarına işiyor ama işeyenin kim olduğu bulunamıyor. Bütün karakterlerin emin olduğu şey, bu eylemlerin bir estetik kaygısı ve anlamı olduğuydu fakat romandaki hiçbir karakter bu eylemlerin neden gerçekleştiğini sorgulamadı, eserin karakterleri sadece bu eylemleri yapanın veya yapanların kim olduğunu merak ettiler. Bu durum da bana ülkemizdeki protestoları ve bu protestoların çoğunun nihai amaçlarına ulaşamamalarını hatırlattı. Bu insanların kim olduğunu akşam haberlerinde görsek de onları cop yeme uğruna mücadele ettiren şeylerin neler olduğu bize pek de aktarılmıyor. Ülkemizde neden pek çok gösteri için izin alınmadığı veya izin alınamadığını tahmin etmek amacıyla www.izinsizgosteri.net adresli siteden gösterilerle ilgili kanunu inceledim. Kanuna göre illerde valiler, ilçelerde kaymakamlar tutanak yazmak karşılığında keyfi bir biçimde bir gösterinin iznini kaldırabilirler. Örneğin, bir grup beğenmediği bir hükümet kararıyla ilgili eylem yapmak için izin isteyebilir ama bölge valisi son günlerdeki terör olayları sebebiyle gösteri alanının güvenliğini sağlayamayacağını iddia edip gösteriyi iptal edebilir. Okuduğum kanuna göre gösteri düzenlemek bir hak lâkin sonuç olarak valiler ve kaymakamlar da hükümetin atadığı insanlar. Hükümet, sadece hoşuna gitmeyeceğinden dolayı bir eylemin yapılmasına engel olabilir. Bu da gösteri hakkının hükümetin vicdanına bağlı olduğunu gösteriyor. O zaman gösteri hakkının ne anlamı kalır ki? Bu şekilde bastırılmış haklar hastalıklı davranışları doğurabilir. Tıpkı moteldeki idrarlı eylemin dozajının motel sakinleri üzerindeki şiddeti gibi hükümet karşıtı eylemler de dozajı aşabilir, kötü niyetli insanlara provokasyon yapıp ülkeyi karıştırmak için ortam doğabilir. Giderek artan muhalefet ve karşıt gösterilerle ilgili belki de halkın taleplerinin 4-5 yılda bir yapılan seçimlere rağmen neden gerçekleşmediğini sorgulamak gerekiyor. Bunun için bazı çözümler bulunabilir. Örneğin, bir partinin genel başkanının 2 ayrı mitingde tekrarladığı vaat resmi bir vaat listesine eklenebilir ve seçimlerden sonra vaatlerin söz verilen süre içerisinde gerçekleştirilme oranları hesaplanabilir. Meclisçe belirtilen oranda vaatler yerine getirilmediğinde seçilen partinin hükümeti düşürülebilir -bana göre vaatlerin en az yüzde yetmişi yerine getirilmeli. Hükümet düştüğü zaman güvenoyu alınamazsa da seçime gidilebilir. “Sandıkta çoğunluğu ben sağladım, artık ne istersem onu yaparım.” demek bana kalırsa demokrasi ilkelerine uygun bir davranış değil çünkü hükümet, vaatlerini yerine getirmesi için başa getirilen bir kurumdur. Halk, yerine getirilmeyen vaatleri basit bir para veya eşya yardımı için unutmamalıdır. Barbarın Kahkahası adlı eserdeyse moteldeki 2 tatilcilerin çoğu idrarlı havlularla birçok kez karşılaştıktan sonra bir bingo gecesinin sunduğu eğlenceyle bütün yaşadıklarını unuttu. Eğlencenin sonrasındaki ilk sabah limonata içerek bu zaferi kutlayan otel çalışanları limonata yerine aynı eylemci ya da eylemcilerce doldurulan idrarı içtiklerini fark etmedi bile. Ülkemizi jeopolitik konumu sebebiyle tehdit eden birçok terör örgütü mevcut ama zaten bütün dünya şu an bir terör salgını altında. Şehirlerimizde bazen birkaç örgüt birlikte eylem planlayıp gerçekleştirmeye başladı ve vahşi militanlarını masum göstericilerden ayırt etmek çok zor, kabul ediyorum. Örnek olarak, Gezi eylemlerinden bahsedebiliriz. Eylemlerin özellikle ilk birkaç gününün ardından, merkezi yerlerde pek çok terör örgütü mensubu deyim yerindeyse meydanı boş buldu. Bu hainler gösterileri gerçek amacından sapıttılar ve masum insanları da yönlendirip polisle karşı karşıya getirdiler, kardeş kardeşi yaraladı. Bu tür provokasyonları engellemek adına protesto organizatörlerine büyük sorumluluklar düşüyor. Özellikle sosyal medyadan yapılan organizasyonlar bu konuda büyük tehdit içeriyor. Daha başarılı eylemler sunmak adına sosyal medya örgütlenmesi eylemden bir iki hafta önce düzenlenmeli, organizatörler katılacaklarla görüşmeli ve eylemler belirlenmiş miting alanlarında düzenlenmelidir. Eminim ki bu tutum protestoların halkımız ve hükümetlerimizin gözünde itibarını arttıracaktır. Yazımda amacım siyasi bir taraf tutmak, “X parti başa gelince her şey çözülecek!” demek değildi. Ülkemiz ancak geçici karizmalara değil kurumsallaşmaya dayandığı zaman daha büyük bir hızla kalkınacaktır. İnanıyorum ki verdiğim çözümlere uyulduğunda gösteri organizatörleri gerçekleştirmek istedikleri amaçları yerine getirecektir. Kaynakça “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu.” İzinsiz Gösteri y.y. 1 Mayıs 2004 Web. 9 Ekim 2016. Can Berk Öztürk İLK AŞK Aşk, vurulmaktır bir nesneye, büyülenmektir yeni doğan bebeğin annesini görmesi gibi. Bir meyve; iki bedenin bir olmasıyla hayat bulan. Başka düşünür, başka görür, başka hisseder insan âşık olunca. Hayata yeni bir bakış belki mutluluk belki hüzün. Çünkü tek taraflıdır bazen karşılık bulamaz, karşılıklıdır bazen de şen eder iki hayatı ama ne olursa olsun bağlanmaktır aşk ona. İlkler vardır bir de hayatta; unutamayacağımız, vazgeçemeyeceğimiz, iyi ya da kötü bize gerçekleri gösteren. Peki ya ilk ve aşk? Bu vazgeçilemeyecek birliktelik... Bir nesneden öte, karşılık bulma arzusuyla delicesine sevdiğimiz, kendimizi kaybettiğimiz, o muhteşem insana duyduğumuz aşk. İlk aşklar unutulmazdır çünkü ilktir o ve büyüleyicidir. Büyüsünden kurtulamazsınız çünkü hiç tatmadığınız yeni bir duyguyu yaşarsınız. Sahiplenirsiniz O'nu, O'na adarsınız hayatınızı ve işte hikâye burada başlar. Siz delice severken ya O sevmezse sizi? Büyüleyici olan aşkınız değil de O'ysa? Size paha biçilemez bir elmas kadar değerli, güneş kadar parlak gelirken başkasına da gelmeyeceğini nereden bilebilirsiniz? Sizin hayatınıza ışık tutan o güneşin başka hayatlara göz kırpmadığını... Her elmasın bir değeri, her güneşin bir ayı vardır elbet. Aşk dediğiniz, hayretle baktığınız, yerlere göklere sığdıramadığınız, gerçek olduğuna inanmadığınız, efsanelere konu olan o aşk da başka birine öyle bakıyordur işte. Zevktir aşk, kaşa,göze,gül yüze, içe bakar ve yıpratır karşılıksız aşk. Zevklerin değiştiği, aşkların karşılık bulamadığı yerde yıpranır insan. Hele ki işin içinde bir aşk üçgeni,dörtgeni, çokgeni varsa imkânsızın karşılığı olur aşk. Tutulmuş başka kalpler ve şıpsevdi bir kız... Yüzüne aldanıp yüreğini göremeyen ve sevdiğine acı çektiren bir kız, umutlanıp hayata küsen aşklar ve sevgiyi hiç bulamamış gerçek aşkın saklı olduğu bir kalp. Turgenyev'in İlk Aşk adlı eserinde de karşımıza çıkan aşk üçgeni bize aslında aşkların ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Her şeyden habersiz âşık bir delikanlının, ışık saçan bir güzele vurulup karşısına çıkan olumsuzluklara rağmen delice seven saf bir âşığın öyküsü. Hep mutsuz mu biter hikâyeler, hiç mi karşılık bulamaz aşklar? Hayır. En güzel hikayeler aşkla yazılmıştır. Birbirini ölümüne seven iki yürek... Huysuzlukları, olumsuzlukları, kavgaları aşkın büyüsüyle tersine çeviren hayatı bir bedende iki yaşayan, vazgeçemeyen âşıkların mutlu sonsuzu... Güzel başlasa da çok sevse de biter aşklar derler ama gerçek aşk bitmez hiçbir zaman çünkü biten, aşk olmamıştır zaten.Kendinden öte, O'nu düşünürsün, O üzülmesin, O'na bir şey olmasın olan bana olsun dersin; hani candan ötesi de varmış derler ya bunu anlatır işte o söz ama ötesi yoktur çünkü can o olur. İncitmemek için vazgeçersin aşktan derler ve ben hep sorarım âşıksan yarasına merhem mi olursun yoksa O'nu çaresiz bırakıp gider misin? Vazgeçmek için değil onunla ölmek için sevmektir aşk. Ben de aşkı yeni buldum. İlk aşkım... Hayatımın merkezinde yanan bir ateş ve bana güç veren, adını duyduğumda kalbimi her seferinde yeniden fetheden, gözlerine bakmaya doyamadığım, mutlu sonsuzumu yazmak istediğim aşk. Hayat bize ne kadar toz pembe görünse de yaşımız ne kadar küçük olsa da ne zaman sonumuz gelir bilemeyiz ve ben sonum ne zaman gelirse gelsin o zamana kadar aşkımdan vazgeçmem. Aşka ne kadar bağlı kalırsak aşkımız da o kadar sonsuz olur. Hikâyeler kendi yazılmaz, bir yazara ihtiyacı vardır ve ben kendi hikâyemin yazarı olarak mutlu sonumu aşkımı ölümsüzleştirerek bitirmek istiyorum. Gerçek aşklar hiç bitmesin. İlk ve son olsun. Sonsuzlukta bekleyen son... Asena Algan Okuyarak Yeni Hedeflere İnsanoğlu hayatı boyunca bir sürü hedef belirler ve bunlara ulaşmaya çalışır. Başka bir deyişle hedefleri için yaşarlar. Bugün, yaşlı ya da genç kime sorarsanız sorun hayatta bir hedefi, bir amacı vardır. Bazı hedefler daha büyük insan gruplarını etkileyecek hedeflerdir, bazıları ise kişinin sadece kendi hayatını etkiler. Hedefin büyük ya da küçük oluşu fark etmeksizin, başarıldığında duyulan haz paha biçilemezdir. Hedefe ulaşmak çok zorlu bir süreç olduğu gibi, bu süreci yılmadan, sabırla ve vazgeçmeden tamamlayabilmekte oldukça özveri gerektirir. İshak Alaton’un hayatının anlatıldığı, baştan sonra bir başarı öyküsü niteliği taşıyan Lüzumlu Adam kitabında hedefe giden ve oldukça özveri gerektiren bu yolun nasıl başarıyla tamamlandığıdır konu. Bu kitabı okuduktan sonra anladım ki herkes her şeyi başaramaz. İnsanların kendilerini tanımadan çizdikleri yol hiçbir zaman başarıyla sonuçlanmaz, aksine insanları daha çok yıpratır. Kendimi bildim bileli başarı hikayelerini dinlemeyi ve okumayı çok severim. Bana her zaman farklı bir bakış açısı kazandırdığına inanırım. Çünkü büyük başarılara imza atan kişilerin, sıradan ve tek düze insanlardan daha farklı ve değişik açılardan durumları yorumladığını ve incelediğini düşünürüm. Başarı hikayeleri benim hayatımda küçümsenemeyecek kadar önemli ve büyük bir yeri kapsıyor. Her okuduğum kitap sayesinde kendime bir yeni hedef daha belirliyorum ve ona ulaşmak için çabalıyorum. Sanırım bir alışkanlık haline geldi bu bende. Genel olarak başarı hikayelerini okuduğum insanlar, gelecekte kariyerimde olmak istediğim yeri çoktan aşmış, emekli olmuş insanlar. Bir başka deyişle ununu elemiş, eleğini asmış insanlar. Benim gibi gençlerle kendi deneyimlerini paylaşıyorlar çünkü bu başarı hikayelerinin devamı gelsin istiyorlar. Genellikle, hayatları bir kitaba konu olan insanlar, toplumun refah seviyesini yükseltmek için çaba göstermiş insanlar oluyor. En azından benim bugüne kadar okuduğum hiçbir kitapta ‘‘toplum ne yaparsa yapsın, ben işime ve kazancıma bakarım’’ mantığını savunan insanlar anlatılmıyordu. Ben başarılı insanların biraz da bu yüzden hedeflerine ve bazen hedeflerinin çok üstüne ulaştıklarına inanıyorum. Kendi yakınlarımız dışında herhangi bir konuda yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım edildiğinde, otomatik olarak yardım eden insanın da işlerinin rast gittiğini düşündüğüm biraz enteresan bir düşüncem var. Başarı hikayelerini okudukça bu düşüncem daha da kuvvetlendi. Bunun yanında, okuduğum başarı hikayeleri bana ileriki yaşantımı hayal etme alışkanlığını kazandırdı. Kitaplarda ele alınan tecrübeleri kendi hayatıma uyarlamama yardımcı oldu. Ben böyle bir durumla karşılaşırsam nasıl tepki verirdim acaba diye kendime sormamı sağladı. En erken on sene sonra karşılabileceğim sorunlar üzerine şimdiden düşünmeme yardımcı oldu. Bu yazının başında da söylediğim gibi başarı hikayeleri benim hayatımda çok önemli bir yerde. Bu hikayeleri okuyarak, üstlerine düşünerek ve yorumlayarak ilerideki rakiplerimden daha önde olma fırsatına sahip olmamı sağladı. Mehmet Gündem’in kaleme aldığı ve İshak Alaton’un başarılarla dolu hayatını konu alan Lüzumlu Adam kitabı, bütün toplumlara faydalı, din,dil,ırk ayrımı yapmaksızın herkesin eşitliğini savunan bir dünya vatandaşı olmak isteyen her insanın mutlaka okuması gereken bir kitap. Kitabı bitirdikten sonra karşılaştığınız her türlü soruna başka bir perspektiften bakacaksınız. ‘’Dünyaya nasıl daha faydalı olurum?’’ sorusunun cevabını arayacaksınız. Sadece bu kitapla sınırlandırmamak lazım; kitapta anlatılan kişiyi övmekle, başarıya giden yolda yaşadıklarını anlatmak arasındaki çizgiyi belirlemiş ve bunun doğrultusunda kaleme alınmış bütün kitaplardan inanıyorum ki çıkarılacak ders, önümüze çizeceğimiz ve sonunda bizi başarının karşılayacağı bir yol vardır. MASKELERİMİZ İnsanın kendisi gibi olması ne kadar zordur? Ya da insanlar kendi kişiliklerini yansıtmaktan bu kadar mı korkarlar? Gerçek yüzümüzü gösterdiğimizde gerçekten iyi niyetimiz suistimal edilir mi ki biz kendimiz gibi olmaktan çekiniriz? Veya korktuğumuz şey yargılanmak mıdır? Aslında bunların hepsi başka maskeler ardına saklanmamızın esas sebepleridir. Neden saklanırız bu maskelerin ardına bunu biz bile bilmiyoruz aslında. Sadece ihtiyaç duyuyoruz ve ihtiyacımız doğrultusunda hayatımıza şekil veriyoruz. Kendimizi saklıyoruz, kırılmaktan, incinmekten korkuyoruz. Duygularımızı ve düşüncelerimizi değiştirmek zorunda olmamamıza rağmen değiştiriyor ve insanlara kendimizi öyle tanıtıyoruz. “Müstehcen bir yalan her zaman asil bir hakikate baskın çıkar.” (sf:114) Yalan söylemek ya da o yalanı devam ettirebilmek çok zordur aslında. Bir maskenin ardına saklanarak bir kişilik yansıtmak da en az onun kadar yorar bizleri. Sonuçta olmadığın biri gibi davranmak ne kadar kolay olabilir? Bir nevi yalan sayılabilir belki, o kişinin özelliklerini, düşüncelerini hep aklında tutman ve fire vermemen gerekir. Bunu devam ettirebilmek büyük bir istikrar gerektirir. Söylediğimiz yalanların ortaya çıkıp bize olumsuz bir şekilde geri dönmesi ise kişiliğimizi ortaya sermekten daha korkutan bir durum olmalıdır bizleri. Çünkü bu bizim insanlar arasında kabul görmek için kendimizden ödün verdiğimiz kişiliğimizin daha çok hasar görmesine sebep olur. Bu maskeler sadece zayıf yönlerimizi saklamaya yarıyor belki. Evet ben dahil herkesin maskesi var bu dünyada. Kimi özel hayatımızda taktığımız, kimi bir iş görüşmesinde veya en basitinden kimse sormasın diye mutsuzken mutlu görünme maskesi. Neden bu kadar korkarız peki kendimizi göstermekten? Örneğin zengin veya çok akıllı olmasak gerçekten dışlanır mıyız toplumdan? Lüks bir araba veya pahalı eşyalarımız olmadan yaşayamaz mıyız? Aslında klişedir ama mutlu olmadıktan sonra bunların hiçbir anlamı yoktur. Arabamız, telefonlarımız, giydiklerimiz değildir bizi biz yapan. Özellikle sosyal medyanın çok geliştiği şu yıllarda kendimizi insanlara olmadığımız biri göstermek en büyük hobimiz haline geldi. Aldığımız her şeyi başkalarına göstermek için alır olduk. Bu nesneler bizi mutlu etmesi gereken eşyalarken, başkalarına gösteriş için ortaya koyduğumuz eşyalar olmaya başladılar. Eskiden çocuklara uslu durdukları ya da doğru davranışlarda bulundukları için alınan pahalı hediyeler şimdi değerini yitirmiş sadece şımarıklıkları yüzünden veya ağlamaları dursun diye alınıp, çocuğun kıymetini bilmediği eşyalar oldular. Sadece kendimizi değil eşyalarımızın da anlamlarını değiştirdik. Kendimizle yetinmedik onlara da maskeler takar olduk. Kitapta Bayan Kathie de Hollywood için taktığı maskesinin ardında oldukça yorgun bir kişilik barındırıyor. O maskesiyle bile olsa ondan asla vazgeçmeyecek olan Hazie ise onun gerçek kişiliğini bilmesinin yanında zayıf yanlarını da görüyor ve o zayıf yanlarından dolayı ondan kendini soyutlayamıyor. Bunu sağlayabilen asıl sebep de aşk aslında. Âşık olduğumuzda ya da birini çok sevdiğimizde onlara karşı bütün duvarlarımızı indiriyoruz. Belki bir de güven ekleniyor buna. Sevgi ve güven bir araya geldiği zaman o herkeslerden sakladığımız benliğimizi her şeyimizle önlerine seriyoruz. Çünkü sevgi ve güven edinebileceğimiz ya da hissettiğimiz en masum duygular bir başkasına karşı. Belki de bu yüzden insanların uzun süreli insan ilişkilerimiz bozulduğunda kendimizi en büyük boşluklara atılmış hissediyoruz. Bütün sırlarımızı, benliğimizi anlattığımız, karşılarında en savunmasız olduğumuz insanlar bu ilişkilerimiz bittiği zaman kendileriyle birlikte bizden parçaları da beraberlerinde götürüyorlar. Aslında bütün suçlu biziz bir noktada. Kendimizi bu kadar koruyup sakınmasak çevremizden ne yalana ne de bu kadar kırılmaya yol açarız. Palahniuk “Zannedersem, dünyanın vermeye yeltendiği her tür hasardan daha beterini kendi kendinize vermenizde bir avuntu, belki de bir tür irade mevcut.” (Sf:69) diyor kitabında. Gerçekten de insana kendinden daha çok zarar veren başka bir şey yok aslında. Genellikle biz kendi kendimize olayları büyütüp kendimize dert ediyor ve kendimiz olmaktan kaçmaya başlıyoruz bu sebeple. Ne yaparsak yapalım maskelerimizi bir kenara atamıyoruz hiçbirimiz. Onlara o kadar bağlıyız, o kadar alışmışız ki. Onları fırlatıp atabilmek için sanki bambaşka bir hayata yeniden başlamamız gerekiyor. Ama bu gerçekten yeterli olur mu yoksa yine maskeler arkasında saklanarak devam mı ederiz denemeden asla bilemeyiz. 1. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:114) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 2. Palahniuk, Chuck. Anlat Bakalım (sayfa:69) Ayrıntı Yayınları, 2014, ikinci basım 3. Fotoğraf: http://inspiringmesh.com/wp- content/uploads/2013/01/face_behind_the_mask_by_missmausjuh-d4fn96n.jpg Yağmur Sugüneş Billur Güven TAM ZAMANINDA Geçmiş pişmanlıklar, gelecek kaygısı, ajanda, takvim, son tüketim tarihi ve insan ömrü; tüm bu kavramları zamanı tanımlamak ve ölçmek için kullanıyoruz. Bozuk saatleri tamir ettirip, akıp giden zamanı kontrol ettiğimizi sanıyoruz. Hatta kaybolan gençliğe geri dönmek için ilerleyen tıp biliminin faydalarından yararlanıp gençlik iksirinin hayalini kuruyoruz. Ama tüm bunları yaparken unuttuğumuz çok önemli ve hayati bir şey var, anı yaşayamıyoruz. 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Jean Chesneaux, kitabı Zamanı Yaşamak’ ta insanoğlunun teknoloji ve ekonomik kaygılarının etkisinde zamanı yaşamayı nasıl unuttuğunu; George Orwell, Martin Heidegger ve Hans Jonas gibi isimlerin ışığında inceliyor. Benim de geçen haftalarda okuma fırsatı bulduğum bu inceleme kitabından sonra aklımda binlerce soru kaldı. Zaman akıp gidiyor ve biz gerçekten yaşayamadan sadece nefes alıp mı veriyoruz? Peki bu bilinç kaybına ve koşuşturmaya sebep olan yaşamın kendisi mi yoksa insanların seçimleri mi? Kendi hayatımı, Jean Chesneaux’un düşünce sistemini ve çevremde gördüğüm örnekleri göz önüne aldıktan sonra, kendimce birtakım cevaplara ulaştım. Bence verimlilik savaşında en önemli silahımız olarak gördüğümüz teknoloji, toplumsal ve ekonomik kaygılar yüzünden zamanı yaşayamıyoruz ve sadece var olmayı sürdürüyoruz. İnsanın zaman kavramıyla olan savaşı sanayi devriminden sonraki dönemde tüm dünyaya yayılan ekonomik kaygıların etkisiyle geri dönüşü olmayan bir yola girdi. İş yerinde verimlilik, promosyon ve ekonomik plan kavramları bu dönemden sonra hayatımızda yerini aldı ve teknoloji zaman kazanmamızı sağlamak için imdadımıza yetişti. Modern hayatta günlük planlarımızı bile telefonlarımızdaki basit yapay zekâ yapıyor bizler için. Akıllı telefonlarımıza indirdiğimiz uygulamalar sayesinde tüm dünya ile iletişimimiz asla kesilmiyor. İnternetimiz bizimle olduğu sürece bir yandan telefonlarımıza gelen mesajlara cevap yazarken, aynı anda bilgisayarlarımızda ödev yapabiliyoruz. Sabah telefonlarımızın alarm sesine uyanıp, akşam yatmadan sosyal medyadaki son gelişmeleri takip ediyoruz. Kısacası teknoloji mükemmel hızı ve verimliliğiyle artık hayatımızın her alanında ve onunla uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Tabi ki bu durumun suçlusu insan icadı olan teknoloji değil, hayatının her anını bir akıllı telefon uygulaması hızında yaşamak isteyen insan. Teknolojik cihazların verimlilik felsefesini kendi hayatına da uyarlayan günümüz insanı, insan ilişkilerinde bile aynı hızı bekliyor. Bu durum da empatiden uzak, yapay insan ilişkilerine ve kaybolan anılara sebep oluyor. Şöyle bir durup en son gittiğiniz konseri ya da sosyal etkinliği düşünmenizi istiyorum sizden, telefonlarının ardında anı kaydetmeye çalışırken zamanı yaşayamayan yüzlerce insan geliyor aklınıza değil mi? İşte ben de tam bundan bahsediyorum. Toplumsal ve ekonomik kaygılar da en az teknoloji kadar zamanı yaşamamamıza sebep oluyor bence. Bir şeyleri başarabilmek için sürekli koşuşturuyoruz mesela. Bir güne sığmayan işlerimizi erteliyoruz, günü dolu dolu yaşamak adına az uyuyup kaldığımız yerden çalışmaya devam ediyoruz. Hobilerimize, arkadaşlarımıza, ailemize ve belki de en acısı kendimize zaman ayıramadan işimizi bitirmemiz için bize verilen saati bekliyoruz. Yapmamız gerekenleri tam zamanında yetiştirmek ise en büyük kaygımız oluyor hayatta. Ve bu koşuşturma hali bizden şu anı çalıyor fakat hayat da bizim gibi tam zamanını kolluyor bitmek için. Birazdan söyleyeceklerimi herkes hayatında en az bir kere duymuştur ama gerçekten insanın tek varlığı yaşadığı şu an. Tam zamanında bir yerlere yetişmek için harcadığımız bu anlar işte bize ait olan tek şey. Ömer Hayyam’ın da dediği gibi, “nedir, dedim bu yaşamak? Bir düş, dedi; birkaç görüntü”. Ve yaşadığımız her dakika bize tüm hissettirdikleriyle çok değerli, tabii zamanı yaşamayı ve biz tüm hissettirdiklerini tam zamanında kabullenmeyi unutmazsak. Kaynakça Jean Chesneaux. Zamanı Yaşamak. Ayrıntı Yayınları. 2015. Say, Fazıl. “Akılla Bir Konuşmam Oldu – Ömer Hayyam”. İlk Şarkılar. Ada Müzik, 2013. CD Mert Yıldırım Kürk Mantolu Madonna’nın Üzerimdeki Etkisi İnsanı şekillendiren bir sürü tecrübe vardır; Christopher Columbus ufuk çizgisinde bir geminin kaybolmasını gözlemledikten sonra dünyanın yuvarlak olduğuna inanmıştır, Bill Gates sınavlara geç çalışmanın insana zamanı etkili kullanmayı öğrettiğini savunmuştur. Beni de şekillendirmiş olan bir sürü tecrübe var, size bu tecrübelerden birini anlatmak istiyorum. Sabahattin Ali, „Kürk Mantolu Madonna‟ isimli eserini yazma sebebini şöyle açıklamıştır: “Dünya‟nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir! Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz” (164)? Bu eserde aktarılan hikâye ve fikirlerin bende bu açıklamanın ötesinde bir farkındalık yarattığını hissediyorum. Hikâye Rasim‟in Raif‟i tanıma çabasıyla ilgilidir. Karakterlerin duygularına yoğun olarak yer verilmesi dikkatimi çekti: O kadar yoğun ki Rasim sanki bu duyguları yaşamanın ötesine geçip onların varlığını anlamlandırmaya çalışıyor. Bu anlamlandırma çabasını Raif‟i gözlemleyerek sürdürüyor. Hikâye boyunca Raif‟i hem Rasim‟in gözlemlerinden hem de kendi gözünden tanırız. Yani, yazar konuyu farklı bakış açılarından ele alıyor ve bu bakış açılarını karşılaştırıyor. Hikâyenin başlangıcında Raif, Rasim‟in bakış açısından önemsenmeyen, pasif, manasız ve sıkıcı bir insan olarak tanıtılır: Aşk, tutku, güven gibi duygulardan yoksun ve yalnızlığa boyun eğmiş biridir. Rasim önceleri Raif‟e değer vermez, ancak bir gün Raif‟in resim yapmadaki yeteneğini keşfeder ve onu daha yakından tanımak ister. Gelişen olaylar sonucunda Raif, Rasim‟e hayatının yazılı olduğu bir kitap verir ve onu yakmasını ister. Rasim kitabı okumaya başladığında olayları Raif‟in bakış açısından görürüz. O sıkıcı, gereksiz ve duygusuz insanın zamanında yaşadığı yalnızlığı, aşkı, hayal kırıklığını ve pişmanlığı öğrendikçe Rasim kendi ile Raif arasındaki paralellerin farkına varır: Meğer o da bir Raif‟miş! Rasim, Maria ve Raif‟in yaptığı hataların insansı ve bizim de kolayca düşebileceğimiz hatalar olduğunu düşündüm. Ancak, bu hataların etkilerinin çok büyük olduğunu görmek de ilginçti: Raif, Maria‟dan haber alamayınca terk edildiğini düşünüp sevmediği bir kadınla evlendi ve Maria‟nın aslında Raif‟in çocuğunu dünyaya getirirken öldüğünü öğrenince yıkıldı. İnsanların varsayımlar üzerine hareket edip hata yapmaya meyilli olmasını bu hikâyede gördükçe bu hatalara karşı direnç göstermeyi bir görev edindim. Örneğin, bir arkadaşım bana verdiği sözü tutmazsa, onun beni umursamadığını varsaymadan önce sözünü tutmama sebebini öğrenirim; böylelikle Raif‟in yaptığı hatadan kaçınmış olurum. Rasim‟in Raif hakkındaki ilk izlenimlerinin kötü olmasına rağmen hikâyenin sonunda kitabını bir kere daha okuyacak kadar Raif‟e saygı edinmesinden bir ders çıkardım. İnsanları tanıdıkça onların tecrübelerindeki zenginliği ortaya çıkarabileceğimizin farkındalığı beni daha arkadaş canlısı biri yaptı. Kürk Mantolu Madonna‟nın üzerimdeki en büyük etkisi ise bende sorular uyandırmasıdır. Raif‟in hikâyesinin mutlu sona ulaşmaması neyin nerede yanlış gittiğini sorgulamamı sağladı. Raif pişmanlığı sonucunda hayattan soyutlanmış, mutluluğu asla elde edemeyecek biri haline dönüşmüştür. Maria, Raif ve Rasim‟i bir araya yalnızlık duygusu getirmiştir. Yani, duygularımız yaşadığımız hayatı direkt olarak etkilemektedir. Acaba ne kadar pişmanlık duysak da mutluluğu aramamız mı gerekiyor? Hayatımızı kontrol altına almanın yolu duygularımızı kontrol etmekten mi geçiyor? Raif‟in duygularını kontrol edemediğini ve mutluluğu hiçbir zaman aramadığını göz önünde bulundurmak benim bu sorulara vereceğim cevabı etkileyecektir: Bu bakımdan Kürk Mantolu Madonna beni şekillendiren bir tecrübe olmuştur. Referans Ali, Sabahattin. Kürk Mantolu Madonna. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012. Not: Referansı MLA formatında Yaptım. ŞÜKRÜ KIRMAN HAYVANLAŞMIŞ İNSANLAR Sizce günümüzde bir hayvanın, bu bir köpek olabilir, kedi olabilir hiç fark etmez, değeri insanların gözünde ne kadar olabilir, insanların giderek hayvanlaştığını da göz önünde bulundurursak? Bence dünyada öyle insanlar var ki, bunların hayvanlardan hiçbir farkı kalmamış dedirtiyor insana ve sorgulatıyor kendi duruşunu… Peki bir insan bir hayvanı, bir köpeği ne derece sevebilir? Paylaşabilir mi son ekmeğini dayanılmaz açlığına rağmen? Tüm yoksulluğuna rağmen işini kaybedecek kadar, hayatını riske atacak kadar çok değer verebilir mi o hayvana? Günümüzde hayvanlaşmış hatta hayvan diye isimlendirilemeyecek kadar kötüleşmiş insanlar var demiştim, işte Emrah Serbes de Müptezeller eserinin başında bu konuya parmak basıyor. Etrafında neredeyse hiç iyi insan kalmamış karakterin, en yakın dostu köpeğinin zehirlenmesine karşı tutumundan, hatta buna kalkışanların canına kıyacak kadar gözünün döndüğünden sözediyor bize. Evet bu tutumun doğruluğu tartışılabilir fakat ben kendimi karakterin yerine koyduğumda farklı şekilde davranacağımı düşünmüyorum. Çevremde hiç kimse kalmamış, tek ailem dediğim, tek sırdaşım, en sadık dostumun, köpeğimin canına kıyanlardan bunun hesabını sormak isterdim İsmail’in yaptığı gibi. Günümüzdeki insanlardansa hayvanların arkadaşlığını yeğlerim çünkü onların sevgisinin o kadar içten ve o kadar gerçek olduğunu düşünüyorum ki… Yazarın oluşturduğu karakter de insanlardan beklediği sevgiyi, anlayışı, sadakati bulamamış olsa gerek ki en yakın dostu olarak o köpeği bellemiş. Ve her sadık insanın yapacağı gibi en yakın arkadaşının canının hesabını sormak istemiş, o hayvanlaşmış katil insanlardan. Evet, katil diyorum çünkü bir canlının canına kıymak bundan başka bir sözle adlandırılamaz bence, ki bu canlılar bizim için çok değerli iken… Her sokak başında, her çöp konteynırının yanında mutlaka kedi veya köpek görürüz sokaklarda dolaşırken. Kimimiz oturur yanı başına, sevmeye çalışırız o ürkek, insanlardan korkmuş masum arkadaşlarımızı, bazı insanlar da rahatsız olur korkar onlardan, sanki bizden sevgi dışında bir şey istiyorlarmış gibi. İnsanları rahatsız ediyorlar gerekçesiyle birçok sokak hayvanı belediyeler tarafından katlediliyor. Peki onları sokaklarda bırakanlar da biz insanlar değil miyiz? Bir hevesle alıyoruz onları evimize ve hevesimiz geçince salıveriyoruz sokağa… Kimi insan başını okşuyor, sevgi gösteriyor o masum sokak hayvanlara, kimi insan da itip kakıyor, şikâyet ediyor yetkililere; toplatılsın bu hayvanlar sokaklardan diyerek. Kimimizin en yakın dostu olan, tek arkadaşı olan hayvanların canına umarsızca kıymış oluyoruz hem de hiçbir yaptırım olmadan, hiç kimseye hesap vermeden… Ben eylemi gerçekleştirenleri kati olarak nitelendirmekten çekinmiyorum. Şimdi soruyorum size İsmail en yakın dostunun canının hesabını sormasın da ne yapsın? İsmail sırdaşı köpeğinin öldürüldüğünü duyunca bunu yapanların boğazına sarılıyor, sormak istiyor bunun hesabını onlardan… Acaba kaçımız en yakın arkadaşımızı kaybettiğimizde onun hakkını arayıp sorumlularının adalete teslim edilmesi için çabalardık, arkadaşımızın hesabını sorardık? Bence bu insanların sayısı her geçen gün azalıyor ve insan ilişkileri sadece çıkara dayalı ilişkiler olmaya başladı uzun zaman önce. Hayvanlardan tek farkımız olan zekamızı çoğunlukla birbirimize kin beslemek için kullanıyoruz. Ama hayvanların o saf ve temiz sevgi duygusunun ilk günkü gibi kaldığını düşünmüyorum, özellikle de köpeklerin. Köpeklerin benim için gerçekten yeri ayrı ve bence gerçekten çok sadıklar, özellikle şimdi anlatacağım olay bunu doğrular nitelikte; geçenlerde evimizin önünde dolanan bir sokak köpeği gördüm, bir parça yiyecek verdim, o günden sonra o köpek evimizin önünden hiç ayrılmadı, hatta yabancıları evin yakınlarına bile yaklaştırmadı, orayı evi, bizi ailesi belledi, dışarı çıktığımda bir an yanımdan ayrılmadı ve hep benden önde gider, her deliğe, her yol ayrımına bakar, çevreyi kolaçan ederdi. Bence bu sevdiklerini koruma içgüdüsünden geliyor, tıpkı bir zamanlar her insanın sahip olduğu gibi… KAYNAKÇA Serbes, Emrah. Müptezeller. İstanbul: İletişim, 2016. Erkal-1 Fatih Erkal 21301418 Turk 102-58 Vedat Yazıcı 20.04.2015 Açamadan Solan Tomurcuk Ölüm… Sanki gelmek için bu haberi beklemişti ve uğramıştı Raif Efendi’ye. Yıllar boyu insanlara kızmayıp, uğradığı haksızlıklar ve hakaretler karşısında sessiz kalmış Raif Efendi’ye... Uğradığı en büyük haksızlıktan ötürü kendini cezalandırıyormuş gibi davranan Raif Efendi’ye... Ve ölümü yine kendisinin haksız çıkacağı bir ana ertelemiş gibiydi. Yıllar boyu tek kızdığı kişi olan Maria’nın haklılığını, hatta etrafındaki tek haklı insan olduğunu, öğrenmesi ölümü rahatça kucaklayabilmesi için yeterliydi belki. İnsan böyleydi. Haklı olmasını en kuvvetli duygularla arzuladığı insana en büyük haksızlıkları yapardı. O insanın haklı çıkmasının verdiği ümitsizliğin içinde, başka hiçbir şeyin karşılayamayacağı buruk bir sevinç yatardı. Ve belki bu on sene beklemeye değerdi. Yaşanan birkaç ay on senenin kazandıramadığını kazandırabilir, hissettiremediğini hissettirebilirdi. Maria’da öyle dememiş Erkal-2 miydi, geçen zamanın taksimatı insanoğlunun uydurmuş olduğu bir şeydi elbette. Bu yüzden on yılı birkaç ay ile kıyaslamak saçma ve lüzumsuz denebilirdi. Tıpkı her gün rastlanan yüzlerce insanda başka bir insanın varlığını sorgulamak gibi. Bu yalnızca elem verirdi. Hayatta tamamıyla mümkün bir şey yoktu. Maria’yla Raif Efendi’nin o kadar benzemesine rağmen ufak bir farklılığın bir ayrılık oluşturması gibi. İnkârla ikrarın çokça benzediğini, sadece bir harf farklılığını öne sürüp manayı reddeden materyalistler dışında kim söyleyebilirdi? Maria, Raif Efendi’nin ikrarı olduğu kadar, Raif Efendi de uzunca süre Maria’nın inkârı olmuştu. Bir harf nüansı çok da zorlaştırmamıştı elbette, fakat hangi vuslat ayrılığı tamamıyla uzak tutabilirdi ki? Ve ayrılık hep beklenmedik şekilde gelirdi. Mutluluklar beklenilirdi, hatta çoğu zaman olağan bile sayılabilirdi. Fakat Raif Efendi’de bu hiç de böyle değildi, hüznün böylesine sıradanlaşmış şekilde vuku bulduğu birisinde aşkın, sevginin böylesine değer görmesi şaşırılacak şey değildi. Maria’ya duyduğu o müthiş bağlılık, karşı koyamadığı arzu bundan ötürü geliyordu. Onsuz bir hiç olacağı düşüncesine karşı gelememesi bundandı belki de. Düşünülmesi o kadar da zor olmasa gerek, beyaz olmasaydı siyah ne kadar siyah olabilirdi? Hep güneşi gören birine karanlık nasıl anlatılabilirdi? Bir harflik, bir satırlık farklılığın müthiş bir zıtlığa savurduğu iki kişiyi buluşturan şey bu zıtlık değil miydi? Raif Efendi olmadan bir Maria’dan ne kadar söz edilebilirdi? Ve Maria olmadan Raif Efendi ne kadar vardı ki? Bazı şeylere tesadüf demek o muhteşem anlara ne büyük haksızlıktı. Raif Efendi’nin Maria ile karşılaşmasına tesadüf demek ne kadar acı verici olurdu. Kendi dünyasını henüz keşfe çıkmamış olan yüzlerce insanın arasında birbirlerinin dünyasını keşfe çıkmaya cesaret gösteren iki kişinin birbirinden ayrı kalmaya mecbur olması haksızlıktı... Hele bu iki kişinin bu kadar korkak, gerçekle yüzleşmekten kaçan ve sahte gülümsemelerle gerçeğin üstünü örten insanın arasında yalnız olması... Büyük haksızlıktı... Elbette bunların hiçbiri yaşanılanların gerçekliğinden ve değerinden bir şey eksiltmezdi. Erkal-3 Raif Efendi de tıpkı bir resim gibiydi, bir şeyler anlatmak ister gibi bir hali vardı, fakat anlatmak istediği kişiler onu anlamaktan yoksun, anlayanlar ise anlatmak istediğinin muhatabı olmayan kişilerdi. Bunlara tüm varlığıyla inanmışken bunu varlığıyla yıkan kadına nasıl âşık olmazdı? Nasıl ardından sürüklenmez, bu akışa teslim olmazdı? Böylesine kapılmışken bu nehrin akışına, kuruyuşunu nasıl kabullenirdi? Bunun için yıllarca nehre kızarken yağmurun yağmayışını fark ettiğinde elleriyle kuru toprağı deşip nasıl kendini teslim etmezdi? Haksız olmasından ilk defa böylesine müthiş bir mutluluk duymuşken o toprağa nasıl olurdu da kendini ait hissetmezdi? Maria’nın olmadığı bir dünyadan göçmek ise ruhlarının birbiriyle yaşamasının en büyük gerekliliğiydi belki de. Hiçe sayılan bir varlığın ardından ağladı onca kişi, Raif Efendi hiçten kurtulup kendini bulurken... Açamadan solan iki tomurcuk, ölü tohumlarını toprağa atmış ve bedenin taşınmaz ağırlığından sıyrılıp son ümitlerin kıyısı olan ruhlar âlemine ölüm limanından yelken açmışlardı… Yasin Dağ MESELA Düşünün, “İyi ki yapmışım!” dediğiniz şeyler mi; yoksa “Bunu niye yaptım sanki?”dedikleriniz mi daha çok? “Keşke yapmasaydım!” demeyi mi, yoksa “Keşke yapsaydım!” demeyi mi tercih edersiniz?1 İskender Pala İnsan her daim bir sorgulama ve eleştiri içerisindedir. İnsanlar şimdiyi ve geleceği sorgular, eleştirir. Fakat daha çok geçmiş, geçmişte kalan anılar, hatıralar, unutulamayan yaşantılar sorgulanır. Çünkü;her ne kadar insanın bir çeşit hayvan olmasına katılmasam da insan bazı büyük düşünürlere göre bir hayvandır fakat düşünen bir hayvandır. Geçmişi, geleceği, kendisini ve diğer insanları sorgulayan ve eleştiren bir varlıktır insan. Bu özellik diğer varlıkların, canlıların sahip olduğu bir özellik değildir. Sadece insana has bir durumdur bu sorgulama ve eleştirme yeteneği. İskender Pala Mesela adlı hikaye kitabında bu sorgulama işini işler. Bu işi de sadece iki kavrama indirger. İki gayet özet ve bitirici kavramlar: mutlaka ve keşke. Mutlaka, anlayacağınız üzere insanların yaptıklarından dolayı pişman olmadıkları eylemler için kullanılır. Bu tarz eylemler “Yine olsa yine yaparım.” gibi cümlelerleifade edilir. Bu tarz, mutlaka dedirten eylemler herkes için değerlidir. Bunlar aslında bizim güzel anılar, günler, arkadaşlıklar diye bildiğimiz geçmişimizdir. Bizimle kaldıkça bize huzur verirler. Bu, benim olduğu kadar birçok insanın da derdidir ya da düşündüğü bir durumdur herhalde: torunlarına anlatacak hikayelerinin olması, hayatını güzelce yaşadığını gösteren belgeler. İşte mutlakalar bize bunu hediye eder. Geçmiş yaşantımızı özetleyen ikinci bir kavram ise keşke dir. Bazı insanlar, hatta geçmişten ziyade günümüzü düşünecek olursak, bu günün dünyasında çoğu insan mutlakadan çok keşkeyi kullanır geçmişten ve anılardan bahsederken. Bu, insanların pişmanlıklarının olduğunu gösterir. Sürekli keşke diyen bir adamın yüzünde mutlaka diyen bir adamınkinden daha çok kırışıklık ve daha çok yaşlanma belirtisi vardır. Çünkü pişmanlıklar insanı yıpratır. Keşkeler insanın hapsidir. Hapisten kaçılamadığı gibi mahkumiyet de değiştirilemez. Eğer hapse girdiyseniz artık bir mahkumsunuz yani belli bir mekana mahkum bir insan. Keşkeler de bence böyledir. Onları değiştiremeyeceğimiz için ve geçmişe ait oldukları için bizi mahkum ederler. Kitabın ismi ve yazının da başlığı olması hasebiyle mesela deyip bir örnek vermek isterim. Ben küçükken, yaşımı hatırlayamıyorum, uzunca bir yokuşun başındaydı evimiz. O yokuşu hergün inip çıkmak benim için tamamen bir eziyetti. İnerken altı ya da yedi dakika, çıkarken ise neredeyse on beş dakika ömrümden çalardı bu yokuş benim. İlkokulda okuyordum ve mahallede arkadaşlarımla yeni yeni bisiklete binmeyi öğreniyordum. Birçok çocuk gibi önce korktum bu alete binmekten, iki tane yardımcı tekerle başladım işe, sonra attım onları ve iki teker üzerine gitmeye başladım. Bilindiği üzere bisiklet kullanmada kendini geliştiren çocuklar daha da zor ve tehlikeli şeyler denemeye başlarlar. Mesela; bisikletin gidon tutacağından yani direksiyonundan tutmadan bisiklet kullanmaya çalışmak gibi. Zar zor da olsa bunu da öğrendim ve artık mahallede kolaylıkla ve istediğim gibi bisiklet kullanabiliyordum. Fakat muziplik işte bizdeki. Acaba bizim yılların dev gibi yokuşunda bisikletimle ellerimi bırakarak inebilirmiydim? Tahmin edeceğiniz üzere denedim ve yine yıllar sonra anlatmamdan çıkarabileceğiniz kadarıyla başarısız oldum. Bazı arkadaşlarımın beni poh pohlamalarına kanarak denedim bu tehlikeli işi. Aslında başlarda gayet iyi gidiyordu herşey ama neyse ki sonlara doğru oldu bu. Bir anda dengemi kaybettim ve düştüm. Biraz yuvarlandım. Sonra zannedersem çok bir yara almış olamayacağımı düşündüm. Çünkü yerde çok fazla kan yoktu. Fakat insanın bir yerlerini kırınca kanının akmadığını bilmiyordum. Sağ kolumu kırmış sol kolumun kemiğini ise çatlatmıştım. Şimdi keşke diyorum o aptalca hareketi yapmasaydım ve bugün sağ kolum olması gerektiği kadar kuvvetli olabilseydi. Bu keşkem değiştirilemez bir anıdır benim için ve anıların hissettirebileceği iki farklı duygudan birisini yani pişmanlığı bana hissettirir. Mutlakalarımız ve keşkelerimiz bizi biz yapan en önemli şeylerdir. Biz her daim yanı başımızda onları hissederiz ve onlarla yaşarız. Bu yüzden onlara ayrı bir önem verilmeli. İnsanlar bunların farklarına varmalıdır. KAYNAKÇA Pala, İskender. Mesela. İstanbul:Kapı yayınları, 2016. Kitap (3) Berfin Aydın Gönenç Tuzcu TURK 101-21 23 Mart 2015 Çok Anlatı Tek Anlatı İçinde İlk Bilge Karasu anlatısını 14 Şubat 2013 tarihinde Atılım Üniversitesi’nde düzenlenen Dünya Öykü Günü’nde dinlemiştim. Bu kitabın içinden bir anlatı. “Usta Beni Öldürsen E!” isimli öyküydü. İki kişi karşılıklı okumuştu. O kadar etkilenmiştim ki, sadece bir öykü değildi. Emek istiyordu anlamak, bütün haline sokmak için. Kullandığı kelimeler, betimleme şekli çok etkilemişti beni. Okulu ekip gitmeme kesinlikle değmişti. Ancak dersaneyi de kaçırmama neden olacak gibi olması beni endişelendiriyordu. Şanslıydım ki arkadaşımın annesiyle karşılaşmıştım, beni dersaneye bırakmıştı. Yol da ne kadar etkilendiğimi anlattım ona, Sait Faik okuyordum mesela o dönem, kesinlikle ikisi aynı tür olamaz dediğimi hatırlıyorum. Anlatı ve öykü üzerine konuşmuştuk. Sonradan bana “Yengeç’e Övgü”yü göndermişti. Daha çok etkilenmiştim ancak kitabı alıp okuma şansını hiç yakalayamamıştım. O güne dair unutamadığım bir ayrıntı daha var, yaşı bana en yakın insan benden 20 yaş büyüktü ve haliyle ilginç duygular hissediyordum. Belki de bu duygular yüzünden hâlâ bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum o günü. Daha da ilginç olan ise sonraki yıllarda bayağı büyük organizasyonlarla kutlamalar yapılmasına rağmen bir türlü gidemememiş olmam. Kitaba başladığımda çok heyecanlıydım. Sanki yıllardır kendimi sırf bu mutluluğu yaşamak için mahrum bırakmışım. Hep ilk öğrendiğim anlatıya dönmek istedim ama her anlatıdan önce olan kitabın aralarında süren anlatıyı bozmaktan korktuğum için bu düşünceyi uzaklaştırdım. Her şeyi kitaba uygun yapacaktım. Başladım, bayıldım, aşık oldum. Resmen bütün bildiklerimize karşı çıkan bir anlatı biçimi. İnsanların birbirine sen ben yapsak olmaz ama onunki oluyor işte dedikleri türden. Anlatımlar arasında öyle güzel geçiyor ki, daha da güzeli bunu tek bir türde yapmıyor. “Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam”da karakterin gözünden hissedilenler, yaşanılanlar sayfanın daha içerisine yazılarak yansıtılırken; “Usta Beni Öldürsen E!” bunu çok daha farklı yapıyordu, Çırak’ın cümleleri yarım kalıyordu. Sonradan düşündüm ve üzüldüm; neden artık böyle şeyler yazılmıyor, neden böyle karmaşık yazılar artık edebî yerine yeraltı veya postmodern olarak etiketlenip hepsi aynıymış gibi bakılıyordu yüzlerine? Bütün düşünceleri, insanın içindeki karanlığı, gizli arzuları, belki gereksiz sayılabilecek takıntıları edebiyattan uzaklaştırmak istemeleri ne kadar üzücü. Bir yandan aksine gelişen bir akım var elbette artık yeraltına yeraltı diyemiyoruz çünkü ulaşılabilirliği inanılmaz arttı. Bu ne değiştirdi peki? Ruha işlememiş sonuna kadar gerçekçi hikayeler edebî olarak kabul görürken neden bir ruhu anlatanlar dışarıda kalıyor bir parça karamsar diye? Adeta korkuyoruz kendimizden, içimizdeki karanlıktan. Bir duruma, bir masala tanık oluyorsunuz okurken. Bazen o kadar belirsiz ki gözünüzde tam olarak canlanmıyor ama canlandığında bütün betimlemeler tamamen size ait oluyor. Sadece bu olanağı tanımıyor üstelik, herkesin çıkaracağı ders farklı oluyor, öyle tahmin ediyorum daha doğrusu. Öyle alıştığımız masallardan çıkarılan kıssadan hisselere benzemiyor üstelik, çok derin ve bir o kadar da insani dersler. Birine çok hayran olursanız benliğinizi kaybeder ve ölürsünüz gibi bir dersi her masal anlatamaz. Bunu hiç söylemeden tamamen sizin çıkarmanız gibi bir beklentisi ise neredeyse hiç olmaz klasik öykünün. Olağanüstü o kadar şey var ki anlatılarda. Balıkçıyı seven deniz. Denizi seven balıkçı. Balıkçıyı yutup aralarındaki bağı kuran balık. Sonra yine denize dönen balıkçı. O kadar anlamsız geliyor ki cümleleri anlamaya çalışmadıkça. Bu ögeler “Avından El Alan” adlı anlatıdan. Anlamak için içinde geçen kısaca verilmiş aralara yerleştirilmiş diğer av hikayesine de odaklanmak gerek diye düşünüyorum. Neden avcı avını sever anlamak için gerekiyor bu, öylesine konulmadığına ikna olmaya çalışıyorumdur belki de. Genel olarak sadece şekilsel olarak kullanılan yöntemlerin dışında anlatıların içeriği de göz bebeklerimi büyütüp, kan akışımı hızlandırdı. Bazı kitapların diğer kitaplara bakışımızı büyük ölçüde değiştirdiğine inanıyorum. Benim için de bu kitap kesinlikle öyleydi. Yıllardır ertelemiş olmamın belki de bir nedeni vardı. Bilge Karasu okumaya başlarsam kolay kolay diğer yazılanları beğenmem diye düşündüm muhtemelen. Yani bu fazlasıyla romantik bir düşünce elbette, gerçekliğe bakarsak sadece denk gelmediği aşikar olabilir. Yine de böyle düşünmeyi tercih ediyorum, beni fazla etkileyeceğini bildiğimden kasıtlı olarak erteledim. Bir şeyleri ümit etmeye itiyor beni. Bir şeylerden kaçmamaya, gizlememeye. Hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimi düşündürüyor. İçimde bir solucan kıvranıyor. Rahatsız da olmuyorum. Solucanlar dolanmalı beyinde, zorlamalı bazen sınırları. Fatih Atalı 21101912 TURK102-8 09.12.2014 Kitap 6 Laplace Şeytanı 1970 yılında Amerika’da doğan Adam Fawer, 2005 yılında ilk romanı Olasılıksız ve 2008 yılında da ikinci kitabı olan Empati yayımlanmıştır. Olasılıksız isimli romanı büyük beğeni almış ve 2006 yılında en iyi ilk roman dalında ödül kazanmıştır. Kitap okumayı hobi olarak edinmemiş insanların bile tek solukta okuyabileceği sürükleyicilikte bir kitap olan Olasılıksız, her iyi kitabın yaptığı gibi okuru kurgunun içine hapsedip olasılıklar dünyasına sürüklemektedir. Herkesin bildiği gibi hiçbir insan geleceği göremez ve bilemez. Ancak insanlar olası durumları belirleyerek hangi olasılığın daha yüksek olduğunu, sonucu etkileyecek tüm etkenleri göz önünde bulundurularak belirleyebilirler. Fransız Matematikçi Laplace‘e göre Olasılık Kuramı asla yanılmaz. Yani atılan bir paranın yazı ya da tura gelme olasılığını ortamın değişkenleri belirlemektedir. Bir paranın atılıp yazı veya tura geleceğini ortamın şartlarını göz önünde bulundurarak yere düşmeden hangisinin olasılığının daha fazla olacağını hesaplayabilecek kadar gelişmiş yapıda bir beyne sahip olan romandaki karakter David Caine, bir Laplace şeytanıdır. David Caine, bütün değişkenleri en hızlı şekilde değerlendirip en yüksek olasılıklı durumu belirleyebilmektedir. Ayrıca vermiş olacağı kararlarla geleceği bir açıdan tahmin bile etmiş hatta bir kelebek etkisi bile oluşturabileceğini fark etmiştir. Her ne kadar gerçek hayatta imkânlı gibi gözükmese de, olaylardaki bütün değişkenleri belirleyip kısa bir zaman diliminde hesaplayabilecek bir kişi, ya dünyadaki en şanslı insan olarak nitelendirilecektir ya da belli bir zaman sonra bu kişinin özel güçleri olduğuna inanılacaktır. Kuşkusuz romanın dönüm noktası David Caine’in epilepsi hastalığının etkisini göstermeye başlamasıdır. Bir başka deyişle, David Caine’in Laplace şeytanı özelliğini kazanmasıdır. Bu nokta onun hayatını tepe taklak yaptığı gibi kitabın fikir örgüsünü de baştanbaşa değiştirmektedir. Birbirinin zıttı gibi gözüken kavramların nasıl birbiriyle harmoni içinde kaynaşabildiğini yansıtmaktadır. Önceden akıl, mantık, olasılık yöntemleriyle hareket eden kitap kahramanı ruhla, inançla ya da başka bir deyişle olasılıksızlıkla tanışmaktadır ve hayatına giren bu yeni kavramlar eskilerinin yerine almaya çalışmamış, onlarla bütünleşerek David Caine’e yardımcı olmuştur. Aslında birbirine zıt gibi gözüken bu olgular bir bütün olmuştur. Bu bütünleşmeyi de Schrödinger'in kedisi isimli ünlü bir fikirsel deneyle desteklemeye çalışmıştır. Kısaca bu deneyi özetlemek gerekirse, kapalı bir kutuya kedi ve yüzde elli ihtimalle etkinleşecek öldürücü bir madde koyulur. İçeriden gözlemlendiğinde kedi ya ölüdür ya da canlıdır. Ama dışarıdaki bir gözlemci için kedi hem ölü hem de canlıdır. Yaşam ve ölüm aynı anda bir yerde bulunmaktadır. Aynı beyin ve kalbin; akıl ve inancın aynı anda bulunabilmesi gibi. Bu açıdan bakıldığında kitap çok ünlü bir uzak doğu felsefesinin günümüze yansımış şeklidir. Yin ve Yang felsefesi her şeyin iki kutuplu olduğunu ve bu karşıt kutupların birbirlerini barındırdıkları savunur. Her şey iki kutuplu olduğu için bir parça, karşıtı olmadan var olamaz. Ölüm olmadan hayat olmaz, ışık olmadan gölge olmaz. Aynı şekilde kitap doğrultusunda düşünürsek ruh olmadan akıl olmaz. Kökeni çok eskilere dayanan bu felsefi düşünce, Olasılıksız kitabında, belki de insanların en çok ihtiyacı olduğu anda, 21. yüzyılda karşımıza çıkıyor. Sonuç olarak, bu roman yalnızca iyi kurgusu ile değil, okuyucuya hayata karşı alternatif bir bakış açısı da sunmasıyla da türünün en iyilerinden birisi olarak gösterilebilir. Ayrıca, birbirinin zıttı gibi gözüken kavramlar, herhangi birisinin yokluğunda hiçbir anlam taşımamaktadır. Kısacası bu kavramlar birbirlerini adeta tamamlamaktadır. (A)Sosyal Medya Naz Kaplan Sosyallik kelimesi aklımda hep toplum, paylaşım, bireyler arasındak ilişki ve bunlarla ilgili kavramları çağtıştırır. Toplum olmak; bu toplumda sosyal bir ilişkimiz olması; başka bir bireyle karşılıklı bir şeyler paylaşmak, bir iletişim içerisinde olmak… Bunlar aslında baktığımızda sosyalliğin bizim hayatımızdaki karşılıkları. Gün geçtikçe, iletişim olanaklarının artmasıyla, insanların sosyal hayatı yaşama biçimleri de çeşitlenmeye başladı. Son zamanlarda, bu biçimlerden en gözdesiyse medya kaynaklı bir sistem oldu. Birbirini hiç görmemiş iki insanın birbirine arkadaş demesini sağlayan bu sisteme, sosyal medya ismi verildi. Fakat ben, bu sisteme sosyal medya denmesini hep ironik bulmuşumdur. Konuştuğu kişinin yüzüne bir kere bile bakmamış bir insanın, bir başkasıyla internet üzerinden bir şey “paylaşmasına” ilişki denmesinin ve insanların sosyalliği bu şekilde yaşamalarının sosyalliğin tam zıttı olduğunu ve hem bireyleri, onların kişiliklerini ve sosyal hayatlarını hem de toplum yapısını büyük oranda zedelediğini düşünüyorum. Öncelikle bu konu hakkında bir anımı paylaşmak isterim. Geçtiğimiz hafta annemin arkadaşının iki çocuğu birkaç günlüğüne misafirimiz oldu. O birkaç gün, günümüz çocuklarının sosyal medyaya ne kadar bağımlı olduklarını ve bunun kişiliklerini nasıl etkileyip şekillendirdiğini yakından gözlemleme şansı buldum. Sosyal medya çağının ortasında doğmuş, bu algılarla büyümüş, hayatları internetle bütünleşmiş bu çocukları gözlemlerken, ne yazık ki beni çok üzen birkaç sahneye şahit oldum. Bu sahnelerden birisi, bir akşam hep beraber dışarı çıktığımızdaydı. Annemin beni küçükken hep götürdüğü çok güzel ve mütevazı bir park vardı. Oraya gidelim, çocuklar da eğlenir diye düşündük. Fakat o parka vardığımızda çocukların ilk sorduğu şey internet bağlantısı olup olmadığıydı. Yandaki kafeden gidip internet şifresini öğrendiler ve parktaki banklara oturup bütün akşam kafalarını telefonlarından kaldırmadılar. “Beğenmediniz mi parkı çocuklar, neden oturuyorsunuz kenarda” diye sorduğumuzdaysa; biri arkadaşlarıyla konuştuğunu, diğeriyse sosyal medya sitelerinden birisinde dolaştığını söyledi. Sosyal medya tarafından ellerindeki telefonlara öyle hapsolmuş gördüm ki onları, aklıma geçen gün gördüğüm bir karikatür geldi. https://www.google.com.tr/search?q=asosyal+gen%C3%A7lik&espv=2&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwibze2o- arTAhVRL1AKHXsyApgQ_AUIBigB&biw=1920&bih=925#tbm=isch&q=teknoloji+ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1l%C4%B1%C 4%9F%C4%B1+karikat%C3%BCr&imgrc=87_c3extnmpcZM: Bu akşamdan sonra eve döndüğümde, içinde yaşadığımız sosyal medyanın aslında bizi nasıl asosyalleştirdiğini düşünmeye başladım. Biz küçükken parka gidince yerimizde duramaz, yorgunluktan bayılana kadar parkta o salıncak senin, bu kaydırak benim koştururduk. Çünkü o zamanlar teknoloji, sosyal medya ve araçları şuan olduğu kadar dâhil olmamıştı. Şimdiyse, tüm enerjilerini hoplaya zıplaya atması gereken; sosyalliği yüz yüze, en saf ve keyifli haliyle yaşaması gereken çocuklar birbirleriyle sadece bir ekran üzerinden iletişimde bulunuyorlar. Aynı ortam içerisinde birbirleriyle kurmaları gereken ilişkiyi ellerindeki telefonun veya bilgisayarın ekranıyla kuruyorlar. Bunları düşünürken, bu sorunun özellikle çağımız çocuklarında olmak üzere tüm bireylerin üstünde pek çok farklı etkileri olduğu kanısına vardım. Bu etkiler fiziksel (sürekli hareketsiz bir şekilde ekran karşısında oturmak), daha da önemlisi psikolojik olarak negatif şekilde biz bireylerin hayatını ve bunun sonucunda aslında toplum yapısını ciddi biçimde şekillendiriyorlar. Bir çocuğun internet üstünden iletişim kurmaya ve hayatını yaşamaya alıştığı bir şekilde büyümesi; bir bireyin hayatını bu şekilde yaşamaya alışması, aslında bizi gitgide gerçeklikten uzaklaştırıyor. Sanal bir yaşama ve sosyal medyadaki hayata alıştıkça gerçek ilişkilerden, gerçek paylaşımlardan, gerçek sosyal hayattan kopmaya başlıyoruz. İnternette kendimize bir hayat kuruyoruz ve orada yaşamaya başlıyoruz. Kendimizi orada ifade ediyor; “arkadaşlıklarımızı” orda oluşturuyor veya ilerletiyor; paylaşımlarımızı orada gerçekleştiriyoruz. Bunu internetten yapmaya o kadar çok alışıyoruz ve gerçeklikten o kadar çok kopuyoruz ki, gerçek hayattaki sosyal yeteneklerimiz köreliyor. Bunun yanında, özgüveni yeterince gelişmemiş, utangaç veya sosyal ilişkilerde sıkıntı yaşayan çocuk ve bireyler; sosyal medyada kolay bir şekilde kendilerini ifade edebildikleri için kendilerini geliştirme ihtiyacı duymuyorlar. Sonuç olarak, hem kişiliği hem iletişim kabiliyeti gelişmemiş bireylerden oluşan bir toplum halini almaya başlıyoruz. Sosyal medya hayatımızın başrol karakterlerinden biri haline geldi ve bu, hem çocukları hem bireyleri hem de toplum yapısını birçok farklı açıdan olumsuz yönde etkiliyor. Oysa beraber vakit geçirmek, gerçek bir şeyler paylaşmak, beraber gülüp eğlenmek, sağlıklı iletişim kurabilmek… Bunlar o kadar değerli şeyler ki hayatımızda… Dilerim gün geçtikçe gerçek hayatın değerini anlayanların sayısı artar ve bu değerlerimizi tümüyle kaybetmeyiz. Orkun İzan 21303081 TURK 102-1 Başak Berna Cordan Assignment 1 14.02.2015 Yarattık Bir Müfettiş 1966 yılında Orhan Kemal’in yazdığı ‘Müfettişler Müfettişi’ romanı okuruna Türkiye taşralarında yaşayan insanların zaaflarını, açmazlarını, devlete ve güce karşı duydukları korku ve paniği en sevecen haliyle anlatıyor. Halkın kasabalarına gelen takım elbiseli, fötr şapkalı, boylu poslu adamın (Kudret Yanardağ) halinden ve tavrından yola çıkarak bir devlet büyüğü olduğuna karar vermeleriyle roman başlıyor. Bu kodamanla kurdukları ilişki, devletin bu insanlarda uyandırdığı korkuyla birlikte saygı ve ayakta kalma telaşları toplumsal bir komedyaya dönüşüyor. Açık bir şekilde ifade edilmese de İç Anadolu Bölgesi’nin bir kasabasında geçtiği anlaşılan, kısaca bahsettiğim bu önemli roman Erkan Yücel tarafından 1981’de oyunlaştırılmıştır. Benim de 2012 yılında rol aldığım bu oyunun ilk sahnesi tren garının meyhanesinde geçiyor. Takım İzan 2 elbiseli adamın deyişiyle ‘mail-i inhidam’ ve oldukça izbe meyhanenin sahibi ve müşterileri adama yaranmak maksadıyla cebine üç beş kuruş sıkıştırmak için bin bir gayrete girerler. Benzer olaylar kasabanın restoranında da yaşanınca takım elbiseli adam bu müfettiş rolünü iyice üstlenir ve kasaba halkını teftiş ediyormuş gibi davranıp cebini doldurur. Oyundaki en önemli karakterlerin başında Arabacı Kel Mıstık geliyor. ’Müfettiş’i gideceği her yere taşıyan Mıstık karakteri de kendi kendine bir statü vererek ‘müfettişin’ sağ kolu gibi davranmaya başlar. Otelci karakteri de oyundaki bir diğer önemli karakter. Otelci ’müfettiş’in karısını ayartacağını bilmeden otelindeki pisliği ve kuraldışı işleri gizlemek için ‘müfettişi’ evinde ağırlar. Bu keşmekeşin içinde kasabanın sarhoşları insanların otoriteye duydukları bu korkuyu ve ‘müfettiş’ in dolandırıcılığı meslek haline getirip geçimini sağlamasına yol açanın da aslında o toplumun ta kendisi olduğunu bizlere alaycı bir dille anlatıyor. Halkın devlet benden daha fazlasını almadan ben ona biraz vereyim ki benden uzak dursun diye düşünmesi aslında bize ülkedeki işlerin nasıl çarpık işlediğini de anlatıyor. Anadolu'nun kaderine boyun eğmiş, her şeye çarçabuk İzan 3 inanan ve devlet korkusu içinde yaşayan kasabalıların günün birinde gelen "bösböyük adam" daha da büyür gözlerinde ve kasırga gibi geçer kasabanın üstünden. Oyunun sonunda ‘müfettiş’in halka seslenirken ‘ben müfettiş filan değilim’ sözüne halkın ‘hayır sen müfettişsin’ diye bağırması da bize Anadolu halkının güç karşısında ne kadar ezildiğini ve olayların içinden sıyrılmak için nasıl insanların suyuna gittiklerini gösteriyor ve adeta ağlanacak halimize güldürüyor. ‘Müfettiş’ in oyun içinde halka söylediği; ‘‘Atalarımız bize cennet bir yurt emanet etmiş, Cenab-ı Hak da dirayetli liderler bahşetmiş. Sizde bu şevk ve heyecan varken şarap da düzelir asayiş de.’’ sözü bize halkın bugüne kadar nasıl susturulup, korkutulduğunu gösteriyor. Yıllardır halka, bizim liderlerimiz Cenab-ı Hak tarafından gönderildi, bu yüzden onlar her şeyin doğrusunu bilir ve onlara boyun eğmemiz gerekir, mesajı veriliyor. Bu da halkın yapılan yanlışlara ses çıkaramamasına ve otoriteye kesintisiz itaat etmeleri gerektiğini sanmalarına neden olan bir politika. Sahte müfettişimizin halkın şevk ve heyecan sahibi olduğunu söylemesi de aslında yaptığı bir ironi. Bana göre Orhan Kemal bu sözle halka ‘siz sorgusuz sualsiz itaat edip, İzan 4 devletten korktukça, daha çok kandırılacaksınız.’ gibi bir mesaj vermeye çalışıyor. Bu oyunu oynadığımız sırada ilgimi çeken önemli bir şey ise seyircilerin oyunu izlerken reaksiyon verdikleri bazı sahnelerdi. Sahnedeki karakterin açıklarını kapatmak için girdiği çaresiz durum ve saflığı seyircinin en çok ilgisini çeken yerlerdi. Sanırım bu durumun sebebi, o anda sahnedeki karakteri çevresindeki insanlara benzetmeleriydi ve aslında o karakterin kendisine hiç de yabancı olmadığını fark etmeleriydi. Ankara Halk Tiyatro’sundan sonra ilk kez 2012 senesinde Ankara MSM oyuncuları tarafından oynanan Sarhoş ve Otel Katibi karakterlerini canlandırdığım bu oyundan birkaç fotoğrafım da aşağıda bulunmaktadır. İÇGÜDÜLERİN TEMELİNDE HAYATIN SINIRINDA İnsanlığın varoluşundan beri en temel ve basit içgüdüsü hayatta kalmaktır. Hayata karşı hissettiğimiz bu aşırı bağlılık ve tutunma isteği, hayatta kalma isteğimizin temelini oluşturur. Her ne kadar bu istek içimizde her zaman bulunsa da, bazı olaylar sırasında daha çok ortaya çıktığını fark ederiz. Hayata tutunma isteğimiz belki de en çok bir işten vazgeçmek üzereyken çıkar. Tam başka bir yolun olmadığını, kaderinizi kabul etmeniz gerektiğini düşünürsünüz ve bir anda o ortaya çıkıverir. Örneğin, kimse Mars’ın yakınlarında iki roketin birbiri ile buluşup Watney’i kurtaracağına inanmıyordu, fakat ana karakterimiz içgüdüsü ile beraber hareket etti ve roketin kütlesini azaltarak çözüm yolunu buldu. Daha önce hiç kimsenin böylesine keşfedemediği bir gezegende mahsur kalmak, hatta daha da kötüsü kimse ile iletişime geçememek, normalden kesinlikle daha büyük bir cesaret gerektiriyordu, o da bu cesareti kendini olayların akışına bırakmayarak ve çözümler üretmede bulmuştur. Öte yandan, içgüdülerimiz sırf böylesine aşırı durumlarda ortaya çıkmak zorunda değildir. Günlük hayatta neredeyse herkesin böyle içgüdüsel bir şekilde çözüm bulduğu örneklerle karşılaşabiliriz. Psikolojik olarak “hasta” olarak kabul edilen bir kişiler(özellikle depresyonda, bipolar bozukluğu ve intihara eğilimli olanlar) içindeki bu hislere (içgüdülere ) daha da bağlıdırlar. Çünkü her ne kadar bu hayatı bırakmayı “sağlıklı” bir insandan daha fazla düşünseler de, aslında bu içgüdüleri onları boğar, yaşama sevinçlerini ellerinden alan bu düşüncelerinden uzaklaştırır ve hayatta tutar. Böylelikle tüm insanlar, içlerindeki yaşama tutkusuna yani yaşama içgüdüsüne her şeyden daha çok bağlıdırlar. İçindeki sesleri bastırmak, geride bıraktığı ailesini ve arkadaşlarını düşünmek ve hayatında yaşayabileceği daha bir çok deneyim ve maceraları düşünmek için bu sese kulak vermek ister. Sonuçta; yaşam ile nefes alamamak, varlık ile yokluk arasındaki ince çizgiyi bu hayat aşkı belirler. Hayatta en önemli olan, aslında bu ince çizginin varlığı görebilmek, başlangıcını ve sonunu seçebilmektir. Günümüz hayatında (veya Mars’ta çok uzun süre mahsur kalmış ilk “uzay korsanı”nın yaşamında) bunun varlığı görebilmek, doğruyu seçmek zor olacaktır . Dışarıdaki onca yargılayıcı bakışların, iğneleyici sözlerin, o an ki stresli durumda kendi iç sesimizin bize gösterdiği umut dolu yolu seçmeye çalışmak silik, sönük bir fısıltı gibi kalabilir. Bizi hayatta tutacak bu içgüdüsel umudu herkes göremeyebilir, kimi görmeyi reddebilir bazıları için ise varlığını hissetmek mümkün olmayabilir.Sonuçta yaşam umudunu yitirenler, varlığını göremeyenler veya reddeler için vakit biraz geçtir. Çoğu ya evinde hayatının biteceği günü bekler sessizce, kimi ise “Boğaz’dan atlayan” başka biri olarak gazetede küçük bir köşeye sahip olur. Ya da umuda sarılıp kahraman olur. Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, “yaşama umudu” Ying’in içindeki beyaz noktadır. Herkes onun bir yerlerde olduğunu bilir, ama azı onun günlük hayatın bir parçası olduğunun farkındadır. Aslında iç içeyizdir. Bir söz “Her şeyin içinde cennetin işaretleri vardır...” der. Benzer bir şekilde bizim içgüdümüz de her yerdedir. Başka bir insanın kalbinde, sevdiğimiz bir grupta, şarkının sözlerinde… Böylesine ortada belirgin ve net iken, görememek maalesef en büyük problemimiz. İzole yaşantılarımız bizi at gözlükleriyle yaşamaya, “biz” yerine “ben” kullanmaya, “şu an buradan yok olsam, kim önemserdi beni” diyerek düşünmeye zorluyor. Bu karmaşık duygu ve ifadeler silsilesinden ise gerçekten kurtulabilenler çok az. İsterseniz uzayın ortasında kendi botanik bahçesini kurup başka bir gezegende yaşamın tarihini tekrar yazan botanist bir astronot olun veya büyük şehirlerden birinde ailesiyle yaşayan sırdan bir insan; hepimiz aslında aynı şeye “Yaşama” bağlıyız. Bizi çağlardır ayakta ve zinde tutan, sayısız savaşların, isyanların ve tarihi olayların kalbi olan o tek hisse… Bizi belki de yaşama umudu kadar kişiyi yöneten, manipüle edebilen başka bir duygu yoktur. İçgüdülerin en eski ve saf olanı, aynı zamanda duyguların en karmaşık ve komplike olanı… Hayat denilen bu tarifsiz olaylar dizininde bizi ayakta tek tutabilen duygu, işte yaşama sevinci ve yılmamaktır. Merçe Kaan OLCAY Hayvanlardan Tanrılara Dünyanın ve insanların bugün geldiği hale bakınca ister istemez yukarıda tüm bunları gören ilahi bir güç olup olmadığını sorguluyor düşünen biri. Sorgulamayan insan düşünmüyordur. Nasıl bu hale geldiğimiz bir yana, beni şaşırtan şey bu halin nasıl bir türlü düzelmediği. Nasıl böyle kör olduk biz insanlar? Nasıl oldu da dua etmek tek çözüm oldu? Küçükken uyumadan önce mutlaka dua ederdim. Duadan ziyade aslında emirler yağdırırdım tanrıya. “Bana yavru bir köpek ver. Hırsızlar evimize girmesin. Ertesi gün uyandığımda Ataberk bana aşık olmuş olsun.” derdim. Derdim ki “Savaşlar dursun”. Ve belki de en önemlilerinden biri de buydu. Her gece bunu isterdim ve savaşlar hiç durmazdı. Ataberk bana aşık da olmazdı ama bu ayrı konu. O zamanlar evimize hırsız girmemesinin sadece bir tesadüf olduğunun farkına varmıştım. Tıpkı büyük patlama gibi ya da insanların diğerleri gibi basit hayvanlarken dünyayı ele geçirmiş ve üstünlüğünü ilan etmiş mahluklar haline gelmesi gibi. Biz kötü kalpli ve kibirli hayvanlarız. Biz belki de bu evrendeki en acımasız varlıklarız. Ama bu bilincin bir kötülüğü mü yoksa bu sonuşlar için suçlayabileceğimiz bir ilah var mı yukarıda? Kontrol edebilen ve etmemeyi seçen, her şeyi düzeltebileceğine dair insanların büyük bir inanç duyduğu ama kılını bile kıpırdatmayan devasa bir güç… Ben bir gücün, tanrının ya da Allah’ın, artık siz ona ne derseniz, varlığına inanmayı bıraktım. Bir tanrı olmaması için en geçerli sebep dünyadaki pisliğin, sefaletin, kötülüğün, eşitsizliğin ve savaşların hiç bitmemesidir bana kalsa. Çinlilerin köpek yeme festivalidir. Suriye’de ölen çocuklardır. Kalbi kırık tüm kadınlardır. Evlenemeyen eşcinsel çiftlerdir. Din uğruna savaşlarda ölen tüm askerlerdir. Bilime inanmayan insanlardır. Tüm bunlar insanların suçu. Ne suçlayabileceğimiz ne de sığınabileceğimiz bir ilah yok aslında. Tüm bunlar insanları bir arada tutmak, iyi davranışlara yönlendirmek için uydurulmuş zırvalardı. Ancak insanlar kendi uydurdukları bir şeye bile uyum sağlamayı beceremediler. Biri Müslümanmış, diğeri Hristiyanmış birbirileni dışladılar. Sonra birleşmeye gelince ancak ateistleri taşlama konusunda bir araya gelebildiler. Bütün bunların bir uydurma olması çok üzücü, evet. Tıpkı Bruce Almighty filmindeki gibi tüm dualara cevap veren, insan halinden anlayan bir tanrı olmalıydı. Fakat o film sonrasında ne olduğunu hepimiz biliyoruz elbet, dünya birbirine karıştı. Böyle olmasının en basit sebebi de bana göre, kusursuz bir tanrının olmamasıdır. Etik olarak, dünya mükemmel bir yer değildir. İnsanların hayatları da mükemmel değildir. Ya da birilerinin ölmesi gerekir. Böyle konularda insanlar bir şeyler yapamazlar. İnsanların ellerinde olan şeyler dünyaya hükmetmektir. Onlar toprak için kavga ederler. Yakıp yıkarlar. Sanki çok önemli bir şeymiş gibi. Kurdukları teknolojik sistemlerle onlar kadar kötü düşünemeyenleri ağlarına düşürürler. Gün boyu günah dedikleri tüm korkunç şeyleri yapar ve gece yatağa girdiklerinde vicdan azabıyla tanrıya yalvarırlar. Başlarına kötü bir şey geldiği zaman da tanrıyı suçlarlar ya da ondan yardım dilenirler. Tüm bunların hiçbir gereği yok aslında. Cehennem dediğimiz ceza sistemi olmadan da iyi kalpli olabilirdi insanlar. Fakat dinlerinde bile hatalar varken nasıl iyi olabilir ki insan? Neden tanrıya kurban vermek zorundayız ki? İnsanlar neden zevk için veya varlığından emin olmadıkları bir şey için öldürürler? Tüm bunlar çok derin konular ama çok yanlış şeyler. İnsanlar iyi olmak için bir sebep ararken tanrıyı ya da cenneti değil, onurlu biri olarak ölmeyi seçmeli. O size asla cevap vermeyecek. Hiçbir şeyi düzeltmeyecek. Ve bunun için ancak kendimizi suçlayabiliriz. İnsanların tükürdüklerini, hatta kustuklarını yalama vakti çoktan geldi de geçiyor ama bu konuda kimse bir şey yapmıyor. Meyra Yürükoğlu Batuhan Baş 21501877 Yaşamak Tek Başına Yazarın öykülerini benimsediğini hissettirdiği bir kitap okudum. İşlediği konu biz insanların aslında hep yalnız olduğuydu. Bu kitabı okumadan önce de yalnız olduğumu hissederdim. Yıllar önce “Kaybedenler Kulübü” adlı filmi izlediğimde bunu kendime kabul ettirmiştim. Film bittiğinde gözyaşlarımı tutamadığımı hatırlıyorum. Hepimizin yalnız olduğu gerçeğini bu öykülerde de bana hissettiren yazar, bu yalnızlığın bir avantaj olduğunun farkında değil sadece. O, yalnızlığı anlatırken kendini yalnız bulmuş. Zamanla düşündüm ki yalnız olmak sanıldığı kadar da kötü bir durum değil. Benim çevremde hep omzuna başımı koyabileceğim arkadaşlarım, ailem oldu. Onlara hep anlattım beni üzen şeyleri. Her şeyimi paylaştım etrafımdaki insanlar ile. Paylaştıkça azalırdı güya acılar ama ben bunu yaşamadım. Gittikçe arttığını hissettim. Yalnız olduğumu fark ettiğimde aslında çevremde insanların olmasının pek bir yararını göremedim. Hep beraber eğleniyoruz, hep beraber gidiyor yediğimiz ve içtiklerimiz. Peki ya dertler, problemler? Bunlar sadece bizi etkiliyor. Kimsenin dediği bizi değiştiremez, teselli edemez. Sorunlarımızı kendi iç dünyamızda halledebiliriz. Kendimden başka birinin, bir doktor gibi yarayı tedavi edercesine psikolojik bir derdimi silebildiğini görmedim. Benim aşk hayatım, aile hayatım, arkadaşlık hayatım hep beni ilgilendiren olaylar ile doldu taştı. Kimse o sorunları, o olayları benim aklımda silemedi konuştuğumda, paylaştığımda. Sonra çevremizde insanlar olunca kendimizi yalnız değilim diye teselli ederiz. Teselli sadece kendi içimizde, yalnız bir bedende yer almakta. Sorunlarımızı sadece kendimiz çözebiliriz. Bu yüzden yalnızız. Düşüncelerimiz hep farklı çevremizdeki insanlardan. Ortak noktalarımız olsa da bazı noktalarda, hiçbir zaman aynı değiliz. Ben, bir arkadaşım, sevgilim, annem, babam, büyüklerim… Kimse düşünce birliği gösteremez. Bu da aslında bir yalnızlık değil mi? Kişisel özelliklerimiz, zekâmız, yetişme tarzımız bizi yalnız kılar. Ben bu yalnızlığımla barıştım yıllar içinde. Önceleri sorgulardım yalnızlığımı, mutlu olamazdım. Ne zaman yalnızlığı sorgulamayı bıraktım, o zaman mutlu olduğumu fark ettim. Aile ile olan anlaşmazlıklar, sevgililer ile olan ayrılıklar, arkadaşlar ile olan kavgalar birer yalnızlık göstergesidir. Annem gelip bana hep yanındayım dese de sadece fiziksel olarak orada olabilir. Annem, benim düşüncelerimi kendi yalnızlığında yorumlayıp saçma bulabilir. Bana göre dert olan bir olay, ona gereksiz gelebilir. Bir arkadaşım derdini kimseyle paylaşma ihtiyacı duymadığını söylemişti. Haklıydı aslında benim fikrimce. Ben hep anlatmayı, paylaşmayı denedim. Hatta bu yazıda bile yalnızlık ile ilgili olan düşüncelerimi paylaşıyorum. Peki, bu düşünceleri okuyan herkes bana onay verecek mi? Herkesin onayını tamamıyla alabileceğimi sanmıyorum. Kimse de bana yalnız değilsin diyemez sonuçta. Benim hissettiğim bu. Yalnızlığı kabullenemeyenler gibi olmadım. Yalnızlık, benim hayatımın gerçek bir olgusudur. Yalnız olmak ne istediğini bilmemektir. Kendimizi bilmeden, kaybolmuş bireyler olduğumuzu düşünüyorum. Mutlu eden çevremizin geniş olması değil, kim olduğumuzla barışık olmaktır. Ben bir hedef koyup başardıysam, o beni mutlu edecektir. Çevremdekiler mi mutlu olacak? Çevremde insanların olup olmaması bu mutluluğu değiştirecek mi? Yalnızım kendi dünyamda. Paylaşabildiğim bir dünyam yok. Benim iç dünyam, benim fiziksel varoluşum değil. Benim iç dünyam benim yalnızlığım. Hani bazen kendi kendinize dersiniz ya yalnız kalmak istiyorum diye. İç dünyanızla konuşursunuz kendi kendinize. Hatta kendinden bile kaçabilen bir düşünce yapımız var insan olarak. Aklımız, yapımız gereği buna bile müsaade edebilecek kadar yalnız çalışıyor aslında. Beyninize kendiniz anlatın. Ben yalnızım deyin ona. Yalnızlığınız ile barışırsanız ne aile mantıklı gelir, ne bir sevgili, ne bir arkadaş. Mantıklı gelen tek şey kendiniz olursunuz. Sonra kendiniz ile ne yapacağınıza karar verin. O yalnız dünyayı ne kadar doldurabileceğinize bakın. Yalnızlık yazarın bahsettiği kadar üzen bir durum değil aslında. İlk başlarda, ben yalnızım dediğinizde korktuğunuz için üzülürsünüz, ağlarsınız. Peki, benim gibi o yalnızlığı kabullenirseniz? Olmak istediğiniz kişi olmak için elinizden geleni yapmaya başlarsınız. Siz kim olduğunuzu bilmek istersiniz sadece. Bir başkasını tanımak, onları hayatınıza sokmak size sadece gereksiz gelir. Bazen eğlenmek için, yalnızlığınızı gözler önüne sermek için insan içine karışırsınız. Yalnız bir insan sandığından daha güçlü olabileceğini fark ederse hayat da onu ödüllendirmekle yetinir. KAYNAKÇA: Herkes Yalnız/Onur Caymaz KAYNAKÇA: Herkes Yalnız/Onur Caymaz Ellialtıoğlu 2 değildir. Tüm bunların sonucu olarak, zorlu bir süreçle olsa da artık acımayı öğrenmiş, hiçbir eksiği kalmamıştır. Yazar, eserinde acımaktan ‘duyguların en erdemlisi’ olarak söz eder. Acımak öyle bir duygudur ki, yıllar boyu aldığı darbelerle nasır tutmuş yürekleri bile yumuşatacak, birbirini hiç görmemiş kişileri bile birbirine bağlayabilecek güçtedir. Zaman zaman en acımasız bakışların yerini, yaşlarla kaplanmış gözlerin almasının nedenidir. Acımak bizi yüceltir, gönlümüzde taşıdığımız yükleri arkamıza bırakıp, hafiflemiş olarak yola devam etmemizi sağlar. Bu kitap, insanların duygularından uzaklaşıp, sadece gerekli yerlerde gerekli işleri yapan ruhsuz birer makineye dönüştüğü şu günlerde, bizleri yeniden hayata bağlayıp bu dünyaya geldiğimizde bizlerde olan duyguları, iyisiyle kötüsüyle geri kazanmamızda yardımcı olacak nitelikte. Yazarın o dönemde toplumda saptadığı duygu boşluğu, günümüzde de kendini gösteriyor ki, kitap hâlâ canlılığını sürdürüyor ve bir nevi nasihat olarak karşımıza çıkıyor. Acıma duygusunun bu kitapta Zehra’nın davranışları üzerindeki etkisinden de bahsetmek gerekirse, Zehra, Tevfik Bey ve Şerif Halil Bey arasındaki konuşma bizim için güzel bir örnek olabilir. Halil Bey’in Zehra’ya babasının ölüm döşeğinde olduğu haberini vermesi ve yola çıkması gerektiğini belirtmesi üzerine şiddetli bir tepki ile karşılaşması ve Zehra’nın böyle bir adamla alâkası olduğunu inkâr etmesi, bize onun acıma duygusundan uzak, son derece katı biri olduğunun işareti. Diğer bir yandan, belli bir süre sonra eşyalarını hazırlayıp yola çıkması, acıma duygusunun Zehra’nın içinde bir parça da olsa yeşermeye başladığının kanıtı. Duyguların, aynı su gibi, bir yol bulup dışarı akacağını, kendini göstereceğini; ne kadar engelle karşılaşırsa karşılaşsın var olacağını söylemek yanlış olmaz. Acıma duygusu da, başlarda pek oralarda değil gibi görünse de, aslında Zehra’nın içinde derinlerde bir yerde beklemiş, Mürşit Efendi’nin hatıra defterinin bulunmasıyla akacağı yolu bulmuş. Öyle ki, babasının öldüğü günü, o gün yanında kimlerin olacağını, kimin gözyaşlarının ölüm döşeğini ıslatacağını kaleme aldığı yerleri okuduktan sonra, Zehra’nın gerçekler yüzünden babası için üzülmesi, neredeyse acıması, bir an tereddüt ederek bu Ellialtıoğlu 3 duygularından kurtulması fakat defterin sonunda babasına hasret, keder ve acıma duygusuyla yaklaşması, duyguların saklandıkları deliklerden çıkmasıdır. Acımak, belki bazıları için sadece Reşat Nuri Güntekin’den bir eser daha. Dikkatle bakıldığındaysa aslında iyi bir toplumsal analiz ve temeli derinlerde sevgi olan, büyük duygulardan birine ithafen sarf edilmiş yüzlerce cümle. Bize duygularımızı hatırlatıp, insan olmaya devam etmemizi sağlayan bir fırsat daha. Ellialtıoğlu 4 Kaynakça Güntekin, Reşat Nuri. Acımak. İstanbul: İnkılap Yayınları, 2007. BİR HAYAL UNSURU: BULUT Bir bulut… gökyüzünde, binlerce metre yükseğimizde durur. Yeryüzünde var olan her şey onun için öyle küçük görünür ki, pek çok şeyi görebilir o yüzden. Her şeyi olanca çıplaklığıyla seyreder. Belki adına yazılan şiirleri, yazıları, şarkıları okur, duyar, insanların hayallerini, duygularını, düşüncelerini usulca dinler, ne zaman ne yaptığımızı, nelerin meydana geldiğini takip eder. Bazen gördükleri içini acıtır, yüreği karalar bağlar, rengi koyulaşır, kararır. Tutamaz gözyaşlarını, akıtıverir. Hem, belki de akıttığı gözyaşları üzüldüğü şeyleri yok eder, kötülükleri yıkayıp temizler diye de düşünüyor olabilir, kim bilir. Bazen sıkıldığı olur, daralır, bizim yaşadığımız ve yaşattığımız kimi şeyler onu öylesine yorar ki, biraz kenara çekilip dinlenmek ister, gözden kaybolur. Neden sonra geri gelir, bembeyazdır rengi. Belki de dinlenmişliğin onda bıraktığı bir beyazlıktır bu. Her şeyi silmiştir ruhundan, bedeninden, yenilenmiştir. Hevesle beliriverdiğinde gökyüzünde yine kulak kabartır her şeye, başlar bizi gözlemeye. Bazen gördüklerini güneşle paylaşmak istemez. Hep ışık saçan, kirlenmeyen, kararmayan, her gün belli bir süre hiç kaybolmayan güneşi kıskanır. Ayrıca güneş her ne görmüş olursa olsun hiç tepki vermediği için onun duygusuz olduğunu düşünür, sinirlenir. Dolayısıyla hemen güneşin önüne geçerek onu kapatıverir. Onu arkasına saklar, ışığını görünmez kılıverir. Böylesine güçlü bir şeyi, yani güneşi, engellemiş olmanın ve güneşin onun gördüklerini göremeyecek oluşunun kendisinde yaşattığı gururla yeryüzünde olup biteni heyecanla ve merakla seyretmeye koyuluverir. Bulut, aynı zamanda bir hayaldir. İnsanların, çoğu zaman da çocukların ulaşmak istedikleri bir hayal... Buluta dokunmak, ona erişmek, onu bir kere de yakından görmek isterler. Onunla bir olmayı, onun gibi olmayı düşlerler. Hatta bazen "keşke bir bulut olsaydım" diye söylerler. Buna ek olarak, bazı zamanlarda sıkıldığında kendisini bulutun üstünde hayal ederek rahatlamaya çalışır kimi insan. Bulut, özgürlüğü anımsatır onlara. Gökyüzünde oradan oraya yavaşça savrulan, yeryüzüne tepeden bakan, bağımsız bir unsur sonuçta. Bir yere sabitlenip birçok işle uğraşmak, bazı dertlerle cebelleşmek gibi bir durumun söz konusu olmadığı en sakin yer gökyüzü gibi gelir çünkü insana. Bulutun yeri de gökyüzü olunca kıskanmamak imkansız hâle geliyor. Bulut elbette ki tüm bunların farkında. Bazen öyle zamanlar oluyor ki, insanların tüm bu düşüncelerine kayıtsız kalamıyor. "Madem bu kadar merak ediyorlar ve bana dokunmak istiyorlar, o zaman ben de onların yanına gideyim." diye düşünüyor olsa gerek, yeryüzüne iniveriyor. İnsanlarla buluşuyor. Kendisini insanların arasına salıveriyor. Kendisinin gökyüzündeyken sahip olduğu pamuksu görüntünün insanın gözünü aldatmaktan başka bir şey olmadığını ve aslında varlığının bir buhardan ibaret olduğunu da kanıtlamak istiyor adeta. Gerçekten bilinmeyen, sadece uzaktan görerek edinilen izlenimlerin gerçeklikten uzak olduğunu gözler önüne seriyor. Hani insanların pek çoğu detaylıca bilmediği, yüzeysel olarak uzaktan takip ettiği, gördüğü, duyduğu şeyler hakkında asıllı asılsız pek çok izlenim edinip fikir yürütür ya, aslında içinde ne olduğu bilinmeyen, kapalı bir kutu hakkında yorum yapmak gibi bir durumdur bu. Mesela bir kadife kutu gördüğümüzde "içinde bir mücevher olmalı." diye düşünürüz. Aslında belki de o kutunun içinde başka bir şey var. Yani kutunun dış görünüşünün bizi aldatmasına, bizi yanlış kanılara itmesine izin vermiş oluruz. İşte tam da bu yüzden bir bilinmezliğin yarattığı hayalin aslında hakikaten hayalden ibaret olduğunu ve gerçeğin düşünülenden tamamen farklı olabileceğini kanıtlama isteği, bulutun yeryüzüne inerek insanlardaki bu bilincin oluşturmasına büyük katkıda bulunuyor. Bu sayede insanlar, görünen ile gerçekte olanın arasındaki farkı kavrayabiliyor ve daha bilinçli davranarak düşüncelerini yönetebiliyorlar. DENİZ ÖĞRETMEN Sıla Gamze VERAL MODERN AŞK Selvi Boylum Al Yazmalım filminden aşina olduğumuz; “Sevgi neydi? Sevgi emekti.” cümlesini artık tozlu raflara kaldırdık. Modernliğin getirdiği olumlu tarafların, kolaylaşan yaşam tarzının, her şeyin bir tuşla mümkün olabildiği günlerin aslında bizim en büyük düşmanımız olabileceğini bilebilir miydik? Sevmek gibi, aşk gibi kutsal kelimelerin artık basite indirgenmesi, pazardan alınabilecek bir şeymiş gibi görülmesi o kadar trajikomik ki... Ve trajikomik olduğu kadar da gerçek; biriyle iletişime geçmem, diyaloğa girmem, görüşme ayarlamam, sesini duymam ve hatta görmem bile telefonumu elime almamla birlikte sadece saniyelerimi alır; internet pazarı; ve en ucuz ürün aşk... Bu pazarı anlatan; gerçek aşkın bize ne olduğunu hatırlatan bir kitap; Sanal Aşk. “Sevmek nasıl başlar?”, “ Sevgi nasıl hissedilir?” veya “ Sevilmek nasıl hissettirir?” sorularından herhangi birinin cevabını artık aramıyorum. Bunun bir çok sebebi var; aynı kapıya çıkan; asla aşkla bağdaşmayan cümlelerle karşılaşmam ve bunun normalliğine inanan insanlarla çevrili olmam. Aldığım cevaplar bana kalırsa sevgiye, sevginin yüceliğine hakaret etmektir. Bu insanlar internet kullandıkça, sosyal hesap sayıları iki ellerinin parmak sayısını geçtikçe, ilişkinin ve ilişkilenmenin tanımını değiştiriyorlar. Alışılagelmiş ilişkiler yerine kısa vadeli, bağlayıcı olmayan,hemen başlayıp bitebilen, bir kere bile yüz yüze gelmeden alevlenebilen sanal ilişkileri tercih ediyorlar. Bu sanal ilişkiler kendilerini asla oldukları gibi göstermeyen, sosyal hesaplarında kendilerini abartan, kötü yanları saklayan, filtreli fotoğraflarla profillerini dolduran insanlar tarafından kuruluyor. Kısacası internet insan bedenini hükümsüz kılıyor ve insanlara yeni ve kendilerinden bağımsız bir profil oluşturmalarına olanak sağlıyor. Kendilerini olduklarından daha iyi, daha bilgili, daha güzel gösterince tabiri caizse “sanal pazar”da kaliteli bir ürün olduklarını ispat etmiş oluyorlar ve o zaman daha çok sevileceklerini düşünüyorlar. Bu insanların kaçırdıkları iki nokta var; bunlardan ilki gerçek sevginin ne dış görünüşle, ne de bilginin ve kültürün fazlalığıyla alakası olduğu çünkü gerçek sevgi koşulsuz sevmekten, kusurlara olan hayranlıktan ve hatalarıyla kabullenmekten geçer. İkinci nokta ise teknolojinin bedeni ve duyguları yüz yüze olduğundaki gibi birebir yansıtamayacağı. Duyguların, sevginin ve aşkın temel taşı bedendir. Yanyanayken avuçlarının terlediği, kalp atışlarının hızlandığı, ellerinin titrediği, yanaklarının kızardığı insana aşıksındır. Sanal ortamda görüp beğendiğin, sevdiğini yüz yüze değil de klavyeyle söylediğin insana değil, bu olsa olsa beğeni olur ve hiçbir şekilde ötesine geçemez. Her gerçek ilişkide birlikte geçirilen vakit ve biriktirilen anılar bu ilişkiyi gerçek bir ilişki yapar çünkü birlikte zaman geçirdiğin, gündelik yaşantısına ortak olduğun, onun yaşantısında kendi yaşantından kesitler bulduğun, kokusunu sevdiğin, uyurken izlediğin, birlikte ağladığın ve birlikte güldüğün, kızdığın, utandığın birisine aşık olabilirsin; sadece sosyal hesaplarından tanıdığın bir insana değil çünkü bir insana aşık olduğunu onunla geçirdiğin bu tarz olaylardan herhangi birinde farkedebilirsin. Onu gördüğünde ritmi değişen bir kalpten veya büyüyen gözbebeklerinden anlarsın ki duyguların bedenini kontrol ediyor, gönlündeki gözünden uzak değilse diyebilirsin ki “Ben aşık oldum!”. Gözden uzak olan gönülden ırak olmaz çünkü internetle birlikte sevdiğimiz insan dünyanın öbür ucunda olsa da istediğimiz her an görebiliriz diyebiliyoruz artık. Ama bu cümledeki görme kavramı telefon ekranlarından görmekle aynı değil. Sevilen insanı görmek için saatlerce gidilen yollarla tek bir tuşa basarak görmenin değeri aynı olamaz. Bize bu düşünceyi aşılayan tek bir şey varsa o da hızla gelişen teknoloji ve onun getirdiği negatif yönlerdir. Artan teknolojiyle gelen bu negatif yönler ve hızlı yaşama zorunluluğu bizi hayatımızın her karesinde etkiliyor. Uzun kahvaltıların yerini metroya yetişmeye çalışırken yediğimiz bir simit alıyor; o güzel kahvaltı sohbetleri hayalden öteye gidemiyor. Arkadaşlarla içilen kahvenin yerini iki işimizin ortasında alınmış, yoğunluktan yarısını soğuk içmek zorunda kaldığımız Starbucks bardakları alıyor; kırk yıl hatır olayı yalandan öteye gidemiyor. Aşkta da böyle; uzun emekler verilen, zamanla değerlenen, her zaman hatırlanacak aşkların yerini çabuk, zahmetsiz, bir tıkla başlayıp bir tıkla bitebilen aşklar alıyor; insanlar sevmenin çilesine talip değil ama sevilmenin derdinde. Bu da kısa süreli, duygusal olarak bir anlamı olmayan, başladığına sevinmenin ve bittiğine üzülmenin değmeyeceği düşünülen “sanal aşk” sayısında hızlı bir artışa sebep oluyor. İnsanoğlu her şeyde olduğu gibi en sonunda aşkı da bir mendil gibi kullanıp atıyor ve hiç çekinmeden yeni bir mendil seçiyor; kullanıp atmak için. Aşk sevdiğin insanı görünce midende hissettiğin kelebeklerdir. Aşk duygularının bedenini ele geçirmesidir. Aşk zamanın olmasa bile dönüp tekrar tekrar sarılmaktır ona. Aşk çok kızgın olsan bile göz göze geldiğinde affetmektir. Aşk temasla, aşk kokuyla, aşk gözle “gerçek” aşk olur, geriye kalan “sanal aşk”larsa “sanal” olmaktan kaçamaz, gerçeklikle yarışamaz hiçbir zaman. Sayar, Kemal ve Yalaz, Berna. Sanal Aşk: İnternet Çağında Aşk ve Istırap. İstanbul: Kapı Yayınları, 2016. Ahmet Altunel 21301238 TURK 102-59 Çocukluğumun Bayram Sabahları Bu film, Burak Aksak’ın Leyla ile Mecnun dizisinden alışık olduğumuz, özlediğimiz, izlemeye ve gülmelere doyamadığımız absürt mizah anlayışını tekrar bizlerle buluşturuyor. Bana öyle geliyor ki izleyen herkesin yüzünde masumane bir gülümseme bırakmasının nedeni, bizi bugün yaşadığımız gökdelenlerin arasından alıp, çocukluğumuzda top koşturduğumuz sokak aralarına geri götürmesidir. Çünkü filmin her sahnesinde çocukluğumuzdan, mahallelerimizden, yaşanmışlıklarımızdan ve hatta yaşayamadıklarımızdan küçük ya da büyük parçalar buluyoruz. Küçük şehirlerde yaşayanların daha yakın olduğu, büyük şehirlerde şimdilerde olmayan komşuluk ve mahalle kavramlarını, bu kavramların etrafında kurulan insan ilişkilerinin bugün ne kadar değerli olduğunu ve ne çok özlediğimizi fark ediyoruz. Öte yandan, değiştirilmeye çalışılan şehirler, insanlar, ilişkilere de tanık oluyor ve aslında bugün inşa etmeye çalıştığımız büyük duvarların birer mezar taşı olduğunu anımsıyoruz. Senaristin deyimi ile “gökdelenler de şehrin mezar taşları.” Yer ve zamandan bağımsız bir masal ve günümüz arasında yakalanan bağlantı sayesinde sevgi konusu bütün sadeliği ve güzelliği ile işleniyor. Bu bağlamda, aslında herkesin kendi masalını kendisinin yazdığı ve kendi masalının ana karakteri olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Hayatta istediklerimizi elde edebilmek için neler yaptığımızı, her gün hayalden öteye geçmesine izin vermediğimiz, ertelediğimiz düşlerimizi gerçekleştirmek için ne kadar savaştığımızı sorguluyoruz. Bir öz eleştiri yaptığımızda, sevginin emek istediğini, masalımızın kahramanı olabilmek için atılması gerekilen adımları geç kalmadan atmamız gerektiğini anlıyoruz. Bunun yanında, sevgi konusunun paralelinde mutluluk konusu da başka bir bakış açısıyla ele alınıyor. İnsanların kimi zaman küçük mahallelerde yaşarken mutluluğu gözünün önünde değil de büyük plazalarda aradığı görünüyor. Büyüklüğünden midir bilinmez fakat en başta çekiciliği aşikâr oluyor. Ne var ki, günün sonunda gerçek mutluluğun taş boyutlarıyla bir ilgisi olmadığı, duygusal bağlılığın ve samimi sevginin gerçekliğiyle ilgili olduğu anlaşılıyor. İnsanlar gibi şehirlerin de kişiliği, ruhu ve kimliği olduğunu hep düşünmüşümdür. Harita üzerinde şehirler yer değiştirmese de, fiziksel boyutlarını korusalar da, doyumsuz insan faktörü işin içine karıştığında kişiliklerini ve kimliklerini koruyamıyorlar. Her geçen gün insanların kendini ait hissettiği yer olmaktan çıkıp, ruhunu kaybedip yerini pahalı alışveriş merkezlerinden oluşan süslü taş yığınlarına bırakıyorlar. Filmde bu hassas konuya değinilirken, insanları bir arada tutan olgunun kendilerini bir kara parçasına ait hissetmek olduğunun altı önemle çiziliyor. Kaybedilmemesi gerekilen bu olgunun, neden bu kadar önemli olduğu noktasında insani değerler yine gün yüzüne çıkıyor. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz, anılar edindiğimiz bir yerden ayrılmanın, yaşanmışlıklarımızı geride bırakmanın her fırsatta ne kadar zor olduğunu dile getiriyoruz. Fakat bütün bunları bile bile bugün geldiğimiz noktada pahalı hayat şartlarının, boyu aşan borçların insanlara yaptıramayacağı bir şey olmadığını görüyoruz. Masallarda yaşattığımız ve hayalini kurduğumuz isteklerimizi bir gün gerçekleştirebilir miyiz bilinmez ama çocukluğumuzun bayram sabahlarını çok geçmeden, şu an bile çok özlüyoruz. Bugün yaşanan doyumsuzluk, memnuniyetsizlik ve mutsuzluğun sebebini çok uzaklarda aramadan, elimizden kayıp gitmesine izin verdiğimiz aşklarımıza, masumiyetini kaybetmesine göz yumduğumuz eski sokaklara bakmak daha doğru olabilir. Birtakım geç kalınmış adımlara rağmen geleceğe umutla bakabiliyor ve gelecekte benzer adımlar atarken daha dikkatli olmamız gerekiyor. Bütünüyle özetleyecek olursak, insanların tercih imkânı bırakılmadan, değişen dünyanın gerektirdiği şekilde değişmeye zorlandığı günümüzde hayatımıza bu kadar dokunan bu filmin göndermeleri yerinde ve çok doğruydu. Verilmek istenilen mesajların bugünün gerçekleriyle, doksanların samimiyetiyle ve özlediğimiz mizahi yaklaşım ile birlikte seyircilerin önüne getirilmesi doğrusu takdire şayan bir hareketti. ÖZKAN KUL BİZLER KAYBEDİYORUZ KAZANAN PARA Bazen kendimi soyutlayıp yaşadığımız dünyaya dışarıdan bakma ihtiyacı hissediyorum. Ne zaman bunu yaptıysam hep şunu fark ettim ki ekonomik değerler günümüz dünyasında her alanda baskın konumda. Hatta şu an öyle bir seviyeye gelmiş durumdaki nerdeyse bütün değerlerimizin önüne geçmiş pozisyonda. Sokaklarda insanlarla ‘Para mı daha önemli veya mutluluk mu?’ anketleri yapılıyor, her gün her saat televizyon kanallarında en az üç beş tane banka, ev ya da iş ilanı reklamları yayınlanıyor. Yani demek istediğim, hayatımızın her alanında hep maddi kavramlar geçiyor. Günümüzde özellikle ülkemizde, insanlar sahip olduğu paranın büyüklüğüne göre değer görürken zaten ekonominin baskın olmamasını beklememiz bence biraz hayal kalırdı. Ama bu konudan şikayetçi olan sanırsam sadece ben değilimdir. Hislerimi bir yaşadığım olay üzerinden paylaşmak istiyorum. Altı ya da yedi yıl önce kış aylarından bir gün sobanın başında babamla beraber oturuyordum. Elektrikler kesilmişti. Yanlış hatırlamıyorsam babamın o zamanlar kendi bütçesine göre bankalara epey bir borcu vardı. Ben de dönüp babama ‘Baba biz zengin miyiz yoksa fakir miyiz?’ diye bir soru sormuştum. Babamın o gün bana verdiği cevap belki bir klişeydi ama hayatımın merkezine oturttuğum bir cümleydi. Soruma ‘Mesele zenginlik ya da fakirlik değil, önemli olan kazandığın paranın karnını doyurup doyurmadığıdır.’ şeklinde cevap vermişti. O zamanlar bana bu cümle saçma gelmişti ama sonradan düşündüğümde gerçekten hayatımızın merkezine aldığımız paranın gerçekten önemsiz olduğunu hissettim. Karnımızı doyurup ihtiyaçlarımızı karşılayabildikten sonra para denilen varlığın aslında biraz hırsa dönüştüğünü düşünüyorum. İnsanlar birikim yapıyorlar, her şeyin en modernini almaya çalışıp en güzelini kullanmaya çalışıyorlar. Hatta bazen hırsımızın geldiği son seviye, insanların gözünü köreltip arkadaşlıkları ya da ailevi değerlerin bile önüne geçiyor. Peki ne yapmalı, nasıl önüne bir set çekebiliriz bu baskın ekonomik değerlerin? Unutulan insani değerleri nasıl tekrar hatırlayacağız? İşte Philip Roscoe Harcıyorum Öyleyse Varım adlı eserinde biraz bunun üzerinde durarak, geri planda kalmış insani değerleri tekrardan gün yüzüne çıkartmanın yollarını paylaşıyor bizlerle. Açıkçası etkilenmedim diyemeyeceğim Philip Roscoe’den. Artık para merkezli hayat yaşamayı bıraktım ve daha çok ikinci planda gibi gözüken mutluluk ya da saygı, sevgi gibi değerleri hayatımın merkezine oturttum. Philip Roscoe’nin Harcıyorum Öyleyse Varım adlı kitabını okuduktan sonra daha iyi anlamaya başladığım bir nokta da şu ki sadece para denilen şeyi harcamıyoruz. Hayatımızda bizim için önemi tartışılmaz olan birçok kaynağı sonu gelmeyecekmiş gibi har vurup harman savuruyoruz. Ormanlar yanıyor veya kesiliyor, birçok hayvan hayatını kaybediyor ama hepsinin sebebi tek kapıya çıkıyor. Bizim zevklerimiz ya da çıkarlarımız uğruna diğer canlılar hayatlarını, biz de hayatımızdaki önemli değerleri sırasıyla kaybediyoruz. Ormanları kesiyoruz çünkü yerlerine yeni inşaatlar yapıp para kazanmak istiyoruz. Ya da hayvanları öldürüyoruz. Peki neden? Çünkü ya eti para yapıyor ya da derisi veya sadece avlanma zevkimizi tatmin ediyor. Bir de bunları yaparken çok düşünceli şirketlerimiz veya vakıflarımız doğayı korumak adı altında paralar topluyor. Kendimizi kandırmaya gerek yok bence. Bizler için tartışılamayacak kadar önemli değerlerimizi harcıyoruz ama hâlâ farkında değiliz. Fark ettiyseniz yapılan her şeyin ucu paraya çıkıyor. Güne anlamlı bir söz bırak deseler, ‘Paranın kölesi değil, efendisi ol’ derdim. Bizim bulduğumuz, yıllar önce icat edilen para nasıl yıllar sonra insanlığa hükmedebiliyor? Bunu biz yaptık, yine sonucunu biz çekiyoruz. Bir tavsiyeyle veda etmek istiyorum. İnsanlığı ve dünyayı harcamadan var olmaya çalışalım. KAYNAKÇA Roscoe, Philip. Harcıyorum Öyleyse Varım. Çev. Aydın Çavdar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015. Baskı. Yunus Emre Urhan Hayat, uzun bir yoldur ve çok ikilemleri vardır Güç, içimizde uyanmayı bekleyen bir araçtır. Biz bu aracın bizdeki seviyesiyle kararlar veririz. Zayıfsak zor şeylere kalkışmaz, kolay olan seçeneklere yöneliriz. Fırsatlar önümüze geldikçe kabul etmek ve reddetmek gibi iki seçenek çıkar karşımıza. Bir olanağı kabul ettiğimiz zaman onu bir bütün olarak kabul etmiş oluruz. Sadece başlangıçta karşımıza çıkacak zorlukları değil, bundan sonraki adımlarda da karşılaşacağımız bütün meşakkatlerin üstesinden gelmeyi de kabul etmiş oluruz. Resmi bir antlaşma üslubu içerisinde devam eder bu süreç. Yüzüklerin Efendisi : Kralın Dönüşü filminin başkahramanı olan Frodo Baggins bu süreci en iyi yaşayanlardandır. Yani önümüze hayatımızı değiştirecek, belki de küçüklükten beri hayal ettiğimiz bir fırsat çıkıverir. Hazır olup olmadığımız ya da bu yolculuğun, bu serüvenin getireceği zorluklara göğüs gerecek güce sahip olup olmadığımızı umursamadan gelir bu fırsat karşımıza. Bir anlık tereddüt edilebilir. Bu kabul edilebilir bir şeydir elbette. Ne de olsa hayatımız boyunca beklediğimiz o ”şey” gerçekleşebilir. Bize bu noktada gereken şey ise; biraz cesaret, biraz da umursamazlık… Her yolun kolaylıkları ve zorlukları vardır. Bu yolun yolcuları olan insanlar yani arkadaşlarımız ve bu dostlarımızın verdiği destek, bir şeyi başarmanın vermiş olduğu mutluluk, belki de, bir gün hayalimizi gerçekleştirmiş olmanın düşüncesi bu yolculuğu bize kolay hâle getirir. Arkamızda bıraktıklarımız… Yani sadece bıraktığımız insanlar olarak değil de bizim kendimizden verdiğimiz ödünler ve bizi değiştirecek olan, şekilden şekle sokacak olan durumlar, bu yolculuğun zorluklarından sadece birkaçıdır. Frodo’nun bu yola çıkmayı seçmesi ve bunun ardından zaferle sonuçlanan hedefleri bende bu düşünceleri uyandırdı. Başlangıçta, yani yolun başındayken herkes çok güçlü kişiliklere sahip olacak diye bir kural yok. Tam tersine, yolculuğun zor şartları altında büyüyen gücün, tüm imkânsızlıklara rağmen hiç duraksamadan hedefe ulaşan “zayıf” insanların resmedildiği ve izleyenlere “Bu zayıf insancıklar mı kurtaracak dünyayı” sorusunu sordurtan bir izlenim veriyor. Bu arada aklıma gelmişken söylemeden edemeyeceğim: Hep güçlüler kazanmıyormuş. Asıl meselemize dönecek olursak; Güç içimizde uyanmayı bekleyen bir araçtır. Bu aracı yolculuğun sonunu görmek için kullanır ve kullanırken yeterince cömert davranıp yol arkadaşlarımızı da sırtlarsak (Frodo’nun dostu ve yol arkadaşı Sam gibi), yolculuğun hedefe ulaşması içten bile değil. Bu gücün de bir yol göstereni vardır; her yolcunun bir yol göstereni vardır. Bu akıl hocaları, yol rehberleri, bize güç verir. Bizi doğru kararlar vermeye, doğru düşünmeye zorlarlar. Bizim için bulunmaz birer nimet olurlar. Her daim yanımızda, her zaman aklımızda olurlar ve bize destek verirler. Gücümüzle doğru sonuçlara, doğru menzillere varmamızı sağlarlar. Zayıf ve iyi olmak, güçlü ve kötü olmaktan bin kat daha iyidir. Güç sahibi insanların güçlerini kötülük yapmak için kullanmaya başladığı an kaybetmeye başladıkları andır aslında. Sonucu iyilik ve güzellikler doğurmayacak tüm yollar yanlış yollardır. Doğru başlayıp yanlış yollara da kayacak olma ihtimalinin de olduğu zamanları olur her yolcunun. Bunun için azami dikkat ve endişe olmalıdır. Yanlış yapma endişesi olmalıdır yolcunun. Her zaman başarılı da olunmayabilir. Yeterince çaba göstermek ve doğru yolda olduğumuza emin olmamız gerekir. Bu bize yeter. Bu dünyamıza yeter. Bu bana yeter… Bu noktada iyi olmaya başlayacağız. Yılmadan iyilik için çabalayıp bu dünyayı daha yaşanabilir hâle getireceğiz. KAYNAKÇA 1. Spielberg, Steven. Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü. 2003. New Line Cinema. Film. 21202215 IŞIL AYKAN TURK101-27 ALİ TURAN GÖRGÜ EKSİK PARÇA Ahmet Altan’ın diğer denemeleri gibi bu denemesi de insan ilişkilerini, aşkı, en çok da insanların hayata veya kendilerine dair sorgulaması gereken noktalara değinmiştir. Satırlarında sıkça hissettiğimiz acı yine kendini hissettiriyor ve okuyucuya kendini ve hayatını sorgulaması için adeta bir kapı aralıyor. Her satırında ‘’aslında ne kadar da bizden düşüncesi’’ aklımıza kazınıyor ve sayfaları çevirmekten kendimizi alamıyoruz. Herkesin yaşadığı, tanık olduğu ruh hallerini harmanlayıp ‘’yine’’ harika bir yapıt ortaya koyduğunu söyleyebilirim Ahmet Altan’ın. Aşk bir büyü müydü? Eğer böyleyse, sınıflandırabilir miydik iyi veya kötü diye? İnşaları birbirine yabancılaştıran bir duygu nasıl iyi olabilirdi? Kölesi olduğumuz aşk mutluluktan daha çok aslında mesafeyi de içeriyor Altan’a göre. Kaçmaya çalıştıkça kendimizi yine aşkta bulduğumuz bir karmaşadan ibaret anlattıkları Ahmet Altan’ın. Asıl ilginç olan nokta ise aslında inşaları birbirlerine bağladığı gibi mesafelere de neden olduğudur aşkın. Kadın erkek ilişkilerine değindiği bir diğer nokta ise insanların umursamazlıklarını nasıl olup da birbirlerine karşı kullanabildikleridir. ‘’Umurumda değilcilik’’ aslında insanlara bir şey kazandırmamasının yanında insanın kaybettim duygusuna rahatça kapılabileceği bir durumdur. Peki, bunlara rağmen insanlar neden bir türlü bu duyguyu gizleyemiyor, ona göre davranamıyordu? Bunun bir cevabı var mıydı? Cevabı aslında herkesin kendi içinde bulabileceği için, aklımızda soru işaretleri bırakıyor bu kitap. Kıskançlığı ise içinde tutmaması gerekiyordu insanın Altan’a göre. Bu durumun göreceli olmasının yanında anlattığı bir hikâyeye göre bir aşkın sonunu getirmişti kıskançlıklarını gizlemesi âşıkların. ‘’Bildiğimiz, hayatı başkalarından daha başka türlü, daha tutkulu, daha unutulmaz yaşadıkları ama buna rağmen içlerinde hep ‘bir şeyin yarım kaldığı’ duygusunu taşıdıkları.’’ Yaşanılan aşklar da inşaların hayatlarını değiştiriyordu. Yapılan hatalar, söylenen sözler, belki müzikler… İşte her şeyin payı vardı insanın kaderinde. İçimizdeki bu ‘’bir şeyin yarım kaldığı’ duygusu da olmasa belki herkes başka yaşamlara savruluyor olacaktı. Söylenen sözler de unutuluyordu, anılar bile belki… Sezgileri, duyguları unutmak o kadar kolay olabilir miydi? İnsanlar hissettiklerini unutmuyor, bu hisleri yaşamış oldukları için ve unutamadıkları için kendilerini sorguluyorlardı. ‘’Bir düşünceyi bir olayı, bir bilgiyi unutabilirdiniz ama güçlü bir sezgiyi unutmak o kadar kolay olmuyordu.’’ Geçmişin insanlara ruhsal anlamda zarar verdiğine değinen bu kalem, Tanrı’nın insanları öfkeli bir vaktinde yarattığına inanıyordu. İnsan hep kötü duygulardan oluşmuyordu elbette. Öfkeli olmamız intikam duygusuyla dolu olmamızı bununla bağdaştırma fikri kulağa pekiyi gelme de aslında yazarın burada vurgulamak istediği noktanın daha farklı olduğunu hissedebiliriz. Mutluluğun süresini insanlara bağlamak ne kadar doğrudur? Eğer şartlar farklı olsaydı mutlaka başka bir şekilde mutlu olacağımıza inanırız. Bu doğru bir düşünce midir diye sorgularsak eğer başka bir yaşamda da mutlu olacağımızın garantisi yoktur elbette. Ahmet Altan, birbirlerini seven insanların birbirlerini bu konuda suçladıklarını fakat buna katılmadığına da değinmiştir. Erkek ve kadın ilişkileri hakkında birçok yazısı olan Ahmet Altan, ‘’Gizli Dil’’ başlığı altında bence tüm sırları açığa çıkarmıştır. Davranışlara kılıf uydurmuştur bir yerde. Kadınlar istedikleri şeyleri söylemeden elde etmeye bayılırlar. Özellikle bir şeyi istediklerini söylemeleri ve istedikten sonra yapılması o şeyin değerini düşürür kadınların gözünde. ‘’…niye istediklerini düpedüz söylemedikleri ise erkek için hep bir sırdır.’’ İşte bu soru İşaretini ortadan kaldıran aslında yazının içinde bunun var olmasıdır. Erkekler ise farklıdır. Kadınların isteklerini onların yanındayken unutmalarını beklerler. Bunun etik olup olmadığı tartışılır elbet ama asıl önemli olan nokta aslında kadınların başını döndürecek, hayattan soyutlayacak, onlardan başka hiçbir şeyi düşünmeyecek kadar büyülemek isterler. Aslında ilişkiler bu noktadan sonra değişir. En güzel örneğini Ahmet Altan zaten çoktan yazmıştır: ‘’Benim uykum geldi dediğinde erkeğin onla beraber yatmamasını, perhize başladığı sırada aniden bir hoşluk yapma isteği duyan erkeğin ona sevdiği yemekleri almasını ‘düşmanca’ bulmaya koyulurlar.’’ İÇİMİZDE BİR Yer’e gelince… Tanıştığımız her insanı aslında içimizdeki boşluğu, içimizdeki bir şeylerin hep eksik olduğu hissini, bir şeylerin yarım kalmış olduğunu aklımızın bir kenarında tutarak değerlendiririz. Ruhumuza dokunuyorsa ne ala… Onun sahip olduğu belki adını koyamadığımız bir şey birden kalbimizdeki boşluğu dolduruverir. Umut edelim ki Ahmet Altan’ın dediği gibi olmasın. ‘’Çoğunlukla içimizdeki boşluğa uyan ‘parça’, kötülük oluyor.’’ KAYNAKÇA https://www.google.com.tr/search?q=ahmet+altan&espv=2&biw=1242&bih=567&source=ln ms&tbm=isch&sa=X&ei=W7xUVNiWL5GM7AbU9oEo&sqi=2&ved=0CAYQ_AUoAQ#facrc=_&i mgdii=_&imgrc=nLLWIiI76SaAjM%253A%3B1eSnOiPPdtEmwM%3Bhttp%253A%252F%252F8 2.222.152.134%252Fimgsdisk%252F2013%252F06%252F06%252F060620132309322557608. jpg%3Bhttp%253A%252F%252Fwww.aksam.com.tr%252Fsiyaset%252Fahmet-altan-6-ay- sonra-gezi-parki-eylemini-yazdi%252Fhaber-213318%3B720%3B405 https://www.google.com.tr/search?q=%C4%B0%C3%87%C4%B0M%C4%B0ZDE+B%C4%B0R +YER&es_sm=93&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ei=GcFUVOLkNZCS7Aadt4GwCg&ved=0CA gQ_AUoAQ&biw=1242&bih=567#facrc=_&imgdii=_&imgrc=Z1alPv_GJbQZGM%253A%3B1yF e6o9olZOSMM%3Bhttp%253A%252F%252F1.bp.blogspot.com%252F- kTO25B9jAJk%252FVB1aIGgtgWI%252FAAAAAAAAAS0%252F25o20Wcjye8%252Fs1600%25 2F563-Icimizde-Bir-Yer.jpg%3Bhttp%253A%252F%252Fekitap- ebook.blogspot.com%252F2014%252F09%252Fahmet-altan-icimizde-bir-yer- ekitap.html%3B316%3B475 https://www.google.com.tr/search?q=%C4%B0%C3%87%C4%B0M%C4%B0ZDE+B%C4%B0R +YER&es_sm=93&biw=1242&bih=567&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ei=lsRUVJCdIcTTaOXT gagI&ved=0CAgQ_AUoAQ#facrc=_&imgdii=_&imgrc=Wx_GugxSIGOwlM%253A%3Bz9inoX3P SMFcdM%3Bhttp%253A%252F%252F4.bp.blogspot.com%252F- uFK439uB8Ig%252FUvdw1HZ8EXI%252FAAAAAAAAAiA%252FGtT2cKXDeos%252Fs1600%252Ficimizdebiryergra.jpg%3Bhttp%253A%252F%252Fmarjinalyaklasimlar.blogspot.com%252F %3B547%3B600 http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Altan Ahmet Altan İçimizde Bir Yer YASAV!1 Büşra Nur Yasav 21201348 Aslı Uçar 18 Kasım 2014 Dev Kız Okudukça sıradanlaşan yazılar misali yaşadıkça solan bir hayatın ortasında, tek başınalığın hikayesi bu. Bunların hepsi ne bir peri masalında ne de bir bilim kurgu filminde geçiyor. Hatta yaşayanının bir adı yok; bir kedisi bile. Küçükken Amélie izleyip Amélie olmaya karar vermiş, olağanüstü sıradan bir dev kız varmış sadece bir de devliğinin aksine küçük adımlarla değiştirmeye çalıştığı çevresi. Değiştirmek dedim de bu değişim öyle kolay olmuyormuş tabi ki. Zaten bu kız da bir süre sonra yorulmuş, kendini bırakmış. Parmakları sigara içmekten sararmış, saçları geceleri gözyaşlarıyla sulanmış; baktığınızda çorapları bile farklı olan aklı kör, üstü başı kül içerisindeki bu kız, üstüne üstlük bir de aşık olmuş. Her aşık gibi midesinde pervane olmuş kelebekler; yemekten içmekten kesilmiş. Bir de kül kokulu her gece sevdiğini düşünür, uyuyamaz olmuş. Fark edilmekmiş derdi her seven gibi. Tamam o devliğiyle farketmiş tabi insanlar. Bakmışlar ona hatta , ama gerçekten hiç kimse görememiş bu dev kızı. Zaten devliği de bir süre sonra sıradanlaşmış. İyice yalnızlaşmış. Rastgele bir günün, rastgele bir saatinde, kendini bir bankta otururken aynı halde buluvermiş. Hani olur ya anlık dahi olsa kendisine yabancılaşır insan, işte o yabancılaşmayla soğumuş kendisinden. Kendimi ben bile sevmiyorum, o nasıl sevsin diye düşünmüş ve söz vermiş tüm benliğiyle, değişeceğim diye. Önce görünürden başlamak gerekir demiş ve aramış bulmuş çoraplarının teklerini. Ve ağlamamış o gece sanki anormal olan buymuş gibi. Ertesi sabah kalktığında artık birbirinin aynı çorapları ve mordan ziyade lila rengi göz altı torbaları varmış. Bakmış kendisine, bu ufak değişiklik bile gözlerini parlatmış. Bir sonraki gün için ise hedefi kafasında çoktan belliymiş: üstünden külleri savurmak. Gün boyu uğraşmış kıyafetlerine sinen sigara küllerini temizlemek için, hatta ne giyeceğini de seçmiş ve yine sakin mi sakin bir uykuya dalmış. Kalbinde ertesi gün farklı olacağının huzuru ve sevdiğini rüyasında görebilme ihtimalinin heyecanı varmış. Otlu peynir kokusuyla uyandığı ertesi günün sabahı hemen giyinip aynaya baktığında ise hemen bir şeylerin farklı olduğunu farketmiş. TÜRKÇE 102YASAV!2 Hayır sadece üstündekiler değilmiş değişen. Çenesini görebilmiş aynada. Daha önce hiç göremiyormuş ki bu aynada yüzünü. Kısalmış mı? Olayın şokuyla hemen eline bir mezura alıp ölçmeye çalışmış kendini. Parmakları suda kaynayan bir yumurta ritmiyle dans ederken heyecandan, bilmem kaçıncı denemesinde nihayete ermiş bütün özlemi. Tahminlerine göre üç santim kısalmış. Onun haberi yokmuş ama gerçekte beş santimmiş giden. Kısalmasının nedeni beyninin ücra bir köşesinde kendine büyük bir bilinmezlikle güzel bir yer edinirken, o önceliğini değiştirmemiş: büyük değişim kararını son hızla uygulamaya devam edecekmiş. Saçlarını değiştirdiği günün ertesinde aynada ağzını hatta burnunun ucunu da görebilmiş. O an kafasında molotoflar çakmış: Anlamış ki bu değişikliklermiş boyunu kısaltan. Sen misin bunu öğrenen misali makyaj yapmış, iki santim eksilmiş. Yeni bir çanta ile üç santim gitmiş. Artık aynada kendisi görebiliyormuş. Üstelik sadece dışındaki değişiklerle de kısalmıyormuş boyu. Yalan söylemiş durduk yere kısalmış, dedikodu yapmış kısalmış. Sevdiğimin yanındaki kızlardan bir farkım yok, beni de sevebilir öyleyse diye avutmuş kendini. Fakat daha gitmesi gereken dört santim varmış; muhteşem olabilmek için son dört santim… Nasıl kısalacağını bilmez halde gitmiş okuluna, göz ucuyla kendisine benzettiği birkaç kişinin yanına oturmuş ürkekçe. Ders geçtikçe, farkına bile varmamış onlara nasıl uyum sağladığının. Nihayetinde kendini, hangi kremleri kullandığından başlayıp da çantasını bilmem kaç liraya aldığını; gözlüklerini nasıl getirttiğinden tutup da kemerinin aynısının sahtesini nasıl gördüğünü ve bunun ne kadar iğrenç göründüğünden bahsederken, üstüne üstlük bundan değişik bir zevk alırken bulmuş. Görev tamamlanmış. O günün gecesinde ise ertesi güne muhteşem olarak başlayacak olmasının sevinciyle yatağa girmiş. Amélie olacak olmanın bir anlamı yokmuş artık onun için. Klasik bir vicdan azabıyla da dolmamış içi. Onu, o yapan değerlerden bu kadar çabuk vazgeçebilmenin, farklı olacağım derken sıradanlaşmanın üzüntüsü ise hiç yokmuş. Zira azıcık dahi bu duygular oluşsaymış içinde, bu yazı artık bir masal olurmuş. TÜRKÇE 102 Dilara DEMİREL BİR YÜZÜN ARKASINDA SAKLANANLAR Hiç beklemediğiniz bir anda hiç olmadığınız birisiymiş gibi, çevrenizden tamamen yabancılaşmış hissettiğiniz oldu mu? Ya da aslında davrandığınız şekilde bir insan olmadığınız düşüncesinin bedeninizi ele geçirdiği oldu mu? Kevin bu sorulara hayatının büyük bir bölümünde ‘Evet.’ diyerek cevap vermek zorunda kaldı istemsizce. Uyanmakta olan yirmi dördüncü kişiliğine merhaba derken elinde yapabileceği hiçbir şey yoktu oysa ki. Değişimin içinde kaybolurken yapabileceği en ufak bir şey yoktu durumu tersine çevirmek için. Çevrenizde tanıdığınız onlarca insanın tek bir bedende bir araya geldiğini düşünün. Yolda yürürken annesinin ellerine minicik bedenini o hayatta tutuyormuşçasına sarılan küçük bir çocuk, alışverişinizi bitirip mağazadan çıkarken para üstünüzü veren güleryüzlü kasiyer bir kadın, yolda poşetlerini taşımasına yardım ettiğiniz elli yaşlarında bir adam... Aynı yüzün arkasında saklanan onlarca kişilik... Siz daha birine alışamadan diğeriyle henüz tanışmadığınızı düşünün. Kasiyer kadının bir anda hesapları karıştırıp küçük bir çocuğa dönüştüğünü, yaşlı amcanın poşetleri size uzatıp cebinden çıkardığı bozuklukları para üstünüz diyerek verdiğini hayal edin. Üzerinde biraz kafa yorunca durumun korkutucu mu yoksa aslında bizim ‘normal’ olarak nitelendirdiğimiz hayatlarımızdan farklı olup olmadığını fark etmek uzun sürmez benim kanımca. Hergün yüz yüze geldiğimiz onlarca farklı kişilik insanlara birer birer dağıtılınca sorun olmaz da, birkaç tanesi tek bir insanda bir araya gelince neden bu kadar korkarız ki? Ve neden yardımcı olmak yerine onları kendimizden hergün bir adım daha uzaklaştırarak daha da yabancılaşmalarına sebep oluruz kendilerinden? Oysa onların tek ihtiyacı olan kendileri olabilmekken... Ara ara ‘Ben buyum!’ diyerek övündüğünüzün kişilikleriniz arasında kaybolup hangisi olduğunuza asla karar veremediğiniz zamanları yaşadığınızı düşünün mesela. Nasıl da ürperir tüm bedeniniz bu fikrin düşüncesiyle bile! Peki şimdi de, tüm bu kişiliklerinizin hakimiyetinin sizde olduğunu hayal edin. Neler yapardınız? Ne kadar ileri giderdiniz? İstediğiniz zaman küçük bir çocuk, istediğiniz zaman bir bilim adamı ve hatta istediğiniz zaman bir dahinin zihnine sahip olduğunuz düşüncesi ne kadar da çekici gelir hepinize. Ciddi bir surat ifadesi ile bunu hayal ettiğinizi, aklınıza gelen çılgınca fikirleri ve hatta karamsızlığı hissedebiliyorum bu satırları yazdığım parmak uçlarımdan. Hangi öğrenci istemez ki matematik sınavındayken öğretmeninin yerinde olup tüm soruları çözmeyi? Ya da kim istemez ki o güzel sergilerde gördüğü resimleri kendisinin çizebilmesini ve dünyanın en ünlü ressamlarından birisi olmayı? Her birimizin hangi durumlarda kimlerin yerinde olmak istediğini buraya yazmak zorunda kalsam cilt cilt kitaplar çıkardı büyük ihtimalle ortaya işin sonunda. İnsanoğlunun içinde yatan ilkel bir kişilik olduğuna inanmışımdır her zaman. Sınırlamalar, kurallar ve yargılamalar olmayan bir dünyada yaşadığımızı hayal etmek her zaman korkutmuştur bu yüzden beni istemsizce. Durduralamaz olmanın kötü sonuçları yüzünden tarih boyunca belirli sınırlamalara tabi tutulmuşuzdur bu yüzden. Her devlet ve her kurum sınırlamıştır hakimiyeti altında olan insan topluluklarını sonu gelmez kaoslardan korumak için kendini. Ama her zaman bir noktadan sonra patlak vermiştir bu sınırlamalar tarih boyunca. Bu yüzden onlarca katliam, savaş ve felaket olaylarını ezberlemek zorunda kalırız sorumlusu olduğumuz o tarih derslerinde. Sorgulamadan ve üzerinde düşünmeden ezberleriz sadece onlarca şeyi. Kevin da sınırlanmıştı yabancı ve yanlış geldiği için birileri tarafından. Ama tıpkı tarih sahnelerinde olduğu gibi o da patlak verdi bir noktadan sonra engellenemez bir şekilde. Sonunda da, pek şaşırtıcı olmasa gerek ki, kaoslarla yüzleşti çevresindeki onlarca insan sonu gelmez bir şekilde. KENDİMİZLE BAŞ BAŞA Yıllarca, hedeflerimize ulaştığımızda, olmak istediğimiz yerde olduğumuzda ya da istenilen şartlara bir şekilde eriştiğimizde hiç sorunumuz olmayacakmış gibi mutlu hissedeceğimizi düşünmüştüm. Ne yazık ki durumun öyle olmadığını çok geç fark ettim. Huzurlu hissetmek için bir şeylerin gerçekleşmesi gerekmediğini sonradan öğrendim, çok sonradan. İstediğimiz şehirde yaşayınca mutlu oluruz sandım, çok iyi standartlara sahip okullara gidersek mutlu oluruz sandım, istediğimiz gibi bir işe ve devamında parlak bir kariyere sahip olunca mutlu oluruz sandım, yanılmışım. Gittiğimiz yerde aramamalıymışız tüm bunları, hiç gerek yokmuş. Zaten biz nereye gidersek bizle gelirmiş o güzel hisler. Mutlu olup olmamak bir tercihmiş, işler ne kadar kötü giderse gitsin ya da her şey ne kadar yolunda olursa olsun, insan kendisine çizdiği sınırlar kadar mutlu olur. Tıpkı bunun gibi, birçok duygunun da tercihen ama farkında olmadan yaşandığını düşünüyorum. O kadar durum var buna örnek verebileceğim, ama benim en çok düşündüğüm nedir diye sorarsanız vereceğim cevap, yalnızlık olur. İnsanları sürekli bundan bahsederken duyabilirsiniz. Ne şarkılar söylenmiştir bunun üstüne, ne şiirler yazılmıştır, ne filmler çekilmiştir… Peki, nedir bu yalnızlık? Nasıl tanımlarız biz bu olguyu? Yalnızlık, bir tutam hüzündür aslında, sakinliktir, kimsesizliktir; özgürlük kokar, bir tercihtir, huzurludur başlarda ama fazla dozda alındığı taktirde insanın ayarını bozar, o yüzden gerektiği kadar alınıp tadına varılmasından yanayım. Genelde kötü bir şeymiş gibi yansıtılıyor, ben o durumdan pek hoşlanmıyorum. Bu şey gibi geliyor, hiç adabıyla güzel bir balık yememiş birinin balığı sevmediğini söylemesi. Daha bu olgunun güzelliklerini fark edemeden yapıştırıyorlar etiketini. Oysa siz hiç kendinizle baş başa bir yemek yediniz mi? Hiç kendinizle dertleştiniz mi? En sevdiğiniz şarkıyı bir de kendinizle paylaştınız mı, dinlediniz mi birlikte? Karanlık bastırıp herkes odasına çekildiğinde tadını çıkardınız mı o sükutun? Ben çıkardım, uzun yıllardır bunları düşünür dururum. Kardeşim olmadı, kalabalık bir ailem hiç yoktu. Sık sık yalnız kalırdım, kendimi dinleme fırsatı bulurdum. Bu hissin en tatlı zamanları gecedir, ışığı sevmem, karanlık tercihimdir. Rengiyle tüm sıkıntıları kara bir örtüyle gizler. Gündüzün Güneş’i varsa, gecenin de Ay’ı vardır. Bir de vurmuşsa o Ay güzelim denize, işte o zaman anlatabiliriz demektir tüm sıkıntılarımızı yakamoza. İşte o saatten sonra kelimelerin ağızdan dökülmesine gerek bile duymadan rahatlamaya başlarsınız. Her bir dalgasıyla alır götürür deniz o kötü düşüncelerinizi aklınızdan. İyi güzel de, hayat şartları el vermiyor bazen bunlara diyeceksiniz. Nitekim haklısınız, eğitimim için Ankara’ya geldiğimden beridir içimde bir burukluk var, tarif edemediğim bir sıkıntı böyle kalbimden beynime uzanan. Bir anda fark ettim neyin eksik olduğunu. Ben uzun zamandır anlatamıyorum içimdekileri denizlere, gidip oturamıyorum o güzel yakamozun karşısında kendimle baş başa. Çok sürmedi beni idare edecek bir çözüm yoluyla gelmem. Madem denizlerimiz ve yakamozlarımız yok, ben de ışıklara sığındım. Işıklar evet, gökyüzündeki yıldız denen sayamayacağım kadar çok ve güzel, herbirinin ayrı bir adı ve hikayesi olan minik ışıklara. İnanmak istedim, biliyordum aslında onların kendi ışıklarını bile üretemediklerini, biliyordum başkasının ışığını yansıttıklarını ama ben onları düzeltme ihtiyacı hissetmedim, onlar da beni reddetme girişiminde bulunmadılar. Aramızda kalsın, zaten uzun zamandır fakındaydım o güzel ışıkların. Yalnızca çevremdeki diğer yansımaların güzelliğinden o minik yansımaların tadına tam anlamıyla varamamıştım. İşte şimdi kaldık onlarla baş başa, ne denizim var ne yakamozum. Unutmadan, bir de şehrin ışıkları var bana geceleri eşlik eden. Size tüm yansımalarını çekinmeden sunacak yüksekçe bir tepe bulursanız sorun çözülmüştür, onlarda eşlik eder size yalnızlığınızda. Peki bu yalnızlık hep iyi bir şey midir, hep sessizliğin güzel yanı mıdır? gibi soruların savaşını ben de kendimle verdim. Fark ettim ki hiç masum değilmiş bu yalnızlık. Alışkanlık yapar, insanın peşini bırakmaz. Bencildir öte yandan, istemez bir tek insanı bile çevresinde, kendine çeker, cesareti kırar. Yeri gelir basit bir soruyu bile soramaz hale gelirsiniz başkalarına, bahaneler üretirsiniz sormaya tenezzül etmediğiniz gibi. Yalandır hepsi, yalnızlığımızın yalanları. Bir de sık sık duyduğumuz bir tabir vardır. Kalabalıklar içinde yalnızlık. İfadenin klişeliği hevesimi kırsa da, doğruluğu yadsıyamayacağım kadar gerçek. Çevrenizin insanlardan yoksunluğu değildir doğru cümle. Etrafınızda onlarca kişi olsa da, onlarla iletişiminizi belli oranda sürdürseniz de bu yalnız olmadığınız anlamına gelmez. Nereye gidersek bizimle gelir yalnızlık, kimle birlikteysek umrunda olmaz, öylece durur içimizde. Murathan Mungan’ın söylediği gibidir biraz da “Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. Az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. Kimse bedelsiz kendi olamaz. Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır. ” Başka biri gibi davranmamıza en çok gerek olmadığı an, yalnız olduğumuz andır. Kendimiz olmayı bize öğretendir. İç sesimizle baş başa kalmamıza izin verir. Derinlerimizi keşfetmemize olanak sağlar. Bize kattıklarını fark edip gerektiği kadar alındığında yanınıza en büyük yoldaştır yalnızlık. Selin Büşra Özbeden Mehmet Alperen ERTAŞ TUTAMIYORUM ZAMANI Kemik İnadı adlı şiir kitabını okuduktan sonra insanların rahat etme anlayışına bir yorum getirmek istediğim şöyle ki: Hayatta sürekli bir şeyler yapıp rahat etme, yarını kurtarma telaşı içinde yaşayıp gidiyoruz. Anasınıfında okuma yazma öğrenirken şunu öğrensem de bir rahat etsem derken ne ara bu kadar hızlı ve farkında olmadan geçti zaman değil mi? Zaten öyle değil midir? Ortaokuldayken şu lise bitse de bir rahatlasam, liseye geçersin burası daha zormuş dersin şu üniversiteyi bir kazanıyım dersin, üniversite daha zor gelir bir iş, bir kpss, bir yds bir yüksek lisansı derken bir bakmışsın yolun yarısına gelmişsin. Bende bir huy vardır bir yaşlı amcayla bir araya geldin mi hep sorarım amca zaman nasıl geçti diye istisnasız hepsiz aynı şeyi farklı tarzlarda der. Kimisi göz açıp kapayıncaya kadar der kimisi su gibi geldi geçti der. Peki insan bu kadar rahat edeyim istiyor, çalışıyor, çabalıyor ama dikkat edersek en rahat olanlar hep en çok şikayet edenler olarak göze çarpıyor. İstirahat halinde yaşayanlar, rahat döşeğinde uzananların çoğu daha fazla sıkıntı çekiyor. Çünkü, bu tip insanlar ömründen şikayet ediyor daha hızlı ve eğlenceli geçmesini istiyor. Fakat, tam tersi olarak , çalışanlar ve iş görenler ise haline şükrediyor ve keşke biraz daha zamanım olsaydı da şu işi de bitirseydim diyor. Bu sırdandır ki rahat zahmette zahmet rahattadır sözü atasözü olarak karşımıza çıkıyor.Bende aynı şekilde çalıştığım zaman daha rahat olduğumu ve hayattan daha zevk aldığımı hissediyorum. Ben kendimden biliyorum. Tüm yıl yaz tatili gelse de kurtulsak derim ama yaz tatili gelince de artık okullar açılsa derim. Hani bir söz vardır ya, insan ulaştığı şeyin nankörü ulaşamadığı şeyin delisidir diye benim ki aynı o hesap sanki. Hem düşünüyorum hayatta yaşadığım en zevki anları en çok yorulduğum zamanlar oluyor genellikle. İnsan bir sıkıntı çekmeden bir şeyin tadını alamıyor sınav dönemleri olmayınca zamanın önemi anlaşılmıyor mesela. Belki de herkes bu yüzden çocukken daha mutluyduk diyor. Hafta sonu sabahın yedisinde kalkıp televizyonda en sevdiğimiz çizgi filmi beklerdik. Erken yatmak istemezdik hep daha verimli geçirmek isterdik zamanı. Zamanın değerini çocukken daha iyi bilirdik biz. İnsan zamanı yakalamaya çalışıyor bazen boş yaşadığının farkına varıyor bundan sonra planlı yaşayacağım diyor ama ne fayda, geri unutuyor. Aslında zamanı değil mutluluğu yakalamaya çalışıyor, kimisi dünyayı dolaşmak gibi kendince büyük hedefler koyarak yapmaya çalışırken kimisi evine ekmek götürebildiği anda mutlu olabiliyor. Mutluluk ile zaman aynı anda yakalanabilinen bir şey mi yoksa zamanın nasıl geçtiğini bilemediğin anlarda mı daha mutluyuzdur? Ya da mutluluk bir sürecin değil de bir anın mı adıdır? Bilmiyorum. Belki de insan her gününün mutlu geçmesine sağlamayı amaçlayarak değil de zamana bırakıp hayatın neler getireceğine bakmalı ve mutlu olduğu bir anda durup düşünmeli ve daha çok tat almalı. Bu son dediğimi yapmak çok zor belki de imkansız. Manga grubunun bitti rüya adlı şarkısında dediği gibi ''mutluluk bile acı veriyor çünkü sonu veriyor biliyorum''. Yani mutlu olduğun bir anda mutluluğu düşünemeyecek kadar mutlu olmak gerçek mutluluk olabilir ama o da bitince hatırlayıp özleyeceğinden hepsi aynı kapıya çıkıyor. Biten bir şey mutluluk değil her zaman acı veriyor. Bu dünya lezzeti insana bir üzüm tanesi yediriyor bin tokat vuruyor. Yiğit Berk Üçüncü 21601607 YENİ BİR ŞANS Yıldızlar, gezegenler, uzay... İnsan ,güneş çevresinde dönüp duran dünya üzerinde yaşayan bir varlık. Evren açısından bakıldığında denizde bir kum tanesi bile değil belki. İnsan açısından bakıldığında ise uçsuz bucaksız sonsuz bir derinlik ,hayal dünyası keşfedilmeyi bekleyen... Yapısı gereği elde ettiğinden her zaman daha fazlasını isteyen insanlar için ilk önce gökyüzü bir hayaldi. Uçakları, helikopterleri icat ettiler ,ama gökyüzü yetmedi, daha da yukarı çıkmak istiyorlardı. Atmosfer, yörünge, Ay, Mars... derken yavaş yavaş uzaya yayılmaya başladık. Bize yabancı olan şeyler artık çok sıradan gelmeye başlamıştı. Uzay...İnsanoğlunun belki de şu ana kadar üstünde bu kadar kafa yorup hakkında bu kadar az şey elde ettiği koca bir boşluk. İnsanoğlu yıllar geçtikçe teknolojinin gelişmesiyle de uzay araştırmalarını giderek ileri bir seviyeye taşıdı ve daha da taşımaya devam ediyor. Uzayla ilgili en büyük hedeflerden biri olan başka bir gezegende kolonileşme fikri gün geçtikçe gerçek olmaya bir adım daha yaklaşıyor. Hayali bile insanın içinde fırtınalar koparan başka bir gezegende kolonileşme fikri “Uzay Yolcuları” filminde konu alınmaktadır. Kolonileşme fikrinin ortaya çıkmasındaki en büyük etken şu an bulunduğumuz Dünya’nın durumunun giderek kötüye gitmesidir. Bu durumun en büyük mimarı biz insanlarız. Farklı bir gezegende daha işe yarar biri olmak, her şeye sıfırdan başlamak, tükettiğimiz, tükendiğimiz bu dünyadan uzaklaşınca her şeyin daha güzel olacağına inanmak fikridir kolonileşmeye sıcak baktıran. Dünyada sahip olduğumuz değerlerimizi, değerliliğimizi yitirdikten sonra mekan değiştirmek ne kadar işe yarayacaktır? Filmin karakterlerinden Jim Peterson da bu düşünceden hareketle, tamirci olduğu bu dünyada hiç bir değerinin kalmadığını ,yeni bir hayatta, kendisine ihtiyaç duyulan bir gezegende daha işe yarar olacağını düşünmektedir. Ünlü Alman fizikçi ve dünyanın en zeki insanlarından biri olarak kabul edilen Albert Einstein’nın dediği gibi “ Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı 
 ummaktır.” Bu kolonileşme fikri insanların ancak kendilerden kaçabilmek için saptığı bir yoldur. Ancak herkes sorunun kendinde olduğunu kabul etmediği için nereye giderse gitsin sonucun aynı olacağının farkında değildir. Sırf kendi arzusu ve daha fazla yalnız kalmama isteği için başka birinin hayatının elinden alması ne kadar savunulunabilir ki .Bazı insanlar buna aşk diyor, kimisi tutku. Birine âşık olmak onun 
 hayallerini, hayatını ,yaşama hakkını elinden almaya en büyük sebep olabilir mi? Birilerinin hayatını daha iyi yaşayabilmesi için birilerinin hayatlarını feda etmesi gerekir mi? Filmde teknik bir hata sonucu kapsülü bozulan Jim uyanmak zorunda kalır.Kapsülünden çıktığında sadece kendisinin uyanık olduğunu ve yolculuğun 90 senesi daha olduğunu anlar.Çaresizlik içinde tekrar uyumanın yollarını arar ama çabası nafiledir.Kendi çıkmazına ortak etmek için Aurora’nın kapsülünü bozar ve uyanmasını sağlar.Aurora’ya âşık olduğunu bahanesiyle onu bu ıssız hayata mahkum edecektir. İnsan kendi çaresizliğine ortak olsun diye bir başkasının hayatını mahvetmek uğruna hareket eden bencilce bir varlık. Bulunduğu yer nere olursa olsun dünyada da yaşasa başka bir gezegenede gitse bu durum değişir mi sizce? Bence hayat ,mahrum kaldığın isteklerin hayaliyle yaşamaya çalışmaktansa ,sahip olduğun hayatın tadını çıkararak yaşayabilmektir. Nereye gidersen git, bu başka bir ülke de olsa, başka bir gezegen de olsa elindekilerin kıymetini bilerek yaşamak, her anın tadını çıkarmak en değerlisi. Doğduğumuz günden, öleceğimiz güne kadar hayatımıza yön veren bir sürü etken vardır. Bunların kimisi kendi kontrolümüzde kimisi değil. Zengin devletler , şirketler ,bir kısım lobiler ,insanlar kendi istekleri ve arzuları ,hırsları için karşısındakinin ne düşündüğünü umursamadan , onların hayatlarına müdahale ederek bu hakkı kendilerinde görmektedirler. 
 Peki ya size göre dünyamızın en büyük sorunu nedir? Küresel ısınma ,işsizlik, yoksulluk ,din ve mezhep ayrılıklarından doğan savaşlar ..... Hangisidir 
 sizce sorunların en büyüğü? Kimse sorunu kendinde aramaz , otomatik olarak başka birini ya da bir olayı suçlamaya programlanmıştır. Hepimiz büyük resme bakmaktan aciziz.Herkes kolaya kaçıp küçük ayrıntılarla ilgileniyor. İnsanoğlu ne zaman ağaca değil de ormana bakarak büyük resmi görmeye çalışır işte o zaman evrimleşme pramitinde diğer canlılardan yukarda bir yere yerleşebiliriz. KAYNAKÇA Uzay Yolcuları.Morten Tyldum.2016.Video kaset.Columbia Pictures Dilara Keleşoğlu 21100750 Elif Şafak Aşk SERBEST 4 HÂL AŞK VAR MI? Elif Şafak, şüphesiz ki günümüzün en popüler yazarlarından biri. Televizyon ve bilumum medya organlarında röportajları büyük ilgi görüyor, yazdığı her kitap haftalarca en çok satılanlardan düşmüyor. Bence Şafak’ın bu başarısının en belirgin nedeni okuyucunun ruhuna dokunabiliyor olması. Kitaplarını okurken sanki kitabı geniş kitlelere değil de sadece bana yazıyormuş hissini yaşarken yalnız olmadığımı düşünüyorum. Bu durum özellikle Aşk için geçerli. Onu Aşk ile tanıdım ve okumaya başladım diyebiliriz ki bu, benim adıma Şafak’ın kitaplarının büyüsünü keşfetmek için iyi bir başlangıç da oldu. Bu kitabı okumayan ya da hakkında fikri olmayan yoktur diye düşünmekteyim eğer bir önyargısı yoksa. Önyargıların kırılması için de yazar ve yayın evi de ellerinden geleni yaptılar zaten. Duyduğum kadarıyla, kitabın pembe olması erkek okuyucu kitlesinin rahatsız olmasına sebep olmuş. Bu yüzden yayın evi kitabın birkaç baskısını siyah olarak çıkarttı. Tüm bunlar aslında kitabın popülerliğinin en büyük kanıtı. Övgü cümlelerimin hangisine nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kitabın ve konusunun ilgimi fazlasıyla çekmesi üzerine aynı konuda yazılmış başka yazarların kitaplarını da okudum. Fakat hiçbiri bende bu kadar yoğun etki bırakmadı. Kitabın reklamını yapmak için bana bir ödenmedi ya da bu durumdan herhangi bir çıkarım olamaz. Elif Şafak, aşkın her boyutunu ve türünü işlemiş ki bu da onun diğerlerinden farklı kılan nokta zaten. Kitaptan etkilenmem aşkı kavramsal olarak göremememin en büyük nedeni olabilir. Sonuçta kitabın çözümlemesinin de öznel düşüncelerden can bulması gerektiği inancındayım. Allah’a olan aşkın beşeri aşk ile birleştirilip vücut bulması her yazarın ustalıkla yapabileceği bir iş değil sanırım. Kitap ayrı ayrı hikâyelerden ve oluşmuş ve bu hikâyeler geçmiş ve günümüzdeki insan örnekleri arasında gidip gelerek anlatılmış. Her hikâye aslında 40 farklı kural için anlatılıyor. Kitabın etkileyiciliği aslında bu kurallardan geliyor. Şafak kuralları öyle gerçekçi anlatmış ki, gerçekliklerine kendimi fazlasıyla inandırmıştım. Kitabı bitirdikten sora röportajında hepsini kendisinin kitap için yazdığını öğrenince yazara olan hayranlığım bir kat daha arttı. Hikâyeler ve kuralların bütünlüğü, verilmek istenen o mesaj ancak bu kadar uyum ile anlatılabilir. Biraz da karakterlerden bahsedelim. Hepsi birbirinden apayrı insanlar olmalarına rağmen Şafak, karakterlerin birbirleriyle bağlantısını kusursuzca sağlayabilmiş. Geçmişten gelen ana karakterler Mevlana ve Şems olup, günümüzden karakterler Amerikalı bir ev kadını Ella ve Zahara adlı yazar. Konu bu dört insan ve onların çevresi üzerinden aktarılmaya çalışılmış ve karakterler yalnızca bir hikâye de bahsedilip bırakılmamış. Örneğin 5. Bölümde Mevlana ve ailesi arasındaki ilişkiden bahsedilirken, 6. Bölümde Ella ve ailesinin ilişkisinden bahsedilmiş. İlerleyen bölümlerde de bu iki aile arasındaki bağdan dem vurulup hikâyeler birleştirilmiş. İki alakasız farklı zamandan gelen ailenin birbirleriyle böylesine etkileyici bağdaştırılması, zaten kitabın kurgusunun mükemmelliğinin bir göstergesi. Kitap hem beşeri aşk hem de dini aşk ile ilgilenen insanlara hitap ediyor. Şafak bu iki aşk arasındaki uyum ve dengeyi gayet eşit bir biçimde sağlayabilmiş. Aşk teriminin yanı sıra 40 kural ile insanoğlunun sık sık kendi içinde düştüğü karanlıklara ışık tutmak için yazılmış gibi. “İyi ya da kötü sen ne yaşarsan yaşa aslında her şey yine senin için, senin iyiliğin için” dercesine manevi duygularla telkin ediyor Şafak okuyucusunu. Dini duyguları beşeri aşk ile besleyip hayatın alt üst olduğunda dahi olumlu bir yönü olabileceğine inandırıyor yaşanılanların. Kitap doğru zamanda okunulduğunda bir nevi ilaç gibi geliyor aslında insana. Sıkmadan, bunaltmadan başka açılardan yalnızca bakmaya değil görmeye de yöneltiyor. Şafak Aşk ile beni uzun süre etkisinde ve hâlâ üzerimde etkilerini sürdürmeye de devam ediyor. "Arkadaşlığın Ve Bağlılığın Kurgusal Evrendeki Gerçekçi Yansıması" Gürültülü, kalabalık ve her zaman koşuşturmacalı hayatımızın bizlere armağan ettiği o korkunç hediyeler; her gün biraz daha kendi kabuğumuza çekilip kendimizi çevremizde gelişen olaylardan soyutlamamız ve dış dünya ile aramıza gri, soğuk betonarme duvarlar örmemiz oldu. Sosyal ilişkilerimizde kendi bildiklerimizi aksi iddia bile edilemeyecek normlar gibi görüp körü körüne savunmamız, karşımızdaki insanın görüşlerini küçümseyip dikkate almamamız ya da arkadaşlarımızın fikirlerine saygı duymamamız rahatlıkla verebileceğim en somut örnekler. Peki tüm bunların tam tersine sahip olduğumuz bir dünya sadece ütopik bir hayal olarak mı kalır yoksa gerçekleştirilebilir mi? İşte John Steinbeck’in "Fareler ve İnsanlar" adlı eserinde yarattığı realist karakterlerin arasında ‘Çünkü… çünkü yanımda sen varsın, beni kollarsın, senin için de ben varım. Niyesi bu işte’(20) şeklinde geçen diyalog bu sorunun cevabı niteliğinde. Modern zamanlarda yanımızda taşımayı bir yük olarak gördüğümüz arkadaşlık ve dostluk kavramları yapıtın temelini sağlamlaştıran unsurlardan. Bu yüzdendir ki öyküdeki George karakteri konuşmaya başladığı ilk anda "İşte bu benim! " dememi sağlayan kurgusal bir yansımam oldu. Steinbeck’in George’u bir heykelmiş gibi kusursuzca şekillendirilmiş ve kurgulanmış. Gerçekleşen olaylar karşısında sanki yüz yıllık bilge bir çınar gibi verdiği cevaplar sadece beni değil birçoğumuzu etkisi altına alabilecek düşsel güce sahip. George’u kitap ilerledikçe daha da yakından tanımaya başladım. Yetmiş sekiz yıl önce yaratılmasına rağmen eğer kurgusal evrenden kurtulup ete kemiğe bürünseydi çağımıza ayak uydurmakta hiçbir sıkıntı çekmezdi çünkü George, limonata denizinde yüzüp pamuk şekerden bulutlara bakma hayalini kuran masal karakterlerinden öte, sahip olduğu yetenekleri ve imkânları eşit şekilde tartan bir gerçekçilik algısı ile yoğurulmuş. Kitabı okumaya devam ettiğimde tanıştığım "İşte bu da benim! " dediğim bir diğer karakter George’un yol arkadaşı Lennie oldu. Saflık ve masumluk gibi çocukluk dönemimize ait imgelerle yaratılan Lennie, beni küçükken sahip olduğumuz arkadaşlık ve dostluk kavramları hakkında derin bir düşsel sürecin içine çekti. John Steinbeck’in, Lennie’nin çocuksu yanını pekiştirmek için ona sık sık George ile kendi çiftliklerini alıp içini istediği hayvanlarla doldurma hayalini tekrar ettirmesi kitabın her sayfasında duygusal gelgitler yaşamama bazen de Lennie’ye acımama neden oldu. Kitap boyunca Steinbeck’in dehası karşısında şapka çıkarmak istedim çünkü yarattığı ve hayatımızın mutlaka bir dönemine dokunan karakterleri ince ince işlenmiş bir nakış gibi kurgulanıp yazıya dökülmüş. Yazarın hem görünüş hem de davranışları itibariyle tamamen zıt özelliklere sahip olan George ve Lennie’yi yapboz gibi kusursuzca tamamlanan parçalar gibi oluşturması yazarın dehasını perçinleyen en güzel örneklerden biri. İlkokul yıllarımı düşünürsem herkes gibi ben de okumayı yazmayı nasıl öğrendiğimi anımsayamam fakat basit bir şekilde düşünürsek heceleri bir araya getirerek kelimeleri oluşturduğumuz kanısına varabiliriz. Kelimeler anlamlı bir bütündür ama bu bütünün değerini borçlu olduğu yegane kaynak hecelerdir. İşte Fareler ve İnsanlar’ın beni içine çeken bir girdap gibi karşı konulmaz olmasının kaynağı da bu prensibe dayanıyor. Karakterlerdeki ve olay örgüsündeki yetkinlik öyküye kadife bir kumaşın kusursuzluğunu kazandırmış ve hecelerin bir araya gelip kelimeleri oluşturması gibi eseri tam bir bütün haline getirmiş. Fakat bu kusursuzluğu tamamlayan mekân betimlemelerinin önemi de yadsınamaz. Mekânlar anlatılabilecek en gerçekçi şekilde tasvir edilmiş, bu yüzden ufak bir toz zerresi bile âdeta can bulmuş gerçekliğe bürünmüş. Kitaptaki her bir çevre tasvirini okuduğumda odam birden Steinbeck’in kurgusal evrenine dönüştü ve beni yazarın hayal dünyasında uzun bir serüvene çıkardı. Kendimi sanki hikâyenin bir parçasıymışım gibi olayların merkezinde buldum. Bazen nehrin kıyısında George ve Lennie ile birlikte oturup onların düşlerine ortak oldum. Bazen de döşemesiz yatakhanelerinde onlarla uyanıp uçsuz bucaksız kırları izledim. Uzun lafın kısası, kitaptaki her bir karakterde kendimden bir parça buldum onlarla sevinip onlarla hüzünlendim. Kitap boyunca Steinbeck’in kalemini ustaca kullanıp bizi gerçeklikten ne kadar soyutladığını ancak kitabın kapağını kapatınca fark ettim. Fareler ve İnsanlar, bugünlerde önemsemediğimiz dostluk ve saflık kavramlarını ve gerçekleştirmesi imkânsız olsa bile hayal kurmanın doyumsuz tadını bana tekrardan hatırlatan bir eser oldu. Alt metinlerinde çok daha derin anlamlara sahip bu yapıt, yazımından bu yana hâlâ nasıl etkileyiciliğini koruduğunun cevabını kitabı bitirip kapağını kapattığınız anda size veriyor. Muazzez Cemre ÖZKAN 21300568 Hayatını Anlamlandırabilenler ‘’Hayatın anlamı, kendi hayatına bir anlam vermektir.’’ (s.7) diye başlıyor ‘’Bahar’’ adlı kitabına yazar. Böylesine iç karartıcı ve talihsiz olaylar üzerine yazılmış bir roman olmasına rağmen bu söz çok hoşuma gitti kitabı açınca. Hemen kendi hayatımı ve son zamanlarda yaşadıklarımı düşünüp kitaba yakınlık hissettim aniden. Çünkü neredeyse her insan hayatını anlamlandırmaya çalışıyor yani onu güzelleştirmek, zenginleştirmek ve ruhunu doyurmak için çaba sarf ediyor. İşin güzel tarafı bunu başarabilen insanlar da var. Hatta bunu o kadar güzel yapıyorlar ki onları gördükçe insanın bir şeyler başarmak için emek sarf edesi geliyor. Mesela ben hayatımda birkaç kişiyi sadece akademik kariyerlerindeki başarıları için ya da kazandıkları paranın miktarı, prestijleri için değil, insanlarla ilişkileri, hayata bakış açıları ve mutlu olmayı alışkanlık hâline getirebildikleri ve bu alışkanlığı çevrelerine yansıtabildikleri için örnek almaya başladım. Uzun süredir takındığım karamsar ve bunaltıcı, her konuda kendimi başarısız hissettiğim, herkesten, her şeyden ümidini kesmiş ve mutsuz ruh hâlimi bir kenara fırlattım. Belki de baharın gelmesi, keskin Ankara soğuğundan kurtulduğum içindir içimde çiçekler açtı tam anlamıyla. Ya da itiraf edeyim, hayatımı güzelleştiren ve hayatımı anlamlandırmama yardım eden biri girdi hayatıma. Uzun süredir beklediğim bir güzellikti bu. ‘’Sabreden Derviş’’ muradına erdi sonunda. İnsanlar ne kadar beklemeyince olmaz, beklemediğin anlarda gerçekleşir güzel şeyler dese de insanın güzel şeyleri beklemediği bir an bile yok ne yazık ki. Dolayısıyla ben de çok bekledim o kişiyi. İnsanın doğasında var ümit etmek, beklemek, hayalini kurmak. Benim de tuttuğum dilekler kabul oldu galiba. İnsanın hem bu güzel duyguları anlatası geliyor insanlara bağıra bağıra, hem de büyüsü bozulacak diye susası geliyor. Ama bunlar insanın hayatına renk ve desen katan detaylar. Ancak her şeye rağmen gerçek şuymuş ki insan hayatını kendi başına anlamlandıramıyormuş. Tabii ki herkes kendi hayatını tek başına inşa edebilir, şekillendirebilir, tek başına bir şeyler başarabilir. Kimisi hiç yardım almadan yoktan var edip kendi işini kurar, yükselir, kimi hiç iyi okullara gitmeden en iyi üniversitede en iyi bölümü kazanır, mesleğini eline alıp para kazanır hayatını yaşar. Ama burada anlatmak istediğim nokta o hayatı bir başkasıyla doldurmak, renklendirmek. Çünkü insan hayatının bir bölümünde kimi zaman yalnız kalmak, kafasını dinlemek istese de yalnızlık insanların her zaman tercih edeceği bir seçenek değildir asla. Yani hiçbir insan sonsuza dek yalnız kalmak istemez. Hatta bunun bir seçenek olmasını bile istemez. Yanına, beynine, kalbine yakışanı bulduğunda anında satar alıştığı yalnızlığını mutluluğa, renge, desene. Benim de yaptığım tam olarak bu oldu. Yalnızlığımı hayatımı anlamlandırmama yardım edeceğini bildiğim biri için anında kovaladım. Umarım her insan hayatını anlamlandırmasına yardım edecek birini bulur en kısa sürede. Çünkü öyle birini bulmak yapılan her eylemin, alınan her kararın ve mutlu olduğun her anın altında o kişinin de imzasının olduğunu bilmek anlamına geliyor ve bu farkındalık insanın hayatına değer katıyor. İnsan kendini asla yalnız hissetmiyor ve işin ilginç yanı başına gelebilecek tüm olumsuzluklara göğüs germeye hazır duruma geliyor. Yani yaptığı yanlışları da kabullenmeye ve sonuçlarına katlanmaya razı oluyor. Bu şekilde büyüyor, olgunlaşıyoruz belki de. Ama yüzümüzün güldüğü, kalbimizin attığı kadar yaşıyoruz aslında. İnsan hayatına anlam katabilen birini aldığında gerçekten tam anlamıyla hayatının baharını yaşıyor, içinde çiçeklerin açmasına ve güneşin doğmasına tanıklık ediyor. Kaynakça Adatepe, Sabine. Bahar. Ayrıntı Yayınları, 2015. ERGENLİK   Çavdar  Tarlası’ndaki  Çocuklar  :  Bana  okuma  isteğini  geri  getiren  kitap.  Bu   kitaba   okulda   herzamanki   gibi   zorunluluktan   ve   ileride   onun   üzerine   sınav   olacağımdan   dolayı   başlamıştım,   iyi   ki   de   başlamışım.   Bu   kitabın   bana   okuma   isteğimi   geri   getiren   kitap   olmasının   asıl   nedeni   kendimi   ana   karakter   Holden   Caufield   ile   bağdaştırmamdan   kaynaklanıyor.   Kitabı   okurken   ergenliğimin   tavan   yaptığını     da   söylemeden     geçemeyeceğim..   Etrafımdaki   kimsenin   içten   davranmadığını  düşündüğüm  anda  bu  kitaba  başlamam  şans  eseriydi.   Ergenlik   dönemine   giren   biri   olarak   sürekli   duygu   ve   düşüncelerim   değişiyordu,  bu  da  genellikle  tutarsız  biri  olmama  sebep  oluyordu.  Kitabı  okurken   gördüm  ki  anlatan  kişi  Holden  da  kendi  içinde  tutarsızlıklar  yaşıyordu.  Bir  bölümde   söyledikleriyle  başka  bir  bölümde  yaptıkları  birbirleriyle  çelişiyordu.  Bu  davranışı   kendi  içimdeki  tutarsızlıklarımın  sadece  bana  özel  olmadığını  görmemi  sağladı.  Bu   değişen   duygu   ve   düşüncelerimin   ergenlik   döneminin   bir   parçası   olduğunu   anlamamı  sağladı.  Bir  de  kitapta  adı  geçen  “sahte”  insanlar..  Bende  bir  ara  Holden   gibi   etrafımdaki   herkesi   “sahte”   insan   olarak   görüyordum.   Bunun   nedeni   ise   insanların  birbirileriyle  göstermelik  arkadaşlıklar  yapması  ve  kasıntı  davranışlarda   bulunmalarından  kaynaklanıyordu.   Kitaptaki  temel  konulardan  biri  de  Holden’ın  çocukluk  ve  yetişkinlik  arasında   kalmasıydı.  Kitapta  Holden’ın  davranışları  böyle  bir  sorunu  olduğunu  çok  açık  bir   şekilde   gözler   önüne   seriyordu.   Holden’ın   sigara   ve   alkol   kullanarak   kendine   kendisinin  olgunlaştığını  kanıtlamaya  çalışmasını  saçma  buluyorum  çünkü  zaten  er   ya  da  geç  hepimiz  olgunlaşma  döneminden  geçeçeğimizden  dolayı  o  olaya  hızlıca   geçmeye   çalışması   çok   manasız   gelmişti   bana.   Holden’ın   kendine   olgunlaştığını   kanıtlama  çabalarından  biri  de  cinselliğe  yönelmeye  çalışmasıdır  fakat  kendisi  de   farkındadır   ki   cinsellik   için   daha   çoçuk   yaştadır.   Kendisinin   ruhsal   olarak   olgunlaşmasa   da   bedensel   olarak   yaşlanıyor     olması   ,   saçlarının   beyazlamaya   başlaması   kardeşinin   ölümünden   etkilendiğini   ve   onda   ortaya   çıkan   olumsuz   duyguların  onu  bedensel  olarak  etkilediğini  gösteriyor.  Holden’ın  çoçukluk  tarafında   kaldığını  gösteren  belli  olaylar  da  bulunmaktadır.  Öncelikle  kırmızı  şapkasının  onu   etrafındaki  kötülüklerden  koruyacağını  ve  korktuğunda  onu  takması  hâla  çoçukça   davrandığını   göstermektedir.   Bir   de   Holden’ın   kendisini   çocuklarının   kurtarıcısı   olarak  görmesi  yani  bir  nevi  kendisini  super  kahraman  olarak  görmesi  kendisinin   gerçek  olamayacak  olaylarla  uğraştığını  göstermektedir.  Hem  yetişkinliğe  yönelme   çabası  hemde  çocuksu  davranışlardan  kaçamaması  Holden’ın  bir  kişilik  çatışmasına   yöneltmiştir  ve  kendisinin  hangi  yaş  grubuna  ait  olduğunu  anlayamamasına  sebep   olmuştur.   Bunun   sonucunda   da   durmadan   kendisi   ile   çelişen   ifadeler   ve   davranışlarda   bulunmuştur.   Ben   ise   Holden’ın   aksine   bir   insanın   hep   tutarlı   davranışlarda  bulunması  gerektiği  taraftarıyım.  Kendini  çocuk  olarak  hissediyorsa   tamamen   o   şekilde   biraz   daha   olgun   olarak   hissediyorsa   da   diğer   şekilde   davranmalıdır.  Genç  yaştaki  davranış  olgun  zamanlarımıza  ayna  olacağından  dolayı   kendimize  en  uygun  ve  en  olgun  şekilde  davranmalıyız.   Kitabı  okuma  isteğimi  arttıran  diğer  bir  unsur  da  anlatıcının  diliydi.  Holden   başına  gelen  olayları  anlatırken  küfür  ve  kendine  has  benzetmeler  kullanıyordu.  Bu   da  romanı  daha  içten  ve  çekici  yaptı  benim  için.  Kitabın  hep  bir  kovalamaca  halinde  olması  Holden’ın  durmadan  yer  değiştirmesi  de  benim  okurken  heyecanlanmamı   sağladı.    Holden’ın  aşk  hayatı  da  kitabı  sürükleyici  yapan  unsurladan  biriydi.  Jane      Ile  aralarında  geçen  olayların  bir  bölümünden  bahsetmesinden  dolayı  hep  aklımda   Jane  karakteri  ile  ilgili  sorular  kaldı  ve  her  seferinde  acaba  bu  bölümde  cevaplar   bulabilecek  miyim  diye  devam  etmemi  sağladı.  Aşk  ve  arkadaşlık  bence  gençlik   döneminde  tecrübe  edilmeli  çünkü  ne  de  olsa  gençlik  bizim  için  hayatın  “ısınma   turları”.  Bu  zamanlarda  her  şeyden  az  da  olsa  çabucak  öğrenmeliyiz  ki  gelecek  için     hazırlıksız  olmayalım.   Güzel  olaylar  hep  tesadüf  eseri  gerçekleşir.  Bu  kitapta  benim  için  öyle  oldu.   Zorunluluktan  dolayı  başlamış  olsam  da  başından  sonuna  kadar  istekle  okudum.   Okurken  ki  bulunduğum  içindeki  dönemden  olsa  gerek  kitapla  duygusal  bir  bağ   kurdum  denebilir.   Buna  en  güzel  olarak  üniversite  sınavına  hazırlanma  dönemimi  örnek   gösterebilirim.  Çalışmalarım  tam  istediğim  gibi  olmuyordu  ve  bunun  yanı  sıra  arkadaş   ilişkilerim  de  çok  sağlıklı  değildi.  Nerdeyse  bunalıma  giriyordum  ki  Holden’ı  hatırladım.  O     benden  çok  daha  kötü  bir  durumdayken  kendisine  ve  kardeşine  olan  saygısından  dolayı   Kerem  Nazlıel-­‐EE   dimdik  bir  şekilde  hayattaki  yoluna  devam  etti.  Bu  kitabı  okuyarak  da  böylece  hayata   21401823   karşın  nasıl  yaklaşma  gerektiği  hakkında  çok  önemli  bir  ders  almış  oldum. Kendimizin Kuklası Olmak / Alptuğ Albayrak Ne istediğimizi bilmiyoruz. İsteklerimizin mutlak her şeyi çözeceği yanılsamasına kaptırmışız kendimizi. Bazen sonları iple çekeriz, sanki o son geldiğinde her şey düzelecek, her şey yoluna girecekmiş gibi. Ama son sadece başka bir şeyin hatta daha kötü bir şeyin başlangıcıdır veya daha kötüsü ondan sonra hiçbir şey yoktur, sadece boşluk vardır. Ve o boşluk uzaktan bakıldığında rahatlama gibi gelse de aslında insanı delirten bir şeyden fazlası değildir. İstediklerim bazen de çelişir birbirleriyle. Armstrong’un da dediği gibi: Bir yandan her şeyin kontrolümüzde olmasını isterken bir yandan da her şeyi koyuverip rahat rahat yaşamak isteriz (55). Gerçekleri göremeyecek kadar körüzdür. Bir türlü hayatın isteklerimizi yerine getireceği bir ütopya olmadığını göremeyiz. Fazladan umut ederiz boş yere. Daha iyi bir sağlık, daha iyi bir maaş, daha iyi bir ev… Şu anı düşünmek dururken gelecek ile ilgili saçma sapan hayallere girip kendimizi boş yere ümitlendirmek dışında bir şey yaptığımız yok aslında bu dünyada. Geleceği düşünmediğimiz zamanlarda ise geçmişte hapsolmuşuz. Bu konuda ne yazık her ne kadar kendime kızsam da ben de öyleyim. Sanki bir getirisi varmış gibi geçmişi düşünürüm sürekli. Geçmişin geçmiş olduğu, zaman makinesini bulmadığımız sürece bir daha göremeyeceğimiz bir şey olduğuna bir türlü inandıramam kendimi. Geçmişi düşünüp “Ne güzel günlerdi.” deriz sürekli. Aslında bilmeyiz ki tam o gün de ondan önceki güne bakıp aynı şeyleri söylemiştik. Kendi kendimizle dalga geçeriz aslında hiç fark etmeden. Saçma sapan kişilere hayranlık duyup, saçma sapan hayallere kaptırırız kendimizi. Bu hayranlık duyduğumuz kişiler hep bizden yüksektedir. Bu yüzden de bazen bu “yüksekte” olan kişilere olan hayranlığımız kıskançlığa dönüşür (Armstrong, 28). Kurduğumuz o güzel hayaller sonunda bizi kendimiz ile çatışmaya sürükler. Bir taraftan o hayalin gerçekleşmesinin çok zor olduğunu, o kişiye benzemenin neredeyse imkânsız olduğunu biliriz; ama diğer bir taraftan ise o “neredeyse” sözcüğüne takılıp “Ya olursa.” deyip o boş, anlamsız hayallerimize devam ederiz. En kötüsü de nedir biliyor musunuz? O ihtimalin gerçekleşip o kadar yükselttiğin o kişinin yerine geldiğinde aslında gerçeğin o kadar güzel olmadığını fark edersiniz. O kadar pürüzsüz değildir yaşam. O kadar düz değildir yol. Zorluk sadece siz oraya ulaşıncaya kadar yoktur. Siz bitti sanarken daha kötü bir şey sizi bekler orada. Siz ise her şey daha güzel olacak mantığına kendinizi kaptırmış olduğunuzdan, o an geldiği zaman neye uğradığını şaşırıp, afallarsınız. Hayaller olmasaydı insan olmazdı diyebilirsiniz, haklısınız da. Ama bizler hayallerin birer kuklasıyız sadece. Sadece hayallerin de değil; kendi düşüncelerimizin, kendi fikirlerimizin, kısacası kendi kendimizin kuklasıyız. Genellikle kendi kendimizi sınırlarız, tabi ki toplumun bu sınırlamadaki etkisi tartışılamaz. Topluma, daha doğrusu sürüye uymaya çalışırız. Bunu yaparken de kendimizden bir parçayı geride bırakırız çünkü toplum herkeste aynı parçayı ister. Toplumun idealarını kendimizmiş gibi kullanırız. Armstrong’un da dediği gibi: Bunu yaparken de korkarız, korkuyu da kendi kendimize dediğimiz teselli edici hikâyelerle avutmaya çalışırız (99). Ve komiktir ki bunu başarırız. Bu düzene ayak uydurur, herkesin dediği yalanlara inanır ve en sonunda toplum ne derse ona inanmaya, onu uygulamaya başlar. İşte o zaman bireylikten çıkmış oluruz. Kendimiz için değil, başkaları ve onların idealleri için yaşayan bir kukla haline geliriz. En kötüsü de bu gelişim o kadar güzel hayata geçirilir ki hiç farkına bile varmayız. Farkına varanları da toplumdan dışlarız. Düşünmeyi bıraktığımızı işte bu kadar belli ederiz. Belki de durup düşünmenin vakti gelmiştir? Kaynakça Armstrong, John. Nietzsche’den Hayat Dersleri. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014. Baskı Eray İşinekoş 21502624 Doğa ile Yapay Dünya Arasındaki Gerilim Biz insanlar, dünyadaki en eski ya da en güçlü canlılar değiliz belki ama ona hakim olduğumuz ve tüm olgularıyla ona şekil verdiğimiz bir gerçek. Doğa için evrimleşmek yerine, tüm bencilliğimiz ve hırslarımız sonucu, doğayı kendimiz için evrimleştirdik. Bu, doğa ile insan arasına aşılması güç duvarlar ördü. Geçtiğimiz hafta Ankara Salt Ulus’ta açılan Polonyalı fotoğraf sanatçısı Joanna Rajkowska’nın “Hata, Zayıflık, Gördüğümüz, Düz Çizgi” sergisi tam da bu noktaya değiniyordu. Bu sergi, biz insanoğlunun doğada bıraktığı derin izleri, düşünmeye ve sorgulamaya iten etkileyici karelerle, tüm insanlığın vicdanına sunmuştu. Yaşamın bu kadar kompleksleşmesi gerçekten gerekli miydi? Kesinlikle değildi. Ben her zaman insanlığın azla daha mutlu olabileceğini savunanlardanım. Günümüz literatüründe “minimalizm” olarak geçen bu kavramın yoksunluğu, bugün bizleri daha fazla tüketmeye, daha fazla zarar vermeye ve hep daha fazlasıyla mutlu olacağımız hissine itiyor. Fazlasını istedikçe bunu doğadan alıyoruz. Tükettikçe, sahip oldukça, daha mutlu olacağımıza inanıyoruz. Evet, mutluluğun kaynağı doğada, denklemin başlangıç Figure 1Eray İşinekoş noktasında ortak paydada buluşabiliyoruz ancak metotlarımız farklı. Ben mutluluğu, yemyeşil çimlerde, her katmanında ayrı hikayeler barındıran ağaçlarda, küçük bir kasabanın karanlık sokaklarında yapayalnız kalmış sıska bir köpeğin karşılıksız sevgisinde bulabiliyorum. Mutlu olmak için büyük bir eve, pahalı bir arabaya, daha büyük ekranlı bir televizyona veya daha fazla mobilyaya ihtiyacımız yok bunu görebiliyorum. Doğadan fazlasını beklemiyorum, sınırlarını ihlal etmeden onu anlamak, bana hissettirdiklerini yaşamak istiyorum. Hırslarımız, doğayla aramızdaki gerilimin temel sebeplerinden bir diğeri. İçinde bulunduğumuz ekonomik düzen ve aldığımız klasik eğitim bize bir fazlasının her zaman daha iyi olduğunu ve hep dahasına sahip olmamız gerektiğini öğretti. Binlerce ağaç kesilerek yapılan yollar, köprüler, Anadolu’nun her yerinde, bitmemiş, tamamlanamamış, tüm griliğiyle ve doğaya olan ahenksizliğiyle öylece duran binalar. Bu absürtlüğü biz yaptık. Bitmeyen isteklerimiz, bitmeyen ihtiyaçlarımız yaptı. Bugün doğanın bize düşman olmasını yadırgamıyorum. Kuraklığın başlamasını, havanın taptaze çiçekler yerine is kokmasını, mevsimlerin yer değiştirerek iklimin evrimleşmesini ya da doğanın ögelerinden birer birer bizleri yoksun kılmasını acımasız bulmuyorum. Bu sadece doğaya yabancılaşmamızın ve beşeri dünyaya kelepçelerle bağlanmışçasına bir yaşam tarzının tepkisi. Doğanın bizler için ne ifade ettiğini bilmemenin eksikliği biz insanları bu noktaya getirdi aslında. Bugün küçük bir çocuk için doğa, binlerce sokaktan, yükseldikçe gökyüzünün tüm renklerini elinden almış binaların arasındaki küçük bir parktan ibaret. Doğa, ailesinin o küçük çocuğa öğrettikleri sonucu, onun izahıyla tehlikeli. Toprak pis ve böcekler, hayvanlar korkulması gereken canlılar. Bu çocuklar çimlere çıplak ayakla basarak oyunlar oynamanın, kovanına polen götürmenin endişesiyle çiçekten çiçeğe gezen bir arıyı kovalamanın heyecanından yoksun. İşte bu yoksunluk ve doğayı tanımamak onlar için tüm bu doğal ögeleri, pahasız ve vazgeçilebilir bir konuma sürüklüyor. Özgürlüğün, mutluluğun ve tatminin Tanrının bir sanatçı gibi yaratıp, bizlere sunduğu doğada olduğundan habersiz. Ona muhtaç olduğundan habersiz. Zarar vermekten korkmuyor. Doğayı tanımak, onunla yaşamak, içinde olmak ve onun bir parçası olduğumuz gerçeğini benimsemek gerek. Yapay dünya böylesine sığ ve temelsizken, içimizdeki boşluğu onunla doldurmaya çalışmak büyük bir hata. Yüzyıllardır nice şairlere, ressamlara, gezginlere ilham olmuş tüm bu doğal güzelliklerin içinde olmanın, bu zincirde küçük bir halka olarak da olsa bulunmanın hazzını yaşamak gerek. Yapay dünyaya olan tüm bağımlılığımızdan sıyrılmak; mutluluğu, hevesi, umudu veya merhameti doğayla yaşamak gerek. En mühimi, doğanın bize verdiklerine minnet etmeyi öğrenmek gerek. KAYNAKÇA Fotoğraf: Eray İşinekoş 25 Ekim 2015 tarihinde erişildi. www.1000kitap.com AŞKTAN SONRASI Öyle ya da böyle, her birimiz tattık aşkın, ihanetin, ayrılığın, acının, özlemin şarabından… Sevdik, sevildik, seviştik belki de. Birine çok bağlandık. Tahmin ettiğimizden çok daha fazla… Yeryüzünde böyle bir aşk, böyle bir gereksinim yoktur sandık. Bir insanın varlığının ve yokluğunun bütün dünyaya hükmetmesine izin verdik. Her şey değişti bir anda, şiirler değişti, şehirler değişti, şarkılar değişti! Sabah yediğimiz yumurta daha sarıydı artık, gökyüzü daha maviydi, yağmurlar daha parlaktı, hayvanlar daha mutluydu. Siyaseti, politikayı unuttuk. Öyle biri girdi ki hayatımıza, yıllar sonra ilk defa nefes aldık. Yüreğimizi paylaştık biriyle, onu her şeyimiz yaptık. Varlığını o kadar kutsallaştırdık ki yokluğunu günah saydık. Hiç hesaba katmadık ayrılığı, terk edilmeyi, yalnızlığı… Sonsuzluğa söz verdik sandık. Oysa belki çok kısa, belki biraz uzunca bir sürenin ardından baş başaydık kendi karanlığımızla. Yüreğimiz amansız bir acıyla sızlıyor, ihanet akıyordu kanımızda. Bir başınalığımız öyle yıprattı ki bizi, kendi cinayetimizi izler olduk her gün aynanın karşısında. Ve kızdık! Çok kızdık. Aşka, insanlığa, tanrıya… Kaçacak bir şiir aradık, saklanacak bir satır istedik hayatlarımızda. İşte o şiirler Kırmızı Eroin’in sayfalarından kopup girdi benim hayatıma… Yeraltı edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri olarak görüyorum Batuhan Dedde’yi. Aşkın, ihanetin, ayrılığın, acının, özlemin şarabını tek dikişte bitirmiş bir delikanlı olarak duruyor dizelerinin arasında. Ve o da dönüp durmuş varlıkla yokluğun arasındaki şeffafımsı çizgide, kaybettiklerini arayarak ve sahip olduklarını sorgulayarak. Belli ki o da kızgın her şeye. Aşk, insanlık, Tanrı… Hepsi ihanet etmiş ona da. Ve o baltasını mısralara vurmuş. “Alnımın orta yerindeki kırgınlığım kanıyor,” (Dedde, 2013, s. 6) Kırmızı Eroin’in en çarpıcı satırlarından biridir benim için. Gerçekten de hemen hemen hepimiz hissetmişizdir kalbimiz kırıldığında kopan parçalardan birinin alnımızın çatına saplanıverdiğini bir anda, acımasızca… Ve kırgınlığımız şahsımıza olan bir kızgınlığa dönüşür bir yerden sonra. Sevdalarımız boyunca karşımızdakileri ne kadar kutsallaştırdığımızı, kendi tapınaklarımızı nasıl da kendi ellerimizle inşa ettiğimizi görürüz belki de alnımızdan akan o kanda. Ve çoktan klişeleştirdiğimiz o film şeridi akar gider gözlerimizin önünden her öpüş, her dokunuş, her kelimesi ile… Dedde’nin “Beni öptün gaddar bir tanrı gibi” (Dedde, 2013, s. 10) dizesinde de görmüyor muyuz bunu en şiirsel hâliyle? Kırgınlığımız da kızgınlığımız da bin bir şekle giriyor, yalnızlığımızla yoğrulup yepyeni bir şekil alıyor. Belki de o yüce aşklarımız, yerlerini nefrete bırakıyorlar birkaç kadeh sonra… Ve gerçekten de karşımızdaki gaddar bir tanrı rolünü üstleniyor artık hayallerimizde. Ki zaten o kadar kolay ki her şeyi bir başkasının suçu hâline getirmek bizler için, hiç garipsemiyoruz kendi aşk çıkmazımızdaki bu akıl almaz değişiklikleri. Belki de acının, ayrılığın, kaçınılmaz ve aynı zamanda da kabullenilemez olan bu yalnızlığın inkârıdır bu yaptığımız. Nefretin aşkı ve acıyı öldüreceğini, özlemi kalplerimizden öteye süpüreceğini düşünüyoruzdur hatıralarımıza yeni renkler vermeye çabalarken. Oysa hepimiz bir şekilde gördük ki artık, ne yapılırsa yapılsın gidenin ardında bıraktığı acı, kalıyor bırakıldığı gibi, bırakılan yerde, bir şiir gibi… Ve hepimiz aynı dizeleri bağırmak istiyoruz belki de bir zamanlar iki kişiden ibaret sandığımız şehrimizin en yüksek tepelerinin birinden: “Tanrım merhaba / Cehennemi dökmeye ne gerek vardı dünyaya?” (Dedde, 2013, s. 77) Varlığıyla cenneti yaşatan insanın yokluğu öyle bir cehennem oluyor ki insana, onarılamaz bir yara gibi kalıyor yanık izlerimiz kırılgan vücudumuzda. Ve nihayetinde, aşktan sonrası öyle korkutuyor ki gözümüzü tövbe ediyoruz bir daha sevmeye, bağlanmaya, tanrılaştırmaya… Tövbe ediyoruz aşkın, sevdanın şarabını yudumlamaya. Şiir olmak istemiyoruz bir daha, şarkılara hapsolmak, alnımızdan kan dökmek istemiyoruz bir daha. Oysa unutuyoruz ki, hepimiz günahkârız bu dünyada… Beste YAZICI Kaynakça: Dedde, Batuhan. Kırmızı Eroin. İstanbul: Altıkırkbeş Kitabevi, 2013. Aykut İbrahim ALBAYRAK İnsanlık İçin Zülfü Livaneli'nin Serenad kitabı içinde hem tarihten hem aşktan hem sanattan bir kuple de olsa pay içeren bir kitap. Günümüzde insanların bilmediği bilenlerin ise unuttuğu bir facia olan “Struma Olayı”nı içine tutkulu bir aşk serpiştirerek bize hatırlatıyor bu kitap. Avrupa'da Naziler ve Yahudiler arasındaki problemlerin bireysel hayatlarda nelere mal olduğunu kimse bu denli güzel anlatmamış olsa gerek. Yahudilerle yıllarca iç içe yaşamış Almanlar özellikle 2. Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında komşularından, dostlarından, aşklarından kopmuşlar adeta düşman olmuşlardır. Gestapo'dan, Hitler'den kısaca Nazi Almanyası'ndan kaçan insanlar öldürülmüş, sırf Yahudi kökenliler diye yurtlarından edilmişlerdir. Birçok kesim tarafından kabul edilen ve insan ırkının en büyük utanç kaynaklarından biri olan Yahudi Soykırımı neredeyse dünyadaki tüm toplumları derinden etkilemiştir. Bu iki ırk arasındaki problem bizim ülkemize de ucundan da olsa değmiştir. Devletimiz Atatürk döneminden 2. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen sürede birçok olaya şahit olmuştur. Gelmiş geçmiş en zeki adamlardan biri olarak gösterilen Einstein'ın Atatürk'e yazdığı ve Yahudi kökenli kırk bilim adamının çalışmalarına Türkiye'de devam etmesini rica ettiği ve “Ekselansları'nın sadık bir hizmetkarı olmaktan şeref duyan..” diye bitirdiği mektup ve Struma Gemisi'nin İstanbul açıklarında Sovyet Rusya tarafından batırılmasını ve yüz üçü çocuk olmak üzere yedi yüz altmış sekis kişinin ölmesini buna örnek gösterebiliriz. Yaşadığımız dünya her gün bir adım daha değişiyor ve gelişiyor. Her ne kadar modern bir toplumda yaşıyor olsak bile ırkçılık ve ayrımcılık dünyamızın hâla en büyük sorunu. Biz insanların ise geçmişte yaşanan bu olaylardan hiçbir ders almaması ise bizlerin aslında ne kadar aciz olduğunu gözler önüne seriyor. Milattan önce 14. yüzyılda Mısır'da başlayan ırkçılık, Yeni Dünya'nın keşfiyle Afrikalılar'a yapılan zulümlerle daha da alevlenmiş ve son olarak Hitler yönetimindeki Nazi Almanya'sının yahudilere karşı yaptığı soykırım ile en son raddesine ulaşmıştır. O noktadan sonra insanların akılının başına gelmesi lazım iken şu an bile siyah-beyaz, Türk-Kürt vb. gibi türlü türlü ayrımcılıklar devam etmektedir. Bu ırkçı eylemler ise benim gözümde insanoğlunun ne kadar aciz olduğunun büyük bir kanıtı. Irkı, teni, dili ve dinlerinin farklı olmasından dolayı bu insanlara işkenceler yapmak büyük bir suçtur. Hiç kimse bir başkasının hayatıyla oynamamalıdır. Hele ki bunun nedeni görüş farklılığı ise. Kendi ailemin milliyetçi olması, beni de büyürken bu konularda çok etkilemişti. Kürtlere karşı her zaman önyargılı olan ailem bu özelliklerini ister istemez bana da aşılamış olmasından dolayı çoğu insana başka gözle bakmama bile sebep olduğu olmuştu. Kendi kararlarımı vereceğim zamana geldiğimde ise bu önyargıların aslında ne kadar saçma ve çocuksu olduğunu anlamış bulundum. Irkçılıktan kurtulmak için yapılması gerekenin empati olduğunu öğrendim. Kendinizi onların yerine koyduğunuz zaman hemen anlaşılıyor bu düşüncesinin ne kadar saçma olduğu. Afrika'da yıllarca köle olarak çalışan insanları, iç savaş sebebiyle kendi ülkesinden kaçmak zorunda olan insanları düşününce bizlerin aslından ne kadar iyi durumda olduğu anlaşılıyor. Aslında hepimiz dünya vatandaşıyız fakat aramızdaki tüm bağları yavaş yavaş kopartan ırkçılık bizleri birbirimizden ayırıyor. “Serenad” isimli kitapta gördüğümüz iki aşığın ırkçılık yüzünden birbirlerinden yıllar boyu ayrı kalması bu duruma en güzel örnek olabilir. Çoğu kişiye göre doğru gözüken bu ırkçılık aslında insanlığımızı küçük düşürmekten başka hiçbir şeye yaramıyor. Her ne kadar insanların birbirini renginden, dininden, ırkından dolayı ayırmadığı ; insana insan olduğu için saygı duyduğu bir dünyada yaşamamız gerektiğini söylesek bile, günümüzde insanlar hatta devletler kendinden olmayanı dışlıyor. “Taraf olmayan bertaraf olur.” felsefesiyle hayatlarına devam eden milletler bundan yıllar sonra yaptıklarının hata olduğunu anlayacak ve birbirini siyah-beyaz, Nazi-Yahudi ya da ülkemizdeki gibi Alevi-Sünni, Türk-Kürt olarak ayırmayacak. KAYNAKÇA: Livaneli, Zülfü. Serenad. Doğan Kitapçılık. 2011 Einstein'dan Atatürk'e dramatik mektup. Hürriyet Gazetesi. 2011 Ayça Arkış Çirkince Kendimi bildim bileli seyahat etmek benim için bir tutku oldu. Gezmek, görmek, tanımak bunlar hep bana bir şeyler kattı. Öyle insanın yerinde durarak deneyimleyebileceği şeyler değil bunlar. İlk önce merak etmeli; daha sonra harekete geçip keşfetmeli. Keşfederken de tüm duyu organlarını kullanmalı. Öyle kullanmalı ki koklamaktan, görmekten, dokunmaktan, tatmaktan ve duymaktan yorulmalı ama bu yine yeniden keşfetmesine engel olmamalı. Aksine kişinin içindeki merak ateşini canlı tutmalı. İşte bendeki bu ateşin alevleri bir türlü sönmüyor. Hep daha fazlasını görmek ve deneyimlemek istiyorum. Bu merak doğrultusunda ilk tek başıma yaptığım seyahatim olarak adlandırabileceğim yolculuğum ise Şirince’ ye idi. Bu yolculukta iki arkadaşım vardı sadece: merak ve keşfetme isteği. Korku da onlara eşlik ediyordu ama çoğu zaman varlığını hissetmiyordum. Ailemi özlediğimde ya da bir sokakta kaybolduğumda yanımda belirip kısa süre sonra beni terk ediyordu. Pek de uzun sürmeyen bir uçak yolculuğundan sonra sonunda köye ulaştım. Buram buram Ege kokan sokakları, küçüklü büyüklü taş evleri ve göklere uzanan meyve ağaçlarıyla daha ilk dakikalardan beni büyülemeyi başardı Şirince. İnsanları, havası, suyu bir farklıydı buranın. Henüz yeni yeni keşfedilmekteydi; gazetelerin seyahat eklerinde kıyıda köşede adından söz ettiriyordu ama pek de uğrayanı yoktu. Belki de bunun nedeni köylülerin, yıllarca kimse gelip de köyün havasını bozamasın diye, Şirince’ ye “Çirkince” demesiydi. Kim sorsa, köyün çirkin ve yaşanılmaz olduğunu söyleyen köylüler; Dünya’daki bu cenneti imardan, sanayileşmeden korumuştu. Köylülerin burayı bu denli sahiplenmesi ve verdikleri isim beni oldukça etkiledi. Tabii ki bu kadarla yolcu etmeyecekti beni “Çirkince”. Dış görünüşünün yanı sıra içinde bir cevher vardı köyün: verimli Ege topraklarında yetişen meyvelerden yapılan şaraplar. Üzüm dışında; çilek, nar, şeftali gibi birçok meyveden elde edilen bu şaraplar fermantasyon sonrası içime hazır hâle geliyor. Şirince köylüleri, gelen turistleri ya da kendi misafirlerini şarap tadım evlerine yönlendiriyor ve bu muhteşem meyve şölenini yudumlamalarına tanıklık ediyorlar. Mayhoşu, tatlısı, ekşisi, buruğu,... Hepsi ayrı bir zevk veriyor içerken insana. Bağların bahçelerin saltanat sürdüğü bu köyde, şarapların yanı sıra doğal otlar da gün geçtikçe ününe ün katıyor. Ispanak, ısırgan otu, nane gibi ve daha birçok ot günlük yemeklerde kullanılıyor. Gezmekten yorulduğum anlardan birinde “Ege’nin Sofrası” adlı küçük bir restorana oturdum. Testi içinde buz gibi bir su getirdiler ilk önce masaya. Daha sonra siparişimi almak için gelen teyze bana Şirince’nin yerlisi olup olmadığımı sordu. Hayır cevabını bekler gibiydi çünkü sürekli beni süzüyordu. “Hayır, değilim” dediğimde bana kendisine yemek seçimi için güvenmemi söyledi. Kıramadım kabul ettim. Az sonra ısırgan otlu gözleme ve ev yapımı ayranla geri döndü. Daha ilk çatalda teyzeye güvenerek doğru bir seçim yaptığımın farkına vardım, bu müthiş bir lezzetti. Isırgan otlu gözleme, Şirince’ye yolu düşenin kesinlikle denemesi gereken bir yemekti. Ayça Arkış Büyük ve kozmopolit bir şehirden geldiğim için Şirince’nin doğal ve samimi havası beni benden aldı. Herkesin yüzünde bir tebessüm vardı. Orada kaldığım süre zarfında gördüğüm en somurtkan insan galiba aynada gördüğüm yansımamdı. Kaldığım oteldeki personel bile her sabah, güler yüzü ve sıcak kanlılığıyla kahvaltıyı hazırlıyordu. Uykumu tam alamadığım bir sabah elimle çarpıp çay bardağımı yere düşürdüm. O kadar utandım ki ne yapacağımı şaşırıp öylece kalakaldım. Otelin sahibi hanımefendi yanıma geldi ve iyi olup olmadığımı sordu. Özür dileyerek iyi olduğumu söyledim. Sıcacık bir gülümsemeyle bardağın benden değerli olmadığını söyledi. Yeni bir bardak çay getirdi ve herhangi bir ihtiyacım olduğunda kendisine söylememi istedi. O an kendi kendime bu köyde çocuğu, genci, yaşlısı hepsinin hayattan zevk aldığını ve hayatı doya doya yaşadığını düşündüm. Ne insanı geren trafik ne de her gün baş ağrısına neden olan şehir gürültüsü buralara uğruyordu. Sanki Şirince kendini izole etmişti dünyadan. Ağaçların arasında ve İzmir’in tepesinde yer alması onun kolay kolay bulunamamasını sağlamıştı. Taş evlerin arasına kalan Arnavut kaldırımlı sokaklarda gezerken hayaller kurdum. Kim bilir kaç çift bu sokaklarda el ele yürümüştü. Ya da kaç tanesi sevdiği kıza ilan-ı aşk etme düşüncesiyle bu yokuşları çıkmıştı. Her ev, her kaldırım, her taş ayrı bir hikâyeydi. Birçok olaya tanıklık etmişti. Şimdi de İstanbul’dan gelen bir kızın hayranlıkla kendilerini izleyişine tanıklık ediyorlardı. O kadar iyi biliyordum ki Şirince’ye tekrar geleceğimi. Şarapları, otlu yemekleri, mis havasıyla her adımda daha da çok bağlıyordu beni kendine. Giderken bir insan olmasını ve ona sıkıca sarılıp “Tekrar görüşeceğiz” demeği istedim. Oysa yapabildiğim tek şey elimi havaya kaldırıp “Hoşça kal” demek oldu. Arda Ege Ünlü Medeniyetin Utancı, Medeniyetin Yaratısı Kendinize şu soruyu sormanız için bir saniye ayırmanızı istiyorum, başta saçma bir soru gibi gelebilir ama oldukça hassas bir konu olduğuna emin olabilirsiniz. Temiz su şu an size ne kadar uzakta ? 15 metre uzaklıktaki çeşmede mi, yoksa çantanızda bir şişe su mu var ? Her gece yatağınıza tok gidiyorsunuz değil mi ? Sabah kalkıp yine karnınızı doyurup sıcak bir duşa giriyorsunuz ve o sıcak su altında geçirdiğiniz zamanı kısıtlayan tek bir şey bile yok. İsterseniz on beş dakika, isterseniz üç saat sıcak suyun keyfini çıkarma şansınız var. Su ne de olsa bir lüks eşyası değil. Dünya’nın yüzde yetmişini kaplıyor ve geri dönüşümü olan bir madde. Şu an bu yazıyı okuyorsanız suyun size uzak olmadığı kesin. Peki Afrikalı bir çocuğun temiz su bulması için ne kadar “uzağa” gitmesi gerek, bir de bunu tahmin etmeye çalışın. Bu kolay bir soru değil. Bölgeden bölgeye oldukça değişkenlik gösteren bir konu: Sahra altında yaşıyorsanız günlerce yol yürümeniz gerekebilir. Ama vicdanınızı rahatlatmak adına bütün Afrika ülkelerini ele alalım. Böyle olunca şanssız küçük Afrikalı çocuğumuzun temiz suya ulaşmak için ortalama olarak altı kilometre yürümesi gerekiyor. Yani başına yüzlerce kişinin üşüştüğü bir halk çeşmesinden iki avuç su içebilmek için en azından bir saat yürümeli. Fakat ben şuan masanın başından kalkarsam tuvalete ya da mutfağa altı saniyede varabilirim. National Geographic’in yedi fotoğraftan oluşan “Freshwater” (Temiz Su) isimli fotoğraf albümünü gözden geçirmenizi isterim. Ustalıkla çekilmiş fotoğraflar genel olarak suyu bir doğa güzelliği olarak yansıtmış. Göller, dereler, lagünler, fiyordlar, okyanuslar... Fotoğraflarda hemen göze çarpanlar arasında balık tutan yaşlı bir adam ve suyun keyfini çıkaran bir misk öküzü bile var. Ancak albümün son fotoğrafı, “Tap Water” (Musluk Suyu), ise çok manidar. Dünyadaki herkesin eşit şartlarda hayata başlamadığını, herkes için suyun bir mutluluk, bir güzellik öğesi olmadığını çok sert bir dille anlatıyor. Çünkü milyonlarca insan için su yaşam savaşı demek. Evlerindeki muslukları bir kenara bırakın, köylerinde bile bir damla su yok. Su için uğraşmak zorundalar, savaşmak zorundalar. “Tap Water”a bir kez daha bakın. Ama bu sefer dikkat edin. Küçük çocuk bir damla suyu israf etmemek için avuçlarını nasıl sıkı sıkıya birleştirmiş dikkat edin. Gözlerine bakın. O küçük yaşında olmasına rağmen, minicik ellerine rağmen gözlerindeki ümitsizliğe ve açlığa bakın. Gözünün beyazının nasıl da sıtma hastalarınınki gibi sarı olduğuna bakın. Onu anlamaya çalışın. Ama kendinizi suçlamayın, buna gerek yok. Sizin ne kadar su kullandığınız da önemli değil. Nasıl olsa sizin kullanmadığınız su bir şekilde onlara aktarılmayacak. Dünya’da yeterli su yok mu zannediyorsunuz? Ya da bu bölgelerin gerçekten yaşanılamaz olduğunu? Elon Musk 2030’a kadar Mars’ta yetmiş bin kişilik bir koloni kurmayı planlıyor. Peki Somali Mars’tan daha mı yaşanılamaz bir yer? Dünya’nın her yıl silah ticaretine ayırdığı paranın sadece bir kısmıyla Dünya üzerindeki her bir bireye sürdürülebilir olarak su sağlanacak altyapı oluşturulabilir. Peki durum böyleyse neden “Tap Water” çocuğu her gün altı kilometre yol yürümek zorunda? Nedeni basit değil mi? Sizce neden “Tap Water”, “Freshwater” albümünün son fotoğrafı? Bu iki sorudan birine cevap bulursanız diğerlerine de bulursunuz. Sefaleti tecrübe etmemiş olanlar için bütün bu yaşam savaşı oldukça uzak bir hikâyedir. O kadar uzak ki sanki gerçek değil. Bu yüzden Afrika en sondadır. Hepimiz için uzak bir hikâye. Unutulmuş topraklar... Unutulmuş insanlar... Arda Ege Ünlü Afrika’nın kötü ünü için birkaç örnek sayalım. Fakirlik, çöller, korsanlık yapan Doğu Afrikalılar, sürekli iç savaş halinde olan bir Orta Afrika, beli bir türlü doğrulmayan Kuzey Afrika ülkeleri, bölge refahının yüzde doksan dokuzunu ellerinde tutan yüzde birlik beyaz kesimiyle Güney Afrika, çocuk askerleriyle ünlü Batı Afrika köle tüccarları... Hep sefalet, hep acı, hep yokluk... Tanrı Afrika’yı unutmuş gibi... Belki de bütün bu yokluk bir ilüzyondur. Çoğu insanın bilmediği, sormadığı düşünmediği şeyleri de sormak gerek: Afrika’nın hiç mi zenginliği yok ? Afrika’nın bu kadar fakir olmasının belki de en önemli sebebi aslında bir o kadar zengin olmasıdır. Sierra Leone büyük elmas yataklarına sahiplik yapıyor, hiçbir zaman iç savaştan kurtulamadı. Kaddafi Libya’sının petrol gelirleri o kadar fazlaydı ki her ay vatandaşlara bu gelirden 500$’a yakın para dağıtılırdı. Mısır’ın doğalgazı, Güney Afrika’nın üç yüz yıldır tükenmeyen altın madenleri, Kongo’nun keşfedilmemiş yağmur ormanları... Afrika fazla zengin ve fazlasıyla korunmasızdı. Afrika iki yüzyıl sömürgeleştirildikten sonra bizim daha zengin olmamız adına fakirleştirildi. Bizim derken sen ya da ben değil. Exxon-Mobil, GoldmanSachs, De Beers ve daha birçokları... Durum böyle iken Afrika adına düzenlenen bağış kampanyaları ya da duyarlı birkaç zengin insanın çabaları koca bir kıtayı yokluktan kurtarmaya yetmiyor. Ne de olsa Dünya'nın geriye kalan bölümü ve aslında her birimiz el birliği ile Afrika'yı sömürüyoruz. Biz bir şeyler değiştirmek için ne mi yapabiliriz? Sierra Leone'nin kanlı elmasını tektaş yüzük olarak takmayarak işe başlayabiliriz. Çünkü sizin binlerce dolar vererek parmağınıza taktığınız yüzük milyonlarca insanın öldüğü ve ölmeye devam ettiği bir iç savaşı finanse etmek için kullanılıyor. Elmasların "kan sertifikası" olduğunu biliyor muydunuz mesela? Mücevher ticaretinde kullanılan her bir parça elmasın çıkartıldığı yer ve zaman bellidir. Böylece bu elmasın çıkartıldığı ülkenin durumu da bellidir. Eğer karışıklık halinde olan bir bölgeden çıkmışsa bir elmas, o elmasın kan sertifikası olmaz. Çünkü o bir kan elmasıdır. Buna dikkat ederek, elmas madenlerinde çalışmayı reddettiği için çocukların ellerini kesen vahşileri finanse etmeyi bırakabilirsiniz. Petrolünü Kongo'dan çıkartan firmalardan benzin almayarak, hem dünyamızın ciğerleri olan yağmur ormanlarına yardım edebilirsiniz hem de bölgenin bitmeyen çatışmalarına tepkinizi gösterebilirsiniz. Altın reservlerini Gana'dan veya Güney Afrika'dan dolduran bankaları kullanmayabilirsiniz. Ancak Afrika'yı kurtarmak bireysel çabalarla gerçekleşemeyecek kadar zorludur. Öyle ki bütün tüketiciler tam duyarlılık ile hareket etseler bile dünya üzerindeki bu cehennemi yaşanabilecek bir hâle getirmek "duyarlılık"tan fazlasını gerektirecektir. Halinize şükretmek, minnettar olmak veya günlük 2$’dan az parayla hayatta kalmaya çalışan iki milyar insan adına üzülmek kimsenin durumunu değiştirmeyecek. Geliştirdiğiniz optimum duyarlılık, sayısı milyonları aşan susuz çocuğa yardım edemeyecek. Siz yine rutin hayatınıza devam edeceksiniz, açlık ve sefalete mahkum edilmiş olanlar da kendi yaşam savaşımlarına devam edecekler. Ama unutmamak gerek, o insanları birer hayvan gibi yaşamaya mecbur bırakan yine bizim hayvan güdülerimizdir. Yenmenin zorumuza gittiği bencillik, nankörlük ve umursamazlık. O çocuk eğer su için 6 kilometre yürümek zorunda kalıyorsa bunun suçu hem sende hem bende, her birimizde. Medeniyetin utancı, medeniyetin kendi yaratısıdır “Tap Water”. Su için çabalamak zorunda kalanların yaşantısı bize ne kadar uzak görünüyorsa, biz de "insanlık"tan o kadar uzağız. Arda Ege Ünlü Kaynakça: “Tap Water” by PETER ESSICK, Photo Gallery: Freshwater. Fatıma Aynur SİLPAĞAR 21400735 TURK101-21 ŞAH MAT! Bir satranç tahtası ve karşılıklı oturan iki adam. Oyunun dışarıdan görüntüsü bu değil midir? Ama içeride işler daha karışık. 64 kare, 32 kukla, ipleri eline almış iki kuklacı, ikisinin de gözü rakibinin ellerinde. Hala basit mi gözüktü? Gelin birde Stefan Zweig’ın gözünden bakalım satranca. Kitabı elinize aldığınızda bir anda kendinizi kalkmak üzere olan bir yolcu vapurunda bulmanız çok doğal. Kitap 1. tekil kişi diliyle yazılmış fakat ilerledikçe anlatıcı karakteri arkamızda bırakıp kendimizi satranç tahtasının başında buluyoruz. Sanki her şey canlı. Kale c3’e, vezir b2’ye! Kitabın içine tamamen girmeden önce Zweig’ın hayatına kısa bir göz gezdirmekte fayda var. Zweig, kitabı Brezilya’da sürgündeyken yazmış ve bu kitabı tamamladıktan birkaç ay sonra, karısıyla birlikte hayatını sonlandırmış. İntihar etmeden önce yazdığı bir mektuba göre sebebi Avrupa’nın Hitler’in etkisiyle içine düştüğü kötü duruma dayanamamasıymış. [1] Ve şimdi sıra kitapta. Kitabı dönüm noktalarına göre ayırırsam, karşımızda 4 tane bölüm çıkıyor; 1. Mirko’yla tanışma ve ikna 2. Usta ve 3. Sınıf oyuncu maçı 3. Doktorun müdahalesi ve geçmişe bakış 4. Büyük Savaş Kitabın, okuyucusunu hemen kendi dünyası içine aldığını zaten belirtmiştim. Fakat bunu en az hissedeceğiniz bölüm ilk kısımlar. Ancak bu da ilerlerken fark ettiğimiz küçük bir detay. Kitapta belirgin olarak 3 karakter var: Anlatıcı, Mirko Czentovic ve Dr. B. Yazar kitabın başında anlatıcı ve Mirko’nun karakterlerini anlatmış. Anlatıcının meraklı ve istediği şeyi elde etmek için uğraşan biri olduğundan öte pek bir bilgimiz yok. Mirko’yu ise babasını kaybedişinden ünlü bir satranç ustası oluncaya kadar tanıyoruz. Bunun sayesinde kitap boyunca Mirko’nun tavırlarını tahmin edebiliyoruz. Mirko sakinliği, saflığı ve küstahlığıyla hepimizin hayatında bulabileceği bir karakter. Dr. B. ise Mirko’nun tam tersine bir anda giriyor hikâyeye. Satranç oyununa müdahalesi ve sonundaki ani tavırları iki karakterin zıtlığını daha da belirginleştiriyor. Mirko’yu bir maç için ikna ederlerken karakterin açgözlülüğünü de öğreniyoruz. Kitabın ikinci bölümü son derece bilinen bir havada devam ediyor. Yapılan ilk maçın kaybedileceği ve hırslı yan karakterin ‘’yenilen pehlivan güreşe doymaz’’ edasıyla bir maç daha yapmak isteyeceğini hepimiz zaten biliyoruz. Bu bölümdeki ani atakla zaten Doktor hakkında ilk izlenimimizi edinmiş oluyoruz. 3. bölüm benim favori bölümüm. En sevdiğim bölüm olmasının sebebi ise okurken yer ve zaman kavramımı kaybedip, kendimi güvertedeki şezlongda uzanıp hikâyeyi birinci elden dinlemiş olmam. Satranç’ı ilk okuduğumda Zweig’ın tarzının derin betimlemeler yapmak olduğunu bilmiyordum. Sonrasında yazarın başka kitaplarını da okudum. Birkaç gün önce Satranç hakkında yazı yazmak için bir daha okudum ve ilk okuyuşumda gözümden kaçan, yazıldığı dönemde Zweig’ın ruh halini anlatan bazı ipuçları olduğunu zannediyorum. Örneğin Doktorun bir oda da hapis tutulması, sabahtan akşama kadar volta atması ve kafasını dağıtacak şeyler yapması, Zweig’ın Hitler’in baskıcı tutumu sonucunda hissettiklerinin bir dışa vurumu olabilir. Doktorun hikâyesini dinledikten sonra bir sonraki maçın sonucunu merakla beklemeye başlıyoruz. Benim son bölüm olarak belirlediğim bölümde uzun uzadıya satranç maçı anlatılmış. Kitabı okurken sadece bu kısımda ‘’Artık yeter! Anlatmasın, anladık, uzun bir maçmış.’’ dedim kendi kendime. Bu kadar ayrıntılı anlatmasının sebebi oradaki ortamı daha iyi hissetmemizi istemesi olsa bile aşırıya kaçtığını düşünüyorum. İlk maçtan sonra Doktor’un kendini oyuna kaptırması ise hikâyeyi sürpriz bir sona götürmüş. Türk dizilerinden alışık olmadığım bu durum hoşuma gitti. Okuyucu olarak orada ‘’Şah mat!’’ olduğumu hissettim. Fakat kitapta beni en çok etkileyen yer sonu değil, baskının insan beyni üzerinde nasıl bir etkisi olabileceğinin gözler önüne serildiği kısım. Yine de sonunu söyleyip hikâyeyi henüz okumayanlar için mahvetmeyeceğim. Kitap genel olarak karamsar ve basık bir atmosferde geçse de yazarın anlatımıyla kara bulutların arkasından güneşin sıcaklığını hissedebilirsiniz. Benim sizlere önerim uzun zamandır oynanan bu oyunu birde Stefan Zweig’dan dinlemeniz. [1] http://www.bilgiustam.com/stefan-zweig-kimdir/ Şaştık Kaldık Ortasında Hayatın Kendimizi ne zaman tanımaya başladık? Ne zaman biz biz olduk? Ne zamandır sınırlarımız bu kadar keskin? Başkalarını ne zaman bu kadar önemser olduk? Hayata karşı aldığımız sorumluluklar ne zaman bu kadar ağır geldi? Ne zaman bu kadar sert esti rüzgârlarımız da biz biz olmayı unuttuk? Bir ben var benden içeri demiş Yunus Emre, doğru dememiş mi? Bulunduğumuz, göründüğümüz bir bedenden daha fazlası değil miyiz hepimiz? Büründüğümü siluetlerin altında farklı düşler görmez miyiz? Kaybolmaya mahkûm varlıkların izleri olmak için çırpınıp durmaz mıyız? Hayatın belki en başında hata yaparız biz, o bilmişliğimiz belki ta en başından beri bizledir. Çocuk olmak bizden bir şey götürmez hatta bizim gerçekliğimizin en büyük yansıması değil midir? Sokaktaki insanları neden ayırırız? O, bu, şu, dilenci, öğrenci… Lüks bir arabası var o zaman zengin, üstünde paralanmış bir elbise var o zaman fakir. Eee bu tanımlamaların nesi yanlış peki? Bu sıfatlar onları üzer mi ayrıca? Zenginsen zenginsin, fakirsen fakir. Yok bu kalıpları duymak istemiyorum dersen rol yap o zaman. Çık o somut kalıptan değiştir kılığını, hop başka birisi olduk! Peki sahiden olduk mu? Benliğimizi de o kıyafetlerle birlikte soyduk mu? Cevabı belli soruların cevaba, belki de cevabı belli olmayan sorulardan daha çok ihtiyacı vardır. Sorunun cevabını bilmezsen belki umursamazsın ama bir fikrin varsa o zaman için içine sığmaz. Tıpkı bir çocuğun zırıl zırıl ağladığı bir oyuncağa beslediği arzu gibidir, oyuncağı alınca puf birden bütün hevesin kaçar. Bu nedenle cevabı vererek size hevesinizi söndürmeye niyetim yok. Bakın ne yapalım, ben size cevabı açıklamaya çalışayım, siz de cevabı anlamaya. Yani hayatın bize yaptığının aynısı, önce bize sorular sorar cevapları belirsiz, sonra koca bir ömür uğraş dur ki cevabı bulasın. Size küçük bir sır vererek başlamak istiyorum ki doğru yolda olduğunuza emin olalım. İnsanları kategorileştirmemizin kurtulamadığımız ölümcül bir hastalık olduğu kanatindeyim. Bu böyle olmaz, boyayalım suratlarını, çekelim suratlarına birer çizik, bozalım mı kaderlerini? Ne alakası var yahu bunun onunla, benlik bir alın çizgisiyle değişir mi? Değişir mi değişir! Biz insanoğlu dünyanın temel taşını, anlamını, dönüş yönünü değiştirmiş insanız, onu mu değiştiremeyeceğiz? Nedir bu kinayeli konuştuğum, ama hakkımdır bunlar. Size, en çok size bu cevabı verebilmek için midir onu bilmem. Ama anlamak lazım olanı biteni. Ha eğer sorarsanız gerçek sebebini, bana bunları düşündüren geçenlerde okuduğum Evlerimiz Poyraza Bakar’ın bir köşesine usulca yerleştirilmiş şu kısa satırlar oldu: “Dışarıdan bakınca her şeyi gördüğünü sanırsın. Bu adam bu kadar işte, dersin. Dışı neyse, içi de o. Hepsi bir. Halbuki gördüğün hiçbir şey değil. Bir şey görmüyorsun ki. Gösterileni görüyorsun sadece.” (61) Bugün bir kız beni durdurdu. Bu satırlar gerçeği idrak edemediğimi düşünmüş olacak ki o kızla vurmak istedi yüzüme her şeyi. “Abla sana bir şey söylemek istiyorum, bir dakika dinler misin?” dedi. Sırtında şu en büyüğünden bir çuval, çöpten topladığı kartonları doldurmuş taşıyordu ama hiç utanmadan belli. Aman ne işim olur, bana ne, kesin para isteyecek demedim. Gülümsedim ama o benden para istedi, halimi hatırımı soracak değil ya. Ama dedi sadece bir lira. Bunu da kasti söylediğinin farkındayım, on lira isterse bu ne yüzsüzlük deriz, az isteyince de verelim diye az istiyor diye düşünürüz. Bizim içimizde bir şeytan olduğunu zaten Sabahattin Ali bir güzel anlatmış da bu da bir kanıtı olsun madem benim için. Cüzdanımı çıkarmadan ona merhaba dedim, “Adın ne senin?”. Biraz çekindi ama elimi çantama götürdüğümü görünce devam etti, “Tuba”. “Tuba ne kadar da güzel bir kızsın.” dedim ve ona vereceğim bir liradan daha değerli olanı vermiş oldum, bu bana yeterdi. “Bir lira mı istiyorsun.” dedim, “Evet.” dedi. “Al o zaman sana bir lira.” Yaşını sordum, sormaz olaydım, gözleri doldu on üç, on dört ben de bilmiyorum ki abla dedi. Teşekkür edip gitti. Aldınız mı cevabını hayatın? Bir gülümsemeyle veyahut bir gerçekle bölünen bir hayatta olduğumuzu? O kız farklıydı, bu kitap bana bunu anlattı. Herkes altında sakladığı bir ben bulundurabilir. Kim ki bu, o benden önemli olamaz demeyin. Şaşırtmasına izin vermeyin hayatın, siz onları, hayatı şaşırtın. Merve Nur Aksakbağı Kaynak Baran, Ethem. Evlerimiz Poyraza Bakar. İstanbul: İletişim Yayınları, 2016 Yavuz1     Emir Cem Yavuz 21101463 TURK 101-43 Vedat Yazıcı 25.11.2014 DÖVÜŞ KULÜBÜ Başrollerinde Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter’ın rol aldığı 1999 yapımı olan dövüş kulübü, şu ana kadar izlediğim en iyi filmlerden biri diyebileceğim kalitede bir baş yapıttı. Konusu bakımından diğer filmlerden rahatlıkla ayırt edilebilecek bir film olan dövüş kulübü, içerisinde çok fazla felsefik mesaj taşıyor. Filmi anlatan karakter sıradan bir hayatı olan, kronik uykusuzluk sorununa sahip olan bir bireydir. Bu duruma daha fazla katlanamayan “anlatıcı” ailesi ve sıradan bir arkadaşından aldığı tavsiyeler üzerine kanser hastalarının terapi grubuna katılır. Bu toplantıda “Marla” adlı bir bayanla tanışır ve bu kadın da anlatıcı gibi hasta olmadığı hâlde terapilere katılır. İki karakter de tüketici kültüre karşı bir tavır sergilemektedir. Bir iş gezisi esnasında sabun satıcısı “Tyler Durden” ile tanışan anlatıcı, evinin yandığını gördükten sonra aslında arayabileceği tek kişinin Tyler Durden olduğunun farkına varır. Bir araya geldikten sonra birkaç şişe bira içip, Tyler’ın anlatıcıyı kendine vurması için kışkırtmasıyla olaylar başlar ve dövüş kulübünün ilk adımları atılır. Çok kısa sürede Tyler’ın liderliğinde büyüyen bu grup dünyadaki diğer şehirlere de yayılır ve işin içinden çıkılmaz bir hâl alır. Ölü bir jenerasyonun kurtarıcısı hâline gelen dövüş kulübünün tek bir kuralı vardır, asla dövüş kulübünden kimseye bahsetmemek. Kısa sürede popüler hâle gelen bu kulüp, aslında kapitalist bir dünyada kendini önemsiz, amaçsız ve dışlanmış hissedenler için bir buluşma noktası özelliğine sahiptir. Bu olaylar yaşanırken anlatıcıyı yalnız bırakan Tyler “Kıyamet Projesi” adını verdiği projeden haberdar olur ve şok geçirir. Kıyamet Projesi’nin asıl amacı büyük bankaların merkezlerini Yavuz2     havaya uçurup, bütün hesapların silinmesini sağlamak ve insanları borçsuz, temiz ve rahat bir hayata başlamasına vesile olmaktır. Bu planı öğrenen anlatıcı gidip tüm olanları polise anlatır fakat iş işten geçmiştir, çünkü onlar da dövüş kulübünün bir parçasıdır ve projeyi engellemeye çalışanlara müsaade etmemektedir. Çünkü bu projenin baş mimarı aslında anlatıcıdır. Olayların başından beri Tyler Durden ile birlikte hareket eden anlatıcı, aslında Tyler Durden adlı karakterin gerçek olmadığının farkına varır. Gerçek hayatta olmak istediği bir karakter olan Tyler Durden aslında olayların başından beri anlatıcının kendi kafasında dizayn ettiği bir karakterdir. Şizofren olan anlatıcı aslında her şeyi kendisinin kurduğunun farkına varınca ağzına bir silah dayayıp kendisini vurarak Tyler karakterini zihninde öldürmesiyle ve bankaları patlatması ile filme son verir. Bu film aslında kapitalist dünyanın emrettiği şeyleri uygulamakla geçirdiğimiz yaşamı sorgulamaya ittiğini düşünüyorum. Tüketici zihniyetinin kökünü kazımaya çalışan bir film aslında dövüş kulübü. Durmak bilmeyen bu tüketme isteğinin en sonunda kişinin kendisini bitirmesine neden olacağını gösteriyor. Kapitalist düzeninin sıkça eleştirildiği filmin bir sahnesinde “ varlıklı kadınların kalçasındaki yağı sabuna dönüştürüp onlara satıyoruz” cümlesiyle beni tamamen bu kanıya varmamı sağlamıştı. İzledikten sonra oturup saatlerce hayatımı sorgulamış, ciddi değişiklikler yapmama sebep olmuştu. İçerdiği felsefik düşüncelerle insanları kesinlikle her şeyi yeni baştan gözden geçirmeye iten bir film. Sonuç olarak, şu anki kapitalist ve tüketmeye oldukça yatkın olan bu dünyanın ağır bir şekilde eleştirildiği dövüş kulübünü izleyen insanlarda çok büyük etkiler bıraktığına emin olmakla birlikte onları bütün hayat tarzlarına sorgulayıcı bir yaklaşım yapmasına da yardımcı oluyor. Bu yönünden dolayı kesinlikle izlenilmeyi hak eden bir film olduğunu düşünüyorum. Fakat ilk kuralı asla unutmayın, “dövüş kulübünden kimseye bahsetme.” Bakmak ve Görmek/Berin Beller En son ne zaman rüya gördünüz? Rüya ile gerçeği ayırt etmekte zorlandığınız oldu mu hiç? Rüyaların geleceğe dair ipuçları verdiğine inanır mısınız? Görmek için yıllardır beklediğiniz ve gördüğünüz gecenin sonrasında hayatınızın değişeceğine inandığınız bir rüya var mı? Tamam, biraz fazla soru sormuş olabilirim. Öyleyse ben kendi rüyalarımı anlatmaya başlayayım. Bu yazı, beyindeki elektromanyetik dalgaların gün içinde yaşadıklarımızı nasıl bir sistemle hafızamıza kaydettiğiyle, rüyanın tanımıyla, bilimsel ya da dini boyutuyla ilgili olmayacak. Ben size uyanıkken görülen rüyalardan bahsedeceğim. Diğer bir deyişle, hayatın aslında bir rüyadan farksız olduğunu ve aslında her şeyin sizin onu nasıl algıladığınıza bağlı olduğunu fark etmenizi istiyorum. Kısa bir süre önce Küçük Prens’i tekrar okudum. Bir rüya gördükten sonra insanın hayatının değişmesi mümkün müdür değil midir bilmiyorum ama ben bu kitabı ne zaman okusam, hayatımda bir şeylerin değiştiğinden eminim. Durun, hemen heyecanlanmayın. Çok büyük, köklü değişiklilerden bahsetmiyorum. Bir çılgınlık yaptığım da yok. Afrika’ya gidip Büyük Sahra’yı ziyaret etmeye karar vermiş falan değilim. İç dünyamı etkileyen, minik değişiklikler bunlar. Ama kocaman bir bütünü oluşturan da binlerce minik parça değil mi zaten? Hayatımda somut hiçbir değişiklik yapmadığım halde ağzım kulaklarımda gezmeye başladım diye sizinle paylaşayım dedim. Sadede geliyorum, Küçük Prens’in fark etmemi sağladığı en önemli ayrıntı, bakmak ile görmek arasındaki fark oldu. Her sabah yanından geçtiğim parkta uyuyan beyaz köpeği gördüğümde aklımdan geçenler sadece aç olup olmadığıyla ilgili değil artık. Hatta ben, arabada örümcek görünce alıp dışarı atmak yerine, ağını örmesini izlemekten keyif alabilir hale geldim. Küçük Prens sayesinde anladım ki, hayattan aldığımız doyum, olayların bize nasıl sunulduğundan çok, bizim onları nasıl algıladığımızla alakalı aslında. Her şey bize okula başladığımız ilk günden beri anlatıldığı kadar mantıklı olmak zorunda değil. Bizler robot değiliz insanız ama emin olun, her sabah aynı saatte kalkıp okula ya da işe gitmek; her akşam aynı sıkıcı rutini tekrarlamak bir robotu bile tatmin etmezdi. İnsan olmak, sorumlulukları yerine getirmekten ya da hayatı belli bir düzen içerisinde yaşamaktan ibaret değil bana sorarsanız. Pijamamızı her çıkardığımızda, aynı rafa koymak zorunda değiliz. Kendimizi sorumluluklarımızla boğmaktansa bir saniye bekleyip yaşadığımızı hissetmek çok daha iyi bana sorarsanız. Yine de dürüst olmak gerekirse, ben de eskiden böyle olduğunu bilmiyordum. Peki ne mi değişti? Odaklandığım detaylar değişti. Hayatı algılama yöntemlerim değişti. Kendimden olan beklentilerim değişmedi belki ama kendimi yargılama kriterlerim değişti. Bu saydıklarımın üç cümleye sığdığına bakma sevgili okur çünkü bunlar senin de bir parça emekle değiştirebileceğin, hayatını yepyeni bir forma sokabileceğin nitelikler. Sana sorumluluklarından kurtulmanı vaat edemem, bu aşırıya kaçmak olur ama sana sorumluluklarına rağmen tatmin olduğun, düzenli bir hayatın formülünü verebilirim.Günlük rutinlerin sıkıcılığıyla Küçük Prens’i nasıl ilişkilendirdiğimi kavrayamamış olabilirsin. Hemen söyleyeyim, aslında rutinleri sıkıcı yapan içerdikleri aktiviteler değil, benim onları algılama biçimimmiş sevgili okur. Küçük Prens’i elime almadan önceki günlerde her hafta aynı dersleri görmekten sıkıldım artık yeter diye sızlanan ben, kahve sırasında önümde duran kişinin değişmesinin bile, her günü aynı olmaktan çıkarır nitelikte olduğunu düşünüyorum artık. Bunu yaparken kullandığım en önemli araç, hayal gücüm galiba. Kalbimle bakıyorum etrafıma, hissetmeye çalışıyorum. Durun tahmin edeyim, arabadaki örümcek sizin için hala bir anlam ifade etmiyor değil mi? Neden biliyor musunuz? Ona size öğretilenden başka türlü bakmayı denemediniz da ondan. Sizin için biyoloji dersinde gördüğünüz türlerden birinin örneği ya da dini kitaplarda anlatılan hikayelerden birinin başkahramanı olabilir evet ama bunların hiçbiri önemli değil. Çünkü esas olan, o örümceğin sizin kalbinizde hangi şekli aldığı. Belki de o örümcek sensindir sevgili okur. Sevgilinden ayrılmamak için direnen senin, arabadaki sarsıntılara aldırmadan ağını örmek için çabalamaya devam eden örümcekten çok da fazla farkın yoktur belki. Hiç böyle düşündün mü? Kısacası sevgili okur, gerçekliği değiştirmek veya kontol edebilmek elinde olmasa da, baktıklarından ne göreceğini belirleyen sensin. Unutma, yaşadığın hayat daha anlamlı hale gelsin istiyorsan yapman gereken hayatını değiştirmeye uğraşmak değil, onu doğru şekilde görmeyi başarmak. Ayşe Gökçe Çelik Âşıklar Şehrine Bir Kadeh “Yaşanacak bir yaşam vardır. Binilecek bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.” (Özlü 29) Acı çekmenin bir nevi özgürlüğün diğer adı olduğuna inanırım. Adını Haziran koyduğum pembe çiçekli kaktüslere inanırım. Gündüz düşlerine, gece sohbetlerine inanırım. Hayatta tek başına kalmanın kalabalıklara karışmaktan daha mucizevi bir olgu olduğuna inanırım. Yollara, yolculuklara, yolculuklarda kendini kaybetmenin bir içe dönüş olduğuna ve bu içe dönüşlerin hep ışıklı olduğuna inanırım. En çok da tarih kokan yerlerde geçmişi hayal etmenin ânı kurtardığına inanırım. Roma’da geçirdiğim bir haftanın, hiçbir zaman kaybolmayacağına ve bugünümü şekillendirdiğine inanırım. Roma’ya yaptığım gezi, kendimi geliştirmek ve yeni yerler keşfetme hevesimden ziyade yaşadıklarımdan ve yaşayacaklarımdan bir kaçıştı. Bir arayıştı. Bir buluştu. Kendi yağımda kavrulurken, herhangi bir şeye bağlanma fikrine karşı korkumdu. Nereden bilebilirdim, bir şehre inanılmaz güçlü bir aşkla bağlanacağımı. Yolculuğum, Roma sokakları ile başladı. Her bir köşesi fesleğen kokan sokaklar. Karşıma çıkan daracık apartmanlar. O apartmanların balkonları. Çiçekleri. Onlara bakarken, “bir çiçek alacağım, onu ve kendimi yeşerteceğim, çiçeklendireceğim; bu dünyaya yeniden gelmenin ne demek olduğunu bilim adamlarına kanıtlayacağım.” demenin sarhoş eden mutluluğu… Yürüdükçe karşıma çıkan sokak sanatçılarının nidaları; yanağıma bir öpücük konduran, hareketleri itibariyle bana Charlie Chaplin’i anımsatan kuklacı. Bir şehrin sokakları nasıl oluyor da aşk kokuyor? Her bir kaldırıma sinen sıcaklık, taşıma araçlarındaki zariflik, insanlarının kahkahasındaki doyumsuzluk baştanbaşa aşk. Öyle bir havası var ki, elini kaldırsan hissedeceksin o saflığı, şeffaflığı. Şehir, bu romantizmini Trevi Çeşmesi, bilinen adıyla Aşk Çeşmesi ile taçlandırıyor. Etrafında büyük bir curcuna. Yediden yetmişe herkes dileğini dileyip, sağ eli ile sol omzunun üzerinden çeşmeye bozuk para atma telaşında. Ah! Herkes nasıl da hevesli en güzelini yaşamaya, mutluluğu tatmaya. Ben? Kendimi bulma telaşındayım. Geleneğe saygı duyup attım bozuk paramı çeşmenin göbeğine. O yavaş yavaş batarken ben de içimden daha çok yol ve yolculuk diledim. Nereye gideceğimi yollar belirleyecek zaten. Bütün günümü çeşmenin başında geçirdim, gün batımında fotoğraflar çektirdim. İnsanları gözlemledim. Umudun su kadar berrak ancak o kadar da tehlikeli olduğunu, kaynağının ne olduğunu düşündüm de durdum. Roma denilince akıllara ilk gelen yerlerden olan Kolezyum... Yalnız, dikkat! Yazımın bu bölümü bir melankoli çukuru. Gladyatör dövüşleri, vahşi hayvan avları ve idamlar için kullanılan bu yapının Roma’ya ait olduğuna dair bazı şüphelerim yok değil ama her güzelin bir kusuru, her gülün bir dikeni var, biliyorum. Bu yüzden canım Roma’nın kusuru da, dikeni de Kolezyum. İçeri girme fırsatına sahip olamadım lakin insanda yarım bırakılma duygusunu uyandıran bu asimetrik yapının dış görünüşü, insanlıktan neden kaçmak istediğimi bana hatırlattı. Vahşet, acımasızlık, güce sahip olma arzusu… Hep o gitmeler, giderken kalmalar, öylece kalanlar, bakakalanlar. Bu hislerini yeniden duymamla, yapıdan kaçmam bir oldu. Yine arkama bakmadan kaçtım. Dikkat, acımı burada bölüyorum ve güzelliklerle yoluma devam ediyorum! İspanyol Merdivenleri. Tavsiyem, akşam gidilmesi üzerine. Sokak lambalarından süzülen sarı ışık altında nazlı bir kız adeta. Merdivenlerde oturan çeşitli insanlar, farklı kahkahalar, değişen duygular, kavuşmalar, ayrılmalar, ağlamalar, dans edişler… Hayatın farklı pencerelerini keşfettiğim, hüngür hüngür ağlayarak dans etmek istediğim, çıplak ayakla delicesine koşmaya heves ettiğim, ânı yaşarken aynı zamanda kaybetmekten korktuğum İspanyol Merdivenleri… Eğer benim gibi her duyguyu ağız dolusu yaşıyorsan, bu merdivenler seni yorabilir. Hayatta her şeye yetişmenin zor olduğunu anlamak, yıpratabilir seni. Yine de bir delilikle zamanı büküp geçmişi, ânı, geleceği birlikte yaşamak istiyorsan, git. Yaşa. Sev. Mutlu ol. Ağla. Dans et. Bağır. Haykır. Bir başlangıç olsun senin için, içinde hiçbir şeyi biriktirme. Gözlerin parlasın. İnadına, kahkahan hiç tükenmesin. Güzel gözlüm, evet evet sen. Dünyanın bütün güzellikleri senin için varmış gibi, doyasına yaşa. İspanyol Merdivenleri senin başlangıcın olacak, sonun değil! Hadi, ne duruyorsun? Roma’da sildim ben, baştan yaşadım. Öylesine derin bir şehrin varlığı, tutunmamı sağladı. Gökyüzünü, yıldızları, denizi, çiçekleri yeniden sevdim. İnsanlara karşı güvenimi yeniden kazandığımı söyleyemem lakin umudum canlandı. Her konuyu düşünmenin bana kazandıracağı bir şey olmadığını öğrenip, yaşamaya karar verdim. Doyasıya yaşayacağımı söyleyebilirim artık. Her güzellikte içimde bir yer çok ağrıyacak ama yeniden sarılacağım. Bir şehre bağlamanın huzurunu yaşayacağım. Yeni hikâyeler yazıp, başrolü kimseye kaptırmayacağım. Her sonun başlangıç olduğunu bileceğim. En çok tren raylarını seveceğim. Gitmek ve kalmak kavramlarını bir arada yaşamaktan korkmayacağım. En çok gecelere inanacağım. En saklımı yazmaktan kaçınmayacağım. Çok seveceğim, çok özleyeceğim, çok ağlayacağım, çok güleceğim, çok… ve Eğer sen de, inancını kaybedecek olursan, Roma’yı karşına al ve onun için bir kadeh kaldır, gerisini yollar halledecektir. Güzel geceler. Kaynakça Özlü, Tezer. Yaşamın Ucuna Yolculuk. İstanbul: Yapı Kredi , 2017. ASİL DOĞANER 21401066 RUHU KAYBOLMUŞ İSTANBUL Boğazın incisi, tarihin simgesi, kıtaları ayıran köprüleriyle, uğruna şiirler, öyküler, romanlar yazılan, hisarlarının gölgesinde aşıklara ev sahipliği yapan, su yollarıyla birbirine bağlanan sarnıçlarıyla, uçsuz bucaksız güzellikleri yüzyıllardır içinde barındıran o büyülü şehir... İstanbul'dan bahsediyorum tabii ki. Uygarlıkların beşiği olan bu şehrin dünya tarihindeki yeri çok büyüktür. Göğsümüzü kabartarak ''benim ülkemin şehri'' diyerek övünebilme kaynağımızdır. Her şeyiyle değişmiştir İstanbul bu zamana gelene kadar güzelliği hariç. İstanbul hep İstanbul’dur ama içinde yaşayan bireyler, içinde barınan kültür hep bir değişim halindedir. Ancak bu bahsettiğim değişim aslında bir yozlaşmadır. Şöyle bir gerilere gidip cumhuriyetin ilk yıllarındaki İstanbul'a bakalım. Eminönü'nde sandallarla boğaza açılıp tutuğu balıkları halka hayrına dağıtan hayırsever balıkçılar, Beşiktaş Barbaros Meydanı'ndan Kabataş' a kadar Atatürk sloganlarıyla yürüyen cumhuriyet çocukları, Haliç'de Rum mahallesine erzak taşıyan Türk gençliği, Üsküdar'da birlik ve beraberliği arttırmak için düzenlenen doğaçlama oyunlar, Sultanahmet'te insanların Osmanlı Macunu için kuyruğa girmesi, Kadıköy'de bayram davulcularının halkı sahura kaldırması... Görüldüğü gibi ne güzelmiş İstanbul. İnsanların bu güzel davranışları şehrin fiziksel güzelliğiyle de buluşunca âşık olunası bir şehir oluveriyor İstanbul. Yüzyıllardır farklı kültürleri içinde barındıran İstanbul zaten alışık bu çeşitliliğe. Peki, ne oldu da hiç değişmeyen İstanbul son doksan yılda yaşanmaz hale geldi? İstanbul bütün güzelliğiyle halen karşımızda ancak, insanlar da tüm kötülüğüyle karşımızda aynı zamanda. Teknoloji çağının insana getirdikleri tabii ki tartışılmaz ancak neleri götürdüğü tartışılmalı. Duygularımızı çaldı teknoloji, kardeşliğimizi götürdü bizden. Halkı birbirine düşürerek ahengimizi bozdu. Şimdilerde baktığımızda İstanbul'a; koca koca kuleler, biçimsiz fabrikalar, göz zevkini bozan gecekondu mahalleleri... İstanbulluyum diyen başka kentlerin çocukları, insanları. O kadar yozlaştı ki İstanbul artık Orhan Veli'nin dediği gibi “İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı'' diyemiyoruz. Gözlerimiz açık bile dinleyemiyoruz artık, çünkü eski huzur yok artık. Eminönü'nde bırak balık dağıtmayı paran yoksa balığın kılcığını bile yiyemiyorsun. Haliç' te Rum mahallelerini taşlıyorlar artık birlik olmak yerine veya Üsküdar'da tiyatro yapanı öldürüyorlar sırf kendileri gibi düşünmüyor diyerek. Kadıköy'de sahur davulcuları kaldı mı bilmiyorum ama kalan da ekmek yerine azar yiyordur eminim. Her yer fabrika, iş hanı, alışveriş merkezi oldu İstanbul'da. İnsanlar teknoloji çağına ayak uydurdukça yozlaştı İstanbul. Rekabetten dolayı herkes kendini düşünür oldu, kendi komşusunu tanımaz oldu. Kim kimden ne koparır onun derdinde. Adalet de kalmadı böylelikle. İstanbul'un tadı tuzu kalmadı diyorlar, haklılar. Özellikle de bu değişimi yaşayarak görenler haklı. Hagop Baronyan bu yozlaşmayı çok daha önceden fark eden bir Osmanlı gazetecisiydi. O da olayı içerden takip edenlerdendi. Rahatsızlığına da ''İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti'' adlı gezi yazısıyla dile getirdi. Gezi yazısı bile denemez aslında bu esere çünkü Hagop'un yaşadıkları bir gerçekler zinciri, yozlaşan insanların beraberinde yaşadığı şehri de nasıl yozlaştırdığının yaşamın içerisine yansıyan gerçekliği. Hagop'un dini görevini gerçekleştirmek için kiliseye dahi gidememesi durumumuzu bu kadar vahim kılan. Şimdilerde daha iyi anlıyoruz belki de teknolojinin bizden neler aldığını. Anlıyoruz artık insan olmaktansa robot olmayı seçtiğimizi. Sadece bakakalıyoruz dünya güzeli, uygarlığın bütün güzelliklerini bir arada yaşayan ve yaşatan bir şehri nasıl yaşanmaz hale getirdiğimize. Hiçbir estetik kaygı duyulmaksızın pavyon ışıklarıyla aydınlatılan ibadethaneleriyle, boğazın o muazzam siluetinin önünde bir duvar gibi yükselen gökdelenlerin çirkinliğiyle, felsefesi olmayan bir şehircilik anlayışıyla estetik kaygılardan ve güzel tanımından uzak yönetilen ve yönetilmeye devam eden, her şeye rağmen olağanüstü güzellikteki İstanbul. Her şehrin, her yerleşim merkezinin bir ruhu ve kalbi olduğuna inanıyorum ben. İstanbul ruhunu estetik yoksunu anlayış yüzünden çoktan kaybetti ve şehre vurulan her kazma darbesiyle bizlerin, yarın bu ülkeyi yönetmeye aday olan gençlerin kalbi sızlıyor, acıyor. Sağlıksız büyüme, sağlıksız nüfus artışı ve önlenemeyen göç yüzünden, plansız programsız bir günlük yaşamın içerisine sürüklenen yalnız ve mutsuz insanlar var artık sokaklarında. KAYNAKÇA Baronyan, Hagop, İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti, Can Yayın Evi, 2015, Baskı. 2. YAŞANMASI GEREKİYORSA KARŞILAŞIRSIN Kitaplar insanlar gibidir. İlk etapta bizleri dış güzelliği etkiler. Bir bakıma vitrinleri ön plandadır . Kendi adıma konuşmak gerekirse kitapları çoğu zaman isimlerindeki cazibeden dolayı seçerim. İsminin , kapağının kafamda oluşturduğu resim kitabın içeriği hakkında kabaca bir düşünce yaratır . Öyle ki Coelho ’nun kitapları bendeki bu önyargıyı yıkmaya yetiyor. Kitabın isminin Elif olması beni en büyük yanılgıya düşüren unsur oldu. Kafamda derin psikolojiye sahip bir kahraman olarak canlandı ‘Elif’ ama okuduğumda tam anlamıyla açıklaması yapılmayan, başka bir boyutun ‘Elif’ olarak isimlendirilmesi beni şaşkınlığa düşürdü diyebilirim. Şaşkınlıktan ziyade ‘Elif’i anlama konusunda bocalama yaşadım. Bunun sebebi elbette Elif’in Coelho tarafından açık bir şekilde ele alınmamasıydı. Kitap aslında Elif üzerine fakat bu kavram biraz okuyucunun dikkatine bırakılmış durumdaydı. Kendini vererek okuyan bir okur elbette Elif’in yaşadığımız evrene paralel bir evren olduğunun farkına varacaktır. Eser Coelho’nun olduğundan içinde hayata dair öğüt niteliğinde, derin anlamlar taşıyan cümleler bulmak olağandır. Bu tarzda kitaplar severim ki bana ve hayatıma kıymetli tecrübeler katsın. Coelho bu kitabında uzun bir Rusya yolculuğunu anlatır ve onu zorlayan, bir süre için bunalıma sokan ‘Elif’ in farkına varır. Coelho’nun gözünde herkes hayata bir defa geldiğini sanır. Bunun sebebi de insanların bazı şeyleri kafalarında sabitleştirmesidir. Araştırmaması, üstüne gitmemesidir. Onun deyimiyle “…bazı şeyler sabittir , ama çoğu egzersiz ,pratik ya da öğreti ,kara bir girdaba kapılıp yok olur.”. Kafalarımızdaki hayat kavramı da öyledir işte ;pratik .Çoktan yok olmuştur ama Coelho ‘ya göre reenkarnasyon hayatın başladığı yerdir. Her ne kadar inandığım bir kavram olmasa da hakkında çok yorum yapabileceğimi sanmıyorum. Bunun sebebi ise yazarın ‘sabit’ kavramı. Üzerinde herhangi bir araştırma yapmamış olmam ‘inanmıyorum’ kelimesini yıkıp yerini ‘şüphe’ ye bırakıyor. Kitaptaki “İnsanı ileriye götüren şüphelerdir.” ibaresi bu konuyu biraz da olsa açıklar niteliktedir. Coelho’nun üzerinde durduğu başka bir konu ise ‘zaman’ kavramı. Diğer kitaplarında da satır aralarına sıkıştırdığı anı yaşama onun için çok önemli olsa gerek ki kitabın konusu ne olursa olsun bir yerden bağlıyor konuyu zamana. Simyacı ’dan farklı olarak zamanı şu açıdan ele alıyor:” Bugünü etkileyen, geçmiş hayatında yaptıkların değildir. Asıl bugün yaptıkların , geçmişte yapılanları telafi eder ve mantıken de geleceği değiştirir.” Altı çizilesi bu cümle daha önce bu konuya hiç bu yönden bakmadığımın farkına vardırdı. Ben bu konuyu hep düz mantıkla yorumlardım. Geçmişte yaptıklarımızın ya mükafatı ya da cezası olarak düşünürdüm yaşadıklarımızı ve yaşayacaklarımızı. Coelho’nun yorumuyla karşılaştıracak olursak benimki bardağın boş tarafında bakmakmış aslında. Şimdiki yaptıklarımızla geçmişimizi telafi etmek çok daha yapıcı bir düşüncedir çoğu zaman. Hayatı durağan değil de dinamik bir kavram olarak algılarsak asıl sorun çözülür. Asıl demek istediğim zamanın herhangi bir evresinde sıkışıp kalmamak, ne geçmişte ne de gelecek kaygısında. Yazarın hayatı betimlemesi o kadar hoşuma gitti ki onu unutmamak adına altını çizdim: “Hayat bir trendir, tren istasyonu değil.” İstasyonlarda inenler de olur binenler de. Hayatımıza birçok insan katılır. Kimilerinin bıraktığı etki güçlüdür tıpkı Coelho’nun hayatındaki Hilal gibi, kimileri sadece birkaç istasyon sonra inmek üzere biner trene. Önemli olan trenin hareketini aksatmadan olağan yolunda ilerlemesini sağlamaktır. Coelho ’nun bizlere verdiği bir öğütü ise; gerek istasyonlara gerekse trene binen yolculara olduğundan fazla kafa yormamak. Bu öğütü bizlere kendi ruhumuzu ihmal etme endişesi ile veriyor. Şöyle de bir durum var ki bu düşünceye katılmama engel oluyor : dünya sadece bizim etrafımızda dönmüyor. Olayları tamamen kendi eksenimiz etrafında düşünürsek elbette etrafımızda olup bitene kafa yormayız. O zaman da tam anlamıyla egoist bir insan olup hayata dar bir pencereden bakmanın verdiği negatif etkiler o trenin ‘istasyonsuz ve yolcusuz’ yol almasına izin verir. Oysaki etrafımızda olup bitene kafa yormak aksine ruhumuzu yeniliklere açık ve zinde tutar. Coelho yolculuk sırasında Türk kızı Hilal ile tanışır. Bu tanışma aslında kitabın sonuna gelmeden özü anlaşılacak bir olay değildir. Hilal ile Coelho’nun ilişkisi tamamen önceki hayatlarına dayalı bir karşılaşmadır yani reenkarnasyon. Bu beni biraz düşündürdü açıkçası. Yani hayatımızdaki her karşılaşmanın bir nedeni mi vardı? Karşımıza çıkan insanların bir sebebi mi vardı , tesadüf değil miydi bu karşılaşmalar? Farkında olmadan bir şeyler arıyoruz o zaman. Çünkü eğer biz bir şeyi arıyorsak o şey de bizi arıyor demektir diyor Coelho. Demek ki çözülmeyen bazı şeyler karşılaştırıyor bizi çoğu zaman , yarım kalan şeyler. Nitekim Coelho ile Hilal ‘in karşılaşması da tam bu amaca hizmet eden türden bir karşılaşmaydı. Önceki hayatlarında eksik kalan bazı duyguları tatmak için evrenin işbirliği yaptığı bir mucizeydi. Ya da Coelho öyle zannediyordu. Belki de bunların hepsi birer hayaldi. Coelho’nun ‘yarım kalanların hakkını verebilmek için yeniden hayata gelme’ algısı onu Hilal’le karşılaştırmıştı. Ben ruh göçüne , hayata tekrar başka bir bedenle gelmeye inanmıyorum fakat inandığım şey insanlarla karşılaşmasının bir tesadüf olmadığıdır. Eğer iki düşüncenin karşılaşması gerekiyorsa ,iki insanın birlikte yaşaması gereken duygular varsa hayat o kişileri eninde sonunda karşı karşıya getiriyor. Bu Coelho ’nun yarattığı zaman ve mekan kavramı olmayan ‘Elif’ te de olabilir, en basit bir pazar gezmesinde de. Birbirini arayan o iki insanın enerjisi bir mıknatısın iki zıt kutbu gibidir. Birbirini çekerek o iki enerjinin doğru yerde birleşip tek bir enerjiye dönüşebilmesidir asıl olay. MERVE ÇAPAR ID: 21300980 TURK-101-2 Üstübal1 Gizem Deniz Üstübal 21101924 Ebru Okudan TURK 102. Sec.19 26 Eylül 2014 HALİDE EDİP ADIVAR VURUN KAHPEYE Halide Edip Adıvar, Türk edebiyatında birçok alanda eser vermiş fakat romancı kimliği ile tanınan önemli bayan yazarlarımızdandır.1926 yılında Amerikan kolejini bitirmiştir. Halide Edip Adıvar, kurtuluş savaşının çıkacağı kriz zamanlarında düşmanı eleştirmek ve kınamak için yazdığı ve yaptığı konuşmalar ile kendini ön plana çıkartmıştır. Aynı zamanda, kurtuluş savaşının ilk safhalarında Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında olup, görev üstlenmiştir. Bir süre sonra katılmış olduğu Milli Mücadele mitinglerine İngiltere ve Fransa’da devam etmiştir. Döndüğü zaman İstanbul Üniversitesinde Batı edebiyatı profesörlüğü yapan Halide Edip Adıvar, daha sonra milletvekili oldu ve 1964 yılında İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Bu kitabı seçmemin en büyük nedeni eski zamanda yazılan ve kitabın bilgilendirme kısmında geçen olay örgüsünün şu an ki günümüze yaşanan birçok olay ile örtüşmesidir. Hatta karakterlerin gündemde bulunan şahıslar ile benzerlikleri ve bu benzerliklerin ortaya çıkartması. Aliye döneminin birçok insanına göre eğitimli, yol yordam görmüş bir insandır ve gittiği kasabada insanları eğitmeyi amaçlamıştır yani kasaba halkını bilinçlendirmek ve eğitim seviyesini yukarıya çekmektir amacı. Fakat, dönemin yobaz ve cahil insani Hacı Fettah, Aliye öğretmenin yüzü açık olduğu için az daha parçalatacağını anlatır. Günümüzün olaylarına baktığımızda, aslında tarihin tekerrürden ibaret olduğunu görebiliyoruz. Çünkü şuan yaşadığımız 21.yüz yılda Hacı Fettah gibi birçok insan dinin gereksizce boyunduruğu altına girerek insanları yargılamakta, kısıtlamaktadır. Bu durum insanların kişisel olarak, zihinsel olarak ilerlemesine engel olduğu gibi ülkenin ilerlemesini de engellemektedir. Kitapta da görüldüğü gibi aydın bir insanın kimsenin gitmek istemediği bir kasabaya giderek burada aydın beyinler yetiştirip ülkesine katkı sağlayıp, ülkesini ve insanlarını bir adım ileriye götürecek insanları yetiştirmeyi vazife etmiştir. Fakat görüldüğü gibi yobaz ve cahil olan Hacı Fettah bu olanağı insanların elinden çalarak kendi gibi cahil insanları da arkasına alarak kasabayı tamamen karanlığa hapsetmiştir. Bu kitabı okurken geçmişin zihninizin içinde canlanmasıyla beraber, günümüzde yaşanan bu tip olaylarla bağdaştırılmaması kaçınılmazdır. İleri atılımcı, yenilikçi ve aydınlatıcı insanlar özellikle vatanı için canını verebilecek birçok insan günümüzde Hacı Fettah’ın yapmaya çalıştığı gibi bu tür insanları bastırmaya, önlerini kesmeye hatta canlarını almaya başvurabilmektedir. Öğretmen Aliye’nin de dediği gibi ‘’Toprağınız toprağım, eviniz evim; burası için, bu diyarın çocukları için bir ana, bir ışık olacağım ve hiçbir şeyden korkmayacağım; vallahi ve billahi!’’ (1) bu tür insanlar canını bile vermeye hazırken? Nedendir Hacı Fettah gibi insanların olduğu yerde durmak dini ve namusu bir peçeyle örtüştürmek? Bu yüzden bu kitabın arka yüzünde yer alan açıklamayı okuduğum zaman aklımda ilk canlanan günümüzdeki birçok olay ile örtüştüğü Halide Edip Adıvar’ın sanki bir mesaj ve bir şeyler ima edercesine bu kitabı yazmasıydı. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu bu hayatta aslında bu tip insanların hayatımızın her köşesinde ve zamanında var olması ve ileriki zamanlarda da yine var olacağı önemli olanın sonu ne olursa olsun ümit ve Üstübal2 azim olduğunu hatırlatmasıdır. Unutulmamalıdır ki bugün bu kadar rahatça kitap okuyup, yazabiliyor, aydınlanabiliyor, öğrenebiliyor hatta bilgi alışverişinde bulunabiliyor ve yorum yapabiliyorsak Aliye öğretmen gibi fedakârlıkta bulunan ve bilgilerini bizimle paylaşabilen ileri görüşlü, aydın ve yenilikçi insanlar sayesindedir. Önemli olan şu an hayatımızda yer alan bu tür yenilikçi, aydın ve ileri atılımcı insanların değerini bilerek,aynı şeyi yaşattırmamak ve sahip çıkmaktır. BUĞULANMIŞ HAYATLAR VE İNSANLAR Sena Deniz GÜLSOY (Bilkent ID: 21401305) Dükkânın sonunda, köşedeki bir rafta, tek başına duran “Sisler Bulvarı”... Yalnızlığıyla birlikte o kadar asil ve çekici duruyordu ki, bunu okumalıyım dedirtti bana. Birinin, onu fark etmesini bekliyordu adeta, üzerine ışık düşmüştü çünkü. Elime aldım ve koltuğa oturup okumaya başladım. Okudukça dizelerde kendimi buldum, kendimi buldukça hüzünlendim. Yalnızlıktan bahsediyordu ama sadece yalnızlık değildi; doyasıya yaşanmayan aşklardan, tümüyle hayal edilen sevgililerden, deniz aşırı uzaklardakilere özlemden bahsetmişti. Her duyguya yer vermiş öyle ki Atilla İlhan’ın kendini anlattığı dizelerde, kendime ait bir şeyler bulmuştum. “yalnızlık bana dokunuyordu/ artık kalbimi susturamıyordum” “sisler bulvarı'nda öleceğim/ sol kasığımdan vuracaklar/ bulvar durağında düşeceğim/ gözlüklerim kırılacaklar” Dizeleri okudukça kendimi gördüm; sol kasığımdan vurulan bendim, yere düşen sonra gözlükleri kırılan… Hepsi bendim. Kendimi ait olduğum yerde, ailemin yanında, doğduğum evde, mahallemde ölürken hissetim. Sonra gözlerim doldu arkamda bıraktıklarımın çekiği acıları düşündüm. Düşünmeye çalıştım. Ben çok çabuk düş kurabilen ve kurduğu düşlerde yaşayabilen bir insanım. Ölüm bile olsa en gerçekçi haliyle canlandırırım. Tıpkı bu dizelerde olduğu gibi… Ne gariptir ki ait olduğum yerden uzaklaşmak isterim bazen; belki deniz aşırı gitmek ve orayı özlemek isterim. Özellikle yağmurlu günlerde melankoliye bağlarım: kitabı okurken olduğu gibi… “bir gemi beni afrika'ya götürecek/ ismi bilmiyorum ne olacak/ kazablanka'da bir gün kalacağım/ sisler bulvarını hatırlayacağım” Uzaklara giderim ama yine de özlerim hem kaçarım hem de oraya doğru koşarım. Ne çelişki ama… Atilla İlhan’ı ben anlarım, o beni anlar. “sisler bulvarı'ndan geçmediğim gün/ sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm/ yağmurun altında yalnızım/ ağzım elim yüzüm ıslanıyor/ tren düdükleri iç içe giriyorlar/ aklımı fikrimi çeliyorlar/ sisler bulvarı ayaklanıyor/ artık kalbimi susturamıyorum” Ait hissetmek yalnızlığı bastıramıyor bazen. Bir anlık bile olsa sevdiklerin gidince yalnızlığın ve sen kalıyorsun geriye. Yalnız kalmayı sevenler var. Kafayı dinlemek için evet ben de severim özellikle yağmurlu bir günde ormanda yürüyüş en güzeli… Ağaçların verdiği o huzuru başka hiçbir şey veremiyor çünkü. Babam iş seyahatleri yüzünden evinden uzak kalır çoğu zaman. Ona özlem, yalnızlığa sitem ve bir de yağmurun beraberinde getirdiği melankolik hava Atilla İlhan’ı nasıl bu satırları yazmasında etkili olmuşsa benim de şuan aynaya bakar gibi okuduğum dizelerde duygulanmama sebep oldu. Hiç sizin de pişmanlıklarınız oldu mu? Yarım kalan işlerini sözleriniz… Keşke deseydim gitseydim dediniz mi? Bir arkadaşınızı son kez görebileceğinizden habersiz son buluşmanızı unutunuz mu? Umarım yaşamamışsınızdır. Ben yaşadım. Çok uzun yıllar önceydi ama dün gibi… Onu kaybettiğim haberini aldığımda içimde, boğazımda hissettiğim yumru hiç geçmedi. Ne yazık ki son buluşmamızı unutmuştum, ertelemiştim. Sonra biz beyaz mermerle konuşmak zorunda kaldım. Yerinde soğuk bir mermer bırakmıştı arkadaşım. Özlem yalnızlıkla birleşmişti yıllar geçtikçe… O, benim gidemeyeceğim kadar uzaklara gitmişti, sonsuz bir yolculuğa çıkmıştı. Yarım kaldı sohbetimiz… Yarım kaldı özlem giderişimiz… Benim duygularımı en iyi “Liman” şiiri anlar. Atilla İlhan’ın uzaktaki özlemlerinden, yarım kalmış sevgilerden dostluklardan bahseder. Yarım kalınmış, özlenmiş aşkları yitirmenin verdiği o acı his… Kaybedince değerlenen her şey…“kalbin cebimde bir yerimdeydi denize düşürdüm” Yitirmek, yitirdiğini özlemek; özlem duyduğun kişiyle zaman geçirdiğin yerlere bir daha gitmek, sessizce, cümleleri, hüznü içine atarak oturmak… “gözümden yere bir damla kan damladı kırmızı/ içimde sonrasız bir yolculuğun iç bulantısı/ galata rıhtımında eski bir liman kahvesi” Her türlü duyguyu içeren bir şiir kitabı… Yalnızlıktan tutun özleme ve yaşanamamış her duyguya yer vermiş. Her insanın hayatının en az bir döneminde yaşamış olduğu duyguları tek bir kapak altında toplayan “Sisler Bulvarı”… Herkes gibi yaşadığım duyguları kendi içimde kelimelere sığdıramazken birkaç sayfadan ibaret bir kitapta karşılaşmak aslında hayatta ne kadar önemsiz şeylere takılı kaldığımız ve gözümüzde gereğinden fazla büyüttüğümüz gerçeğiyle yüzleştim. Teşekkürler Atilla İlhan… Hayatta gerçekten değer verilmesi gereken insanlar, olaylar, duygular var; zaman onları yutmadan biz içimizde sindirmeliyiz! İlayda Süer ÖZGÜRLÜĞÜN EVRİMİ Ben özgürüm. Çağın çok gerilerine gidersek bir köle değilim. Bugünlere yaklaşınca kendi hayatımın efendisiyim. Kapitalizme göre tüketici özgürlüğüne sahibim. Bir kadınsam eylemlerim kadın olduğum sebebine dayanarak ayrı bir yargılamaya tabi değil ve insanların beni kalıplara sığdırmasına izin vermiyorum. Daha genel düşünürsek hayatımı kendi irademle şekillendirirken seçeneklere sahibim ve seçimlerimi yaparken görünür(maddi koşullar, devlet baskısı) veyahut görünmez (içinde yetiştiğim kültür, sahip olduğum algılar) herhangi bir etken önümde engel teşkil etmiyor. Bir cümle, bin anlam… Sayfadaki ilk cümleme gittiğinizde gördüğünüz ikinci kelime en uzun süreli imparatorluklardan, devletlerden daha uzun ömre sahip bir varlığı temsil etmektedir. İnsanlığın tarihini… Kişiden kişiye, toplumdan topluma, geçen yıllara ve asırlara göre sayısız çağrışım yaratabilen kavram: özgürlük. Gepetto’nun Pinokyo’ya hayat vermesi gibi o da toplumsal düzen sayesinde kendi varlığını bulmuştur. Kafalardaki soyut bir düşünce olmaktan çıkmış; bir ihtilal, isyan, zafer olmuştur. Bu yüzden bir kelime olmaktan fazlasını hak eder. Zygmunt Bauman, Özgürlük adlı kitabında bu kavramı bir sistemmişçesine ele alıyor. Özgürlüğün iki farklı sosyal durumu ifade ettiğini, bir tarafın ayrıcalıklı haklara sahip olmasıyla özgürlük unvanına eriştiğini vurguluyor. Yoğun bir anlatıma sahip bu kitap aklınızdaki sorulara yeni cevaplar bulabileceğiniz algısını yaratsa da, özgürlüğü ele alışı itibariyle sizi daha da içinden çıkılmaz sorulara itip konunun düşünmediğiniz taraflarına ilginizin çekilmesine sebep oluyor. Tarih kitaplarında devletin kuruluşu, gelişimi ve yıkılışı nasıl anlatılırsa veyahut insanoğlunun evrim süreci nasıl mercek altına alınırsa özgürlük de yaşanmış ve gizemlerini bugüne kadar sürdüren bir hikâyeymişçesine canlandı gözümde kitabı okurken. Bu genel görüşe sahip olduktan sonra Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi serilerin bir sonraki kitapları nasıl heyecanla beklenirse; özgürlüğün gelecekteki şekline, içeriğine ve anlamına merak beslemeye başladım. Çünkü gördüm ki, özgürlüğün hayal edebildiğimiz sınırı yaşadığımız dönemin koşullarıyla belirlenmiş. Mesela eski zamanlarda köle olmama durumunun, insanların kendilerini özgür olarak nitelemelerine yetebilmesi gibi… Özgürlük arayışı ilk başta, alınıp satılacak bir eşya değil; insan olduklarını anlatmak zorunda kalan bir kesimle ortaya çıkmış. Sonra işçiler belirmiş sahnede. İnsan oldukları kabul edilmiş ama çalışma koşulları ve süreleri bir insanın altından kalkabileceği şartlarda değilmiş. Bu kadarla kalmamış; fiziksel eşitsizliklerin üstüne bu sefer sosyolojik bir eşitsizliğin özgürlük çınlamaları duyulmuş: Kadınlar… Kadınların özgürlüğü için çalışmalar başlamış. Ardından düşünce özgürlüklerinin peşine takılmış her bir birey. “Ben varım” demek istemişler “düşüncelerimle, cinsiyetimle, istediklerimle ben varım”. Bir de son noktada var olan tüketici özgürlüğü... Alabildiğim kadar özgürüm demiş bireyler. En yeni ve en gelişmiş telefonu, en donanımlı eğitimi, en iyi maaşı alabilmeliyim... Bunları her kim alabiliyorsa, kim bu imkânlara sahipse o daha şanslı ve özgür. Kendi hayatımın efendisi olacak kadar özgürlük istiyorum demişler. Bir köleyi hayal edin şimdi. Onun arzuladığı özgürlükle günümüz insanının arzuladığı özgürlük aynı mı? Özgürlük kademe kademe yükselmiş. Geçmişteki özgürlüğün sunduğu vaatler günümüz insanını asla tatmin edemez; günümüz özgürlüğü ise geçmişteki insanların hayallerinin çok ötesinde kalır. Geçmişten bugüne nasıl olmuşsa, bugün tırnaklarımızla kazıyarak elde etmeye çalıştığımız “özgürlük” de yarın bir hak olarak yazıya geçmiş olacak. İnsan hakları, çocuk hakları gibi yürürlüğe girip üzerinde tartışılması ayıp sayılan bir konu haline gelecek ama insanlar “ben artık özgürüm” diyerek bir kenara çekilmeyecekler. Değişen koşullar, teknolojinin gelişimi insanların hayattan ne beklediklerini yeniden belirlemelerini isteyecek. Beklentilerini karşılayabilen ve karşılamayan iki grup oluşunca da özgürlük, vaatlerini değiştirerek yeniden karşımıza çıkacak. Belki doğal kaynakların hızla azaldığı ve kıtlığın bir tehdit olduğu vakit insanların başka bir gezegende hayat kurma çalışmaları hızlanacak ve “Usiris” adlı yeni keşfedilen bir gezegene göçler başlayacak. Bu göç hakkı da tüm insanlara verilemeyeceğinden ayrıcalıklı bir sınıf oluşturulacak. Dünyadan ayrılanlar özgür diye nitelendirilirken; dünyada kalıp da bir ülkenin başbakanı olmak, düşüncelerini kısıtlamalar olmaksızın ifade edebilmek, dünyanın her köşesini gezebilmek, istenilen saat aralıklarında çalışmak asla bir ayrıcalıkmış gibi sayılmayacak. Özgürlüğün sınırları uzaya yayılmış olacak. Geleceğin özgürlüğünün ne olacağına dair merak içindeyim derken bunu kastediyordum. Sunduğum senaryo, milyonlarca ihtimalden sadece biri. Umarım şimdi zihinlerimizdeki soru aynıdır: Bizim hayallerimizin ötesinde kalan özgürlük nasıl olacak? Kaynak Zygmunt Bauman. Özgürlük. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016 SESİN OLURUM Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kendimizi içinde bulduğumuz bir kalabalık, toplum... Dayatmalarıyla, zorlamalarıyla, ceza ve ödül olarak sunduklarıyla bizi inşa ettiği hukuksal parmaklıkların ardında bırakan bu hayat yanıtlanmamış soruların bir bütünü ve evidir. İçinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız bu ev kadın için duygulardan sıyrılmış ilişkilerin, toplumdan dışlanmış ve özel yaşama hapsedilmiş, pasifleştrilmiş kadın benliğinin çığlıklarının çarptığı soğuk duvarlara sahip. Emma Goldman bu duvarlar karşısında dans eden ve unutuldu sanılan devrimin tüm sıcak ve güzel anılarını etrafa saçan “kızıl” kadın ne de güzel sesimize dönüşür “Dans Edemeyeceksem Bu benim Devrimim Değildir” diyerek ve ancak bir kadın anlatabilir onu yine kendi dilinden. Aykırıyım. Küçük gözlüklerimin ardına sığdırdığım dev bakışlarım korkuttu birçok insanı. Evet doğru biliyorsunuz ‘’anarşist kraliçe’’ diyorlar bana. Anarşistim. Amerika’nın bir dönem en korkulan kadınlarından biriydim. Tıkıldığım hapishaneler, gönderildiğim sürgünler var ama zincirleyemedikleri bir ufka sahibim. Ben bir kadın yazarım ve erkeklerin aldığı gülünesi ‘’olağanüstü hâl’’ kuralları uygulatan bir kadın emekçiyim. Hemencecik sınır dışı edilmem adına çıkarılan federal yasalar var ve ben bütün bunlar olurken devrim için dans eden farkındalığı olan bir kadın işçiyim. Hepinizin gördüğü ateş böceklerini yüreğine hapsetmiş, için için yanarak dans eden devrimci bir kadın... Anlatmaya çalışan bir dilim, işçilerin arkasını kollayan köleciliği savunanlara karşı çıkan, kimilerince kapitalizmin o kıyıcı iş güçlerinden biri olan uşaklık anlayışını yıkmaya çalışan bir insanım. Üzüldüm. Sadece üzülmedim savaşta ölmüş yüzlerce insana. Kendi sınırları dışına el uzatmış dünyanın her bir yerinden insan getirtip yoksullaştıran patron zihniyetine kalemiyle savaş açmış bir yazarım. Kafa gücü, kol gücü, kas gücü, ayak gücü görülmüş insanların hakkını radikal dedikleri yazılarımla arayan bir şeyim işte, adını ne koyarsanız. Günde on beş saat süren ağır çalışma koşullarının insafsızlığının, işçiler arasında giderek yayılan sıtma, verem gibi hastalıkların ihmalkârlık sonucu doğduğuna inandım ve inandırmaya çalıştım. Kadın ve çocukların çalıştırılarak erkek paydası görülmesine ayak diredim. Sözde fırsatlar ülkesinde ellerinden fırsatları alınan insanların sesi olmak için meydanlarda aldım soluğu. Ne de olsa kiralık katillerin polislerle iş birliği ettiği bir ülkede; gören, bilen, yaşayan bir insandım ve üzerime düşen sorumluluklarım vardı. Ölen işçilerin haklarını arayan eşleri, çocukları, arkadaşları ile birlikte sokaklarda dans ettim direniş için, hak aramak için müzik olup salındım akıllara. Bir anarşist ya da sosyalistin konuşması pek etkilememişti açıkçası meydanlardaki kalabalığı. İnsanlar ölmüştü ve toplanan kalabalığın derdi insan olduklarını hissetmek, diğerlerinin anlamasını beklemek ve bu kokuşmuş sistem içinde daha nicelerinin kaybedileceğine dair korkularını yenmekti. Tutuklananlar oldu, mahkemelere çıkardılar ve açıkça beyan edildi; dünya görüşleri yüzünden içeri alındıkları ve alınacakları. İlmekler boyunlara geçirildi, yaşayan sesler boğuldu ama mezardakilerle birden çoğalanları susturmaya yetmedi bu dikte düzeni. İşte bunlar küçüklüğümden beri şahit olduğum bir dizi olay. O günlerde dişerimi sıkıp anarşist olacağım demiştim. Oldum da. Büyüdüm. Kendini bilmez kilise adamları lakaplar taktılar bana hatta insanların beni biliyor olmakla dahi günah işlediklerini söylediler, daha yaşarken adımı hafızalardan kazımaya çalıştılar. Sıradan bir ailede doğmuştum ama sıradan olmamak için çaba sarf ettim, öyle ki babamın sürekli üzerime yağan ‘’Evlen!’’zorlamalarına karşı çıkıp sayısını hatırlamadığım kadar dövüldüm. Göç ettim, fabrikalarda çalıştım. Bu dönemde önce sosyalizmle, ardından anarşizmle tanıştım. Koleklifliği aşırı bulup bireyin özgürlüğüne tutundum ama bir sosyalist kadar da birleştirdim teori ile pratiği. İş istedim, vermediler, ekmek istedim ve yine vermediklerinde ekmeğimi zorla aldım, alın dedim. Tutuklandım. Koskoca iktidarın(!) korkulu rüyasıydım. Yaşamımı fikirlerimden ayrı tutup suikastlar düzenlediler, tehlikeye soktular. Özel hayatımı gündem edip kepaze etmeye çalıştılar. Karşı çıktığım evlilik fikri yüzünden fuhuşu destekliyor dediler, kadının cinselliğini özgürce yaşaması gerektiğine dair söylemlerimi kara zihniyetlerinde ahlaksızlıkla fişlediler. Ama ben dibe vurduktan sonra doruğa çıkanlardanım ve içimdeki devrimin her sancılı döneminde yeni aydınlıklar doğurduğuma inanıyorum ve bilirim ki özgürlüğü bilen insan fikirlerin dehlizlerinden meydanların aydınlığına tırmanır. BEN EMMA GOLDMAN... Kadının mevkii, konumu, duruşu, teninin rengi, dili, dini ne olursa olsun varlığı her zaman en söylenilesi şarkılara karşılık gelmiştir. Özgürlüğün cinsiyetsizliği konusunda kimi zaman kalemiyle kimi zaman sesiyle kimi zaman da sessizliğiyle savaşmalıdır kadın. Yılgınlığa düşmeden aydınlığa çıkan kapılar aramalıdır. Elimize tutuşturulmuş önceden ve başkalarınca yazılmış bir şarkı olsa da hayat unutmamalıdır ki kadın, ezgi hep “bize” ait. Daha iyi bir hayat ve daha iyi şartlar için uşaklığın bize kabul ettirilmesine izin vermemeliyiz. Kadın… Hayat sensin ve en iyi koşul yaşamaya başladığın ve değiştirebileceğin bugün… Bugünün… Kaynakça Emma Goldman. Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006. Print. Mehmet Hakan Gögebakan ÇOCUKLUKTAN YETİŞKİNLİĞE Sokakta yürürken, misafirliğe gittiğimizde, komşular geldiğinde, alışveriş yaparken kısacası hayatın her anında karşımıza çıkarlar. O haylaz ama masum gülümsemeleri ne zaman görsek içimiz gıdıklanır gibi oluruz çünkü bir zamanlar hepimiz onlar gibi hayatın sıkıntılı taraflarından bihaber doyasıya eğlenir yaramazlıklar peşinde koşardık. Kimmiş onlar dediğinizi duyar gibiyim. Onlar yaşamımızın neşe kaynağı olan çocuklarımızdır. Gülerler, ağlarlar, kırıp dökerler ve katiyen yaramazlıktan vazgeçmezler lakin çocuklarımız sayesinde hayatımız renkli hale gelir. Hepimiz o günlerden geçtik ve annemizi, babamızı çıldırttığımız nice an yaşadık fakat ne kadar büyüklerimizi sinirlendirsek bile çocuk olmanın verdiği o haz belki de hiçbir şeye değişilmezdi. Sürekli temiz duygularla bir şeyler isteyip durmak, istenilenin alınmaması durumunda ağlamak çocukluk döneminin değişmez maddelerinin başında geliyor. Her ne kadar arzuladıkları gerçekleşmediğinde sinirlenip ağlasalar bile kalpteki masumiyet duygusu çocuklarımızı gönül tahtına koymaya yetiyor. Evet, işte kalplerdeki masumane hisler onları hep mutlu etmeye yetiyor. Çizgi film izlerken akıllarına gelen fikirler, parkta oynarken nasıl daha fazla eğlenirim gibi düşünceler onları masum kılan en güzel durumlardır diyebiliriz. Rüya Dağıtan Çocuk kitabının ana karakteri Christmas’a benzeyen milyonlarca zeki, cesur, tatlı çocukla dünyamız daha da yaşanılabilir hale geliyor. Yaşıtlarıyla oyun oynarken kafalarından geçen yaramazlıklar her ne kadar sinirlendirici gözükse de bir süre sonra istemsizce biz de onlara gülmeye başlıyoruz. Bunun sebebi ise her zaman olduğu gibi kalplerinden gelen masum hislerden başka bir şey değildir. Ebeveynler isteklerini gerçekleştirmekten bazen çekinirler çünkü aman şımarmasın korkusu ister istemez insanı çevreler fakat Christmas gibi alçakgönüllü bir çocuğunuz olursa emin olun ki o buna değerdir ve şımarmanın yanından dahi geçmeyecektir. Bu yüzden eğer çocuğunuz varsa veya gelecekte olursa ön yargıyla yaklaşıp onları incitmeyin zira saf duygularla kaplı kalplerini anlamak çocuklarınızı ve sizi bir adım ileriye taşıyıp güzel yarınlara yelken açmanıza yardımcı olacaktır. Ardından gelecek günler hem size hem de tüm insanlığa fayda sağlayacaktır. Nasıl bir yararı olacaktır dediğinizi duyar gibiyim. Aslında cevabı pek de zor değil çünkü kendimizi çocuklarımızın yerine koyarak hareket ettiğimizde onları en doğru şekilde anlamak işten bile değil. Bunun ailelere ve topluma kazandıracağı ise azimli ve başarılı evlatlar yetiştirmek olacaktır. Doğal olarak her anne ve baba çocuklarının başarılı olmasını ister ama sadece istemek elbette yeterli olmaz. İstemeye ek olarak anlayıp yol göstermek gerekir ki başarıya ulaşmayı öğrenebilsinler. Bundan dolayı ailelerin başlıca görevi başarıya doğru yürümeyi evlatlarına en doğru şekilde göstermek olmalıdır çünkü çocuklarımız sadece bugünün değil yarınlarımızın da güvencesidirler. Bugün onlar faydalı bilgileri öğrensinler ki, gelecekte de aynı davranışları kendi çocuklarına uygulayabilsinler mantığı çerçevesinde olmak ebeveynlerin görevidir. Okuyucu olarak bana bunu ve fazlasını bir kez daha hatırlatan Rüya Dağıtan Çocuk eserine ve yazarına ne kadar teşekkür etsem az diyebilirim. Christmas ve Ruth sayesinde fazlasını öğrendim. Bir çocuğun nasıl tatlı şekilde aşık olabileceğini daha net fark ettiğime de değinmeden edemeyeceğim. Ayrıca cinsiyet farkı olmaksızın çocuklarımızın ne kadar değerli olduğunu dünyaya da aşılamamız gerektiği gerçeğine de dikkat çekmek gerekiyor. Günümüz toplumlarında bilhassa ülkemizde kız çocuklarının ikinci planda kalması ne yazık ki derinden üzüntü veren bir durum haline geldi. Bu problemi çözebilmek için iyi bir ebeveyn olmaktan öte akıl ve ilim üzere hareket eden bireyler olmak gerekir. Bu sebepledir ki suç oranının giderek arttığı şu ortamda evlatlarımıza sahip çıkarak onlara nerede nasıl hareket edilmesi gerektiğini en doğru şekilde göstermek tüm büyüklerimizin görevi olmalıdır. Çünkü büyüklerimiz bizleri dünün geleceği olarak bugüne yetiştirirken şimdi ise yeni gelen kuşağı yarınlarımızın teminatı olarak yetiştirmek gerek ebeveyn gerekse gençler olarak boynumuzun borcudur zira onlar da bir gün çınarlar olup yeni fidanları dünyaya armağan edeceklerdir. Kaynakça Fulvio, Luca Di. Rüya Dağıtan Çocuk. Çev. Ömer Çiftçi, Sema Savaş. İstanbul: Pegasus Yayınevi, 2015. 1 Şafak Sayın 21401174 Başak Berna Cordan TURK101-15 11.11.2014 Hiçlikte Kayboluş Satranç, Stefan Zweig’ın yazdığı mükemmel bir uzun öykü. Olaylar, anlatıcı dışında iki ana karakterin etrafında dönüyor. Mirko Czentovic, babasını kaybettikten sonra bir papaz tarafından küçük bir köyde yetiştirilir. Tepkileri ve hareketleri yüzünden çevresindekiler tarafından zekâ geriliği olduğu düşünülmektedir. Papaz ve arkadaşı jandarma çavuşu, akşamları üç el satranç oynamayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlar oyunlarını oynarken, Czentovic de sessizce yanlarına oturup izlemektedir. Bir gün, papazın yarım bıraktığı oyunu şaşırtıcı derecede başarılı bir şekilde tamamlar. Ünü, yaşadığı köyün bağlı bulunduğu şehirden yavaş yavaş tüm dünyaya yayılır ve Czentovic dünya satranç şampiyonluğuna kadar yükselir. Dr.B ise Hitler’in Nasyonal Sosyalizminin etkisi altına girmeye başlayan Avusturya’da yaşayan aydın bir avukattır.Gestapo tarafından tutuklanır ve kafasını meşgul edecek hiçbir şeyin olmadığı bir otel odasına hapsedilir. Bir gün yine sorgulanmak için beklerken, odada asılı duran montlardan biri dikkatini çeker. Yaklaşıp montun cebindeki kitabı çalar ve otel odasına götürür. Bu bir satranç kitabıdır. Başta beğenmese de sonradan kitaptaki yüz elli oyunu ezberleyip defalarca zihninde oynar. Bundan sıkıldığında kendine karşı oynamaya başlar ve kişilik bölünmesine kadar gidebilecek bir seviyeye ulaşan bu takıntısı sonucu yaşadığı sinir krizinin ardından serbest bırakılır. Anlatıcı, bir vapur yolculuğunda karşılaştığı Czentovic ve Dr.B.’nin, McConnar -zengin ve hırslı bir yolcu- ve birkaç başka adamın da etkisiyle, satranç oynamasını ve süreci anlatıyor. İnanılmaz derecede merak uyandıran bir akışa sahip bu öyküyü çok beğendim ve hiç bitmemesini isteyerek bir solukta okudum. En sevdiğim kitaplar İkinci Dünya Savaşı’nı işleyenler veya psikolojik unsurlar barındıranlardır. İki konuyu da fazlaca içermesinden Sayın, 2 ötürü, öykünün Dr.B. hakkında olan kısımları beni özellikle etkiledi. Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği dönemlerden büyük ölçüde etkilenen, hatta intiharının temelinde Hitler’in kurduğu düzenin kalıcı olacağı korkusu yatan Stefan Zweig, öyküsünde yer verdiği küçücük bir örnekle bile dönemin gerçeklerini gözler önüne seriyor. Aydın bir insanın hiçliğe ve yalnızlığa itilerek, deliliğe kadar giden bir sürecin ortasına atılması ve bunun yarattığı hasarlar tüm derinliğiyle işlenmiş. Peki insanlar herhangi bir şeyle veya insanla etkileşim içinde olmazsa gerçekten delirebilir mi? Düşünceleriyle baş başa kalmak mıdır insanı delirten yoksa düşünecek bir şey bulamamak mı? Çoğu zaman hobi olarak kategorize ettiğimiz kitap okumak, yazı yazmak, resim çizmek, piyano çalmak, satranç oynamak, belki de yemek yapmak... Bütün bunlar insanların kendilerini ifade etmelerini sağlayan, ortaya bir şey koymak için düşünmeyi ve çabalamayı gerektiren faaliyetlerdir. İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından biri olan iletişim kurmanın, konuşmak dışındaki alternatif yollarındandır. Bazen bir kaçış, bazen de bir kurtuluş Sayın, 3 olabilirler. Bunlar kişinin elinden, üstelik çevresinde tek bir yüz bile yokken, alınırsa, kocaman bir hiçliğin ortasına düşülür. Konuşacak, konuşulmasa bile birlikte nefes alacak başka insanlardan izoleyken, üstelik etrafında varlığını hissettirecek tek bir şey bile mevcut değilken, insanın psikolojisi ne kadar sağlıklı olabilir ki? İşte o zaman anlaşılır insanı delirtenin ne olduğu ama iş işten geçmiştir. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, dünyayla iletişimini kesmek ve elinden düşüncelerine hammadde olabilecek her türlü malzemeyi almaktır. Gerçek yalnızlık budur çünkü düşünceleridir insanı çoğaltan. Günümüze baktığımızda ne yazık ki aydınları susturma eyleminin altmış yetmiş sene öncesinin faşist Avrupa’sı ile sınırlı kalmadığını görüyoruz. Nitelikli düşüncenin tehdit olarak algılandığı bir toplumda, insanları “yalnızlaştırma” eğilimi de kaçınılmazdır. Belki soğuk duvarlardan başka hiçbir şeyin olmadığı otel kapılarının ardına kapatarak değil ama tutuklayarak, soruşturarak, sansürleyerek, kısıtlayarak... Kendisini ifade etmesi, insanlarla iletişim kurması, hatta düşünmesi modern yöntemlerle engellenen insan, “çoğalmasından” korkulan insandır. O korkunç fikirlerini yaymasındansa, tek başına delirmesi daha doğru olur. Zaten sadece delilerindir düşünce özgürlüğü. Kaynakça Stefan, Zweig. Satranç. 33. Baskı. İstanbul: Can Yayınları, 2011. Sayın, 4 Refia Tezer GELECEKTEKİ BEN İÇİN Hep bir yarış içerisindeyiz ve hiçbir zaman tatmin olmuyoruz. Yarışmak ve hep daha iyiye, daha fazlasına sahip olmak istiyoruz. Elimizde değil, sürekli mükemmeli kovalamaktan kendimizi alamıyoruz. Gücümüz tükenmiyor, mükemmele olan arzumuz bizi sürekli tetikliyor. Küçüklüğümüzde, mükemmeli yakalamak için sokak oyunlarından ödün verirken, üniversitede de sosyal hayatımızdan vazgeçiyoruz zaman zaman. Not ortalamamız ne kadar yüksekse o kadar mutluyuz çünkü. Sonunda ne oluyor biliyor musunuz? Üniversite bitip de iş hayatına başladığımızda işkolik insanlar olup çıkıyoruz. Hayatta yarışın hiç bitmeyeceğini, bu dünyada kusursuzu bulamayacağımızdan anlamamız gerekirken biz hep onun peşindeyiz. İş hayatında -çoğunlukla- hiyerarşi olduğu için hep bir terfi uğruna gecelerimizi gündüzlerimize katıp var gücümüzle çalışmaya devam ediyoruz. Bu sefer ödün verdiklerimiz aile hayatımız oluyor. Çocukları kreşte olan anne ve babalardan bahsediyorum. Şu an onları yeterince anlayamıyor ve yargılıyor olabilirim. Muhtemelen ileride ben de o kulübün bir üyesi olacağım; ama yine de, şu an düşüncelerimi belirterek akıp giden zamana bir hatırlatıcı bırakmak istiyorum. Bundan on yıl sonraki ben için, ileride yapmamam gerekenleri hatırlatacak bir yazı. İşkolik olma hâli, modern hayatın bize kıpkırmızı bir elma olarak sunduğu zehirden başka bir şey değil. Bu duruma düşmemizin sebebi ise artık tek maaşın, bir ailenin isteklerini ve gereksinimlerini karşılamak için yetersiz bir meblağ olması. Bu yüzden her kadın, çalışarak aile gelirine katkıda bulunmak zorunda kalıyor. Elbette ki çalışan bir kadın olmak çok gurur verici bir durum. Kendi ayakları üzerinde durabilmek, kimseye muhtaç olmadan hayatını idame ettirebilmek ve en önemlisi bilgili ve kültürlü biri olmak her kadının sahip olması gereken özellikler. Ancak tüm bunları yaparken çocuk sahibi olup çalışmaya ara vermeyince çocuklarınızdan bihaber geçirebilirsiniz yıllarınızı. Bunun çocuk için birçok eksisi olduğu muhtemeldir. Ancak ben yalnızca, siz farkına varmadan geçecek olan zamana dikkat çekmek istiyorum. Onlar sizin çalışma saatlerinizden ya da işinizin yoğunluğundan etkilenmeseler bile siz onların nasıl büyüdüğünü fark edemeyeceksiniz. Hayatın koşuşturmacası içinde onlar büyüyecek ve dönüp baktığınızda şaşırıp kalacaksınız. Nasıl olup da tüm bu süreci kaçırdığınıza hayret edeceksiniz. Ama sebebi açık: siz ve mükemmeliyetçi zihniyetiniz. Fakat siz, “Ben işimin, ailemin ve çocuklarımın önüne geçmesine izin vermiyorum.” deyip bunu başarabiliyorsanız, bir sorun yok. Çünkü aile her şeyden önce gelir. Sözüm meclisten dışarı. Annelerden söz etmişken, işkolik babalardan da söz etmek istiyorum. Belki çocuğun anneden alacağı sevgi daha önemli olduğu için annelerle ilgili konuştuğumu sanmışsınızdır ancak ben, ebeveynlikte anne ile baba arasında çok büyük farklar olduğunu düşünmüyorum. Otoriteyi sağlayan kişi olarak baba, belki sevgisini göstermede zorluk çekebilir. Ancak ebeveynlerden ikisinin de çocukları çok sevdiğini biliyor ve bu sevgiyi çocuğa da olabildiğince hissettirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bana kalırsa, çocuğun bu sevgiyi hissetmemesine sebep olan şey; çalışan bir anneden çok, belki de yüzme yarışını izlemeye gelmeyen babasıdır. Click filmi bunun için gerçekten çok güzel bir örnek. Ailesine daha yaşanılır bir hayat sunmak için işinde yükselmek isteyen bir babanın koca bir ömrü, ailesinden bihaber geçirişine tanık oluyorsunuz (Click 2006). İyi niyeti, karısını ve çocuklarını kaybetmesine engel olamıyor ne yazık ki (Click 2006). Filmden bahsetmeyeceğim ancak verdiği önemli mesajla ve sizi güldüren sayısız sahneleriyle izlenesi bir fantastik komedi olduğunu söyleyebilirim. İşkolik babalara dönecek olursak, önem sırasında ilk sıraya işlerini koyan bu babalar çocuklarının da eşlerinin de sevgisini kaybetmeye mahkûmdurlar. Demek istediğim şu ki; iş ya da herhangi bir şey ailenize ayırdığınız zamanın önüne geçmesin. Hayatta hiçbir şey, çocuğunuzun ilk adımını ya da ağzından çıkan ilk “anne”, “baba” sözcüklerini size unutturacak ya da bu anları kaçıracak kadar çok yer kaplamasın hayatınızda. Benzer durumlar anne ve babanızla geçirdiğiniz zaman için de geçerli. Anne ve babanızın yaşlılığında yanlarında olup onları mutlu etmek ve olabildiğince bilinçli olarak onlarla vakit geçirebilmek gerçekten işinizden daha önemli olmalı. Çünkü eğer bunu kaçırırsanız, yeniden elde etme şansınız olmayacak. Bunları yalnızca size değil, kendime de söylüyorum; hem şu anki hem de bundan yıllar sonraki bana. Kaynakça Coraci, Frank. Click. 2006. Columbia Pictures Corporation, Revolution Studios. Film. HAYIR BEN BABA OLUCAM! Herkesi bilmem ama ben küçükken çok fazla evcilik oynardım. Anaokulunda hatırlıyorum da her salı günü o plastik evin içine giren ilk erkek baba olurdu. Geri kalanlar çocukları olur, çocuğun abisi veya kardeşi... Peki, niye hepimiz baba olmak istiyoruz ki? Bence bu sorunu cevabı yönetme içgüdümüz. Bu kötü bir şey mi? Tartışılır ama bir şey belli. Bizi bu zamana kadar hayatta tuttu. İnsan, tarihinin ilk gününden beri bu vardır. Bir şeye karşı üstünlük kurma, yönetme, belki ezme… İlk olarak biz bunu hayvanlarda denedik. Mamutlara binmeye çalıştık. Onları evcilleştirmeye çalıştık. Hortumuyla bir vurdu uçtuk. Fakat yılmadık bir daha denedik. Yine uçtuk. Sonra fark ettik ki bunu yapamayacağız. O zaman kendimize yöneldik. Kendi türümüze. Erkekler daha baskın çıktılar bu dönemde. Sonra bir bakmışız ataerkil aileler ortaya çıkmış. Biraz zaman geçti gittik bir nehir bulduk oturduk kenarına. Tarımdır hayvancılıktır filan uğraştık bir şeylerle. Çok geçmeden bir eksik fark edildi. Lider kim? Birilerinin çıkan karışıklıklara engel olması gerekiyordu. Çıktı kalabalıktan birisi ‘Ben olurum dedi’ , oldu da. Fakat zaman geçtikçe anladılar ki bu adam yeterli değil. Böyle değiştirdik baştakileri. Peki ya neden? Gerçekten yönetilmeye ihtiyacımız var mıydı, yoksa sadece yönetmek mi istiyorduk. Çok çok geriye gitmemize gerek yok aslında. Romalılara, Mısırlılara, Moğollara, Osmanlıya… Bu uygarlıkların hepsinde mutlaka taht kavgaları yaşanmıştır. Peki ya neden? Yönetmek için. Sadece yönetmek için mi? Hayır. Gücün elimizde olmasını istiyoruz. Gücün tadını bir kez aldığımızda ondan kopamıyoruz. Kimse kopamaz bence. Ben de şu anda derim ‘ Ben değişmem’ diye. Fakat değişirim. Siz de değişirsiniz. Bunun üzerine tonlarca film ve kitap var. Tabi film ve kitaplarda olması gerçek olduğu anlamına gelmez. Gerçek olmasa bu kadar fazla da işlenmez, değil mi? Şu anda bile yönetiliyoruz. Hatta ve hatta bize zorla lider seçtiriyorlar. Bizden zorla yönetilmemizi bekliyorlar. Biz de uyuyoruz buna tabi. Ne yapalım başka şansımız yok. Bazen düşünüyorum da yönetilmesek hayat daha mı güzel olur? Thomas More’un yazdığı Ütopya gibi bir dünya ile mi karşılaşırız? Herkes çalışıyor, herkes kurallara uyuyor, hırsızlık yok, kötülük yok. Kısacası herkesin mutlu olduğu bir dünya. Ne yazık ki adı üstünde sadece bir ütopya. Ben bunu gerçekleştirebileceğimize inanmıyorum. Beceremeyiz en basitinden. Biri üste çıkmaya çalışır ve tüm sistem domino taşları gibi devrilir. Sonra işin yoksa her şeyi düzeltmeye çalış. Tüm sistemi, insanları, bunları yaparken zarar verdiğimiz doğayı… Düşüncesi bile komik geliyor kulağa. Tüm bunların aksine belki de gerçekten yönetilmeye ihtiyacımız vardır. İnsanlarımız garip. Bir laf vardır, ‘’Büyük gruplar halindeki aptal insanları hafife almayın’’. O insanların kontrol altına alınması gerekiyor. Yoksa o topluluğu çok kötü etkileyebilir. O tür insanları yönetmek için bir lidere ihtiyaç duyabiliyoruz. Sadece bu tür gruplar için geçerli değil. Benim gibi, bazen ne yapacağını bilmeyen insanlar içinde lazım. Birilerinin bize ne yapmamız gerektiğini söylemesi lazım. Herkes farklı telden çalarsa sadece gürültü ortaya çıkar. Ancak müzikten anlayan birisi bize yardım ederse mantıklı işler çıkarmaya başlayabiliriz. Fakat son zamanlarda müzikten anlayan birisini bulmak için çok zaman harcıyoruz. Birbirimizi kırıyoruz. Kendi ülkemizin için karışıklıklar bile çıkartabiliyoruz. Ne gerek var gerçekten… Elimizde iki taraf var. Yönetenler ve yönetilenler. Hangi tarafta olacağını sen ve zaman belirleyecek. Yapacağın hareketler, söyleyeceğin sözler, tuttuğun taraf bile bunu etkileyecek. Hangisinde olmak istediğini bilemem. Fakat bildiğim kesin bir şey var. Bu sistem çok uzun bir süre boyunca devam edecek. Fatma ÇÖZELİ 21401696 HAYAT TRENİ Yaratık filminin yönetmeni Joon-Ho Bong’un bir başka baş yapıtı Kar Küreyici, dünya karlar arasında yok olurken hayatta kalan bir tren dolusu insanı anlatmaktadır. Tren, en arka vagondan öne doğru gittikçe sosyal sınıf artacak ve yaşam koşulları iyileşecek şekilde tasarlanmıştır. Bu duruma katlanamayan Curtis de trene adalet getirmek için eylem başlatır fakat tüm treni patlatarak başarısız olur. Patlamadan sadece Tim ve Yona kurtulur ve trenden dışarı çıkınca karın artık öldürücü olmadığını fark ederler. Yani sonunun karamsar mı yoksa iyimser mi olduğuna bir türlü karar veremediğim filmlerden birisi daha. Filmi izlerken trenin yöneticisini duygusuz, korkunç bir yaratık ilan etmek istedim ama sonra onun ne kadar doğru kararlar aldığını fark ettim. Aldığı kararlar bazı bireyler zarar görmesine yol açsa da topluluğun hayatta kalmasını sağlıyordu. Zaten filmi zarar gören bireylerin gözünden izlediğim için en başta ezdiği insanlar gibi yöneticiden nefret ettim. Acaba üst sınıfın gözünden izleseydim hangi duyguları hisseder, neler düşünürdüm? Sonuçta her iki tarafın da haklı olduğu noktalar, herkesin kendine ait mantıklı sebepleri vardı. Yani üst sınıfın gözünden izleseydim büyük ihtimalle düzeni bozmaya çalışanlara kötü gözle bakardım. Filmdeki asıl amaç da insanlara bu ikilemi yaşatmak bence.Ya düzeni yapaylaştırmayıp, herkese aynı imkânları sunarak topluluğumuza veda ederiz ya da daha çok insanın hayatta kalmasını sağlamak için bazı grupları feda edecek bir düzen kurarız. Topluluğa veda edersek tüm hazlarımızdan vazgeçmek zorunda kalırız; gelişmek, ileriye gitmek hatta huzur içinde yaşayabilmek bile neredeyse imkansız olur. Ama başka bir canlıyı kendimizi hayatta tutabilmek, daha rahat yaşayabilmek için feda etmenin ne kadar etik bir davranış olduğu tartışılır. Başkasını feda etmenin getirdiği suç duygusu bile herhangi bir insan için dayanılmaz bir duygu olmalı. O suç duygusu rüyalarında bile kovalar insanı, gece gündüz başında özür dilemeni bekler. Bu yüzden kimse başkasının feda edildiğini görmek istemez, görmezden gelir. Aynı filmdeki gibi arka vagonda doğan herkesi arka vagonda doğdukları için suçlarlar, onların kendi beceriksizlikleriyle orada olduklarına inandırırlar kendilerini. Halbuki sadece onlara yardım etmekten, onlardan özür dilemekten kaçarlar; suçlu hissetmekten korkarlar ön vagondakiler. Başlarında ise duygularından arınmış sadece düşünceleriyle yaşayan bir adam oturduğu için de her şey normalmiş gibi görünür. Başka bir deyişle duygu ve düşüncenin savaşı gibi olmuş film. Duygular mı daha önemlidir yoksa mantıkmı düşünceler mi? Bu sorunun cevabı verilmiyor filmde. İki senaryo da sunuluyor ama hangisinin dünyada ağır basması gerektiği söylenmiyor. Her durumda bazılarının canı yanıyor, bazıları ise mutlu mesut yaşamaya devam ediyor. Kimse de diğerini umursamıyor. Aşağı yukarı aynı şekilde sonuçlanıyor toplum için verilen kararlar. Belki gerçekten herkesi mutlu edemeyeceğin içindir. Sayımız arttıkça başımızdaki insanlar soyumuzu devam ettirebilmek için acımasız kararlar vermek zorunda kalmıştır. Artık “hepimizi birimiz için” değil “birimizi hepimiz için” feda etmeye başlamışlardır. Ve sadece bunun sebebini anlayabilenlere devretmişlerdir yönetimi, Tim’in Curtis’i trenin başına geçirmek istemesi gibi. Peki, Curtis gibi biri gerçek olabilir mi ki? Her şeyi tekrar doğanın ellerine verecek biri doğabilir mi? Böyle bir şey yapsa da ne kadar doğru olabilir ki? Bunu yapmazsak ne kadar doğru yaşayabiliriz ki? Hangisini yapmalıyız dersiniz? Topluluğumuzu, soyumuzu, neslimizi devam ettirmek için hiyerarşi sistemi kurup bir grup insanı ezmeli miyiz yoksa herkese aynı imkanları sunup sadece kabiliyeti olan birkaç insanın yaşamasına mı râzı olmalıyız? NEDEN SAVAŞ? İspanya İç Savaşı sırasında, faşizmin zehirli varlığından doğan öldürme ve üstün olduğunu ispatlama isteği, İspanya’nınGuernica adlı kentinde gerçekleşen katliam, sonralarında buna dikkat çekmek amacıyla bir sergide gösterilmek içinPablo Picasso tarafından resmedilmişkentle aynı adı taşıyan anıt tablo.Peki, neden savaşır insanlar? Özgürlük için yapılan savaşların dışında ne için savaşırlar? Hırsları için, güçlü olabilmek için, üstün olabilmek için, ideolojileri için… Bunların hepsi önemli midir gerçekten? Yoksa yitip gidecek maddiyat için mi mücadele eder insanoğlu?Sürekli birbirini kabullenemez, saygı duymaz ve hep fazlasını arar. Ölen binlerce masum insana mı üzülmek gerekir sadece yoksa hırslarının kurbanı olmuş zavallılaradaacımalı mı bir yandan da? Resme baktığımda dikkatimi ilk çeken şey elindeki kılıçla öldürülmüş olan adam ve kılıcın kırık ucundan çıkan çiçek olmuştu. Sanki bu,savaş gerçekliğinin anlamsızlığını temsil etmek amacıyla resmedilmiş bir çelişkiyi anımsattı bana…Gezi olaylarında polislere karşı ellerinde çiçeklerle yürüyen insanları anımsattı.İfade özgürlüklerini savunurken bile barışçıl yöntemler izlemeyi tercih eden insanlara karşın atılan gaz bombalarını anımsadım birden ve kendi kendime dedim ki, eğerbir toplumunhükümeti hırslarına yenilmişsehalkıçoktan esir olmuş, savaş başlamış demektir.Bir çiçeğin anlatacak çok şeyi vardı bu karmaşada. Doğanın en güzel parçalarından biri, korkunç bir olayın içinde çelişki dolu bir sembol olarak, savaşın tam olarakolmasa bile en büyük karşıtı olan barışı temsil edecek şekilde, çok dikkat çekici büyüklükte olmasa bile tablonun ortasına yerleştirilmişti.Tablonun içindeki acı ve çirkinliğe inat, solmadan resmedilen bu çiçek ve azıcık yukarısındaki kandil, belki de her şeye rağmen bir umudun olması gerektiğini vurguluyor. Nasıl bir yönetimdir ki kendi halkına düşman olmuştur ve köken savaşı içerisinde, onu besleyen, onun bir parçası olan halkınıkatletmiştir?Hükümetin hırsı,nasılyüzlerce masum insanın ölümüne sebepolmuş, saçma bir ideoloji uğruna asıl önemli olanın, insanlığın, unutulduğu bir devirde kökengibi saçma bir unsur nasıl önemli sayılmıştır?Ki bu hırs günümüzde üstün olma gerekçesinden bağımsız olan pek çok sebeplerden ötürü her gün Dünya’nın çeşitli yerlerinde onlarca insanın ölümünesebep olmakta, ülkemiz dahil… Tabloyu asıl önemli kılan unsurlardan biri, bu hırsı ve insanların çığlıklarını yansıtma biçimi… İnsanların ve hayvanların ağzından çıkan hançerler, ateşlerle çevrili insanlar, ölen çocuk, hepsi savaş gerçekliğinin ayrılmaz bir parçası değil mi? Acı çeken ve ölen insanlar, hayvanlar… Peki bu savaşa sebebiyet verenlerin çıkarı ne bundan? Bu durumda ben üstün ırkım, üstün insanım demek; bir başkasındaysa belki bir miktar petrol, birkaç gemicik yada biraz kara parçası…Zaten özgürlük adına yapılan savaşlar dışında yapılan tüm savaşlar onur ve insanlık dışı değil midirbiraz?Pablo Picasso bu insanlık dışı durumu pek çok metaforla anlatmış, siyah beyaz bir resim yapmakla bile tablonun üzerinde kasvetli bir hava yaratarak, ölü hayvan ve insanları da resmederek savaşın öldürücülüğü, bitiriciliğini tuvale dökmüş adeta… Bu tablonun konusu, yapılış amacı üzerine düşündüğümüzde, savaşın özellikle halkın üzerinde yarattığı etkiyi sembolize eden bu tablo,savaşın korkutucu yüzünü gösteriyor. Savaşlarda tüm mutluluğun yitirildiğini hissettiren bu kasvetli tablo, iç savaşta ölen masum insanların yanı sıra bence tüm savaşlar için, hayatını kaybeden insanları hatırlatacak bir anıt niteliğinde.Yönetimin planladığı oyunda, piyon niteliğinde kurban edilen masum halk ölmek zorunda mı peki?Elimizde barış gibi bir güzellik varken, neden savaş? MERT OZAN MUTLUAY AHMET KAYA 21200586 TURK102-13 HALİDE EDİP’TEN BU YANA DEĞİŞMEYEN TÜRKİYE Halide Edip Adıvar ülkemizin en zorlu süreçlerine canlı tanıklık etmiş, her zaman vatan ve millet sevgisinden ödün vermemiş kadın bir yazarımızdır. Şüphesiz ki, Türk Edebiyatı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’ne damga vurmuş en önemli kadın aktörlerden biridir. İşgal altındaki bir ülkeye, insanların durumuna ve yaşadıklarına canlı tanıklık etmiştir. Özellikle İzmir’in işgali üzerine düzenlenen Sultanahmet Mitingi’ inde ağlayarak yaptığı şu konuşma ile ; ‘‘Türkiye’nin istiklal ve hayat hakkını alacağı güne kadar hiçbir korku, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız. Yedi yüz senelik tarihin ağlayan minareleri altında yemin ediniz! ’’ halkı cesaretlendirmiş ve ne kadar cesur, vatansever bir hanımefendi olduğunu ortaya koymuştur. Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele dönemini konu alan eserleriyle toplumda bir farkındalık yaratmayı amaçlamış bunu yaparken de bazı toplumsal sorunlar üzerinde durmuştur. Vurun Kahpeye adlı eserini incelediğimizde toplumumuzun hala da devam etmekte olan sorunlarına parmak bastığını söylemek sanıyorum hiç de yanlış olmaz! Bu toplumsal meseleler eserde de üzerinde durulduğu gibi Anadolu insanının batı insanı tarafından küçümsenmesi, kadın-erkek eşitsizliği ve aşırı muhafazakârlıktır. Romanın başkahramanı, genç bir öğretmen olan Aliye, ideallerinden vazgeçmeyen, vatanseverliğiyle ve halkına verdiği değerlerle her açıdan dört dörtlük bir Türk vatandaşı örneği sergileyen geleneklerine ve kültürüne bağlı genç bir hanımefendidir. Aliye genç bir öğretmeninin tavsiyesiyle Anadolu’da öğretmen olarak MERT OZAN MUTLUAY AHMET KAYA 21200586 TURK102-13 çalışmak istemektedir. Ancak, diğer öğretmen arkadaşlarının İstanbul’u Anadolu’dan çok farklı görmeleri ve Anadolu insanını küçümseyerek, İstanbul’da kalmak için kırk takla atmaları Aliye’nin hiç de hoşuna gitmez. Bu durum açıkça gösterir ki, ülkemizde Batı kesiminde yaşayan insanlarımızın kendini aydın, çağdaş ve batılı tanımlayarak Anadolu insanını hor görmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise, Avrupa özentiliğidir. Bu özellikle, Milli Mücadele döneminde de sıkça rastladığımız bir durumdur. Bu tip insanlara örnek olarak İngiltere, Fransa ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin sömürgesi olma taraftarları verilebilir. Hatırlanacağı gibi bu insanlar bazı cemiyetler oluşturarak, Batılı ülkelerle işbirliği yapmış ve ülkenin toprak bütünlüğüne zarar verecek bazı faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ne yazık ki, Batı özentiliği hala ülkemizin içerisinde yer etmiş bir sorundur, bu tip insanlar kendi kültürel ve geleneksel değerlerinden uzaklaşarak, diğer insanlara gözlerindeki acıma duygusuyla bakmaktadırlar. Halide Edip Vurun Kahpeye adlı eserinde yaptığı gibi bu tip insanları eserlerine konu edip eleştirmiştir. İkinci olarak, Yazar, kadın-erkek eşitsizliğine vurgu yapmış, Anadolu’da kadına karşı bakışın ne durumda olduğunu kurgusal bir yapıyla gözler önüne sermiştir. Milli Mücadele’nin yaşandığı dönemde, Anadolu insanımızın kadını değersiz görme anlayışı hâkimdir. Bu mantığa göre, toplumdaki değer, fiziksel güç ile doğru orantılıdır. Yani, erkek çalışır, para getirir ve kadın evde çocuklara bakar, ev işleriyle ilgilenir. Bu mantıkla paralel olarak, aileler kız çocuklarının okumasını gerekli bulmamış ve kadınların cahil, kendi ayakları üzerinde duramayan bireyler haline gelmesine sebep olmuşlardır. Ne kadar acıdır ki, günümüzde bile toplumumuzun bazı bölgelerinde, bu tip durumlara sıkça rastlanmaktadır. MERT OZAN MUTLUAY AHMET KAYA 21200586 TURK102-13 Son olarak, Halide Edip, Anadolu insanının Milli Mücadele yıllarında aşırı muhafazakâr ve tutucu olmasını eleştirmiş, farklılıklara karşı nasıl cephe aldıklarını mükemmel kurgusal bir yapıyla, okuyucunun hizmetine sunmuştur. Kitapta da bahsedildiği gibi Hacı Fettah Efendi karakterindeki insanların nasıl yobaz, yozlaşmış bir kafaya sahip olduğu ve bu karakterdeki insanların dini nasıl istismar ederek, kendi çıkarlarının doğrultusunda halkı örgütlendirip, kendine yandaş yapması akıcı bir şekilde gösterilmektedir. Bu gibi durumlar, yaşadığımız dönemde de toplumun bazı kesimlerinde sıklıkla görülmekte, örneğin insanlar açık giyiniyor, içki içiyor gibi söylemlerle o insanlara karşı cephe alıp, onları toplumdan soyutlamayı kendilerine görev addetmektedirler. Halide Edip Adıvar, yukarıda da bahsedildiği gibi, toplumdaki çatışmayı gözler önüne sermiş, bazı kesimin batı özentisi olup diğer insanları aşağılamasını anlatmış ve diğer kesimin kadına karşı olan bakış açısını gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda aşırı muhafazakârlığın sonucunda bazı insanların nasıl dışlandığını ve bu durumun nasıl acı verici olaylara sebebiyet verdiğine dikkat çekmiştir. Adeta dünden bugüne toplumumuzun üzerine bir ayna gibi tutulan bu eseri toplumuzun her kesimindeki insanımızın okumasını tavsiye ediyor, her ne kadar zor olsa da, okuduktan sonra hatalarından ders çıkarmalarını umut ediyorum… Doğa ACAR ZEHİRLİ DUYGULAR Günlük hayatımızda bizi etkileyen pek çok unsur vardır. Çok da tasvip edilmeyecek bir hareket yaptığımızda, toplumun ne diyeceğini düşünürüz. Etrafımızdakilerin ne dediği bizim için önemli bir hâl alır, daha sonraki davranışlarımızı buna göre şekillendirir, toplum baskısına göre hareket ederiz. Sokakta yürürken cılız, yavru bir kedi gördüğümüzde içimiz parçalanır, ona acırız. Ona bir kap su verir ya da bir adım ileri gider ve veterinere götürürüz. Burada da vicdanımız devreye girmiş olur. Karşı cinsten, yakışıklı veya güzel birini gördüğümüzde heyecanlanırız, kalbimiz daha hızlı çarpmaya başlar ve avuç içlerimiz terler. Sevgi ya da beğeni duygusu hareketlerinize yön verir, vücudunuz farklı tepkiler göstermeye başlar. Çok önce yaşadığınız kötü bir şey aklınıza geldiğinde üzüntü veya nefret sizi sarmaya başlar, iştahınız tıkanır, siniriniz bozulur. Hareketlerimize yön veren şey, duygularımızdır. Bunlar hepimizin her gün karşılaştığı sıradan olaylardır ve çoğu zaman kendimize sahip çıkar, aşırı hareketlerimize engel oluruz. Mantığımız bize doğru olan şeyi söyler, biz de bedenimiz ve duygularımızı buna göre yönlendiririz. Fakat bazen öyle anlar geliyor ki, duygularımız mantığımızın önüne geçip bizi kör ediyor. Bu duygulardan en önemli iki tanesi ise aşk ve nefret. Bu iki güçlü ve ezici duygu sizi ele geçirmeye başladığında, geri dönüş için artık çok geçtir. Tıpkı bir zehirden tadı çok güzel olduğu için vazgeçemeyip, zehri kana kana içmeye devam etmek gibi. En sonunda size zarar vereceğini bilseniz de aşkınız ve nefretinizi sonuna kadar yaşamak istersiniz çünkü artık mantığınız sesini size duyuramayacak kadar uzaktadır. Geçenlerde okuduğum Trendeki Kız’da da tam olarak bu iki duygudan bahsediliyordu. Daha doğrusu aşkın nasıl nefrete dönüşüp, eskisinden daha da yıkıcı olduğunu anlatıyordu. Eskiden deliler gibi âşık olduğu adamı kendi elleriyle öldüren iki kadın, bize aşkın ve nefretin bir insanı ne kadar ileri götürebileceğini gösteriyor. Aşk her zaman için en güzel duygulardan biri olarak tasvir edilse de, aslında sizi içten içe yiyip bitiren ve nefrete en yakın duygudur. Âşık olduğunuzda yapabilecekleriniz, sıradan bir insanın yapabileceklerinden çok farklıdır. Artık iş işten geçmiştir, ruhunuz ve bedeniniz karşınızdakine teslim olmaya, onun zehrinden tatmaya hazır bir hâldedir. Yavaş yavaş kendinizden parçalar koparmaya başlar, bir süre sonra kendiniz için değil, âşık olduğunuz insan için yaşadığınızı fark edersiniz. İlişkinizdeki sorunlar artmaya başladığında, ailenizin, arkadaşlarınızın sizden uzaklaştığını, ruhunuzun artık eskisi kadar cıvıl cıvıl olmadığını fark edersiniz fakat “o” insanı kaybetmemek uğruna bunlar pek de umrunuzda olmaz. Karşınızdakinden nefret etmeye başlar, aşk ve nefret arasında sıkışır kalırsınız. İşte her şey burada başlar. Mantığınız tamamen kaybetmiş, gözleriniz kör olmuş bir hale gelirsiniz. Aşkınızın nefrete dönüştüğünü fark ettiğiniz anda her şey birer birer aklınıza dank etmeye başlar. Karşınızdaki için yaptığınız fedakârlıkların aslında sizin isteğiniz dışında olduğunu, kendinizden parçalar kaybettiğinizi fark edersiniz fakat o sizin yaptıklarınızın hiçbirini yapmamıştır. Aylarca belki de yıllarca aptal yerine konulma hissi size bir tokat gibi çarpar ve nefretiniz daha da güçlenir. Nefretiniz aşkınızı ezip geçtiğinde, her şey son raddeye gelmiş, birini öldürebilecek kadar güçlü duygular hissediyorsunuz demektir. Bir insanın hayatını ya da kendi hayatınızı sonlandırıp, bu yaşayıştan kurtulmak isteyecek kadar çaresiz duruma gelmenizin sebebi, duygularınızın esiri olup, mantığınızın sesini dinlememenizdir. Kendi yaşadıklarıma ve de kitapta okuduklarıma dayanarak size vereceğim naçizane tavsiye, hiçbir insana ruhunuzu teslim edecek kadar kendinizi kaptırmamanız. KAYNAKÇA Hawkins, Paula. Trendeki Kız. 2015. İthaki Yayınları Canpolat 1 KEMAL CANPOLAT BAŞAK BERNA CORDAN 21300518 TÜRKÇE 101-19 ÖDEV SAYISI (6-1) BİR USTA İzlenim, bir bilincin üretebileceği olgudur. İki kişi ve nesne, görünüm, olay vb. karşı karşıya geldiğinde, karşılaşmanın süresi ne kadar kısa olursa olsun bir izlenim oluşur. Sonraki ilişkiler -eğer sürerse- bu ilk izlenimi derinleştirir ve daha anlamlı, etkili ve sürekli bir hale getirir. İşte Nâzım Hikmet, bu olgunun değerini iyi bilen ve şiirlerini bu olgunun temeline dayandıran bir şairimizdir. Şiirlerinde verdiği ilk izlenim, insanı şairin diğer şiirini okutmaya yönlendirir. Türkiye’de yaşayan, sanata az çok ilgi duyan herhangi bir bireyin, Nâzım Hikmet Ran’ın birkaç dizesiyle tanışmaması düşünülemez. Bu, elbette benim için de geçerli bir durum. Önce sağda solda duyduğum birkaç dize ve ardından bu büyük şairi daha iyi tanıma ve anlama arzusu bende etkisini hemen gösterdi. En sonunda şairin bütün şiirlerini nasıl büyük bir zevkle okuduğumu fark edince, edebiyata çok meraklı olmayan ben, şiiri bu şair sayesinde sevmeye başladığımı anladım. Nâzım’dan etkilenmenin elbette tek boyutlu olması düşünülemez. Ancak etkilenmenin temelinde onu anlayabilmem var, duyguların taşınabilmesi var. Bu duygular da çok net ve duru bir Türkçeyle dile getirilince, insan dilinin zenginliğini, bir dille neler yaratılabileceğini düşünmeden edemiyor. Temel malzemesi dil olan edebiyat için, özellikle şiir için, bu özelliğin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Önceleri Arapça ve Farsçanın, şimdilerde ise Batı dillerinin yoğun Canpolat 2 etkisindeki dilimizin durumu ve bu alandaki çabaların cılızlığını düşününce, bu güzel Türkçe, daha da değerli oluyor. Nâzım’ın dili bende “sahicilik” duygusunu kolaylıkla oluşturuyor. Şair, müthiş şeyler söylüyor, dile getiriyor, muhteşem şiirler oluşturuyor ama bunlar bildiğimiz “şiir” değil. “Şiir gibi olmayan şiir” ya da “Şiir budur!” dedirtiyor insana. Bu durum pek tanımlanamayan, ifade edilemeyen, ancak hissedilebilen etkilenişleri dile getirmektedir. Nâzım’ın şiirlerinin özünü oluşturan, aşklarıyla birlikte yoğurduğu kavgasına olan inancı, memleketini sevdalarının en önüne koyan tavrı son derece etkileyici geldi bana. Günümüzde yurtseverlik kavramının ve sevda adına yaşananların geldiği noktayı; bu noktadaki niteliksiz bozulmaları düşündüğümüzde, şairin dizelerinden yansıyanlar, unutulmuş, nostaljik zamanlara özlemi körüklüyor. Onu okurken, kimi zaman bir çocukluk anıma, kimi zaman da çok eski bir dosta bakar gibi hissediyorum. Nâzım’ın toplumsal alanda sırtını dönmeden ilgisini, desteğini yitirmeden, bireysel olanı, kendine ait olanı yaşaması başlı başına bir ustalık. Hani, “Büyük dava adamları, yaşamlarından, sevdalarından ödün verirler.” denir ya, Nâzım’da da böyle olmuş elbette. Şair buna rağmen yaşamdan ve sevdadan kendine önemli bir bakiye almış şiirleri için. Zaten tüm bunlar olmasaydı, eksik olurdu, diye düşünmeden edemedim. Şair, bana göre, sevdayı ve kavgayı birlikte götürmüş. Bu iki kavramı yoğurup eritmesi ve sanatına yansıtması çok güzel, çok etkileyici ve destansı geldi bana. “Yaşamak bir ağaç gibi/ Tek ve hür/ Ve bir orman gibi/ Kardeşçesine...” (94) dizeleri bunun özeti, ifadesi değil midir? Nâzım’ı beğenir ya da beğenmezsiniz. Bunu iki açıdan yapabilisiniz; sanatı ve dünya görüşü. Aslında ikisi pek yakın pek iç içedir ama; “Nâzım’ın sanatını beğenmiyorum” diyenin şiire ait bir kanısı yok demektir. Dünya görüşü ise bu yazının içeriği dışında tutulmaya çalışılmıştır. Sadece Canpolat 3 kimi evrensel ilkeler ve doğrular ölçeğinde şunu söyleyebilirim: Nazım, asla “Neme lazım, beni ilgilendirmez.” dememiş olmakla bile saygıyı sonuna kadar hak etmektedir. Bütün şiirlerinde bu boş vermeyiş tavrı rahatlıkla görebiliyoruz. Onun her dizesinde her satırında “güneşli günler” göreceğine dair inancı izledim. Belki de “bana ne”ci olmayışının altında bu sağlam inanç yatmaktadır. “Anlamalı sevgilim/ O bir müthiş bahtiyârlık/ Anlamak gideni/ Ve gelmekte olanı” (54) dizeleri de bu inancın bir göstergesidir. Zaten anlamak başlı başına bir mutluluk değil midir? KAYNAKÇA Nazım Hikmet RAN/Bütün Şiirleri/Yapı Kredi Yayınları/9.Baskı İstanbul Mart 2013 SANA KİM DEDİ BENİ DÜNYAYA GETİR DİYE? Yaşamak vazgeçemediğimiz bir alışkanlıktır. Albert Camus-SİSİFOS SÖYLENİ “Dünyaya gelmek başlı başına bir tehlikedir.” demişti Oriana Fallaci. O ne bu dünyaya inanmıştı ne de ölümden sonraki hayata ve tüm bu inançsızlığıyla yarattı Doğmamış Çocuğa Mektubu. O artık bir tanrıçaydı çünkü o ne bir tanrıya ne de bir başkasına ihtiyaç duyuyordu. Sadece kendi varlığı yolunu aydınlatmasına yetiyordu ve bu ona verilmiş bir hediyeydi. Haksızlığa uğramış bir beden ve onun içinde yaşayan masum bir bebek. Ne kadar küçük ve zarif , hayatın tüm kargaşasını bilmeden yaşayan tek canlı. Acılara katlanmamış , en dibe vurmamış ve her daim büyük bir sessizlikle güne ana rahminde uyanan bir canlı . Acaba bu saflık ve güzellikteki bir bebek dünyada barınan tüm kötülüklerden haberdar olsaydı yine de dünyaya gelmek ister miydi? Peki ya bir anne tüm bu kötülüklerin farkında ise ve hala çocuğunu dünyaya getirmekte ısrarcı oluyorsa bunun sebebi neydi? Doğum öncesi anne – çocuk ilişkisini en güzel şekilde inceleyen Fallaci bu iki soruya kitabında yanıt arıyor. Fallaci acaba ne düşünüyor? Fallaci’nin kitapta yarattığı karakter şu an yaşadığımız dünyaya karşı epey bir karamsar. Öyle ki; zaman zaman kitapta yer alan masallar dahi kötümser bir çizgide ilerliyor. Her ne kadar çocuğunu dünyaya getirmemek için kendi kendine sunduğu tezler ağır bassa da karakterimiz çocuğunu dünyaya karşı bir meydan okuma olarak görüyor. Haksızlığa uğradığını ve büyük bir yük altına girdiğini düşünen karakterimizin en büyük destekçisi ise yine doğmamış çocuğu oluyor. Kitapta bir bireyin özgürlüğünden daha çok o bireyin yaşamında özgürlüğünü kısıtlayan hayat etmenleri tartışılıyor. Örneğin erkek ve kadın cinsiyeti arasındaki özgürlük farkı ya da dinine bağlı birisiyle dinine bağlı olmayan birisi arasındaki fark. Kitapta bu karşılaştırmalara sıkça gidiliyor ve hepsi aynı sonuca bağlanıyor: Bu çocuğu dünyaya getirmeli miyim? Belli bir döngünün içindeymişçesine aynı sorular üstüne gelip gidiyorsunuz ve böylece her bir soruya kafa yorarak çözüm arıyorsunuz. Bu sorulardan en zoru ise dünyanın yaşamak için iyi bir yer olup olmadığı sorunsalı. Siz bu tip sorularla boğuşurken Fallaci’nin istekleri daha da bitmiyor. Örneğin sizden doğmamış çocuğun annesi olmanızı ve nasıl bir yol izlemeniz gerektiğinin cevabını istiyor. Bunlar okurlara hem eleştirel düşünmelerini sağlatıyor hem de okurları kitapla bir bütün haline getirtiyor. Karışık ve virajlı yollar sanki Fallaci romanında bir karakter , o denli mutsuz o denli kaygılı. Kitaba baktığımızda cinsiyetçi bir yaklaşımın olmadığını da fark edeceksiniz. Özellikle ilk sayfalarda yapılan kadın erkek eşitliği vurguları ve bebeğin cinsiyetiyle ilgili endişelerin doğmaması bize bunu kanıtlıyor. ”Yüreğin , beynin cinsiyeti yoktur. Davranışların da öyle. Hiç unutma bunu.” Oriana Fallaci’nin kitapta yer alan bu sözü ise cinsiyetler arası eşitliğin temel ölçütü oluyor. Hızla büyüyen ve gelişen dünyada tek değişmeyen şey orta gelişmiş düzeydeki toplumların ataerkil inanışıdır. Bu inanışı kitabında sık sık irdeleyen Fallaci maalesef bu konuya bir çözüm getiremiyor. Felsefe ve pedagojinin bu kadar sıkı bir ilişkide olduğu kitapta size de küçük roller biçilmiş olması kitabı akıcı kılan bir özellik .Oriana fallaci bu kitabında büyük bir drama da yer vermiş. En sonunda düştüğü fikir ayrılıklarından pişman olan anne kendini bir vicdan mahkemesinde buluyor. Vicdan mahkemesi bölümü yazar tarafından okurlarına sunulmuş en dahice bölüm özelliğini koruyor. Çünkü Fallaci tam bu noktada okurlarından mahkemede tanıklık yapmalarını istiyor. Doğmamış çocuğun annesini savunmanız ya da savunmamanız için size bir jürilik makamı sunuyor. Son olarak bu kitabı okumanın nasıl bir süreç olduğundan ve bize neler kattığından bahsetmek istiyorum .Elinize alıp okumaya başladığınız andan itibaren doğmamış çocuk siz olacaksınız. Özellikle kitabın size sıkça yönelttiği sorular sizin bu kitapla bir bütün haline gelip sokakta dahi yürürken bu kitabı düşünmenizi sağlayacak. Yorucu bir kitap değil aksine hem sürükleyici hem de Pınar Kür’ün çevirisiyle daha da lezzetli bir kitap. Fallaci’nin feminen yaklaşımı ve dünya sorunlarına karşı kendine özgü duruşu kitaba yansımış durumda. Keyifle okuyacağınız bu kitabı bitirdiğinizde çevreye karşı olan duyarlılığınız ve tüm dünyaya bakış açınızın bir anda değiştiğini fark edeceksiniz. Örnek vermek gerekirse bir annenin doğum sürecinde yaşadığı tüm o kaygıları ve bebeğine karşı beslediği tüm o sevgiyi sizde yaşayacak ve hissedeceksiniz . Özellikle güncel sorunlara karşı daha hızlı tepki verebilecek kapasiteye de gelmiş olacaksınız. Not: Tüm resimler Google Image sayfasından alınmıştır. Muhammed Çavuşoğlu Özgeçmişim Hücremde İnsanları yanlış düşünmeye iten, sebepsiz yere tartışmalara yol açan, insanların huzurunu kaçıran ve toplumu bölen en büyük problem ön yargı. Çoğu insan farkında olmasa da, ön yargı sonucunda atılan basit bir bakış bile karşıdakini üzmeye yetiyor. Ön yargının bu kadar fazla olduğu güzide(!) dönemimizden on yıl sonrasını düşünüyorum da bence bundan çok daha yaygın olacak başkalarının hakkında saniyesinde hüküm vermek. Sadece kriterler değişecek. Dini inanç, siyasi parti, kıyafet markası yerine bir tek kriter olacak insanları ayırmak için: genetik özellik. Kulağa biraz ilginç gelse de gerçekleşme ihtimali çok yüksek, hem de çok yakın bir zamanda. “Gattaca” filmindeki atmosfer de benim dediğimi destekler nitelikte. Toplumun bir kısmı doğal yoldan doğan insanlardan oluşuyor, diğer kısmı genetik olarak tasarlanmış insanlardan oluşuyor. Hayatın her anında toplumun bu iki kısmı arasında ayrım var. Doğal yoldan doğan insanlar ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Doğal yoldan doğmak pek de doğal olmuyor aslında. Eğer genetik mühendisliği günümüzde de filmdeki kadar gelişmiş olsaydı benzer bir durum ortaya çıkardı bence. Okullar, şirketler genetik olarak üstün insanları tercih ederlerdi, doğal insanlar ise belli temizlik gibi belirli sektörlerde çalışırlardı. Filmde olduğu gibi gerçek hayatta da -eğer gerçek olsaydı- şirketleri suçlamak çözüm değil aslında, sorun mentalitede. Bir şirketin ilerlemesi harcamalarını en aza indirip, performansı ve üretimi artırmasına bağlıdır ve böyle bir zihniyete sahip toplumda ayakta kalmak isteyen şirket de en iyi elemanları işe alıp, sağlık harcamalarını azaltmalıdır ki diğer şirketlerle yarışabilsin. Hepsine rağmen değişmeyen şeyler de olurdu. İnsanları tanımak gibi... Bizi biz yapan her şey hücrelerimizdeki genetik materyalimiz aslında, olası hastalıklarımız, fiziksel ve ruhsal özelliklerimiz, yaklaşık yaşam süremiz... Bunların hepsi hücremizde olmasına rağmen günümüzde insanları tanımak için onların hücrelerine bakmıyoruz çünkü bakmak için yeterli teknolojimiz yok. Eğer yeterli teknolojimiz olsaydı mülakatta özgeçmiş isterken filmdeki gibi “İdrar örneğinizi alabilir miyiz?” diye sorarlardı belki de. Yine de mantığım almıyor bu durumu. Bizi biz yapan hücrelerimizdeki “özgeçmişimiz” mi, yoksa tutkularımız, hayallerimiz mi? Bence her insan genetik bir bilgiden çok daha fazlası ve genetikteki gelişmeler ön yargıyı artırıcı nitelikte. Buna ek olarak filmde insanların ömrünü bilmesi de pek iyi bir durum değil bence. Ne kadar yaşayacağını az çok bilen bir toplumdan ne beklenebilir ki? Nasıl verimli olabilir böyle bir toplum, nasıl hayal kurabilir, nasıl kendine hedefler koyup uğruna gece gündüz çalışabilir? Normalde belirsizliği, bilmemeyi, merak etmemeyi hiç sevmem ama sonumuzun belirsizliğidir hayatı yaşanabilir kılan. Başka türlü ne heyecanı kalır ki hayatın? Çoğu insan hayal kurmaya bile üşenir, nasılsa şu zaman öleceğim diye. İnsanlık tarihinde öyle insanlar var ki ömürleri yetmese bile yaşadığı döneme çok şey sığdırıp, uygarlığa yön verirler kendi sonlarını düşünmeden. Teknolojideki ve genetikteki bu inanılmaz gelişmelerin uygarlığa yön verecek insanların hayallerinden vazgeçip kendi sonlarını beklemelerinden korkuyorum açıkçası. Çünkü herkes “Gattaca”daki “Vincent” gibi bütün ön yargılara rağmen risk alarak “Benim özgeçmişim hücremde değil!” diyebilecek kadar cesaretli değil. O cesarete sahip olmasalar da bir şeyler değiştirme, iyileştirme potansiyeli olan insanlar da var, neden onlardan yararlanmayalım? Hatta bu kadar pragmatist düşünmeye bile gerek yok, bırakalım herkes sonun belirsizliğiyle, kendi tutkularıyla, hayalleriyle, istediği gibi, doğal olarak yaşasın! Başvurulan Kaynaklar Gattaca. Yönetmen Andrew Niccol. 1997. Film. Cebimdeki Kalp Kırıntısı Öncelikle aşk bir amaç mıdır? Soruyorum size. Benim yok deyip arayışa girmek midir aşk? Yoksa sakince hayatınıza devam ederken bir anda aşkla çarpışıyor musunuz? Peki hangisi daha gerçek? Ararken bulduklarımız mı yoksa hayatın bize getirdikleri mi? Cevabını çok iyi biliyorsunuz siz de benim gibi. Ararken değil de tesadüfen bulduklarım daha sahici, daha içten. Alışverişe gittiğim zamanları hayal ediyorum. 36 beden pantolon arıyorum, dar olsun, rengi mavi olsun ama eskitme dursun ama çok da spor olmasın... isteklerim uzar gider. Arar dururum bütün mağazaları. Her bir pantolonu elime alıp bakarım “bu benim istediğim mi?” diye. Deneme kabinlerinin önündeki o koca kuyrukları beklerim. Sıra bana geldiğinde ise sonuç beklediğim gibi olmaz. O değildir aradığım. Onca uğraş veririm ama eve sadece meyve, sebze poşetleriyle dönerim. Ama bir gün önünden geçerken “dur şuraya da bir bakayım 2 dk” diye girdiğim o küçük butikten, o büyük çabalar verip bulamadığım pantolonu alır çıkarım, yüzüm gülerek. Çünkü bir anda bulurum. Beklemediğim anda karşıma çıkar . İşte aşkın neden ben beklediğimde gelmediğinin cevabı. Zamanı değilse, gelmez. Gelince de, kıymete biner. Olmuş olsun diye değil de, olması gerektiği için beni yolumdan alıkoyanlardır benim için aşk... Peşinde binbir tane olayla beraber, bir duygu buketiyle kapıma dayanır. Kaybetmemem lazım biliyorum, zor buldum çünkü. Çantamdaki bütün misketlerimi koyuyorum ortaya. Eğer ki yapabileceğim bir şey varsa çekinmiyorum. Daha doğrusu, çekinmemem lazım. Hiçbir ilişki fedâkarlık olmadan yürümez çünkü biliyorum. Peki ne yapacağım şimdi? Seviyorum, yetmez mi? Yetmiyor işte be kardeşim... Gösteremedikten sonra sevmek benim neyime? İstersem canımı koyayım ortaya, “bu senin için” diyebileceğim bir şey yoksa elimde, sözlüm 0. “Kızım sen de biraz sevdiğini belli et ama!” diyen kafalar var etrafımda, sadece demesini bilen kafalar. Sevgi nasıl belli edilir ki? Etrafıma bakıyorum, herkes başka bir yol deniyor aşkını yaşatabilmek için. Pahalı hediyeler alıyorlar birbirlerine. O klişeleşen laf “aşkı parayla satın alamazsın” yalan oluyor, çünkü alınıyor. Kime daha pahalı hediye alınırsa, balkonu balonla süslenirse, adına parti düzenlenirse ertesi gün gelip “ Aşık oldum” diyor. Göz boyama sanatına her gün bir yeni renk eklenir desene...Bazıları da “Sözlerle” dediler, “duygusal birşeyler söyle” dediler. Ama hiç kimse verdiği sözleri hatırlamıyor, yarın olunca unutuluyor bir nefeste verilen binlerce söz. Ben daha dün ne yediğimi hatırlamıyorum ki... Sanki hiç olmayacak gibi değil mi? Ee şimdi ne yapacağım dediğimde de oturup ağlamaya başlıyorum. Olmadığını, beceremediğimi görmek koyuyor insana. Sevgim neden yetmedi bizi “biz” yapmaya? Ne zaman geçecek bilmiyorum bu kalbimin sancısı. Bir aşk istedim, herkes onu mutluluk diye tanımladı bana. Ama bana bir beden büyük gelebileceğini nereden bilebilirdim ki. Ne kadar kürek çekersem çekeyim olduğum yerde sayıyorum sanki. Elinden tutup birinin beni çekmesini beklerken aslında daha da dibe batıyorum. Bazen nefes alamıyorum, hıçkırıklarda boğuluyorum. Nasıl başladı ve ya nasıl bitecek inanın bilmiyorum. Konu karşılıklı sevmek ve ya değer vermekse getirin menünüzü, en zor ama bir o kadarda tadına değer bir şey seçeceğim. Çünkü biliyorum hakkını verebilirim. Kendime güveniyorum. Ama gel gör ki cebimde fazla bir şey yok sunabileceğim. Sadece kalbim var... Geçtiğimiz yılların dillere destan bir filmi vardı, adı “500 Days of Summer”. Kendimi her böyle hissettiğimde açıp bir daha ve bir daha izliyorum. Tom’un saf ve çaresiz aşkına benzetiyorum ben de kendiminkini. Onun çabaladığını görmek yeni yeniden umutlandırıyor ve başa dönüyoruz. Belki bu sefer olur ha, ne dersiniz? BURÇİN İREM GÜREL 21502557 ARAF’A ADIM ATMAK Her insanın mutlu olmasını sağlayacak onu tatmin edecek durumlar vardır. Bazıları sadece bir teşekkürle veya bir selam ile mutlu olabilecekken bazılarını ise ancak hayallerini gerçekleştirebilmek veya başarılı bir hayata sahip olmak mutlu edebilir. Bunun temel nedeni, hayattan beklentilerimiz ve hayallerimize olan düşkünlüğümüzün derecesidir. Kimi insanlar yatmadan önce mutlu bir hayatı düşlerken, gün içinde elindeki imkânlarla elinden geleni yaparak da hayatını sürdürür kimileri ise gücün ve zenginliğin hayaliyle uykunun derin dehlizlerine uzanıp hayatlarında dönüm noktası diyebileceğimiz, hayatlarında yeni bir sayfa açmalarını sağlayabilecek kararlar vermek zorunda kalabilir. Peki, hangi yol doğrudur? Küçük şeylerden mutlu olmaya çalışıp elindekinin değerini bilmek mi yoksa kendinden yüksek beklentilerini karşılamak adına hayatındaki her şeyi değiştirebilmeyi göze almak mı? Hayat, birçok insana göre bazı şeyleri dert ve riske etmek için fazla kısa, benzer şekilde yine birçoğuna göre de ömrümüz boş geçirmek için fazla değerli. İlk görüşe sahip insanlar, elindekilerden memnun ve büyük değişikliklerden ziyade küçük detaylarında onların hayatlarını daha iyi kılabileceğine inanan insanlar. Çok daha iyisini istemediklerinden veya hak etmediklerinden değil, belki de sahip olduklarını kaybetme korkusunun, daha iyi bir hayatın verebileceği hazdan daha güçlü olduğu için riske girmeyen insanlar bunlar. İkinci görüşe sahip insanlar ise hayatında büyük değişiklikler yapma ihtiyacı duyan ve bunun için elinden geleni ardına koymayan insanlar. Onların bazıları da genlerine işlenen o insani tatmin olamama lanetini taşır bazıları ise sadece yapması gerektiği şeyleri yapar. Bir noktada, kitapta da olduğu üzere, hayatını iyileştirme yolunda risk almak ile elindekilerle mutlu olmaya çalışma arasında seçim yapmak zorunda kalmıştır herkes. Vermek zorunda olduğumuz binlerce karar arasından en yıpratıcılarından biri olabilir bu karar. Belki içten içe hata olduğunu bilsek de bazen yapmamız gereken hatalar var. Ülkenin hiç bilmedikleri bir kısmına daha iyi bir yaşam umuduyla gidip orada tutunmaya çalışan kadınlar için de bu geçerli. Benim Iğdır’dan Ankara’ya, ailemden, arkadaşlarımdan, büyüdüğüm çevreden çok uzağa gelmem benim için ya bir fırsat ya da bir hataydı. Bir anda kendimi yabancı olduğum bir şehirde, tanımadığım insanlarla, bilmediğim sokakların adımlamadığım yollarında yürürken buldum. Önce şehri tanımaya başladım, zamanla insanlarını anladım. Ama kitaptakinin aksine beni yıldırabilecek ne sert bir iklim vardı(Ankara’nın ayazı hariç) ne hastalıklar ne de tehlike arz eden bir doğa. Şimdi kararımı verdiğim zamana, içinden çıkamadığım dilemmalara, üzerine kafa yorduğum onca karşılaşabileceğim probleme baktığımda iyi ki bu adımı atmışım diyorum. O adımı atmasaydım içimde hep bir ukde kalacaktı ve ben de şansımı deneyip kaderimle yüzleşmeye karar verdim. O uzak diyarda çok yakın bir geçmişte kalan o masum, elindekilerle yetinen ben ne hayatı gerçek anlamda görmüş olabilecek ne de hayatımda ileri bir adım atabilecektim. Artık farkındayım ki eğer hayatta ileri adım atmıyorsan geri gidiyorsundur. Çünkü zaman hep ileri akıyor. Hiçbir zaman bana tekrar deneme şansı veya düşünmek için süre vermiyor. Kitapta kadınlar da daha mutlu ve zengin bir hayata ulaşabilmek adına, sonucunda istediklerini elde edemeseler de, o hatayı yapmak zorundaydılar. Çünkü sahip oldukları şeyler onları memnun etmiyordu ve daha iyisini arzuluyorlardı. Hepimiz de arzularımızı gerçekleştirmek adına üzerime düşeni yaşamak zorundayız. İnsanoğlu her zaman risk almak zorundaydı. Çünkü ne başta ne de şimdi ona kimse yardım etmedi. Birilerinin ölmek uğruna olsa da uçmaya çalışması gerekiyordu. Yoksa asla uçamayacağımızı bilemezdik. Kuşları örnek almaz, sonunda da gökyüzüne ulaşamazdık. İnsanın fıtratında hata yapmak vardır. Aynı zamanda o hatadan çıkarılacak dersler vardır. Sadece ileriye adım atması önemli. Elindekilerle mutlu olmak için değil her zaman daha iyisi için. Kaynakça Swarthout, Glendon. Refakatçi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015. Baskı YETENEK KUKLASI İNSANLAR Bir insanın belli bir konuda yeteneğinin olup olmadığına nasıl karar verilir? Yeteneksiz insan doğru bir kavram mıdır? Dünyada onca konu onca alan varken yeteneksiz bir insanın olmasının imkansız olduğunu düşünüyorum. Tıpkı parmak izlerimizin birbirinden farklı olması gibi yetenek de kişiye özgü ve bireysel bir kavram. Elbet benzer yetenekler var fakat kimse bir başkasının tam anlamıyla kopyası olamaz. Sadece bir konuda yetenekli olmak imkansızdır çünkü. Tabii yetenek kavramının kim tarafından ölçüldüğü de belirsiz. Durum göreceli olduğundan hemen çoğunluğun fikrine göre nitelendirilmeye başlanıyor. Yetenek, toplum tarafından dayatılan kalıplarla sınırlanmış ve bunun dışına çıkılmasına asla izin verilmiyor. İnsanlar da bu sınırların içinde dans etmeye adıyorlar kendilerini. Farklı olma korkusu özgün ve belki de en değerli yetenekleri köreltiyor. Sahipleriyle birlikte unutulmaya yüz tutan bu yetenekler dünyada var olmalarına izin verilmeden yitip gidiyor. Çok az insan farklı olma cesaretine sahip. Korkanları da hiçbirimiz suçlayamayız. Çünkü onları bu hale biz getirdik. Onlara farklı yollara sapma kaybolursun dedik. Sürümüze kattık hepsini ve belki de gökkuşağının tüm renklerine sahip ruhlarını alıp tek renk haline getirdik. Aramızdan sıyrılanlara da hemen arkamızı dönüp onları ötekileştirdik. İzin vermedik konuşmalarına. İnsanlığın en acımasız ve en kötü özelliklerinden biri bu belki de. Halbuki başkalarının önünü kesmekle, biz yapamıyorsak onlar da yapamasın düşüncesiyle hiçbir yere varamayız. Bu yüzden çoğu toplum gerilemeye mahkûm kalıyor. Emrah Serbes'in "Deliduman" romanında Çağlar adlı ana karakter kız kardeşi Çiğdem'i yaptığı Michael Jackson dansıyla bir yetenek yarışmasına sokmaya çalışıyor. Onu yeteneğiyle övüp sürekli destekliyor fakat içine düştükleri durum farklı oluyor. Erdem ile şöhret çakışıyor ve yetenek arka plana atılıyor. Yine toplumun dayattığı kurallar işin gidişatını sarmalamış oluyor. Şöhret uğruna insanlar asıl yeteneklerinden vazgeçip çoğunluğun uğraştığı alana yönelebiliyor. Oysa ki insan kendi yeteneğiyle barışık olmalı, ne olursa olsun ona sahip çıkmalı. Bir kere ipin ucunu bıraktıktan sonra toplum aç bir şekilde bireyin başına üşüşüyor ve ondan besleniyor. Bu beslenme genelde medyada insanların yetenekleri üzerinden para kazanmakla oluyor. Belli bir plana bağlı kalmalarını sağladıktan sonra tüketene kadar sömürüyorlar insanı. Bu resmen ruhlarının, ümitlerinin ve hislerinin çalınması. Bir kez medya denen tuzağa düştükten sonra kimse paçasını kolay kolay kurtaramıyor. İlla ki belli kayıplar veriyorlar çünkü buna mecbur bırakılıyorlar. Belli yeteneklere kontrol edilebilir ölçülerde sahip olan ve robotlaşmış bireyler üretmeye çalışıyor toplum. Buna dur demenin neredeyse bir yolu yok. İnternet ve televizyon içler acısı durumu gözler önüne sermeye yetiyor zaten. Bu platformlarda tanık olduğumuz çoğu insan şuursuz ve yetenekli oldukları yansıtılmaya çalışılsa bile öyle değil. En ufak hatalarında veya başarısızlıklarında bahane bulmaları da zor olmuyor. Kitapta Çağlar karakteri şöyle bir düşüncesinden bahsediyor; "İnsanların çoğu yeteneksizdir. Öyle olmasaydı yeteneğin ne anlamı kalırdı ki zaten. " (Serbes 13) Bu düşünceye kesinlikle katılmıyorum. İnsanları yeteneksiz olarak nitelendirmek ağır bir hakaret bence. Her bireyin daha açığa çıkmamış da olsa bir yeteneği vardır. Bazısı çok yetenekli olup herkes tarafından fark ediliyor belki de ama bu sadece onların yetenekli olup diğerlerinin olmadığını kanıtlamaz. Kanıtladığı tek şey diğerlerinden daha yetenekli olduğudur ve zaten bu yüzden aralarından sıyrılıp bir yere ulaşabilmiştir. İnsanın yeteneğini fark edip onu yönlendirebilmesi, bir yerlere getirebilmesi de bir çeşit yetenek olarak görülmelidir. Tabii yetenek söz konusu olunca burada şans faktörünün rolü de yadsınamaz. Şans veya biraz yardım çok fazla kapıyı açabilir bir insana fakat burada yine şöhret uğruna erdemli olmaktan vazgeçmek söz konusu olur. Aslında yetenek kavramının içini boşaltan herkesin yetenekli olması değil, ancak medya tarafından onaylanmış yeteneklerin dikkate alınmasıdır. Görünüşe göre de bunu durdurmanın veya düzeltmenin bir yolu yok. Yine de insanların daha bilinçli olması, daha az kişinin toplumun tekdüzeliğinde yok olmasını sağlar. Yetenek kuklası olmuş insanlar sürüsünü biraz daha azaltabiliriz belki de. Bir hayat, bir umut, bir ruh bile kurtarabilsek çok fazla şeyi beraberinde getirecektir bu. Sima ALKAN 21501934 TURK 101-2 Kaynakça: Serbes, Emrah. Deliduman. İletişim Yayıncılık, 2014. Neler Oluyor Dünyaya? Son zamanlarda haber bültenlerinin büyük bir çoğunluğunu cinayet, çatışma, taciz gibi haberler oluşturuyor. Dünyanın herhangi bir yerinde kan dökülmeden geçen gün sayısı neredeyse yok. Peki dünyadaki bu huzursuzluğun sebebi ne? Giderek birbirimize düşmanlığımız artıyor mu yoksa? Geleceğimizin aydınlık olacağından ne kadar eminiz? Tüm bu sorulara bir cevap aramaya çalıştığımda Hüsnü Arkan’ın Hırsız ve Burjuva adlı kitabındaki şu söz geliyor aklıma: “...Sürekli barış hali insanın içini karartır. Doğru olan şey, insanların birbirini yemesidir. Herkesin birbirine düşman olması, herkesin birbiriyle dost olmasından tabii ki daha iyidir...”(Arkan, 2014, s.78) Benim Arkan’ın cümlelerinden anladığım insanların belirli bir düzeyde yaşamlarını devam ettirebilmeleri için düşmanlığa ihtiyaçları olduğu ve düşmanlık potansiyelinin hepimizin içinde bulunduğudur. Öte yandan her birimizin sahip olduğu bu potansiyel beni korkutuyor ve aslına bakarsanız bu düşmanlığın sınırlarını belirleyebilecek bir mekanizmayı da içimizde barındırıyor muyuz pek emin değilim. Etrafımızda olup biten şiddet içerikli kaos biz her ne kadar dışında kalmak istesek de bizi içine çekiyor. Yanımızda yürüyen birinin çantası çalındığında belki kendi başımıza gelebilecek olası zarardan korktuğumuz belki de daha basit bir tabirle “bulaşmak” istemediğimiz için yolumuza devam ettiğimizde bu suça ortak olmuş sayılmıyor muyuz aslında? Yine Hüsnü Arkan’ın biraz önce alıntıladığım kitabından bir sözü örnek vermek istiyorum: “..suç denen şey, yaygınlaştıkça yasallaşıyordu...” (Arkan, 2014, s.143) Çevremizde olup bitenlere kayıtsız kaldığımız an biz de “suçlu” şeklinde nitelendirilen kişinin mağdurun kişisel haklarına olan düşmanlığına ortak oluyoruz. Bir noktadan sonra ise insan bu süregelen düzene kendi imkanları dahilinde karşı çıkmak, etrafında olan biteni tamamen yok edemese de en azından düşmanlık akıntısında kaybolup gitmeden durabilmek istiyor. İşte siz 1 de benim gibi bu evreye gelebilmişseniz artık bir şeyler yapmak için çırpınıp durmaya, türlü türlü yollar aramaya başlıyorsunuz. Düşmanlığı azaltma yolunda önemli olan belki de ilk şey bu konudaki tavrımızın ne olacağıdır. Şiddeti şiddetle yok etmeye çalışmanın pek de etkili bir çözüm olmadığının siz de farkındasınızdır umarım. O zaman bir diğer seçenek olan “örnek olmak” gözüme daha mantıklı gözüküyor. Bize yapılan düşmanca bir eyleme barışçıl bir şekilde karşılık vermemiz, ilk başlarda yadırganabilme ihtimaline sahip olsa da ilerleyen zamanlarda bize düşmanlık sergileyen kişilerin de yaptıkları şeyin farkına varmalarında bir etken olabilir. Ya da Hüsnü Arkan’ın Hırsız ve Burjuva adlı yapıtında ve benim bu blog yazımda yaptığım gibi düşündüklerinizi bir kitleye yazılı bir biçimde ulaştırabilirsiniz. Düşmanlıktan beslenen düzene başkaldırırken illa isyankar bir tona sahip olmanız da gerekmiyor üstelik. Hedef kitlenizi harekete geçirmek için hangi yolu izlemenin doğru olduğunu düşünüyorsanız o yolu kullanmanızda hiçbir mahsur yok. Yalnızca şunu bilmelisiniz ki Hırsız ve Burjuvanın karakterlerinden Evren ve Hülya gibi yalnızca hayaller kurarak bu düşmanlık zincirinden kendi kafanızda sıyrılmaya çalışırsanız elde ettiğiniz sonuç bir sabun köpüğünden farklı olmayacaktır. Düşmanlık zincirinin ilk halkası kırıldığında diğer halkaların da yavaş yavaş kırılmaya başlayacağı ve en sonunda zincirin iyici güçsüzleşerek tamamen parçalanacağı bir dünya şimdilik her ne kadar ütopya gibi gelse de bunun gerçek olup olmayacağını tüm imkanlarımızı kullanarak çabalamadan bilmemiz imkansız gibi gözüküyor. Bu yüzden eğer dünyada olup biten tüm bu ölümlere, şiddete ve daha büyük çaplı felaketlerin bir son bulmasını istiyorsak kendimize uygun bir yol çizmeli ve bu doğrultuda önce kendi zihnimizdeki düşmanlıkları yok edip diğer zihinleri de bir nebze olsun yumuşatmak için uğraşmalıyız. Düşmanlıklar ancak böyle yok olacak gibi gözüküyor ve yarın bu düşmanlığın mağdurunun kendimizin de 2 olabilme ihtimali olduğundan hayalleri bir kenara bırakıp gerçekten harekete geçmemizde fayda var. Karar sizin. Ece Kocadağıstan TURK 101-14 21602497 Kaynakça Arkan, H. (2014). Hırsız ve Burjuva. İstanbul: ırmızı edi. 3 Karasu 1 Türkan Öykü Karasu 21202258 Aslı Uçar TURK102/30 16.12.2014 DÜNYA TERS'e GİDERKEN Gözlerimi açtığımda oradaydım. Karanlık bir odada... Geriye doğru yürüdüğümü fark ettim. Asansördeydim. En alt kata gitmek için düğmeye bastım. Kata gelmek üzereyken tam arada asansör durdu. Daha fazla inemiyordu. Çok bunaltıcı, sıcak bir hava hissetmeye başladım. Asansör rapor verdi. Orada savaşın olduğunu, nükleer silahların etkisinin sürdüğü ve yüksek radyasyondan her şeyin etkilendiğini söyledi. Bir üst kata bastım. Kapı açıldığında ürperdim. Bacaklarım titriyordu. Alt kattaki savaşın etkileri üst kata vurmuştu. Ekinler, su yok olmuş, insanlar açlıktan ölmüşlerdi. Asansör oradan uzaklaşmak istediğimi anladı ve beni üst kata çıkardı. Bu katta her şey olağan gözüküyordu. İçeri girdim. İnsanlar televizyon seyrediyordu, fakat hiç kimse izlediklerini anlıyor gözükmüyordu, sadece bakıyorlar mıydı? Etrafa şöyle bir göz atınca, robotlar gördüm. Pek çok robot. Ellerinden her iş geliyordu. Acıkan kedini şarj ediyor, güzel görünmek isteyen tenini parlatıyor, çeşitli şeyler tasarlıyorlardı. Hatta bir tanesi hazırladığı yemeği insanlara veriyordu. Birkaç saate yakın orada kaldım. Robotların hepsi muhteşemdi, yeni şeyler üretiyor, tamir ediyor, düşünüyorlardı! İnsanların yanına geri döndüm. Fakat hâlâ oturan insanları görünce çok garip bir şey fark ettim. Onlar yaşamıyor gibilerdi. Hareket etmiyorlardı. Bitki gibi mi? Evet, hepsi birer bitkilerdi, robotlar ara sıra suluyorlardı onları yaşamaya devam etsinler diye, fakat tek fark insanlar oksijen vermiyorlardı. Sonumun öyle olacağından korktum, televizyondan kaçmam gerekti. Belki de monotonluktan. Nasıl buldum kendimi asansörde bir anda bilmiyorum... Onlar gibi olacağım diye korkmuştum. Şimdiki ağaçlar, bitkiler de bir zamanlar insanlar gibi miydi? Asansör uzun bir süre hareket etmedi. Bana kızmış gibiydi. Bir şeyler 1 Karasu 2 anlatıyordu ve anlayamıyordum. O da benden akıllıydı demek ki. İleri görüşlü müydü ya da. Her ne ise yardım etmeye çalışıyordu. Asansör çalışmaya başladı. Fakat kaç kat birden çıktığını hesaplayamadım. İndiğimde neredeydim bilmiyorum. Öyle bir yer gerçekte var mıydı? Arkama döndüm, asansör yoktu. Bu demek oluyor ki, geri dönemeyeceğim. Yan taraflarım ve arka tarafım çevriliydi. Her yer kendi içinde insanları anlatıyordu. O kadar batmıştı ki! Güneş ağlıyordu, yeşile dönmüştü. Gezegenler uzaklaşıyordu Dünya'dan. İğreniyorlardı çünkü giydiği kirli kıyafetten. Peki, Dünya'nın suçu ne idi? Fakirlikten giyiyordu onu, hiçbir zengin insanı olmadığı için üzerinde. Gezegenler uzaklaştıkça evrenin düzeni de bozuluyordu. İnsanlar uyurken karıncalar malzeme üretmiş, birleştirip sağlam ipler üretmişler. Arılar ise onları aya götürmüş, şimdi her biri, her bir yaşayan fikir göç ediyor. Yıldızlar elini ağaçlara uzatmışlar yukarı çekiyorlardı, her bir güzellik terk ediyordu orayı. Hayvanlar kuşların üstünde zıplaya zıplaya başka galaksilere gidiyorlardı. Her birinin üstünde ağaç-karınca yapımı oksijen tüpleri vardı. Oksijen, sinyaller ile ağaçlardan hayvanlara aktarılıyor o yüzden mesafenin çok önemi yok, hızlandırıcı da geliştirmişler iletim için. Bulutlar da terk ediyordu artık Dünya'yı. Yağmur yerden yağıyordu. Yer gök altüst olmuştu. Yanardağlar tepemdeydi. Ne desem ne yapsam patlarlardı acaba? Onlar üstümdeki beni yöneten kişiler miydi acaba... Gitmem gereken tek yol vardı önümde. Bir dağ vardı ilerde, tepesinde ise bir roket. Dünya'nın güzel günlerinden kalma fotoğraflarla kaplıydı üzeri. Roketi ateşleyip uçurursam evren bana yardım edecekti. Belki o zaman dünya kurtulacaktı? Yürümeye başladım. Ben yürüdükçe yol küçülüyordu. Giderek daraldı. Yürüdüğüm yer cam gibi bir şeye dönüştü. Aşağıda cehennemi görüyordum. Az önce dünyanın alt üst 2 Karasu 3 olduğunu sanmıştım. Fark ettim ki iç içe girmiş. Oranın düzeni, düzenli hiç bir şeyin olmaması idi. Hızlanmaya başladım. Camın üstünde yürüdüğümü sanıyordum ama aşağıdan çıkan eller beni kendilerine çekiyordu, durdurmak, düşürmek istiyorlardı. Ne kadar sinsilerdi. Olmaz dediğin yerden ellerini geçirip seni aşağıya çekmek istemeleri. Ağlamamalıydım, güçlü olmalı. Çok çaresizdim. Bir an önce gelecek güzel günlere ulaşmak istiyordum. Güzel bir günle bulunduğum zaman farkını yeterince sıfıra yaklaştırıp istediğim kadar yaklaşabilmek istiyordum... Koşmaya başladım. Artık oradaydım. Kolu kaldırıyordum ve kaldırdım. Bir anda kendimi aşağıda buldum. Yanıyordum. Ateşten değil. İçimdeki acıdan yanıyordum. Benden önce gelen insanların zalimliğini hissettiğim için yanıyordum. Tuzak kurmuşlardı çünkü. Bunu düşünemeyecek kadar iyi olduğum için daha da çok sızlıyordu içim. O kadar çok sızlıyordu ki yanıyordu. Güzel günlere ulaşamayalım diye tuzak kurmuşlardı. Hatırladım. Gözlerimi açtığımda, kendimi karanlık odada bulmuştum ya sonra? Kafamı kaldırdığımda parlayan harfler yağıyordu. O kadar parlaklardı ki göremiyordum. Bana çarpmaya başladılar. Bana çarptıklarında harflerin çıkardığı sesleri duyuyordum. Bir şeyler anlatıyorlardı. Tıpkı piyanonun tuşlarına bastığınızda her bir tuşun çıkardığı sesler ve bu seslerin birleşimiyle oluşan müziğin size anlatmak istediği gibi. Ama ben o zaman da uyuyordum. Anlayamadım... Gözlerimi açtığımda bugüne geri dönmüştüm. Yataktan kalktığımda ise uyumaya devam ediyordum. ...Her ne kadar zaman varsa o günlere, umarım limiti sonsuza gider, hiçbir zaman var olmaz... 3 Yağız Düveroğlu Magmanın Yalnızsal Çekimindeki “Öz”gürlük Yılgın bir kent çiziyorum içime, enkaz yığınlarının üzerine tüneyip de içiyorum çayımı. Elimle gri cilalar yapıyorum ruhuma, iğne ucu kadar da olsa beyaz bir nokta bırakmıyorum içimde. Kalabalıklaşan yanlarımı buduyorum, vazoya tekil çiçekler ıslıyorum. Gündüz ışıklarına çekip perdemi, esmer bir geceye yürüyorum. Dipte ve kuytuda büyütüyorum kendimi. O sonda, o bilinmezlikte ne buluyorsam... Neden bu kadar karanlık olmak istediğimi, tekilleşmeyi neden bu kadar arzuladığımı, bahardan ziyade kışı, sıcaktan ziyade soğuğu neden bu kadar aradığımı sorguluyorum. Cevaplar buluyorum, kaybediyorum; cevaplar kaybediyorum, buluyorum. Önce ben yittim, sonra kendimi aramaya çıktım; sonra buldum kendimi ve kendimi bir daha yitirmeden bulup da kaybettiğim, kaybedip de bulduğum o cevabı anımsadım. Yine bir ihtilal coşkusunun el değmemesi istenen özgürlük havasını soluyup yalnızlık düşleri kurarken hatrıma geldi o cevap: “O umut... kendimizi dış şeylerden, hatta kendimizden, gittikçe bağımsız kılma umudundan, vazgeçemiyorduk. Özgürlük sözcüğü kulağa öylesine güzel geliyordu ki, gözden çıkarılamazdı, tam da bir yanılgıyı niteliyor olsaydı bile.” (Aruoba, s.67) İçimizde bir köşe, bir kıyı, bir yer vardı. O yer magma gibi bir şeydi ve bizi yani kendimizi sürekli o noktaya, kendine çekiyordu. Kontenjanı sadece bir kişilikti. Yani kendimizden başka birisinin oraya girebilmesi mümkün değildi ki bu da özgürlüğümüzü, en tekil özgürlüğümüzü sağlayan şeydi zaten. Ben bunun farkındayım, buna alışmışım ve bununla büyümüşüm. Benimle birlikte o delik de büyümüş, içimde ve fikrimde çok yer kaplamış, alışmış bana ve kabul ettirmiş kendini. Yaşadığım sürece o da yaşayacak benimle ve ben daha da büyüdükçe o da büyüyecek daha da. Tenimle yaşlanan, zamanla büyüyen ve terk etmeyi hiç bilmeyen o boşluk burada, içimde, benimle. Soru işaretlerinin olduğu cümlelerin alt satırına iki noktalarla geçmek insanı rahatlatan, insanın kafasını dinlendiren bir şeydi. Hastalıklı olduğunu düşündüğüm hâllerimi nihayete erdirip kafamda dolaşan tilkileri öldüren bir cevap vardı elimde artık. Peki insan bu cevapla ne yapardı, nerelere giderdi, bir cevabın önemi neden bu kadar büyürdü gözünde insanın? Yani soru/n/larımız vardı, bunu görüyorduk ve buna cevaplar da bulmuştuk. Yalnızlaşma, yalnız kalma, içimizin magmasına sadece kendimizin çekilmesi isteğinin temelinde sözüyle ve ruhuyla o özgürlük sözcüğünden asla vazgeçemememiz yatıyordu. Peki bu, Aruoba’nın da deyimiyle “kişinin yaşamının anlamı”nı bulmasını mı sağlayacaktı? Yani bu kadar yalnızlığın bir sebebi olmalıydı, bir amaç için yerleştirilmiş olmalıydı içimize bu kadar yalnızlık. Sanıyorum ki böylesi bir tekil kalma çabasının temelinde kişinin yaşamının anlamını bulması vardı. Kargaşa, karmaşa ve kalabalık kamburu olan durumlardı. Böyle durumlarda salt bir arayış içinde olamazdı insan. İnsanın yaşamının anlamını arayabilmesi için uygun şartların olması gerekiyordu. Bu şart da sakinliğe ve kuytuluğa niyet edilmiş bir mekân bulmaktı en önce. Ardından içimizdeki yalnızlığa, içimizdeki magmaya ve en nihayetinde içimizdeki bize ulaşıp dışarıyla içerinin sorgulamasını yapmaktı. Çivinin çiviyi söktüğü gibi yalnızlık da yalnızlığı söküyordu ve neticede bir anlam ekleyebiliyorduk yaşamımıza. O zaman zamanda, mekânda ve içimizdeki yalnızlık isteği dokunulmasına asla müsaade etmediğimiz özgür olma arzumuzdan geliyordu ve yalnızlıkla kurduğumuz bağın sebebi olan özgürlük de yaşamımızın anlamını bulma çabamızda temel bir araçtı. Ondan vazgeçemememizin nedeni de burada yatıyordu aslında; kişinin yaşamının anlamını bulma çabası! Herkes mutlaka değil ama bazıları mutlaka bu arayıştan asla vazgeçmiyordu, vazgeçmeyecekti. Zira yaşam bir kargaşa, karmaşa ve kalabalıktı; hep de böyle olacaktı. Onun pürüzlerinin altına erişip kişinin kendi yaşamına bir anlam ekleyebilmesi de süreki olarak zamansal ve mekânsal yalnızlığını koruması gerekiyordu. O zaman yalnızlık kendini sürekli tekrar eden bir şeydi ve o zaman özgürlük de hep türeyecekti. Yani her insan değil ama bazısı mutlaka hep bir arayış içinde olacaktı anlamından yana yaşamının. Kaynakça 1- Güran, Nazmi Ziya. Şezlongda Pembeli Kadın. 1904. Yağlıboya. Sakıp Sabancı Müzesi. İstanbul. 2- Aruoba, Oruç. Olmayalı. İstanbul: Metis Yay. 2013, 4.Basım. Yapaylaşmış Duygular Okuduğumuz kitaplarda veya izlediğimiz filmlerde distopyaların ele alınması, bu sıralar çok sık karşılaştığımız bir durum. Gerek Orwell’in kült eseri 1984, gerek günümüz gençliğinin severek izlediği “Açlık Oyunları” olsun, betimlenen distopyaların hepsi ortak bir paydada birleşiyor, o da geleceğe yönelik bir uyarı niteliği taşımaları. Bu eserlerin hepsi, günümüzde yaşadığımız sorunların gelecekteki yaşantımızı nasıl etkileyeceğine dair spekülasyonlar sunuyor bizlere. En önemlisi de bu eserler, insanları düşünmeye sevk ediyor. İşte bu yüzden arkadaşım tarafından bana önerilen The Lobster filminin distopik bir dünyayı ele aldığını öğrendiğimde hemen izlemeye karar verdim. Filmin başkahramanı David, eşi tarafından başka bir erkek için terk ediliyor. Bunun üzerine David, kendini bir otelde buluyor ancak bu otelde barınabilmenin çok önemli bir kuralı var: 45 gün içerisinde âşık olup kendisine bir partner bulmak zorunda. Eğer bu süre içerisinde görevini yerine getiremezse, kendi tercih ettiği bir hayvana dönüştürülecek. Filmin adı da buradan geliyor, David başarısız olması durumunda bir ıstakoza dönüştürülmek istiyor. Otelde kalabileceği sürenin uzatılmasının ise tek bir yolu var, o da ormanda kanunsuz olarak yaşayan “yalnız”ları avlamak, otel yönetimine getirdiği her “yalnız” için ekstra bir gün daha elde edebiliyor. David de bu şartlar altında hemen işe koyuluyor ve otelde “hayatının aşk”ını aramaya başlıyor. Film, ilk dakikasından itibaren beni kendisine bağlamayı başardı, nitekim konusu ve işleyiş tarzı şu ana kadar izlediğim bütün filmlerden çok daha farklıydı. Nedense, totaliter bir rejim ya da duyguların olmadığı bir uzam beklentisiyle filmi izlemeye başlamıştım, partner bulmanın devlet tarafından bireye dayatılan bir zorunluluk olduğu bir toplum görmeyi beklemiyordum. Üstelik yalnız olmanın cezası hapis gibi sıradan bir olgu da değil, bir hayvana dönüştürerek insanı insan yapan tüm özellikleri elinden almak. Filmi izlemeye devam ettikçe, otel yöneticilerinin partner bulmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulayan propaganda eylemlerine de şahit oldum. Oteldeki misafirlere izletilen gösteride erkek, boğazına kaçan lokmadan yanındaki kadın sayesinde kurtuluyor, kadın ise erkek sayesinde parkta başkalarının tacizine uğramadan yürüyebiliyordu. Böylelikle bir partnerle yaşamanın her iki taraf için de yararlı olduğunun altı çiziliyordu. Bunların hepsi çok mantıklı argümanlar olarak izleyiciye sunulsa da, çok önemli bir soru aklımı kurcalıyordu: İnsanı hayvanlardan farklı kılan unsur olan duygu, nasıl böylesine basite indirgenebilirdi? Sonuçta David’den beklenen sadece kendisine uygun bir partner bulması değil, âşık olduğu birisini bulmasıydı. İnsanoğlunun en yücelttiği duygulardan biri olan aşk, nasıl olur da bir zorunluluk olarak sunulabilirdi? Filmdeki tuhaflıklar bununla da bitmiyordu, iki insanın âşık olabilmesi için ortak birer özellikleri olması gerekiyordu, ancak bu özellik müzik dinlemekten hoşlanmak, kitap okumayı sevmek gibi karakteristik özellikler değildi. Her iki tarafın da topal olması, gözlük takması, sürekli burnunun kanaması gibi oldukça yüzeysel ortak özellikler aranıyordu. İşte bu noktada gerçekten tüylerim diken diken oldu, sahip olmakla övündüğümüz duygularımız nasıl bu kadar yüzeyselleştirilebilirdi? Beni daha da ürküten şey, distopyaların halihazırda var olan bir problemden yola çıkarak yaratılmalarıydı. Demek ki günümüz ilişkilerinde de, filmde ele alındığı gibi bir sorunsal vardı. Bunu fark ettiğim an ise kafamda beliren soru şuydu: Biz gerçekten de duygularımızı bu denli yok etmiş miydik? Bu soru hakkında düşünmeye başladığımda, günümüz ilişkilerinin gerçekten de yapaylaştığını üzülerek fark ettim. İçinde bulunduğumuz çağ, özellikle de gençlik çağındaki bireyleri, mutlu olmaları için sevgilileri olması gerektiğine inandırıyor. Bunun en belirgin örneklerinden birisi de milyonları aşan üyeye sahip sosyal medya platformu Facebook. Facebook hesabı açtığımız zaman, kendimiz hakkında bilgi verdiğimiz kısımda karşımıza çıkan ilk sorulardan biri “İlişkiniz var mı?” oluyor. Bu soruya herhangi bir cevap vermemeyi seçsek de, diğer kullanıcıların profillerinde bu bilgiyi görüyoruz, bu durum da sübliminal olarak bize sevgili bulmanın çok önemli bir gereklilik olduğu yönünde bir mesaj veriyor. Üzerimizde böyle bir baskı varken de, mümkün olan en çabuk şekilde kendimize bir partner bulmayı deniyoruz. İnternetteki tanışma sitelerinin popülerliği de buradan kaynaklanıyor. Boyumuz, kilomuz, maddi durumumuz gibi tamamen yüzeysel özelliklerimizle, hiç görmediğimiz bir kişiyi etkilemeye çalışıyoruz. Etkilemenin de ötesinde, kişiliğini hiç bilmediğimiz, tanımadığımız bir insanda mutluluğu bulacağımıza inanıyoruz. Bu durumun yine en güncel örneklerinden birisi de Tinder uygulaması. Bu uygulama sayesinde karşı cinsten beğendiğimiz kişileri ekliyoruz ve eğer karşımızdaki de bizi beğenmişse, “eşleşiyoruz” ve birlikte mutlu geleceğimize yelken açıyoruz. Aşkı, bize sunulan bir katalogdan seçiyoruz. Adeta kıyafet seçermiş gibi seçtiğimiz aşkımızı da gerçekten sevdiğimize inandırıyoruz kendimizi. Bütün bunları düşündüğümde, acı gerçekle yüzleştim: Filmdeki olaylar olası bir geleceği değil, günümüzü anlatıyordu, biz gerçekten de duygu kavramını yok etmeyi başarmıştık. Birçok kişi, The Lobster filminde betimlenen olayları gerçeklikten uzak bulduğu için beğenmemiş. Ben ise tam tersi olduğunu düşünüyorum, bence film günümüze ayna tutuyor. Yaşadığımız ilişkilerin nasıl yüzeyselleştiğini çok etkileyici bir şekilde izleyiciye aktarıyor. İnsan olmayı unuttuğumuz bu devirde, duyguların önemini bir kez daha hatırlatıyor. Ben de gerçek sevginin ne derece önemli olduğunu The Lobster sayesinde görmüş oldum. ÇAĞLA ERGÜL Kaynakça: Lanthimos, Yorgos. The Lobster. 2015. Element Pictures. Film. Atakan ALTINER 23.10.2014 21202114 ALMAN HAYRANLIĞI Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi adlı eserinde, kitabın adından da anlayabileceğimiz gibi Almanya’ya seyahat ederken başından geçen olayları ve orada yaşadığı olayları konu almıştır. Bu kitabı okurken Alman ve Almanya kelimelerinden çok bahsedilmesi benim aklıma şu konuyu getirdi. Türklerdeki bu Alman ve Almanya sevgisi nerden geliyor ? Bu konuda yaptığım bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. Geçmişimize şöyle bir dönüp baktığımızda, çok uzakta değil yakın tarihte Osmanlı Devleti’nin yıkılma döneminde bu sevgi karşımıza çıkar. Tarih kitaplarında yazmaz ama çoğu tarihçimize göre ulusal birliğini geç tamamlayan Almanya doğal olarak piyasada sömürge bulamayınca, henüz topraklarının paylaşımı üzerinde karar kılınamadığı için yaşayan Osmanlı Devleti’ne canım, cicim diyerek yaklaşır. Sonra onların ordularını silahlandırırlar ve eğitirler, demir yolları açarlar. Hatta Alman imparatoru II. Wilhelm İstanbul’a padişahı ziyarete gelir, Kendisini Halife’nin arkadaşı, 300 milyonluk İslam aleminin dostu olarak tanıtır. Amacı ise İngiltere'nin sömürgelerindeki Müslümanların gözünü boyamaktır. Bu ve buna benzer bir kaç olaydan sonra Osmanlı İmparatorluğu Almanları kendilerine yakın hissederler. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na neden girdiği anlatılırken ne yazık ki kullanılan cümlelerden biridir “Osmanlı Devlet adamlarının Alman hayranlığı…” ki burada Osmanlı Devlet adamları ile en çok kastedilen kişi Enver Paşa’dır. Bu dostluk Atalarımızı I. Dünya savaşına sürüklese de, onların gazlaması ile gereksiz olan bir çok yerde cephe açsak da, biz bu sevdadan vazgeçememişizdir. Çünkü, İngilizlerin, Fransızların, Rusların bize yaptıkları onca şeyden sonra sadece Almanlar bizlere dostça yaklaşmıştır ve bu bizi derinden etkilemiştir. Ayrıca, onların çalışma azmi ve disiplinleri halkımız tarafından takdir almış ve insanlarımızda onlara özenme duygusu oluşturmuştur. Frankfurt Seyahatnamesi’nde Ahmet Haşim de, Almanlardan, şehirlerinden, kültürlerinden bahsetmiştir. Bir arkadaşı ile olan muhaveresinde arkadaşının ona söylediği “Almanya’da eğlence şehri Berlin’dir. Berlin dünya geceleri içinde bir ziya ahtapotu gibi yayılmış, diğer bütün medenî eğlence merkezlerinin kanını emiyor.” sözü bile insanların Almanlara özenmesi ve bu gibi eğlenceleri arzulaması için bile yeterli bir sebeptir. Alman hayranlığı maalesef günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Dünya çapında yapılan bir çok yarışmada Türkiye’yi ve onun başarılarını görmek artık çok zor. Örnek olarak Eurovision, Dünya Kupası gibi bir çok uluslar arası turnuvayı sayabiliriz. Bu gibi yarışmalarda bulunamadığımız için insanlarımızda ister istemez bu yarışmalara katılan bir ülkeyi desteklemek geliyor. Kanımızda tarafsız kalma diye bir olgu oluşmadığından illaki bir tarafta olma zorunluluğu hissediyoruz kendimizde. Bu durumda da geçmişten gelen Alman hayranlığı devreye giriyor. TRT’nin kararı ile Eurovision’a katılmama kararı aldık ancak, insanlarımız bu yarışmada birilerini desteklemek istiyor, bu da doğal olarak herhangi bir Türk halkına sahip ülke veya Almanya oluyor. Bu konu ile alakalı size bir anımı anlatmak isterim. Geçtiğimiz yaz Amerika’daydım. Bildiğiniz gibi Dünya Kupası vardı. Dünya kupası ülkelerin milli futbol takımlarının kupayı almak için yarıştığı bir turnuva. Ülkemizin bu turnuvada olmaması beni çok üzdü. Diğer ülkelerden arkadaşlarım kendi takımlarını desteklerken ben kendi milli takımımızı destekleyemedim. Ama içimden Almanya’nın bu kupayı almasını istediğimin farkına vardım. Diğer Türk arkadaşlarımda da aynı his vardı. Yabancı arkadaşlar bizlerin Almanya’yı desteklediğimizi düşünüyorlardı. Nasıl anladıklarını sorduğumuzda ise bizlere I. Dünya savaşında onların yanında yer aldığımızdan kaynaklandığını söylüyorlardı. Sonuç olarak; Bizlerdeki bu Alman sevgisi Osmanlı Devletine kadar dayanıyor. İnsanlar için de böyle değil midir. Eğer bir insan size zor bir anınızda yardım ediyorsa ona sevgi duyar yakın arkadaş olursunuz ve sizi kötü yola sürüklese bile onunla olursunuz. İşte bizim insanımızın o zamandan beri aklına sokulan bu algı günümüze kadar devam etmiştir ve varlığını sürdürmektedir. Berdüş Berdüşler hakkında ne düşünürüz? Sokaktan geçerken gördüğümüz bu kötü giyimli, bakımsız insanlar çoğu insan için tiksinti vericidir. Karşıdan bir berdüş geçerken, birçok insan çarpışma ihtimalini en aza indirmek için mesafeyi korumaya dikkat eder. Bunda muhtemelen, pahalı parfümlerinin zarif kokusuna alışmış burunlarını berdüşten gelecek kötü kokulardan korumak istemeleri de etkilidir. Bu kişilerin azımsanmayacak bir kısmı bir berdüşün uzattığı broşürü almaya bile tenezzül etmez. Hatta, açık konuşmak gerekirse berdüşleri insan olarak bile görmez. Özellikle de orta sınıf ve üstü için berdüşler bir tür “alt insan”dır. Onlarla arkadaşlık yapılmaz, evlenilmez. Zenginler onları işe yaramaz bir kambur olarak görürken hayatını sınıf atlama hayaliyle geçiren orta sınıf ise bu insanlarla ilişki kurmayı kendi toplumsal statüsüne bir hakaret olarak görür. Bu ilkel davranışlar sadece kapitalizme has olmamakla birlikte tarih boyunca sınıflı toplumların genetik özelliği olmuştur. Tabii, “amele” kelimesinin bile hakaret olarak kullanıldığı bir üçüncü dünya ülkesinde sınıflı toplum eleştirisi yapmak oldukça kolay olacaktır fakat “medeni” toplumlarda da görülen bu hastalık maalesef sınır tanımamaktadır. George Orwell’ın Paris ve Londra anılarını anlattığı Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı eseri bu problemin evrenselliğine dair güzel bir örnek teşkil eder. Orwell uygar dünyanın bu iki büyük merkezinin sınıflı toplumlara has travmaları ne denli şiddetli yaşadığını o kadar başarılı bir şekilde aktarmıştır ki, bana göre bu kitabı okuyan birinin empati yeteneğinin artmaması olası değildir. Çoğu zaman sıcak yataklarımızda uyumadan önce aç ve soğukta yatan insanların durumunu düşünmeyiz. Ara sıra aklımıza gelse de bunun bizim suçumuz olmadığı konusunda kendimizi ikna edip konuyu kapamaya çalışırız. Zaten dünyaya bir kere gelmişizdir, bu “önemsiz” meseleler ile hayatı kendimize zehir etmemiz gereksizdir. Peki gerçekten bu meseleler önemsiz ve üstünde durulmaya değmeyen meseleler midir? Eğer çok düşünen biri iseniz bu konuda düşünmek meselenin sizi içine çekmesiyle sonuçlanabilir. Bir hayalperest iseniz reçeteyi ütopyalarda bulursunuz, fakat gerçekçi bir insansanız durum daha kötüdür. Çünkü gerçeği görürsünüz, gerçek istediğiniz gibi değildir ve istediğiniz gibi olması için de bir umut yoktur. Bu noktada özünde toplumun faydasını istiyor gibi görünsek de aslında bu düşüncelerimiz tam anlamıyla özgecil değildir. Hatta bizi oluşturan her şey gibi bu düşünceler de köklerini egoizmden alır. Hiçbir şeyi kendimizden daha fazla önemsemediğimiz için, bu meseleleri düşünüyorsak muhtemelen kendi hayatımızda işler yolundadır. İşler yolunda ise, doymak bilmeyen egomuz artık çevresini de iyi görmek istemektedir. Bunun altında yatan sebep ise bence benliğin bir yanılsama olmasıdır. Egomuz kendimizin dışındaki şeylerle de ilgilenir, bir sarmal halinde bütün evreni kapsar. Bu yüzden “daha iyisini isteme” arzusu bitmek bilmeyen bir şeydir. Orwell da Paris ve Londra’da Beş Parasız’da bizim bu yanımızı dürter bana göre. Bu yüzden de bu kitap çok başarılı bir kapitalizm eleştirisidir. Çünkü her sayfada kapitalizmin en eksik, en kusurlu yanlarını okuyucunun kulağına fısıldar ve neden çevremizin iyi olmadığını anlatır. Bunun egomuz ile oluşturduğu çelişkiye okuyucuyu güzelce çeker. Ve bu oldukça etkili bir çekiştir. Hele ki fark etmeden günümüz tüketim toplumunun esiri olmuş biriyseniz kitap sizde soğuk duş etkisi yaratabilir. Çünkü Orwell yoksulluğu o kadar güzel betimlemiştir ki, sayfaları çevirirken bir yoksulluk simülasyonunu yaşıyormuş gibi hissetmeniz mümkündür. Kitabı okurken zaman zaman bu etkileyici betimlemelere kendimi kaptırıp, yeni yemek yememe rağmen midemin kazındığını hisseder gibi olduğum anlar oldu. Kendimi oldukça çaresiz hissettim. Yer yer kendimi elden ayaktan düşmüş, çaresiz ama umutlu bir berdüş gibi hissetsem de çoğu zaman hissettiğim duygu utanç oldu. Utanıyordum, çünkü ben bütün bunları “hissederken” dışarda aç yatan insanlar vardı ve ben onlar için hiçbir şey yapmayıp sıcak yatağımda bu kitabı okuyordum. Yani bir nevi empaticilik oynuyordum. Dündar Alp Erkenci Kaynakça Orwell, George. Paris ve Londra’da Beş Parasız. İstanbul: Can Yayınları, 2016. Baskı. Alp AKBIYIK 23.03.2016 21402004 TURK-102-04 Evrenin İçindeki Nokta, Noktanın İçindeki Evren Gördüğünüz nokta mikroskobik bir cisim veya küçük bir göktaşı değil, milyarlarca kilometre öteden gözüken Dünya’mızın fotoğrafıdır. Ünlü astronom Carl Sagan’ın da uzunca üstünde durduğu ve gerçekten herkes tarafından da durulması gereken ünlü “soluk mavi nokta”dır o. İlk yazımda Dünya’ya yörüngedeki bir uzay istasyonundan bakmıştık, gezegenimiz hayli yakındı. Şimdiyse altı buçuk milyar kilometre uzaklıktaki Voyager 1’den bakacağız. Ama bir yandan da aklımız o noktanın içinde olacak. Hatta oradaki biz insancıkların zihinlerinin derinliklerinde olacak. Dünya öyle bir yer ki, o kadar uzaklıktan bile insanın kafasını meşgul etmek için yeterli karmaşası var. Gerçekten de şu fotoğrafa bir bakınca o noktanın içindeki milyarlarca insanın gürültüsünü duyar gibiyim. Sanki o nokta çığlık atıyor. Kim bilir, belki de benim bir doktora görünmem lazım. Ama yer kabuğuna yaklaştıkça o bağırış çağırışları siz de duyacaksınız. Düşünün ki, o fotoğrafın çekildiği uzaklıkta bir yerden birisi o soluk mavi noktayı görüp gelseydi, buraya varınca neler görürdü? Özellikle şehirlerde, her tarzdan insanın yaşadığı yerlerde, doğa ve doğal hayatın içindeki canlılar normal bir şekilde döngüyü sürdürürken insanların yaptığı şeyler garibine gitmez miydi? Size henüz garip gelmediyse kafanızda canlandırayım: Hafif bulutlu bir günde, nemli bir havada arılar çiçeklere konuyor, etrafta hayvanlar otluyor. Güzel bir kır ortamı derken, BUM! Her yandan mermiler saçılıyor ve farklı renklerdeki giysilerle iki insan topluluğu birbirine doğru koşmaya başlıyor. Kimisi birbirini yere serip vuruyor, kimi uzaktan ateş edip öldürüyor, kimiyse öncesinde kurduğu bombaları patlatıyor. Sonuçta orada bulunan çoğu kişi ölüyor ve kalan azınlık da naralar atarak seviniyor. Orayı uzaktan seyreden hayvanlar düşünebilse – ya da düşünüyorlarsa – ne derlerdi acaba? “Şimdi bütün bunlar yemek elde etmek için miydi?” “Hayır, baksana, sadece birbirlerini öldürüp gittiler!” Sonrasında antlaşmalar, toprak paylaşımları, çizilen “sınırlar” ve dahası, insanların hayvanlara, eşlerine veya bazı insan topluluklarının diğerine yaptığı zorbalıklar… İnsandaki birçok dürtünün ve duygunun hayvanlardan geldiği bilinse de “insan terörü”nün nereden geldiği tam bir muamma. Zira hayvanlar, bu tarz işler için fazlasıyla saf ve temiz yaratıklar. Karnı tok olup elinde tomarla parası olsa bile savaşabilecek veya başkalarını savaşmaya zorlayabilecek tek tür insandır. Bunun neden böyle olduğunu onlarca sayfalık psikolojik analizler bile çözebilmiş değilken ben burada buna kalkışamam; ancak bunun ne kadar anlamsız bir iş olduğunu şu “soluk mavi nokta”yla gösterebilirim. Terörden kastım ise sadece bombaların patladığı, kaçakçılığın yapıldığı yasadışı olan işler değil, aynı zamanda “takım elbiseli zulüm”lerdir. Kısacası insan aklının girdiği, çıkarların konuştuğu her yerdir. İnsanlığın başına gelen – genelde kötü – her olaydan sonra büyük resme bakmak isterim. Ve resme her uzaktan baktığımda da arkasında insanların doğal olmayan hırslarını, kötüye kullanılan zekâsını ve terörünü görüyor olurum. Belki de bu durumu hafifletmenin bir yolu önceliklerimizi değiştirmektir insanlık olarak. Bilime ve sanata hobi gözüyle bakıp para kazanmayı, idare işlerini, savaşları ve kavgaları “gerçek iş”, “uğruna hayatımızı adayacağımız şeyler” olarak görürsek daha böyle gideriz. O yüzden, Carl Sagan, resmi iyice büyütmüş ve soluk mavi noktayı bize göstermiş. Yaptığımız onca kötü ve saçma şeyi, o fotoğraftan daha iyi sorgulatabilecek bir şey yok Dünya’da gerçekten. Onun, Dünya’mızı ve evreni anlama çabasını, bir de onun soluk mavi nokta için olan sözleriyle analım: “Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her âşık çift, her anne ve baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her süperstar, her "yüce önder", her aziz ve günahkâr onun üzerinde - bir günışığı huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde… Dünya, üzerinde hayat barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte, gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz. Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.” İngilizce aslı: Sagan, Carl (1994). Pale Blue Dot: A Vision of the Human Future in Space (1st ed.). New York: Random House. ISBN 0-679-43841-6. Kötü O Kadar Da Kötü Müdür? “Kötü nedir?” “Kötü insan kimdir?” Herkesin bu sorulara verecek öznel bir cevabı vardır. Anthony Burgess, Otomatik Portakal adlı kitabında tüm bu cevapları yıkıyor. İnsana “Kötü gerçekten kötü müdür?” sorusunu yöneltiyor. İstismar, taciz, adam yaralama ve öldürme gibi suçların birini bile işleyen insanların kötü olduğu düşünülürken, bu davranışların tamamını yapan 14 yaşındaki Alex'i okuyucusuna benimsetiyor. Ben de şans eseri Burgess'in distopik dünyasına misafir oldum, Alex ile tanıştım. Onunla hapishaneye girdim, psikolojik baskıları ve üzerinde yapılan düzeltme deneylerini beraber yaşadım. Deneyden sonra onunla beraber ölümüne dayak yedim, siyasi güçlere meta oldum. Tüm bunları yaşarken aklımdaki 'kötü' kavramı tamamen değişti. “Kötü insan kimdir?” sorusundan çok, “İnsanı kötü yapan nedir?” sorusuna odaklandım. Neydi insanı kötü yapan? Hangi insan kötü doğmuştur ki? Toplumun dayattıklarına ve karşısına çıkanlara karşı bir savunma olarak kötüleşmez mi insan? Alex'in toplumunda hapishaneler dolup taşıyor, aileler çocuklarından korkuyordu. Bunun sonucunda Alex suçlu olamazdı. Alex'i bir “otomatik portakala” dönüştürmek ise çok daha saçma bir ceza oldu. Öyle bir toplumda insanı elleri kolları bağlı, kendini savunmak için hiçbir hareket yapamayan bir varlığa dönüştürmek acı çektirerek öldürmek değil de nedir? Ayrıca bir toplumda devamlı ve durdurulmadan tekrar eden olaylar bir süre sonra kanıksanmaya başlar, normalleşir. Kitabın başında kanımı donduran olaylar, sonunda en az Alex kadar bana da normal gelmeye başlıyor hatta Alex'in bunlara devam etmesi rahatlatıyor bile. Haliyle kendime sorduğum son soru, “Kötülüğün gerçekten bitmesini istiyor muyum?” oldu, aldığım cevap ise çok daha ilginç; kötü olmasa iyinin anlamı kalmazdı, ayrıca kötülüğün bitmesi imkansız, çünkü şu an kötü olarak adlandırdığımız şeyler bitse bile bu sefer bazı iyi şeyler kötü gelmeye başlayacaktır. Her ne kadar iyisiz bir dünya düşünülemez ise kötüsüz bir dünya da düşünülemez. Hayatın dengesi bu iki değerde de kendini gösteriyor anlayacağınız. Kötüyü ancak hapsedersiniz, onu iyi yapmayı başarsanız bile yıllarını kötü biri (kime göre?) olarak geçirmiş birinin bu duruma uyum sağlamasını bekleyemezsiniz, tıpkı daha önce hiç İngilizce duymamış, bina görmemiş, araba görmemiş bir Afrika kabilesi mensubunu New York'un göbeğine atmak gibidir bu, belki yaşar ama asla tam yaşayamayacaktır, aklını kaçıracaktır. Kötülük hayatın ayrılmaz bir parçasıdır, insanın içindeki kötülüğü çeşitli yöntemlerle yok etmeye çalışmak acımasızlıktır. Herkesin kişiliği farklıdır, kimisi bir konuda iyidir başka bir konuda kötünün kötüsüdür. Tüm bunları fark ettiğim anda kafamı adeta bir duvara çarpmış gibi şaşkındım. Bir o kadar da aydınlanmış. Kötülüğü kabullenmiş hatta kitabın bazı bölümlerinde iyi ki var demiştim. Biraz daha düşününce anladım, meğer kötülük canlı doğasının bir parçasıymış. Hangi aslan karnı tıka basa doluyken bir ceylana saldırır? Fakat o aslanın karnı acıkmayagörsün en acımasız yöntemlerle öldürür avını. İnsan da aynı böyledir artık hayatta kalma içgüdüsü mü yoksa öylesine bir özellik olarak mı adlandırılır bilmem, ama Alex böylesine kötü olmasına rağmen bile kendisini bize sevdiriyorsa bu hepimizin içinde acımasız bir yan olduğunu göstermez mi? Belki hepimiz öyle bir toplumda olsak Alex olacağızdır belki daha da kötüsü... İşte ben sayfalar boyu kötüyü benimserken anladım iyi insanı da kötü insanı da yaratanın çevresi olduğunu... Bu yolculukta benimle olan Alex ve arkadaşlarını tanımayı, Anthony Burgess'in o çok özgün üslubunu keşfetmeyi ve en önemlisi ufkunuzu genişletici bu kitabın sayfalarında kaybolmayı herekese öneriyorum. Özlenen Emre Tekdaş1 JOKER, Kaynak: “https://galeri.uludagsozluk.com/r/the-dark-knight-437062/” Kaosun Elçileri Bu yazıya başlamadan önce “kaos” hakkında kafamda olan görüşleri tekrar gözden geçirdim, The Dark Knight (Christopher Nolan. 2008.) filmini bir kez daha izledim ve “kaos” kavramının getirdiği, zihnimde parlayan bir yenilik kıvılcımıyla birlikte bu düşüncenin dünyanın bir gerekliliği olduğunun farkına vardım. Böyle bir düşünceden bahsettiğimizde, “gereklilik”, bir bakıma ürkütücü bir ifade. Buna rağmen neden böyle bir ifadeyi kullandığımı açıklamaya çalışayım: Dünyada şu an kökleşmiş olan neredeyse bütün düşünceler, başka düşüncelerin yıkımından doğmuştur ve bu yıkımı getiren şey “kaos”tan başka bir şey değildir. Çünkü düşünceler sadece karmaşa içerisinde kaybolmaya yüz tutar; sadece kökleşecek olanlarla çarpıştığında ortaya çıkan keşmekeşte yok olur. Tekdaş2 Düşüncelerin yok olması fikri biraz acımasızca olabilir; ancak, bana göre bu da dünyanın yasalarından birisi: Bir düşüncenin doğarken, buna ters olan düşüncenin yok olması. Bu noktada yanlış anlaşılmak istemem zira birbirine zıt olan iki fikrin de var olmasının getireceği şey kaos değil çelişkidir. Aralarındaki farklardan birisi ise çelişkilerin ikisini de yaşatarak insanları sonuçsuz bırakırken kaosun birisinden kurtularak insanları bir sonuca götürmesidir. Bu farkın dışında bahsetmek istediğim bir fark daha var aslında: Adalet. Heath Ledger’ın canlandırdığı, kargaşanın sembolü olan Joker karakterinin söylediği gibi “Kaosun püf noktası nedir biliyor musun? Adildir.” (The Dark Knight. Christopher Nolan. 2008.) Bunun sebebi ise yıkılan düzenin yerini başka bir düzen alsa da onun da kaosla birlikte yıkılacak olmasıdır ve “azıcık kargaşa yaratıp kurulu düzeni alt üst ettiğinde, her şey bir anda kaosa sürüklenir.” (The Dark Knight. Christopher Nolan. 2008.) Peki, kurulu düzeni alt üst edenler kimlerdir ve neden bunu yaparlar? Genellikle bunu yapan insanlar aslında diğer insanlar tarafından hor görülen ya da fikirleri bu dünya için fazla olduğundan “deli” olarak nitelendirilen insanlardır, ki ben bu insanlara “kaosun elçileri” derdim, onlar düzenin yaşadıkları şekilde olmaması gerektiğini düşünürler ve bu yüzden o düzeni kökleştiren düşüncelerden kurtulmaya çalışırlar. İşin garip yanı, kendileri çoğunlukla bu uğurda her şeylerini verdikleri için düzenin değiştiğini göremezler ama düzen değişir. Diğer insanlar tarafından dayatılan “delilik”leri, onları istedikleri yere götürür ve bu kavramın ne kadar kolay bir şekilde onlara değişiklikleri yapabilme gücünü verebilmesini ise Joker, yine güzel bir şekilde açıklar: “…delilik yer çekimine benzer. Tüm yapman gereken azıcık itmek.” (The Dark Knight. Christopher Nolan. 2008.) Gerçekten, felsefi yönü çok güçlü bir benzetme… “Kaosun elçileri”ne bu “itme”yi veren şeyin ne olduğunu düşünmeye itiyor insanı. Acaba sebebi eski düzene duydukları nefret mi, yoksa kafalarındaki yeni düzene duydukları sevgi ve güven mi? Kanımca, sebebi hangisi olursa olsun, yaşadıkları hayat ve kafalarındaki fikir onlara bu itmeyi verir. Bu “elçiler”, kaosu tek kurtuluş yolu olarak görürler ve bu zihniyetle var olan düzeni değiştirmeye çalışırlar. “Yer çekimi”, bu yolda onların aracı olur. Tekdaş3 İşte, bütün bunlar düşünüldüğünde, şu an kurulu olan düzene tekrar bakmak ve kendisinden önce kurulan düzenler gibi o da yıkılacağından bu düzenin de sıradan olduğunu fark etmek, kaosun bir “gereklilik” olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Bu gerekliliği her insan yerine getiremese bile her insanın “yer çekimi”ne bir katkısı vardır. Kökleşmiş düşünceleri etkisi altına alarak yere çarpan ve parçalayan bu çekimin, kaosun getirdiği adaleti sağlayan başka bir elçi olduğunu söylesem, herhalde yanılmış olmam. Arsen Berk Tekdaş Eser Kaynakçası: Nolan, C. (2008). The Dark Knight. Amerika. Özlenen Emre Fasulyeli Bir İç Savaş Dünyanın en derin ve deli resimlerini boyayan Salvador Dali’nin her santimetresinde ayrı bir anlam bulunan muhteşem eserlerinden biri Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı. İsminden de anlaşılacağı (yahut anlaşılamayacağı) üzere bu eser de Dali’nin çılgınlığının tepe noktasına ulaştığı eserlerden birisi. Haşlanmış fasulyenin kollarını ve bacaklarını ayırarak kendi kendisi ile savaşmasını resmediş tarihi de ayrıca dikkat çekici ki İspanya İç Savaşı’ndan sadece altı ay öncedir ve resmin bir diğer adı da İç Savaş Öngörüsü’dür. Peki neydi bu resimde beni kendine bu kadar çeken? İç savaşın anlatılış biçimi tabii ki. Fakat resim bana ülkesel çapta bir iç savaşı değil de insanın kendisi ile olan savaşını çağrıştırdı. Kendimle çatıştığımda büründüğüm halin resme dökülmüş şekli gibi hissettirdi. Sonra kendimle olan çatışmalarımı düşünmeye başladım. İnsan nasıl olur da kendi içinde kendine karşı bir savaş açabilir? Ana rahmine düştüğü anda oluşmaya başlayan benliğimle nasıl ters düşebilirim? Bu gibi sorular sardı beynimi ve hepsinin cevabını yine bu eşsiz esere bakarak Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı ,1936, P hiladelphia Modern S buldum. Kol ve bacak vücudumu tamamlayan anatlar Müzesi organlar ancak ikisi de birbirlerinden hayli farklı yapılar. Ancak birini diğerine değişemeyeceğim kadar da kıymetliler. Fikirlerim neden farklı olsun ki? Diye sordum kendime. Neden fikirlerim birbirlerinden farklı olduğu halde aynı ortamda, yani beynimde, bulunamasın ki? Haliyle bulunuyor da. Zıt fikirlerin çatışmasının içimde yarattığı dengesizliği ve bu dengesizliğin kendi iç savaşımın ta kendisi olduğunu fark ettim önce. Bu fikirler beni ben yapan şeylerdi sonuçta. Bu savaşları bazı fikirler kaybeder ve zamanla solarlardı bazıları kazanır ve kalıcı olurlardı yahut başka fikirlerle çatışması gerekirdi. Fikirlerim ve fikirlerimin savaşı hakkında düşünürken resimde fasulyenin arkasında duran boynu eğik bir şekilde yürüyen adamı fark ettim. O an çok büyük bir şeyi gözden kaçırdığımı fark ettim, istediğinin yanlış olduğu söylenmiş ve itirazı kabul edilmemiş bir şeyi: Duygularım. Fikirlerim kendi arasında çatışadursun, tüm vücudumda çok daha büyük bir savaş verilmekteydi o da aklım ve duygularım arasındaki savaş. Aklım ve duygularım bu savaşı her gün defalarca kere farklı konularda başlatıyorlar. Hangi yemeği yiyeceğimi seçerken sağlıklı olanı mı seçmeliyim yoksa canımın istediğini mi diye düşünerek bir çatışma başlatıyorum ve işte bu noktada fikirlerimden savaşı kazanmış olan devreye giriyor ve bir tarafa yardım ediyor. Eğer o andaki fikirlerim zevk almanın benim için daha faydalı olacağına yönelikse duygularım ile hareket ediyorum ve canımın istediği yemeği yiyorum; eğer fikirlerim daha uzun ve sağlıklı yaşamaya yönelikse sağlıklı olanı seçiyorum. Tüm bunlara karşın duygular her daim ezilebilen şeyler değillerdir. Öyle olsaydı insanlık bu kadar fazla ağıt, efsane ve öyküyle dolu olmazdı. Bazen mantığı, hayatta kalma güdüsünü paramparça eder duygular, kendilerinin baş döndüren yolundan sürüklerler insanı. Olaylar bittiğinde bazen şükreder insan, bazen de duyguların artlarında bıraktığı yıkılmış hayata lanet eder. Fakat bazen merak ediyorum: Duygulara yenilmek dediğimiz şey nedir? Sonuçta; hayatta kalmak, sağlıklı olmak istemek, huzur dolu bir hayatı arzulamak da sevmek ya da yeni şeyler keşfetme isteği gibi duygu değil midir? Duygu olmayan bir şey var mıdır? Akıl mantığı sağlar sonuçta ve mantık kendisine bir görev verilmediği sürece bir şey yapamaz, yolda rehberlik yapma yeteneği ile kutsanmıştır sadece, yolu o seçemez. O halde kim bilir, mantıklı olmak ya da duygusal olmak dediğimiz şey sadece kendimizi suçlamamak için seçtiğimiz bir yoldur ve bu hayatta kimse duygularıyla hareket etmek dışında bir eylem yapamamıştır. UMUTLU PATATES ‘’ Hayat sana geri dönüp hatalarını düzeltme şansı vermez ama bunları tekrarlamaman için birçok fırsat sunar.’’ Andy Weir – Marslı Şimdi biraz patates ve umut arasında kurduğum uykusuzluk ve kahvenin hoş karışımı bu blog yazısına odaklanın. Sizi yaşadığım şu duygularda biraz gezdirmek istiyorum. İyi hoş da neden patates? Sebzelerin en umut dolu ve en gizemlisi olduğu için aslında. Toprağın altında saklanıp her iklime uyum sağlayan ve bir gün güneşi görme umuduyla her gün büyüyen patatesin bize öğreteceği çok şey var. Katlandığı karanlık ve yalnızlığa rağmen elinden geleni yapıp kendini geliştirip umudunu toplayıp bizim bir gün katlanamayacağımız çilelere haftalarca katlanıyor patates. Ben umudumu ne zaman yitirecek olsam patatesi düşüneceğim artık. Biz insanlar ne zaman bir hata yapsak ve bazı sorunlara yol açsak pes edip umudumuzu yitirmeye meyilliyiz. Durup bir çözüm arasak, denesek, yanılsak ama yine de denemeyi bırakmasak en azından umudumuzun cesaretimize yakıt olduğunu görüp bir sonraki adım için güç buluruz belki. Denemek asıl iş, sorun çözülür ya da çözülmez, bu önemli değil. Önemli olan çözüm arayışında kendimize kattıklarımız. Belki o kadar değişik yerlere götürür ki bizi bu yol, yola çıkma sebebimiz olan sorunu bile unuturuz. Bütün başarısızlıklar ve sorunlar küçük ve önemsiz gelir başardıklarımızın yanında. Patatese dönelim, çıkardım o karanlık çukurundan sevindi, e soyup doğradığımda kendini bırakıp pes ediyor mu hiç? Yine elinden gelenin en iyisini yapıp lezzetli ve besleyici bir yemek oluyor. Bir yerlerde okumuştum, domates olmak isterdim ezilince salça olarak hayata devam etmek için diyordu birileri, e bizim patatesin nesi eksik? Ezersin eziyet edersin hop, püre. İnsanlar çektirdikçe işkence ettikçe bir yolunu buluyor patates. Biz niye bulamayalım ki? Derler ki gemiyi çevresindeki su batırmaz, içine giren su batırır. Eğer sorunlarımızın bizi etkileyip umudumuzu ve mücadele hırsımızı elimizden almalarına izin verirsek, o gün kaybederiz. Hiç başlamadan biten hüzünlü bir hikâye yerine kendimize uzun, zorlu ama umutla dolu bir hikâye yazabiliriz. Zaten kimse yaşamak kolay olacak demedi, hayatta kalmak kolay, sen yaşa. Dümdüz nefes alma, dünyanın bütün çiçeklerini çek içine. Kendine hep umudun önemini hatırlat. Umut öyle bulmak için didik didik araman gereken bir şey değil ki, içinde onunla doğuyorsun zaten. Böyle büyük bir hediye fırlatıp atılır mı hiç? Henüz hayat pastamdan 18 yıl gibi ufak bir dilim almış olmamdan dolayı anlatabileceğim uzun tecrübelerim yok, ama okuduklarımdan ve araştırdıklarımdan anladığım kadarıyla zor durumlarda insanları hayatta tutan ve yaşama bağlayan iki büyük etken umut ve hırs. Günlük yaşamda koşturmacanın arasında depresyona girmeye bile fırsatı olmayan ve ruh gibi dolaşan duygusuz insanlara umudu anlatmam zor olabilir çünkü onlar artık geleceğin bir şeyler getirmesini beklemeyi bırakmış oluyorlar. Onları hayata bağlayan şey hırs. Daha çok para, daha çok mücevher, daha çok hep daha çok ama işte umut olmadığından hiçbirinin gözünde ışıltı yakalayamadım. O yüzden patatesimiz pek kıymetli. En başta sahip olduğu tek şey umudu ve o umuda sarılıp kendine her gün yeni bir şeyler katıyor, zor koşullarda bile hayatın tadını çıkarıyor. Mesaj net sanırım. Patates gibi yaşayın bence, tabii o klişe ‘’batının iyi yönlerini alın kötü alışkanlıklarını almayın’’ örneğindeki gibi patates de kritik bir konu. Tembelliğini almayın mesela, oturup ummak yetmez kalkıp çabalamak lazım. Nesilnur YıLDIZ IAED 21602220 KADINLIK SANATI Kadın olmak… Kadın olmak zor bir zanaattır. Bunun en büyük nedeni varoluştan beri süregelen erkeklerin kadına olan bakış açısıdır. Bazı toplumlarda kadın köleleştirilmiş ve birer obje olarak görülmüşken bazı toplumlarda kadın Tanrı’nın bir eseri olarak görülmüş ve üst sınıflarda yer almıştır. Algı zaman içinde değişebilir. Ancak kadın algısıyla ilişkilendirilen güzellik algısı her ne kadar başkalaştırılsa da hiçbir zaman değişmedi. Her zaman vücut güzelliği ön plana çıkarıldı. Özellikle Rönesans döneminde nü sanatı kadınlar üzerinden öne sürülmüştür. O dönemde birçok sanatçı kadını sanatının başköşesine oturtmuştur. Bunun yanı sıra güzellik algısı da farklıydı o dönem. Güzel kadın erkeğini mutlu eden ve zayıf olmayan kadındı. Kadının zekâsı güzelliğine gölge düşüren bir duvar olarak görülür, kadınlar da zekâsını eşlerini yüceltmek için kullanırlardı. İşte böyle bir anlayışa karşı çıkmakta Sandra karakteri, kişiliğiyle Rönesans’ın Son Günlerinde Aşk kitabında. Kadın âşık olmak için yaratılmış. Bu yüzden birçok kadın için üzerine şiirler yazılmış ve resimler çizilmiş. Ancak kadınlara hiçbir zaman tam olarak kendilerini kanıtlamak için şans verilmemiştir. Her zaman gölgede kalmış. Sanki kendi düşünceleri ya da kişilikleri yokmuş gibi... Belki de bu yüzden Sandra karakterini sevdim çünkü kendisi tam olarak ipleri eline almış, kararları ve yargılamaları kendi başına yapmış bir kadındır. Oldukça bilgili ve modern olan bu karakter kitaptaki tek gecelik ilişkisiyle tam olarak Rönesans kadınına tepki olarak yaratılmış. Aslında genel olarak bakılacak olursa günümüzde kadınlar da artık bu şekildeler. Kendilerini geliştirmiş, kendi kararlarını kendi başlarına veren ve sonuçlarına kendi katlanan birer birey olmuşlardır. Tüm bunlara rağmen hâlâ kadınların birer cinsel obje olmasından kaçınılmamıştır. 21.yüzyılda bundan daha çirkin bir şey olamaz bence. Her ne kadar tüm bunlar hâlâ tepki olarak görülse de bu konuda pek bir şey yapıldığı da söylenemez çünkü hâlâ birçok kadın güzel olma yolunda kendilerini hayatları pahasına değiştirmekteler. Günümüzde bu yönde her ay hatta her hafta yeni bir eğilim ortaya çıkmakta. Güzellik algısı tamamen değişme yolunda ilerlemeye başladı. Bakımlı olmak tanımı yüze sürülen bir ton makyaj ile karıştırıldı. Güzellik ise belli bir kiloya ve makyaj eğilimine bel bağladı. Bunun üzerine kadınlar aynada kendilerine daha farklı bir gözle bakmaya başladılar. Aslında bir anlamda algı başladığı yere geri döndü. Önceleri erkekler kadınları yargılarken şimdi kadınlar kendilerini yargılamaya başladılar. Bu tanımların değişmesi bana kalırsa çok fazla tehlikeli olmaya başladı çünkü arkadan gelen yeni neslin düşündüğü şeyler de bu yönde olmaya başladı. Genç kızlar gerçek yeteneği kusursuz sürülen mat ruj sanmaktalar. Akılcı anlayış yerle bir olmuş durumda. Bu yüzden bu algıya kendini kaptırmamış bir kadın görmek zorlaşmaya başladı. Rönesans’ın Son Günlerinde Aşk artık günümüzde unutulan bir şeyi geri hatırlatmak için yazılmış bir kitap bence: bir kadının güzelliği. Bahsedilen bu güzellik cinsel değil zekâ üzerinden, kendi kararlarını alabilen modern bir kadın üzerinden verilmiştir. Bir dönemin kapısının kapanmasını betimler aslında Sandra. Bu dönem Rönesans’tan beri süregelen güzellik anlayışıdır. Artık bunun değişmesinin zamanı geldi bence. Kadın dediğin zeki, kolay yıkılmayan, güçlü bir varlıktır. İşte bunun yer edinmesi lazım toplumda, ortada koşuşturan Barbie bebeklerin değil. Zaman modern zamansa ona ayak uydurmak da bu eğilimlerin ortadan kalkmasıyla oluşur. İlerlememiz lazım; gerek teknolojide gerek bilimde kısacası her şeyde. Hâlâ cevaplanamayan birçok şey varken dünyada kadınların kendilerini bu şekilde harcamaları büyük bir ziyan bence, sizce de öyle değil mi? Doğukan Kaya BİR BEDDUANIN ÖYKÜSÜ Bu dünyaya, gerçekten beraberinde bir talihsizlik silsilesi taşıyarak gelen bazı insanlar var, ne yazık ki. Bu insancıklar, genelde düşük gelirli bir ülkede, düşük gelirli bir ailenin çocuğu olarak doğuyorlar. Ama mesele sadece paraları olmayışı da değil böylelerinin. Çünkü Suriye ve Yemen örneğinde olduğu gibi, birtakım çıkar çevrelerinin savaşının ortasında kalıyor bu insanlar ayrıca. Ellerinde sadece iki seçenekleri oluyor; kalmak ve ölmek ya da gitmek ve belki de hayatta kalmayı başarmak. Kalırlarsa ölecekler ama işin kötü tarafı şu ki, giderlerse de yaşayacaklarının bir garantisi yok. Yine de umutlarından bir yol inşa ederek kaçıyorlar. Gidilecek yer belli. Daha güvenli olan komşu ülkeler. Ama komşu ülkeler genelde pek misafirperver olmuyor onlara karşı. Ya kabul edip sefalet dolu mülteci kamplarına tıkıyorlar ya da reddedip ölüme terk ediyorlar. Red cevabı alanların tek şansı da yasa dışı yolları denemek oluyor, ki bu yollar onları çoğu kez ölüme götürüyor. Nereden mi biliyorum? Çünkü her gün, Akdeniz'de batan içi mülteci dolu kayıkların ve gemilerin haberlerini görüyorum televizyonda. Tabi bu zavallıcıkların içlerinde, birazcık da olsa şanslı olanlar da yok değil böyleleri sağ salim kapağı başka bir ülkeye atmayı başarıyorlar ama buradan sonrası da, trajedinin yeni bölümü demek onlar için. Kaçak oldukları için ya iş bulamıyorlar ya da çok ucuza, sigortasız ve kötü şartlarda çalıştırılıyorlar. Onların acizliğini sömürmekten bir an bile olsun utanmayın bazı işverenler ise, onlara bir iş ve maaş sağladıkları için kendileriyle övünebiliyorlar. E iş bulamayan ne yapıyor derseniz eğer, bu sorunun cevabını hepinizin bildiğini söylerim ben de. Evet, doğru bildiniz. Suçlu oluyorlar. Çetelere ya da terör örgütlerine üye oluyorlar. Hırsızlık yapıyorlar, hatta adam öldürüyorlar. Neden biliyor musunuz? Çünkü hayatta kalmak için başka hiçbir şans bırakmıyor onlara o çok övündüğümüz modern dünyamız. Bugün Funda Çoban'ın Sokak Siyaseti adlı kitabını bitirdiğimde, söylediklerimde ne kadar haklı olduğumu bir kere daha anladım. Bu dünyada şikayetçi olduğumuz ne kadar problem varsa hepsini, bizim yarattığımızı bir kez daha hatırlattı yazar bana. Teröristleri de suçluları da biz yoktan var ediyoruz. Kimseyi suçlamaya, yargılamaya, hatta cezalandırmaya bile hakkımız yok bizim. O insanlar sadece hayatta kalmaya çalışıyorlar çünkü. Onlara yasal yollardan nefes alma fırsatı bile vermediğimizden, yasa dışı yollara sapmaları gayet normal aslında. Ne bekliyorduk ki? Gidip bir köşede ölmelerini mi? Kendi kendilerini yok etmelerini mi? Yoksa ayağımıza kapanıp ağlamalarını mı? Bunlardan herhangi birisini elbette ki yapmayacaklar. Ne de olsa onlar da insan, her ne kadar biz değillermiş gibi davransak da. Hayatta kalmak için sonuna kadar savaşacaklar yani. Gerekirse kanunla bile savaşır insanlar, yaşamak istiyorlarsa. Onlara başka şans vermeyen insanların onları etiketlemesi, dışlaması ve cezalandırmaya çalışması çok ironik aslında ve de haksızlığın dik alası. Adalet denen şey, bu dünyada yok belli ki. Olsaydı, böyle olmazdı. Olsaydı, sırf yanlış yerde, yanlış zamanda dünyaya geldiği için acılara, yoksulluğa, ölüme terk edilmez, suça itilmezdi insanlar. Olsaydı, birileri onların da insan olduğunu hatırlar ve yardım elini uzatırdı. Ama bunların hiçbirisi olmuyor bu dünyada. Seni aç ve açık bir halde dışarıda biz bıraktık demiyoruz da, sen suç işledin diyoruz. Lütfedip sormuyoruz ama niye işledin bu suçu diye. Her şeyin en doğrusunu bilirmişiz gibi. Hem suçluyuz hem güçlüyüz anlayacağınız. Batsın bu modern dünyamız da, o insanların ahlarının altında kalalım inşallah. Belki günahlarımızdan bir nebze de olsa arınırız. Kaynakça Çoban, Funda. Sokak Siyaseti. Metis Yayıncılık, İstanbul: 2015. Yoksa ayağımıza kapanıp ağlamalarını mı? Bunlardan herhangi birisini elbette ki yapmayacaklar. Ne de olsa onlar da insan, her ne kadar biz değillermiş gibi davransak da. Hayatta kalmak için sonuna kadar savaşacaklar yani. Gerekirse kanunla bile savaşır insanlar, yaşamak istiyorlarsa. Onlara başka şans vermeyen insanların onları etiketlemesi, dışlaması ve cezalandırmaya çalışması çok ironik aslında ve de haksızlığın dik alası. Adalet denen şey, bu dünyada yok belli ki. Olsaydı, böyle olmazdı. Olsaydı, sırf yanlış yerde, yanlış zamanda dünyaya geldiği için acılara, yoksulluğa, ölüme terk edilmez, suça itilmezdi insanlar. Olsaydı, birileri onların da insan olduğunu hatırlar ve yardım elini uzatırdı. Ama bunların hiçbirisi olmuyor bu dünyada. Seni aç ve açık bir halde dışarıda biz bıraktık demiyoruz da, sen suç işledin diyoruz. Lütfedip sormuyoruz ama niye işledin bu suçu diye. Her şeyin en doğrusunu bilirmişiz gibi. Hem suçluyuz hem güçlüyüz anlayacağınız. Batsın bu modern dünyamız da, o insanların ahlarının altında kalalım inşallah. Belki günahlarımızdan bir nebze de olsa arınırız. Kaynakça Çoban, Funda. Sokak Siyaseti. Metis Yayıncılık, İstanbul: 2015. Yaman Yağız TAŞBAĞ Sevgi Analizi Jeanette Winterson Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın adlı kitabı kendi hayat hikâyesini anlatıyor. Çocukluğundan beri evlatlık olduğu hissettirildiğinden dolayı sevgi hakkında farklı düşüncelere kapılmış ve bunu kitabına da güzel yansıtmış. Jeanette kitabında ilginç bir noktaya değiniyor, "Herhangi birinin sizi sırf siz olduğunuz için sevdiğine inanmanız olanaksızdır!” bu ifade bende uzun zamandır düşünmediğim sorulara cevap aramama yol açtı: Sevgi var mıdır? Sevgi varsa nedir? Eğer sevebilirsek kimleri severiz? Bu soruları hem normal sevgi olarak değerlendirebiliriz hem de aşk olarak. Bence sevginin olduğu barizdir aslında ama burada kilit nokta neye sevgi dediğimizdir. Bir annenin çocuğuna karşı hissettiği şey sevgi midir yoksa zorunluluk mu? Sevgiliye hissedilen his sevgi değil de bencillik midir? Bunu bilmek bize ne fayda sağlar diye düşünülebilir ama sevginin varlığını sorgulamak bize, onu gerçekten hissettiğimizde onu yaşanması gerektiği gibi yaşayabilmeyi öğretir. Sevginin varlığına inanmayan bir insan iyi bir anne veya sevgili olamaz çünkü yaptıkları şeyleri istediklerinden ya da içlerinden geldiğinden değil etrafındakilerden öyle gördükleri için yaparlar ama günün sonunda düşündükleri tek şey yine kendileri olur. Bu da ancak hazin bir sonla sonuçlanabilir. Sevginin tanımını yapmak gerçekten de zor bir iştir. Bu durum belki de sevginin saf olarak olup olmadığından emin olmadığımız için kaynaklanıyor olabilir. Şimdilik sevginin tanımını "karşı taraftan bir karşılık beklemeden fayda sağlama dürtüsü" olarak düşünelim. Bu olay aslında düşününce mantıklı değildir ve bizi mantıktan uzaklaştırır çünkü içgüdülerimize zıt bir durumdur. Biz insan olarak arzuladığımız şey hep daha fazlası ve en iyisidir ama sevmek bunlara karşı çıkar ve kendini azaltarak karşındakini çoğaltırsın. Ama bu azalış hiç azalıyor gibi hissettirmez sanki insandan daha ilahi bir varlığa dönüşüyormuşuz gibi hissettirir. Lakin taraflardan biri yerin dibine doğru yol almaya başlar çünkü aslında bütün sevgiler tek taraflıdır. Bildiğimiz gibi fizikte enerjinin korunumu yasası vardır bence bu duygular için de geçerlidir. Dünya üzerinde toplam hissedilen duygular sabit gibi düşünebiliriz. Bence bu bakış açısı yaşanan çoğu sıkıntıyı açıklıyor. Şahsen ben karmaya inandığımdan dolayı insanların hemen hepsinin yaklaşık olarak eşit sayıda azalan ya da çoğalan taraf olduğunu düşünüyorum. Bu da kimi sevdiğimiz aslında iki temel sorunun cevabına indirgenebilir: Kim benden daha çok mutlu olmayı hak ediyor ve kim beni mutlu edebilir? O anki ruh halimize göre bu iki sorudan birine cevap ararız. İlk başta birinci soruyu sormak çok mantıklı görünmeyebilir fakat azalmak da aslında bir ihtiyaçtır. Fazla mutluluk insanı yıkılan bir baraj edasıyla taşırabilir ve bir daha asla mutlu olamaz bir halde bırakabilir. Düşününce fark edilebilir ki her iki durumda da bencilce davranıyoruz ama karşıdaki taraf da bundan fayda sağlıyor. O zaman sevmek ve sevilmek belki de dünya üzerinde bulunan en adil şeydir. Karşılıklı taraflara etkisi tamamen zıt olsa da ikisini dengeliyor. Bu durum genelde neden kendimizle uyuşmayan insanları sevmeye meyilli olduğumuzu açıklayabilir. Sevgi gerçekten de ilginç bir kavram. İlk bakışta ne kadar insanın doğasına aykırı bir dürtü gibi görünse de aslında kendimizi sabitlememize olanak sağlıyor. Ne kadar bencilse o kadar da paylaşımcı... Bu kadar zıtlığın bir arada bulunması alışıldık bir durum değil pek insan hislerinde. Bütün hislerimiz ya hep ileriye ya da geriye gitmemizi söylerken sevgi daire çizmemize neden oluyor. Bu durum da sevgiyi üzerine düşünülmeye değer kılıyor. Çallıoğlu 1 Mert Çallıoğlu 21301795 TURK101/16 Başak Berna Cordan 21/12/2014 6-2 Toplumun Büyük Silahı: Direnmek Edebi eserler, bizlere dokunma, hayatlarımızda izler bırakma ve düşüncelerimizi, görüşlerimizi etkileme gücüne sahipken aynı zamanda bazı konuları irdelememize ve güncel hayatla bağdaştırmamıza olanak verir. Bu ürünler yazılı da olsa görsel de olsa içinde bilim, siyaset, psikoloji vb. birçok başka alanla ilgili konular barındırır ve bunları bizlere sorgulatır. Orijinal adı “V for Vendetta” olan “V” filmi de seyirciye sadece hayatı ve yaşadığımız dünyada olup bitenleri sorgulatmakla kalmayıp aynı zamanda siyaset alanında da birçok noktaya değiniyor. James Mcteigue’nin yönetmen koltuğuna oturduğu ve ABD-Almanya ortak yapımı olan bu kült film, vizyona girdiği yıldan beri ününü hep artırmış ve dünyanın dört bir yanında kalıcı izler bırakmıştır. Büyük bir beğeniyle izlediğim ve oyunculuklara hayran olduğum bu film, siyaset alanını ve yaşadığımız dünyadaki sistemi irdelememi sağladı. Güncel hayatla da bağdaştırdığım filmde ülkemizden de yaşadığımız olaylardan da çok benzerlikler fark ettim. Otoriter rejimlerin insanlar üzerinde kurduğu baskı ve bunun sonucu ortaya çıkan bir halk ayaklanması son derece güzel bir kurgu ile anlatılmış. Hem bu yapıdaki devletlerin hem de onlara karşı çıkan bu tip ayaklanmaların yaşadığımız bu dünyada da farklı farklı örneklerini görüyoruz. Çallıoğlu 2 Otoriter baskıcı bir rejim ya da böyle bir sistemin yöneticisi olan bir diktatör denilince ilk aklıma 20. yüzyıla damgasını vuran ve şu an zalimliğin sembolü haline gelmiş Adolf Hitler ve Nazi Almanyası geliyor. Seçimlerde aldığı yüksek oylarla iktidara gelip kazandığı bu yetkiyi tamamen bireysel çıkarları, hırsları ve kendi ideali için kullanan ve bu uğurda bir katliam gerçekleştiren bir insanı anlayabilmek mümkün değil. İktidarların en temel görevi önce halkın tamamını kucaklayarak ülkedeki herkesin can ve mal güvenliğini sağlayıp toplumun daha ileriye gitmesi için çaba göstermektir. Benim için örnek bir lider, toplumun çıkarlarını bireysel önceliklerinden üstün tutarak vatandaşların refah içerisinde uygar bir biçimde yaşamasını sağlamak adına ülkeyi hep daha ileriye taşımayı kendine görev edinmiş ve bunu hayatının merkezi yapmış insandır. Bu anlamda da Hitler’in tamamen aksine bir örnek olarak yine 20. yüzyıla damgasını vurmuş ülkemizin kurtarıcısı ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu tanıma en uygun kişidir. Ulu Önderimiz, bir Kurtuluş Savaşı başlatarak vatan topraklarını kurtarmış, bağımsızlık kazanmış ve de ardından ülkeyi Monarşiden Cumhuriyete geçiren bir devrim yapmakla kalmayıp toplumun her alanda ileriye gitmesini sağlayan bir sürü inkılaba öncülük etmiştir. Başta arkalarında büyük bir destek bulanan bu iki liderin yaptıkları, idealleri ve karakterleri arasında son derece büyük farklılıklar var. Aynı paralelde şu an Hitler zalimliğin sembolü olmuş ve Almanya tarafından bile kötülenen bir tarihi kişilikken Atatürk savaş yönetmiş bir komutan olmasına rağmen barışçıl bir dünya öğütleyen bir lider ve hâlâ tüm dünyanın hayran olduğu bir devrimcidir. Rejimler ve liderler arası farklılıkların dışında bu baskıcı düzenlere karşı V karakterinin filmde başlatmış olduğu gibi dünyanın farklı yerlerinde de protestolar yaşanmaktadır. Sadece son yıllara baktığımızda bile Brezilya’daki protestolar, Arap Baharı, Wall Street protestosu ve de ülkemizde 2013’ün Haziran ayında yaşanan Gezi Parkı Çallıoğlu 3 protestosu gibi tüm dünyanın ilgisini çeken halk ayaklanmalarını görüyoruz. Bu olaylar farklı farklı yerlerde yaşanmış olmasına rağmen temelde ortaya çıkan resim hepsinde aynıdır. Bu protestolar, insanların baskıcı ve halkı dinlemeden başına buyruk hareket eden iktidarlara karşı ortaya koyduğu dirençtir. Her iktidarın da protestoculara karşı nefret duygusu besleyip onlara savaş açmak yerine bu olayları önemseyip temel görevlerini hatırlamaları ve ortada büyük bir başarısızlık var ise gururlu davranıp istifa etme olgunluğunu göstermeleri gerekir. Sonuç olarak, “V” filmi Gezi parkı protestosunda V karakterinin maskesinin kullanılmasından anlaşılacağı üzere otoriter rejimleri ve onlara karşı çıkan direnişleri başarılı bir kurguyla anlatarak bu doğrultuda yaşanan olayları etkilemeyi dahi başarmıştır. Bu film, benim de bu konular üzerine düşünmemi ve bazı tespitlerde bulunmamı sağladı. Umarım gelecekte iktidarlar halklarıyla daha barışık olur ve böyle olaylara bu kadar gerek duyulmaz. Kaynakça: V. Yön. James McTeigue. 2006. FETÖ ve Hükümet En çok günümüz Türkiye’sinde yaygınlaşmış,MİT ile birlikte neredeyse bütün emniyet birimlerine sızmış,pislik bir örgüttür FETÖ.Tabii bu sızmalar 1990’dan sonra başlamış ancak en çok,emniyet içindeki büyüme hızı 2000’lerde ivme kazanmıştır.En son patlak veren 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle birlikte hemen her gün FETÖ adını gazetelerden ya da televizyonlardan duyar olduk.Peki bu örgüt nasıl oldu da devletin,ordunun,emniyet güçlerinin ya da yargının içine kadar sızdı?Esas sorulması gereken soru bence buradadır.Bunun asıl sorumluları bazı insanlar kabul etmek istemese bile hükümet ve bizzat cumhurbaşkanının ta kendisidir çünkü aslında bunun nedeni ‘’İn’’ kitabının yazarı eski İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun’un dediği gibi cumhurbaşkanının’’Ne istediler de vermedik?’’sözünde yatmaktadır.Tabii bazı insanların aklının nasıl çalıştığını anlamak çok güç çünkü bazı şeylerin-hatta çoğu şeyin-hükümetin hatası olduğunu kabul etmemekte ısrar ediyorlar.Takım tutar gibi parti tutulmamalı çünkü ülkenin başına ne geliyorsa bu psikolojideki insanlar yüzünden geliyor.240 küsur kişinin öldüğü kanlı bir gece olan 15 temmuz gibi bir örnek var elimizde.Elbette bunun sorumlusu Fethullah Gülen’in başında olduğu bu örgüt olabilir ama tek sorumlu olduğunu düşünmek aklımızı çalıştırmadığımızı gösterir.Sonuçta o darbeyi gerçekleştirmeye çalışan komutanları bulundukları mevkiye atayan bir mekanizma var.Bu mekanizma da bizzat cumhurbaşkanı tarafından yürütülüyor.Dahası,bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın Fethullah Gülen’in yan yana çekilmiş fotoğrafları vardır ama ne zaman çıkar ilişkileri değişse bazı insanlar birisiyle ne kadar samimi ve ortak olursa olsun,çıkan fotoğraflarla ilgili soru sorulduğunda bir elin parmağını geçmediğini söylerler görüşmeleri hakkında.Aklımızla dalga geçmek bu olsa gerek! 15 temmuzdan sonra FETÖ soruşturması kapsamında ülkede bir yığın gözaltına alınmalar,tutuklanmalar ve ihraçlar yaşandı.16 temmuz sabahı beş binden fazla hakimler ve savcılardan bazıları gözaltına alınıp tutuklandılar.21 bin devlet memuru ihraç edildi.Bunun sonucunda tabii ki mağduriyetler yaşandı çünkü ben gözaltı kararlarının ya da tutuklamaların rastgele olduğunu düşünüyorum yoksa olaylar sona erdikten birkaç saat sonra nasıl olur da gözaltılar,tutuklamalar başlar?Bu ne hız?Bu durum mağduriyetler yaşatmakla birlikte olup ülkede neredeyse hakim,savcı veya general bırakmamıştır.Hükümetin bu çok sayıda gözaltı ve tutuklama kararı nasıl geliştiği çok önemlidir çünkü gözaltına alınan,tutuklanan veya ihraç edilen herkesin FETÖ mensubu olduğu biliniyorsa şu ana kadar neredeydi bu hükümet?Bu akıllara bazı soru işaretleri getiriyor.Acaba bu tutuklamalar ve gözaltılar daha önceden mi kararlaştırılmıştı?Ben bazı insanların aksine bunun hükümetin ve cumhurbaşkanının bir oyunu olduğunu düşünmüyorum ama hükümet ve bizzat cumhurbaşkanı bunu fırsata çevirmiş olabilir.Zaten bu tutuklanmalar ve gözaltılar olacaktı ve bu olay da onlara mükemmel bir kılıf hazırladı.FETÖ istemeden hükümete yardım etmiş oldu.Hükümet de durumu lehine çevirmiş oldu.Artık istedikleri şekilde,istediği mevkilere kendi adamlarını atayabileceklerdir benim düşünceme göre.Bu durumda,olayın gidişatına bakarsak ülkenin geleceği hiç de iç açıcı değildir çünkü FETÖ tamamen temizlendi mi bilinmiyor- ki bence henüz temizlenmedi çünkü köklü ve çok iyi örgütlenmiş ve mutlaka başka planları olan bir örgütlenmedir FETÖ-,bu ihraçlar yardımıyla diyelim ki temizlenmiş olsa bile yapılan bu ihraçlar aslında bir nevi hükümet darbesidir ne yazık ki.Yani şunu demek istiyorum ki bu yol ile tamamen kendi adamlarını yerleştirebileceklerdir birçok devlet kademesine. Temizlenmiş olsa da olmasa da,her iki şekilde belki de bu olayların perde arkası 20-30 yıl sonra çıkar.Tabii bu 30 yıl içinde ülkede ne gibi dolaplar döneceğini de ne yazık ki hiç kimse bilemez.Her şeyin çabucak aydınlığa kavuşmasını dilemekten başka bir çaremiz olduğunu zaten pek de sanmıyorum. Kaynak:Sabri Uzun/İn(Kırmızı Kedi Yayınevi,2014) Yazar/Kitabın adı:Sabri Uzun/İn KAR TANELERİNİN SUÇU NE? Gülerken, ağlarken, otobüse binerken, yabancı biriyle konuşurken, kısacası hayatımın her anında, kendimden önce insanlara ulaştırmam gereken bir mesajla yaşıyorum: Ben bir kadınım. Tarihin hangi döneminde kadınlar değersizleştirildi, bilmiyorum. Ama yaşadığım bu zamanda ve bu ülkede; kadın olmanın insanın üzerine yüklediği o ağır sorumluluğu taşıyarak, erkenden büyüdüm, büyümek zorunda bırakıldım. Boş zamanlarımda ise kendimi bunun neden böyle olduğunu sorarken buluyorum. Bulabildiğim geçerli tek bir cevap yok henüz ve olduğunu da düşünmüyorum ama bunu sorgulamaktan da alıkoyamıyorum kendimi. Kadınların ne kadar önemli olduğunu her fırsatta söyleyen ve kız öğrencilerine, kendi ayakları üstünde durabilmeleri için her türlü desteği veren eğitimci bir babanın ve hayatını Türk kadını ve kadın haklarına adamış bir annenin çocuğu olarak doğdum ve bu hayat tarzına uygun şekilde yetiştirildim. Ailemden gördüğüm, öğrendiğim bir şey var ise; o da insanlara - cinsiyetleri fark etmeksizin- insan oldukları için değer verip saygı göstermek. Gerçek dünyada işlerin böyle yürümediğini ilk kez gördüğümde ise çok şaşırmıştım. Buna en yakından babaannemde tanık oldum sanırım. “Erkek değil mi, yapar.” sözü ilk kez -ama son değil- o zaman çarpmıştı tokat gibi yüzüme. Çocuk aklıyla günlerce düşünmüştüm; neden erkek kardeşim, erkek olduğu için benden üstün diye. O soruya verecek bir cevap bulamadığımdaysa; kadın olarak babaannemin neden erkekleri kadınlardan üstün gördüğü olmuştu, tabii bu soruya da bir cevap bulamadım. Düşününce maruz kaldığım en “masum” çifte standarttı bu. Sonrasını ise Yeni Türkü’nün bir şarkı sözü en iyi şekilde özetliyor sanırım: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Büyüdükçe, etrafımda olanı biteni idrak etmeye başladıkça, kadın olmanın zorluklarıyla karşı karşıya kaldım. Dünyanın kirli oluşuna değil de, yeryüzüne düşen kar tanelerinin beyazlığına laf edildiğini gördüm. Ben büyürken; tecavüzlerin sebebi kadınlara yıkıldı, çocuk gelinler hamile kaldı, bir kadın gidecek başka bir yeri olmadığı, yaşadıklarını kimselere anlatamadığı, utandığı için kocasından dayak yemeye devam etti. Bir kadın, şort giydiği için otobüste yüzüne tekme yedi. Erkek arkadaşını terk ettiği için vuruldu bir diğer genç kız. Tüm bunlar olurken, henüz başına bir “şey” gelmediği için şanslı olan bizler, kendimizi kimden, niye korumamız gerektiğini bile bilmeden önlemler aldık güvenliğimiz için. Akşam vakti taksiye tek başımıza binmedik, eğer zorunda kaldıysak, plakayı bir yakınımıza göndererek bindik. Issız bir sokakta hızlı adımlarla yürüdük, olası bir gölgede yok olmamak için. Sesli gülmedik, istediğimiz gibi giyinmedik. Aşağılandık. Sustuk. Susturulduk. Tüm bunları nefes almak kadar normal ve “hayati” derecede önemli olarak görür hale geldik. Kızgınım, hak etmediğimiz hayatları yaşamak zorunda bırakıldığımız için. Ama en çok da kadınlara kızgınım. Kendilerini erkeklerle eşit görmeyen, sözde zayıflıklarını kabul eden ve olan biteni görmezden gelip kadın olmanın “kaderine” boyun eğmeye devam eden kadınlara… Yine de, o kadınlar da dâhil olmak üzere, her yeni güne, kime karşı olduğumuzu bile bilmeden, savaşlar vererek başlıyoruz. Bazen kazanıp, bazen hafif sıyrıklarla atlatıyoruz bu günlük muharebeleri. Günün sonunda kendimizi bir diğer güne hazırlamaya başlıyoruz ve bu kısır döngü hayatımızın sonuna kadar yakamızı bırakmıyor. Yirmi yaşında genç bir kadın için o kadar sözlü ya da fiziksel taciz, kadın cinayeti haberleri duydum, okudum, tanık oldum ki yaşadığım dünyaya olan inancım ve umudum bitmeye yüz tutmuş bir mum gibi her geçen gün yanarak kendi kendini tüketiyor. Evet, bugüne kadar hayatta kaldım belki ama ne kadar yaşayabildim ondan emin değilim. Hasibe Kurnaz Kaynakça Yeni Türkü-Telli Turna şarkı sözü Çok Gezen mi… Yurt dışına çıkmayı, amacınız gezmek olsun olmasın, her zaman bir lüks olarak görmüşümdür. Bu nedenle ancak fotoğraflarda görebileceğinizi sandığınız eski püskü binaların yanından yürümek ve kültürünüze yabancı sokakların havasını almak fikri her zaman beni heyecanlandırmıştır. Bu heyecan genlerimde olmalı ki, ailem de benimle aynı hisleri paylaşıyor. Bu nedenle 2017 yazında, Erasmus programı sayesinde İtalya’nın Torino kentinde öğrenim gören ağabeyimi, ailemle ziyarete gittiğimde, iki üç günlüğüne bile olsa, zamanında Avrupa’nın kültür başkenti seçilmiş Cenova’yı gezmeye karar verdik. Avrupa’daki diğer ünlü şehirlerinin cetvelle çizilmiş sokaklarına karşın, iki kişinin bile yan yana ancak yürüyebildiği daracık sokaklar en belirgin özelliği Cenova’nın. Uzun isimleri nedeniyle haritada bile zar zor bulunan sokaklar ve İtalyanların kötü yol tarifleri birleşince şehirde kaybolmanız kaçınılmaz oluyor. Sanırım bu yönden biraz Türklere benziyorlar; kimse yol sorduğunuzda “bilmiyorum” demek istemiyor. Sizi illa bir yere yönlendiriyorlar. Yine de her taşı tarih kokan bu yerde kaybolmak bile çok eğlenceli geliyor insana. İtalyanlar durumun farkında olsa gerek, çoğu şehirde asansör dedikleri, sizi göğe yükseltip şehri tepeden görmenizi sağlayan kuleler var. Böylece gideceğiniz yeri önceden görüp, kaybolma riskinizi azaltıyorsunuz. Kaybolma kısmı tabii ki işin şakası. Aslında asansörlere bindiğinizde eski binaları ve o tarihi görüntüyü nasıl da özenle koruduklarını görüyorsunuz. Bu tarihi dokunun bu kadar korunmuş ve hala korunuyor olmasının altında, şehrin yerlilerinin farkındalığı yatıyor. Kimse oturduğu evi restore ederken dış görüntüyü bozmamış hatta balkona asılan çiçeklerin saksısı bile kaldırımlarla ilginç bir uyum içinde. Ünlü giyim markaları bile eski yapıtların içinde yer alıyor ve hiçbirinin kocaman ışıklı, rengârenk tabelaları insanın gözüne çarpmıyor. Buna karşın halk yalnızca özel hayatı ve yaşadığı şehirden ibaret. Neredeyse hiçbir yerli, tüm dünyanın konuştuğu ortak dili, İngilizceyi bilmiyor. Hiçbir sinemada orijinal dilinde Hollywood filmi gösterilmiyor ve marketlerdeki paketli yiyeceklerin, yabancı markalar dâhil, açıklamaları İngilizce değil. Hatta İtalyan çizerlere ait olan ve Amerika’nın vahşi batı hikâyelerini anlatan ünlü Tex çizgi romanını bile çevirme işini yabancılara bıraktıklarını öğrendim. Örneğin Türkçe çevirisini yapan kişi, İtalya’ya okumak için gelmiş Türk bir öğrenciymiş. Tabii ki bu bilgiyi de müzeleri gezerken, tesadüfen babamdan öğreniyorum. Müzelerden bahsetmişken, şehirde özellikle sanata önem verildiği belli oluyor. Müzedeki eserler izleyiciye rahatsızlık vermeyecek biçimde korunuyor ve sergileniyor. Ayrıca sanatın yayılmasına da önem verdiklerini düşünüyorum çünkü yalnızca müzelerde İngilizce konusunda sıkıntı yaşamıyorsunuz. Kiliseler de bir müze kimliğine sahip. Klasik müzik konseri gibi etkinlikler kiliselerde yer alabiliyor. Bunun dışında sokaklarda çok yaygın bir “canlı heykel” modası var. İnsanlar kıyafetlerini ve kendilerini boyayıp, konularına uygun eşyalarla heykel gibi duruyorlar. Gönlünüzden kopan 3-5 kuruşa duruşlarını değiştirip size farklı açılardan poz veriyorlar. Dikkatimi çeken bir diğer husus da, insanların düşüncelerini sanat yoluyla ifade etmelerine izin verilmesiydi. Mesela yakın zamanda şehirde meydana gelmiş bir kadına şiddet olayının insanlar tarafından bir meydana yerleştirilen fotoğraf, çiçek, oyuncak bebek ve benzeri şeylerle protesto edilmesine izin verilmişti. Tüm bunlara ek olarak mesafeler çok uzak değil. Araba kullanan çok kişi var elbette ve tabii ki çoğu İtalyan markası arabalar. Ancak şehir denize nazır olduğu için, gezmişken şöyle bir deniz havası da alalım diyorsanız yürümenizi ya da bisiklete binmenizi öneririm. İyisiyle kötüsüyle yaşanan her şey deneyim sayılabilir bence. Benim gözlemlerimden aktardıklarımı kendi gözünüzle değerlendirmenizi şiddetle tavsiye ederim. “Çok gezen mi daha bilgilidir, çok okuyan mı” diye sorarsanız kesin bir cevap veremem ama deneyimlediğiniz şeylerin her zaman okuduklarınızdan daha kalıcı olacağını söyleyebilirim. Aybüke Yılmazer Yirmi Yedinci Masa İstanbul’un dününü ve bugünü her şeyi kronolojik sırasıyla veren bir tarih kitabından değil de, bir Zülfü Livaneli kalemi olan Konstantiniyye Otelinden, yani bir romandan, bıkmadan, usanmadan adeta bir zaman makinesine girmişçesine büyük bir zevkle okudum. Büyük bir zevkle okumamın sebebi ise, Livaneli’nin, tarihi romanın kurgularının arasına bir halıdaki ince detaylar gibi incelikle işlemesiydi. Öyle ki, otel hakkında konum bilgisi verirken bile geçmişle bağlantı kurarak tarih hakkında bilgiler veriyor. Herkesin göremeyeceği, görenlerin ise işleme hakkında birbirlerinden farklı yorumlar yapabilmesine olanak sağlayan o işlemelerdi, tarih hakkında verdiği detaylar. Diğer bir yandan, İstanbul’da yaşamış ve halen yaşamakta olan insanları çok ilginç bir şekilde sınıflandırmış. İlginç demenin sebebi ise sınıflandırmaya bir hayli karşı olan Livaneli’nin, kimseye çaktırmadan gayet titizlikle yapmasıydı. Daha önce söylediğim gibi, herkes aynı şeye bakıyor olsa bile, birbirinden farklı birçok yorum gelebilir. Masa numaralarının yükselmesiyle, alçalan sınıflar hakkında. Günümüz sınıf ayrımını işlemenin en etkili yolu olarak geldi bana. Nitekim pek uzak değilim bu görüntülere haberlerden ve gazetelerden. Her kitap insanı içine çekip hayal kurduramaz, fakat bu kitap bunu başardı ve giyinip kuşanıp eski İstanbul sokaklarında ana kahraman Zehra hanımın rüyasıyla birlikte dolanmaya başladım. İşte bu yüzden oldukça başarılı bulduğum bir romandır Konstantiniyye Oteli. Her sokağında ayrı yaşamlar… Bir sokakta zenginlik ve sefa içinde yaşayan üst sınıf, diğer sokakta ise yiyecek ekmek bulamayan ve sefalet içinde yaşayan alt sınıf. Ortalara serpiştirilmiş takım elbiseli memurlarımız. Ha bu arada tam İstanbul’un sokaklarında gezerken pat diye dürtülüyorum, çoğu bölümün başında verilen tarihten kısa bilgiler tarafından. Tam dalmışım heyecanla geziniyorum o dar sokaklarda, birden imparator üçüncü Mikhail’in nasıl öldürüldüğü bilgisiyle durduruluyorum. Pat diye kesilen heyecanlı bölümler, daha da tetikliyor gezinme isteğini ve tarih bilgileri biter bitmez devam ediyorum aynı şevkle sokaklarda salına salına gezmeye. Kitaptan beynimin içine giren ve beni bırakmayan bir düşünce vardı; masa numaraları. Davetli olan kralın bir numaralı masaya oturması ve diğer herkesin onun masasını hayranlıkla izlemesi tıpkı günümüzdeki gibi. Cumhurbaşkanlığı sarayında düzenlenen yemek, ortadaki en büyük ve en ihtişamlı masada oturan liderler ve diğer masalar… Buradan yazarın kafamda canlandırdığı şey ise şu; o salona davetli binlerce insan var, fakat hepsi farklı sınıftan. Düşünsene, dedim kendime, bir şehrin en büyük ve en ihtişamlı otelinin açılışına çağırılacak kadar önemlisin, fakat içeri bir giriyorsun, masa numaraları var. Davetlinin işine, konumuna, ailesine ve cüzdanına göre masalar. En ücra köşedeki, gözlerden ırak bir masaya oturtuluyorsun, o davet edildiğindeki havan devam eder mi? Durun hemen cevap vereyim; o eski halimden eser yok şimdi. Havamı söndüren o sınıflandırma, tıpkı bu dünyadaki gibi, herkesle aynı dünyayı paylaşıyorum, ama kimseyle aynı değilim. Tıpkı Amerika’da doğan Robert ve Suriye’de doğan Hüseyin gibi. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok aslında İstanbul’u pek bilmediğim için oradan örnek veremeyeceğim ama Ankara’dan verebilirim, Çinçin’de doğup büyüyen birisiyle, Or-an’da doğup büyüyen kişi eşit şartlara sahip olamıyor maalesef. Aynı şehirdeler fakat semtleri farklı, aynı davette olup biri yirmi yedinci diğeri birinci masada oturan, iki ayrı sosyal statüdeki insan gibi. Eski zamanlarla, bugünü öyle güzel bağdaştırmış ki yazar geçmişten bahsederken bugünün ana haber bültenini izler gibi oldum her sayfasında. Yirmi Yedinci masada oturacağını öğrenince başından aşşağıya kaynar sular dökülen o adamla, cumhurbaşkanlığı davetinde en ücra köşeye atılan köy muhtarı gibi. O kadar ince işlemiş ki sınıf ayrımını, her gün gazete manşetlerinde gördüğümüz fakat sarayın ihtişamının ve sansasyonlarının yanında aklımızın ucundan geçmeyen masalar arasındaki kutuplaşmayı anımsattı bana. Otuz farklı masa, otuz farklı sınıf... Zengin, orta sınıf ve fakir olarak bildiğimiz ekonomik sınıf meğerse kendi arasında da birçok parçaya bölünüyormuş dedim. Ekonomik sınıfları otuza bölüp incelemek, ufak bir yaş pastayı koca sınıfa bölüştürmeye çalışan fedakar öğretmenimi anımsattı bana. Ayrıca çok güzel bir soru sordurdu kendime dair; dünyaya davetliyim, fakat kaç numaralı masaya? Kaynakça Konstantiniyye Oteli, Ömer Zülfü LİVANELİ, Doğan Kitap, İstanbul, 2015. Osman Furkan KAR Gerçek Duruş Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti -Erdem Bayazıt Yedi Güzel Adam, 1950’li yıllarda yolları kesişen ve edebiyatımıza pek çok eser kazandıran bir grup arkadaşın hem o dönemlerini hem de 1970’lerde tekrar memleketlerine dönmelerinin ardından yaşadıklarını anlatan bir TRT dizisi. Son zamanlarda gözlemlediğim bir şekilde şiirin, sanatın dahi toplumda ayrılmalara yol açması yüzünden bu dizinin ve şairlerinin üstlendikleri bütünleştirici rol bağlamında bende çok etkisi var. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir şiir kitabı beni çok yaraladı. Bir şiir derlemesinin sadece belli bir kesimin küçük ve uçlaşmış bir yüzdesine, onları kışkırtıcı bir şekilde hitap etmesine anlam veremiyordum. Uzun bir süredir bu kadar üzüldüğümü ve sarsıldığımı hatırlamıyorum. Ancak kaybettiğim huzurumu bulmam bu sefer zor olmadı, çünkü adresi biliyordum artık. Yedi Güzel Adam, konu edindiği ve şairlerinin yaşadığı zaman gereği 1970’lerdeki Maraş Katliamı’nı da içeriyor. Bunun benim şu an içinde olduğum ruh hâliyle olan ilgisi ise bu olaydaki şairlerin tutumu. Buradaki şairler kapsayıcı ve fikirlerinden bağımsız bir şekilde toplum bütününü korumaya gönül vermişler. Bu içinde olduğum senaryo ise beni ister istemez bir karşılaştırma içine sokuyor. Her izlediğimde o zamanın havasını soluyorum ve fark ediyorum ki bir şair yargıç değil, yargılamaz; avukat değil, savunmaz; savcı değil, suçlamaz. Bir şair ayrıştırmaz, o tüm evreni kucaklar. Bu bir şair duruşudur, bir devrimci duruşudur, bir insan duruşudur. (Bir şair her şeyi kucakladığını haykırırken) Yedi Güzel Adam ile anladığım kadarıyla ise gözlemlediğim sorunun, geçmişte çok zarar gördüklerini ve ezildiklerini iddia eden kesimin bugünlerdeki hoşnutsuz ve kendi özlerinden uzak davranışlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Ben muhafazakâr kalıbını, önemseyen ve önemsediğini koruyan olarak tanımlıyorum. Bu yüzden de hayran oldukları sözde milli değerlerini korumak yerine, iğneleme yaparak ortamı bir çatışma alanına döndürenleri sevmiyorum. Çünkü farkındayım ki bu kutuplaşmanın bir devrim olduğu kanısındalar. Ne kadar üzücü... Kutuplaşma ile devrimciliğin, devrimcinin farkında olmayan ama söylemleri halk tarafından karşılık bulan insanların varlığı benim içimi yiyor. Devrimci, intikam peşinde olan biri olamaz, zira bu onların tanımladığı bir devrimci duruşu bile değil. Benim, bu kesimin yakın zamandaki besleyicileri olanlardan anladığım ve hissettiğim kadarıyla – ki bu şairler benim için ilham vericidir ve çok etkileyicidir- devrimci; toplayıcı ve kucaklayıcıdır, yığıcı ve bölücü değil; devrimci olmak şahit olmaktır ve bunları aktarmaktır, her varlığı selamlamaktır. Yedi Güzel Adam tam olarak bunu anlatıyor işte. Sanatın ve özellikle şiirin gücünün farkındalar ve bunu bütünlüğü kurmak için kullanıyorlar. Dizide bu bütünlüğün dile getirilme yöntemine ise hayran oldum. Şairlerimiz hitap ettiği kitleyi büyütebilmek ve herkesin yüreğine adeta dokunabilmek için her kesimden ve görüşten şiirler okuyorlar ve bunları sohbetlerinde de kullanıyorlar. Nazım Hikmet, Atilla İlhan ve Necip Fazıl peş peşe konuşuluyor ve onlardan alıntılar yapılıyor. Hatta sırf bugünlere bir öğüt olması açısından olduğunu düşünüyorum, dizide geçen bazı şiir ve şarkılar daha o zaman yazılmamıştı bile. Ben zihnimde bir bu tutumu tartıyorum bir de günümüzde yeni çıkan şairleri düşünüyorum ve görüyorum ki şu anda bunun olması neredeyse imkânsız. Ben siyasi kimliklerden bağımsızlığımızı ilân ederek bu yanlışları tartışmak istiyorum. Ancak bu şiddetli kutuplaşmaya katkıda bulunan sözde devrimci olan günümüz yeni şairlerinin tutumları sonucu ben bile bu konuda yazarken, konuşurken hatta düşünürken ‘bu kesim’, ‘onlar’ gibi söylemlerde bulunuyorum. Gittikçe ayrılıyoruz birbirimizden ve bu kasvetli ortamda olmaktan yoruluyorum. Yedi Güzel Adam, kendi sahip olduğu kucaklayıcı etkilerle beni kendisine çeken ve beni etkileyen bir yapım. İzlediğimde günümüze notlar düşmemi ve gözlerimi açıp olan biteni görmemi sağlayan, beni uyaran ama her izlediğimde huzurumu bana geri veren bir eser. Bu huzur sayesinde hissettiğimse tanık olduğum devrimci şair duruşuna ve yaşadığım kıyamete olan hayranlık ve o yoldan gitme isteği Nazım Hikmet’in dediği gibi: Meselâ bir barikatta dövüşerek Meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken Meselâ denerken damarlarında bir serumu. Ölmek ayıp olur mu? ( Devrimci Duruşu Sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=_wY_ANDImDw ) KARDEŞ KARDEŞİ NEDEN ÖTEKİLER? Turusan Avcıoğlu | 04.06.2015 Mersin’in en büyük ilçelerinden biri olan Tarsus’ta bütün bir ilkokul ve ortaokul hayatı geçirdim. 6 yaşında, Ağrı’dan geldikten sonra Tarsus’un havası gerçekten çok sıcak ve bunaltıcı gelmişti ve bunun üstüne bütün arkadaşlarımı hatta sevdiğim kız Yağmur’u da kaybetmiştim artık. 5 yaşında ne sevgili diyenler olabilir fakat kreşteki her öğle uyku saatlerinde onun yanında yatmak için kırk takla atardım. Tarsus’a geldiğimiz ilk gün eşyalarımızın taşındığını gördükçe haliyle ağlıyordum, tam o sırada benim yaşlarımda dümdüz saçlı hafif sarışın bir çocuk yanıma geldi ve ‘’üzülme, gel şurada oyuncakçı var gidip bakalım mı?’’ dedi. Ses tonu biraz değişik bu çocuğun benim ağlamamdan etkilenip yardım etmeye çalışmasını hala unutamam. Adı Ferhat olan bu çocukla arkadaşlığımız o zaman başladı, anaokuluna beraber gittik ve en sonunda ilkokula kaydımızı yaptırdık. İçinde bir gram kötülük bulunmayan bu çocuk, nerde üzülen yalnız birisi varsa yardım ederdi ve derslerinde başarılı olduğu için de bütün öğretmenler tarafından sevilirdi. Hatta bir gün beden eğitimi dersinde okulun en şişman çocuklarından biri olan Tolga daha ders başlangıcında alt eşofmanının arka bölgesi yırtılınca biz bütün sınıf, her zaman yaptığımız gibi, ‘’Şişko, Tolga’’ diye gülerek bağırdık. O anda, öğretmene fark ettirmeden, Ferhat kendi eşofmanı biraz yırttı ve öğretmene gidip ‘’Öğretmenim eşofmanım yırtıldı da bugün Tolga ile ben otursak olur mu?’’ dedi ve izni aldı. Bütün gün Tolga ile kenarda oturup sohbet eden Ferhat’a karşı hayranlığım bir kat daha arttı. Bir gün gece yarısı Ferhat’ın babasının terzi dükkânının karşısında silah sesi geldi ve sese doğru koşan herkes yerde kanlarla yatan ölü adamı gördü. O anda babam beni ve kardeşimi annemle beraber eve gönderdi. Sonraki gün kahvaltıda annemle babam konuşurken duydum ki, dedesi gazi olan arada sırada bizimle futbol oynayan Mehmet abi öldürülmüş. Mehmet abinin babası, aşırı milliyetçi bir insan olan, Selami amcada öldürülme sırasında dükkânında bulunan Ferhat’ın babası olan Tekin amcayı suçlamış. Aynı Ferhat gibi babası da çok iyi kalpli bir insan ve bir karıncayı bile incittiğini görmediğim birisiydi, böyle bir şey yaptığına asla ihtimal veremedim. Ertesi hafta okula gittiğimde Ferhat’ın herkesle vedalaştığı gördüm, bana Ankara’ya taşındıklarını, artık buralarda kalamayacaklarını söyledi. 10 yaşında bir erkek çocuğu olarak bir hafta ağlamıştım o zamanlar. Neden gitmişlerdi? Bunun üzerine babamla annem karşıma oturdu ve Ferhat’ın ailesinin aslında Ermeni olduğunu, Tekin amcanın asıl adının Teotos hatta Ferhat’ın adının da Farhad olduğunu anlattılar. Ben bu söylenenlere karşı ‘’Ne olacak ha Teotos ha Tekin, Tekin amca kimseyi öldürmedi, öldürse hapse atılırdı zaten onlar niye gitti?’’ diyordum. Bunun üzerine annemle babam tarihteki bazı Türk-Ermeni olaylarını anlattı fakat hala niye gittiklerini anlayamamıştım. Geçenlerde Bilkent’teki bir hocamın bana hediye ettiği Ankaralı Ermeniler Konuşuyor adlı kitabın kapağını açıp okumaya başlayınca, içinde en az elli tane Ferhat’ın yaşadıklarına benzer hikâyeleri gördüm. Hala Ermeni insanların isimlerini dinlerini rahatça söylemediklerini, mahalledeki en ufak bir olayda bile bütün gözlerin büyük bir şüphe ile onların üzerine çevrildiğini okudum. Kamu kuruluşlarında görev verilmeyen bu insanlar öz ve öz bu ülkenin vatandaşları hatta bu ülkeye çoğu Türk’ten çok hizmet ettiklerini okudum. Okul, siyaset, serbest piyasa ve aklınıza gelebilecek her alanda negatif ayrımcılığa uğrayan bu insanların sürekli ezilip sürüldüğünü okudum. Ben okudukça aklıma o güzel insan Ferhat geldi, anılarımız geldi ve ağladım. Belki de bu yüzden Ferhat nerde ötekileşmiş kendi istemediği bir nedenden dolayı kenara atılmış, dışlanan mutsuz kimi gördüyse yardım etti, onlara arkadaş oldu. Dün Ferhat bugün bir başkası, her dışladığımız Ermeni aslında 1000 yıllık kardeşimiz. KAYNAKÇA Balancar, Ferda. Sessizliği Sesi III: Ankaralı Ermeniler Konuşuyor, Hrant Dink Vakfı Yayınları, İstanbul (Aralık 2013) Lütfi Ataberk Aksoy Yol Arkadaşım Hayat herkes için zorluklarla dolu engebeli bir yoldur. Bu yol boyunca farklı zamanlarda, farklı yerlerde bize eşlik edecek insanlar ile tanışma fırsatımız olur. Kimisi hayat yolculuğunda yalpalayıp zamana yenik düşerek aramızdan ayrılır, kimisi ise bu yolda aldığımız kararlardan ötürü farklı bir yolda yürümek zorunda kalır. Bu kişinin kim olacağını ve aramızdan ne zaman ayrılacağını bilmek mümkün değildir. Anne ve babam gözlerimizi açtığım andan itibaren bu hayat yolculuğumda elimi hiç bırakmadı. Bu engebeli yolda yürümeyi bana onlar öğretti. İlkokul çağlarına kadar süren bu kuvvetli bağa zamanla yeni insanlar eklendi. Kendine has özellikleriyle başkalarının arasından sıyrılıp bu yolda benimle beraber yürümek isteyen diğer insanlar… Eğitim hayatıma başladığım andan itibaren yıllar geçtikçe arkadaş ilişkilerim hayatımda ailemden daha fazla yer tutmaya başladı. Ailemin bana sunduğu sevgi ve şefkatin yerini hiçbir şey alamaz ancak bir arkadaşım ile yaptığım muhabbeti de hiçbir zaman aile ortamında bulamam tabikî. Gün boyunca gördüğüm, muhabbet ettiğim aynı sırada beraber oturduğum sınıf arkadaşlarım. Ama biliyorsunuz kimilerinin yeri ayrıdır. İki kişilik bir sıraya oturduğumda yanımda kalan yer o özel insana, kardeşim dediğim kişiye aittir. Harçlığımı çarçur ettiğimde, tostunun yarısını benimle paylaşan, öz kardeşimle aynı şekilde hitap ettiğim kişiye. Birbirimizin evine çok sık gidip gelirdik. Beraber bilgisayarda oyunlar oynayıp yeni öğrendiğimiz şeyleri birbirimizle paylaşırdık. Annesi, bize domatesli tost yapardı. Bu açıdan düşününce fark ettim ki Yiğit’i diğerlerinden ayıran şey yediğimiz tostlar gibi duruyor. Ancak ortaokulda ikimiz de değiştik ve hayata bakış açımızda bu oranda farklılaştı. Beraber takıldığımız grup içerisinde başlayan tartışmalar beni bir yol ayrımına getirdi. Tercih yapmak zorundaydım; ya Yiğit’i seçecektim ya da kardeşim dediğim düğer insanları. Günden güne kardeşliğimiz düşmanlığa dönüştü. Diğerlerinin etkisinde kalmışım. Çocuktum, farkına varamadım. Aynı yolda beraber yürüdüğüm kardeşime sırtımı döndüm, hayatımdan çıkışını izledim. Yediğim tostların da bir tadı kalmamıştı artık. Kardeşlik ne kadar değerli ve vazgeçilmez olsa hayatta bazı durumlar sizi bu bağı koparmaya itebiliyor. Diğerler insanlar tarafından yapılan baskılar ya da düşünce yapımızın değişimi gibi. Çoğu zaman güçlü bir yoldan çıkarıcı olan aşk bu bağı sarsan bir etken olabiliyor. İki yakın arkadaşın arasına giren bir sevgili en yakınları bile birbirinden uzaklaştırabiliyor. Bu durum lise zamanlarında başlayıp ömür boyu devam ediyor. Dostluk ve arkadaşlık, aile gibi yeri doldurulamaz bir kavram olsa da bir gülümsemesiyle kalbimizi yerinden sökebilen kişiye kıyasla daha sönük kalıyor. Kitapta Sadık ve Ertuğrul’un karşı karşıya kaldığı durum da buna benzerlik gösteriyor. Yıllardır süre gelen dostluk, kardeşlik, iş ortaklığı ve geçmişte yaşanan güzel günler. Fakat sıcak yaz güneşinin önüne geçen bir bulut misali, ikisinin de aynı kadına âşık olması bu güzel anıları gölgeliyor. Aşk; kölesi ettiklerini kor ateşiyle yakan, yokluğunda insanın kalbini donduran, şairlere sonsuz ilham kaynağı olan çok güçlü bir duygudur. Hakikisini elde etmek neredeyse imkânsızken bulan hiç kimse bundan feragat edemez. Tıpkı bir balıkçının kaçan balığa yakarışı gibi keşkeler düğümlenir sevgilinin içinde. Elde ettiğinde asla bırakamaz. Sadık bey o aşkı bulduğuna inanır. Yılların içinde oluşturduğu eksiklik ve âşık olduğu insanı elinden kaçırama düşüncesi onu daha zayıf kılar. Amacı ve öncelikleri bellidir. O değerli insanı kollarında hissetmenin, kalbindeki o büyük boşluğu doldurmanın vaktidir. Ancak terazinin diğer kefesinde de bir bu kadar ağır bir yük vardır. Dostu, kardeşi, yol arkadaşı Ertuğrul. Hiçbiri bir diğerinin yerini dolduramazken sadece birini seçebilecek olmak bir işkence değildir de nedir? Pınar Kür’ün eseri ‘’Sadık Bey’’ bu ikilemleri içerisinde kalmış iki yakın dostun yaşadıklarını biz okurlarına sunarak geçmişte belki de tostumuzu paylaştığımız o değerli insanları bize tekrardan anımsatıyor. Hayat Yolu Hayatta nerede olduğunuzu düşündünüz mü hiç? Hiç hayatınızın hangi aşamasında olduğunuza kafa yordunuz mu? Hayatınızın başında, ortasında ya da sonunda olduğunuzu hiç merak ettiniz mi? Bu sorulara cevap vermek zor olsa gerek. Çünkü insan sürekli bir değişim içindedir. İnsan her geçen gün kendine yeni alışkanlıklar, yeni davranışlar edinir. Bunları edinmekle birlikte kendine yeni deneyimler edinir. Ancak bu deneyimler ne kadar çok olursa olsun insanın her zaman bir hedefi vardır. Ulaşması gereken hedefleri, gerçekleştirmesi gereken amaçları vardır insanın. İster hayatın başında olun, ister sonunda insan her zaman kendine yeni hedefler koyabilir. İnsan her zaman kendine yeni amaçlar edinebilir. Çünkü insan sürekli değişen, sürekli kendine yeni şeyler katabilen, sürekli daha fazlasını elde edebilen bir varlıktır. İnsan hayatta nerede olursa olsun, kendine yapacak şeyler adayabilir. Hayatınızın başında olduğunuzu düşünün. Daha çok küçükken amaçlar boy göstermeye başlar insanlarda. Bu amaç ister yeni bir bilgisayar, yeni bir bisiklet ya da yeni bir oyuncaktır. Küçük bir çocuğun amacı ne olabilir ki? Yaş büyüdükçe amaçlar değişiyor elbette. İnsan daha da büyüdükçe eski amaçların yerini yeni cep telefonları, yeni kıyafetler ya da yeni ortamlar alıyor. Daha da büyüdükçe olaylar biraz karışıyor çünkü insan hayat yolunun sonuna doğru çok zamanı kalmadığını anlıyor ve daha önceden keşfetmediği şeyleri keşfetmek istiyor. Şimdi Ya Da Asla filminde de görüldüğü üzere hayatının sonuna gelmiş iki insanın amaçları tamamen daha önce keşfetmediklerini keşfetme üzerine kurulu. İnsan, hayatının başındayken küçük şeylerle mutlu olabiliyor fakat vakit geçtikçe, hayat yolunda ilerledikçe bu istekler çok daha karmaşıklaşıyor. İstekler artık parayla alınamayacak hale geliyor. Geçmişteki pişmanlıklarını, geçmişte hayalini kurduğu şeyleri amaç edinir kendine insan. Deneyimlerinden çıkardığı derslerle şekillendirir insan gelecekteki amaçlarını. Geçmişinden aldıklarını şimdiki hayatıyla harmanlayarak gelecekteki isteklerini belirler insan. Bu değişim insanın hayatının sonuna kadar devam eder. İnsan hayatının sonuna kadar amaçlarıyla yaşar, gerçekleştiremediklerini aklında tutarak hayatına devam eder ve sonunda hayata veda eder. İnsan asla amaçsız kalmaz her zaman ulaşmaya çalıştığı bir şeylere sahiptir. Devamlı farklı bir elma dalına uzanmaya çalışan insan her amacı gerçekleştiği zaman biraz daha gelişir. Kendini bir adım ileri atar adeta her hedefin gerçekleşmesiyle. Bu amaçlar, hedefler, istekler gerçekleşmese bile insanı biraz da olsa ileri taşır çünkü bu yolda verilen emek insana çok şey öğretir. Fakat, insan her amacını gerçekleştiremez hayatının sonuna gelene kadar. Bu yüzdendir ki insan hayatının son anında bile kendine yeni amaçlar yeni istekler yaratabilir. Hasta yatağında yatan, ömrünün sonuna gelmiş, hayat yolunu tamamlamış bir insana amaçlarını sorduğunuzda uzun bir listeyle karşılaşabilirsiniz. Çünkü hayatının sonuna gelmiş bir insanın yaşadığı onca deneyim ona yüzlerce amaç yaratmak için malzeme yaratmıştır. Hepimiz hayat yolunda birer yolcuyuz. Deneyimlerimizi kullanarak ilerliyoruz bu yolda. Başlarda amaçlarımızı yavaştan belirliyoruz, ortalarda daha da ilerletiyoruz amaçları fakat hayat yolunun sonunda deneyimlerden oluşturduğumuz bir amaç listesi çıkarıyoruz kendimize. Bu liste uzun yıllar boyunca topladığımız onca deneyimle harmanlanmış ve onca zorlukla oluşturulan bir listedir. Bu liste hayat yolunda ilerledikçe uzar da uzar. Ancak bu listeyi tamamlayamadan yolun sonu gelmiştir çoktan. Hayat yolculuğumuzun sonuna geldiğimizi fark ettiğimiz an listede aslında ne kadar çok şeyin kaldığının farkına varırız. Gerçekleştirebildiğimiz ve gerçekleştiremediğimiz amaçlarımızla yolun sonuna geliriz ve veda ederiz hayat yoluna. TUNA ERSOY 21602892 İpek Gök 21601030 Kitap: Charlie Chaplin’in Son Dansı Yazar: Fabio Stassi Bir Palyaçodur Ölüm Sinema benim için hep bir illüzyon, büyüleyici bir sanat dalı olmuştur. Günümüzde bazı filmlerde teknoloji, oyuncuların önüne geçmiş gibi görünür. Ama sessiz film dönemlerindeki sinema, seyircileri sihirli bir dünyaya götüren ve onların hayal güçlerini zorlayan bir büyüye sahipti. Konuşmalar ve anlatımlar konuşma kartlarıyla çok kısa cümlelerle özetlenirken, teknik hile ve ışık oyunlarının henüz uygulanmadığı bu dönemlerde oyunculara çok fazla iş düşmekteydi. Charlie Chaplin, filmlerindeki ismiyle “Tramp” sessiz sinema döneminin en ünlü aktörü ve film yapımcısı idi. Güldürmek bence ağlatmaktan çok daha zordur. Charlie Chaplin, kıyafeti, mimikleri ve hareketleriyle yıllarca seyircilerini güldürmüş ve güldürürken de hüzünlendirmiştir. Bir film yapımcısının “Her oyun biraz hüzün kaldırır” sözünü unutmamış ve hüznü kendi görüntüsüne katmıştır. Bir sokak falcısı, çok gençken Chaplin'e çok zengin ve ünlü olacağını ve 82 yaşında bir yılbaşı gecesi öleceğini söylemiştir. Bunu hiç unutamayan Charlie Chaplin, 82 yaşının yılbaşı gecesi onu almaya gelen ölümle bir pazarlık yapar. Eğer ölümü güldürebilirse ölüm ona diğer yılbaşına kadar yaşaması için bir yıl daha süre verecektir. Güldürmek, hele ölümü güldürmek, ne kadar zordur! Chaplin bunun bilincindedir. Ancak, bu süreyi kendisi için değil, 9 yaşındaki oğlu Christopher için istemektedir. Onun biraz daha büyümesini ve kendisine ihtiyacı olmayacak bir yaşa gelmesini arzu etmektedir. Ölüm bu anlaşmayı kabul eder ve bir dahaki yılbaşına kadar süre verir. Ölümle pazarlık etmek! Onunla bir anlaşmaya varıp süre kazanmak dünyadaki en değerli ödül değil midir? Chaplin bunun değerini bilir ve en başından başlayarak oğlu Christopher'e yaşam öyküsünü anlatır. İngiltere'de bir sirkte başlayan hayatı Amerika'da devam etmiştir. Amerika'nın o dönemdeki şartları ve insanların birbirleriyle ilişkileri Charlie Chaplin'in hayatını da çok zorlaştırır. Bir baştan bir başa Amerika'yı defalarca dolaşır. Parasızdır ve yaşamını devam ettirmek için bulduğu her işte çalışır. Bu süre içinde, gördüğü her meslek ve milliyetten insan yüzlerini, mimiklerini ve davranışlarını hafızasına kaydeder. Daha sonra sinemada bu gözlemciliği çok işine yarayacaktır. Sinemadaki tiplemelerinin her biri gerçek yaşamda karşılaştığı, hafızasında yer etmiş kişilerdir. Filmlerinde hareket ve mimiklerıyle seyircilerini güldürürken; bir yandan da hüzünlendirir. Her oyun daima biraz hüzün içerir kuralı onun için hep geçerli olmuştur. Bu arada, her yılbaşında ölüm mutlaka ziyaretine gelmekte ve anlaşmalarını hatırlatmaktadır. Tramp her seferinde ölümü güldürerek yaşamını uzatmayı başarmaktadır. Sinema makinesi çalışmaya başlayıp ışık huzmesi perdeye vururken, o ışık demetinin içinde toz taneleri danseder. Sinemanın onu büyülediği an bu andır. Toz taneciklerinin ışıktaki dansıdır. Toz tanecikleri demetinde, sirkten arkadaşı Ezster atlarla akrobasi gösterileri yapar ve ona aşık olan Arlequin temizlik yaptığı eldivenlerini çıkarıp onu alkışlar. Arlequin Chaplin’e öylesine aşıktı ki, onun dansını sürekli seyretmek için bir tahta kutunun içine peşpeşe yerleştirdiği fotoğraflarla ilk sinema makinesini icat etmişti. Fırsat verilse herkes ölümle pazarlık etmez mi? Hayatta yapmak istediklerimiz, yapamadıklarımız, yarım bıraktıklarımız, yanında olmak istediklerimiz, hayallerimiz ve doyumsuz sevgilerimiz nasıl bırakılır? Tramp da ölümle yaptığı bu anlaşmanın değerini çok iyi bilmekte ve bir yıl daha kazanmak için tüm sanatını ortaya koymaktadır. Charlie Chaplin'in ölümle sohbeti ve onu her seferinde güldürerek zaman kazanması sırasında hatırladığı geçmişinde Arlequin önemli bir yer tutmaktadır. Onu bulmak için Amerika'yı bir baştan bir başa katetmiştir. Oysa o, hep yakınındadır. Her yılbaşında eğer güldüremezse canını almak üzere gelen ölüm Arlequin'dir. Anlaşmalarından altı sene sonraki yılbaşı gecesinde Charlie Chaplin 88 yaşındadır ve artık Arlequin ile gitmeye hazırdır. Dünya, Charlie Chaplin'i tanımış ve alkışlamıştır. O artık ölümsüzler arasına adını yazdırmıştır. Ama, sinemayı ilk keşfeden kişinin Edison değil Arlequin olduğunu sadece Charlie Chaplin bilmektedir. Dünyadan ayrılırken bu sır da onunla gidecektir. Yaşam insanlara verilmiş en güzel ödüldür. Her insan dünyaya geldiği şartları değiştirebilir ve hayallerini gerçekleştirebilir. Bunun için önce hayal etmek ve sonra da kararlılıkla ve vazgeçmeden hayallerinin peşinden gitmek gerekir. Bazen öyle kırgınlıklar ve başarısızlıklar yaşanabilir ki; pes etmek ve buraya kadarmış demek gelir insanın içinden. Oysa, 82 yaşında bile yaşam için savaşmak ve başarmak olasıdır. Başarmak için kararlı olmak ve hayallerinin peşinden koşmak yeterlidir. Amacı olan insanlar için yaş, zaman, mekan ve koşulların nasıl olduğu önemli değildir. Onlar hep hayallerinin gerçekleştiğini hayal eder ve engelleri görmezler. 82 yaşında bile ölüm kandırılarak zaman kazanılabilir. Çünkü ölümün de duyguları vardır ve onun da gülmeye ihtiyacı vardır. Oysa ölüm, belki de en sevdiği bir arkadaşla yeni bir başlangıç olacaktır. Ama yapılması gerekenler yapılmalı ve çok değerli 6 yıl daha yaşanmalıdır. Ölüm Arlequin'dir ama oğlu Christopher için 6 yıl daha kazanmayı başaran ve ona yaşam kılavuzu bırakarak veda eden de Charlie Chaplin’dir. Sessiz sinema dönemine adını veren ve yüzlerde her zaman bir gülümsemeyle hatırlanan Charlie Chaplin; sadece sanatıyla değil hayatıyla da hepimize ilham vermeye devam ediyor. Umay Eren Ertekin Bugün De Geçti Klişe bir laf ile başlayacağım. Koşuşturmalı bir gündü. Haftanın tatsız günü pazartesiye sabahın soğukluğunda uyanarak başlamıştım. Hiçbir zaman yeterince hızlı edemediğim bir kahvaltıdan sonra kendimi servise, oradan da okula attım. Bundan önceki onca günde olduğu gibi dersler bir zaman zinciri şeklinde geçti gitti, kendimi yemekhaneden çıkmış, dolmuştan inmiş ve eve gelmiş olarak buldum. Zaman koşmaya devam etti, ta ki tüm bu koşuşturmanın arasında bir şeye takılıp yavaşlamak zorunda kalana kadar. Yeni aldığım kitabı okuyordum, kafamın arka kısmında binbir şey dönüyordu ama okuduğum bölümün bende bir yankı uyandırdığını hissettim. "Bugün de geçti" diyordu Elif Key, okuduğum o Bize İki Çay Söyle adlı kitabında. Elif Key, bu cümleyi ilk olarak bir arkadaşının küçük yeğeninden duyduğunu ve kendisini derinden etkilediğini anlatıyor, geçen zamanın ardında duyguların ve yaşanmışlıkların neredeyse hiçbirinin hatırlamadığını düşünüyor. "Zaten unutuyorsun. Bugün de geçiyor, bugün de unutuyorsun." Ben de günümü unutmakla meşguldüm bu cümleleri okurken. Günler neredeyse hep aynı rutin ile geçmesine ve o günün sayısız kopyasını arkada bırakmama rağmen hayatın bu yoğun tekrarı bir şekilde iz bırakmıyor. Elif Key'in dikkatimi yönelttiği nokta, aslında çoğumuzun ilk başta normal olarak göreceği bir şey: Çoğu günler sıradan geçer, unutulur. Bizde güçlü veya yeni duygular yaratan anlar hafızamıza yerleşir, diğer tüm sıkıcı detaylar ise yok olur. Ancak bu sıkıcı detaylar, aslında yaşantımızın çoğunu oluşturmuyor mu? Hayat denilen şeyin bize getirdiği çoğu deneyim, unutulmaya mahkum, sıradan olan. Aklımıza kazıdığımız o güçlü duygular, coşkun, üzücü ya da korkutucu anılar bizi bir kişi olarak çok etkiliyor elbette, ama insan olmak belki de o sıradan günleri ardı ardına yaşamak anlamına geliyor aslında. Zamanımızın çoğu trafikte beklerken, öğle yemeğini yerken, markete yürürken geçiyor; sürpriz bir partide ya da okulun ilk gününde değil. Tutunduğumuz, en iyi hatırlayabileceğimiz anılarımız hayatımızın gerçeği içindeki istisnalar, normal durumu değil. Bu açıdan bir uzaylı Dünya'dan bir insanı alıp, ondan anılarını anlatmasını isteseydi herhalde insan olma deneyimi hakkında oldukça yanıltıcı bir izlenim edinirdi. Biraz düşününce kendimle o uzaylı arasında benzerlik görüyorum, çünkü benim de yaşadığım önceki yılların gerçekte nasıl olduğuna dair sadece hatırlamaya değer bulduğum anılarım kaldı. Sorguya çektiğim kendim bana gerçek izlenimleri veremiyor. Gerçek anlamda eski hayatımın dokusunu belirleyen tüm o sıradanlıkları her geçen sene ile daha da kaybediyorum. Hatırladığım özel günlerin etrafını saran unuttuğum günler denizi kalbinde eski rutinleri, alışılmışlıkları, hisleri, yani o geçmiş günlerin özünü taşıyordu. Bu kaybımı başka insanlara göre daha da büyütüyor olabilirim. Farklı ülkelerde yaşama şansı olmuş birisi olarak geriye baktığımda birbirinden oldukça farklı yaşam tarzlarını, renklerini geçirmiş ve bitirmiş olduğumu görüyorum çünkü. O eski günleri yaşayan yine ben olmama rağmen, "Eskiden hayatım nasıldı acaba?" diye düşünürken sanki soruyu bir yabancıya soruyorum. Zamanımı nasıl geçiriyordum? Eski arkadaşlarımla neler konuşuyorduk? Sıradan bir günde beni neler kaygılandırıyor, neler yoruyordu? Artık hatırlayamadığım hangi yüzleri eskiden her gün görüyordum? Bu sorulara şu andaki ben cevap veremiyor. Bakış açımı geçmişten çekerek şimdiye bakarsam gelecekteki benin de bu günler hakkında aynı türden soruları olacağını biliyorum. Şu anın en sıradan olayları, gelecekteki kendim için bir bilinmezlik, kafasının içinde solan bir hayal olacak. Bu unutuluş ve günlerin solması ne kadar üzücü bir gerçek de olsa hiçbir çaresi yok da değil. Günümüzün bir iyi tarafı, kendimiz anımızı onu unutarak geçirsek de bize en azından bazı parçalarını hatırlatabilen şeylerin var olması. Kendimizi ifade etmek için kullandığımız metotlar, unutulacak şeyleri saklayacak ya da kaydedecek çok sayıda değişik obje var. Evdeki kullanılmayan dolapların içinde eski günlüğümü ya da bir defterimi buluyorum bazen. Arada da eski fotoğraf albümlerini tekrar açıyorum, ya da telefonumdaki en eski resimlere tekrar bakıyorum. Bunları okumak, görmek, sayfalarına tekrar dokunmak geçmişteki günlerin bir silüetini çıkarıyor ortaya. Geçmişteki yabancıyı biraz daha iyi anladığımı düşünüyorum. Yaşayacak kadar şanslı olduğum tüm günlerin ne kadar azını hatırlayacağımın farkında olsam da arkada bıraktıklarımın küçük parçalarını bulabilecek olmam ve önümde de daha çok unutacak gün olması ile kendimi avutabiliyorum. Koşuşturmalı günlerin sonunda kafamı tekrar yastığa koyunca en azından bir sonraki günün ve barındırdığı tüm sıradanlıkların tadını onları yaşarken çıkaracağımı umabiliyorum. Kaynakça Key, Elif. Bize İki Çay Söyle. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015. Baskı. ŞEBNEM MANOLYA DEMİR TORNADO İNSAN Dün sokağa çıktım ve bir apartman gördüm. Küçük pencereleri, ışıldayan lambaları ve rengarenk badanasıyla oldukça güzeldi. Yine de camlarını kırmaya başladım. Yolumu da engellememişti bu bina aslında, umursamadım. Tüm gücümle kapılarına vurdum. İçinde insanlar vardı üstelik, aldırmadım. Kat kat yıkmaya başladım. İnsanlar ne yapıyordu o sırada? Binadakiler canları pahasına kaçıyordu, çevredekiler ise bakmıyordu bile bu tarafa. Gözlerini kapatmışlardı bu yıkıma. Tek başlarına beni durduramazlardı zaten, denemek anlamsızdı onlar için. Hem belki buradan çıkan bir çivi de işlerine yarardı, kim bilir? Her vuruşta daha çok güçlü hissediyordum, güçlendikçe de haklı. Parçaladığım kolonlar etrafa saçılırken kendi kendime sordum, neden haklıydım? Yapabildiğim için haklıydım, karşımda bir güç durmadığı için. Talan olmuş evin kalıntılarına baktım, istediğim için haklıydım, istediğim için yaptım. Haklı mıydım? Gerçekten yaptım mı? Yapmadım. Sokaktaki insanlar göz yummadılar çünkü, evdekiler öylece kaçışmadı. Kimse doğru olduğunu düşünmedi, ben de düşünmedim, istemedim. Gerçekten yaptım mı? Yaptım. Dün o evi parçalamadım belki ama onlarca ağaç kestim, hepimiz kestik. Hektarlarca toprak, metrekarelerce buzul erittik. Her gün her birimiz yüz binlerce ev yok ettik, sadece başkalarının değil bizim bile sayılabilecek evleri. Bilerek, isteyerek; umursamadan… Deniz kabuğu anahtarlıktan dolaplarca kürke… Neden istedik? Daha cazipti çünkü. Belki var olduğu günden belki de modernleşmeye başladığından beri insanoğlu olarak sahip olmak istiyoruz. Doğadaki bir güzelliği takdir etmekle yetinemiyoruz. Yolda duran son model bir arabaya karşı olduğu gibi karşımıza çıkan doğal bir güzellikte de ilk düşüncemiz ona sahip olmamız gerektiği oluyor, bir canlı olup olmadığı fark etmeksizin. Buna yol açan asıl düşünce ise varlığın bizi yücelttiğini, bize değer kattığını düşünmemiz. Sahip olduklarımızı bir statü belirtisi olarak gördükçe daha çok ve daha değerli objelere ihtiyaç duyuyoruz. Eskiden bir davete giderken şık görünmek için temiz elbiseler yeterken artık yılan derisi botlarımız, kuzu derisi pantolonumuz ve kürkümüz olmadan dışarı çıkamaz olduk. Kim ne der korkusu bizi öldürmeden giyinemediğimiz bir düzenin içine soktu ve biz buna izin verdik. Şimdi de çıkmak için çabalamak fazla zor geliyor. Sokakta kopardığımız çiçeklerden yok olan sayısız ormana… Neden göz yumduk? Daha kolaydı çünkü. İhtiyacımız olduğunu düşündük. Bir kağıdın asla arka yüzünü kullanamazdık, başka bir kağıt mutlaka gerekliydi. Elimizi daha az peçeteye silmek hiçbir zaman seçenek değildi bizim için, hepsine ihtiyacımız vardı. Zor gelen tasarruf yerine çılgınca harcamak ve bunun tek yol olduğunu düşünmek rahatımızı bozmazdı hem. Yok olan evren de göz ardı edilebilirdi, itiraz edemezdi nasıl olsa. Üzerine beton dökülen karınca yuvalarından eriyen kilometrelerce buzula… Neden umursamadık? Daha konforluydu çünkü. Her değişikliği kendimizi daha rahat ettirmek için yaptık, çevreyi umursamak bunu sekteye uğratabilirdi. Dikiş tezgahlarında yıllarca saç beyazlatmaktansa fabrikalar kurduk. Bunların saldığı gazlar bizim sorunumuz değildi; ısınan dünya, eriyen buzullar karşısında keyfimiz gayet yerindeydi, kolay olanı seçmiştik. Peki bize yettiği anda neden durmadık? Neden dünyayı yok etmek pahasına harcadık, ziyan ettik hatta öldürdük? Gereğinden fazlasına ihtiyacımız olduğunu neden düşündük? Hırslarımız toplumu şekillendirdi ve şimdi de toplum bizi şekillendiriyor. Elimizdekiyle yetinmeyi, mutlu olmayı bilmediğimiz için daha fazlasına duyduğumuz istek bizi ona ulaşmak için her şeyi yok etmeyi göze alan birer tornadoya dönüştürüyor. Bastığımız yeri yıkıp geçiyoruz. Bunu yapabilmek bizi daha hırslandırıyor. Sahip oldukça var olma düşüncesi gerekeni aldığımızda durmayı imkansızlaştırdığı gibi, zaten çok tercih etmediğimiz “kendinden başkasını düşünme” kavramını da hayatımızdan siliyor. Bir adım geri çıkıp büyük resmi görmek kimi zaman zor kimi zaman gereksiz kimi zaman yanlış geliyor artık bize. Farkında değiliz; ağaçların, hayvanların, bizden başka bir çevre olduğunun ve bazen kendimizin bile farkında değiliz artık. Olsaydık Ludovico Einaudi buzulun üzerinde piyano çalarak bir farkındalık yaratmaya çalışmazdı sanırım… Daha rahat olan umursamamaksa birileri neden ve nasıl bu rahat alandan çıkıp bir özveri gösterebiliyor? Objektif düşünmek, okumak, araştırmak toplumun bize dayattığı yanlışlardan çıkıp aslında olması gerekeni görmemizi, yapılması gerekeni yapmamızı sağlar. Ve eğer bir kıvılcımın ateşi başlattığını fark edersek yanlış yöne giden hata yüklü bu trenin doğrultusunu biraz da olsa değiştirebileceğimizi anlarız ve harekete geçeriz. İster kutuplarda piyano çalalım ister yerdeki bir kağıdı geri dönüştürelim, kendi kendimizi yok etmemek için yüzlerce seçeneğimiz var… Burak YILDIZ İktisat 21604124 ETİ DE BENİM KEMİĞİ DE Aşkıyla, dostluklarıyla, kantin önündeki sırasıyla, ders aralarındaki uzun eşek oyunlarıyla ve daha çok acılarıyla koca bir mazidir lise hayatı. Her şey saçlarının ortası dökülmüş, orta yaşlı, kahverengi ceketli müdür yardımcısının 2 top kağıt, birkaç evrak, biraz da bağış karşılığı yaptığı lise kaydı ile başlar. Kayıt olur olmaz da okulun kalabalıklığına ve geçmişine bağlı olarak 3 basamaklı ya da 4 basamaklı bir okul numarası verirler öğrencilere. Bebeklikten çocukluğa, çocukluktan ergenliğe kadar tüm zorluklarda yanımızda olan ebeveynlerimiz de artık gençliğe adım attığımız için gözü yaşlı ancak yine de mutludurlar kayıt zamanı. Hemen yanımızda oturup belgeleri bizim adımıza imzalarlar. Bizim adımıza müdür yardımcısıyla konuşurlar. Herkes mutlu bir an yaşar. Birden o cümle duyulur “eti sizin, kemiği bizim” ve karabulutlar çok geçmeden ergen gencin tepesinde belirir. Aile sorumluluğunu emin ellerle paylaştığı için mutlu, ergen duyduğu cümlenin ağırlıyla şaşkındır. Bu cümlenin yol açacağı sorunları bilmeden ilk gün evine mutlu döner. Zaten okuldan evine mutlu döndüğü tek gün de o gündür. Ardından okulda geçireceği her gün, ona “eti sizin, kemiği bizim” lafının etkilerini gösterecektir. Lisenin hapishaneden bir farkı yoktur. Tek tip kıyafet, herkesin isminden önce bilmesi gereken okul numarası ve yetkililerin gözetimi gibi bir çok ortak özelliği vardır hapishane ile lisenin. Et diye tabir edilen bedenimiz ise ailemiz tarafından lise yönetimine verilmiştir. Lise gençlere, kendisiyle aynı düşünceye sahip insanlar yetiştirmeye çalışan öğretmenleri, disiplin adı altında farklılıklarımızı öldüren idarecileri, kişiliğimizi ortaya çıkarmamıza izin veremeyen kurallarıyla eziyet eder. Karşılık vermeye de hakkınız yoktur bu duruma, baş da kaldıramazsınız. Etiniz onlara verilmiştir çünkü ve en ufacık özgürlük arayışınızda kendinizi gençliğinizi karartabilecek disiplin kurulunda bulabilirsiniz. Birazcık özgürlüğüne düşkün olan 1 her insan gençliğinde en az bir kere bu kurulun karşısına çıkmıştır zaten. Ben de çıkmıştım ve bana o eski günleri yeniden hatırlatan “Kadın Kokusu” adlı filmin savunma sahnesi oldu. ​ Hakkını savunduğu için, farklılığını ortaya çıkardığı için, içindeki devrimci ruhu keşfettiği için ya da en basitinden arkadaşlarını ispiyonlamadığı için bir çok genç liselerdeki disiplin kuruluna çıkıyor ve ruhun idam edilmesine boyun eğiyor. Eğmek istemeseler bile ailelerinin verdiği izinle, idareciler tarafından zorla boyun eğdiriliyorlar. Ben boyun eğmedim ve şuan bu satırları size yazabilecek duruma geldim. Benim gibi boyun eğmemiş, mücadele etmiş olsun ya da olmasın hayatlarında bir kere olsun bu durumu yaşamış ya da bu durumun kıyısından dönmüş insanlar iyi bilirler bahsettiğim şeyi. Adil yargılandığınız bir mahkeme değildir burası. Sizin geleceğiniz hakkınızda karar verecek olan, üniversite sınavını bile zorlukla kazanmış, duygularıyla hareket eden bir grup insan topluluğudur. Sizi sevip sevmemelerine bağlı olarak bile geleceğinizi karartabilir bu kurul. Asıl suç bir lise kuruluna bu kadar yetki veren eğitim sisteminde değil, bu kurulda bulunup gençlerin hayatıyla oynayan idarecilerde ya da tüm gençleri kendi düşünceleri yönünde şekillendirmeye çalışan ezberci öğretmenlerde de değil. Asıl suç bizi savunmak yerine başkalarının ellerine bırakan ailelerimizde. Disiplin kurulunun karşısına bir kere olsun çıkmış bir insan ortada bir yanlışlık olduğunu fark eder. Ben de bu yanlışlığı fark etmiştim ancak nedenini bulamamıştım. Filmdeki Frank karakterinin kendisine yardımcı olan genci savunmak için disiplin kurulunda yaptığı konuşmayı dinledikten sonra anladım ben de sorunun nerede olduğunu. Asıl sorun her konuda bize destek olan, gelişmemizi isteyen ve destekleyen ailelerimizin, onlara en çok ihtiyacımız olduğu noktada bizleri başkalarına emanet etmelerinde. Bir öğretmenin görevi öğretmektir, eğitmek değil. Eğitim ailenin görevidir ve başkasına devredilmemelidir. Kendini geliştirmiş, başarılı, girişimci, yeni fikirlere sahip insanlar arıyoruz. Aradığımız insanlar aslında etrafımızdaki insanlar. Tek sorunları ise bu insanların, kendilerini keşfedecekleri yıllarda ruhlarının bir disiplin kurulunda idam edilmesi. Bunun en büyük sorumlusu da çocuklarının daha iyi olmasını isteyen ailelerin, çocuklarını kontrolsüzce 2 kendilerinden daha iyi olmayan insanların ellerine bırakmaları. Daha iyi yetiştirilmiş evlatlar, daha yetenekli gençler, kendini geliştirmiş bir nesil istiyorsak çocuklarımızın her zaman arkasında olmalı, ezmeye çalışan insanlara karşı onları savunmalıyız ve çocuklarımız için gerekli olan eğitimi ailede vermeliyiz. 3 Çocuklar Ölebilir Yarın İnsanın insana uyguladığı zulüm ve eziyet belini doğrultup iki ayağının üzerinde durduğundan bu yana kesilmiş midir hiç? Duyulmuş görülmüş şey midir, yeryüzünün savaş, kan, anlaşmazlık görmediği bir anın varlığı? Birbiriyle didişmekten rahat bir nefes alamayan insana en büyük kötülüğü yine insan yapmıştır. Sınırlar çekmiş, yasaklar koymuştur. Kölelik de fakirlik de insanlığın eseridir. Savaş da öyle. İnsanoğlu yıkmış, yok etmiş, halkları perişan etmiş, sefil bırakmış, ama en onulmaz hasarı, unutulmaz acıları yine toplumun alt tabakalarına yaşatmıştır. İşçilere, işsizlere yaşatmıştır. Bütün bir toplumu mahveden, her biri vahşi birer cinayet olan bu savaşların varlığı onlar üzerinde elbette daha kalıcı izler bırakmıştır. Savaş görmüş, savaşı yaşamış insan topluluklarının psikolojilerinin, dünyaya bakış açılarının olumsuz yönde değişmiş olması sözlerimi kanıtlar niteliktedir. Bir buhran havası, yeis hali üzerine çökmüştür bu halkların. Bu hal özellikle soykırıma uğrayan milletlerin, dışlanan azınlıkların yakasını bırakmaz. Savaşı, sefalet içinde -insana, onurunu dipsiz kuyulara gömdüren sefalet içinde- yaşayanlar da bu halin etkisi altındadır. İnsan insanca yaşayamaz böyleyken. Açlığı da kanıksar, ölümü de. Tutunacak bir dal ararken dine, inanca tutunur kimi, kimi de çareyi sevdikleri için fedakarlıkta bulur. Böyle çırpınması aç karnını, açıkta olan sırtını unutmak içindir. Umutsuzluğun çaresizliğin dinmediği bir demdir bu. Yukarıda da dikkat çektiğim üzere, bu bahsettiğim umutsuzluğa, çaresizliğe en çok gömülenler sokaktaki vatandaşlardır, tebaadır, sefalet içinde yaşayanlardır. Geçelim dünya savaşlarını, geçelim bağımsızlık mücadelelerini, bugün bu anda bile, sevdiklerini kaybedenler, yerinden yurdundan olanlar onlardır. Filler tepişirken altında ezilenler onlar, anlamsız çıkar mücadelelerinde eksilenler onlardır. Fildişi kulelerinde, gelebilecek bütün tehlikelerden uzakta, halklarını birer satranç taşı gibi ortaya süren, farazi stratejilerle güden güç sahipleri ise huzur içinde yaşamışlardır. Emma Goldman'ın bu hususta söylediği şu söz her şeyi özetliyor: 'Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.'1 Katılmamak elde değil. Gerçekten, savaşlardan uğrunda dövüşemeyecek olanlar sorumludur. Bahsettiğim olgu, insanlık tarihi boyunca kesintisiz süren savaşların her birinde, öfkelenerek iğrenerek fark ettiğim bir ortak noktadır. İnsanlar ise, ne olup bittiğini Şekil 1 anlamadan, bir sabah elinde gazetesi, dünya harbinin patladığını anlarlar. Sermaye sahiplerinin, iktidarlarının toprak kavgasına, para hırsına kurban olur giderler. Geride, bu çaresizliği dindirsin diye yazılan şiirler türküler dışında hiçbir şey bırakmadan. 1 Emma Goldman, https://tr.wikiquote.org/wiki/Emma_Goldman Şekil 1 http://www.uzumbaba.com/belgeseller/tarihi_gazeteler/1937-1942/tarihi_gazeteler_1937-1942.htm Böylesine evrensel ve yüzyıllardır süregelen bir acıyı, ayıbı anlatan fikir kitaplarının, sanat eserlerinin ise literatürde ne kadar geniş bir yer tuttuğu ortadadır. Her milletin, her kavmin tecrübe ettiği savaş hakkında daima yazılar yazılmış oyunlar oynanmıştır. Bu oyunlardan birine gittim ben de geçtiğimiz günlerde. Beni müthiş sarsan bu tiyatro oyunu, savaş yıllarında yaşayan insanları, onların duygularını, bütün o zorlukları nasıl olup da kaldırabildiklerini anlamamı sağlamada çok yardımcı oldu. Gerek tarih kitaplarında gerekse romanlarda bulamadığım canlılığı onda buldum. Kader deyip boyun eğmelerini, boş inançlarla avunmalarını, çektikleri acıyı, onları kahreden savaş gerçeğini gördüm böylece. Anlattığım sefaleti, savaş yıllarını gördüm. Sonra, yani oyundan sonra, ben de bir korkuya kapıldım. Hep böyle mi sürecek insanlığın serüveni? Nazım'ın yıllar önce sorduğu sorular geliyor aklıma: 'Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran? Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?'2 İnsan bir yeknesaklık içinde savaşlara bata çıka mı ilerleyecek? Hiçbir anlam ve değeri olmayan sınırlar yüzünden, paylaşmayı bilmeyen açgözlülük yüzünden ölümlerin ardı arkası kesilmeyecek mi? İnsanın belki doğasında, belki varoluşunda koparıp atamadığı ya da boyun eğdiği bu kötü yüzü bir gün silinecek mi, silinmeyecek mi, bir cevap bulamadım, emin olamadım. Biz yine de iyimser olmaya çalışıp nasıl, ne koşullarda bunun önüne geçeceğimizi düşünelim, fikir üretelim. Nerede, ne koşulda yaşıyorsa yaşasın, gelecekte artık bu vahşeti, bu acıyı bir daha kimsenin tatmaması için. On binlerin, yüz binlerin hayatı öğrenmeden ölmemesi için. Çocukların şeker de yiyebilmeleri için. Günümüzde, medeniyetlerin alıp başını gittiği yıllarda bile dinmek bilmeyen bu kanın izleri yüzünden: 'Toplanın kadınlar, toplanın! Dünyanın pisliğini temizlemek için!'3 Ahmet Yaşar 21501802 2 Nazım Hikmet, Son Şiirler, s.122 3 D. Durvin – H.Provost, Çamaşırhane Nesibe Ayhan 21400900 VEFA NEYDİ? İnsanlar sahip oldukları değerler doğrultusunda yaşarlar. Tutum ve tavırlarını onlara göre biçimlendirir ve yönlendirirler. Günümüzde değişimden kaçamayan pek çok şey gibi değerlerimiz de bir bir değişiyor, anlamlarını yitiriyor. Değerler değiştikçe onlara olan bağlılık da zayıflıyor hâliyle. Bu durum, davranışların da değişmesine yol açıyor ve insanlık için çok kıymetli olan bazı duyguların unutulmasına sebep oluyor; “vefa” gibi. Gerçek anlamını unuttuğumuz şu günlerde bize en çok gerekli olan şeydir aslında vefa. Peki, neden unutuluyor? Toplumun yanlış yetiştirilmesinden mi kaynaklanıyor, yoksa değişen yaşam koşullarından mı? Verilen sözlerin tutulmaması, saygının yitirilmesi, güven kelimesinin anlamını yitirmesi, hoşgörünün kalmaması… Bir süre sonra da tüm bunların kanıksanması, vefayı sözlükteki herhangi bir kelime hâline getirse de vefa aslında bundan çok daha fazlasıdır. Derinden hissedilir. Yapılan küçücük bir iyilik, söylenilen bir söz, vefa için unutulamaz bir kıymettedir. Yanlışlar görmezden gelinir, yapılan hatalar affedilir. Gerekirse uğruna canlar verilir. Gönül borcudur vefa. Bir gönlün diğerine duyduğu aşkta sahip olduğu en kıymetli ziynettir. Emrah Öztürk bu durumu çok güzel anlatan “Kâmil Duruel’in Mezarı” isimli bir öykü yazmış. Vefanın aşkta vücut bulmuş hâli olan Kâmil Dede; yirmi yıl önce eşini kaybetmiş olmasına rağmen, ona duyduğu sevgisini ilk günkü gibi saklamış. Onun olmadığı her günü onu tekrar yâd ederek geçirmiş. Onu özlemediği tek bir gün olmamış. Bu yüzden mezarlık görevlisinden tek isteği eşinin mezarını açıp ona son bir kez daha sarılmak, hasretini biraz olsun dindirebilmekmiş. “…Bu 12 Nisan gecesiyle birlikte hayatımın rengini yitireli yirmi yıl oluyor. Tam yirmi yıldır onun yasını tutuyorum. O kadar çok ağladım ki artık göz pınarlarım kurudu. Yüreğim yol yol çatladı. Bir damla sudan mahrum bir çöl dervişiyim ben. Karımın sesine, kokusuna, tenine hasretim.” (Öztürk, 77) Şimdi görevlinin izin vermeyip dedeyi geri gönderdiğini ya da göndermiş olması gerektiğini düşünebilirsiniz fakat şaşırtıcı bir şekilde, dedenin hâlinden etkilendiğinden olsa gerek, mezarı açmayı kabul ediyor. Görevli izin verip mezar açılınca eşine duyduğu hasreti gideren Kâmil Dede oracıkta ruhunu teslim edip eşinin yanına gitmiş. Bu olay sevgisinin ne kadar gerçek, ne kadar içten olduğunun en büyük göstergesi olsa gerek. Ama bu husustaki asıl nokta, duyulan aşk değil de, gösterilen vefadır bence. Okuyunca hayran kalınacak türden olan bu vefa örneğini kim yaşamak istemez ki? Acaba günümüzde böyle vefa örnekleri kalmış mıdır yoksa Zeki Müren’in dediği gibi vefa sadece İstanbul’da bir semt adı mıdır? Sizi bilmem ama ben böyle durumlarla nadir karşılaşıldığı görüşündeyim. Yani vefanın ne demek olduğunun gerçekten farkında olan ve tüm hayatını bu gerçeğe adayan kişi sayısının aslında sayılı olduğunu çevremizdeki birçok örneğe bakarak öne sürebiliriz. Günlük hayatta da birçok kez karşılaştığımız gibi; evi çekip çeviren, çocukların en küçük dertleriyle bile ilgilenen kadına bir gülümseme veya iki güzel söz çok görülürken onsuz geçirilen yirmi yılın ardından adının unutulmayacağını garanti edebilir miyiz? Ya da hayat arkadaşı biricik eşi hastalanıp kendisini hatırlamayınca onun tüm bakımını üstlenip aynı sevgiyi gösterebileceğine teminat verebilir miyiz? İnsanların her geçen gün olaylar karşısında kayıtsız kalmaya başlaması buna en büyük sebep gösterilebilir belki de. Sorumluluklardan kaçan, kendini düşünen, karşı tarafın gözünden olaylara bakamayan birinin vefa sahibi olması beklenemez. Çünkü anlayış ve hoşgörünün olmadığı yerde sevgi olmaz. Sevginin duyulmadığı yerde de vefanın aranması ne kadar doğru olur? Daha şimdiden yitirilen bu kadar değerin olması insanı gelecek için kara kara düşünmeye sevk ediyor. Saygının, sadakatin, sevginin, hoşgörünün, “vefa”nın olmadığı bir toplum düşünün. Bu toplumun mutlu ve huzurlu bir şekilde hayatını sürdürülebilmesi mümkün olur mu? Eğer mümkün olsaydı bugüne kadar insanlar toplum değerlerine bu kadar önem verip onlara göre kendilerini yetiştirmeye çalışarak boşa mı uğraşmışlar? Kâmil Dede ömrünü sevdiği kadına vefa borcunu ödeyerek geçirmiş de yanlış mı yapmış? BİR DÜNYA VATANDAŞININ KONSERİ Ayhan Sicimoğlu bana kalırsa döneminin görüp görebileceği en kültürlü, en bilgili ve en donanımlı insanlarından biri. Sahip olduğu dünya görüşü, sergilediği ve örnek teşkil eden davranışları, bilgi birikimi onu diğer insanlardan farklı kılan özelliklerinden sadece birkaçıdır. Ayhan Sicimoğlu Tarsus Amerikan Koleji’nde eğitim görmüş, Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi’nden mezun olmuştur. Okuduğu bölüm ile kendisi arasında bir ilişki bulamayan Sicimoğlu, fotoğraf ve film bölümünde okumak için İngiltere’ye gitmiştir. Daha sonrasında sanata olan aşkını kaybetmeyip İngiltere, İtalya gibi dünyanın birçok ülkesinde sanat eğitimi almıştır. Hayatından sanatı hiçbir zaman eksik etmemiş, Türkiye’ye geldiğinde de MFÖ ile çalışmış, grupta aranjörlük görevini üstlenmiştir. Hatta MFÖ, Sicimoğlu’nun en göze çarpan özelliklerinden biri olan kibiri hakkında ona ithafen bir şarkı yazmıştır. Bu şarkı da hepimizin aşina olduğu ‘Peki Peki Anladık’ şarkısıdır. MFÖ ile olan birlikteliğini sonlandıran Sicimoğlu, kariyerine tek başına devam etmiştir. Sicimoğlu’nun bu muhteşem müzik gösterisini izleme şansını elde ettim. Şunu baştan belirtmeliyim ki, hayatımda bulunduğum en eğlenceli, en hareketli konserdi. Konser ODTÜ’deki konser salonunda gerçekleşmiş olup sayıca fazla olan bir izleyici ve dinleyici kitlesine sahipti. Yaklaşık olarak üç konserinde bulunmuş biri olarak belirtmeliyim ki her izlediğimde bir öncekinden daha fazla zevk alıyorum ve her dinlediğimde ve izlediğimde bana farklı bir tat veriyor. Sicimoğlu’nun gerçek bir dünya vatandaşı olduğu gerçeği şarkılarına da yansıyor. Kendinizi bir an ‘Besame Mucho’ dinlerken bir anda da ‘Mazi Kalbimde Yaradır’ ı dinlerken bulabiliyorsunuz. Çoğu Türk insanı Türk bir sanatçının konser repertuarını yabancı şarkılarla doldurmasını fazlasıyla elitist bir davranış olarak yorumlar. Lakin Ayhan Sicimoğlu için bunu söylemek mümkün değil çünkü kendisi yabancı unsurlara önem verdiği kadar Türk unsurlarına da önem veriyor. Türk kültür ve değerlerini bulunduğu her ortamda yüceltiyor ve aynı zamanda diğer ülkelerden edindiği bilgileri, ipuçlarını da Türkiye’ye taşıyor. İşte bu nedenle bana kalırsa Ayhan Sicimoğlu büyük küçük her insanın örnek alması gereken bir insan. Bununla birlikte, Sicimoğlu’nun grubunda bulunan insanlar da birer dünya vatandaşıdır. Örnek vermem gerekirse, konserde vokallerin tamamı Kübalı, enstrüman çalan kişiler ise Türk’tü. Farklı kültürlerin grupta varoluşu konseri daha çekici ve ilginç yaptı. Konser tabiri caizse insanın kanını kaynatacak derece ritmik şarkılardan oluşmaktaydı. Konser boyunca tempo bir kereliğine bile olsa düşmedi ve giderek arttı ki repertuarın bu şekilde hazırlanmış olması Sicimoğlu ve grubunun Türk halkının beğenisini kazanmasında önemli bir rol oynadı. Öte yandan, her ne kadar konseri izleyip, dinlemekten büyük bir zevk almış olsam da konserde hoş bulmadığım bir olay yaşadım. Gayet hoş ve kaliteli müziğin zevkini çıkarırken bir anda kendimi ‘Ankara’nın Bağları’nı dinlerken buldum. Türküye karşı bir ön yargım olduğundan değil sadece o ortama yakışmayan bir şarkı olduğunu düşündüğüm için bu olayı şaşkınlıkla karşıladım çünkü bana kalırsa ‘Ankara’nın Bağları’nın modern Türk müziğinde yeri yok. Türk müziği ile uzaktan yakından alakası olmayan bir şarkının Ayhan Sicimoğlu’nun repertuarında yer alması beni biraz üzdü çünkü bu şarkının çalma listesinde yer alması Türk insanının müzik kültürünün yavaş yavaş değiştiğinin bir habercisi. Bana kalırsa bir ülkenin müzik tarzı o ülkeyi farklı kılan ve köklü olduğunu gösteren bir unsurdur ve böyle bir şarkının da kültüre yerleşmesi endişe verici bir olay. Seyirci ile iletişimi sağlamak adına seçilmiş bir şarkı olsa da dünya müziklerinin ön plana çıktığı bir konserde bu şarkının bulunması beni hayal kırıklığına uğrattı. Lakin bu olayın yaşanması bile konserin eğlencesinden hiçbir şey götürmedi. Kaliteli insanlarla kaliteli müzik dinlemenin mutluluğunu sonuna kadar yaşadım. Hatta konser sonrasında albümünü imzalatma şansını da elde ettim. Ankara’ya bir daha gelişinde konserini kaçırmayacağımdan hiç şüphem yok. Böylesine güzel bir müzik ziyafetini bir daha tatmak için can atıyorum. İPEK KÜREKCİ 21.YÜZYILIN DİKTATÖRÜ Diktatör kelimesini duyunca aklınıza ilk kim geliyor? Hitler mi Franco mu? Peki ya diktatörler sadece faşist düzenlerde mi var? Kapitalist düzenlerin toplumu hizaya getirecek diktatörleri yok mu? Kafamın içindeki bu soru işaretlerinin cevaplarını Emrah Serbes’in Deliduman adlı kitabında buldum ve 21. Yüzyılın Franco’dan da Hitler’den de çok daha tehlikeli bir diktatörü olduğu sonucuna vardım. Bu diktatör sabah uyandığımızda hava durumunu öğrenmek için ilk açtığımız, akşam işten veya okuldan eve gelince haberleri dinlemek için koştuğumuz ve kafamızı dağıtmak için dizileri, yarışmaları izlediğimiz, hayatımızın bir parçası hâline gelmiş olan televizyondan bir başkası değil! Dünyamızı yepyeni bir boyuta taşıyan televizyonun Hitler ve Franco’dan tek farkı ise istediğini açık açık değil de bilinçaltımıza yerleştirerek yaptırtması ve etkileyiciliğini böylece geniş kitlelere yayabilmesi. Üstelik bunu başarmak için kurbanları üzerinde çaba sarf etmesine hiç gerek yok. Televizyonun etkisini birisine göstermek için ona televizyonu nasıl açacağınızı göstermeniz yeterlidir. Sonrasında gördüğünüz şey hipnotize olmuş edilgen bir varlıktır. Deliduman’ı okurken ben de televizyonun yıkıcı etkisini bir silaha benzettim. Günümüzde çok yaygın olan bu silahın tetiğini mi çekeceğiniz yoksa size mi doğrultulduğunu ayırt etmek çok güç. Eğer televizyonun öğretilerinden habersizseniz kurşun size sıkılır ve ölürsünüz, yani toplumda tutunamazsınız. Eğer silahın tetiği çeken diğer tarafında olursanız televizyonun isteklerine göre hareket edersiniz, güçlü konuma geçersiniz ama adam öldürmekten hapse girersiniz. Televizyon sizin muhakeme yeteneğinizi elinizden alarak “Yaptığım şey doğru mu değil mi?” diye sorgulamanızı çoktan engellemiştir. Hapiste yetkililerin buyurduğu üzere diğer mahkumlar gibi giyinmeye, aynı saatte yatmaya, aynı saatte kalkmaya ve aynı şeyleri yemeye başlarsınız. Hayattasınızdır ama mahkumsunuzdur... İşte televizyon da tam olarak bizlere bunu yapmakta. Bizleri uyutuyor, aynılaştırıyor ve yetkililerin yaptığı gibi ona itaat etmemizi zorunlu hale getiriyor. Bu toplumda yer edinmek, sevgi dilenmek, kabul görmek için de televizyondan medet umarsınız. Tıpkı Çiğdem gibi bir yarışmayla hayatınızın değişeceğine mucizelere inanırsınız. Çiğdem toplumda fark edilebilmek için televizyonda gördüğü yarışmalardan birine katılıyor ve oradaki başarı hikayelerinden birisinin kendisi olabileceği hayaline kapılıyor. Sizler de tıpkı Çiğdem gibi etrafınızdakilere bakıyorsunuz, toplumda kendinizi var edebilmek için tetiği çekmek zorunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Tam bu noktada dünyaya açılabilmek için diktatörünüz yani televizyon, yapmanız gereken şeyin mesajını size veriyor çünkü insanlar karar alırken geleceğe ya da geçmişe değil, televizyona bakıyor! İnsanlar koyun, televizyon çoban oluyor ve kapitalist düzen sahip olduklarınızla sahip olmak istedikleriniz arasındaki boşluğu televizyon aracılığıyla dolduruyor. Televizyonda gördükleriniz hayallerinizi süslüyor ve herkes aynı şeyi izlediği için aynı hayale sahip oluyor. Herkese özel olması gereken hayaller gibi bireysel bir olgu bile kollektif hale geliyor ve milyonları aynı şekilde hareket etmeye teşvik ediyor. Televizyonun öngördüğü şekilde insanlar tekdüzeleştirilerek kontrol ediliyor. Bunu da kitapta görmek mümkün. Çiğdem ve abisi Çağlar da yarışmaya ilk katıldığında herkesin kendisi gibi Michael Jackson’un Moonwalk dansını yaptığını gözlemliyor. Çağlar herkesle aynı olmaktan hoşnutsuzluğundan yakınıyor: “O kadar çok Michael Jackson’u bir arada görünce insanınister istemez siniri bozuluyor. Diğer Michael Jacksonlara baktıkça keşke daha özgün bir şeyler öğretseydim kardeşime diyorum.” sf. 7 Yıllardır televizyonda bu dansı izleyerek büyüyen bir nesilden yeni bir şey yaratmalarını zaten kimse beklemiyor, onlar da bunun için çaba sarf etmiyor. Hepsi, aynı yoldan aynı şekilde yani aynı dansla şöhrete kavuşmayı umut ediyor, aynı hayalle yola çıkıyor ve aynı hüsrana kapılıyor. Televizyon onların hayal kırıklıkları oluyor. Standart insanların hayatlarını değiştirebileceği hayaller televizyonla beraber süslenmektedir ve daha sonra bu hayallerin sadece ambalajının güzel olduğu anlaşılmaktadır. Çiğdem gibiler kendi hikayesinin kahramanı olabileceğini düşünse de bir düzenin kurbanı olduğunu fark edememektedir. Televizyonun kahramanlıktan kurbana dönüşen yıkım gücü de burada saklıdır. “Deprem yıkım demektir; diktatör yıkım demektir! Deprem olayında sağlam bir binaya ihtiyacın var; diktatör olayında eğitilmiş rasyonel bir zihne ihtiyacın var, çünkü irrasyonel cahil bir zihin her zaman diktatöre hizmet eder!” Mehmet Murat İldan’ın bu sözü yazıdan çıkarılabilecek en güzel sonuçtur. Televizyon tarafından uyutulmuş zihinler irrasyonel cahilliğe yol açmaktadır ve insanlar diktatörlerine itaat etmeye devam etmektedir. Rasyonel ve eğitilmiş zihinlerin gelişmesi televizyon tarafından engellenmektedir. Kaynakça: Serbes, İlhan. Deliduman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. 7. Print. SAVAŞMAYIN, BARIŞIN! Savaş, kan, çığlıklar, silah sesleri, topraktaki barut kokusu, uçakların çıkardığı ürkünç gürültüler… İnsanoğlunun okurken bile kanının donabileceği, sizi bir anda karanlık bir evrene götürecek kelimelerdir bunlar. Asla ısınamazsınız, sevemezsiniz, hatta bunları bir bütün olarak görmekten ürkersiniz. Savaş kavramı herkesin yıllar boyunca düzenli olarak kaçtığı ve nefret ettiği, lakin buna karşın ister istemez içinde bulunulan lanet bir olaydır. İnsanlar, beşeri ürünler, doğa, ekonomi, devlet ve dünyayla ilişkisi olan her şey zarar görür. Hâlbuki nedir bu insanların derdi? Para, toprak parçası ve şöhret bir kız çocuğunun masum gözyaşlarından nasıl daha değerli olabilir ki… İşte Ivana Bodrozic Hiçbir Yer Oteli adlı muhteşem eserinde küçük bir kız çocuğunun savaş ve barış arasındaki ince çizgide küçük umutlarla hayata tutunmak için olan çabasını anlatıyor. Herkesin düşüncesi bu; ‘’Savaş durdurulmalı, barış içinde yaşanılmaya başlanmalı!’’. Fakat hiçbir şahıstan bir girişim veya en azından bir fikir duyurusu yok. Sadece genç çocukların ve kadınların çığlıklarıyla kanla bürünmüş şehirleri fotoğraflıyoruz. Kimileri magazin dergilerinde çıkıyor, kimileri gazetelerde baş haber yapılıp iki gün sonra saçma bir ünlü haberinin çıkmasıyla unutuluyor. Peki, o kadar gözyaşları heba mı oluyor? Küçük kız çocuklarının her saniye ettiği yardım çağrılarını biz neden duymuyoruz? Asırlardır bize ciddi şekilde zarar veren savaş kavramı gün geçtikçe etkisini büyütüyor. Ayda bir patlayan bombalar, terör saldırıları, petrol bahanesiyle savaş açılan ülkeler ve daha niceleri… Savaşmanın bile bir onuru kalmadı artık. Haince ve ne zaman gerçekleşeceği asla bilinmeyen saldırılar sadece ve sadece gözü yaşlı anneler, sakat kalan çocuklar ve annesiz- babasız kalan çocukların kâbusu oluyor. Bu üzücü durum; hem psikolojik hem fizyolojik etkisi asırlar boyunca geçmeyecek derin kalıntılara sebep oluyor. Gelişen teknolojiyle bir insanın hayatını almak sadece 1 saniye sürüyor, belki de daha az… Evet, artık daha az ümide sahip olan çocuklara sahibiz; doktor, mühendis ve öğretmen olmak isteyen çocuklara değil yalnızca tek derdi ekmek parası kazanıp ev geçindirmek isteyen çocuklara sahibiz artık. Sürekli artan terör saldırıları ekmek parası kazanmayı bile zor hale getirmekte, çocukların ölüm anında bile tüm hayatlarını film şeridi gibi gözünün önünden geçirmelerine engel olmakta. Bir gözyaşını engellemek ne kadar zor olabilir ki? Asıl kritik ve önemli olan soru ise neden bir insanoğlu kardeşi olan diğer bir insanoğlunun hayatına son vermek için çabalar? Hepimiz aynı yerden geldiğimize göre hesaplaşılamayan nokta nedir? Asıl üzülünecek nokta ise bu duruma alışmış olmamız. Kan donduran bomba sesleri, televizyonda son dakika olarak belirtilen ölü sayısı… Hepsine alışmış durumdayız ve şaşırmıyoruz. Adeta Oscar ödülü almış bir filmi izler gibi bu dehşet ve inanılmaz şekilde acı verici görüntüleri sıcak evimizde çayımızı yudumlayarak izliyoruz. Bilmiyoruz ki o çay tadının bir anda kan tadına dönüşme ihtimalini. Bize gelmez ve bizi etkilemez diyoruz fakat meçhul son giderek yakınımıza hatta dibimize giriyor. O zaman düşünüyoruz o kız çocuğunun suçu neydi? O gözyaşı damlalarının sebebi mutluluk da olabilirdi ama değil… Duyarsızız, ilgilenmiyoruz, üç maymun oynuyoruz. Belki de en kötüsü savaşın hayatımıza hiçbir şey katmaması. Bir ülke kazansa bile en az kaybeden kadar acı çekmekte ve zarara uğramakta. O halde kazanan kim; kimse. Kaybeden ise herkes… Zaten gün geçtikçe değeri düşen ekonomiyi bombalar yapmaya, daha fazla kitle öldürecek silah yapmaya ve birbirimizi mağlup etmeye harcıyoruz. Sonucunda ise kimse karlı çıkamıyor aynı Hiçbir Yer Oteli adlı eserdeki gibi. Kimse ve hiçbir taraf biz kazandık diyemiyor… Gözyaşları birbiri ardına geliyor. Herkes birbirini arıyor, ölüm haberi alanlar damarlarından biri kopmuş hissediyor. Çığlıklar, feryatlar ve donuk yüzler… Bu kavramların hepsi savaşın ne kadar canice ve olumsuz bir durum olduğunu sağlam bir şekilde gözler önüne seriyor. Bir kız çocuğunun gözyaşının küçük bir petrol alanından daha değersiz olduğunu görünce insana bir utanma geliyor; bir şey yapamadığı için ve uğraşsa da pek yol kat edemeyeceği için. Bunlara karşın en ufak bir umudun filizlenmesi imkânsız değil. Savaşın bitmesi ve beraberinde sonsuz barış durumunun gelmesi olası görünüyor fakat bizler sıcak evlerimizde yarışma programları izlemek yerine uğraşmalıyız; o küçük kız çocukları için, yetim çocuklar için ve gözü yaşlı anneler için çabalamalıyız. Eğer birlikte çabalarsak ve bunun için çözümler dahi üretmeye çalışsak, bu simsiyah havayı delerek sonunda güneşin o yüz gülümseten ışığını ve barışa giden o derin ve ince çizgiyi büyük umutlarla görebiliriz. Savaşa alışmamak ve dünyayı kurtarmak aynı şekilde bu dünyayı kirleten ve zarar veren insanoğlunun elinde. Hepimiz aynı yerden gelmişken, bu ikilemi engellemek insanlığın elindedir… ŞÜKRÜ EMRE ERTOP Kaynakça: https://i.ytimg.com/vi/TCpp54eIIuM/maxresdefault.jpg ARDA EREN ERDOĞAN HAYAL PERDESİ Hacivat-Karagöz oyunundaki suretlere benzer mi yaşam sahnesinden geçişimiz? Hayali (oynatıcı) kurar perdeyi, yakar ışığı kimi şarkıyla, kimi ritimle onlarca suret belirir perdede. Her suret sözünü söyler, işini yapar ve perdeden iner. Sonra, kararan ışık, toplanan hayal perdesi... Karardı biraz önce ışıl ışıl olan dünya. Bir oynatanı bir oynatılanları var bu perdenin... -Peki yaşam denilen sonsuz, öncesiz ve sonrasız sanılan perdenin oyuncuları kim? -Bir oynatan var mı? -Hayatımızın bir ''Hayali''si var mı? -Yoksa biz miyiz, hem suret, hem de oynatıcı olan? ''Bütün dünya bir oyun sahnesi, bizler de birer oyuncuyuz...'' demiş ya W.Shakespear(Nasıl Hoşunuza Giderse), sahiden öyle mi? İlk tiyatro oyununu seyrettiğimde çok küçüktüm. Tiyatro salonunun girişinde kocaman ''Tiyatro hayatın aynasıdır'' yazıyordu. Nasıl bir aynaydı? Düz basit bir ayna mı? Prizma mı, iç bükey ya da dış bükey ayna mı? Dev aynası olmasın sakın? Ayna tuttum kendime, suretim çıktı karşıma. Ben tiyatro muydum yoksa? Belki de? Hepimiz her sabah evden çıkarken farklı rollere, kılıklara bürünüp çıkıyoruz zaten. Ama bu hayal perdesindeki suret olmak çok acımasızdı. Sizi bir deri ya da plastik malzemeden yapmışlardı. Işık yanınca perdede boy gösteriyorsunuz. İşiniz bitince hopp sandık. Gerçek hayat per- desinde perdeden kaybolmak yok oluş olmalı. ''To be or not to be''!(Shakespeare, Hamlet) Asıl kafamı karıştıran şu: Suret olmak mı? Oynatıcı olmak mı? Suret olursam benim ömrümü oynatan belirleyecek. Bana giydirdiği kimliği istediği zaman yok edecek. Ya ülkeler, devletler, politikalar sahnesinde kim suret kim oyuncu? Doğada bu ayna durumu nasıl acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Hayvanlar âlemine ayna tutan bir tiyatro yok sanırım. Bir gün, oynatıcı olmayı çok merak ettiğim için, hayal perdesinin arkasındaki insanı gözlemledim gizlice. Sopaların üstüne tutturulmuş figürler… Hacivat, Karagöz, Zenne, Ferhat, Şirin, Köşk, Kayık, Konak, Hamam, Çeşme... Ve onlarcası. Oynatan bir tek insan... İki eli durmadan oynatırken, bir yandan da konuşuyor, değişik şarkılar söylüyor. Oynatan olmak zordu. Hem de çok zor. Ama içimden ''neden ben'' değilim bu suretlere can veren dedim. Dünya bir oyun sahnesi ise, verilen rolü, figüran olmayı kabul etmek zorunda mıyım acaba? Ben hayal perdesinde Şirin'in konağını süsleyen Ferhat olmak istiyorum! Ama oynatıcı beni Kayıkçı kılığına sokmuş. Şirin başka birinin atına binip uzaklaşıyor. - Sevgili usta. Hayali bey. Oynatıcı! - Bana giydirdiğin kostüm sıkıyor, bu kimlik benim değil, istemiyorum! - Dememek mi gerekir? Gerekmez tabii. Ayna aynalığını bilsin. Hayır, ben kusurlarımdan kaçmıyorum. Onları görmek, yüzleşmek beni büyütüyor. Mutlu bile ediyor. Dev aynasını hiç sevemedim, ilk kez lunaparkta görmüştüm. Çarpıtan aynalara da benim ihtiyacım yok. Basit, düz, halk işi aynaları severim bu yüzden. - Ayna ayna söyle bana, benden daha güzel var mı evrende? Bu soruyu soran cadı kadın gibi kibirli değilim. Beni ben olarak gösteren aynaları seviyorum. Tıpkı tiyatro denen basit ayna gibi. Hayal perdesindeki sevgi dolu Ferhat'ın suretini gördüm hayat aynasına bakınca kendi yansımamda. Ve oynatıcı oldum bir an. Şimdi perdenin arkasında ben varım. Her şey emrimde. Suretler, figürler, lamba, mum, def replikler, şarkılar... Her şey emrimde. Acaba, tüm suretleri kırmadan, üzmeden perdede gösterecek adalet duygusu var mı benim içimde? Yoksa; rastgele, savruk bir oyun mu çıkacak sahneye? Ayna oynayan için. Ayna oynatan için. Ayna seyreden için. Hayal perdesinin ışığı bir var bir yok. Hepimiz birer suretiz güneş ışığının altında. Rol sırası gelen rolünü oynar ve sahneyi terk eder. Yeter ki sahnemiz kararmasın. KAYNAKLAR Shakespeare, W. (t.y.). Nasıl Hoşunuza Giderse www.antoloji.com adresinden elde edildi. Shakespeare, W.(t.y.). Hamlet www.goodreads.com adresinden elde edildi. Usta ve Başyapıtı Gerek sahneleri gerek karakterleri ile rengarenk bir filmdi Wes Anderson yönetmenliğindeki Büyük Budapeşte Oteli. Mösyö Gustave adındaki bir otel odacısının bir zamanlar çırağı olan Sıfır Mustafa’ın ağzından dinlediğimiz hikâye; Sıfır Mustafa’nın, sıfırdan başlayıp çalıştığı oteli ustası Gustave’dan nasıl devraldığını anlatıyor. Aslında çok da yabancı olmadığımız usta çırak ilişkisi etrafında dönüyor tüm hikâye. Mösyö Gustave ve Mustafa’nın, akraba olmamalarına rağmen aralarında bu kadar güçlü bir ilişki kurabilmeleri; insanların hâlâ güzel şeyler yaratabileceğine, yaşayabileceğine inandırmıştı beni; bu yüzden usta çırak ilişkisi kavramının gittikçe unutulduğunu, terk edildiğini görmek beni içten içe üzüyor. Küçükken babam beni berbere çırak olarak yollamayı teklif ederdi her yaz ama tabii ki her çocuk gibi aklımda sadece oyun oynamak ve eğlenmek vardı. Bu yüzden bir çırak olmanın nasıl bir şey olduğunu asla anlayamayacağım belki de. Fakat Büyük Budapeşte Oteli bu sıcak duyguyu iki saatliğine bile olsa yaşamama olanak sağladı. Biri yıllardır yaptığı işte ustalaşmış, hayatın tozunu yutmuş yetişkin bir birey diğeri ise kocaman bir iştahla insanları, olayları, yaşamayı anlamaya çalışan bir çocuk. Peki bu iki yabancı nasıl oldu da birbiri için her şeyi göze alabilecek insanlara dönüştüler? Mösyö Gustave bir mermere bakan heykeltıraş gibi Sıfır Mustafa’ya baktı ve içindeki potansiyeli gördü belki de. “Bu çocuktan bir usta yaratacağım ben.” dedi kendisine. Mustafa ise Mösyö Gustava’a bakıp “Ben bu adam gibi olmak istiyorum!”dedi. Belki Mösyö Gustave yalnızlıktan çok sıkılmıştı; hayatını paylaşacağı bir şey ya da birini arıyordu. Onu hiç bıkmadan dinleyen Sıfır Mustafa’yı, boş günlük sayfaları ve dolma kalemlere tercih etmişti belki. Bu kadar basit miydi peki bu muazzam ilişkiyi ateşleyen duygu, düşünce? Bence değildi. Bence Mösyö Gustave’ın yaptığı her şey Sıfır Mustafa’yı hiç sahip olamadığı çocuğu olarak görmeye başlamasından ötürüydü; Sıfır Mustafa’nın daha önce inandığı her şeyi geride bırakıp Mösyö Gustave’ı takip etmesinin, onu kendine her konuda bir örnek bellemesinin sebebi onu hiç tanımadığı babasının yerine koyması, yeni bir baba olarak kabul etmesiydi bence. Yoksa nasıl mümkün olurdu Gustave’ın her şeyi bir kenara koyup yaşadığı deneyimleri karşılık beklemeden bir yabancıya anlatması, nasıl mümkün olurdu Mustafa’nın sorgusuz sualsiz ustasına benzemeye çalışması, yaptıklarını izlemekle kalmayıp onun konuşmalarını, davranışlarını dahi taklit etmesi? İlerde yapmak istediği mesleğin ne olduğunu sorduğumuzda bütün diğer meslekleri bir kenara atıp ustasının uğraşını söylemesi, ilerde kim gibi olmak istediği sorulduğunda ustasını göstermesi? Mösyö Gustave aslında her ustanın bir baba olduğunu gösterdi bana. Yoksa Sıfır Mustafa’yı tutuklamaya gelen memurlara saldırıp hapse girmeyi göze almasını nasıl açıklayabiliriz? Her çırak, ustasını ikinci bir baba gibi görmese nasıl bütün öğretilerini benimseyip, kabul etsin? İşte bütün bu saydıklarım ve belki de daha fazlası sayesinde ortaya çıkıyor içimi ısıtan bu ilişki. Yukarıda da bahsettiğim gibi bir usta, bir sanatçıdır aynı zamanda. Kelimeleri dokuyan bir şair, fırçayı tutan bir ressam, çekici ve çivisi ile duran bir heykeltıraş gibidir. Ama hepsinden farklı olarak onun materyali insandır, çırağıdır. Çırak işlenebilir olmalıdır, dolayısıyla genç ve bilgiye aç olmalıdır. İnsanı bardağa, bilgileri ve alışkanlıkları da suya benzetirsek eğer çırağın boş bir bardak olduğunu söyleyebiliriz. Usta ise bir sürahidir. Dolu bir bardağa su eklemek sadece bardağın taşmasına sebep olur ama boş bir bardak dolar. Çırağı henüz pişmemiş çamur gibi düşünebiliriz, ustayı ise bu çamurdan bir şaheser yaratacak olan çömlek ustası gibi görebiliriz. Mustafa’nın lakabının ‘sıfır’ olması Gustave’a geldiğinde tamamen boş olmasından kaynaklanmaktadır. Usta mümkün olan her yöntem ile şekillendirir çırağını. Bildiği bilgileri, sahip olduğu değer yargılarını, düşünme şeklini, kısacası insanı insan yapan her değeri aktarır bu süreçte. Bunu yapmasının sebebi her sanatçıyı, yaptığı işe bağlayan ana düşünceden farksızdır; dünyada bir iz bırakmak. Ressam bunu portresi ile yaparken, şair şiirleriyle yapar. Ustanın ise dünyaya bıraktığı en büyük, en önemli eseri çırağıdır. Bir babanın çocuğunu sevdiği gibi, bir bestecinin senfonisine âşık olması gibi Mösyö Gustave da Sıfır Mustafa’yı seviyordu. Nitekim bu iki duyguyu birlikte yaşıyordu belki de. Mustafa onun tek çocuğu, aynı zamanda dünyaya getirdiği en büyük eseriydi. Kendisini ölümden sonra bile dünyada temsil edecek; düşüncelerini, bilgilerini, değerlerini taşımaya devam edecek kişiydi. Bir bakıma Mösyö Gustave ölümsüzlüğü bulmuştu Sıfır Mustafa’yı ilk gördüğünde. Kan bağı olmayan iki canlı arasında böyle güçlü, böyle güzel, böyle dokunaklı bir ilişkinin doğabilmesi doğadaki en büyük mucize değilse nedir? ŞARAPNEL PARÇALI YÜREKLER Yıl 1945, 6 Ağustos günü, Hiroşima’da insanların ocağına yangın düştü. Öyle bir yangın ki, sönmek bilmedi… Yıl 2001, 11 Eylül saldırılarında İkiz Kuleler korkunç bir şekilde, içindeki canlarla birlikte yerle bir oldu… Yıl 2008, 27 Aralık… Gazze’de, binlerce insan, İsrail tarafından acımasızca katledildi. Gökyüzü simsiyahtı… Göz gözü görmüyordu… Her zaman masmavi olan gökyüzünde, kapkara bulutlar dolaşıyordu. O cıvıl cıvıl, rengârenk şehirden geriye, sadece ve sadece birkaç döküntü ev, camları kırılmış dükkânlar kalmıştı. Yerlerde binlerce insan yatıyordu. Kimi yaralı, kimi ölmüş… Ortalık kan gölüne dönmüş, öyle bir katliam ki, insanlar yollarda yürümek için ölülerin üzerlerine basıyor, önlerini görmeden yalnızca devam ediyorlardı. Oğluyla eşi bakkala yiyecek bir şeyler almaya gitmişti. Gitmelerinin ardından bomba ve silah sesleriyle irkilen kadın, ne yapacağına şaşırmış, salonun bir köşesinden diğer köşesine gidip, büyük bir hızla geri dönüyordu. En sonunda dayanamayıp kendisini sokağa attı. Çaresizce çırpınıyor, onları bulmak umuduyla oradan oraya koşuyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, koşmaktan nefessiz kalmış ciğerleriyle, diğerlerinden biriydi o da sadece. Yıkık dökük şehrin içinde, biçare yakınlarını bulmaya çalışan binlerce insandan biri… Bir sağına baktı, bir soluna. Gözleri, korkuyla O’nu aradı, babasını. O kadar korkmuştu ki, gözleri ağlamaklı; elleri, ayakları tir tir titriyordu. Simsiyah olmuştu yüzü kirden. Çıplak ayakları toprağın rengine karışmış, toprakla bir bütün hâline gelmiş, görünmüyordu. Haykırdı birkaç kere, sesini duyurmak için çırpındı. Her gün neşeyle şakıyan bir kuş gibi çıkan sesi, şimdi duyulmuyordu. Sesini duyuramıyordu. Yok, yok, yok… Hiçbir yerde yoktu, gitmişti, kaybetmişti onu. Babasının hayatta olup olmadığını düşünemeyecek kadar küçüktü. Küçücük ayakları yürümesini daha da zorlaştırmışken, sadece babasını bulmak için kendisini biraz daha, biraz daha, biraz daha zorluyordu. Babasının 1 öldüğünü ise aklının ucundan bile geçirmiyordu. Elini cebine attı. Eski biz bozukluk çıktı. Babası vermişti onu. Uğurlu parasıydı. Hiç yanından ayırmaz; onu, herkesten ve her şeyden koruduğunu düşünürdü. Şimdi, gerçekten korunmaya ihtiyacı vardı. Ama en önemlisi, şansa ihtiyacı vardı. Her zamankinden çok inandı bu paranın gücüne. Babasını bulma, ona tekrar sarılma şansının tek kaynağının bu bozukluk olabileceğini düşünüyordu. Evine gidemezdi, evinin yolunu bulamazdı. Yerle bir olan şehirde kaybolmak, başına gelebilecek en kötü durum olmalıydı. Babasını bir bulabilse… O babasını bulamadan, onu buldular. Kim olduğunu bilmediği insanlarla, bilmediği yerlere gitti. Bilmediği bir dünyada, yeniden yazılmış bir hayatı yaşamaya başladı. Kendisi gibi onlarcasıyla birlikte, yeni bir hayata atıldı. Cebinde bozukluğu, babasından kalan bir hatıradan öte, ona bir gün ulaşma umudu verdi. Büyüyünce, o umuttan da bir parça kalmadı içinde. Annesini bilmiyordu. Hatırlayamayacağı kadar eskide kalmıştı. Yüzünün çizgilerini unutmuştu. Onun için sadece, unutulmaya mahkûm bir hayaldi anne. Şanslı değildi. Şans getirsin diye yanında taşıdığı para şans değil, şanssızlık, mutsuzluk, ayrılık getirmişti ona. Peki, bütün bu olanlar için eski bir bozukluğu suçlamak kimi avutur? Kim inandırılabilir bütün bu olayların sebebinin bir metal parçası olduğuna? Yapayalnız ve sevgisiz büyüyen bu çocuktan kaç tane var daha? Dünyanın her yerinde, her bölgesinde ve her zaman… Dostun, düşmanın olmadığı, savaşın ise geçmişte kalmış bir hata olarak kabul edileceği bir zaman diliminin varlığı mümkün mü? Neden olmasın? Tarihte yapılan bunca hataya rağmen; insanların barış içinde yaşamaması için hiçbir sebep yokken, düşülen bunca hata niye? Niye hâlâ savaşıyoruz birbirimizle? Bu kadar yıkıma; evsiz, işsiz, kimsesiz bırakılan insanların hüznüne eş değer mi savaştan kazanımlarımız? Hayatta canlıları, canlı tutmaktan daha önemli bir şey yoktur. Savaşlarsa, artık öldürülmesi ve diriltilmemesi gereken birer tarih olmalıdır… ASLIHAN GENÇ 21301773 2 Yüksel ARSLANTAŞ MODERN DÜNYANIN JANUS’U “Çevrimiçi sosyal ağ tarihine bakarak internet topluluğunun anonim olarak karanlık çağlara mahkûm olduğunu ve geleceği olmadığını gören Zuckerberg için aynı anda hem geçmişe hem de geleceğe bakabilen Janus mükemmel bir semboldü.” (Beahm,2017,22) Bir mühendislik öğrencisi olan beni son derece etkileyen ve sosyal bir ağ tasarlamak için çalışmalara başlatan bu güzel kitap, bir yurt odasında kurulup, şimdilerde milyarlarca insan tarafından kullanılan, insanları birbirine bağlayan sosyal medyanın mavi devi Facebook’ u ve kurucusu Mark Zuckerberg’i anlatıyor. Kitap Zuckerberg’in Antik Roma tanrısı Janus’a olan benzerliğiyle başlayıp, Zuckerberg’in vakıf ve hayır işleriyle bitiyor. Kitabın bu iki uç noktası da bana tamamen farklı bir bakış açısı sundu. Belki de beni bu kadar etkilemesinde ve bu satırları yazmamdaki en önemli sebeplerden biri de bu. Uzun süre boyunca Facebook’un sadece büyük kitleleri yönlendiren ama günün sonunda insanlığa bir katkısı bulunmayan bir site olduğunu düşündüm. Şimdi ise aslında gerçek marifetin büyük kitleleri yönlendirebilmek olduğunu anladım ve bu sosyal medya devine karşı olan düşüncelerim değişmeye başladı. Günümüzün büyük bölümünü internette geçirmeye başladığımız ve aldığımız beğeni sayıları ile sosyalleştiğimizi düşündüğümüz için insanların hayatlarına dokunulabilecek en iyi yerin sosyal ağlar olduğunu anladım. İşte bütün bunları düşünmeye başladığımda, Steve Jobs, Bill Gates ve Mark Zuckerberg’ in aslında para kazanmayı amaçlayan, insanlara pahalı zevkler sunan insanlardan çok daha fazlası olduğunu fark ettim ve onların gittiği bu yoldan giderek insanların hayatına dokunabilmeyi ve insanların yüzündeki küçük tebessüm olmayı ne kadar çok istediğimi anladım. Günün birinde bilgisayar çağının öncüleri arasında adımın yer alması ya da Zuckerberg gibi milyarlarca insana ulaşmak çok uzun ve zorlu bir yol olabilir ama bu yolda çabalamak ve dokunabildiğim kadar insanın hayatına dokunmak benim için ve hayatına dokunduğum insanlar için güzel olacak, bunu biliyorum. Asıl güzellik yolculuğun nerede bittiği değil, yolun kendisi olacak. İşte bütün bu yapacaklarımız Janus’ un geleceğe bakan yüzü olarak tanımlanacak, geleceği şekillendirmek ve bu yeni gelecekte insanlara yardım etmek olacak. Janus’un diğer yüzü yani geçmişe bakan yüzü ise tamamen farklı bir pencere açıyor benim içim. Bütün bu başarılı kişiler geliştirdikleri teknolojiler ve imza attıkları buluşlarla insanlığa çok fazla şey vermelerine rağmen kurdukları vakıflarla, katıldıkları sosyal sorumluluk projeleri ile örnek teşkil etmeye devam ediyorlar. Bill Gates küresel sağlık sorunlarına çözüm bulmak için çalışıp servetini, enerjisini ve zamanını harcarken, yeni yüzyılın Gates’i Zuckerberg de eğitim konusunda insanları bilinçlendirmeye ve herkese eşit eğitim hakkını sunmaya çalışıyor. Teknoloji çağının mimarı olan bu kişiler, açıkladıkları her çalışmalarıyla dünyayı değiştirirken aynı zamanda bizlerin hiç alışık olmadığı bir yardımseverlik duygusu ve alçakgönüllülükle daha da fazla insanın hayatına dokunmaya devam ediyorlar. Hayatlarına dokundukları bu insanlar, ne yazık ki modern dünyanın sağladığı tüm imkanların uzağında, bizlere göre çok zor şartlar altında, modern çağın gerisinde bir nevi geçmişte yaşıyorlar. Bütün bunlar ileriye bakan ve geleceği şekillendiren bu dâhilerin geçmişe bakan bir yüzlerinin olduğunu gösteriyor. Gelecekteki nesillere iyi bir gelecek bırakmak için çabalayan bu insanlar aynı zamanda günümüzün sorunları ile de ilgileniyorlar. İşte onların yapmış olduğu bütün şeyler benim gibi büyük hayalleri olan gençlere ilham kaynağı olup bu yazıyı yazdırabiliyor. Yaptıklarıyla asıl meselenin para kazanmak olmadığını, onun insanlara yardım etmek için bir araç olduğunu gösteriyorlar. Zuckerberg’in kitapta en sevdiğim sözü olan “Para kazanmak için hizmet sunmuyoruz, daha iyi hizmet sunabilmek için para kazanıyoruz” (Beahm,2017,14) u hayatımızın mottosu haline getirirsek insanlara yardımcı olabileceğimizi anlatıyorlar. Bir yüzüyle Antik Dünya’nın en büyük başkenti olan Roma’ya girenleri, diğeriyle de çıkanları izleyen hem ileriye hem de geriye bakan Janus günümüzde sadece mit olsa da bize bıraktığı en büyük mirasla bir gözümüzü ufuk çizgisinden ayırmazken diğeriyle de şimdiki sorunlarımıza çözümler aramamız gerektiğini anlatıyor ve milyarlarca insanın hayatına dokunan Mark Zuckerberg bize bunu hiç beklemeden yapmamız gerektiğini yaşayarak gösteriyor. Sosyal ağların mavi devinin kurucusunun da dediği gibi “Bunun üzerine odaklanacak çok fazla zamanım olacakken neden 15 veya 20 yıl daha bekleyecektim ki? Fakat yeterli kaynağımız varsa bu işe şimdi girişmemiz gerekiyordu.” (Beahm,2017,101) Kaynakça:Beahm, G. Genç Milyarder Mark Zuckerberg. Çev., Esra Ergün. İstanbul: Beyaz Baykuş Yayınları:2017 Mustafa Necati AYAZ 21702269 GELECEĞİNE SAHİP ÇIK İnsan, varoluştan beri gerek hak elde etmek için gerekse elde ettiği hakları korumak için mücadele etmiştir. Demokrasi ve özgürlük kavramları da uğruna insanların ölmeyi dahi göze aldığı bir mücadeledir. Emre Kongar’ın “Demokrasi için Manifesto: Diren!” kitabında anlatılanlar benim, bireyin temel hak, hürriyetlerinin korunduğu; serbest düşünce ortamına mümkün kılan, bu mücadeleye her zamankinden daha farklı bir bakış açısıyla bakmama olanak tanıdı. Son zamanlarda meydana gelen siyasal gelişmelerin ve bu gelişmelerin demokrasi, birey haklarını ihlal edip etmediğinin sürekli tartışılması akıllarda “ Demokrasi neden var ?” “Demokrasi için bu kadar çabalamaya değer mi?” sorularının belirmesine neden olmuştur. Demokrasi için mücadele etmek için öncelikle demokrasiyi ve neden gerekli olduğunu anlamak gerekir. Demokrasi ile insan diğer bireylerle etkileşime geçerken ve kendi haklarını kullanırken bir taraftan da devlet koruması ile bu hakları güvence altına almıştır. Bundan dolayı olsa gerek ki, demokrasiden uzak, dikta ile yönetilen üçüncü dünya ülkeleri açlık, kargaşa, kölelik ve terör ile yüzleşirken; demokratik rejimlerin iktidarda bulunduğu ülkeler serbest düşünce ortamı ve hakların korunması ve kullanımının demokrasi ilkeleri göz önüne alınarak sağlanması ile müreffeh bir yaşam sürmektedirler. Bundan dolayıdır ki, demokrasinin gelişimi ile medeniyetlerin yükselmesi ve bu çizgiden uzaklaştıkça çöküşe geçmesi kaçınılmazdır. Demokrasinin neden var olduğu sorusunun yanıtını kısmen verdikten sonra, bulunduğumuz yüzyılda, ülkemizin geleceği için demokrasinin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu eklemek gerekmektedir. Bulunduğu coğrafi konum dolayısıyla bir çok kültür ve etnik farklılığı bünyesinde barındıran ülkemizin de demokrasiden uzaklaşması ile birlikte zamanla serbest düşünce ortamının bozulması ve birey temel hak ve özgürlüklerinin Mustafa Necati AYAZ 21702269 kaybolması ile tarih sahnesinde önemli bir oyuncu olan yüce Türk milletinin “UÇURUMDAN YUVARLANIP, DEMOKRASİ RUHUYLA BİRLİKTE YOK OLUP” (Kongar,2017,s.10) gideceği ihtimalini düşünmenin dahi korkunç olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bu vahim olayın yaşanmasının önüne geçilmesi için 15 Temmuz 2016’da demokrasiye vurulmak isteyen darbeye karşı olduğu gibi, Türk milleti bilinçlenmeli, cumhuriyet ve demokrasinin ilkelerine sımsıkı sarılarak atalarından miras kalan, kökeni “Çadır Demokrasisi” olarak geçen ve yüzyıllardır süre gelen, devlet geleneğinin parçası olmuş demokrasiye sahip çıkmalıdır. Türk milletine hak ettiği insana yakışır muamele yapılan tek yönetim biçimi olan, hayatı çağın gereksinimlerine göre düzenleyen, yönetimde bireye söz hakkı tanıyan bir sistem ve özgür düşünce ortamı için çabalamaya değer mi? Elbette değer. Türk Milletinin bağımsızlığının tescili niteliğindeki Milli Mücadele şehitlerinden, darbelere karşı direnerek şehit olan insanların Türk milletine müreffeh bir yaşam sunmak için canlarını feda ettikleri mukaddes emanetleri olan demokrasiye sahip çıkmak ve gelecek nesiller için korumak her Türk gencinin vazifesi olmalıdır. Demokrasiden yoksun Türk toplumunda, düşünce, irade, din ve vicdan özgürlüğünün de kaybolacağı göz önüne alınmalıdır. Ulvi, demokrasi emaneti korumak ve gelecek nesillere aktararak daha barışçıl bir ortam, daha müreffeh bir ülke bırakmak gerektiğini düşünmekteyim. Bunu başarmak için de anti-demokratik her uygulamaya karşı “HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİMİZİ, DEMOKRATİK YOLLAR VE YÖNTEMLERLE, BARIŞ İÇİNDE KULLANARAK DİRENECEĞİZ!” (Kongar, 2017,s.99). Kongar’ın üzerimde yarattığı etkiden yola çıkarak demokrasinin hava kadar, su kadar, yaşamak kadar önemli olduğunu ve bunun için “DİRENMEK” gerektiğini hisseden bir Türk genci olarak, serbest düşünce ortamını, milli iradeyi ve özgürlükleri barış içinde savunmam gerektiği hissiyatına kapıldım. Ayrıca, Kongar’ın Demokrasi kavramını kutsallaştırması, benim bu kavramın ne kadar mücadele verilerek ne kadar büyük fedakârlıklar yapılarak kazanıldığını tekrar düşünmemi sağladığından ve Türk milleti için Mustafa Necati AYAZ 21702269 vazgeçilmez bir değer olduğunu tekrar hatırlamama sebep olduğundan dolayı benim bu değeri korumak için daha fazla okumam, daha fazla sorgulamam ve sahip olduğum hakları ne pahasına olursa olsun savunmam gerektiği fikrini benimsememi sağladı. İçinde bulunduğumuz zamanlar Türk Tarihi ve demokrasisi için önemli bir dönüm noktasıdır. Türk gençliği olarak bu önemli zamanda Cumhuriyet ve demokrasinin temel ilkelerini her zamankinden daha sıkı bağlanmalı ve gerek iç, gerek karışıklıklara rağmen geleceğimiz için, demokratik düşünce ortamına, düşünce özgürlüğüne ve milli iradenin üstünlüğüne dayanan yönetim biçimine sahip çıkmak gerekmektedir. Yüce Türk Milleti hakkı olan müreffeh yaşam şekline “Demokrasi” için elinden geleni yapmalı, direnmeli, çabalamalı ve bu mukaddes yükü laikiyle taşımalı, sonraki nesillere olan yükümlülüğünü anti-demokratik uygulamalara karşı “Direnerek” yerine getirmelidir. İtiraf Edemediklerimiz Yönlendirir Hayatımızı Hepimizin itiraf edemediğimi şeyler var bu hayatta. Farkında olmadan o kadar çok hayatımızı etkiliyorlar ki... Kimi zaman durup düşünmediğimiz için fark edemiyoruz kaçırdığımız fırsatları ve insanları. Rosie ve Alex’in hikâyesi de bir yanlış anlaşılma üzerine itiraf edilemeyen duygular yüzünden mahvolan hayatlar üzerineydi. Sizlere kısaca onların hikâyelerinden bahsetmek gerekirse Alex ve Rosie çocuklarından beri arkadaş olan filmdeki iki karakter. Arkadaşlıklarına gölge düşürmekten korktukları için zaman içinde aralarında oluşan çekimi görmezden gelerek kendilerine yalan söylüyorlar. Rosie’nin on sekizinci yaş gününde de Alex, Rosie’yi öpüyor ve Rosie sarhoş olduğu için ertesi gün olanları anımsamıyor. Sonrasında her şey daha da kötüleşiyor. İkisininde asıl istedikleri şey birbirleri iken, kendilerine bile itiraf edemedikleri duyguları başkalarında hissettiklerine kendilerini inandırmaya çalışıp hayatları ile ilgili yanlış seçimler yapıyorlar. Filmin sonunda en nihayetinde birbirlerine kavuşacak kadar şanslı olduklarından dolayı izleyenlerin gönlünü almış oluyor senarist. Fakat ya o kadar şanslı olamasalardı? Hayat herkesin bu denli şanslı olduğu bir sahne miydi? Sanmıyorum. En başında da dediğim gibi farkında olmadan neler neler yapıyoruz aslında. Kendimize itiraf edemediğimiz basit bir duygu, hayatımızı öyle derinden etkileyebiliyor ki sonuçlarını telafi etmek öyle kolay olmuyor. Aslında hayata sadece bir kez geliyor oluşumuzu aklımızdan çıkarmasak belki her şey daha güzel olacak. En azından daha dikkatli yaşamaya başladığımız için bize pişmanlık yaratacak hataları en aza indirmiş oluruz. Bu pişmanlıklar sadece ikili ilişkilerde itiraf edilemeyen duygulardan da ibaret değil. Bir sürü örnek verilebilir bu konuya ilişkin. Bunlardan birisi özür dilemek hakkında olabilir. Düşününki arkadaşınız ile kavga ettiniz ve bir türlü geri adım atmıyorsunuz. Haklı olduğunuzdan o kadar eminsiniz ki karşınızdakini pek umursamıyorsunuz. Belki karşınızdaki kişiyi umursamamaktan ziyade inat ediyorsunuzdur. Sonuç olarak aradaki soğukluk giderek artıyor ve iki kelimenin çözebileceği bir kelime basit olmaktan çıkıyor. Sözünü ettiğim hemen hemen herkesin başına gelebilecek, çok sıradan bir örnek. Belki biz de küsen ve inat eden taraf olmuşuzdur zamanında. Belki belli bir zaman sonra yaptığımızın hata olduğunu anlamış ve özür dilemişizdir. Belki de hala konuşmuyoruzdur o arkadaşımızla. Peki, bu küs olduğumuz süre zarfında arkadaşımızın başına bir şey gelse ne yapardık? Mesela bir trafik kazası… Bir daha istesek de üzgün olduğumuzu söyleyemezdik bu durumda. Sonrasında boğazımıza takılır kalırdı kelimeler. Böyle bir durumun ağırlığı ile de yaşamaya devam etmek çok da kolay olmazdı. Özür dilemek için geç kalmış olmak sadece verebileceğim örneklerden birisi aslında. Kimi zaman gururumuzdan, kimi zaman inadımızdan, kimi zaman da utancımızdan söylemediğimiz birçok şeyi taşıyoruz içimizde. Bu hayatta bir sürü şeyi gereksiz yük yapıyoruz kendimize. Elbette bu hayatta insanın kendisine saklayacağı şeyler olmalı. Elbette kendi kendimize halletmeliyiz çoğu kez işlerimizi. Fakat söz konusu olan durum bir başkası ile ilişkili ise, karşı tarafı bilgilendirme ihtimalini de düşünmeliyiz bence. Birini incittiğimizde gerçekten pişmanlık ve üzüntü duyduğumuzu karşı tarafla paylaşmamızın bize bir zararı olmayacağını anlamalıyız mesela. Ya da karnımızda uçuşan kelebeklerin sebebine bakarak, ona duygularımızı açıklamak çok da zor olmamalı… Sizlere örnek olarak gösterdiğim Love, Rosie isimli filmi geçen hafta izledim. Çok fazla film izlemeye vakit bulabilen biri değilim aslında ama izlediğim için çok memnunum. Normalde bildiğim birçok şeyi hatırlamamda yardımcı oldu çünkü. Mesela bu hayatı yaşarken daha dikkatli olmam gerektiğini hatırladım. Aynı zamanda itiraf edilemeyen bazı şeylerin bu hayatta pahalıya patlayabildiğini de… İşte bu yüzden film izledikten sonra hayatı ile ilgili birçok önemli karar alan insanlar kervanına dâhil oldum ben de. Umarım verdiğim kararları hayatıma uygulayabilirim. Kaynakça:   Unuttuğu bazı duyguları hatırlamak isteyenlere iyi seyirler… Ditter,  C.  (Yöneten).  (2014).  Love,  Rosie  [Sinema  Filmi]. Yılmaz Yiğit ÜNVEREN Gerçek Olmayan Bir Gerçeklik İçinde Yaşamaya Çalışmak Afiş: Goldsman, Akiva. A Beautiful Mind. Imagine Entertainment. 2001 Bizi dünyadaki gerçekliğe bağlayan nedir? Peki her gün önümüzde olan biteni görmemizi, hissetmemizi, yorumlamamızı vb. eylemleri gerçekleştirmemizi sağlayan? Beynimiz, daha da spesifik olarak söylemek gerekirse aklımız elbette. Peki ya aklımız bu görevlerinin tam aksine insanı bir hayal dünyasında yaşamaya sevk eder bir hal alırsa başımıza neler gelir? Gerçek olay ve kişilerle olan bağımız nasıl etkilenir? Bunların ve daha nice soruların cevabını John Forbes Nash’in gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan “Akıl Oyunları” adlı filmde çok net bir şekilde görebiliyoruz. Hayatını bir bölümünü şizofreni hastalığı ile savaşarak geçiren ve sonunda da kendi üstün zekasıyla bu hastalığı yenen Nash gerçekten bir örnek niteliği taşıyor bizler için. Filmi izlemeye başlamadan önce bir ön araştırma yapmamış olmam belki de izlediğimden bu kadar etkilenmemin en önemli nedeni oldu. Konuyu tam olarak bilmediğim için filmin yarısına kadar ben de o gerçek dışı karakterlerin ve olayların doğrultusunda kendimi kaptırmıştım, ta ki işin aslını kavrayıncaya kadar. Benim ve benim gibi izleyicilerin bu şekilde şaşırtılması kesinlikle bir senaryo ve hikaye başarısıdır bana göre. Üniversite hayatınız boyunca her derdinizi paylaştığınız, birlikte zaman geçirdiğiniz insanın hiç yaşamamış olması ya da yıllarca tuttuğunuz sırların aslında kendi içinizde ürettiğiniz unsurlar olduğunu düşünün. Kendi kendinize kurduğunuz bir evrende yaşamaya çalışmaktan başka ne denebilir ki böyle bir hayata? Evet belki hoşuna gidebilir insanın yaşadığına inandığı şeyler ama kişisel gerçekliğine zarar verdiği de yadsınamaz bir doğru. Karakterimizin yaşadığı sorunlar kendi hayal dünyasının da dışına çıkıyor ister istemez. Zaten çıkmaması sürpriz olurdu. Asıl sorun olan kısım da bu zaten. Var olmayana inanmak insanı var olandan da uzaklaştırıyor ve elinizde hiçbir şey kalmıyor sonuç olarak. Ne güvendiğiniz biri, ne bir arkadaş, ne de bir aşk… Ardından da her şey daha da zorlaşıyor. Böylece sonsuz ve iyice içinden çıkılmaz bir döngüye giriyorsunuz. Şimdi de yıllardır yaşadığınız çoğu olayın bir yalandan ibaret olduğunun size söylendiğini hayal edin. Elbette ilk etapta inanmazsınız, inkar edersiniz. Uzun bir süreçten sonra durumu kabullenseniz bile etkilerinden kurtulamazsınız. Tanıştığınız bazı kişiler hakkında “Acaba gerçekten varlar mı yoksa bunlar da aklımın bir oyunu mu?” dersiniz. Hayatı normalleştirmek ve yeni insanlar tanımak büyük bir azim ister bu noktada. John Nash ise bu konuda son derece kararlı bir şekilde mücadelesini veriyor ve zor geçen günlerin ardından mutluluğa ulaşıyor. Elbette her duruma uyarlamak için pek uygun bir örnek olmasa da yine de her zorluğun üstesinden gelmenin tamamen insanın kendi ile alakalı olduğu hakkında bize çok önemli bir kanıt olabilir Nash. Özetlemem gerekirse Şizofreni gibi akıl sağlığımızı ciddi bir şekilde etkileyen hastalıktan bile yine aklımız aracılığıyla çıkmamız imkansız değil. Daha da genel olarak Önümüze ne engel çıkarsa çıksın her zaman düşünerek, mantık kurarak aşabiliriz bu engelleri. Elbette John Nash gibi Nobel ödüllü bir dahi kadar zihnimizi kontrol etmemiz mümkün olmayabilir ama bu az önce bahsettiğim çıkarımı etkilemiyor elbette. Eğer siz de aklımızın bize oynayabileceği oyunları ve ardından yaşayabileceğimiz mücadelenin bir örneğini görmek isterseniz “A Beautiful Mind” kaçırmamanız gereken filmler listenizde zirveleri zorlayabilecek ve bu niteliğini de bir Oscar ödülü ile süslemiş muazzam bir yapım. Kaynakça: Goldsman, Akiva. A Beautiful Mind. Imagine Entertainment. 2001 Berkan YÜCEER TÜRK-101-43 21300892 DAĞLARDAN BİR DERS Öyle bir yer düşünün ki her bölgesinde farklı bir iklim yaşanıyor. Her bölgenin kendi toprağı kendi bereketine,kendi zorluğuna sahip. Bir toprak düşünün ki etrafında yaşayan herkese verdiği farklı farklı. Kimine güç, kimine acı veriyor. Toprağın acımasızlığından mıdır, insanın açgözlülüğünden midir bilinmez, bu toprağın insanlarının yaşadıkları. Güçlünün, ezileni daha çok ezdiği, acı çekenin daha fazla acıya katlanmayı öğrendiği bir yer. Gerçekten bir toprak parçası yan yana yaşayan insanları birbirinden bu kadar farklı kılabilir mi düşünüyor insan. Topraktan gelen, gerçekten toprağa sahip olanın mı, yoksa toprağı işlemek için ter akıtan insanların mı düşünüyor. İnsan, bir başkasıyla arasında bir uçurum varken hakkını aramak için ne yapabilir? Hakkını arama gücünü ona ne verir? Hayatını istediği gibi yaşamayı, özgürlüğünü ne sağlar ona? Belki de karşılaşacağı yeni zorluklar güç verir ona. İnsanın amacını sorgulamak geldi içimden. İnsanın amacı başkalarından fayda sağlayarak mı hayatını devam ettirmektir yoksa başkalarının hayatını daha güzel kılmaya çalışmak mı? Başkalarından fayda sağlayanlardan acımasızlığından kurtulmak için ne gerekli? Bu noktada, insanın neden diğer tüm içgüdüleri ve doğal ihtiyaçları gibi cesarete de ihtiyacı olduğu anda sahip olamadığı aklıma geldi İnce Memed’in öyküsünü okurken. Hiçbir sebep yokken insanın bir başkasını kendisinden daha üstün görebilmesi beni şaşırttı. İşte böyle bir durumun farkına varınca sahip olduklarımızın ve kaybettiklerimizin öneminin farkına varıyoruz ve onlar için savaşmaya başlıyoruz. Verdiğimiz savaş başkaları için olduğunda daha da fazla anlam kazanmaya başlıyor. Başkalarının hakkını ve özgürlüğünü korumak savaşımızı daha da güçlü kılıyor. İnce Memed’i okurken düşünüyor insan, sevdiklerimiz için, haklarımız için, hayallerimiz için kendi sınırlarımızı ne kadar zorlayabiliriz? Sevdiklerimizi ve insanlarımızın haklarını korumak için canımızı ortaya koyabilir miyiz? İnsan karşı geleceği kişinin sahip olduklarına bakarak korkabiliyor hayallerine giden yolda. Bazen unutuyor karşısındakinin de yalnızca herkes gibi basit bir insan olduğunu. Dostları da yanındayken aşamayacağı hiçbir engel olmadığını unutuyor. Peki bu engelleri aşmak için nereden başlamalı insan? Belki de en zor yerden başlamak, ne olup bittiğini, gerçekten ne yapmamamız gerektiğini fark etmemize bizi en iyi hazırlayan şeydir. Her şeye baştan başlamak ve her şeyi değiştirmek her zaman zor olmuştur. İşte bu zorluklar insanı karşısına dikileceği kişiye karşı onu her zaman daha güçlü kılar. Her şeye baştan başlayacağı gün, önceden aştığı engeller sayesinde yapacakları daha kolay bir hâle gelir insanın. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna daha iyi karar vermesini sağlar. Belki de İnce Memed’e canı pahasına da olsa sevdiklerini koruyup, kendi hakları için mücadele etme gücünü bunlar vermiştir. Belki de dağların onun koruyucusu ve öğreticisi olması, o gün geldiğinde ona gereken gücü vermiştir. Günümüz insanlarından kaçı rahat hayatlarını yaşarken her zaman daha iyisi için çalışabileceğini düşünüyor? Daha da önemlisi hangisi sahip olduğu olanakları ve rahat yaşamı bir başkasıyla paylaşmayı düşünüyor? Her zaman daha fazlasına sahip olmak, daha iyisine sahip olmak anlamına mı geliyor? İnce Memed bize günümüz koşullarında kaybettiğimiz duyguları kazanmamız için bir çağrı yapıyor. Gerçekten sahibi olmamız gereken şeylerin ya da kaybettiğimiz şeylerin farkına varmamızı sağlıyor. Çaba sarf edip kazandığımız şeyleri, elimizde tutmamız için daha güçlü bir duruş sergilememiz gerektiğini bize anlatıyor. Birlikte yaşadığımız insanların da hayatımızda ne kadar önemli bir rol oynadığını ve onlar için ne tür fedakârlıklar yapmamız gerektiğini de öğretiyor bize. İnsan, kimin haklı kimin haksız olduğunu anlamak için hak etmediği acıları çekmeyi, zorluklar yaşamayı beklememeli. Sahip olduğu, çalıştığı şey için her zaman savaşmalı ve her zaman elinden gelenin en iyisini yapmaya özen göstermeli. Gülten Büşra KARKILI 21401138 TURK101-18 Başak Berna CORDAN 18.11.2014 BİR AKŞAM SAATİ O TEPEDE Şiir kalıplar, nameler, ağdalı sözler değildir bana kalırsa, öylesini sevmem şiirin. Buram buram aşk kokan dörtlükler birleşip bir şiir yapmaz her zaman ya da ayrılık acısıyla, hasretle yanan o kelimeler, beylik laflar, edebi olmak maksadıyla yola çıkıp bir katmanlar yığını olmaktan ileriye gidemeyen o dizeler… Şiir, o an esti diye bir kitabın köşesine çiziktirilmiş birkaç kelime, mutluluk sarhoşluğuyla duvarlara ya da ağaçlara kazınmış bir dörtlük ve hemen ardına eklenivermiş o günü ölümsüzleştirecek bir tarih, iki yan yana baş harftir belki; içinden memleket yahut sevgili hasretiyle çağıl çağıl akan dereyi tek başına zapt edebilen, ince, ipince odunlardan bir barajdır, sabah kalktığında aklına gelen ilk isim ya da o gözlerin aradığı ilk surattır. Şiir saftır, naiftir, özdür, insanın özüdür bir bakıma, o yüzden en güzel hali gene insanda, insanların arasında ikendir. Arnavut kaldırımlı sokakta baş önde yürünürken “bir kapı önünde” kulağa çalınanlardır, en güzel örneğiyle Özdemir Asaf’ın aklından ansızın geçen karalamalarıdır şiir. Tüm şiir kitaplarının içinden benim özellikle odaklandığım Bir Kapı Önünde, ünlü şairin üçüncü şiir kitabı olup, ardı ardına gelen şiirlerindeki benzer motiflerle göze çarpar. Bazen iki üç şiirde bir bahçeden söz eder şair: senin bahçenden, benim bahçemden, başkasının bahçesine girmekten… Başka sefer bıçağa sık sık rastlanılır, elmaları keser yahut duvara saplanır. Ardından yalanlar gelir, sevgilisinden kendine yalanlar söylemesini ister sadece bir yalan yerine ya da Lavinia’yı uyarır incineceği üzerine yalanlarıyla. Kitabın burasında durup kıvırırım sayfasını, gerçek hayatta birinin ağzından çıkacağına inanamadığım bu lafları üstadın şiir okuduğu matinesinde kalkıp giden bir kadının arkasından söylediğine dair hikâyeyi hiç duymamış gibi davranırım. Bir akşamı düşünürüm: saat beş buçuk altı civarı, mevsimlerden kış, karanlık denemez ama besbelli aydınlık da değil, öyle bir loşluk… Üstadı düşünürüm ve yanındaki o naif, üşüyen kadını: bir tepede ya da bir bankta, etraf sessiz, gözler KARKILI 2 karşıdaki manzaraya kilitli, Boğaz’a besbelli… Sanki şiirde Lavinia sevmiyormuş gibi gelir insanlara, aşkı yeterli değilmiş gibi gelir; kendi hayatlarıyla ilişki kurarlar, benimserler bu şiiri. Lavinia günlüklere yazılır, Lavinia’nın fotoğrafları çekilir, Lavinia mesajları atılır. Lavinia gitme dense de gidiyordur onların gözünde şiirin sonunda, arkasından şair bakakalır. Bense bu akşam tablosunda sevgisizliği tepeden aşağı itelerim. Şair “Gene de sen bilirsin(136).” dediğinde, kadının yüzüne bir tebessüm yerleştiririm. Sessizlik, bir de ılık rüzgâr hâkim… Benim çizdiğim şiirde Lavinia gitmez, ayrı ayrı otururlar ama bankta. Pürüzsüz bir aşk değil onlarınki, mükemmel, buram buram aşk da değil. En çok da bu his yüzünden kıvırırım bu şiirin olduğu sayfanın köşesini. Çağıl çağıl değil usul usul olduğu için onların sevgisi kafamda, her tarafın aşk, platoniklik, imkânsızlık, kara sevda olduğu bu şiir dünyasında en naif, en samimi, en gerçeğe yakın olduğu için. Çünkü hiçbir şüphem olmaz o bankta aralarında üç parmak mesafeyle oturduklarından şairin ve Lavinia’nın akşamın altısında rüzgâr eserken. Lavinia’nın ürperişini görebilirim soğuktan, tereddüdü gün gibi aydınlık gitmekle kalmak arasında. Şairin yalanlar söyleme teklifi, sevgiliyi önceden uyarışı incineceği konusunda, başta gitme dememenin kırıcılığını vurgular gibi gelir; ama benim tablomda bunun anlamı elinde eteğinde sevgi namına ne varsa önüne dökmektir. Dahası var, demektir; istiyorsan, yetmiyorsa, yalanlarım da var, diyebilmektir. Şair yanındaki kadına en güzel, en saf, en içten ve sonuçta az ama öz sevgisini sunar kaynağından. Lavinia’nın üzerine titrer üşüyecek diye; günün en güzel saatlerinde, altı suları, o tepede. Son dörtlükte kopar artık bu gururun ya da her neyse işte onun dizginleri, bir “Gitme!” çıkar şairin ağzından. Benim tablomda Lavinia gitmez. Benim tablomda Lavinia adını bilir. Bu sahne somuttur benim kafamda, gerçekte yaşanılsaydı da bir saniyenin bir ömür gibi hissettireceği bu an, bende en gerçek, en mutlaktır; sonsuza uzanır. Özdemir Asaf’ın şiirleri nasıl cam kırıklarını yerden toplamak kadar hafif, temkinli, kırılgan; sabah gün doğarken uyanır da sayıklar gibi sessiz, sakin, içten ise benim sayıları bir KARKILI 3 elin parmaklarını geçmeyen sevdiğim şiirlerden en kıymetlisine kafamda yarattığım resim de öyledir. Bir bakıma en bilinen şiirinin bu olması üstadın, benim talihsizliğimdir; bu yüzden sadece kendime saklarım Lavinia ve şairi o bankta. Tıpkı kendisinin de dediği gibi bir bakıma, “Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor (137). KAYNAKÇA Asaf, Özdemir. Bir Kapı Önünde. İstanbul: Adam Yayınevi, 2002.KARKILI 4 Serdar Karaman 17.02.2016 Gerçeklik Bir İlüzyon Mudur? Yarıyıl tatilinde, ilk haftadan sonra, gerçekten yapacak hiçbir işim yoktu ve ben de 1999 çekimi bir film olan Matrix üçlemesini tekrardan izledim. Farkettim ki, filmdeki bazı konuşmalar küçükken anlayamadığım için, ya da ilgimi çekmediği için düşünmediğim, ancak gerçekten düşündürücü fikirlerin fantastik bir dünyadaki gerçekliğiydi. Asıl sorun şuradaydı, peki gerçek olmadığının kanıtı neydi? Hepinizin, Neo'nun uyanıp “asıl” dünyayı ilk kez görüşü aslında matrix diye tabir edilen bir dünyada yaşamadığımızı ve aslında herşeyin bir rüyadan ibaret olmadığını bize ne gösteriyordu? Hepimizin bildiği "gerçek" kavramı, ne kadar doğruydu? Bu kavramı ayırt etmemize yarayan duygu ve düşüncelerimiz, bizi nereye kadar götürebilirdi? Gerçek, kavramının Vikipedya'daki anlamı "düşüncede varolan ya da düşülmüş şeylere karşıt anlamda varolan, düşünülmüş olanın dışında mevcut olan" olarak geçer. Var olan şeyler gerçektir. Peki bir de şöyle düşünelim. Bir şizofreni hastasının aklı, onun doğruyu yanlışı ayırt etmesini engeller, ki bu kavramlar da kendi içlerinde zaten çok derin düşünülebilecek kavramlardır, ancak benim dikkat çekmek istediğim kısım, psikolojik sorunları olan insanların "gaipten" duyduğu sesler, halisünasyonlar. Çoğunluğumuzun duymadığı ancak sadece onun duyduğu bu sesler aslında "var olmayan" sesler olarak isimlendirilir. Peki, neye göre? Bizim işitemediğimiz ancak köpeklerin duyabildiği seslerden bu oranda farkı nedir, bu gaipten seslerin? Peki, insan gözlerinin dünyadaki bir çok şeyi, örneğin rengi, yapısından dolayı göremediğini biliyor muydunuz? Bu onları "gerçek" dışı mı yapar? Sanırım, gerçek kavramını anlayabileceğimiz şekilde betimleyecek olursak, bir yolunu bulup dünyamız kanunları içerisinde, bilim ile kanıtlayabildiğimiz şeylerin gerçek olduğunu kabul ediyoruz. Örneğin kızıl ötesi ışınlar vs... Ancak açıklayamadığımız bazı durumlar var. Her ne kadar aslında şans olarak belirttiğimiz şey hesaplayamayacağımız bir sürü koşulun kesin sonucu olsa da, ön görme yetimizin olmayışından dolayı aslında hiçbir şeyden emin olamamamız gerekir. Benim fikrim gerçekliğin düşündüğümüz kadar net olmayışı. Nasıl bir plasebo etkisi ile iyileşebiliyorsak, nasıl belirli maddeler görüş ve düşünüşümüzü etkileyebiliyorsa, belki de soluduğumuz oksijen bile bizim şu anki gerçek dediğimiz kavramın sebebi olabilir. Gerçeklik kavramının üzerinde milyonlarca insan düşünmüştür. Nihilizm, hiçbir şeyin var olmadığını kabul eder. Materyalist düşünen insanlar elle tutamadıkları , göremedikleri, kanıtlayamadıkları şeylerin var olmadığını iddia eder. Çoğu "gerçek" kavramı kişiden kişiye göre değişirken elimizde tuttuğumuz kalemin gerçekliğine nasıl bu kadar emin oluyoruz? Gerçeklik, daha çok şuna benziyor. Bilgisayardan bir oyuna giriyorsunuz. Oyunda yeni bir karakter açıyorsunuz kendinize. Ona bir isim veriyorsunuz, dış görünüşünü ayarlıyorsunuz. Elf olmasını istiyor ve kulaklarının uzunluğunu ayarlıyorsunuz. Büyücü sınıfını seçiyorsunuz ve oyuna başlıyorsunuz. O dünyadaki kurallarda bir kişinin elinden ateş topu atması, olağandır. Çünkü o dünyanın kurallarını yazan kişi, programcı, bunu mümkün kılmıştır. Sizin gözle görebildiğiniz bir ateş topu efekti koymuş, kulaklarınızla duyabildiğiniz bir ses efekti eklemiş ve etkisini gözleyebildiğiniz bir hasar rakamı koymuştur. Bu yüzden onu, oyun içinde gerçekmiş gibi kabul edebiliriz. Peki, ya dünyamız da bu şekilde oluşmuş ise? Dini kavramlar da bunu savunmaz mı? Ancak benim dikkatinizi çekmek istediğim konu, bir üst varlığın olasılığı. Ya göremediğimiz bir şey, bu evrenin başlangıcında evrenin kurallarını koymuş, ve bir şeylerin ters gittiğini hissetmememiz için ya da herşeyin bize mantıklı gelmesi için, beş duyu organımızla algılayabileceğimiz bir tepsi sunmuş olabilir mi? Biraz daha korkutucu olan, bu neden olmasın sorusudur. Zaten bence, felsefi konuların, bilinmezliğin ve anlayamamanın yükü bizleri korkuttuğu için, ve bu korkunun bizi aklımızdan etmemesi amacıyla bilime bu kadar sarılıyoruz. İki artı ikinin dört edişi bizi bu yüzden bu kadar tatmin ediyor, beş ettiğini iddia eden kişiyi aşağılayabiliyoruz. Çünkü kuralı bu değil mi, iki artı iki dört eder. Buna karşı çıkmıyorum ben de, dört ettiğini kabul ediyorum. Sadece düşünüyorum, bu gerçekliğin arkasında aslında, tıpkı bir yazılımcının bir oyuna verdiği kurallar gibi, kurallar veren bir şey var mı diye? Yoksa bu gerçeklik, bu kurallar, başka şekilde olamayacağı için mi şu anki halinde? Bu sorunun cevabını hiç kimse veremeyecek. Belki de sadece çok düşünüyorum, ve harika bir filmmiş, tekrar izlediğim için memnunum diyip, her sinema filmi gibi izlendikten ve üzerine geyiği yapıldıktan sonra konuyu kapamalıyım. Onat Uzaldı İNSAN SOSYAL BİR VARLIK OLMAK ZORUNDA MI? Bilinen tarihin başlangıcından itibaren insan hiçbir zaman yalnız bir varlık olarak tasvir edilmemiştir. “Yaradılış” konu başlığını taşıyan her hikâye, yapılan her resimde insanın yanında en az bir tane partner yer alır. İnsanlar çok uzun yıllardır bir arada yaşayarak hayatta kalabilmişlerdir. Birlikte tarım yapmışlar, sırt sırta savaşmışlar ve bu birlikten doğan kuvvet ile insan ırkı günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Bana göre, bugün bile insanların çok büyük çoğunluğunun bir arada yaşıyor olması hayatta kalma içgüdüsünün bir ürünü. Bunların ışığında, uzun zamandır söylenegelmiştir ki insan sosyal bir varlıktır. İnsanın sosyal bir varlık olduğu söylendiğinde kendi başına hayatın bir anlamının olmayacağı, ancak bir arada, başka insanlar ile birlikte yaşanan ömrün hayatı anlamlandırabileceği sonuçlarına ulaşılabilir. Geçenlerde Andy Weir’ın Marslı adlı yapıtını okuduktan sonra insanın sosyal bir varlık oluşu veyahut bu şekilde adlandırılışı hakkında daha çok düşünmeye başladım. Yapıtta, Mars’a insan gönderme projesiyle Mars’a ulaşan ancak bazı aksaklıklar nedeniyle Mars’ta tek başına kalan bir astronotun hikâyesi konu ediliyor. Astronotun önünde ise iki seçenek var, ya arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atarak onu kurtarmalarını bekleyecek ya da tek başına hayatta kalmayı başarıp kızıl gezegenden kurtulmanın bir yolunu bulacak. Yani, ya sosyal insan olma özelliğinin getirisi olarak edindiği arkadaşları ona yardım ederek hayatta kalmasını sağlayacak, ya da kendi kendine yeterek hayatta kalmaya gayret edecek. Bana göre, insan hayatında her şeyi kendi başına gerçekleştirebilir. İnsanların kapasiteleri değil, potansiyelleri vardır ve potansiyelini ne kadar yukarı çekebileceği insanın kendi elindedir. İnsan kendi başına hayatta kalmayı öğrenebilir ve kendi kendine her zaman yetebilir. Bence, insanın etrafında aile bireylerinin veya arkadaşlarının olması belli bir yaştan sonra ihtiyaç değil, birer lüksten başka bir şey değildir. İnsan, hayattan kalmak için bir başkasına ihtiyaç duymaz, yanında yer alan kişiler, insanın hayatını güzelleştiren kişiler bir kişi için ancak lüks olabilir. Bunlar olmasa da olur, ancak eğer olurlarsa, hayat daha yaşanabilir, daha anlamlı bir hâl alır. Tabii, insanın başkalarına ihtiyaç duymadan hayatını idare edebiliyor olması, hayatını yalnız geçirmesi gerektiği anlamına gelmez. Yalnız olmaktan hoşlanan insanların aksine ben, insanın ailesinin ya da dostlarının olmasının her zaman yalnız olmaktan daha iyi olduğunu düşünmüşümdür. Yalnızlık, insanı yiyip bitirebilen ve insan ona bir kez alıştıktan sonra hayatını kökünden değiştirebilen bir durum. Yalnız olmayı seven insanların genelde o yalnızlığa alıştıktan sonra insanlarla iletişime geçmekte problemleri olduğunu tecrübelerimle de gözlemledim. Buna ek olarak, yalnız olmayı seven insanlar zor bir duruma düştüklerinde ve gerçekten de yardıma ihtiyaçları olduğu durumlarda başkalarından yardım almayı reddedip kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlar, belki de gurur yapıyorlar. Ben her ne kadar insanın tek başına her işini halledebileceğine, kendi kendine bakabileceğine inansam da, yalnız geçen bir hayatın anlam kazanamayacağı kanaatindeyim. Bence, insanın sosyal bir varlık olarak tanımlanması aslında insan doğasının gereği. Çünkü hepimiz zora düştüğümüzde içten içe bize bir yardım elinin uzanmasını bekleriz. Ne kadar güçlü karakterlere sahip olduğumuzu düşünürsek düşünelim, birilerinin bize destek olmak için yanımızda olduğunu bilmek bizi rahatlatır. Ne var ki, hayat acımasız bir yoldur ve bu yolda yanımızda başkalarının da olması o yolun daha keyifli geçmesini sağlayabilir. Kızıl gezegende mahsur kalan astronotumuza gelirsek, Mark Watney Mars’ta tek başına kaldığı süre boyunca kendisine yetmek ve hayatta kalmak zorunda ama onu düşünen ve kurtarmaya çalışan arkadaşlara da sahip. Burada görüyoruz ki, insanın sosyal bir varlık olmasının yararlı bir sonucu olarak Mark’ı arkadaşları kurtaracak. Görünen o ki, insan sosyal bir varlık olmak zorunda değil; kendi kendine de yetebilir ancak insanın yanında ona destek olacak ve hayatını anlamlı kılacak kişilerin olması her zaman daha iyi. Kaynakça Weir, Andy. Marslı. İthaki Yayınları. 2014. Semih Teker Kışlar Da Güzeldir Kışın gelişini çoğu insanın aksine dört gözle beklerim. Baharı zaten herkes sever ama kışlardan çoğu insan şikâyetçidir; yağmurdan, kardan, soğuktan, ayazdan… Oysa her mevsimin kendine has güzelliği olduğu gibi kış mevsiminin de vardır. Fakat ya kimse görmüyor bu güzellikleri ya da her zaman yaptıkları gibi sadece şikâyet ediyorlar tıpkı en sevdikleri yaz mevsiminin sıcağından şikâyet etmeleri gibi. Aslında kış doğanın kendini dinlendirmesi, yorucu geçen bahar ve yazın ardından bir kenara çekilmesi olduğu kadar yalnızlığın da sembolüdür. Üzerine çektiği beyaz yorganı da böylece kendini her şeye kapatmasına olanak tanıyor. İşte bu yalnızlıktan yakınıyor büyük bir kısmımız ve kışın bu sessizliği korkutuyor onları belki de. Doğadaki mevsimsel değişim benim bedenim ve ruhum için de benzerlik gösteriyor. Kış aylarında doğmuş olmamdan olsa gerek kış mevsimini sessizliğin zirvesi olarak gördüm ve gelişini bahar kadar bekledim her zaman. Dışarısının soğuğuyla evlerine doluşan, sobanın etrafına üşüşen insanların sıcaklığı göğsüme bu sevinci doldurdu hep. Başta yağmur kokusu sardı her tarafı topraktan dalga dalga yayılarak, ardından kar bastırdı tüm yumuşaklığıyla üzerini. Her tarafın bembeyaz oluşu, yerin ve göğün bir oluşu bana saflığı, sakinliği, temizliği ve duruluğu hatırlattı. Kış sabırla beklemeyi öğretti bana baharı gözlerken. Güneşin tüm sıcaklığıyla herkesi saracağı günlerin hayaliyle ısıttı kalbimizi. Ama sonrasında güneşin kendini göstermesiyle birbirine sıkı sıkıya bağlı kar taneleri bıraktı ellerini dallardan. Tutunamadılar hiç biri. Dedik ya kış yalnızlığı bir kat daha derin hissettirir insana kendi meskeninde. Sokakta da yaşıyor olsak, geniş evlere de sığamasak yalnızlık bir yerden tutup yakalıyor bizi. Benim gibiler için bu istenilen bir şey olsa da çoğu insan için alışkın oldukları gürültünün ve kalabalıkların terki diyar etmesi korkulacak bir şeydir. Kör Ayna’da bahsedilen kış da aynı kış, beklenen bahar da aynı bahardır. Farklı da olsa coğrafyalar duygular aynıdır ve bahsi geçen kasabadaki halk kışı sevmediği kadar baharın gelişini de dört gözle beklemektedir. Çünkü baharın geliş haberini karların erimesiyle gün yüzüne çıkan dağ çilekleri vermektedir ki bu çilekler tadıyla, kokusuyla, rengiyle ve tüm canlılığıyla baharı müjdelemektedir. Ne var ki bahar da gelse bu halk için kış sürmektedir hala. Yeni biten savaşın etkileri ve insanların üzerinden kalkmayan ölü toprağı, halkı kar taneleri gibi dünya ağacının dalından koparmış, adeta izbe bir yere fırlatıvermiştir. Bu sebeple de civar şehir ve kasabalardan geri kalıp, her alanda dışlanarak yalnızlığa itilmiştir. Fiziksel olarak bahar gelmiştir ama kalpler hala kışı yaşamaktadır, kendi yalnızlığında kaybolmaktadır. Tıpkı buradaki halk gibi kendi içinde bu yalnızlığı yaşayanlar da azımsanamayacak kadar çoktur aramızda. Ve birçoğunun hayatı, en büyük hayalleri üzerinde yaşadıklarını düşündükleri geçmiş devirlere ait hazineyi bulup, geri kalan hayatlarında rahat etmek olan bu kasabanın halkı gibi düşük bir ihtimalin peşinde sürükleniyor. Kış mevsimini sevmemeleri de bu yüzdendir. Çünkü gürültüye alışkın kulaklarının, karmaşa içindeki beyinlerinin sessizliğe ve saflığa tahammülü yoktur. İşte o zaman bu yalnızlık baş gösteriyor ve kışın soğuğu o zaman içlere de işleyip gereksiz evhamları beraberinde getiriyor. Oysa karın yere düşmesiyle hissedilen soğukluk kalbe kadar işlememelidir, insan koruyabilmelidir kalbini. Her tanesinin nazlı nazlı süzülerek yere indiği ve her tarafı bembeyaz bir yorgan gibi örttüğü kış mevsimi sanıldığı kadar soğuk değildir. Çünkü kış mevsimini asıl soğuk yapan, kalplerimizin soğukluğu ve bu soğukluğu dışımıza yansıtmamızdır. Hâlbuki kışın içindeki sıcaklığı bir kere hissedebilmeli insan, yoksa kapalı kapılar ardında yaşattığı karamsar duygularıyla beklediği bahar bile hazan olur onlara. Oysa kışın getirdiği berraklıkla temizlenebilmeli ve yeni filizlenen çilekler gibi karşılamalı beklenen baharı, her ne kadar tutunamasak da dallara kar taneleri gibi. ÜÇ İNSAN, ÜÇ AŞK Quasimodo ve Esmeralda’nın temsilî resmi. Romantizm akımı etkisiyle eser verenler denilince akla gelen Fransız yazar Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu romanı, okuduğum zamandan bu yana unutamadığım bir başyapıt olarak belleğimde yer edinmiştir. 15’inci yüzyıl Paris’inin toplum ve insan arasındaki çatışmalarına, insanların kendileriyle olan iç çatışmalarına ayna tutan romanda, bu çatışmaların sebepleri inanç, fiziksel engeller, sınıf farklılıkları ve yetişme tarzına bağlanıyor. Hugo'nun, Notre Dame Katedrali'nin mimarisini ve dönemin Paris'inin tasvirini de esere yansıtarak betimlemelerinde başarılı olduğunu göz ardı etmemem gerekir, her ne kadar bu bölümler bana biraz ağır gelmiş olsa da. Hugo eserinde iç monologlara ve geriye dönüşlere başvurmuştur ki fikrimce bu, eseri daha da okunası yapmaktadır. Roman, toplumdaki sınıflar arası farklılığı ve bunun getirdiği eşitsizliği ustaca yansıtıyor ve dönemin siyasi otoritesini elinde bulunduran kişilerin görevlerini insan haklarına aykırı, hiç de demokratik olmayan bir biçimde kötüye kullanmalarına dikkat çekerek bu adaletsiz toplum yapısına eleştiri getiriyor. Okurken zihnimde canlandırdığım yargı sahneleri “Bu mudur adalet?” dedirtecek cinstendi. Bu eleştirinin haricinde, üç platonik aşkı gözler önüne sererek ‘Sevmek sahip olmak mıdır yoksa fedakârlık mı?’ sorusunu akla getiriyor kitap. Bana göre sevmek fedakârlıktır, çünkü sahip olmak için sevmek çok bencilce bir hareket değil midir? Bu, sevgiyi sahte yapar gözümde, nitekim bir “sahip olma amacı” vardır ortada ve sevginin hiçbir amaca hizmet etmemesi gerekir fikrimce. Gerçekten seven insan karşılık beklememeli. Fedakârlık burada karşımıza çıkıyor, insan öyle sevmeli ki karşılıksız aşkına rağmen gurur yapmaksızın gerektiğinde sevdiğinin yardımına koşabilmeli. “Gerçek sevgi” budur işte. Bunun örneğini yazar, kambur zangoç Quasimodo’nun güzel çingene Esmeralda’ya duyduğu aşktan hareketle sergiliyor. Quasimodo karakteri yaptığım gerçek sevgi tanımlamasına yakışır davranışlarıyla gönlümde taht kurmuştur adeta. Aynı zamanda üzmüştür de, isterdim ki böylesine yürekten seven bir adamın aşkı karşılıksız olmasın, isterdim ki Esmeralda’nın Quasimodo’ya olan hislerinde merhamet duygusundan fazlası olsun. Çünkü böylesine değer verip fedakârlık eden kişiler şüphesiz ki aşklarına karşılık bulmayı en çok hak edenler. Bir kimse tarafından bu denli sevilmek çok rastlanabilir bir durum değil, çevremizde kim bu yürekliliği gösterebiliyor? “Gurur” dediğimiz kavram sevginin önüne geçiyor ne yazık ki, geçmediği durumlara yalnızca roman sayfalarında ve şiirlerde rastlıyoruz. Yani ancak hayal dünyamızda var edebiliyoruz gerçek sevgiyi… Rahip Claude Frollo karakteri ise “Sevmek sahip olmaktır” anlayışıyla yaklaşarak Quasimodo’ya tezatlık oluşturuyor. Kendisiyle çatışan Frollo’nun duygularını kendi sözleriyle en iyi şekilde anlatabilirim: “Bilginken, bilimi ayaklar altında çiğniyorum; asilken, adımı mahvediyorum; rahipken, dua kitabını bir kösnü yastığı yapıyorum. Ama yine de sen Esmeralda, beni hâlâ sevmiyorsun” Bir insanın sevgisine karşılık bulma arzusunu anlıyorum elbet, nitekim herkes bunu ister. Ancak Claude’nun da yaptığı gibi karşılık bulamama sonucu sevdiğine zarar vermek asla haz etmeyeceğim bir davranıştır. Böyle kimselere kendi çevremde şahit oldum ve onlarla ilgili düşüncelerim hiç de iyi yönde olmadı. Çünkü dile getirdikleri sevgiyi çirkinleştirmekten ve bencillikten başka bir şey değil bu. Zannediyorum ki her kızın bir Frollo’su olmuştur veya olacaktır, deneyimimden yola çıkarak söyleyebilirim ki böylesi insanları hayatımızdan ne kadar çabuk uzaklaştırırsak o kadar iyi. Bir de Esmeralda’nın sevdiği kendini beğenmiş Phoebus var ki üzerinde durmaya değer. Phoebus gibi kendini beğenmiş, hiçbir zaman bir bayana gerçekten değer veremeyeceğini düşündüğüm tipler de uzak durulması gerekenlerden. Bu gibileri sahte mimik ve sözlerle kendilerini sevdirirler, kendilerine değer verdirirler ve bir süre sonra umursamazca ortadan kaybolurlar. Bu davranış biçimini sadece erkek tarafına özgü düşünmek haksızlık olur tabii, çevremizde cinsiyet fark etmeksizin böylelerine rastlamak mümkün. Hangi cinsiyetten olursak olalım, yolun sonunda üzülen taraf olmamak için bu kişiliğe sahip kimselere anlamlı duygular beslemeden önce bir daha düşünmek gerek. Notre Dame’ın Kamburu benim gibi sevgi ve insan arasındaki bağlantıyı sorgulayan, insan duyguları üzerine eleştirel düşünmeyi seven ve bir de Krallık dönemi Fransa’sının hukukî yaptırımlarını merak edenlerin zevk alarak okuyacağı bir kitap. Romantizmin gerek kıldığı fazla ayrıntılı betimlemelerin göz yormasına aldırış etmeyeceğini düşünenlerin okumasını şiddetle tavsiye ederim. Zeynep Özmenler Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Quasimodo ÜŞÜYORUM, ÜSTÜME YORGAN ÖRTECEK 'KİMSE'M OLUR MUSUN? "Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür." buyurmuş Anton Çehov. Ne kadar haklı ve yerinde bir tespittir, yalnızlık denilen puslu buhrana dair. Güzelliğin çevrenizi kapladığı, mutluluğun hegemonyasını sürdürdüğü ve sınırları saadet zinciri timsali görünmez gülücüklerle kaplı imparatorluğunuzda, merkezi siz olan renkli hayatınız birden grileşiverir. Solar gönlünüzün gülü, geriye kalır dikeni. Hem manevî hem maddî cihette muhatap bulamayan akıl sahipleri ise bir çocuk edasıyla "Bismillah" derler hayata yeniden. Başlangıç, yerine veya amacına göre isabetlidir ama konu, lüzumsuz sebeplerle ayrıldığınız akraba veyahut dostlarınızın yokluğunda tezahür eden 'yalnızlık' adlı illet ise onunla uzlaşma belki daha mantıklı bir seçenektir, ne dersiniz? Yalnızlık... Yalnızlık odur ki kimi zaman bir beşer kimi zaman ise soyut bir kavram olan, misal bu hayatta başı dik durmamıza vesile, yegâne bir kaynak olan îman silüetine bürünen 'arkadaş' kavramının yokluğunda zehirli iğneleriyle sisli sokağın arasından sıyrılıp ortaya çıkan ve hayattan sizi koparma adına bütün enerjinizi sömüren bir 'karabasan'dır. Tutsak alınır benliğiniz, bitmek bilmeyen düşüncelerle harmanlanmış sorularınızın çözümünü bulma maksadıyla derin bir beyin fırtınasına gark oldurulursunuz. Kitleler arasındasınızdır, tanıdık yüzler arar bir çift irisinizden damarlar vasıtasıyla bağlantı kurduğunuz 'duyular bakımından vazgeçilmez'iniz. Size ait hiçbir öğe yoktur yabancı bedenlerde. Sonra atarsınız kendinizi rıhtımın kenarına, ansızın gece olur ve beklenen kutsal an işte budur: Yakamozla şahlanan ve dolunayla coşan o müthiş deniz manzarasında bile bir dost ararsınız, o dost ki sizi bu sonsuz depresif tavırdan vereceği sıcak elle kurtaracak ve birbirinize sarılıp tekrar ayrılmama yemini edeceğiniz. Ama gelmez, yoktur çünkü. Kimisi kirli ideolojinizden, kimi de aşırı pragmatist kişiliğinizden kaçmış; bazen de siz buna yakın düşünceler serabında kaybolup aynı terk işlemini onlara karşı gerçekleştirmişsinizdir. Ve geriye tek bir ihtimalkalır: Bu kasvetli hayatta sıkışıp kalan ve bir nebze de olsa rahatlayamayan ruhu, bir uçurum kenarında, toplamda beş saniye süren ve sonunda kayalıklarla flörtün gerçekleştiği operasyon ile sonsuza dek özgür bırakmak. Ey sevgili yalnızlık! O kadar güçlü ve dirayetlisin ki senle olan ve bitmek bilmeyen bu savaşımı bitirmek istiyorum. Anlaşma yaparız, sen ihtilal çiçeği olursun, ben de yenilen taraf olurum, he? Ama yok, yapmayız dersen bil ki sana söyleyeceklerim var: Sen değil misin ıssızlığımdan doğup da bir dev gibi karşıma çıkan ve çok özgünmüş gibi bana kendi kurallarını uygulatmaya çalışan? Aynı sen, 'yoldaş listesi' adlı hafıza kartımın dolmaya yaklaştığı zamanlarda son derece sosyal olan ben, o parti senin bu parti benim gezerken köşe başı sokakta başını öne eğmiştin, yüzüme bile bakamıyordun. Korkaksın çünkü, eğer denildiği kadar çetin olsa idin muvaffakiyetle bünyemde haşrolmuş idrak yeteneğimi o zaman ele geçirirdin. Ne zaman ele ayağa düştüm, tanıştığım ve varlıklarında kaybolduğum dostlarımı 'arkadaşlık bakımından yeterlilik testi'ne tabi tuttum ve onları birer birer yitirdim, o zaman çıkageldin suratında o pişkin ifade ile.Yaprağı açık yeşil, reçinesi tutkal ve kokusu pek ağaçlarla dolu yolunu aşındırdığım patikadaki renkli görüntüyü kaybettim. Hayır, renk körü olmadım; sadece senin gazabına uğradım. Eskiden de yapmayı çok sevdiğim koy dalışlarım artık bayılma olmadan neticelenmiyor, sebebi belli: Sen, yeniden... Varlığını kısıtlamak için doğadaki güzelliklere baksam onlar da fayda etmiyor, anlayacağın iyice çaresiz kaldım. Yoruldum bu amansız savaştan, çölde üşüme krizleri geçirmekten tükendim artık. Barışalım ve sen de benim biricik yorganım ol, ne dersin ha, sevgili yalnızlık? Saim ERÇOLAK HevalcanDeliktaş 21601034 KIRMIZI AYAKKABILAR... Fotoğraf 1: http://www.kadinsite.com/wp-content/uploads/2013/01/sevimli-g%C3%BClen-%C3%A7ocuk- %C3%A7ocuk-resimleri.jpg Çocukken her şeyne kadar kolaymışmeğer.Tekendişen öğlenne yiyeceğin,akşam kiminletop oynayacağın,hangiçizgi filmiizleyeceğin ,en çok hangidondurmadan yiyeceğin iken,en büyükkorkun karanlıktakalmakiken,sevilirkençıkarsızca,karşılıkbeklenmeden ve sadecesenolduğuniçin,hayat negüzelmiş.Caddede oherkese çok güzelgörünenabla seninsaçınıokşadıdiye bilesevinebilmekne büyüklüksmüş.Annen,baban,dünyanın en güçlüinsanıymış gibi,sankikimseonlarabir şeyyapamaz gibihissetmekne çokgüven verirmişvekoşabilmekolabildiğince hızlı,rüzgarla yarıştığınısanarak,veyargılanmadan sevebilmekher renkten, her uyruktan, her topraktan veyaştaninsanıne büyüközgürlükmüş. Biz dahaözgür olacağızdiye büyümek istemiştik hep. Onsekizimizegeliparaba kullanacağız, liseye gideceğiz, dışarıçıkacağızannemize sormadan,oy kullanacağız, küçüklerimize tavsiyeler vereceğizve onlar da bizeağabey,abla diyecekçünküartıkbüyük olacağızdiye düşünürken,bir şeyi gözardıetmişiz. Bizimle birlikte her şeyin büyüyeceğini. Artıkkaranlıktan değilde sevdiklerimizikaybetmektenkorkacağımzıdüşünememişizmesela, bundanböyle saklambacıhepkendi zihnimizde vekendi kendimizle oynayacağımızı, insanlarınbizi sahipolduğumuz şeyler içinsevipdahip olmadıklarımıziçin iteceklerinihesabakatmamışız.Topuolanarkadaşımızbizihepoyununaalırsanmışız.Ençokda tutsaklığımızın büyüyeceğini hiçmihiçumursamamışız.Paranıntutsağıolmuşuz mesela,toprağıntutsağı olmuşuz.Sistemkelepçelemişbileklerimizi,en değer verdiklerimiz gardiyanlarımızolmuşlar azarlamışlarbizi veebiz böylesineseverken yaşamayı,göğehasret,üstümüzdekiçatının gökyüzüolduğunainandırarakkendimizi,nefes almayıöğrenmişiz. Küçükkensallanandişimiziçekemeyen bizler büyüyüncesilahtutar olmuşuz, adam öldürürolmuşuz. Celladıolmuşuz bizim gibiolmayanınya da düşünmeyenin,farkınabile varmadan.Büyüklerimizamcalarımız, teyzelerimizbizihep korur kollar zannederken,bir çırpıdafeda edilmişiz ondördüncüLouis gibi “Devletbenim.”diye çırpınanlar tarafından. Bizler dahadünseksekoynarken düşsekdeli gibi ağlayan, biribizi tesellietsindiye bekleyenler,biziteselliedenler tarafından ne kolayöldürülmüşüz. Hemde kırmızıayakkabılargiyemeden, oçok istediğimizdövmeyi yaptıramadan, mezuniyetimize gidipkepatamadan,çok çalışıpgirdiğimizsınavınsonucunu göremeden, aşıkolamadan ilk kez, şiir yazamadanve oen sevdiğimizşarkınınsözlerinison kez mırıldanamadan; barışve kardeşlik şiarıyla çıktığımızhayat yolunda,bizleriparçalara ayırmaksuretiyle,din uğruna,ırkuğruna,vatan ya da toprakuğruna,diluğruna,renk uğruna, ırzuğruna birer birer değilbiner bineryolumuzu kesmişler. Bizler,dokunmadanda sevebiliyorken,bize namludoğrultanadurup düşünmeden kollarımızıaçıpkoşabiliyorken sarılmakiçin,dans edebiliyorken insanlar nedüşünür hakkımızdaumursamaksızın; sondans figürümüzüyapamadan kötülüğeuğruyoruzsiz sözümona büyükler tarafından. Dövüyorsunuz, sövüyorsunuz; fikirlerimizi,kahkahlarımızı, gözyaşlarımızı,sizde körelmiştümduygularımızıbir torbaya koyup kendidepolarınıza atmak istiyorsunuz.Yetmiyor,tecavüz ediyorsunuz, katlediyorsunuz.Sizinkaranlıkdünyanızda “büyüklük” buçünkü. İştebuyüzden benim veyaşıtımpekçoklarınındilindedir çocukluğumuz. Bundangeliro günlere olan özlemimiz.Şimdikihayatımızısevmediğimizden değil, bizher günübir öncekindenfazla sevmeyi öğrendik.Fakatizin vermediğinizden yaşamamıza.Sizden izin istediğiğmizden dedeğilamaeskiden ‘çocuk’deyip geçiyorsanızbileşimdi‘insan’deyip geçemediğinizden.Düşletmediğinizden. Fakatyine de,her şeye rağmen,şuursuzca,bizçocukkalmaya devam edeceğiz.Yine kahkahalar atacağız“atma”dediğiniz yerlerde.Tekrar itip düşüreceğiz birbirimizi vesonra elindentutup kaldıracağız.Sizin gibi sırfçocukluğumuzu çoközlediğimizdenkin duymayacağıztümçocuklara,renklerini kıskandığımızdan griyapmayacağızonları.Onlar gibi temizsevemediğimiziçinonlarıöldürmeyi seçmeyeceğiz. Sizin kötükalplerinizkarşısında durabilmekolanaksızve umutsuzcagelsede kulağa,size rağmeniyi kalacağız, çocuk kalacağızhala! Selam olsuntüm çocukkalanlara... Kaynakça: Fotoğraf http://www.kadinsite.com/wp-content/uploads/2013/01/sevimli-g%C3%BClen-%C3%A7o cuk-%C3%A7ocuk-resimleri.jpg Elif Aydoğdu SANAT GEMİSİ HİÇ BATMASIN Fazıl Say’ı ilk dinlediğimde tahminen altı yaşımdaydım. Antalya’da, Aspendos Antik Tiyatrosu’nda... Genco Erkal altı yaşındaki bir çocuğun bilmeyeceği konular hakkında o kadar çoşkulu şiirler okuyordu ki içimde bir şeyler kabarıyordu her bir kelimede. Anlamadığım bir heyecan duyuyordum. Serenad Bağcan o zamana kadar duyduğum en duru sesle harika parçalar seslendiriyordu. O sıra henüz adını bilmediğim Güvenç Dağüstün, yine o sırada varlığından haberdar olmadığım büyüleyici bir sesle –ki bu ses bariton olur- bir yandan içime korku salarak bir yandan da içimde bilmediğim duygular uyandırıyordu. O zamanlar her ne kadar orkestradaki enstrümanları seçemiyor olsam da her birinin çıkardığı ses karşısında ayrı, koronun içinde bulunduğu harmoniden ayrı bir şaşkınlık yaşıyordum. Oratoryonun son parçası olan çocuklar –yani o zamanki yaşıtlarım- ise beni müzikle uğraşmaya heveslendirmişlerdi çoktan. Esen rüzgarın sesi, antik tiyatronun o doluluğu, havanın hafif serin hali…O yaşta bir çocuğun bile tüylerini diken diken etmişlerdi. Zaten bu günden sonra burada bulunan her sanatçı benim için farklı bir anlam ifade etmeye başlamıştı. Fazıl Say ile böyle tanışmıştım. Büyüdükçe sanatçıya olan ilgim arttı ve hakkında daha çok araştırma yapmaya başladım. Türk müzik dünyası adına büyük bir piyanist olduğu zaten inkar edilemez ancak benim için Fazıl Say’ın bestekarlığı piyanistliğinden az da olsa önde. Büyük ustalara gösterdiği saygı, bütün o eserleri harikulade bir şekilde besteleyebilmesi, o duyguyu hissettirebilmesi ve hatta o duyguya çok daha fazlasını katabilmesi… Yıllar önce de beni etkileyen unsurun büyük ölçüde beste olduğunu Sait Faik Resitali’nden sonra anladım. Nazım Hikmet Oratoryosu’nu nasıl bir huşuyla dinlediğimi hatırlıyorum, şiirler ve piyanonun uyumu, sessizlik çöktüğünde ansızın gelen notalar, ölü bir çocuk cansızlığıyla küçük bir kız çocuğu tarafından okunan şiirde arkadan ve inceden duyulan tınılar hepsi o kadar güzel ayarlanmış, o kadar güzel bir uyum içindelerdi ki… Bu denli bir uyumu yakalamanın ne kadar zor olduğunu anlamak için bir şey bilmeme gerek bile yoktu. İşte tam da bu sebeplerden Sait Faik Resitali’ne giderken bir yandan fazlasıyla heyecanlıydım fakat bir yandan da önceki hislerimi yaşayamama korkusu içindeydim. Hayal kırıklığına uğramak istemiyordum. Resital başlar başlamaz kaygımın ne kadar yersiz ve hatta belki de saygısız olduğu ortaya çıktı. Yine harika bir anlatıcı kadrosu, fazlasıyla güçlü vokaller, mükemmel bir orkestra, bütün ihtişamıyla Fazıl Say, konuya söylenecek söz zaten yok...’’Stelyanos Hrisopulos Gemisi’’ Sait Faik’in en güzel öykülerinden biridir benim için. Bu öyküyü bir de böyle dinleyince etkilenmemek elde değildi. Demet Evgar, Songül Öden, Esra Bezen Bilgin, seslerini çok etkili kullanıyorlardı ve mavili yeşilli uçuş uçuş elbiseleri minimalist bir deniz havası yaratıyordu. Serenad Bağcan, Zeynep Halvaşi hem güçlü vokaller olmaları yönüyle hem de tiyatrallikleriyle bütün salonu ele geçirebiliyorlardı. Serenad Bağcan’ın kedi taklidi yaparak söylediği bir solosu vardı ki benim lügatımda bunu anlatabilecek kelime olduğunu zannetmiyorum. Ve orkestra. Nereden başlasam? Çeşitliliği mi desem, uyumu mu desem? Bir arada kullanılacağı aklınızın ucundan geçmeyecek enstrümanlar birbirleri için yaratılmış gibiydi. Klasik müzik ve makamsal Türk müziği bir arada olmak için var olmuş gibilerdi. Bir tarafta kanunun ve kemençe ikilisinden beklemeyeceğiniz kadar hüzünlü, içli, yanık bir ses... Öbür tarafta henüz Trifon’un başına gelenler gelmemişken, daha Trifon gemisini inşa ederken oyunbaz bir havayla çalınan keman. Diğerinden bekleyeceğinizi öbüründen duyduğunuz bir orkestra yani. Fazıl Say ise sahneye çıkıp piyanosuna oturduğu an on iki sene önce olduğu gibi yine kendini kaybetmiş, çevresindekileri unutmuş, piyanosuyla bir olmuştu. Ve yine aynı tutkuyla, bütün kalitesini ortaya serercesine muhteşem bir performans sergilemişti. Sahnede olan her bir birey esere olan saygısnı inanılmaz performansıyla kanıtlamıştı. Sahne arkasındaki Özen Yula, yani yazar/yönetmen de övgüyü hak ediyor. Övmek her ne kadar üstüme vazife olmasa da bütün yazım boyunca elimden geldiği kadar beğenimi dile getirmeye çalıştığım için bundan da bahsetmek istedim. Öyküyü harika bir şekilde uyarlamıştı. Resitalden önce sahneye çıkıp yaptığı açıklama da o denli doğruydu ki bundan bahsetmeden yazımı bitirmenin bir ayıp olduğunu düşünüyorum. Ülkemizin içinde bulunduğu durumdan bahsedip bu kötü durumdan bizi ancak sanatın kurtarabileceğini söylemişti. Diyeceğim şu ki bu resital bir resitalden daha önemliydi. Benim için, evet, özel bir anlamı da vardı ancak herkesin bu güzel eserin bir yerinde, belki hikayede, belki içli kanun sesinde, belki şarkılarda özel bir anlam bulabileceğine düşünüyorum. Ve bahsettiğim bunca güzel sebepten sonra şunu da söylemek isterim ki buruk bir güzellik var bu eserde. Burukluğun sebebi ise hem bu harika organizasyona hem de bunca değerli sanatçıya gösterilmesi gereken ilginin gösterilmemesidir. Toplum olarak mı yoksa insan ırkı olarak mı orasını bilemeyeceğim ancak değerli herhangi bir şeye gerekli değeri vermemek denen bir hastalığımız var. Umarım gün gelir bu tür etkinlikler belli bir zümreye hitap etmekten çıkar, bu sanatçılar hak ettikleri ilgiyi görür. Ve yine umarım ki sanatçılarımız bütün bu zorluklara rağmen pes etmeden devam edebilirler. Çünkü ben gerçekten sanatın bir başkaldırı olduğuna inanıyorum ve Özen Yula gibi benim de sanatın bizi kuratarabileceğine olan güvenim de sonsuz. http://www.sanattanyansimalar.com/fazil-say-9-ekimde-sait-faikle-ankarada/2280/ Anlatıcılar denizin dalgalı halini canlandırırken. http://aybekgazete.com/fazil-sayin-sahne-eseri-sait-faik-ankarada/19203/ Zeynep Cengiz Farklı Bir Mükemmel Hepimiz kendi mükemmel dünyamızı yaratmak ve onun içinde yaşamak isteriz. Gerçek hayatın zorluklarına ve üzüntülerine katlanmak zor gelir, çoğu zaman kendimizi “keşke şöyle olsaydı” derken buluruz ancak burada en başta yapılan hata kelimenin anlamından kaynaklanmaktadır. “Mükemmel” kelimesini günlük hayatta çeşitli şeylere kullanırız; yapılan bir yemeğe iltifat etmek için, birinin üzerindeki kıyafeti beğendiğimiz için vb. ancak bu kelimenin yanına uymayacak belki de tek şey insanlıktır. İnsanoğlu çok şey olabilir ama mükemmel değildir. Ütopya temasını işleyen kitaplarda mükemmelliği engelleyen ana şeyin duygular olduğu söylenir. Burada anlatılmak istenen basit duygular değil de baskın olan, çoğu zaman mantıklı düşünmeyi engelleyen kıskançlık, aşk ve nefret gibi duygulardır. Çünkü bu duygular öylesine yoğun hissedilir ki, insana hiç beklemediği şeyler yaptırabilir. Bu nedenle bu kitaplarda duyguların yasaklandığı ya da ilaç gibi yollarla bastırıldığı görülür. İşlenen cinayetlerin büyük bir yüzdesinin bu üç duygudan kaynaklandığı düşünülürse, haklı tarafları vardır ancak ben bu düşünceye tam olarak katılmıyorum. İnsanı insan yapan en temel şey duygulardır. Eğer duyguları söküp alırsak, geriye kalan şey doğal olmaz. Aslında bir bakıma herkesi birbirine benzeten bir sistem yaratılmış olur çünkü her bireyin her duruma verdiği tepki farklıdır ve bu farkı yaratan şey hislerdir. Duyguları sıfırlayarak belki cinayetlerin sayısı azaltılabilir ve böylece daha iyi bir toplum düzeni kurulabilir ancak mevcut olan duruma “yaşamak” denilemez. Phillip Noyce’un yarattığı ütopyada aslında duygularla sıkıca bağlantılı olan inanç ve renkler de yasaklanmıştır. İnancın yasaklanmasıyla birlikte daha huzurlu bir toplum oluşturulabileceğine ben de inanıyorum çünkü inancın alt başlıkları oldukça geniştir. Bir dine ya da politik bir lidere inanmak, bir takıma fanatik bir şekilde bağlanmak ya da daha basitinden herhangi bir insana körü körüne bağlılık gibi şeyler oldukça tehlikelidir. Tarihte farklı görüşlerdeki insanların (her farklı görüşteki insan da kendi görüşünün yüzde yüz doğru olduğuna inanmakta) karşı karşıya gelmesiyle dökülen kanların haddi hesabı yoktur. Renklerin yasaklanmasının sebebi ise temelinde nefret ve kıskançlığı barındıran davranışları yok etmektir. Eğer karşımızdaki kişinin teninin, gözlerinin veya saçlarının rengini göremezsek, ırkçılık ve kıskançlık cinayetlerinin önüne geçmiş oluruz. Burada da aslında doğru bir gözlem vardır çünkü insanoğlu sahip olmadığı en küçük şeyi bile kıskanmaya çok Zeynep Cengiz meyillidir. Örnek olarak karşısındakinin doğal saç rengi olan kırmızıyı kıskanıp gözü dönen ve karşısındakini yaralayan biri verilebilir. Aslında kendisine hiçbir zararı olmadığı halde sadece yaratılış bakımından sahip olduğu özellikleri kıskandığı için karşısındakini incitmiştir. Ancak burada sorulması gereken asıl soru, bu ayrımı yok etmek için renksiz bir dünya oluşturmanın ve birbirinin tıpatıp aynısı olan beyaz noktalar yaratmanın mantıklı olup olmadığıdır. Ütopya kavramının çıkarılmasındaki amaç mükemmel dünyanın ve kusursuz toplum düzenin oluşturulması olmakla birlikte aslında pratikte bu amacın tam tersi sonuçlar doğurduğu gözükmektedir. İnsanın duygularını aksiyona dökmesiyle birlikte ortaya çıkan tabloyu bir hata olarak gören ve bu nedenle duyguları denklemden silen bu sistem, duyguları silerken aynı zamanda insanı insan yapan özellikleri ve temel özgürlükleri de kısıtlar. Yani aslında mükemmeli oluşturma yolunda giderken mevcut düzenden daha da kötü, baskıcı bir düzen ortaya çıkarırız. Temelde her ütopya aynı zamanda bir distopyadır. En güzeli ve en doğruyu yaratmanın mümkün olmadığını, insanın var olduğu her yerde bazı hataların da doğal olarak meydana geleceğini kabullenerek belki de farklı bir mükemmel tanımına yönelmeli ve bütün farklılıklarımızla ve eksikliklerimizle kendimizi kabullenmeliyiz. GÜLCE ELİF ATABEY 21501652 TUHAFLIK BENİM İÇİMDE NE TUHAF Bir kitap nasıl çeker insanı kendine, raflarda yüzlerce kitap dururken neden biri göz kırpıverir bilemem. Kuvvetle muhtemel ki bundan benim gibi birçok okuma sevdalısı da mustariptir. Şöyle bir alırsınız kitabı elinize önce. Kapakları hoştur elbet kitapların, kokuları ayrı cezbeder. Bunlar hep yayınevlerinin oyunudur okurlara. Ama bu şiir kitabında beni bir anda saran ve sarsarcasına etkileyen arka kapağındaki şu dizeler oldu belki de: “ Ne tuhaf ömrümün sonuna kadar/Kelimelerle yaşamam/Ağaçtan çok ağaç sözünü/Denizden çok deniz sözünü sevmem/Halbuki bir sabah erken uyanınca/ Balkona çıkmak da güzel “ Sabahattin Kudret Aksal... Gazoz Ağacı isimli öykü kitabını okurken “tuhaf” bulduğum bu adam kendi tuhaflığından söz ediyordu, bunun farkındaydı. Dizeleri okurken içimde tuhaf bir acı hissettim. Adeta bir kendimi sorgulama sürecine girmiştim. Düşündüm... Aşk gerçektir. Tuhaftır ki Fuzuli’nin Mecnun’uyla Leyla’sınınkinden daha ölümsüz aşk yoktur. Tarih yapılır. Tuhaftır ki yazılmayana tarih denilmemiştir. Sabah erken kalkınca balkona çıksak da bu ancak yazarın özgün üslubuyla tekleşir. Hayatın gerçekliklerini yeniden var eder sözler. Ben de nesneden çok onun sözünü sevdim sanıyorum. Dostoyevski’yle Moskova sokaklarında gezmenin tadını, İstanbul’u Orhan Veli’yle dinlemenin hazzını tatmışım bir kere. Ne tuhaf, tuhaflık benim içimdeymiş. Ben tuhaflık içinde. Tuhaflıktan kurtulmak için, gerçeklerin denizine açılıyorum. DER Kİ SİZE Hayatın gerçekliklerinden bahsetmişken bir şiir daha çarpıyor gözüme; süssüz, abartısız hayatın en büyük gerçeği olan ölümün anlatıldığı dizeleriyle insanın içini ürperten türden bu kez. Şu dizelerle başlıyor şiir; “Der ki size bir gün ölüm/ Boşuna kardeşim bunca çalım /Düşünürsünüz, nereye/ Savrulacak bunca külüm” Bu da bana uzun zamandır zihnimde evirip çevirdiğim düşünceleri anımsattı. Ölüm, yüzyılların gizi... Herkese aynı cezayı veren adil hükümdar... Kimine göre vahşet, kimine göre vuslat...Gecenin gündüzü anlamlı kılması gibi hayatı değerli kılan, ölüm. Buna rağmen yüzyıllardır hor görülmüş, bir türlü benimsenememiştir ölüm. Ölüm hakkında düşündükçe onu kabullendiğimi ve hayatı daha basit yaşadığımı fark ettim. Umudum kaygılarımı, sevgim öfkelerimi azalttı. İnsanlar ölümden korkmadığında hayat daha anlamlı oluyor. Cahit Sıtkı gibi ölümden ürkmek yerine Yunus Emre gibi ölümü doğal döngü olarak görmeli. İnsanlar ölmeseydi, dünya çok da çekilir bir yer olmazdı değil mi? Hâşâ, niyetim rahmetli annenizi yargılamak değil yahut yeri bir türlü dolmayan eşinizi. Gayem gerçekliklere yaklaşmak bir adım daha. Yalnız ölüm sözünü değil, ölümü bile sevebilmek. YAŞAMAK Ölümün doğallığını kabullendikten ve onu ailemizin yaramaz çocuğu gibi sevdikten sonraki aşama basit yaşamayı öğrenmektir zannımca. Herkes yaşamakla ilgili sözler söyler kendince, basit yaşamayı kaçırırlar. Bu fikirler dimağımda gezinip sözcüklerini bulmayı beklerken kitabın ilerleyen sayfalarında onlarlakarşılaşınca şaşkınlığıma hakim olamadım. Sabahattin K. Aksal yine kendine has, kah bilmiş kah umursamaz üslubuyla anlatıveriyordu bir çırpıda: “...Dünya değişmedi kaç bin yıl/ Önce de böyleydi. Mavilik/ Yine çiğdi, göz alıyordu...”Neden illa maviye bir anlam yükler ki insanoğlu? Yolcusu olduğumuz yolda bir han değil midir bu sevgili Dünya? Yaşa! Sadece yaşa gitsin. Gevşe! Nedir bu kibrin, dost? Öyle yaşamak istiyorum ki yaşamla ölüm bir olsun, iyiyle kötü, varla yok...Yaşamı karmaşıklaştırdıkça mutluluk küsmesin bana. Cezalandırmasın kendince, çalsın hep kapımı. Tezatları kabul edeceğim, “insan” olduğumu kabul edeceğim. İnanıyorum ki gerçekliğe döneceğim. Tuhaflıktan çıkabilirim, tuhaflık benim içimde sonsuza dek yaşasa da. BUSE İLAYDA ÖZ UÇAN BALONLAR Daha önce hiç bir şeyi sevdin mi? Yumuşacık battaniyenin altında sıcak bir kahveyi yudumlarken camdaki damlalara bakıp "Yağmuru çok severim." diyorsun ya mesela, hiç yağmuru altında ıslanırken sevdin mi? "Hayvanları çok severim." de diyorsun belki. Hiç kabuğu kırılmış bir salyangoz gördüğünde gözlerin dolacak kadar sevdin mi hayvanları? En son ne zaman manzarasına bayıldığın evinin önündeki ormana yürüyüşe gittin? Odanda yapayalnızken tüm ışıkları kapatıp dans edebilecek kadar seviyor musun dans etmeyi? Ya da gece yatağa yattığında kurduğun binlerce hayal arasına küçük bir çocuğun gülümsemesini sıkıştıracak kadar seviyor musun çocukları? Koşarak yaşadığı hayatında, diğer her şeyi olduğu gibi sevmeyi de ayaküstü yapıyor insan. Günlük hedeflerinin arasında kalan boş zamanlarında, aslında tamamen bencil bir içgüdüyle sevme/sevilme ihtiyacını karşılamak ve böylece daha standart hissedebilmek için birtakım şeylere değer verme gereksinimi duyuyor. Bu yüzden ihtiyaçların boyunduruğuna girmeyi henüz öğrenememiş olan çocuklar bir şeyi tüm benlikleriyle şuursuzca sevebilirken, yetişkinler sevdiğini sandığı o anlarda bile kaybetmeye karşı hazırlık yapıyor beyinlerinde. Bu hazırlıklı olma durumunun doğruluğundan şüphe bile duymayan insan, çocukların "şuursuz" hâllerinden kurtulmaları için elinden geleni yapıyor ve başarılı oluyor da. Daha küçücük bedeninde, hayranlıkla ışıldayan gözleriyle uçan balonları gösterirken kolundan çekiştirerek götürdüğünüz o çocuk, sevmeye vakit bulamıyor şimdilerde. Kimileri onun kalpsiz olduğunu düşünüyor kimileriyse duygularını belli edemediğini. Kimileri de sevmeyi bir türlü öğrenemediğini söylüyor. Oysa bilmiyorlar ki o çocuktan sonra hiç o kadar sevmedi uçan balonları kimse. Şimdilerde tüm bu hızlı ve yoğun hayatının arasında elbette (!) sevgiye vakit ayıramayan o çocuk, hiç de azımsanamayacak bir zamanını nefret etmekle geçirebiliyor oysaki. Bir gün trafikte kavga ederken görüyoruz onu, başka bir gün çok sevdiği eşini bıçaklarken, sonraki gün ise savunmasız bir hayvana işkence ederken… Sorduklarındaysa belli sebepler sıralıyor bu akıl almaz vahşiliklerine. "Hak etti." diyor kimi zaman, kimi zaman da daha önceden uyardığını söylüyor. Belli ki o çok yoğun hayatının arasında kendi yargı mekanizmasını yaratabilecek kadar önemsiyor bu "adalet" duygusunu. Ancak ne ilginçtir ki sevdiğini düşündüğü şeyleri aslında hiç sevmemiş olan insan, nefretle zarar verdiğini düşündüğü şeylerden çok kendisi acı çekiyor. Bazen 21. yüzyıla nefret çağı dediklerinde keşke karşı çıkabilsem diyorum. Keşke tüm bunlar uydurma desem, yalanlasam, inkâr etsem… Keşke her canlı özgürce yaşayabiliyor desem dünyada. Keşke hayvanlar acı çekmiyor, kadınlar şiddet görmüyor, çocuklar ağlamıyor, evlerine gitmek için otobüs durağında bekleyen masum insanlar bir patlamada ölmüyor desem. Ancak bunları söylemek için her ağzımı açışımda yeni bir katliam dinliyorum son dakika haberlerinde. Yeniden telefonum çalıyor, bir kâbus kadar kötüyken iyiyim diyorum her arayana. Biraz zaman, çokça gözyaşı, birkaç sayı, birkaç açıklama… Ve yeni bir gün, yeni hedefler yeni koşturmacalar… Yeni dilekler, yeni umutlar, yeni hayaller… Bugün ben dünyadan yeniden çocukluğumdaki gibi sevebilmeyi istedim. Güneşi denizin üstündeki yansımalarının beni büyülediği zamanlardaki gibi sevmek… Rüzgârı uçmayı yeni öğrenen bir martı kadar sevmek… Kendinden bir parça koparmaya korkmadan sevmekten bahsediyorum. Hiçbir yere yetişmeden, hiçbir sınır koymadan sevmek… "Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır… Harcayacaksın! " demiş ya Özdemir Asaf, bir yaşam harcamaktan korkmadan sevmek istedim. Belki o zaman bu kâbus dolu karanlık dünya benim için aydınlanırdı birkaç dakikalığına. Ve belki o zaman bir çocuk kadar masum, uçan balonlar kadar renkli ve özgür olurdu dünya. Aynı Manzara, Ayrı Hayaller Çıkın sokağa, karşınıza gelen herkesi durdurun bir-iki dakikalığına ve sorun; “En büyük hayaliniz nedir?” diye. Yaşı kırk elli arası, emekliliğinden gün alan büyüklerimize sorun mesela; “sabah sekiz akşam beş” ilkesiyle hayatını sürdüren gri şehrin gri memurlarına sorun mesela; dışarıdan bakıldığında çok fiyakalı gözüken kendi işinin sahibi olan takım elbise mağdurlarına sorun ya da; bence siz gidin hayat bilgisi dersinin fizik kimya biyoloji diye ayrılmasıyla hayatları sarsılan kardeşlerime sorun en iyisi. Ben size küçük bir sır vereyim; kime sorarsanız sorun cümleler, anlatım, öykü ne kadar değişirse değişsin herkesin hayalinde yer alan başrol oyuncusu asla değişmez, denizdir o. Yaşlar, hayatlar, karakterler ne kadar farklı olursa olsun hayallerimizde ortak olan yegâne şeydir, deniz. Deniz hep aynı denizdir ama çevresine koyduklarımız bambaşkadır. Klişe olarak bakılır artık hayalini anlatanlara. “Bırakacağım buraları, emekliliğim gelsin yerleşeceğim bir sahil kasabasına, alacağım denize karşı bir ev, çıkacağım balığıma toplayacağım mezgitimi barbunumu yakacağım her akşam mangalımı” ne zaman böyle bir hikâye duyarsanız hemen arkasından dinleyen kişinin iki dudağı arasında çıkacak cümle hiç şaşmaz. Yüzünü buruşturur tatmin olmamıştır çünkü hafiften kaşlarını çatar ve der ki “Sen de mi?” Bir başka senaryomuz olsun mesela… “Tatilde ne yapacaksın? “ sorusuna “Denizden hiç çıkmayacağım” cevabını veren bir çocuğun suratına bakılır ve alaycı bir gülümseme ile hayali klişe bulunur. Ne yazık ki ben bunu anlamakta güçlük çekiyorum efendim, söyleyin bana… Bir hayal nasıl klişe olabilir ki? Deniz aynı olsa bile denizin hissettirdikleri de aynı olabilir mi? Olamaz. Eğer yedi milyar farklı insan varsa yeryüzünde, yedi milyar farklı hayat vardır, yedi milyar farklı düşünce ve yedi milyar farklı hayal… Deniz tutkudur kimisi için, deniz huzurdur, deniz mutluluktur, deniz aşktır, deniz sevgilidir deniz milyonlarca farklı sıfattır. Deniz aynı gözükse bile bambaşkadır, farklıdır; balık farklıdır; kayık farklıdır; kum farklıdır. Bu yüzdendir denizin büyüklüğü; içine milyarlarca hayali aldığından gelir derinliği. Bu dünyanın en büyük gücü dörtte üçünün sahibi denizler bile kabul ediyorsa herkesin hayalini, kusura bakmayın kimse o hayali klişe bulamaz, kimse o hayali küçümseyemez. Ne kadar kendimize itiraf edemesek bile, ne kadar içimizde öyle olanlara gülenler olsa bile, ister negatif olun ister pozitif olun ister gerçekçi olun hepimiz birer hayalperestiz. Her birimiz hayallerimiz için yaşıyoruz, katlanıyoruz dertlerimize, sıkıntılarımıza, sorunlarımıza. Eğer birileri emekliliği için gün sayıyorsa bilin hayalleri içindir, eğer biri her gün sabah sekizden akşam beşe kadar çalışıyorsa gri bulutların altında bilin hayalleri içindir eğer biri takıyorsa kravatını her gün dinliyorsa birileri fiziği kimyayı biyolojiyi sekiz saat bilin hayalleri için. Nasıl deniz olmadan dünya olmazsa hayalsiz insanlar da aynı derece olmaz. Bizi biz yapan şeylerdir kurduğumuz, uğruna yaşadığımız hayaller. Güzel demiş William James; “ Eğer birinin ruhunu görmek istiyorsan, ona hayallerini sor” Sözün özü siz siz olun hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin. Hayalleriniz için yaşayın, onların gerçekleşmesini görmek için katlanın tüm sıkıntılarınıza, dertlerinize, sorunlarınıza. Gerçekleşmiyor mu, asla pes etmeyin; üzülmeyin. Bazı hayaller vardır hayalken bile güzel olan. Kırarlar diye hayal kurmaktan vazgeçilmezmiş. Valla ben söylemedim, İlhan Berk söylemiş. Madem bu kadar okudunuz dinlemeniz temennisiyle size son bir tavsiye vereyim. Hayallerinizden denizi, kayığı, kumu asla ama asla eksik etmeyin, çünkü deniz ki en çok yakışandır hayale, denizdir hayallerde daha güzel çıkan fotoğraflarda çıktığından… KURMACA DÜNYA İÇİNDE OKUR Bir rüya görür dururum senelerden beri. Elimde sert kapaklı eski bir kitap; bir tren istasyonunda, önümden vagonlar ardı sıra geçerken bir bankta oturmuş kelimeler arasında gezerim. Ne başka bir ses, ne de bir siluet… O bankta bir başıma oturmuş kimi ya da hangi yolun yolcusu olan treni beklerim, bu suskun rüyamın bir başı ve bir sonu var mıdır, bilmem. Dimağımda kalan yalnızca bir ânı simgeleyen bu resimdir. Ne vakit ki Basit Bir Es’i elime alıp arka kapağındaki yazıyı okudum, sanki kendimi o rüyada buldum. Ben kitabı okunan bir yazar değildim ama “bu sahne başka bir yazar tarafından benim için yazılmıştı” (7). Basit Bir Es’i okurken, kitap okuyan yolcuda kendimi bulduğumu düşündüm önce. Çünkü birçok yerde -bir tren, bir tramvay, bir vapur, bir otobüs ya da bir bankta- kitap okurken kendimi kaptırmış, hatta belki aynı kitabı daha önce okumuş ve bana onun hakkında bir şeyler mırıldanmak isteyen gözleri fark etmemiştim kim bilir kaç kez. Evet, trende kitap okuyan bu kişi benden başkası olamazdı. Kitap okuyan yolcunun “20’li yaşların ilk yarısında, delikanlılık çağından yeni çıkmış, açık kumral saçlı, gür sakallı, ince uzun, gösterişsiz biri” (21) olduğunu okuduğum zaman kısa bir sessizlik hissettim içimde. Beni tıpa tıp tasvir edeceğini sanmıştım oysa. Beni anlatmalıydı, çünkü benim için yazılmıştı. Sonra sessizlik geçti ve ben düşündüm ki bu yolcu benim ruh eşim olabilirdi. Yıllardır her köşede, her karakterde, her hikâyede aradığım, düşlerimde gördüğüm kişiye pek benziyordu. Yani aslında hala bu sahnenin benim için yazılmış olma ihtimali vardı. Sevindim ve bu ihtimale tutunarak okumaya devam ettim. Okudukça hikâyeye karıştım, nerede durduğumu bilmeden. 20’li yaşlarında olan delikanlı, düzgün giyimli orta yaşlı bir adama dönüşmüş ve sonra birden karşıma yaşlıca bir kadın olarak çıkmıştı. Aslında hepimiz aynı kişiydik, Enis Batur’un hayalinin bir parçasıydık. Peki, ana karakter, hani şu başka bir ülkede trenle yolculuk eden yazar, neresindeydi bu hikâyenin? Düşündükçe çoğaldım, çoğaldıkça bir cevap bulmaya hazırım sandım. Cevabın bir parçası olmaya çabalarken kendimi bu kahramanın hayalciliği ve çekingenliğinde bulduğumu anladım. Bu defa da zannettim ki, o aslında benim. Evet, bir yazar değilim ama bir hayalperestim. Olmadık şeyleri hayal edebilir, bazen onların birer hayal olduğunu bile unutabilirim. Kafamda kurduğum senaryolarda yaşayabilir, yaşamın gerçekliğinden sıyrılıp bambaşka limanlara sığınabilirim. Söylemek istediklerimi susup, çekingenliğimi rüyalarımda haykırabilirim. Yalnızca, hayallerimi kâğıda döküp kelimelerle ıslatmayı becerebilecek kadar yetenekli değilim. Buna hayalimde sahip olmaktan bile çekinirim. İşte; vagonun birinde oturmuş, karşısındaki yolcuyu hayallerine katan bu yazarla aramızda görünen en büyük fark bu. Son birkaç sayfada, aslında hiçbirinin var olmadığını -hayallerimin bile- anladığımda başından beri her şeyi bildiğimi fark ettim. O yazar aslında Enis Batur’un kendisiydi, o 20’li yaşlardaki delikanlı hiç var olmamış, orta yaşlı bir akademisyene, ihtiyar bir kadına hiç dönüşmemiş, ben rüyalarımda o tren garını hiç görmemiştim. Yazar benimle oyun oynamış; bu kurmaca dünyanın oyununu ben düşlemiştim. Hayalciliğimi bırakıp resmin tamamını görebilseydim, gerçekte kitabın benim için yazılmış olduğunu daha hızlı anlayabilirdim. Altını çizdiğim her satırın benimle tamam olduğunu, sayfalarda bırakılmış boşlukların, anlatılanları daha çok düşünmem için basit birer es olduğunu ayırt edebilirdim. Basit Bir Es, hikâye içinde hikâyeydi; ben, yalnızca bir okur, bütün hikâyelerin hem içinde hem üstündeydim. Hikâyenin kendisiydim, karakterlerin hepsi, yazarın kalemi, kelimelerin gezindiği boşluktum. Ben, kurgunun bir parçası, yalnızca bir okur; aslında hep vardım, bazense hiç yoktum. Kaynakça Delvaux, Paul. Le Vicinal. 1959. Yağlı Boya. FEYZA ÜNAL Ahmet Yılmaz BAŞARAN 21400935 Türkçe 101-20 08.10.2014 BİRİ VARMIŞ, BİRİ YOKMUŞ Albert Camus’nün Yabancı adlı romanında bir insanın ne kadar hissizleşebileceğine, etrafındaki efrattan kendini ne denli soyutlayabileceğine tanık oldum. Kalabalık içindeki yalnızlığın resmini gördüm. Yaşama dair tek bir anlam dahi bulamayan, mevcut olan hiçbir şeyin mühim olmadığına inanan birinin ızdırabını paylaştım. Yabancı’nın bana yaşattığı deneyim uzun süre, belki de hiç, hafızamdan silinmeyecek. İtiraf etmeliyim ki, bir kitabı okumadan önce araştırmaya girişir; müellifin şahsiyeti ve yapıtına dair az da olsa malumat edinirim. Eseriyle müşerref olmadan evvel Camus ile belli hususlarda duygudaş olduğumuz kanaatine varmıştım, yanılmamışım. Şu ana kadar okumuş olduğum hiçbir romanda kendimi hikâyenin içinde bu denli hissetmemiştim. Kâh lokantada öğle yemeği servis eden Céleste oldum, kâh köpeğini gezdiren Salamano, kâh idam talebinde bulunan müddeiumumi, kâh çaresizce çırpınan müdafi, kâh cezaevi papazı ve bittabi esas karakter Meursault. Hepsi bana ayrı birer his tattırdılar. Hepsini bir tarafa bırakalım; kendimi Meursault’nun bakımevindeki annesinin yerine koyduğumda gark olduğum duygu benzersizdi. İçim cız etti. Hiçbir anne dünyaya gelmesine vasıta olduğu insanın böylesine zavallı, acınası birine dönüştüğünü görmeyi hak etmez. Kanımca, romandaki müspet denebilecek biricik husus Bayan Meursault’nun, oğlunun ölüme gönderildiğini görmemiş olmasıydı. Bunun haricinde anlatılan her şey okuyucuyu buhrana sürükler nitelikteydi. Kahramanın içinde bulunduğu o korkunç yalnızlık, kederden azade bir okuma tecrübesini olanaksız kılıyor. Tabii, kastettiğim yalnızlık tek başınalık değil, hissî yalıtılmışlık durumu. Zaten Meursault’nun etrafında ihtiyaç duyabileceği sayıda insan mevcut; meslektaşları, komşuları, arkadaşları, hatta flörtü bile var. Buna rağmen bir insanın kendini yalnız hissetmesi son derece hazin. Ne var ki, Meursault hâlinden memnun görünüyor. Onun mutlu olmak gibi bir gayesi yok. O; var olan ve olabilecek hiçbir şeyin ehemmiyeti olmadığına inanan, içtimai değerlere itibar etmeyen iflah olmaz bir münzevi. Bazı hususlarda onunla bir duygulara sahip olsam da, hayata onun gözlerinden bakmak istemezdim. Bu raddede habis fikirler taşımak insan ruhunda muazzam bir ağırlık oluşturur. Oysa acıdan, ızdıraptan kaçınmak; gamdan, kederden uzak durmak ruhen sıhhatli birinden beklenebilecek en tabii davranıştır. Gelgelelim, hikâyede buna zıt bir karakterle karşı karşıyayız. Şüphesiz, Camus romanında Meursault karakteri üzerinden kendi düşüncelerini, hayata bakışını anlatmış. Kitabın son sayfasını okumayı bitirdiğim andan itibaren; Yabancı benim için nihilizmin en güçlü örneği hâline geldi. Ne Turgenyev, ne Nietzsche, ne Dostoyevski, ne De Sade, ne de Sartre; Camus’nün bende yarattığı etkiyi sağlayabildi. Bilhassa, mahkeme salonunda şahitlerin söyledikleri, maznunun lehinde ve aleyhinde telaffuz edilenler beni derinden sarstı. İdam kararının ferdasında cezaevi papazı ile Meursault arasında geçen hasbihâl ise ruhumda âdeta deprem yarattı. Öğretileri hayli pestenkerani dahi olsa, din mefhumunun insanı hayattayken şen, memate yaklaşırken metîn kıldığını idrak ettim. Uhrevi Başaran, 2 inançtan yoksun olmanın, sonraki yaşama iman etmemenin insanı nasıl biçare ve derbeder hâle getirebileceğini; anlamsızlığın içinde debelenmenin ne büyük bir ızdırap olduğunu tahayyül ettim. Neyse ki kitabı bitirmem fazla uzun sürmedi de, yazarın buhranını daha fazla paylaşmak zorunda kalmadım. Gerçi böyle söylüyorum ama, bundan, okuma eyleminin benim için ezince dönüştüğü anlaşılmasın. Kahramanın, bahusus kitabın son kısmında, yaşadığı azabı hissetmiş olmaktan garip bir şekilde haz aldım. Kendimi idam mahkumu ile özdeşleştirdim. O, kendisine ölümü getirecek olan sabahı beklemekteyken; ben de, tesadüf bu ya, o satırları sabaha karşı okumaktaydım. Kendimi hikâyeye iyiden iyiye kaptırmıştım. Mahkum, kerevetinin üstünde yatarken yorgana bürünüyor ve ben de üşüdüğümü hissediyordum. Güneşin ilk ışıklarının pencereme vurmasıyla son satırı okumam aynı ana denk geldi. Sonrasında ise birkaç dakika kitabı elimden bırakamadım. Yaşadığım bu fevkalade psikolojik deneyimin verdiği zevk hâlâ etkisini yitirmemişti. Ne vakit şuurum olağan hâline döndü; yerimden kalktım ve yatağıma doğru seğirttim. Okumuş olduğum kitaptan hiçbir şey öğrenmemişçesine; anlamsızlığın içinde bir anlam bulmaya çalışacağım, insanî keşmekeşin içine dalacağım sıradan hayatımın yarınları öncesinde tam bir günü evde uyuyarak geçirmeye hazırdım. Başımı yastığa koydum. Uyandığımda Meursault belki de çoktan ölmüş olacaktı. Bu Benim Dünyam Her gece gözlerimizi kapadığımızda gözümüzün önünden akanlar sadece rüyadan mı ibarettir yoksa daha fazlası da var mıdır? O süslü bahçeler, rengârenk kişiler, yaratıklar ve daha fazlası… Her insanın farklı şeyler görmesi sizce bir tesadüf müdür? Bana kalırsa rüyalarımızı ikiye ayırmamız gerekir; istediklerimiz ve istemediklerimiz. Arzuladıklarımız ve korktuklarımız… Kimileri başımıza gelmesinden en çok korktuğumuz şeylerdir kimileri ise keşkelerimiz. İşte tam da bu noktada keşke dediklerimiz aslında ayrı ayrı her bireyin ütopyasıdır. Ben de sizlere kendi ütopyamdan bahsetmek istiyorum. Rüyalarımı süsleyen, hayalini kurduğum ve keşke dediğim muhteşem dünyamı… Ben kendimi hala bir çocuk olarak görüyorum. Kaç yaşına gelirsem geleyim, sanki hiç büyümeyecekmişim gibi geliyor. Belki dışarıya böyle yansımıyor ama ben biliyorum ki gerçek bu. Benim dünyamda yaşın hiçbir önemi yok mesela. Eğer istediğim bu ise, dakikalarımı, saatlerimi ve günlerimi okulda geçirmek yerine, çıkıp yakar top, saklambaç oynayıp, üstümü kirletip, deliler gibi dondurma yiyip, deliler gibi hiç kalkmadan çimlere uzanabilirim ve bir kişi de çıkıp neden okul yerine orada olduğumu sorgulayamaz. Bana geleceğimi düşünmemi söyleyen her bir bireyin ayrı ayrı karşısına dikilip, ben oyun oynamak istiyorum diyebileceğim bir dünya… Sevdiğim insanın elinden tutup, rahat rahat gezebileceğim, kimsenin bize karışamayacağı ya da siz nereye gidiyorsunuz diye sorgulayamayacağı bir dünya… Neden geleceğimi şimdiden düşünmek ya da kendimi bir şeylerden kısıtlamak zorunda olayım ki. Biz daha çocuğuz. Kimse bir çocuğa bunu yapma deme hakkına sahip değildir ki. Sokakları yemyeşil olsun istiyorum dünyamın. Yeşilliği ve gökyüzünün mavisi ile sımsıcak sokaklar. Güvenlik derdimiz olmayacak tabii ki. Buna değinmeyi bile gereksiz buluyorum. Şimdiki gibi çocuğum tek başına ne yapar ya da bir yerde bir bomba daha patlar da canı yanar mı kaygısı olmayacak. O zaman izin verirler mi istediğimi yapmaya? O zaman izin verirler mi, istediğimin elinden tutup, göz alabildiğine uzanan kır bahçelerinde koşuşturmama, o bahçelerde sallanmama ya da dilediğim gibi “seni seviyorum diye” haykırmama? Belki çok alışagelmiş olacak ama kimse üzülmesin istiyorum. Sizce de çok zor değil mi bir insanın gözlerine ağlarken bakmak? Gözyaşları akarken elinden hiçbir şey gelmemesi… Bir kişi bile aç kalmasın ve hasta olmasın. Hatta silelim hastaneleri, yok olsunlar. Ne gerek var ki onlara? Yerlerine parklar yapalım. Böylesi çok daha güzel bence. Bir de benim dünyamın biraz daha büyük olması lazım. Yoksa kimse yaşlanmadığı zaman, nasıl sığacağız bu dünyaya… Herkesin, en azından her ailenin bir tane hayvanı olsun ama evlerde tıkalı olmasınlar. Benim gibi istediklerini yapabilecekler ama gün bittiğinde kafalarını okşayıp gireceğim yatağa. Onlarla da sevgimizi paylaşmamız lazım, bu kadar bencil olamayız. Hatta kim bilir belki de onlar da konuşurlar. Her insanın ütopyası farklıdır. Kimseden aynı şeyleri istemesini bekleyemeyiz. İşte bu da benim ütopyam. İsteyen beğenir, isteyen beğenmez ama bu benim dünyam ve kapısı burada yaşamak isteyen herkese açıktır. Her sabah, her öğlen ve her akşam aynı şeyleri yapmaktan sıkılmış, kısıtlanmaktan bıkmış ve mutlu olmak isteyen herkese… Belki gerçekleşmesi imkânsız ama en azından düşüncesi bile insanı bir nebze olsun mutlu etmeye yetebiliyor. Hem kim bilir, bir gün, bir bakmışsınız, benim muhteşem dünyamda açıyorsunuz gözlerinizi. Son olarak bunu aramızda bir sır olarak tutalım olur mu? Kendine yetişkin diyen insanların bu güzellikleri öğrenip de, neler kaçırdıklarını anlayıp üzülmelerini istemem. Ece KAMACI NASIL DELİRDİK? Düşünüyorum, öyleyse deliyim! Aslında bir yerden sonra hepimiz deliriyoruz. Bazımız henüz minicik bir çocukken deliriyoruz, bazımız okula başladığımızda deliriyoruz, bazımız lisede deliriyoruz, bazımız YGS/LYS belasına hazırlanırken deliriyoruz, eğer bunların hepsini atlattıysak üniversitede deliriyoruz, yok hepsi bizi teğet geçtiyse iş hayatına girdikten sonra deliriyoruz! Millet deliye hasret; biz akıllıya hasretiz derler, aynı biz! İçimizde aklı yerinde olan neredeyse yok gibi! Ben mesela, hayatımın hemen hemen her evresinde diğerlerinden farklı olduğumu düşündüm. Böyle düşünmemin sebebi de sanırım gerçekten farklı olmamdan kaynaklanıyordu. Kalabalık grupları sevmezdim, kendi başıma oturmayı tercih ederdim. Konuşmayı hiçbir zaman sevmemiştim zaten. Sıkı sıkıya bağlandığım birisi de olmadı hiç. Sonra kendimde bir sorun olduğunu düşündüm, ama her sorunun bir çözümü vardır. Bunun ise çözümü yoktu. Çözümü olmadığına göre ise bir sorun değildi bu. Delilik de öyle. Delirmek bir sorun değilmiş, insanların delilik hakkındaki düşünceleri sorunmuş. Katy Boxton. Mulit Coloured Sheep. Digital image. Mulit Coloured Sheep by Cooldawg on DeviantArt. Cooldawg, 31 May 2011. Web 9 Nov 2015. Önceden fark edilmiyor belki ama üniversitede insan gerçekten deliriyor. Herhangi bir üniversitenin kütüphanesine giderek bunu anlayabilirsiniz. Kendinden geçmiş şekilde ders çalışan öğrenciler; saçı başı dağınık, ders çalışmayı sadece vizelere ya da finallere giderken bırakan öğrenciler deli değildir de nedir? İş hayatına atılınca da delireceğiz, hatta delirme olasılığımız daha fazla artacak eskisine göre. Yepyeni bir ortama ayak uydurmak zorunda kalacağız ve bunu çok kısa bir sürede gerçekleştirmemizi isteyecekler. En az dört sene boyunca feda edilen zaman, onca emek; sekiz saat süren bir masa başı işiyle ev arasında kısır döngüye giren bir ömürle mi sonuçlanacak yani? İnsan delirmesin de ne yapsın! Görüldüğü üzere durum böyle, yani delilikten kurtulmak neredeyse imkânsız. Bir de Türkiye’de delirmeyi düşünün. Kâbus gibi değil mi? Bence de öyle; son üç dört senedir Türkiye’de Ece KAMACI yaşanan gündem, nispeten daha durgun bir Avrupa ülkesinde yaşansaydı, oradaki insanlar değil delirmek, çıldırmışlardı! Bir senelik bir gündemi bir haftada tüketen bir ülkede de delirmenin ne kadar kolay olduğunu anladık böylece. Hayatımız böyle fırtınalarla dolup taşıyor ancak tam anlamıyla bunlara tepki gösteren biri yok. Ne kadar garip değil mi? Aslında o kadar garip değil. Bana göre biz deliliğe alışmışız. Bu da demek oluyor ki en normal gözükenimiz bile bir deli. Sadece seviyeleri farklı deliliğimizin. En az etkilenen normal hayatına duru bir şekilde devam ediyor, en fazla etkilenen de akıl hastanesi denilen, aslında hapishane olan yerlere tıkılmış. Sonuçta iyisiyle kötüsüyle hepimiz deliyiz. Tabii ben bu yazıda delileri kötülemeye çalışmıyorum. Aksine deliler insanlık için iyidir de. Eğer bir şeyin değişmesi gerekiyorsa değişim sürecini başlatan delilerin ta kendisidir, çünkü bir işin nedenini veya sonucunu önceden düşünmezler. Düşünmedikleri için de istedikleri gibi eylemde bulunma özgürlükleri vardır. İşin başından onlar tutarlar, ilk safta onlar yer alırlar. Yaptıkları da insanlığa katkıda bulunur. Ateşin yaktığını, iğnenin acıttığını ilk deliler keşfetmemiştir de kim keşfetmiştir? Aklı başında kim dört yüz metrelik bir uçurumdan denize atlamayı düşünmüştür? Köprü yapmayı, açık denizlere açılmayı ilk kim akıl etmiştir? İnsan, içinde az delilik olmadan bunları yapmayı düşünemez. Elimizdeki çeşitli icatlar da deliler sayesinde ortaya çıkmıştır. Elektriği düşünelim, kehribarın elektrikle yüklenebilirliğini keşfeden kişi herhâlde normal sayılabilecek bir insan değildir. Bunu daha az zararlı hâle getirmeye çalışan birisi de kendi deliliğinin insanlığa zararlı olacağını fark etmiş ve ona göre hareket etmiştir. Özetleyecek olursak aramızda deli olmayan yok. Her çeşitten deli var aramızda, kimisi bizden uzak duruyor, kimi başkalarının zoruyla dış dünyaya adımını atamıyor. Bir de biz, kendimiz varız. Zaman akıp gittikçe daha fazla deliriyoruz. Asıl sorunumuz delirmek değil, bunu hissedememek. Deliliğimizi iyi amaçlar için kullanırsak, hem kendimize, hem çevremize, hem insanlığa faydamız dokunur. O yüzden delilik iyidir! Yeter ki sonucu bizi ölüme götürmesin. Yıldız1 Yemek Yapar gibi Yaşamak Tek malzemeyle güzel bir “hayat”ın çıktığını gördünüz mü? Pardon, pardon, “hayat” değil yemek. Her yemeğin birkaç ana malzemesi vardır ama sadece ana malzemeyi sunarak yemek yapılmaz. Ona yardımcı başka malzemeler de eklememiz gerekir. Yemeğin tadını öne çıkarmak için baharatlar, soslar, sebzeler konulur. Peki hayatımız sadece bir malzemeyle güzel olabilir mi? Bence nasıl yemek yaparken bir malzemeyle yetinmeyip çeşitlendiriyorsak hayatımızı da aynı şekilde çeşitlendirmek onu daha güzel yapar. Ters Yüz filmi insanların hangi duyguyu hissetmesi gerektiği ile ilgili olan karar mekanizmasını gösteriyordu. Bu filmde karar mekanizması hep mutlu olmak üzerine işliyordu. Mutsuzluk harekete geçtiğinde onu durdurmak için her şeyi yapan bir mekanizmaydı. Onlar tek renkle tabloyu boyamaya çalışan bir ressam gibiydiler. Tabloyu sarı renge (filmde mutluluk sarıyla eşleştirilmişti) boyamaya o kadar odaklanmışlardı ki farklı renklerin de katılmasının onu daha güzel yapacağını fark edememişlerdi. Riley’nin sürekli mutlu olmasını isteyen duygular onun hayatındaki köprüleri tek tek yıkıma sürüklediler. Bu durum bana sadece mutlu olmak için yaşamanın hayatımızı daha kötü durumlara sürükleyebileceğini gösterdi. Sadece mutluluğun renginin olduğu tabloya başka renkleri de katmamız ve hayatımızı çeşitlendirmemiz gerektiğini fark ettim. Yemeği nasıl çeşitlendirdiğimizi hepimiz biliyoruz ama hayat nasıl çeşitlendirilir? Bu durumda hissedebildiğimiz çeşitli duygular işin içine giriyor: mutluluk, mutsuzluk, endişe, korku, tiksinti, heyecan, özlem, hüzün... Bence hayatımızda hepsinin yer alması hayatımızı güzel yapar. Ama nedense hep bir “mutluluk arayışı” duyarız. Çoğu insan sadece mutlu olmayı ister yani tek bir duygunun peşinden koşar. Mutsuzluğun peşinden koşan kaç insan gördünüz? Ama mutsuz Yıldız2 olmadan mutluluğun önemini anlayabilir miyiz? Bir oyun oynadığımı düşünüyorum ve oyunda tüm güzel kartlar bana geliyor ve hep kazanıyorum. Oyunu kaybetmenin nasıl bir his olduğunu bilmediğim bu durumda kazanmak benim için ne kadar anlamlı olabilir? Arada kaybetmek oyunu kazanmayı daha çok istememe ve oyunun benim için daha anlamlı olmasına neden olmaz mı? Bence mutsuz olmanın tek iyi yanı mutluluğun değerini anlamak değil. Hayatımıza yeni bir başlangıç yapmamız gereken durumlarda eski anılarımızı hep mutlu hatırlarsak yeni bir başlangıç yapmak ne kadar kolay olur? Beni üzen, mutsuz eden anları hatırlamak hayatıma daha güzel devam etmemi sağlayabilir. Ama saf mutsuz hatırlamaktan da bahsetmiyorum, mutsuzluk ve mutluluğun tatlarının birbirine karışmasından bahsediyorum. Yemek yaparken baharat attığında yeni bir tadın ortaya çıkması gibi. Tüm duyguların bir arada yer alması hayatımızı çeşitlendirerek iyi bir aşçının elinden çıkmış izlenimi verir. Başka duyguların hayatımızda önemini anlamak için başka bir örnek verebilirim. Bir savaşta asker olduğumu ve etrafımda kanlı bir çatışmanın sürdüğünü varsayalım. Endişeli olmam gerekir ama ben onun yerine mutluyum. Bu duygu benim ölümüme neden olmaz mı? Endişe bana dikkatli olmamı söyluyordu ve başıma gelecek şeylere karşı daha gözüm açık oluyordu ama ben mutlu olarak gözümü kapattım. Savaş belki de abartı bir örnek olabilir ama hayatımızda az bir endişenin yer alması hep gözümüzün açık kalmasını sağlamaz mı? Mutluluğun onun için yapılan arayışa değmeyecek bir duygu olduğunu düşünmüyorum ama yalnızca onun yer aldığı bir tablonun ya da yemeğin ne kadar güzel olabileceğini sorguluyorum. Mutluluğun hayatımda yer almasını çok isterim o nedenle kendi hayatımda yer almasını istediğim duygulardan oluşan bir yemek yapmam gerekirse ana malzemem olarak mutluluğu seçerim. Bu yemeğin tadının daha güzel olması ve lezzetine varılması için bir tutam Yıldız3 mutsuzluk, ince ince doğranmış endişe, azıcık acı bir tat versin diye korku , bir kaşık kadar öfke ve daha nice çeşitli duygular katmak isterim. Özlem Yıldız Kaynakça: Inside Out. Dir. Pete Docter. By Ronnie Del Carmen. Walt Disney Studios Home Entertainment, 2016. DVD. Web. Damla YALÇIN KORKUYU GETİREN EŞİTSİZLİK Korkuyorum! Bazen insanlardan, bazen davranışlarından, bazen de yapabileceklerinden. İçinde bulunduğumuz toplumun yapısını düşününce, haberleri izledikçe veya bu denli iyi kurgulanmış ve amacı net bir biçimde okuyucuya geçirilmiş kitapları okuyunca. Düşünüyorum bazen. Anlatılanların, gösterilenlerin doğru olduğunu biliyorum, belki de inanmak istemiyorum. Neyden mi bahsediyorum? Eşitlikten, adaletten bahsediyorum. Eşitlik derken de asıl olarak kadın-erkek eşitliğinden bahsediyorum aslında. Çünkü geçmişten günümüze kadar süregelen, belki de hâlâ varlığından emin olamadığım bir durum bu. Eşitlik nedir, neden eşitlik diye bir kavram vardır veya neyle neyin eşitliğinden söz edilebilir? Sizce kadınlar ve erkekler ne kadar eşitler veya eşitler mi? Ya da başka bir deyişle kadınlara yapılan muameleyle erkeklere yapılan muamele farklı mı, farklıysa ne kadar farklı? Ben size bu soruların cevabını verebilirim. Eşitlik diye bir kavram var fakat bu kavram kadınlarla erkekler arasında tam olarak çalışmıyor. Biz kadınlar, erkeklere gösterilenden farklı muamele görüyoruz maalesef. Tıpkı Vonda N. McIntyre’ın ‘Ay ve Güneş’ adlı eserinde bu durumu işlediği gibi. Tıpkı Şehrzad gibi, Şehrzad’ın da Fransa Kralı XIV. Louis tarafından ölümsüzlüğü bulmak uğruna kullanılması gibi. Üzülüyorum ve düşünüyorum, bir canlının kadın olduğunun anlaşılmaması mı daha kötü, yoksa ne olduğunun umursanmayıp köle muamelesi görmesi mi? İki durumun birden Şehrzad’ın başına gelmesi aslında! Nedenini bilmiyorum, fakat Şehrzad’ın (kralın ağzından deniz canavarının(!)) hikâyesinin anlatıldığı o kitabı okuyunca içimde bir şeyler koptu sanki. Karmaşık duygular peşi sıra birbirini kovaladı. Sadece Şehrzad’tan da kaynaklanmıyordu bu hislerim. Kralın doyumsuzluğundan, ölümsüzlüğü bulmak uğruna biri ölü diğeri canlı iki deniz canavarını(!) kullanmak istemesi açığa çıkarmıştı bu duyguları. Biraz öfkeydi, biraz burukluk, biraz da korku. Korku sanki diğerlerinden daha ağır basıyordu. Ben de bir bayandım ve sanki kitabı okurken kendimi o zavallı, kaderleri kralın ve papanın ellerine bırakılmış deniz canavarlarının yerine koymuştum. Geçmişte ölümsüzlük uğruna o canlıların kullanılmak istenmesi, günümüzde kadınlara yapılan muamelenin bir başka versiyonu-şekil değiştirmiş hali değil miydi? Kendimden örnek vermek gerekirse, üzücüdür ki, bir bayan olarak gece geç saatlerde dışarıda dolaşmaya korkuyorum veya sokaklarda mini etek giyip dolaşmak beni rahatsız ediyor. Hadi diyelim, Şehrzad’ın yaşadığı dönemler bir nevi daha eskiydi. Fakat şimdi, durumun geçmiştekilerden farksız olması ve günümüzde, 21.yüzyıl’da bile hâlâ var olması insanın içini ürpertiyor. Hele ki bir kadınsanız ve erkekler gibi kafanıza estiği gibi dolaşmak, gezmek veya fikrinizi ezilme korkusu olmadan söylemek istiyorsanız! İnsanların ve toplumların bilmesi ve unutmaması gereken bir şey aslında kadınlara değer vermek ve onlara özen göstermek. Kadınlardır toplumların gelişmişlik düzeyini belli eden, o toplumu diğerlerinden farklı kılan. Bu nedenle değil midir ki Atatürk kadınlara daha önceden hiç sahip olmadıkları ve belki de düşünmeye bile korktukları hakları vermiş. Ben bir vatandaş olarak, daha da önemlisi bir bayan olarak bu denli gelişmiş toplumlarda, kadınların erkeklerle eşit muamele gördüğü ve hatta kadınların, kadın oldukları için dışlanması yerine düşünebilen, ruhları olan, algılayabilen ve fikir yürütebilen bireyler oldukları için iyi muamele gördükleri bir toplumda yaşamak isterdim. Cinsiyetime bakılarak değil de, yaşayan bir birey olduğum için toplumda sayılmak isterdim. Tıpkı Şehrzad’ın da istediği gibi. Belki Marie-Josèphe olmasaydı kimse Şehrzad’ın canavardan ziyade konuşabilen, düşünebilen ve güzel hikâyeler anlatabilen bir kadın olduğunu anlamayacaktı. Şehrzad’ın öyküsü, anlattığı hikâyeler kimseyi ilgilendirmeyecekti ve etkilemeyecekti. Belki de Marie-Josèphe olmasaydı, kitabı okurken hissettiğim ve içimi kemiren o çaresizlik hissini kimse ortadan kaldıramayacaktı. Aslında Marie-Josèphe sadece Şehrzad’ın hayatını kurtarmadı, aynı zamanda benim hissettiğim korkuyu ve endişeyi bir nevi de olsa azalttı ve hakkı yenmiş, her gün kocası tarafından dayak yiyen veya insanlar tarafından hiç hak etmediği muameleye maruz kalan kadınların da sesi oldu aslında. Kimisi duyabildi bu sesi, kimisi birazını işitti, kimisi de varlığından bile haberdar olamadı ne yazık ki! Ege Türker Yepyeni Dünyalara Açılan Bir Kapı Evren Avucunda'nın yazarı Christophe Galfard, Cambridge Üniversitesi'nde Profesör Stephen Hawking'in öğrencisi olarak teorik fizik doktorası yapmış ve kara delik bilgi paradoksu üzerine araştırmada bulunmuş bir bilim adamı. Daha sonra teorik ve anlaşılması güç olan bu bilim dalını, meraklı genel kitleye onların da anlayabileceği şekilde anlatmayı görev edinmiş ve bu alanda iki kitap yazmış. Yazarın ikinci kitabı olan Evren Avucunda, benim gibi fizik ve astronomi meraklısı bir insanın avucuna gerçekten evreni yerleştiriveriyor. Bunu ise yalnızca Einstein'ın ünlü formülü E=mc² yi kullanarak yapma sözünü veriyor. Bu yöntem amacıyla birebir örtüşüyor çünkü yazarın amacı, okuyucuyu formüle boğarak anlaşılması güç bir fizik kitabı yazmak değil, onu evrende bir gezintiye çıkarmak. Kitabın ilk sayfasını açtığımız zaman karşımıza sakin bir kumsal betimlemesi çıkıyor. Zaten yazarın benim gözümde en iyi ve en etkileyici yaptığı şey betimlemeler. Kumsalda sessizliğin tadını çıkarırken yazar bizi elimizden tutup yavaşça yerden uzaklaştırmaya başlıyor. Yeryüzünden gittikçe uzaklaşıyoruz ve atmosferden çıkıyoruz. Maceramız burada henüz yeni başlıyor. Önce güneş sistemimizi tanıtıyor bize. Çok yalın, terimlere ağırlık vermeyen bir dille yapıyor bunu. Arada esprilere de yer veriyor ve bu esprileri çok güzel yerlerde yapıyor. Tam konunun ağırlık kazandığı, okuyucunun boğulmaya başladığı yerlerde espriler yaparak eğlendiriyor ve bizi tekrar konuya bağlıyor. Özellikle bazı şeylerin büyüklüğünü veya küçüklüğünü anlatmak için yaptığı abartmalar konuyu hem eğlenceli hem anlaşılır kılıyor. Örnek vermek gerekirse bir gezegenin çapını anlatırken üslü sayıları kullanmak yerine iki tam sayfayı sıfırlarla doldurup sayının büyüklüğünü anlatması beni çok eğlendirmişti. Basitten karmaşığa doğru giden bir tarzı var kitabın. İlk bölümlerde size güneş sistemini anlatırken verdiği bilgiler bana bu konuda merak aşıladı. Kitabın bana sunmadığı üst düzey bilgileri, içimde oluşan merak duygusuyla kendim araştırdım ve kitabın bir sonraki bölümünü daha iyi anlamak için ön bilgi edindim. Daha sonra kitap kuantum dünyasına daldı. Bilindiği üzere kuantum fiziği zor ve karmaşık bir alandır. Yazarın bunu gündelik örneklerle (babaannesinin vazoları gibi) basitleştirmesi takdire şayan. En azından konuya devam edecek kadar kuantum bilgisini okuyucuya kazandırıyor. Temel fizik ve kuantum bilgilerini öğrendikten sonra yolculuğumuz evrenin ve zamanın başlangıcına gidiyor. Buradan sonrası tamamen tahmin ve hayal gücü. Yazar yeri geldiğinde sizin yerinize hayal kurarak size bir kapı açıyor ve gerisini size bırakıyor. O zamana kadar öğrettiği bilgileri hayal gücünüzle harmanlamanızı sağlıyor. Böylece her şeyin en başta nasıl var olduğunu sorgulamaya başlıyorsunuz. Kitabın büyüsü biraz da burada başlıyor. En başta uzanmakta olduğunuz sahilden ne kadar uzaklaştığınızı fark ediyorsunuz. Güneş sistemine, oradan Samanyolu galaksisine, oradan kuantum dünyasına, en son da evrenin başlangıcına uzanan yolculuğunuzda ne kadar çok şey öğrendiğinizi ve ufkunuzun ne kadar genişlediğini görüyorsunuz. Hayata bakış açınız değişiyor, yepyeni bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Kitabın kurgusu o kadar iyi ki bu kadar şeyi, en başta verdiği sözü tutarak tek bir formülle anlatıyor. Fiziğin ne kadar anlaşılabilir ve hayatımızın ne kadar içinde olduğunun farkına varıyorsunuz. En basit örneklerden biri fotosel lambalar. Kuantum fiziğinin uygulamasının bir ürünü. Fakat formüllere boğulmadan çalışma prensibini anlamak mümkün. Kitap anlaşılması ne kadar kolay olsa da, hiç emek harcamadan bunu başarabilmek çok zor. Rastgele bir kitap rafında görüp hayatında fiziğe dair hiçbir şey bilmeyen bir insanın ilk etapta anlaması zor olabilir. İlk başta bu iki cümle birbiriyle çelişiyor gibi durabilir. Fakat kitap fizikle alakası olmayan birine bile o konuları öğrenme konusunda ilham verebiliyor. Siz emek verdikten ve beyninizi zorladıktan sonra bu kitap anlaşılabilir hale geliyor. Ben halihazırda fiziğe çok meraklı bir insan olarak başladım bu kitaba ve yepyeni dünyalara yelken açtım. Aysu Aktulay New York: Beton Yuvası Mı Hayaller Şehri Mi? Bu kadar gökdelenin ve betondan yapılma binanın bir arada olduğu bir şehrin etkileyici güzellikte olabileceğini düşünür müydünüz? Şehrin silüetini internetten değil de gerçekten görünceye kadar bende düşünmemiştim. Bazılarına göre büyüleyici ve nefes kesici bir manzara, bazılarına göre ise abartılan bir güzellik. Her ne denirse densin, herkes için geçerli olan en azından bir his vardır; kendinizi şehrin merkezinde bulduğunuzda küçücük hissedersiniz. Zaten kim sonu gelmez uzunluktaki gökdelenleri boşverip de kendi varlığını hatırlayabilir ki... New York denince akla ilk olarak Central Park gelir sanırım; grinin içindeki yeşil. Evet, belki de çok söyleniyoruz ‘hiç yeşillik yok orada nasıl yaşanır’ diye, fakat düşündüğünüzün aksine büyük bir alanı kaplayan park insanlara fazlasıyla yetiyor. Parkın içinde çeşitli aktiviteler yer alıyor; oyun parkları, konser alanları, restoranlar, göletler ve daha birçoğu her daim insanların kullanımına açık. Peki, bizim ülkemizde bu kadar merkezde ve sırf insanların keyfi ve sportif ihtiyaçları için ayrılmış bir yer var mı? Köpeklerin sahipleriyle beraber koşturduğu, sincapların çimlerde fıstık aradığı, gencinden yaşlısına insanların koşup paten kaydığı, moda çekimlerinin yapıldığı adeta şehrin içinde ikinci bir yaşam merkezi. Şehirde insanlar ne kadar telaşlı hissederse hissetsin burada da bir o kadar mutlu ve huzurlular. Ciğerlerinize o tertemiz havayı çekip tüm sıkıntılarınızı dışarı üflediğinizi varsayın. Hepimizin istediği de böylesine bir rahatlama değil mi? Asla bitmeyecek gibi görünen günlük koşuşturmalar, elbette bu şehirde de var hatta daha bile tempolu. Şehir sizi ister istemez bu ritme ayak uydurmaya zorluyor, siz de panikleyip heyecanlanmaya ve harekete geçmeye başlıyorsunuz. Bir koşu maratonu gibi hiç durmuyorsunuz sürekli bir meşgaleniz oluyor. Sırf bu adrenalinden dolayı bile şehirde yaşamaya gönüllü olanlar var. E biz hiç mi mola vermeyeceğiz yani dediğinizi duyar gibiyim, bunun için benim en beğendiğim "The Magnolia Bakery" isimli mekan. Şehrin bazen iç karartıcı olarak görülebilecek havasına karşın her daim samimi ve sıcak. Size görsel haz yaratacak küçük, sevimli yerel tatlıları da farklı kültür ve mutfakları tanımak isteyen benim gibileri çok tatmin edecektir. İnsanoğlunun tadabileceği en lezzetli tatlılardan birini (veya birkaç tanesini) kaptığınızda doğruca bir parka gidin. Tabii ki çocuklar için olan parkları demiyorum -gerçi Aysu Aktulay orası sizin zevkinize kalmış- bu parklar insanların yoğun tempolarından ve şehrin karmaşasından bir süreliğine de olsa uzaklaşabileceği, bir miktar yeşillik ve canlılık barındıran, tabi ki bedava internet erişimi de cabası, dinlenme yerleri. Bunlardan en bilineni muhtemelen Union Square’dir. Tamamen insanların konforu, huzuru ve mutluluğu için düşünülmüş diyebiliriz. Zaten ülkede insanlara verilen değeri fazlasıyla görüyorsunuz, bizde adalet sistemi ne kadar gevşek ise orada da bir o kadar sıkılar. Her şey kuralına uygun olarak ilerliyor ki kimsenin hakkı yenmesin. Sadece New York’ta yaşayanların değil de ülkedekilerin bu denli mutlu olmasının sebebi bu olabilir. Elbette sebep olarak şehrin eşsiz manzarasını da es geçmek olmaz, özellikle de bu manzaranın keyfini çıkarmak için tepesine çıkabileceğiniz bir sürü gökdelen varken. Evet, bahsettiklerim Empire State ve Rockefeller Center. Şehirde gidilmesi gereken, olmazsa olmazlardan çünkü muhteşem manzaranın yanında şehrin farklı kültürel yapılarını da parça parça görebiliyorsunuz; China Town ve Little Italy gibi. Biliyorsunuz ki, Amerika başlı başına yabancılar ülkesi, o yüzden herkes kendine bu şehirde bir yer edinebilir veya kendinden bir parça bulabilir. Benim gibi kültürel çeşitliliği bir zenginlik olarak görüyorsanız sizin için doğru bir seyahat rotası diyebilirim. Yaşamanın hem zor hem de bir o kadar kolay ve eğlenceli olduğu, kalabalıkta kendinizi şaşırırken aynı zamanda büyüleneceğiniz bu derece renkli başka şehir çok fazla yoktur. Damla Anık KENDİNİ KEŞFETMEK Düşündüğünüz zaman yaşamızın yüzde kaçını kendi istekleriniz doğrultusunda yaşıyorsunuz ya da yaşadınız? Ya da mesela hayatınızın tamamen sizin kararlarınıza bağlı geliştiğini, ilerlediğini söyleyebilir misiniz? Bence bu ileride büyük bir birey bile olsan, imkansız bir şeydir. Hayatımızı etkileyen ikinci, üçüncü kişiler her zaman olacaktır. Evlendiğinizde eşiniz, çocuğunuz olduğunda çocuğunuz, kocaman insanlar olsanız bile aileniz sizin hayatınıza etki etmeye devam edecektir. Peki bütün bunların yanında biz kendimize giden yolu nasıl bulacağız? Kendi isteklerimizi nasıl anlayacağız? Kendimizi nasıl keşfedeceğiz? Buyrun cevabını konuşalım. Hayatımızın her evresinde kendimize eşlik edecek birilerini buluruz. Aslında bunun sosyallikle uzaktan yakından alakası yoktur. Kimse olmasa bile ailemiz vardır. Sevgilimiz, eşimiz, dostumuz… Bu kendimizi keşfetme yolunda önümüze sayısız insan çıkar. Bazıları bize iyi tecrübeler kazandırır, bazıları ise kötü tecrübeler kazandırır. Ama asıl amaç, kendini keşfetmektir. Kendini keşfettiğin zaman ulaştığın noktayı sayısız kelimeyle tanımlayabilirsin. Mesela Jorge Bucay Kendine Giden Yol isimli kitabında bu noktayı “Mutluluk, kendini geliştirme, refah, aydınlanma, farkındalık, başarı, zirve ya da basitçe son... “(10) olarak tanımlamış. Bu noktaya ulaşmak aslında tamamen “kendine bağımlı kalmak” ile alakalıdır. Mesela sevgiliniz var ama mutlu değilsiniz. Sırf o üzülmesin diye devam ettirmek zorunda hissediyorsunuz. İşte tam bu noktada kendinize bağımlı kalmaktan çıkıp, “kendi” hayatınızı başkasına bağımlı olarak yaşıyorsunuz. Size bu durum her ne olursa olsun sizi mutlu edebilir mi? Ben cevabını verebilirim: Edemez. Aslında nedeni çok basittir. Kendi hayatınızın iplerini başkasına vermiş olursunuz. Hatta biraz daha ileri gidersek eğer, bu karşınızdaki kişi ipleri birazcık sıksa boğulabilirsiniz bile. Bu riski bile bile göz almaya değer mi? Yani tamamen kendi bakış açınızdan çıkıp başkasının bakış açısında kaybolmak… Bazen yolumuzu kaybettiğimizi, hatta kendimizi hiçbir zaman keşfedemeyeceğimizi düşünürüz. Bu noktada yapacağınız şey, ne istediğinizi hatta ilk olarak kim olmak istediğinizi belirlemenizdir. Düşünsenize hayatınızda kendinizden değerli neyiniz var? Jorge Bucay bedenlerimizi bize doğarken verilmiş olan birer “armağan” olarak anlatmış(16). Bu bedeni dileğimiz gibi giydiriyor, dileğimiz gibi süslüyoruz. Peki neden dileğimiz gibi yaşatamıyoruz? Çünkü başkalarının elindeki iplerimiz buna izin vermiyor. Kendimizi keşfetme yolunda, birçok kimliğe bürünürüz. Doğru olan da budur. Çünkü öncelikle kim olduğumuzu keşfetmemiz gerekir. Bazenler hatalar yapabiliriz. Ama bence bizi asıl büyüten hatalarımızdır. Bazen hatalarımıza üzülüp, vazgeçmek isteriz. Ama duygular da insanın sahip olduğu en muhteşem şeylerden değil midir? Düşünsenize sadece bir bedenden ibaret olduğunuzu? Hiçbir arzunuz, üzüntünüz, mutluluğunuz, tutkunuz ya da hazzınızın olmadığını? Kısada hissedemediğinizi düşünsenize? Tenekelerden ne farkımız kalır? Bizi diğer şeylerden ayıran en önemli özelliklerden birisi duygularımızdır. Yeri gelecek hatalarımıza üzüleceğiz, yeri gelecek iyiki yaptım diyecek hatta yeri gelecek onlara güleceğiz bile. Bunlar değil midir zaten insanoğlunu olgunlaştıran? Kendinizi keşfetme yolunda kaç kez hata yaptınız? Ben belki de milyonlarca hata yaptım. Ama pişman mıyım? Hayır. İyiki yapmışım diyorum. Çünkü o hatalar şu an ben olmamı sağladı. Hayatımızda her zaman hatalar yapacağız. Çünkü bu insanoğlunun doğasında vardır. Her zaman sıkıntılarımız olacak. Ben mesela sürekli güldüğüm bir hayat istemezdim. İnsan ağlayabilmelidir. İçindekileri ancak böyle dökebilir ve inanın bana bu yolda bize eşlik edecek birileri her zaman vardır ve olacaktır. Kendini keşfetmek insanoğlunun hayata geliş amaçlarından birisidir. Bazılarımız bunu kolay yoldan yapar, bazılarımız ise zor. Ama elbet o son noktaya ulaşırız. İsterse seneler geçsin, isterse sadece saatler… Sizin o son noktaya bir an önce ulaşmanız dileğiyle. Umarım ulaştığınız zaman sizi orada bekliyor olurum. SAHNE Mİ KORKUSU? Bir tiyatro oyununa ilk gez gittiğim günden hatırımda kulağımın çok ağrıdığı ve bir de ikinci sınıf olduğum var.Tiyatroya gidiyor olmak için belki biraz geç bir yaş olsa da tiyatroyla daha geç tanışmadığım için şükür etmeme yeterli bir yaş. Böylesine etkileyici bir sanat kolunu bilmeden geçen her yıl kayıpmış biraz da büyüdükçe anlıyorum.Sahi, kulağım ağrıyordu dedim ya, kaba kulak olmuştum o zamanlar. Ben güldükçe kulaklarıma varan ağzım nasıl da yakmıştı canımı o gün. Umurum da değildi gerçi gözümden acı ve kahkahalarla karışık akan göz yaşları. Komikti, yepyeniydi yaşadığım bu deneyim benim için, keyiften dört köşeydim koltuğumda. Çevremde yaşıtım yüzü aşkın çocuk vardı ve hepsi de kırılıyordu sahnedeki dişi çürük aslanı canlandıran oyuncuyla. Hayran olmuştum oyuncuyla seyirci arasındaki ilişkiye. Öyle bir atmosfer sağlanmıştı ki salonda, havada dolaşan enerjiye elinizle dokunabilirdiniz o an. Avucunun içindeydi tüm dikkatimiz ve hayranlığımız. Heyecanımız ve kahkahalarımız onun coşmasıyla coşuyor, onun yavaşlamasıyla yavaşlıyordu. İnsanları etkileyebilme gücünden çok etkilenmiştim ve günlerdir çektiğim kulak ağrısını unutup büyük bir keyifle ayrılmıştım oyundan. Yalnızlığın da canımı çok yaktığını hatırlıyorum o zamanlar. İnsanlarla konuşamadığım, sohbet edemediğimden ötürü fiziksele varan bir acı hissettiğimi de. Şanslıydım da ne kadar denesem çözmeye çalışsam da içinden çıkmayı bir türlü başaramadığım bu derdi erkenden anlayıp yardımını benden esirgemeyen farkındalık seviyesi yüksek bir ilkokul öğretmenim vardı. Çok ilginçti beni içinde boğulduğum cehennemden kurtarmak için seçtiği yol. Daha insanlarla birebir iletişim kurmak bile benim için imkansızken, çok daha zor bir görev vermişti bana: Sahneye çıkmak. Ne kadar daha önce provasını yapmış olsak da hiçbir şey o an orada olmak gibi değildi. Benim için anlamı çok büyük olan bir görevdi bu çünkü daha önce bir kez tiyatroya gitmiştim ve hayran kalmıştım sahnedeki o oyuncunun yüzü aşkın insanı öyle etkileyebilmesine. Çok güçlüydü, çok etkileyiciydi sahnede olan kişi benim açımdan ve ben sahnedeydim. Ben "o" kişiydim artık. Öğretmenimin bu işi benim yapabileceğimi düşünmesi ise ayrı bir mutluluk kaynağıydı kendi adıma. Kendimi tiyatroyla ilgili sahip olduğum tek deneyimle özleştirmiştim; ben güçlü ve etkileyiciydim, ben sahnedeydim çünkü sahnede olmanın, olabilmenin şartı sadece buydu benim için o zamanlar. Sahneye çıktığımda hatırımda kalan tiyatronun o ağrı kesici, acıyı azaltıcı etkisini tekrar hissetmiştim. Rahatlatıcıydı sahnede olmak, uyuşturucuydu. İnsanlarla etkileşime geçerken sıklıkla yaşadığım o gerginlik hissinden eser yoktu ben sahnedeyken. Var olan korkumu belki de bir başkasıyla nötrlemeye çalışmıştı öğretmenim, bilmiyorum ne amaçlamıştı asıl fakat sandığından çok daha fazla işe yaramıştı. Sesim takılıp kalmıyordu artık boğazımdaki düğüme, koşuşabiliyor, anlaşılabiliyordum. İnsanlar beni duyabiliyordu ve bu çok uzun zamandır başarmaya çalıştığım bir şey olduğu için yaşadığım tatmin inanılmazdı. Şimdiye dönüp bakıyorum da geçen onca zaman ve çıkılan onca sahneden sonra insani ilişkilerimde kendimde gördüğüm gelişim bende çürük dişi çekilmiş, eski haşmetine kavuşmuş bir aslanmışım hissi yaratıyor. Yüzlerce kişinin önünde teklemeden, titremeden konuşmuşken birebir ilişkilerimde de artık yazılı bir metine, provalara ya da suflöre de ihtiyaç duymuyorum çünkü artık o kadar korkutmuyor, “Ben daha zorunu başardım bu ne ki.” diyerek kendimi rahatlatıp, sakinleştirebiliyorum paniklediğimde. Ne kadar çoğu zaman bize söyleyeceklerimizi fısıldayan bir suflörün varlığı güzel bir hayal olsa da birebir ilişkilerde elde edemeyeceğimiz bir lüks bu. Bir noktada hazır kalıplar halinde gelen karakterlerin ağzından konuşmayı bırakıp kendi sesinizi kullanmanız gerekiyor fakat o sesi buluncaya kadar bu karakterler de alıştırma yapmak adına çok faydalı olabiliyor, benim durumumda olduğu gibi. İnsanların eğer üstlerine düşerlerse en kötü oldukları yanlarını düzeltmek amacıyla çok fazla emek harcayacaklarından o yanlarının artık onların en büyük güçleri haline geleceğine inanıyorum artık. En azından kendimde gördüğüm ve çevremden gelen geri dönütleri yorumladığım kadarıyla. Değil kısa bir sohbeti canlı tutmayı başarmak kantinden su almaya bile çekinen o kızdan onlara, yüzlere tiyatro oyunu oynayabilen sahneye çıkıp sesi titremeden sunum yapabilen kişiye dönüşümüm sanrım bana bu çıkarımı yaptırtan. Ve verdiğim emeği, zamanı düşününce yeterli miktarda çabalarsanız zamanı geldiğinde en olmaz dediğiniz yerinizden değişeceğinize de söz verebiliyorum bu sayede. Yani, sonuçta tecrübeyle sabit. BETÜL BEYAN Yunus Doğukan Çalışkan Kazananlar Kulübü İnsan, her zaman mücadele içerisindedir hayatta. Sürekli daha güçlü olabilmek, daha çok kazanmak ister. Para kazanmak isteyebilir, arkadaşlarıyla gittiği bir bilardo maçını kazanmak isteyebilir, bir paintball mücadelesini kazanmak isteyebilir, şirketini daha ileri taşımak isteyebilir. İstemek ve başarmak için önce inanmak gerekir. Kazanacak olan insanı veya insanları gözlerindeki inançtan anlamak mümkündür. Hırsları, çalışkanlıkları adeta biz burdayız diye bağırır gözlerinin içinde. Çok çalışır bir şeyler isteyen insanlar. Pazar günü öğlen çekilen bir yemek ziyafeti sonrası uykudan daha değerli, daha tatmin edicidir onlar için çalışmak. Ben de gözlerinde zafer ışığı olan, kazanmak üzerine kurulmuş bir takımın fotoğrafını gördüm. Bir Galatasaray taraftarıyım ve her maçını mutlaka izlerim futbol takımının. Kendi sahasındaki bir maçından sonra sosyal medyada bir fotoğrafa rastladım ve hemen telefonumun kilitli ekranına duvar kağıdı olarak ayarladım. Tutkulu, çalışkan, hırslı ve mücadeleci futbolcuların gol sevinci vardı bu fotoğrafta. Bakışları adeta rakip takımlara korku salar nitelikteki başarıya aç, tabiri caizse askerden yeni gelmiş futbolcular... sanki daha önce hiç zafer kazanmamış gibi profesyonel ve hırslılardı. Her kesime ilham verebilecek ve her kesimi motive edebilecek bir fotoğraftı. Bu takımı izlerken neredeyse herkesin içinden maça çıkıp deliler gibi koşup mücadele etmek geliyordur. Etrafımda böyle insanlar daha fazla olmalı diye düşündüm o an çünkü azim, çalışkanlık, mücadele bulaşıcı olabiliyor. Bu fotoğrafın benim üzerimdeki belki de en büyük etkisidir şu anki gibi harika bir arkadaş grubuna sahip olmam. Fotoğraftaki insanlar gibi başarıya aç, fazlasını isteyen, çalışkan insanlarla ilişkilerimi yoğun tutuyorum. Muhteşem kelimesinin yetersiz kaldığı bir takım ruhu var fotoğrafta. Birbirlerini başarı için, güç için ileriye iten bir oyuncu grubu var. Çalışma ortamlarında, okullarda, şirketlerde belki de en çok ihtiyaç duyulan özelliktir bu: Grubunu ileriye taşımak. O azmi, isteği etrafına yansıtmak ve etrafındaki insanlardan da bu elektriği alabilmek hem hedefleri büyütür hem de hedeflere ulaşma arzusunu arttırır. Kim istemez ki tarih dersi için böyle bir grupla proje ödevi yapmak ya da fizik laboratuvarındaki deneylere böyle bir grupla katılmak? Bu itici güç elimizden gelenin fazlası için teşvik eder bizi. Çıtayı daha yükseklere koyup ona göre çalışmamızı sağlar. Büyük bir güven duygusuyla hareket ederiz etrafımızdakilerle. Güven duygusuna sahip ortamlarda çalışma verimi daha yüksektir. Güven de saygıyı beraberinde getirir ki bu da son derece sağlıklı bir çalışma ortamı anlamına geliyor. Ülkemiz futbolunda son günlerde tartışılan bir konuyu örneklemek istiyorum. Yabancı futbolcu sayısı sınırlanmak isteniyor, Türk futbolcular daha çok olmalı deniyor. Son derece yanlış bir algı bu çünkü eğer böyle kaliteli bir oyuncu grubuyla çalışırsanız maçlara çıkmasanız bile kendinizi geliştirirsiniz. Haketmeden forma giymektense bu harika oyuncu grubuyla çalışmalar yapıp, onları örnek almak çok daha büyük katkılar sağlar Türk futboluna. Futbolcularımız daha iyi oyuncularla sağlıklı bir ortamda rekabet etmek zorunda kalır ve kendilerini geliştirirler daha çok süre almak için. Birbirlerini başarıya iterler böylece. Başarmak, başarmak için onca sıkıntıya katlandıktan sonra başarmış olmak tarifsiz bir haz verir insana fakat bir de mecburiyet getirir. Başarıları unutup yeni hedeflere odaklanmak gerekir. Aksi halde çabuk düşülebilir başarı merdivenlerinden. Bu hatırlatmadan sonra fotoğraftaki oyuncuların böyle olmadığını belirtmem gerekiyor. Nerden biliyorum derseniz “Gözler kalbin aynasıdır.” demiş büyük besteci Selami Şahin. Şimdiden Galatasaray’ın şampiyonluğu hayırlı olsun. Kaynakça www.instagram.com/p/BXyTzurBLWh/?hl=tr&taken-by=fotottarena . 14.07.2017. 'KADIN' GİBİ Bu dünya üzerinde öyle bir tür vardır ki diğer tüm türlere oranla dişilerine kötü, aşağılayıcı ve ayrım yaparak davranır. Yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen bu hor görmeye bir son verememiştir. İnsanlık... İnsan, bunca zamana rağmen cinsiyeti bir aparat misali ayraç olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Aynı kitabın sayfaları olmamıza rağmen o iki sayfa arasına hiç çekinmeden ve son derece hakkı olduğunu düşünerek kadın ve erkeği günlük yaşamın birçok alanında birbirlerinden ayırmıştır. Can sıkıcı kalıplar kullanarak neredeyse mantık çerçevesine teğet bile geçmeyen yanlış düşüncelerle kadın ve erkeği birbirlerinden uzaklaştırmıştır. Ülke ülke incelemek bir kenara dursun genel bir bakışla dünyaya baktığımızda, tarihin kadınlara yönelik haksız tutumları bize sunduğunu görebiliriz. Neredeyse her döneme ait bir örnek bulmak mümkündür. Fakat bu kadar genele bakmanın yorucu bir tarafı olduğunu düşünürsek daha küçük bir kesimi de ele alabiliriz. Mesela Türkiye... Benim güzel ülkem, bizim güzel ülkemiz... Erkek egemenliğinin sonradan kazanıldığı bu güzel milletin geçmişten günümüze evrimi bir hayli gerileyici bir sürece sahiptir. Genel açıdan Türk toplumu olarak ele alamasak bile tarihten şunu biliyoruz ki yönetici kuvvetin yanında bulunan kadınlar da en az erkekler kadar devlet yönetiminde görüşlerini bildirebilecek güçteydi. Eski Türk kadınları erkekler gibi ata binmede, kılıç kullanmada ve savaşabilmekte hürdü. 'Erkek işi' o diyerek bir kenara itilmemişlerdi. İtilemezlerdi çünkü kadın önemliydi, kutsaldı ve bir açıdan yüceydi. Günümüze baktığımızda kadına karşı olan tutumun yarattığı hayal kırıklığının büyüklüğünü anlatmak sanıyorum bir kaç kelimeyle yeterli olmayacaktır. Bugün, gündemdeki haberleri -düzenli olmasa bile- takip eden bir birey birçok kez kadına yönelik şiddete ve zorbalığa denk gelmiştir. Örnek vermek gerekirse; "İki yıl önce Yozgat'ta kocası tarafından av tüfeği ile vurulmasının ardından iki bacağını kaybeden kadın..." "Eskişehir'de erkek vahşeti: Hamile eşini defalarca bıçakladı." "2 kadını yaralayan maganda yakalandı." "Sokakta eşini tekmeleyen kocanın tahliye isteği kabul edilmedi." "İzmir'de polisin dövdüğü 2 kadın yaşanan olayı anlattı." "Eşinin işkencesiyle 11 parmağı kesilen kadın konuştu." Cümle kurmaya gerek bile duymadan, "Özgecan Aslan". Eminim spikerlerin sesi başınızın içinde küçük bir arka fon oluşturmakta zorlanmamıştır. Defalarca kez denk geldik ve ne yazık ki tüm bunları engelleme üzerine kurulmuş olan organizasyonlara rağmen ne azaldı bu manşetler ne de daha az vahşet içerir oldular. Gün geçtikçe daha da artıyor şiddet oranı ve suç sayısı. Tüm bunların yanı sıra öyle bir dünya düzeni içerisine girmişiz ki, erkeklerin kadınlar üzerinde talep ettikleri hak ve kadınları sahip olabilecekleri bir eşyaymışçasına maddeleştirmeleri insanlık tarafından alışagelmiş bir davranış olarak algılanmakta. Acınası bu hâlimize dur diyeceğimize bir de kalıplaşmış olan ve istemli ya da istemsiz daimi bir şekilde kullandığımız bazı sözcük grupları var; "kız gibi davranma", "adam gibi konuş" gibi. İsterdim ki kız gibi davranmayı biri bana açıklasın ve merak ediyorum da sadece adamlar mı konuşabiliyor? Mesela 'çocuk gibi davranma' ya da 'düzgün konuş' terimleri daha doğru olmaz mıydı? Bir davranışı ya da konuşma şeklini bile cinsiyetleştirip ayrımlaştırmak ve hatta bariz bir şekilde aşağılama eklemek ne kadar doğru? Hem de eşlerini sokak ortasında öldürüp, sırf 'kendi doğrularına yanlış gelen davranışlarda bulunduğu için' kadınlara şiddet uygulayabileceğini düşünen 'adamları' baz alarak iyi bir durumdan bahsediyormuşçasına kullanıldığında bu sözcük grupları, bulunduğumuz toplum düzenini biraz daha içler acısı hale getiriyor. Bu adamlar, acımasız toplum düzeni işlerine geldiği için, hiçbir zaman tatmin edici bir ceza almadıkları ve bundan dolayı yaptıklarının doğru olduğuna inandıkları için kadınları koruyan, daha doğrusu korumak isteyen toplulukları da aynı kadınlara yaptıkları gibi aşağılarlar. Tüm çabaları, emekleri ve uğraşları gereksiz bulurlar. Konuşmaya başladıklarında cahilliklerini iliklerinize kadar hissedersiniz. Hissetmemeniz mümkün değildir. "Feministleri hiç sevmiyorum." "Neden?" "Erkek düşmanı tüm o kadınlar. Onlara kalsa erkekler ölsün zaten." Hissettiniz değil mi? Hem de iliklerinize kadar... Feminizm, araştırmaya gereksinim duymayan o insanların yanı sıra 'erkek düşmanlığının' ya da 'erkekler ölsün' gibi bir planın örgüt başı değildir. Feminizm, kadınların haklarını tanıyarak bu hakların korunması amacıyla eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik muhtelif ideolojiler, toplumsal hareketler ve kitle örgütlerinden oluşan harekettir. Tam tanımı budur. İçerisinde erkek kelimesini bile barındırmaz çünkü amaç erkeklere yönelik bir savaş değil, kadınları kapsayan bir savunmadır ve hatta kadınlara destek olmak amacıyla birçok erkek de bu düşünce hareketinde kendilerine yer bulmuşlardır. Tabi ki de bahsim tüm erkeklere değil. Bundan dolayı da bu destekleyici harekette bulunan şahısları bahsettiğim gruptan ayırıyorum. Fakat bu 'adamlar' bunun nasıl bir duyarlılığa sahip olduğunu anlamazlar, anlamaya çalışmazlar bile. Öyle bir düşünce sistematiğine sahiptirler ki kadınlar erkeğe göre hareket etmeli, yanlış davrandıklarında cezalandırılmalı, boyun eğmeli, eğmiyorsa eğdirilmeli ve kontrol edilmeli. Bu tip insanlar tüm dünyanın erkeğe ait olduğuna inanırlar. Yanlış. Yanlış. Yanlış. İnsan Hakları Bildirgesi, insanların haklarını açıkça belli eden ve dünya üzerindeki her bir bireyi korumaya odaklı hakları içerir ve bu bildirge 1948 yılında yayınlanmıştır. Fakat kadınlar için başlatılan bu savunma amaçlı savaş çok daha eski bir zamana dayanır, 1791. Fransa'da yayınlanmış olan 226 yaşındaki Kadın Hakları Bildirgesi bize kanıtlıyor ki kadınlar en başından beri sahip oldukları haklar için büyük mücadeleler vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Hiç dikkatinizi çekti mi Erkek Hakları Bildirgesi diye bir beyannamenin olmayışı? Çünkü erkekler buna ihtiyaç duymamıştır. Mücadele etmeleri gereken bir hür yaşama savaşları olmamıştır. En başından beri olması gerektiği gibi bu dünya her bir bireye aittir ve hakları doğrultusunda yapmaya hür olduğu davranışlarla geniş bir yelpazede bağımsızca yaşayabilmelidir. ŞEVVAL ŞAŞMAZ ÖNCE SÖZ VARDI Osman Çakmakçı’nın Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog kitabının isminde, ironi yapıldığı düşünülebilir. Fakat yazarın sadece tek bir duruma, bir özel kavrama “konuşma” adını verdiğini kitabını okuduğunuzda anlayabilirsiniz. Bu yüzden bir diyalog, onun için konuşma kategorisine girmez. Konuşma olarak kabul ettiği tek şey, iki insanın sözlerini değiş tokuş ederek birbirlerini tüm yönleriyle anlamalarıdır. Hiç böyle bir şey üzerine düşünmemiş olmama rağmen, kitabı okuduktan sonra yazarın haklı olduğunu keşfettim. İnsanlara bir şekilde kendimizi anlatıyoruz. İsteklerimizi veya hissettiklerimizi aktarabiliyoruz. Peki kaçımız kendimizi sözlerimizle karşımızdakine anlatabiliriz? Geçmiş yaşantımızı sözlerle dile getirebileceğimizi düşünebiliriz. Ancak anlatırken kullandığımız kelimeler bile, her birimiz için farklı anlamlara gelecektir. Yaşantılarımız kelimelerimizi şekillendiren en önemli faktör olabilir. Herhangi iki insanın geçmişinin asla aynı olamayacağını düşünüyorsanız, siz aynı zamanda herhangi iki insanın aynı kelimeleri kullanamayacağını, yani konuşamayacağını da düşünüyorsunuzdur. Sonuç olarak, konuşmamız için kelimelerimizi aynılaştırmamız, kelimeleri aynılaştırmak için de birbirimizin tecrübelerini bilmemiz gerekir. Sorun da şurada başlar ki, birbirimize tecrübelerimizi anlatabilmek için konuşmaya ihtiyacımız vardır. Yaptığımız şakayı açıklamak zorunda kalmışızdır hepimiz. Ne yorucu iştir ama... Söylediğiniz kelimelerin sizin için anlamı, başkaları için anlamıyla aynı olmadığı zaman havada kalmıştır cümleniz. Şimdi söylediklerinizi tecrübelerinize dayanarak anlatmanız, o kelimelerin anlamları üzerine ortak bir anlaşmaya varmanız gerekir ve o şakayı yapmamış olmayı dilersiniz. İşte konuşmanın imkânsızlığı somut olarak önümüze bu anlarda dizilir. Kimse birbirini tam olarak anlayamayacaktır. Aslında kitap biraz da analitik felsefeye bağlı bir konuyu anlatıyor. Düşüncelerimizin sınırlarının, dilimizin sınırlarıyla aynı olduğunu iddia ediyor Osman Çakmakçı. Buraya kadar bilindik bir sav öne sürüyor. Sonrasında gelenler ise gerçekten sıra dışı kabul edilebilir. Dünyayı insanların kelimelerinin yarattığını iddia ediyor bu sefer de Çakmakçı. Dünyanın bizden bağımsız var olduğunu, bu yüzden bizim de kendimize sözlerimizle bir dünya yarattığımızı söylüyor. İşte kutsal kitaplardaki “Önce söz vardı.” cümlesini de böyle açıklıyor. E haklı da aslında yazar. Anne ve babanın çocuğuna isim koymasına benzetiyorum ben bunu. Yeni doğmuş bebeklerine bir isim verdiklerinde, kendilerine bir dünya yaratıyor o ebeveynler de. Artık o bebeğin onlardan bağımsız olduğunu anlamaları ve ona bir isim vermeleri, kendileriyle onun arasına aşılamayan, varoluşsal bir sınır çiziyor. Yazarın da bahsettiği bu işte. Biz dünyaya isim vererek onu kendimizden uzaklaştırıyoruz. Bir de işin insan doğasını içine alan kısmı var tabii. İnsan konuşmanın imkânsız olduğunu bilse de bilmese de, iletişime ihtiyaç duyar. Gördüklerinin ve bildiklerinin aksine kendisini anlayanları bulabileceğine inanır, konuşmaya çalışır. Sonra sonuçsuz bir aramaya girer, arkadaşlar edinir, ağzından sözcükler çıkartır. Hayatını kendini anlatmaya çalışmakla harcar. Aslında harcamak denebilir mi buna bilmiyorum. Çünkü bunun bir kaçışı yok. Engellenemez bir süreç olduğu için herkes mutlaka bunu yapıyor ve belki de harcanmış bir zaman olarak bakamayız bu sürece. İnsan kendini anlatmaya çalıştığı sürece, başkalarını anlamaya çalıştığı ölçüde konuşmaya yaklaşır. Hiç konuşmayı başaramaz ama mümkün olduğunca yaklaşır. Sözün arkasından sanat gelmelidir o zaman. Önce söz vardı. Sonra sanat oldu. Kendisini anlatmayı başka şekillerde denemelidir insan. O, başkalarının onu ne kadar anlayabileceğini düşünmeden, kendisini anlatmaya başlayınca sanat yapmaya başlar. Diğerleri de artık kendilerine yönelmiş bir anlatma çabasından kurtulduklarında, bağımsız olarak anlatılanı anlayabilirler. Fakat bunun adı da konuşma olmaz bu sefer. Artık insanlar birbirleriyle konuşmadan birbirini anlamaya başlar. Yani yazarın tezi de doğrulanır, konuşmak imkânsızdır. Fakat insanlar birbirlerini tam anlamıyla anlayabilirler. Söz sanatı doğurur, sanat konuşmayı öldürür. Gördüğünüz gibi Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog kitabında Osman Çakmakçı bana yukarıda yazdıklarımın hepsini teker teker düşündürdü. Farklı iki insanın algısının ve tecrübesinin asla aynı olamayacağını, dolayısıyla da asla aynı kelimelerle konuşamayacakları konusunda yazara katılmaktan başka çarem yok çünkü gerçekten haklı bence. Aslında bu yazı daha da uzayabilirdi. Kelimelerimizin yaşantılarımız tarafından şekillendiriliyor olabileceğine değindim ancak durumun tam tersi de asıl gerçeklik olabilir. Ne yazık ki analitik felsefe üzerine yukarıdaki bir paragraftan çok da fazlasını yazacak bilgim yok. Yazarın açıklık getirmediği noktalardan biri de kafama takıldı ayrıca. Eğer insanın konuşmanın imkânsızlığını anlayabilecek bir aklı varsa, konuşmamayı rasyonelleştirecek bir aklının da olması gerektiğini düşünüyorum. Sonuç olarak da, bu imkânsızlığa teşekkür etmemiz gerekir çünkü, onun yokluğunda sanatın varlığı da mümkün olamayacaktı. Yazımı sonlandırırken de üzerinde durmak istediğim son şey şudur ki, dilin özenli kullanımı üzerine, kelimelerin sınırlarının algımızdan daha geniş olması üzerine veya en basit şekliyle iletişim üzerine düşünen bir insansanız, lütfen bu kitabı da düşünce dünyanızı genişletmek için kullanın. 1 Ahmet SÖZEN Ders Kodu:Türkçe101-59 Öğretmen Adı:Neşe Çetiner Tarih:09.12.2014 Hayata Dair Simyacı, Paulo COELHO’nun tüm dünyada geniş yankı uyandırmış bir romanıdır.Romanda tüm dünyayı dolaşmak için çobanlık yapan Santiago adlı gencin hikayesi sofistik bir şekilde anlatılmıştır. Eserde aslında amaç çoban Santiago’nun başından geçen olaylarla okuyucuya yaşama dair ipuçları vermektir.Eser kişinin hayalleri, hedefleri doğrultusunda elinden geleni yapması gerektiğini okuyucuya aktarmak istemiştir.Kişinin hayatındaki gerçekleştirmek istediği en büyük hedefinin tanımı romanda ‘kişisel menkibe’ olarak yapılmıştır.Romanı kısa olarak özet geçersek çoban Santiago’nun üst üste gördüğü iki rüya sonucu rüyasını rüya tabircisine yorumlatmasıyla başlar.Tabirci ona bir hazine bulacağını söyler ve bunun için elinden geleni yapmasını öğütler.Daha sonra pazar yerinde bilge bir kralla karşılaşır ve bu kral ona hazine için bazı ipuçları verir ve bu hazinenin Mısır Piramitleri’nin yakınında olduğunu söyler ve ona koyun karşılığında zor zamanlarında danışması için iki tane taş verir.Romanın geri kalan tarafında çoban Santiago’nun Mısır’a ulaşmak isterken karşılaştığı farklı anlam taşıyan olaylar anlatılmıştır.Şimdi ilk olarak kişisel menkibe üzerinde duracağım, daha sonra romanda yer alan bazı olaylardan hayata dair anlamlar çıkarmaya çalışacağım ve son olarak sizlerle, okurken neler hissettiğimi paylaşacağım. Romana baktığımız zaman ‘kişisel menkibenin’ tanımı yaşlı bilge kral tarafından “Senin her zaman gerçekleştirmek istediğin şeydir” olarak yapılmıştır.Baktığımız zaman neredeyse bütün insanların küçük yaşlarda ve gençken bazı hayalleri vardır, yani herkes aslında küçük yaşlarda bir kişisel menkibeye sahiptir.Romanda bir İspanyol çoban olan kahramanımız Santiago’nun kişisel menkıbesi 2 defa üst üste rüyasında gördüğü hazinedir ve bu hazineyi bulma amacından bir çok zorlukla karşılaşmasına rağmen pes etmiyor ve romanda da zaten önemli olanın pes etmemek olduğu vurgulanmıştır.Bu duruma yaşlı bilge kralın sözlerinin yer aldığı şu satırlar güzel bir örnek olabilir:”Her şeyin bir ve tek şey olduğunu asla unutma.Simgelerin dilini unutma.Ve özellikle, Kişisel Menkibe’nin sonuna kadar gitmeyi unutma.”(s47)Ayrıca romanın ilerleyen bölümlerinde Santiago’ya rehberlik eden simyacı ile Santiago arasındaki şu küçük diyalog pes etmemenin ve başarızlıkta yılmamak gerektiğini okuyucuya güzel bir şekilde aktarıyor. “Ama nasıl rüzgara dönüşebilirim bilmiyorum” “Kendi kişisel menkibesini yaşayan kimse neye ihtiyacı varsa hepsini bilir.Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar:başarısızlığa uğrama korkusu.”(s155)Bu satırlardan da 2 anlayacağımız gibi başarının önündeki tek engel başarısızlığa uğrama korkusudur.Düşünelim neredeyse herkesin çocukluk veya gençlik hayalleri vardır.Kiminin hayali ilerde çok sevdiği mesleği yapmaktır, kiminin hayali tüm dünyayı gezmektir, kiminin hayali çok sevdiği biriyle evlenmektir, ama neredeyse herkes küçük büyük bir hayale sahiptir.Fakat bu insanlardan çok azı hayallerine ulaşmayı başarabilirler.İşte bu insanlar başarısızlıktan korkmayan insanlardır.Başarısızlığı, yenilgiyi aslında zafere atılmış bir adım olarak gören kimselerdir.Yani bu kitaptaki tanıma göre kendi Kişisel Menkibesin’den vazgeçmeyen kişilerdir.Biz şuan başarılı bir çok insanın hayat hikayesine baktığımız zaman onların çoğunda görebiliriz ki ilk demelerinde başarılı olamamışlar, başarılı olana kadar devam etmişlerdir.Bunlardan bazılarını sizlere örnek vermek istiyorum.Henry FORD motor şirketini kurmadan önce beş kez iflas etti, ama pes etmedi ve dünyanın en başarılı otomobil üreticilerinden oldu.Thomas Edison ampülü icat etmeden önce bin kez başarısız oldu ama yılmadı ve ampülü icat etmeyi başardı.Dünyanın en zengin televizyon yıldızlarından biri olan Oprah WİNFREY girdiği ilk televizyon kanalından ekrana uygun olmadığı gerekçesiyle işten atılmıştı.ABD’li dünyaca ünlü yazar Jack LONDON’un ilk öyküsü altı yüz yayınevi tarafından reddedilmişti.Bu örneklerde gördüğünüz gibi birçok başarılı insan ilk denemelerinde başarılı olamamışlardır ama onlar kendi kişisel menkibelerini yani hayallerini bırakmamışlar ve başarıya ulaşmışlardır.Başarısızlığı bir son değil zirvede olan başarıya bir basamak olarak görmüşlerdir.Yani biz başarının aslında pes etmemek olduğunu söyleyebiliriz.Çevremizde aynı zamanda bir çok da hayallerini gerçekleştirememiş insan görebiliriz.Bu insanların hayat öykülerini incelersek göreceğiz ki hayatlarında başarısız oldukları noktalarda kolayca pes etmişlerdir, bir daha denemeye cesaret edememişlerdir.Roman kahramanımız Santiago’da hazinesini bulmak için Mısır’a giderken birçok talihsizlik yaşamış ama hiçbir zaman yolundan geri dönmemiştir ve hazinesine kavuşmuştur.Buradan çıkaracağımız sonuç hayat genellikle korkakların değil bir daha denemeye gücü bulunanların kazandığı bir oyundur. Eseri okurken diğer dikkat edilmesi gereken unsurda romanın içindeki birçok olayın aslında okuyucuya hayata dair ders vermek istemesi.Mesela bunlardan birini sizinle paylaşmak istiyorum.Okuyucunun ders çıkarabileceği bu konuşma çoban Santiago ile bilge yaşlı Şalem kralı Melkisedek arasında geçmiştir.”Hazineleri, seller toprağın altından çıkartır, gene seller toprağa gömer,”dedi yaşlı adam.”Hazinen hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyorsan, sürünün onda birini bana vereceksin.”ve çoban Santiago cevapladı:”Hazinenin onda biri yetmez miydi?”Yaşlı adam hayal kırıklığına uğrar gibi oldu.”Henüz sahip olmadığın bir şeyi vaat ederek gidecek olursan, onu ele geçirme arzusunu yitirirsin.”(s41)Burda yaşlı kralın son sözünü dikkat edecek olursak aslında çoğumuzun gündelik hayatta düştüğü bir hata hakkında okuyucuya bu olayla mesaj vermek istemiştir.İnsanın sahip olmadığı şeyleri başkasına sanki onu ele geçirmiş gibi vaat etmesinin insanın hırsına kamçı atacağını söylemiş ve sahip olmadığımız şeyleri vaat etmememiz gerektiğini biz okurlara 3 aktarmak istemiştir.Zaten gündelik hayatta öyle değil midir.Bırakın vaad etmeyi yapacağımız önemli işleri önceden birisine söylediğimizdeki hissinizi hatırlamaya çalışın.Kendinizi hiç kötü hissetiğiniz oldu mu?Benim için bu sorunun cevabı kesinlikle evettir.Çünkü yapacağınız önemli bir işi önceden kesin yapacak gibi söylediğiniz zaman o işin büyüsü bozulur ve artık o işi gerçekleştirme arzunuz önceki gibi değildir.Yani çıkaracağımız sonuç insanlar sahip olmadıkları şeyleri başkasına vaat etmemeli hatta sahip olmak için çalıştıklarından başarma arzularının kaybolmaması için fazla bahsetmemelidir.Yine eserin içinde yer alan yaşlı bilge kralın Santiago’ya anlattığı ders çıkarmamız gereken güzel kısa bir öyküyü sizinle paylaşmak istiyorum. ”Bir tüccar Mutluluğun Gizi’ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış.Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış.Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış.Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş;dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış.Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş.Bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.Delikanlının ziyaret nedenini açıklmasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi’ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona.Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.’Ama, sizden bir ricada bulunacağım,’ diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş.’Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.’Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş.İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış.’Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü?Bahçıvanbaşının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü?Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?’Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış.Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabaladığından, başka bir şeye dikkat edememiş.’Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı,’ demiş ona bilge.’Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.’İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış.Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş.Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş.Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.’Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?’ diye sormuş bilge.Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.’Peki,’ demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, ‘sana verebileceğim tek bir öğüt var:Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.’”(s47-48) Bu çok beğendiğim öyküden değerli anlamlar çıkarabiliriz.Parçada mutluğun gezmekle ve dünyanın harikalarını görmekle elde edileceğini fakat sorumluluklarımızı da unutmamamız gerektiği 4 vurgulanmak istenmiştir.Eserin geneline baktığımız zaman bizim hayattan durmadan bir beklentimiz olmasını ve bu hayallerimizden beklentilerimizden ne olursa olsun vazgeçmememizi tavsiye ediyor.Yaşadığımız hiç bir şeyin tesadüf olmadığını yaşadığımız herbir olayın aslında bizim Kişisel Menkibemiz’e giden bir yol olduğunu ve giderken kritik dönemeçlerde kararları bizim verdiğimizi anlatmak istemiştir.Eğer biz gerçekten bir olayın gerçekleşmesini istiyorsak tüm evrenin bu isteklerimizi gerçekleştirmek için iş birliği yapacağını söylüyor yazar bize.Yani insan bir şeyi gerçekten istedi mi o olayın gerçekleşeceğini vurguluyor ve bize hayallerimizden asla vazgeçmemizi öğütlüyor. Eseri okurken insan gerçekten kendini hafiflemiş bir biçimde hissediyor.Eser ütopik simgelerle gerçek olayların karışımından oluştuğu için insan gerçek olaylarda bazen herkesin başına gelebilecek kötü olayları ve bu olayların aslında uzun vadeli düşünüldüğü zaman iyi sonuçlara yol açabileceğini görüyor ve bunları görünce kendinde bir cesaret hissediyor.Mesala ben bu eseri okuduktan sonra başıma gelen talihsiz olaylara fazla üzülmemeye karar verdim çünkü Santiago’nun başından geçen olaylar yazar tarafından o kadar güzel dizayn edilmiş ki insan okudukça yaşamın ne kadar güzel şeyler getirebileceğini, talihsizliklerin aslında başarıya çekilmiş bir köprü olduğunu görüyor.Hiçbir şey için üzülmenin anlamsız olduğunu herkesin hayatında eğer isterse Kişisel Menkibesi’ni gerçekleştireceğini görüyor.Mutluluğun her zaman para ve maddiyat olmadığını asıl mutluluğun evrenin ruhunu anlamak, kendi yaşamının amacını anlamak ve bunu asla unutmamak olduğunu anlıyor.Eserde Tevrat ve İncil’le bağlantısı bulunan isimlerin ve bazı terimlerin kullanılması eseri daha da gizemli yapıyor ve bu gizem romana bir başka ahenk katıyor.Yani sonuç olarak insan romanı okurken kendini huzurlu hissediyor ve hayatın anlamladırılması gerektiğini düşünüyor. Eser bize roman kahramanı Santiago üzerinden, Kişisel Menkibe’nin ne olduğunu, hayatta nasıl davranmamız gerektiğini bizi rahatlatarak anlatıyor.İnsan hayallerinin önemli olduğunu ve başarasızlıklardan yılmayanların başarıya ulaşabileceği mesajını aktarıyor.Yaşadığımız anı en iyi şekilde yaşamamız gerektiğini geçmişten ders almamızı fakat takılmamızı ve geleceğe dair plan yapmamızı fakat yaşadığımız ana odaklanmamızı tavsiye ediyor çünkü eğer yaşadığımız her anın hakkını vererek yaşarsak geleceğin güzel olacağını söylüyor.Mutlu olmamız için evrenin ruhunu anlamamız gerektiğini ve bu evrenin ruhunu nasıl bulabileceğimizi bize öğretiyor.Yaşama dair soruları olanların ve mutluluğu arayanların mutlaka okuması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. HAYALLERE DEĞİL GÖLGELERE AİDİM Her gün üzerinde durup hareket ettiğimiz toprağa ne kadar şükretsek az. Üzerine bastığımız her adım, üzerinde aldığımız her rahat nefes bizi kendimizden daha emin hale getiriyor; gücümüzü bize sunduğu dayanıklı zemine borçluyuz. Bir an düşünün, altınızdaki toprak kaybolmuş. Düşmekten mi korktunuz? Nereye düşeceksiniz ki? Ne yer var ne de yön. İşte o an boşlukta anlamsızca süzülen bir boş yaprak olacağız. Ne geldiğimiz ne de gideceğimiz yönün bir önemi olacak. Geçmişi ya da geleceği olmayan, anlık bir zamana sıkışıp kalmış, değersiz bir yaprak parçası... Altımızdaki toprak parçası fiziksel olarak hiç kaybolmayacak belki lakin ona karşı hissettiğimiz aidiyet duygusunun bir gün sönmeyeceğini kim garanti edebilir? Kişiliğimizi, kültürümüzü, duygu ve düşüncelerimizi, bizi bize hediye eden toprağa yabancılaştığımız her an üzerine güvenle bastığımız zeminin sarsılması demek. Aidiyetsizlik, insanı, köklerini kaybedip yaşam kaynaklarından mahrum kalarak çürüyen, sonrasında ise toprak ile irtibatını tamamen kaybeden ve rüzgâr ile birlikte amaçsızca savrulan bir bitkiden beter eder hayatta. Aidiyetsizliği daha en başından hissedenler ise belki de bu dünyadaki en şanssız insanlardır. Bir yere ait olmanın verdiği huzuru asla tadamamış, kimliğini bir türlü bulamamış bu insanlar aramızda her an dolaşan gölgelere benzerler. Hep karanlık, hep silik… “ Sevgili Alex, ... Ben çok yorgunum. Buraya ait olamamaktan yoruldum. Ama gidemiyorum da... Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez mahluklar. Öfkem kendimeydi, biliyorum. Hiçbir yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için. ” (Gülsoy, 290) Yukarıda kim olduğunu, nereye ait olduğunu bir türlü bulamamış bir yabancının, yaşadığından dahi emin olmadığı veremli dostuna yazdığı mektubu okudunuz. Kendisi bir hikâyenin kurgusal odak figürü olabilir fakat hissettiği aidiyetsizlik duygusu bizim duygularımızdan daha az gerçek değil. Kendisini biraz daha ayrıntılı anlatmak isterim, “Fuat” mı yoksa “Franck” mi olduğuna bir türlü karar veremediği için tıpkı kendisine seslendiği gibi F. diyeceğim ona. F. Türk-Müslüman bir babadan ( Beşir Fuat’tan) olma, “Hasta Adam” Osmanlı İmparatorluğu’ndan gayrimüslimlere yapılan katliamdan dolayı yabancı annesi ile Fransa’ya kaçmış bir “melez”. Hem Doğu hem de Batı kültürü ile tanışma ve onları keşfetme imkânına sahip olmuş lakin kendini ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait hissediyor. F. ’nin kökeni İstanbul’a dayanıyor. Memleketi “Gölgeler ve Hayallerin Şehri” de F.’e çok benziyor; Doğu ve Batı’nın ikisine de üvey çocuğu, başkentlik yaptığı nice imparatorluktan arta kalan mimarisi ve kültürü ile büyük ve karmakarışık bir mozaiği andırıyor, ne de olsa o “bin kocadan arta kalan bive-i bâkir”. Bu dünyaya ait olamayacak kadar eşsiz ve de kırılgan. Bu sebepten F. aslını İstanbul’da arıyor. F. ve İstanbul kader ortakları, aidiyetsizlik onları içten içe çürütüyor, huzurlarından, sağlıklarından çok şey çalıyor, onları birer enkaza dönüştürüyor. Ruhları ise enkazın altına hapsolmuş, bir çift silik gölgeden ibaret. F.’in öyküsünü okurken kitabın Doğu ve Batı’yı iki farklı dünya olarak resmettiğini ve F.’in aidiyetsizliğinin nedeninin bu olduğunu düşündüm. Daha sonra kendi zamanıma, kendi dünyama bakmaya karar verdim. Benim dünyamda ulaşım ve iletişim hiç olmadığı kadar kolay ve dünya üzerinde olan her şeyden anında haberdarız. Günümüzün “ trendi” ise dünyada var olan her türlü değerin, kültürün, düşüncenin, akımın, ürünün ya da sistemin “popüler” ya da “demode” olarak sınıflandırılıp tüketime açık hale getirilmesi. Biz hiçbir yere ait olmamakla, hiçbir sabit düşüncenin, kültürün ürünü olmamakla övünüyoruz, özgür olduğumuzu iddia ediyoruz. Fakat bizim için her şey “trend” olduğu sürece var; her şey bir anda popüler oluyor, anlamını kaybedene kadar tüketiliyor ve sonrasına çöpmüşçesine bir kenara atılıyor. Hep daha yeniye, daha farklıya, daha iyiye hasretiz; çünkü tatmin olamıyor, eksik hissediyoruz. Bunları dünyanın bir köşesinden çıkarıp popüler hale getiriyor ve büyük bir iştahla tüketiyoruz. En kötüsü de bu tüketim kültürünün bizi kendimize ve dünyaya yabancılaştırdığının farkında değiliz aidiyetsizlik duygusunu özgürlük olarak görüyor daha da yozlaşıyoruz, daha sonra hayatın hiçbir anlamı ya da amacı olmadığından şikâyet ediyoruz. F.’in zamanında da insanlar baskıcı yönetimden bunalmış; sürekli duydukları demokrasinin hayaliyle isyan etmişlerdi. Yönetim düşüp “demokrasi” gelince ise bu istek popülerliğini kaybetmeye başladı. Yeni düzenin getirdiği kaos hem toplumda anlaşmazlığa hem de insanların topraklarına yabancılaşmasına neden oldu. Üzerine düşünmeden trendleri takip etmek, popüler olanı hedeflemek ve demode olanı başka niteliklerine bakmadan terk etmek bizi her zaman aidiyetsizliğe sürüklüyor fakat bu durum özellikle günümüzde daha yaygınlaşmış durumda. Altımızdaki toprağı bile bile biz kazıyoruz. Bu yaklaşımı terk edip bizi gerçekten mutlu eden şeylere odaklanmak ve hayatımızı bunlara göre kurmak bizim ilk hedefimiz olmalı bana göre. Bunu gerçekleştirebildiğimiz her yere ait olabileceğimize inanıyorum. Kaynaklar Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, Murat Gülsoy VATANSIZ OLMAK Dünyanın varoluşundan bu yana insanoğlu sayısız acıyla sınanmıştır. Sayısız savaş, açlık, sefalet yaşandığını biliyoruz tarihte ve aslında yaşamaya da devam ediyoruz bu felaketleri. Bu saydıklarımın hepsi insanlık tarihinde ve milletlerin şekillenmesinde çok farklı boyutlarda sonuçlar doğurmuştur. Her ne kadar hepsi birbirinden yıkıcı olaylar olsa da, bana göre en korkunç olanı vatansız kalmaktır. Bir insanı olduğu kişi yapan en önemli şey vatandır benim için ve yüzyıllardır birçok millet vatansız bırakıldı, topraklarından atıldı. Peki ne oluyor bu insanlara? Vatansız kaldıklarında nereye gidiyor, nerede yaşıyor bu insanlar? Ama tabii devletler için asla önemli bir konu olmuyor bu, yönetilenler -yani halk- istenileni yapsın yeter, onlar insanların anılarıyla veya acılarıyla ilgilenmiyorlar. Kimileri bu yazdıklarımı okuduğunda çok da anlam ifade etmediğini düşünebilirler vatanın. Benim içinde büyüdüğüm jenerasyonda birçok kişi böyle düşünüyor. Onlar ancak bir gün vatansız kalırlarsa öğrenebilecekler vatanın ne anlam ifade ettiğini ama ben şükrediyorum, vatanın ne demek olduğunun bilincine erken bir yaşta vardım ve sahip olduğum vatanı kaybetmemek için yapabileceğim şeylerin farkındayım. Benim anne tarafım göçmen, Kırım Tatarı. Mutlaka duymuşsunuzdur, Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Kırım Yarımadası’nın yerli halkıdır Kırım Tatarları. 1944 Kırım Sürgünü’nde zorla göç ettirilmiş, öldürülmüş ve tecavüze uğramışlar. Kırım Sürgünü’nde olduğu gibi devletlerin çıkar kavgalarında her zaman göz yaşı döken, topraklarından koparılan insanoğludur. İnsanın insana yaptığı bunca işkence çok ironik gelmiyor mu size de? Yönetilenler, yönetenler yüzünden tarih boyunca acı çekmiş. Bu, benim atalarım gibi birçok toplumun ortak acısı. İrem Uzunhasanoğlu “Gitme, Gül Yanakların Solar” adlı kitabında da mübadillerin 1910’larda Yunanistan’da başlayan göç hikayesini anlatıyor. O da benim gibi göçmen torunu. Kitabında “Bir fayton tutmuş kayınpederi, bir faytona sığacak tüm varları yokları, tüm hayatları, tüm hikayeleri. İki atın çektiği bir fayton, işte hepi topu bu.” diyor.(19) Göç ettikleri zaman insanlar alelacele üç beş parça eşyalarını bavullarına kapatıp yola vurmuşlar kendilerini. Peki eşyalarıyla beraber anılarını ve vatanını da bir bavula kapatıp götürebilir mi insan? Doğup büyüdükleri topraklarından kovuldular ve bilmedikleri diyarlara doğru yola çıktılar o çaresiz insanlar. Kalsalar öleceklerdi, giderken de öldüler. Ölmeyenler ise vatansızlıktan kaybettiler içlerindeki bir parçacık canı. Hepsinin kalbinde az da olsa umut vardı. İrem Uzunhasanoğlu kitabında “Kucaklarında kırkı bile çıkmamış bebeler, sırtlarında bir pare umut ve yüreklerinde AŞK… Doğup büyüdükleri vatana duyulan aşk… Yekpâre bir yürek…” demiş.(21) Göç etmek zorunda kalan mağdurları ve onların kalplerinden geçenleri, dillendiremedikleri acılarını o kadar güzel anlatmış ki; kitabı okurken ister istemez kendinizi karakterlerin yerine koyuyor ve acılarını yürekten hissediyorsunuz. Umutları ya yoldayken söndü gitti ya da yeni “vatana” vardıklarında anladılar dönüş diye bir şey olmadığını. Göç ettikten ve yeni topraklara yerleştikten sonra bile, ömürlerinin geri kalanında hep vatanlarını düşündüler eminim. Çünkü hayatları baştan sona değişti ve bu değişim onların seçimine açık değildi. Göçle gelen fakirlik, sefalet… Vatanlarında çok zengin olan kişiler bile yeni topraklarda açlık gördüler, mücevherlerini verdiler bir kuru ekmek karşılığında. Yaşadığımız yüzyılda da bu acının birçok örneğini gördük ama son birkaç yılda ülkemizden de örnek verebiliriz. Türkiye’ye Suriye’deki savaştan kaçarak gelen göçmenleri kast ediyorum. Halkın çoğunluğu acıyor onlara. Neden? Çünkü fakirler, dileniyorlar ve evsizler. Ben onları her gördüğümde vatanlarında nasıl insanlar olduklarını düşünüyorum. Eminim içlerinde Suriye’deyken çok zengin olanları vardır. Eğitim almış ve başarılar elde etmiş olanlar. Peki vatanlarını bıraktıklarında ne hâle geldiler? İşte buradalar, bizimle yaşıyorlar ve biz acıyoruz onlara. Herkes her acıya alışır derler ama bence alışılmayacak tek acı bu. Vatansız kalmak hep eksik hissettirir ve nereye gidersen git vatansızlığın da seninle gelir. Yazar bahsettiğim kitabında yaşanmış bir hikayeyle resmediyor vatansızlığı. Tıpkı babası ölen bir çocuğun parkta babasıyla oynayan, koşan çocukları görüp özendiği gibi; gittiği her ülkede o ülkenin insanları gibi vatanında olmak ister insan. Çünkü vatanında olmak özgürlüktür, vatanında olmak bir insanın sahip olduğu en büyük nimettir. Açlık da görsen, fakirlik de çeksen; hiçbir şeyin olmasa da vatan toprağın vardır elinde. Sen onunsundur, o da senin. Bunu bilmek yaşama tutunmasını sağlar insanın. İşte bu sebepten benim için en vazgeçilmez değerdir vatan. Hatta, bu herkes için en vazgeçilmez değer olmalı. Olmalı ki, başta bahsettiğim o vatanın önemini anlamayan jenerasyonum hiçbir zaman anlamak zorunda kalmasın ne demek istediğimi. Büşra BAYKAL KAYNAKÇA Uzunhasanoğlu, İrem, Gitme, Gül Yanakların Solar, Epsilon Yayınevi, İstanbul, 2015 UÇURUMA ATILAN BİR ADIM ​ http://wallpapersonthe.net/ Gelecek… Bu kelime içimi hem bir huzursuzlukla kaplıyor, hem de umut yolunda küçük bir mumun yanmasına sebep oluyor kalbimin derinliklerinde. Kendi içimde çelişiyorum. Bir taraftan, içinde bulunduğum sıcak, güvenli ortamdan çekip alıyor, uçsuz bucaksız bir karanlığa sürüklüyor beni; bilinmezliğe doğru. İleriye baktığımda görebildiğim tek şey yalnızlık…Gözlerimi kapıyorum, hissettiğim, bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şeyin aynı kalmayacağı. Bulunduğum yer, üstüne bastığım şu toprak, etrafımdaki insanlar, hatta belki de düşüncelerim bile değişecek. Asıl beni korkutan da bu zaten, alıştığım hayattan, her gün tanıdık, içimi ısıtan gülümsemelerini gördüğüm insanlardan ayrılmayı düşünemiyorum bile. Zamanın ufak tik tak sesleriyle işleyişini hissediyorum, bu ilerleyişi durdurmak imkansız. Ritmi aynı olsa da, yelkovanın bir sonraki “tik” sesinde bizi nelerin beklediğini tahmin etmek de imkansız. Zamana karşı durabilmek de… Ama nedense içimdeki o saçma umut duygusu var olmaya devam ediyor, hiç bir zaman beni yalnız bırakmıyor, korkularım ve sıkıntılarım içinde. O küçük mumun pırıltısı, bir yolunu bulacaksın, her şey iyi olacak diyor fısıltıyla. Bana cesaret veriyor, ileriye attığım her adımımda yolumun daha aydınlık olmasını sağlıyor. Elimden tutup bana yolu gösteriyor. Bir sonraki adımımın neleri getireceğini bilmemek… Tıpkı uçurum üstündeki ince bir ipte yürümek gibi, verdiğim karar sonucu düşecek veya yeni bir adım daha atabileceğim, hayatım buna bağlı, amacıma bir adım daha yakın olacağım belki de bir dakika sonra. O bir dakikada düşünerek yaptığım hareket, her şeyin kökten değişimine yol açabilir. İyi veya kötü… Ama bunu sadece dene​yerek öğrenebilirim. ​Ay’da 172 Saat adlı kitapta üç ana karakter de verdikleri ortak kararın sonucu kendilerini neyin beklediğini bilmeden, hayatlarını tamamen değiştirecek bir yolculuğa adım atıyorlar. Ay’a ayak basıyorlar, geçmişlerini, ailelerini, alışık oldukları yaşamlarını milyonlarca kilometre geride bırakarak. Mutlak sessizliğin içinde tamamen kendi başlarınalar ve dünyaya bir daha dönemeyeceklerinden en ufak bir haberleri bile yok. Birer birer siliniyor varlıkları hayattan, geriye sadece aydaki ayak izleri kalıyor. Tek başına kalan Mia çaresizce ne kadar uğraşsa da geri dönmede başarılı olamıyor, onun yerine Dünya’ya dönen şekil değiştirebilen sıra dışı bir varlık oluyor ve amacı yaşayan tek bir insan bile bırakmamak. Mia bunu tahmin edebilir miydi peki? Tabii ki hayır, o sadece ailesinin de desteğiyle yeni bir yolculuk için yola çıkmıştı, yeni bir hayat uğruna. Bunun dünyanın sonunu getireceğini nasıl tahmin edebilirdi ki? Yaptıklarımızın nelere yol açacağını bilemeyiz ne de olsa. Her geçen gün geçmişten kopmak, geleceğe bakmak daha da zorlaşıyor. Anılar, vazgeçilmez birer parçamız haline geliyor, yaşamak için bir neden oluşturuyor. Onlar olmadan, aynı kişi değiliz. Zaman ilerledikçe değişime uğruyor her şey, ama ilerlemek zorundayız, aynı zamana tıkılıp kalmak yerine, yeni güzel anılar için adım atmaya devam etmeliyiz. Aldığımız kararların ne gibi sonuçlar vereceği bilinmiyor olabilir ama bu, yola devam etmeye engel olmamalı. Olabilecek kötü şeyler için korkmaktan vazgeçmeli ve içimizdeki düşünceleri dışarı bırakmalıyız. Çünkü yapılmamış bir davranıştan, söylenmemiş bir sözden pişman olmaktansa, yapılan için pişman olmak daha iyidir. Gelecekten pişman olmak yerine, geçmişten olmalı. Eğer bunu göze almaktan aciz kalırsak, istediğimiz hiçbir amaca ulaşamayız. O yüzden gelecek kaygısını, düşüncelerin arasından alıp bir kenara atarak, sadece bugünü düşünmeliyiz. Bilmeliyiz ki geleceği düşünmek, ileri adım atmayı engelleyecek, şu anki zamanı boşa harcayacak. Ve şu an yapılanlar da geleceği oluşturacak. Seren Sonlu ÇAĞ IMIZIN BÜ YÜ K PROBLEMI ‘EĞO’ Hastalıkları daha çabuk ve daha kolay tedavi edebilmek… Dünyanın her yerinde yoksulluk ve açlık sorununu ortadan kaldırmak… Dünya üzerindeki bütün suları içilebilir yapmak… Yani dünyayı daha iyi, daha güzel ve daha yaşanabilir bir yer haline getirmek… Kim istemez ki bunu? Kim istemez ki geleceğine daha güzel bir dünya hazırlamak? Peki, bunun için ne yapılabilir? Adı Türkçeye ‘Evrim’ diye çevrilen Transcendence filminde bu amaç doğrultusunda yapılan bir bilimsel çalışma ele alınıyor. Hayatlarını bu amaca adamış bir çift… Bu amaç için bir yapay zeka geliştirmeye çalışıyorlar. İnsanlardan daha zeki makineler üreterek hayatımızı kolaylaştırabileceğimizi ve dünyayı güzelleştirebileceğimizi düşünüyorlar. Aslında çiftin amacı ne kadar güzel ve faydalı gibi gözükse de, yapay zekayı sadece bu amaç için mi yapmaya çalıştıkları sorgulanabilir. Çünkü bazen insanlar, amaçları hayallerinin ötesinde olunca amaçlarından sapıp başka doğrultulara yönelebiliyorlar. Ya da bazen bireysel isteklerini elde etmek için başka amaçların arkasına saklanabiliyorlar. Bu konuyla ilgili filmdeki konferans sahnesini düşünebiliriz. Yapay zekayı yapan Will Caster, yapay zekayı anlatırken şimdiye kadar doğmuş bütün insanların zekasının toplamından çok daha güçlü bir zeka olduğunu söylüyor. Daha sonra, eğer duyguları olan bir makine olursa bir çırpıda biyolojinin sınırlarını aşacağından bahsediyor. Son olarak bu süreci ‘Evrim’ olarak tanımlıyor. Evet, ilk izlediğimde bu sahnenin üzerinde çok durmamıştım. Ama daha sonra film üzerine düşünürken fark ettim ki, aslında tam da burada Bay Caster gerçek amacını vurguluyor: Evrim… İnsanı daha üstün daha gelişmiş bir hale getirmek. Bunu Bay ve Bayan Caster’a yaptıran aslında günümüzün en büyük problemlerinden biri olan, bir türlü yenemediğimiz sorunumuz ego. Hatta konferansta Bay Caster’ın ‘‘Kendinize ait olan bir tanrı mı yaratmak istiyorsunuz?’’ sorusuna cevabı tamamen her şeyi netleştiriyor: ‘‘Başından beri insanoğlunun da hep yaptığı bu değil mi?’’ Evet, kendi gücüyle ve yetenekleriyle yetinemeyen insanoğlu egosunu tatmin etmek için yaşamaya başlıyor ve zamanla kendi bile hayrete düşüyor yaptıkları karşısında. Çünkü mantıklı bir şekilde düşünebilirsek dünya üzerinde her varlığın bir denge üzerinde bulunduğunu anlayabiliriz. Ve biz eğer bu dengeye müdahale edecek olursak tahmin edemeyeceğimiz sonuçlar oluşabilir. Filmin Bay Caster’ın yapay zeka karşıtı bir örgüt tarafından öldürülmesinden sonraki kısmını ele alacak olursak bunu anlayabiliriz. Bayan Caster öldürüldükten sonra da eşiyle birlikte olabilmek için yapay zeka deneyini yapıyor yani Bay Caster’ın zekasını bilgisayara kopyalamaya çalışıyor. Deney başarılı sonuç veriyor ve onunla iletişime geçtiğini düşünüyor. İzlerken hayrete düşüren bu sahne bir o kadar da düşündürüyor doğrusu… Karşısındaki eşi mi yoksa sadece bir makine mi? Nasıl tam emin olabilir ki bundan? Bir insanı bir makineden, bir robottan ayıran şey nedir? İnsanın bilinci mi? Düşündüğümüz zaman evet insan bilinçli bir varlıktır makineler ise bizim yönetimimiz altında bizim verdiğimiz komutlarla çalışır. O halde teknolojinin birçok açıdan bize zarar verdiğini düşünen biz insanoğlu, teknolojinin kendi yönetimimiz altında olduğunu göz ardı ediyoruz. Ve teknolojinin zararlarını engelleyebileceğimizi göremiyoruz. Bundan sonra yaşananlar aslında korkutucu geliyor izleyenlere. Gelecekte yaşanabilecekleri yansıttığı için mi korkutuyor bu sahneler yoksa kendi egomuz mu bizi korkutan bilemiyorum. İnsanın hayal gücünü zorlayan bu bilim kurgu filmi, hem çağımızın büyük problemlerinden egoyu ele alması hem de internetin ve teknolojinin inanılmaz gücünü ele alıyor olmasından dolayı baya düşündürüyor üzerinde. Bu yüzden izlerken kurgusu biraz karmaşık gelebiliyor. Ama film ilerledikçe bütün konuşmalar ve yaşananlar birbirini tamamlıyor. Bu yüzden bu kadar etkileyici olmasının sebebi kesinlikle sadece bir bilimsel deneyi anlatması olamaz. Kendimizle çoğu zaman çelişmemize sebep olan egomuz yüzünden etkiliyor izleyenleri… BÜŞRA BAYIRBAŞI 21301926 Yaşamaya Devam Etmek Her sabah uyandığımızda farkında olmadan yaşamaya devam etme kararı almış oluruz ve gündelik hayatta bu kararın üzerinde hiç düşünmeyiz. Bütün işimiz, gücümüz yaşamak olmasına rağmen yaşamak için bu derecede önemli bir kararı bilinç dışı bir şekilde alırız. İster hayatı Sisifos’unki gibi tanrısal bir ceza, ister bir hediye olarak görelim; farkında olmadan bu kararı verir ve yaşamaya devam ederiz. Bilmiyorum, intihar edenler istemeyerek mi ediyor ya da yaşayanlar isteyerek mi yaşıyor ancak her halükarda hayatın bizi içine soktuğu durumlara tahammül etmekten ibaret bütün yaptığımız. Her ne olumsuzluk ya da o zamanda olumsuzluk olarak gördüğümüz bir şey varsa zamanla onunla nasıl başa çıkmamız gerektiğini öğrenip yeni olumsuzluklarla karşılaşıncaya dek zaman öldürüyoruz. Kısaca; hayat, bir direnişler silsilesinden ibaret. Direnecek bir şeyler olmadığında ya da direnilecek şeyler direnilmez noktalara geldiğinde hayat da bizim için anlamını kaybetmiş oluyor. Korint kralı Sisifos, hilekarlığından ve kendini yüceltmek için kullandığı kurnazlığından dolayı tanrılar tarafından sonsuza dek bir kayayı dağın tepesine çıkardıktan sonra taşın tekrar düşmesini izlemekle cezalandırılmış bir mitolojik karakterdir. Camus’ya göre Sisifos, olup olmayacağı belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine işkencesinin sonu olmayan bir ceza olduğunu kabullenip kendi için hayatın bu cezadan ibaret olduğunu anladığı zaman bilincine kavuşmuş, yaşamaya başlamıştır. Çoğu kişi için yaşamak, mutlu olmaya çalışmak demektir. Peki, mutluluk bunun neresinde? Hayatın anlamsızlığını tanıyıp, yaşamı ölmek için doldurulması gereken bir süre olarak görmenin kime ne faydası olabilir? Bu noktada biraz da mutluluğun ne derece göreli bir kavram olduğu işin içine giriyor. Evet, belki de Sisifos sonsuz bir cezaya çarptırılmıştı ve sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu ama onun için önemli olan tanrılara boyun eğmemek, kaderiyle yüzleşip ümitsizlik ve anlamsızlık içinde kendince bir hayat tanımlamaktı. Ve bu nedenle Sisifos dahi mutlu olarak değerlendirilebilir aslında. Mutluluğu, gerçekleşmesi arzulanıp gerçekleşmiş şeylerin ve arzulananın yerine gerçekleşmiş şeylerin bir oranından ziyade; ne arzulandığından bağımsız olarak gerçekleşmiş olana ne ölçüde uyum sağlanabildiği olarak görmek gerek. Çoğu zaman hayatın karşımıza neler çıkaracağı hakkında pek bir fikrimiz olmadığından böyle bir bakış açısı hem en mantıklısı hem de en yaşamaya elverişli olanıdır. Sahi ne kadar yaşıyoruz? Madem hayatımızda gerçekleşen şeylerde büyük ölçüde bir belirsizlik payı varsa ve bizim tek yaptığımız şey bunlara ayak uydurmaya çalışmaksa, yaşamaktan ne kadar bahsedilebilir? Çünkü her ne kadar nelerle karşılaşacağımızı belirleyemiyorsak bir o kadar da bu olayların karşısında nasıl bir tavır takanacağımızı belirleyebiliyoruz. Tabii, bu noktada da ipler tamamen bizim elimizde olmasa da yaşamaya dair en etkin olduğumuz konu budur ve dolayısıyla direndiğimiz, başkaldırdığımız ölçüde yaşıyoruz. Hayatın yaşamaya değip değmediğini bilmiyorum açıkçası, henüz yaşamadım. Ancak değmenin ötesinde hayatı, değmesini umarak değil, değecek şekilde çaba sarfederek yaşamak gerektiği kanaatindeyim. En nihayetinde bir defa yaşıyoruz sadece ve bunu da hiçbir dayanağı olmayan bir umuda bel bağlayarak gerçekleştirmek pek de akıllıca durmuyor. Mutluluk kaygısı ve ölüm korkusu pek öyle durmasalar da farklı kavramlar değillerdir. Bir gün öleceğinin bilincinde olup mutlu bir hayat geçiremeden ölme kaygısına kapılmak, sahiden mutlu bir hayat geçiremeden ölmeye sebep olur. Bu nedenle her gün güneşin doğmasını beklemek yerine karanlıkla da samimi olmayı öğrenmeliyiz. Üzeyir Saçıkay Kaynakça Camus, Albert. Sisifos Söyleni. İstanbul: Can Yayınları, 2016. AŞK BİR MUCİZEDİR Bir insan hayatı boyunca aşk duygusunu yaşamadan bu dünyadan göçüp gitmez. Çoğu insanın düşündüğünün aksine yaşanan aşk illâ ki bir kadın ve erkek arasında olmak zorunda değildir. Bir annenin kızına ya da oğluna duyduğu aşk, bir yazarın edebiyata karşı duyduğu aşk, bir matematikçinin sayılara duyduğu aşk gibi birçok alanda çeşitlendirebiliriz aşk kavramını. Benim hayatımda da üç çeşit aşk var. Birincisi aileme, ikincisi edebiyata, üçüncüsü de sevdiğim adama olan aşkım. ‘’Yüzyılın Aşkları’’ adlı denemeyi okuduğumda geçmiş yıllara damgasını vuran kadın ve erkek arasında geçen aşina olduğum birçok aşk hikâyesi ile karşılaştım. Aşk kelimesinin tanımı birçok yerde bir başka varlığa karşı duyulan derin sevgi olarak geçse de hislerin tam karşılığını vermiyor bu tanım. Aşkı tanımlayabilmek için ayrı bir dil gerekiyor belki de. Aşk nedensiz sevmektir birini. Hiçbir çıkar gütmeden, birini değiştirmeye çalışmadan, yani olduğu gibi. Zaten karşındaki insanı değiştirmeye çalışıyorsan o insan âşık olduğun kişiden çıkar kendi kafanda yarattığın bir insana dönüşür. Bir insanı kalıba sokmak yapılabilecek en büyük hatalardan biridir. Ayrıca yaşanan her aşkta derin sevginin yanı sıra derin acılar da vardır maalesef. Bana göre yaşanan acılar da tutkulu aşkın bir parçası. Hele ki bu aşk karşılıksız olduğu zaman acının derecesi kelimelerle ifade edilemez bir hâl alır. Âşık olmak sadece derin sevgiden ibaret değildir. İki insanın ilişkisini sürdürebilmesi yani âşık kalabilmesi için kişilerin birbirine karşı daima saygı duyguması gerekir. Aşkta saygı vardır fakat ne akıllılık ne akılsızlık ne mantık ne de mantıksızlık vardır. Aşkta utanma ya da çekinme yoktur. Aşkta ne pahasına olursa olsun hislerini utanmadan çekinmeden ifade edebilmek vardır. Âşık olan insan kendisini daima enerjik hisseder, dinamik kalır. Dinamik olan insan işinde daha başarılı olur, gündelik hayatta daha güler yüzlü olup insanlara neşe saçar. Yani âşık olan insanın insalığa da faydası dokunur. Bazen ikili ilişkilerde sorunlar da çıkar çünkü âşık olan insan aşkını sahiplenir, kıskanır. Bazen bu kıskançlık insanların başına dertler açsa da dozunda olan kıskançlıklar normaldir ve sevginin, bağlılığın bir göstergesi olarak düşünülür. Aşırı kıskançlık hafife alınacak bir duygu durumu değildir. Eğer hiç kıskançlık yoksa da bağların zayıf olduğu besbellidir. Birçok insan tarafından kadınlar aşkı daha çok sever diye düşünülse de erkekler de kadınlar gibi aşkı severler. Her insanın sevmeye, sevilmeye, yoğun duygular yaşamaya ihtiyacı vardır. Erkekler aşk duygusunu çok fazla dile getirmediklerinden olsa gerek aşk denilince genellikle akla kadınlar gelir. Her insanın hayatında başına gelmesi gereken bir güzelliktir aşk. Kitaptaki aşklar öyle yoğun ki kimileri aşkından hastalanıp yataklara düşmüş, kimi yanmış tükenmiş, kimisi de hayatın anlamını bulmuş. Mustafa Kemal Atatürk’ten Latife Hanım’a, Nâzım’la Piraye’den Adnan Menderes ve Ayhan Aydan’a kadar etkileyici birçok aşk hikâyesini okuduğum bu denemeye hayran kaldım. Yaşadıkları döneme dair ipuçları da bulunduran kitapta uygarlık tarhinin aşkı hiçbir zaman yaşamaktan kaçınmadığı apaçık ortada. ‘’Yüzyılın Aşkları’’ adlı denemeyi ilk kelimesinden son kelimesine kadar yoğun duygularla okudum ve bir kez daha anladım ki ben tam anlamıyla aşk kadınıyım. Aileme işime ve sevgilime karşı duyduğum aşkı hiçbir zaman yitirmeyeceğime ve canlı tutacağıma eminim. Bu denemeyi okumayan herkese şiddetle tavsiye ediyorum. Ferhat’ın Şirin için dağları deldiği, Mecnun’un Leyla   için çölleri aştığı karalılıkta ve tutkuda aşklar diliyorum herkese. Aşkla kalın. Mert Sipahi Sıradan Bir Gencin Hikâyesi Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” adlı yeni kitabı Cem isimli bir lise öğrencisinin babasının onu ve annesini terk ettikten sonraki yetişkinliğine kadarki hikâyesini anlatmaktadır. Cem’in başına gelenler ve büyüdükten sonra yaşadıkları gerçekten çok ilginç ve etkileyici. Kitabı okumaktan kendinizi alamayacaksınız. Kitabın hikâyesi kurgu olsa da aslında günümüzde birçok buna benzer ilginç hayat hikâyeleri yaşanmaktadır ama bunlardan kimsenin haberi olmuyor. Olsa da çok azından haberimiz oluyor ve kimse önemsemiyor genellikle. Bu yaşantıların insanları etkilemesi için illa çevresinde olması ya da kendi başına gelmesi gerekiyor ne yazık ki. Öncelikle Cem’in hayallerine ve hayatta başarmak istediklerine olan inancı ve uğraşı beni çok etkiledi. Yazar olmak isteyen Cem kuyuda çalışmadan önce bir kütüphanede çalışıyor ve her bulduğu fırsatta kitap okuyor. Babası ile arasının iyi olmasını istiyor fakat bunu da bir türlü gerçekleştiremiyor. Bunlara rağmen elinden geleni yapıyor. Beni bir diğer etkileyen nokta ise babası, Cem’i ve annesini terk ettikten sonra Cem’in üstüne alması gereken sorumluluklar. Babası olmayınca doğal olarak aileyi geçindirecek parayı Cem’in kazanması gerekiyor. Dolayısıyla Cem bir yandan dershane masraflarını kazanmaya çalışıyor bir yandan da okumaya devam ediyor. Liseli bir öğrencinin bu sorumlulukları almak zorunda kalması insanın içine oturuyor. Etrafıma baktığımda bunları üstlenebilecek Cem yaşlarında kimse görmüyorum. Hatta Cem’den daha büyük insanların bile üstlenebileceğini düşünmüyorum. Hepimiz o kadar çok rahata ve lükse alışmışız ki. Bırakın aile geçindirmeyi kendilerine bile bakabileceklerini sanmıyorum. Herkesin böyle bir lüksü yok ama ne yazık ki. Cem gibi çocukların hiç böyle bir şansı var mı? Eğer sorumlulukları üstlerine almazlarsa yiyecek yemek bile bulamazlar. İnsanlar böyle hayatlardan haberdar olmalarına rağmen onları örnek alamıyorlar. İllâ anlamak için bunları yaşamak mı gerekiyor? Kitapta Cem yaşının küçüklüğüne rağmen bir sürü duyguyu tecrübe ediyor. Çalışmaya devam ederken tiyatrocu olan kızıl saçlı bir kadına âşık oluyor ve o kadından çocuğu olduğunu büyüyüp kendini işini kurana kadar bilmiyor. Dolayısıyla çocuğu babası olamadan büyüyor ve ondan nefret ediyor. Cem’in başına gelen olayın aynısının çocuğunun da başına gelmesi çok ilgimi çekti. Cem’in babasız büyümesi nedeni ile ustasına duyduğu baba sevgisi insanı çok etkiliyor. Cem’in tek istediği şey babasının sevgisini hissetmek ve babasının ileride onunla gurur duymasıydı fakat ne yazık ki babası onları terk ettikten ne önce ne sonra bu sevgiyi hiç hissetmiyor. Bence bir çocuk için hayattaki en önemli şey aile sevgisi. Onlardan gördüğü sevgi hiçbir şeyin yerini tutamaz. Cem bunu hiç yaşamıyor ve dolayısıyla bunu başkalarında arıyor. Ustası ile olan ilişkisinde ona hep babasıymış gibi yaklaşıyor. Bu durum insanın içini burkuyor. Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” adlı kitabı gerçek hayata ayna tutan bir kitap gerçekten. Cem gibi kendisinin ve ailesinin sorumluluğunu küçük yaşta almak zorunda kalan birçok çocuk var. Bunu görmek için çok uzağa gitmemize gerek yok. Bizim ülkemizde de bir sürü var. Bu yaşantılardan aslında kendimize ders çıkarmamız gerekiyor. Ne kadar şanslı olduğumuzun farkına varmalıyız ve önemsiz problemler ile karşı karşıya kaldığımızda yılmayıp mücadele etmeliyiz. Cem gibi insanlar hayat mücadeleleri veriyorlar ve bunu kendileri de seçmiyorlar. Doğuştan bu mücadeleyi vermek zorunda kalıyorlar. Bunları aklımızdan çıkartmayıp zorluklar karşısında güçlü bir şekilde durmalıyız. İsteklerimizden ve hayallerimizden asla vazgeçmemeliyiz ve onların peşinden gitmeliyiz. Yağmur AYDOĞAN 21601880 BİR FİLMDEN BİR İNSANA 
 Bu yazımda sizlere insanın hayalleri, gerçekleri ve toplumun bu hayaller ve gerçekler üzerindeki etkilerinden bahsetmek istiyorum. Bu konuyla ilgili bana farkındalık sağlayan materyellerden biri ise Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) isimli film. Bana kalırsa son yıllardaki psikolojik dram türünün en iyi örneklerinden biri olan filmin aslında öyle çok da komplike bir konusu yok. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da yaşayan bir aile, bir kadının hayali ve aile içi çatışmalar... Çok sade, çok gerçek ve çok derin... Ve film, biraz sert bir şekilde de olsa, bizleri ana karakterler April (Kate Winslet) ve Frank (Leonarda DiCaprio)’in çatışmaları üzerinden bu zamana kadar bir şekilde gerçekleşmemiş hayallerimizi sakladığımız yerlere götürüyor ve bu zamana kadar o hayallerin önüne geçen her şeyle, kendimizle bile, yüzleşiyoruz bir nevi. Paris olması önemli değil, yeter ki bir yer olsun. diyor filmde April. Bir çaresizlik üzerine kurulan bir hayal daha güzel ve aynı zamanda daha gerçek anlatılamazdı bence. Çünkü hayatımızın bir döneminde, veya her zaman, kaçıp gitmek istediğimiz olmuştur mutlaka. Bütün sorunları, insanları, sorumlulukları, sahtelikleri ve sıradanlıkları arkamızda bırakıp gitmek... Bir hayal olarak başlıyor bu önce ve zamanla bir tutku hatta bir takıntı haline geliyor. Kimileri başarabilirken kaçıp gitmeyi, kimileri ise bir adım uzağa bile gidemiyor ve tatlı-acı bir hayal olarak kalıyor insanın içinde o arzu ‘eğer gidebilseydim ne olurdu?’ sorusuyla birlikte ve o soruyla boğuşurken kimi zaman, mesela uyumadan önce veya banyo yaparken ya da; kahve içerken, müzik dinlerken...bir şekilde insan farketmeden de olsa yüzleşiyor kendisiyle fakat o hayalin içimizde yarattığı boşluğun sebep olduğu umutsuzluğu kendimize itiraf edebilmek insanın canını yakmakla beraber cesaret de istiyor; Pek çok insan boşluğun farkındadır; ama umutsuzluğu görmek cesaret ister, repliğinde de söylendiği gibi. Bütün bunlardan yola çıkarak ulaştığım bir diğer nokta da: toplum baskısının hayallerimiz üzerindeki etkileri. Aslında çoğu insanın hayalleri toplum baskısına göre şekillenmiyor mu? İyi bir kariyer, iyi bir ev veya araba, evlenmek, çocuk sahibi olmak... Peki aslında bütün bunlar mı gerçekten hayattan istediklerimiz yoksa toplum bize bu şekilde dayattığı için mi böyle şekilleniyor hayallerimiz? Ve daha büyük, hatta kimilerine göre ütopik, hayallerimize ne oluyor? Neden en büyük ve aslında bizi en çok mutlu edecek olan hayallerimizi toplumun dayatmalarından dolayı hayal sandığımız gelecek planları için erteliyoruz? Çünkü aslında neredeyse çoğumuz bir şekilde sevilmek, takdir edilmek istiyoruz toplum tarafından, orada bir yer edinebilmek istiyoruz ve tüm bunlara sırt çeviren bu dayatmaları veya kalıplaşmış ‘hayalleri’ inkar eden kişilere ne yapıyoruz? Dışlıyoruz çoğu zaman. Kabul etmediğimizden ya da yanlış geldiğinden değil de; belki de onlarda kendi gerçek hayallerimizi görüp bunu gördükçe aslında hayatı ne kadar kaçırdığımızı anladığımız için. Değinmek istediğim son ve benim için gerçekten önemli olan bir nokta var ki o da şu: hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Mesela dışarıdan bakıldığında mükemmel çift kavramının sözlükteki karşılığı gibi görünen bir çok çiftin aslında içlerinde yaşadıkları sorunlar o kadar büyük ki... Örneğin; April’in hayallerinin ve hayal kırıklıklarının Frank’in hırsları ve gerçeklikleriyle olan çatışması, dışardan bakıldığında mükemmel görünen bu çifti en sonunda April’ın intiharına kadar sürüklüyor. Bu noktada kimileri sırf bir hayal uğruna insan çocuklarını ve eşini düşünmeden intihar eder mi diye düşünebilir, yani bu onlara oldukça büyük bir bencillik gibi gelebilir, ki aslında dışardan bakıldığında gerçekten de öyle. Ne yani kadın Paris’e gitmek istemiş ama gidememiş ve bunun üzerine intihar mı etmiş ? Hem de eşi ve iki tane çocuğunu arkada bırakarak... Ne bencil ve hasta ruhlu bir kadın. Evet, dışardan bakıldığında aynen öyle görünüyor fakat April aslında çok güçlü bir kadın çünkü hayallerinin peşini hiç bırakmadı her ne kadar hayalleri defalarca paramparça olmuş olsa bile ve onun intiharı bir bencillik değil; mutsuz olduğu ve bu yüzden etrafındakileri de mutsuz ettiği bir hayattan kaçış bence. Kaçımız bunu göze alabilirdik? Yani size kaçımız intihar edebilir diye sormuyorum. Kaçımız içimizdeki boşluğun farkındalığıyla birlikte o umutsuzluğu da fark ettiğimizde, korkmadan o umutsuzluğun üzerine gidip kendi çıkışımızı yaratabilirdik? Daha önce de söylediğim gibi bu film benim en sevdiğim filmler arasında ve herkese de gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim, ki zaten sırf oyunculuklar için bile izlenmesi gereken bir film bence. İnsanın hayallerine sıkı sıkı sarılması gerektiğini ve başkalarını mutlu etmek isterken aslında kendimizi nasılda ikinci plana attığımızı zaman içinde fark ediyoruz ama bazen çok geç olabiliyor ve bu film bana bunu fark etmemde çok yardımcı oldu. Umarım yazımdan keyif almışsınızdır ve umarım hayallerinize daha sıkı sarılırsınız. KAYNAKÇA
 MENDES Sam, Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road), DreamWorks, ABD, 2008. Danış,1 Berk İzgi Danış 21401597 TURK101-20 Başak Berna Cordan 22.12.2014 İLİŞKİNİN GÜCÜ Luc Besson’un yazıp yönettiği Leon: The Professional bir kiralık katil olan Leon’un kapı komşusu Mathilda’yı ailesinin mafya tarafından katledilmesi üzerine yanına alması ve birlikte yaşamaya başlayan ikilinin ilişkisini konu alıyor. Ailesinin kaybıyla nefret ve intikam arzusuyla dolan Mathilda, Leon’u kendisine bir örnek, bir yaşam arkadaşı, hatta bir baba gibi hayatının merkezine yerleştirir. Kendisini izole etmiş, hayattan kopmuş, robot gibi duygusuz bir şekilde iş ve ev arasında yaşamını götüren Leon, hayatında her zaman o kadar gergin ve tetikte olmak zorunda olmuştur ki, uykusunu bile sandalye de oturarak almaktadır, Mathilda kendisine yatakta yatmasını söylediğinde bir türlü rahat olamaz ne yapacağını bilemez bile. Gelelim beni derinlerden etkileyip düşünmeye iten konuya. Kendisini bu kadar izole etmiş kimsesiz Leon tek arkadaşı kendisi gibi tek takılan bir saksı bitkisine gözü gibi bakmaktadır, her sabah işe giderken yanına alır ve dönüşte hemen pencere önüne koyar. Mathilda’ nın hayatına girmesiyle biraz da olsa insan ilişkilerinin içine girmek zorunda kalan Leon’ un hayatında köklü değişiklikler boy göstermeye başlamıştır. Danış,2 Mathilda bir gün Leon’un bitkisine bakıp bitkiyi neden bir bahçeye gömmediğini sorar, böylece bitkinin diğer bitkilerle birlikte yaşamına devam edebileceğini, hatta kök salabileceğini belirtir. Bu noktada bence Mathilda bende bıraktığı gibi Leon’da da bir etki bıraktı ve buna benzer bir durumun kendisi için söz konusu olduğuna dair düşünmeye itti. Kendisi de aynı bu bitki gibi yalnız toplumdan uzak hayatına devam edebilmekten çok uzaklarda yaşamını sürdürmektedir. İnsanoğlu hayatını bu kadar izole, insan ilişkilerinden, hatta insanlardan bu kadar uzak yaşayabilir mi? Bu derecede bireysellik başarılabilir mi? İnsanın birey olması çok önemli bir unsur olsa da fazlası ruhu çok zorlayabilir. Çünkü insan ruhu ilişkilerden, duygulardan, birlikte olmaktan hatta en basitinden bir gülümsemeden güç alır. Sadece bu da değil, birlikte yaşamak her zaman için daha kolaydır ve yalnızlık bir süreden sonra zorlukları yanında getirir. Leon da, içeriğiyle bu yalnızlık duygusuyla dayanışmanın gücünü karşı karşıya getirterek, toplumsal düzenlere kadar uzayan bir düşünce fırtınası başlatabilen bir film. Hayatımızdan örnekler vermek gerekirse, farz edin ki bütün hayatınızı tek başına yaşıyorsunuz, sabah tek başınıza evde uyanıyorsunuz, tek başınıza olduğunuz yollardan geçerek, tek çalışan(cid:0)olduğunuz, hatta kendinizin(cid:0)çalışanı olduğunuz iş yerinde boş odalara gidip bütün gün orada oturup Danış,3 çalışarak sonra aynı şekilde eve dönerek günleri tekrarlıyorsunuz. Bütün hayatınız da değil hatta, yalnızca iki gününüzü böyle geçirdiğinizi hayal edin şimdi. Sıkılmak denen bir kelime var, sıkıntı durumunu belirten, bir de buna bağlı türetilmiş olan bir söz öbeği, “ruhum sıkıldı”. Bu söz öbeğini, hayal ettiğimiz yalnız günlerle bağdaştırmak pek de zor olmaz herhalde. Bunun nedeni de yalnızlığın ruhumuza olan etkisi olsa gerek. Tamamıyla sıkıntı. Mesela şimdi aynı güne en azından birkaç eklenti yapalım; bir ev arkadaşı, yollara birkaç insan ve bir de işyerinde odanızı paylaştığınız bir insan. Bir de böyle düşünün şimdi ruh halinizi, yalnızca birkaç kişi eklediğimiz günümüzü. Yolda karşılaşacağınız bir insandan alacağınız gülümseme, iş arkadaşınızla bir sohbet ve ev arkadaşınızla ortak bir kahvaltı, nasıl da mutlu eder, ruhunu doyurur insanın. Günümüz dünyasında artık popülasyonlar artmış ve toplumlar hemen hemen dünyanın her tarafına yayıldığı için ilkel çağlardan farklı olarak bahsettiğim yalnız günler pek bir uzakta olsa da karakterimiz Leon kendi ilkel dünyasını kurmuş, minimuma indirdiği insan ilişkileri ile ruhunu körelmiş bir organ gibi yok saymakta. Mathilda bu düzenini değiştiren bir etken olmuştu ve gün geçtikçe daha da iyiye giderken, ilişkilerle işini karıştırmasının neden olduğu bir olayla dünyaya veda etmesi, çok duygusal ve bir o kadar da anlamlı bir andı filmde. Ve filmin sonunda Mathilda, Leon’ un modern dünyaya ve insan ilişkilerine girişinin son aşamasını, bitkisini bahçeye gömerek gerçekleştirdi. Benimle birlikte salonda diğer izleyenleri de etkisinde bıraktığını gözlemlediğim bu an bir fotoğraf gibi zihnime kazındı. Bu ana kadar bahsetmekte olduğum temayı başarılı şekilde işleyen yönetmen Luc Besson’a da teşekkür etmek lazım, zihinlere kazınan o tek Danış,4 bir an, tek bir sahne ile bütün bu beyin fırtınasının akıllarda kalmasını sağladığı için. 03.02.2016 GÜVEN ONA Dünya üzerinde çeşit çeşit eğitim-öğretim teknikleri ve bu tekniklerin daha etkili sonuçlar verebilmesi için gerekli bazı yardımcı faktörler bulunmaktadır. Bu teknikler bazen iyi ve başarılı sonuçlara yol açan kişileri daha da başarılı kılmak için kullanılabilirken bazen de hiç umut olmayan kişilerin alanlarında en başarılılar arasına girebilmeleri için kullanılabilir. Şimdiye kadar yazdıklarım sizlere pek bir anlam ifade etmiyor olabilir ama sabredin. Vereceğim örneklerle ne demek istediğimi çok güzel anlayacaksınız. Bu yazımda ben hiç umut ışığı göstermeyen kişilerin aslında doğru tekniklerle eğitildiklerinde en başarılılar arasına girebileceklerinden bahsedeceğim. “Böyle değişik bir konuyu nereden buldun?” diyebilirsiniz. Hemen cevap vereyim. Spartacus... Başarının aslında o kadar uzakta olmadığını ve başarıyı yakalamak için ihtiyacınız olan şeyin sadece doğru teknik ve önemli bir itici güç olduğunu işte bu dizi sayesinde anladım. Düşünün ki bir gladyatörsünüz ve o kadar da kötü değilsiniz arenada. Fakat iş arenanın en iyisini yenmeye gelince ne kadar iyi olursanız olun tek başınıza başarılı olamayabilirsiniz. Ve tekrar düşünün ki arenanın en iyisini yenmek için yanınıza bir başka gladyatörü veriyorlar ve beraber aynı hedefe saldırmanızı istiyorlar. Buraya kadar her şey çok güzel ama henüz bilmediğiniz bir şey var. Beraber, aynı safta savaşacağınız kişi sizin en büyük rakibiniz. İş böyle olunca ikiniz de birbirinizden daha atik ve aktif olmak için çabalayacaksınız. Amacınız en başta diğerini gölgede bırakarak arenanın en iyisini yenmek olacak ancak siz bunları denerken farkında olmadan en büyük rakibinizle iş birliği içine girmiş olacaksınız çünkü birlik olmadan başaramayacağınız bir görev verildi size. İşte görüp görebileceğiniz en farklı ve etkili eğitim tekniklerinden birisidir bu. En büyük rakiple beraber en zor görevlerden birisini aşmanız. Diziden aldığım bu örneği saçma bulabilirsiniz. Hatta gerçek hayatta nerde karşımıza çıkacak bu eğitim tekniği diyebilirsiniz ama bence acele etmeyin o kadar. Çünkü inanmayacaksınız ama bu teknik ile eğitildim zamanında. Fakat o zaman aslında ne denli etkili bir teknik ile başarıya itildiğimi fark etmemiştim. Lise yıllarımın sonuna doğru, yani ben 11. sınıfın sonuna geldiğimde basketbolda gerçekten iyiydim. Okul takımındaydım ama her iyi kişinin karşına çıkan bir başka iyi daha vardır hayatta. Aramız şuan iyi kendisiyle ama geçmişte en büyük rakibimdi ve sık sık sorun yaşardık kendisiyle. Bu rekabet ve ezeli düşmanlığın farkındaydı basketbol koçumuz. Koç Spartacus’ü izlemiş olacak ki aynı tekniği kullanarak bizim birbirimize bağlanmamızı ve işbirliği içinde çalışmamızı sağladı. Bir gün beni yanına çağırdı ve okul çıkışı salona gelmemi söyledi. Salona geldiğimde karşımda en büyük rakibimi bulmuştum ve hem şaşırmıştım hem de heyecanlanmıştım. Bu karmaşık duyguların sebebi ise karşımızda duran profesyonel basketbolculardı. Yerel ligde oynayan en iyi iki 03.02.2016 oyuncuyu karşımıza çıkarmıştı koçumuz ve ikimizin takım oyununa sadık kalarak, birbirimizle atışmadan, beraberce, hatta tabiri caizse tek vücut halinde savaşmamızı, sahaya tüm terimizi akıtmamızı söylemişti. Beklediği gibi olmazsak takımdan atılacağımızı söylediği anda işin ciddiyetinin farkına varmıştık. Maça başladığımızda hem ben hem de ezeli rakibim bencilce oynuyorduk ve profesyoneller karşısında hiçbir şey yapamıyorduk. Koçun siniri arttıkça biz de bilinçlenmeye başladık ve tek vücut gibi mücadele ettik. Evet, maçı tabi ki kazanamadık ama o akşam anladık ki birbirimize saygı duyarak, el birliğiyle yapamayacağımız bir şey yokmuş. O gün bu gündür koçun bu tekniğini farklı görür ama her konuda işe yaramayacağını düşünürdüm. Fakat Spartacus dizisinde de aynı örneği görünce anladım ki başarı için insanın aklına gelmeyecek çeşit çeşit etkili yöntemler bulunmaktaymış. Her eğitmen farklı yöntemler kullanarak eğitmekle yükümlü olduğu kişileri başarıya ulaştırmayı amaçlar. Çok pratik yaptırmak, doğru teorik eğitimi vermek, başarısızlık sonucunda çeşitli yaptırımlarla tehdit etmek bu yöntemlerden birkaçıdır. Konu iki inatçı keçiyi bir araya getirerek en büyük başarıyı elde etmeye geldiğinde yazımda bahsettiğim teknik öne çıkmakta. Hiç umut ışığı göstermeyen, birlikte olduklarında başarılı olacaklarına inanılmayanlar bile doğru ve etkili bir eğitimle başarıyı yakalayabilir. ABDURRAHİM ALINAY Yol açık, yola çık! Küçüklüğümden beri gezmeyi çok sevmişimdir. Ailemin de bu sevgimi paylaşması çocukluğumun yollarda geçmesine sebep oldu. Yolculuğa çıkma nedenlerini insanlara sorduklarında çoğunlukla yeni insanlar, yeni diller, yeni kültürler görmeyi veya daha basitinden rahatlamak için gezdiklerini söylediklerine şahit oldum. Bana sorulduğunda ise biraz Mesneviden ders almışçasına ‘’yola çıkmamın nedeni yolun kendisi başka hiçbir şey değil’’ gibi insana biraz klişe gelebilecek bir cevap veriyorum. İnsanlara ne kadar klişe gelirse gelsin, benim için yola çıkmak yolun bilinmezliği ve sonunda göreceğim yerin hayalidir. Sadece yolculukla sınırlı kalmayıp hayatım boyunca peşinden koştuğum her şeyi bu felsefe ile elde etmek isterim. Eğer başarabilirsem tabi… Ben her ne kadar Coelho’nun ‘’Simyacı’’ romanında bulunan Endülüslü bir çoban olmasam bile, üstüne üstlük rüyamda bir simyacı tarafından Mısır piramitlerinde gömülü olan bir hazine olduğunu öğrenmesem de bu benim piramitleri görme isteğim olduğunu değiştirmez. Hayatın sıradanlığını geride bırakıp Mısır’ın mistik havasını hissetmenin yanında binlerce kişinin emek ve alın teri ile inşa ettiği yüce yapıtları kendi gözlerim ile görmek benim için Santiago’nun hazinesi ile eşdeğer bir durumda. Eğer ben oranın uzaklığından korkarsam, Mısır’ın karışıklığı beni caydırırsa ne yol boyunca karşılaşabileceğim onca şeyi tatma, hissetme ve yaşama şansını kaybetmiş olurum. Ayrıca yolun sonunda hiçbir şekilde piramitlerin suni fotoğrafları ve videolarından hissedilen o yalancı hissi üzerimden atamam. Piramitleri kendi gözlerimle görmenin, çölün sıcağını tenimde hissetmenin, çölün iyot kokulu kumlarını koklamanın ve yolun sonuna varmanın mutluluğunu heba etme lüksüm yok. Ancak hayatta her şey her zaman istediğimiz gibi olmaz. Yola çıkmamızı engelleyecek durumlardan çok kendimizden korkmalıyız. Çevremizdeki insanlar ve durumlar bizi yoldan döndürmek için asla yeterli değildir. Ölümcül vuruşu yapan her zaman kişinin kendisidir. Savaş mülteci reisi yola çıkmaya cesaret edememesini ‘’… sadece aynı düşü iki kez gördüğüm için çölü geçecek kadar budala değilim ben’’(Coelho,182) diye dile getirir. Ben de bazen bir rüya için çölü geçmeyecek kadar budala olmadığımı düşünme gafletine düşerim, inkâr edecek değilim. Ancak, asla çölü geçmekten vazgeçmem ya da geçmeyi ertelemem. Mücadeleyi, yolculuğu ertelemek, aynı mücadeleden vazgeçmek gibidir. Bu günün işini yarına bırakma demişler, ben de diyorum ki bu günün yolunu asla yarına bırakma, yarın hiç gelmeyebilir. Sözlük anlamına uygun olan yolculuktan bu kadar bahsettikten sonra, biraz da ‘’hayat yolculuğuna’’ değinmek gerektiğini düşünüyorum. Piramitlerin dibinde bulunan hazinenin hayali ile aşılmaz çöller geçmek, emek vermek, acı çekmek hayatın çileli iniş ve çıkışlarının bir yansıması gibi düşünmek kolay. Asıl zor olan şey ‘’Kişisel Menkıbe’’ ne olduğunu açıklamaya çalışmak. Dinler kader, kısmet gibi kelimeler kullanırken, Coelho yola ve mistisizme güvenerek menkıbeyi kullanıyor bir başka değişle kişisel hikâye. Ben de benzer şekilde herkesin bir Gılgamış destanı olduğuna inanıyorum. Bu şekilde düşünüldüğünde önceden söz ettiğim asla vazgeçmeme öğüdüm biraz daha anlam kazanıyor. Hiçbir destan kahramanın sıkılıp, korkup vazgeçmesi ile bitmez. İnsanın hayatının da bu şekilde bitmemesi gerektiğine inanıyorum. Peki, bizi yola çıkartacak, rüyamızda bize bir hikâye vaat edecek bir simyacıya ihtiyacımız var mı? Simyacı’dan kastınızın kim olduğuna bağlı. Kimileri için simyacı, sevdikleri, gönüllerini verdikleri ve o simyacılar için her şeyi yapmaya göze almış romantik sevgililer olabilir. Kimisi için ölüm döşeğinde verilen bir vasiyet veya alınan bir söz simyacı konumunda bulunabilir. Bazı inşalara göre simyacı verdiğim örneklerde gibi bir kişi veya bir gaye olabilir. Bence bu simyacı bizi yoldan caydırabilecek kişi ile aynı; insanın kendisi. Siz ister aşk ister bir söz ister meraktan veya yaşanabileceklerin heyecanından yola çıkın her durumda size hazineyi vaat eden, yol boyunca size rehberlik yapan yine kendinizdir başka kimse değildir. Ancak yol boyunca aklınızdan çıkmayacak, her şeyi yaptığınız kişi veya şeyin Santiago’nun Fatima’sı olduğunu söylemekte yanlış olmaz. Hayattaki en büyük isteğimin yoldan asla kopmamak olduğunu söylersem yadırganmam sanırım. Simyacımı, Fatima’mı, çingeneyi, kralı ve hırsızı yol boyunca asla kaybetmemeyi, hayatımı kocaman bir yolculuk, motivasyonumu hazinenin kendisi, gerçek amacımı ise piramitleri görmek olduğunu asla unutmadan yollarda son nefesimi vermek istiyorum. Aynı simyacının çobanın neden ona gerçeği söylemediğini sorduğunda cevapladığı gibi; ‘’Sana bunu söyleseydim, piramitleri göremeyecektin. Piramitler çok güzel, öyle değil mi sence?’’(Coelho,186). Kaynakça: Coelho, Paulo. Simyacı. İstanbul: Can Sanat Yayınları,2014. Ezgi Hamuryen 21102330 TURK102-21 Gönenç TUZCU Hamuryen 1 SERBEST 1: UÇURTMA AVCISI UÇURTMALARI RÜZGÂRA DOSTLUKLARI ENGELLERE KARŞI KOYDU ABD işbirliğiyle , Marc Forster tarafından 2007 yılında sinema dünyasına sunulmuş olan Uçurtma Avcısı, kitabında yakaladığı başarıya film olarak da ulaşmıştır. Edebi başarısının yanı sıra sinema dünyasında da unutulmazlar arasına adını yazdıran filmler arasında olmuştur. Fikrimce film boyunca çocuk yaşlarda başlayan ve ileriki yaşlara kadar uzanan bir arkadaşlığı ve bu arkadaşlığın sadakati vurgulandı. Aynı zamanda tarihi olayları, psikolojik durumları ve cinsiyet ilişkilerine dair mesajları da izleyiciye sunan bilgilendirici bir film olmuştu. Doğum esnasında annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünen ve babası tarafından sevgi ve sadakatten yoksun bırakılan Emir filmin başrolündeki karakterdir.Bir diğer karakter de gözlemlediğim kadarıyla onu her zaman koruyan ve ona sadakati öğreten Hasan. Bence her ne kadar bu iki çocuğun hayatları farklı olsa da kaderleri ve Hamuryen 2 dostlukları Kabil’de birleşiyor. Bana göre annesi olmadığı için babasına çok fazla ihtiyaç duymuş lakin karışlığında çocukluğunda sevgisiz bırakılan bir çocuktu Emir. Sanırım bu yüzdende Hasanın dostluğu aradığı sevgi olduğu için ondan hiç ayrılamıyordu. Hasanın arkadaşına bu denli sadık olması bugünün arkadaşlıklarını kıskandırır cinstendi. Hatta o kadar sadık olunmasına gerektiğine inanıyordu ki kaderlerini değiştiren o günde bile sözünü tutmak için cinsel istismara ve şiddete maruz kalmıştı. İzlerken insana büyümekte olan iki küçücük çocuğun yaşadıkları ve şahit oldukları olayların gelecekte ne kadar derin yaralar bırakacağını tahmin etmek çok da zor olmadı benim için. Filmin asıl kırılma noktası olan ihanetin gözler önüne sunulduğu o sahnende arkadaşına olan sadakatinden ötürü küçük yaşında cinsel istismara uğramış olan Hasan öbür tarafta tamamen ailevi nedenleri yüzünden bilmeden sadakati öğrenenmiş ve dostluğuna ihanet etmiş olan Emir. Daha acısı zedelenen tertemiz bir dostluğu gördüm. Filmin başında da söylendiği gibi “yalan söylediğin zaman birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalmış olursun” ve bu yüzden bence de yalan söylemek gerçekten de bu dünyada kötülüklerin en başı. Öyle olmasa Emirin saat konusundaki yalanı yüzünden dostlukları şehirlere ayrılmazdı bence. Bana göre Emirin her sahnede Hasana uzak kalmak istemesi aynı zamanda o unutamadığı görüntüden ve pişmanlığından kaçmak istemesi olarak yorumlanabilirdi. Sovyet işgali döneminin gerektirdikleri yüzünden Emir ve babası yaşadıkları toprakları ve anıları terk edip Amerika’ya gitmiş olsalar da Emir bir gün Kabil döndüğünde ne dostlukları bıraktığı yerdeydi ne de o kebap kokulu caddeler. Bırakıp gittiğimiz hangi şey döndüğümüzde eskisi gibi kalırdı ki… Onların çocukluklarının geçtiği o sokaklarda artık kan ve çığlık sesleri hakimdi. Emir zamanında göz yumduğu ihanetin vicdan azabından kurtulmak için Hasan’ın oğlu Sohrab’ı o hayata mahkûm etmemiş ona Amerika’da yuvasını ve kalbini açmıştı. Filmin son sahnelerinde Emir’in Sohrab’ı ve temiz dostluklarını o vahşet dolu Kabil’den kurtardığı için vicdanının daha rahat olduğunu söylemek mümkündür. Film boyunca Hasan ve Emir’den ziyade çocuklukları olmayan iki çocuğun her şeye rağmen tertemiz büyümelerine ve arkadaşlıklarına sahip çıkmalarına şahitlik ettim. Hangi yaşta olunursa olunsun yapılan her hatanın mutlaka bir telafisi olduğu filmden çıkarılması gereken bir dersti bana göre. Emir çocukluğunda arkadaşlığına yaptığı Hamuryen 3 ihaneti Sohrab’a sevgisini vererek telafi etti. Filmin bir diğer acı dolu tarafı ise kuşkusuz Afganistan’da çocuk olabilmek ve insan kalabilmek. Filmin her sahnesi adeta acı doluydu; Ailesine bakabilmek için bacağını satan insanlar mı yoksa küçük yaşta yetimhaneden alınıp cinsel istismara maruz kalan çocuklar mı? Hasan Sohrab’ın yaşadıklarına göz yumamadığı için onu oradan kurtarabildi bu durum gerçekten çok da uzak bir sahne değil hâlen dünyanın birçok yerine çocuklukları olmayan çocuklar var. Kim bilir belki de Dünyadaki kötülüklere göz yumulmadığı vakit bütün sevgiler ve çocuklar kurtulabilir. Kaynak: http://www.fullfilmhdizle.com/ucurtma-avcisi-2007-turkce-dublaj-hd-izle.html ÖLÜM OLMASAYDI Burak Hayati Muslu Ölüm... Bu dünyadaki değişmez gerçeklerden biri. Belki de en çok merak edileni. Evet, en çok merak edileni dedim çünkü kim merak etmez ki ölümü? Ölüm hakkında hiç düşünmeyen bir insan var mıdır bu dünyada? Bence yoktur. Her insan hayatında mutlaka ölümü düşünmüştür. Ayrıca her insanın da ölüm hakkında farklı fikirleri vardır. Kimileri ölümü yeni bir dünyaya açılan bir kapı olarak görürken kimileri de kara bir son olarak algılar. Ama bu, ölümün bir gerçek olduğunu değiştirmiyor. Peki, bu gerçek artık işlevini yitirecek ve ölüm artık tarihe karışacak desem tepkiniz ne olurdu? Küçükken ölümün olmadığı bir dünya hayal ederdim. Sevdiklerimizden hiç ayrılmadığımız, hep mutlu kaldığımız bir dünya… O zamanlar çok güzel gelirdi bana bu hayal ama insan büyüyünce farkına varıyormuş bazı şeylerin. Ölümsüzlüğün o kadar güzel olmaması gibi. Biraz ayrıntılı düşününce anlamıştım bunu. Ölümün olmaması demek sonsuza kadar bu dünyada kalmak demekti. Peki, sonsuza kadar bu dünyada kalmak güzel bir şey miydi? Çoğu zaman insanların içinde bulunmaktan sıkıldığı hatta bazen ölüp de kurtulmak istediği bu dünyada sonsuza kadar kalmak bir ıstırap değil miydi insana? Hasta insanları düşündüm sonra, yatalak olanları ve ayrıca sakat kalanları. Daha sonra da yaşlı nineleri ve dedeleri hayal ettim; beli bükük olanları, yürümekte bile zorlananları. Sonsuza kadar böyle çaresiz bir şekilde kalmak onlara acıdan başka ne verebilirdi ki? İşte böyle, ölümsüzlüğün arzu edilmemesi gereken bir şey olduğunu anlamıştım. Ve bir gün Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabına denk geldim. İyi ki de denk gelmişim çünkü bu kitap benim düşündüğüm bu şeylerden çok daha fazlasını anlatıyordu. Şu zamana kadar hep ölümsüzlüğün insana getireceği acıyı, ıstırabı düşünmüştüm ama kaçırdığım bir nokta vardı. İnsan sadece bireysel bir varlık değildi. Toplum denen bir gerçek vardı ve ben ölümsüzlüğün toplum üzerindeki yansımasının ne olabileceğini hiç düşünmemiştim. Sahi ne olurdu acaba topluma? Şu anki durumundan daha kötü olabilir miydi? Haksızlığa karşı suskun kalacak kadar düşük olabilir miydi toplum? Kendi çıkarları uğruna başkalarını kullananlar olur muydu öyle bir dünyada da? Olabilirmiş, hem de daha kötüsü. Yakınının ölmesi için elinden geleni yapan insanlardan tutun da kendi vatandaşından kurtulmaya çalışan ve bunun için yasadışı gruplarla anlaşma yapan devletlere kadar. Bunlar Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabının yazarı Jose Saramago’nun verdiği örnekler sadece. Kim bilir daha ne çirkinlikler, ne kötülükler baş gösterir ölümün terk ettiği bir dünyada. Birbirleriyle çekişirlerken duygusuzlaşır belki de insanlar ve kırılacak kalpleri de kalmaz. Duygu kalmayınca ahlak kalır mı? Ve en sonunda, en kötüsü de insanlığını unutur insan ve bir canavardan farkı kalmaz. Ölüm bu hayattaki en önemli hakikatlerden biri bence. Değişmeyen bir hakikat... Böyle dedim çünkü ileride bunun değişeceğini yani ölüme bir çare bulunacağını düşünmüyorum. Ölüm, hayatın atıp kurtulamadığımız bir parçası. Eninde sonunda bu parçayla yüzleşecek her insan. Peki, gerçekten de bazı insanların düşündüğü gibi kötü bir şey mi ölüm? Bana göre o kadar da değil. Ölümsüzlükle karşılaştırdığımda bunu çok rahat söyleyebiliyorum çünkü ölümün olmadığı bir dünyada düzen diye bir şeyin de olmayacağını ve kargaşanın hüküm süreceğini düşünüyorum. Ve en önemlisi de insanların insanlığını unutacağı gerçeği. İnsanı değerli kılan da zaten insanlığı değil midir? Öyleyse insan insanlığını kaybedince ölümsüzlüğün ne değeri kalır ki? Kaynakça Saramago, Jose. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2013. Derya Zülal Uğurlu 21602520 Gerçeklerden Kaçarken Ben Kendimize neden yalan söyleriz? Yalan söyleyecek insan mı kalmadı da kendimizi de bu işin içine katmaya başladık? Kabul edemediğimiz o şey ya da şeyler nelerden ibaret? Bu kadar mı korkuyoruz gerçeklerden? Belki de evet. İç sesimizle anlaşamadığımız bir konuda, sırf onu ikna etmek için yalan söylüyor olabiliriz. Gerçeklerin öldürücü(!) etkisiyle karşılaşmamak için de olabilir. Uğraşlarımızın, yalnızca yüzleşme gününü ertelediğinden haberimiz var mı? Olmalı. Bu, alışkanlığa dönüşmemeli. Sırf düşüncelerimiz, davranışlarımızı etkileyebiliyor diye olmayan bir şeyi varmış gibi; olanı da yokmuş gibi saymamalıyız. Çünkü neden? Her türlü yalancının mumu, yatsıya kadar yanar da ondan. İnsanın kendisine yalan söylemesiyle ilgili biraz tarama yaptığımda, Feslinger'in ileri sürdüğü bir kuramla karşılaştım. Bilişsel Çelişki Kuramı, bir diğer adı Bilişsel Uyumsuzluk Teorisi. Adından da anlaşılacağı üzere bir çelişki var, bir uyumsuzluk. Bu kurama göre Feslinger, insanların kendi yargılarına aykırı olan gerçekleri sırf kendilerini rahatlatmak için veyahut da kabul etmek istemedikleri için yok saymalarından bahsediyor. Bu durumun farkında olmadan yapıldığını öne sürse de, ne yazık ki ben böyle düşünmüyorum. Kaldırılmaktan, kaldırıldığımızı fark etmediğimiz sürece hoşlanmamız gibi, kendimize söylediğimiz yalanların bilinçsizce olduğuyla avutuyoruz kendimizi. Bu da kandırmanın bir çeşididir. İnsan, başkalarını kandırmanın sonuçlarının farkındadır. Riski göze alır ve muhtemelen kazancı kaybından daha fazla olduğu için buna yönelir. Peki, kendini kandırmanın bir bedeli var mıdır? Varsa, buna değer mi? Değmez. Bizzat söylüyorum, değmiyor. Ben de sağlam(!) temelli bahanelerle harmanladığım daha kabul edilebilir alternatif bir gerçeklik yarattım kendimce. Olanlara inanmak istemiyorum. Yüzleşmek istemiyorum. Ulaşamayacağım yüksek rafların en ücra köşelerine itiyorum. Bunu, farkında olarak yapıyorum. Çünkü bu gerçeği kabullenmek, bana geçmişteki bazı şeylerin gerçekliğini, saflığını ve önemini sorgulatacak. Kabul edersem, güzelliği dudak ısırtacak anılarım domino taşları gibi teker teker yerle bir olacak. Bizler, son derece karmaşık ve anlaşılması zor varlıklarız. Kaybımızın daha fazla olduğunu bile bile, anlık rahatlamalar için yapmadığımız şey yok. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, insan, zor anlarda kendisini daha rahat hissetmek ya da anlık huzur elde etmek için bazen yanlış olduğunu bilerek de böyle davranabilir. Stefan Zweig'in Olağanüstü Bir Gece romanındaki Baron Fredrich'in ayağının dibine düşen at yarışı kuponunu kendine ait olmadığını bilerek alması ve bu kupondan kazandığı parayı, kapıldığı suçluluk hissine rağmen sahibine iade etmemesi buna çok iyi bir örnek olacaktır. O paraya ihtiyacı yoktu; lakin sıkıcı hayatından sıyrılmak ve insanların odağı olmak için böyle bir işe kalkıştı, yaptığının kötü bir şey olduğunu bile bile. Ödenecek bedeller konusu cidden çetrefilli. Özellikle böyle bir konuda bir bedel olmaması düşünülemez. Kendimizi kandırmanın en kötü tarafı, depar atarak kaçtığımız gerçeklerin eninde sonunda bizi yakalaması ve hiç umulmadık bir anda omzumuza usulca dokunmasıdır. Gerçek, gerçekten berbat olabilir; kabul etmek istemediğimiz kadar acı, kötü, kabul edilemez ya da incitici de olabilir. Ne kadar yok saysak da, bu onu yok etmeye yetmeyecek, yüzleşmediğimiz için aklımızın bilmem kaçta kaçını kaplamaya devam edecek. Sözlerini bir türlü hatırlayamadığımız bir şarkının sürekli kafamızda çalması gibi, yüzleşmediğimiz ve aklımızın ta derinlerine, en ücra köşelerine ittiğimiz gerçekler sonsuza kadar orada kalmayacak ve kendini en uygunsuz anda ortaya çıkarmak için gün sayacak. Bütün bunlar, kendimizi doğru değerlendirmemiz gerektiğini bizlere hatırlatabilir. İnsanın kendisine yalan söylemesi aslında kendisinden kaçışıdır ve ben kendinden daha hızlı koşan birini ne yazık ki tanımıyorum. Amine Berfu KARSLI 21300915 TURK 101-013 Başak Berna CORDAN Ödev (6-2) 08/12/2014 UZUN DİKDÖRTGEN ZARF Hayatım boyunca hep mantıklı ve tamamıyla doğru kararlar aldım. Asla pişman olmadım. Şimdi ise iki apayrı dünyaya açılan iki uzun zarftan birini seçmem gerekiyordu. Çaresizdim ve bunu benden başka kimse bilmiyordu. Üniversiteden mezun olduğumdan beri, aşk için hep geç kaldığımı düşünüyordum. En azından öğrenciyken uğraşacak derslerim vardı. Mezun olduğumda tamamen boşluğa düştüm, en az iki iş teklifi geldiği halde. Daha sonra yurt dışında bir üniversitede doktoramı yaparken, bir yandan da Türkiye’ye döndüğümde birikmiş param olsun diye çeşitli hastanelerde çalıştım. Nihayet ülkeme dönme zamanım geldiğinde tatmin edici bir unvanım ve muayenehane açacak kadar birikmiş param vardı. Kısa sürede muayenehanemi açıp hastalarıma hizmet vermeye başladım. Bu sıralarda liseden arkadaşlarımla sık sık vakit geçirir oldum. Günler geçtikçe onların arkadaşlarıyla da tanışma ve yakınlaşma fırsatı buldum. İçlerinden biri vardı ki her genç kızın hayallerini süsleyecek düzeyde entelektüel, sportif bir cerrahtı. Zaman ilerledikçe aramızdaki ilişki de aynı oranda ilerledi ve tahmin edeceğiniz üzere rüya gibi bir evlenme teklif etti. Cevabım çoktan belliydi bu yüzden çok düşünmeden evet dedim. Müthiş olunması gereken konular listemden muhteşem mantık evliliği şıkkını elemiş oldum böylelikle. Her mantık evliliğinin tıkandığı o noktaya ben o davetiyeyle gelmiş oldum. Yıllardır sevmekten hiç vazgeçmediğim fakat bu konuyu kendimden bile itinayla sakladığım o ilk ve tek aşkımın düğün davetiyesiydi. Seneler sonra bu denli sarsılacağım aklımın ucundan geçmezdi. Hikâyemiz klasik lise aşkı hikâyelerindendi lâkin nedendir bilinmez ben onu hiç unutamadım. Otuzlu yaşlarımın ortasındayım ve arkadaşlarla otururken gördüğüm o davetiye nedeniyle afallamış durumdaydım. Onun ismini gördüğümde aklıma gelen ilk şey, onunla geçirdiğim yıllar boyunca hiç mantığımla hareket etmemem ve bundan oldukça fazla keyif almamdı. Kalp atışlarımı yanımda oturan sevgili meslektaşım duymuş olacak ki gözlerime sakın bir delilik yapma dercesine baktı. O, beni tanırdı, tanımasa bile mesleğinde oldukça iyi olduğu için olası adımlarımı kolaylıkla tahmin edebilirdi. Düğüne kadar geçen süre içsel çatışmalarımla doldu taştı. Bir yanda her zaman ön planda olan, dominant karakterli mantığım, öte yanda yıllardır heyecandan değil de sadece organlarıma kan pompalamak için atan kalbim. Konu farklı olsaydı eğer mantığımı kullanırdım her zamanki gibi. Bu olay apayrıydı ve kesinlikle kalbimi seçmeliydim. O gün gelmişti, nihayet! O evet demeden önce karşısına çıkacak, onu hiç unutmadığımı, kalbimin aradan yıllar geçmesine ve evli olmama rağmen kocama değil de sadece ona çarptığını açıklayacaktım. Cevap olumsuz olabilirdi, buna bağlı olarak hem ondan yana umudumu hem de evliliğimi kaybedebilirdim. Cevap olumlu olursa ne yapacaktım peki? Damatlığı üzerinde, elinde kalem imzayı atacağı saniyede nikâh masasından kalkıp, elimi tutup kendi düğününden mi kaçacaktı? Nasılsa yakında herhangi birinin düğünü olur diye aldığım yeni narçiçeği rengindeki balık elbisemi dolaptan çıkarırken bunları düşünüyordum. Yeter, dedim kendime, bundan sonra düşünmek yasak! Aynaya bakarken o liseli genç kızdan çok daha olgun, çok daha bakımlı olduğumun farkına vardım ve bu beni oldukça memnun etti. Bu güzel tablo uzun sürmedi. Şiddetle midem bulanmaya başladı. Olabildiğince KARSLI 02 hızlı şekilde banyoya koştum. Klozetin yanında dizlerim üzerinde çökmüş dururken aklıma geçen hafta hastaneden istediğim hamilelik testi sonuçları geldi. Kocamdan sonuçları almasını ama bensiz açmamasını istemiştim. Ne kadar da aptalım! Masanın üzerinde buldum sonuçları, dikdörtgen ve uzun bir zarfın içinde. Narince kenarlarında yırtıp açtım. Hamileydim. Olduğum yerde kalakaldım. Nar çiçeği elbisemle salonda otururken o zamana kadar hissetmediğim en güzel sevinci yaşadım. Bulutların üzerindeydim ve bu mutluluğu düğünden damadı çalmam bile bana sağlayamazdı. Damadı çalma düşüncemden kimseye bahsetmedim ve bu düşünceyi tamamen hamilelikteki hormon değişimine bağladım. Bugün kızımı ilk defa kucağıma aldım ve bir kez daha aldığım tüm kararlardan dolayı memnuniyet duydum. Anladım ki o iki uzun dikdörtgen zarf bir testti ve ben bu testi doğru zarfı seçerek başarıyla tamamladım. Deniz ÇAKIR Birinci Tekil Şahıs Aslında günümüzde hepimizin karşılaştığı, ancak kimsenin dönüp de üstünde durmadığı ya da durmak istemediği en önemli konulardan biri yalnızlık. Aslında sadece şimdiyi ilgilendiren bir konu da değil; geçmişi ve geleceği de kapsıyor. Yalnızlara ise “birinci tekil şahıs(lar)” demeyi tercih ediyorum. Bu tür insanları en iyi açıklayan sıfat olduğu görüşündeyim. Gerçekten de insanlar nasıl birinci tekil şahıs konumuna indiriliyor biraz düşünmenizi istiyorum… Birinci tekil şahıs olarak adlandırılmanızın elbette bir sürü sebebi olabilir. Sosyal çevreniz, dinler, teknoloji adeta yalnızlığa davetiye çıkarır cinsten. Sosyal çevreden biraz bahsetmekte yarar var. Elbette bireyler olarak herhangi bir toplumun içinde yaşıyoruz; Ankara, İstanbul, Chelsea, Mumbai, Bangkok vb. Görüldüğü üzere dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın herhangi bir insan topluluğunun içinde bulunmak durumunda kalıyorsunuz. Peki, nasıl birinci tekil şahıs hâline bürünüyoruz? Aslında bu hâlin içine düşmek için sizin pek bir şey yapmanıza gerek kalmıyor. İnsanlar genellikle sizi dış görünüşünüze göre pek güzel yargılayabiliyorlar. Örneğin boyunuz uzunsa sürekli olarak insanların ilgi odağı olurken, kısa biri olduğunuz zaman sizinle adeta cüce gibiymişçesine dalga geçebiliyorlar. Ya da ten renginize göre ırkçı söylemlerle karşılaşabilirsiniz. Bir de bu sosyal olayların dışında kendi kendini toplumun içinden kendini dışlayanlar vardır. Her gün, dışarıda dolaşırken ancak yanlarından geçerken dikkat etmediğimiz onca insan içinde kaybolan insanların da farkında olmakta yarar var. Bu durumu fark etmeme yardımcı olan öğe ise Murat Gülsoy’un Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet adlı romanı. Kimisi toplumdan dışlandığı için yalnız kalırken, pek çok kişi de kendini toplumdan soyutlamak istiyor. Elbette kendinizi toplumdan soyutlamak için insanın aklına ne gibi sebepler geliyor? Belki bu durum aile içi anlaşamamama, evlilik veya romantik bir ilişkinin kötü bir şekilde bitmesi gibi sebepler geliyor benim şimdilik aklıma. Birinci tekil şahıs olmanın elbette sadece sosyal çevreye ve kişinin kendi içinde yaşadığı olayları yorumlama şekliyle alakası yok. Başka bir etmen de toplumu oluşturan yapıtaşlarından biri olan dinler. İnsanlık tarihi boyunca dünya üzerinde birçok din dünya üzerinde bulunmaktadır; İslam, Musevilik, Hıristiyanlık, Budizm ve çok tanrılı dinler bunlara örnektir. Bunların dışında günümüzde artık görülmese de veya olmadığına inandığım dinsel türden insanların ayrımcılığa uğrayıp, birincil tekil şahıs olmaya insanlar geçmiş zamanda itilmiştir. Bunun en büyük örneğini Osmanlı İmparatorluğunda Müslüman olmayanların zaman geçmesiyle elde ettikleri sosyal statülerdir. Elbette ki İmparatorluk içinde inançları ne olursa olsun ayrımcılığa uğramamışlardır ancak gelemeyecekleri veya olamayacakları tek şey Osmanlı padişahıdır. Bu durumda eşitlikten bahsedemesek de bir ayrımcılık olduğu açıktır ve bu durum ilerleyen zamanlarda İmparatorluğa zor dönemler yaşatmıştır. Bir diğer neden ise elbette çok iyi bildiğimiz “teknoloji”. Aslında hayatımızı kolaylaştırmak için geliştirilen telefon, tablet ve diz-üstü bilgisayarlar, biz farkında olmasak da, bizleri birer birinci tekil şahıs olmaya iten nedenler arasında. Özellikle son on yıl içerisinde, telefonların akıllı hâle gelmesi ile yaşanan durum ise hiç iç açıcı değil. Sosyal medya kullanmadığım zamanlarda, arkadaşlarımla buluşmaya gittiğimde elinde telefon olmayan tek kişi olarak onların yanında bulunuyordum. Eminim ki bu duruma herkes dikkat etmiştir veya en az bu durum bir kere başlarına gelmiştir. Veya durumu özetlemek gerekirse bu günlerde insanlar şarjları bittiğinde karşısındaki şahısın varlığını fark ediyorlar bir başka deyişle. Demem o dur ki gün geçtikçe hepimiz birbirimizden ayrılıyoruz ve birer birinci tekil şahıs hâline bürünüyoruz. Bunu tetikleyen birçok etmen saydım; sosyal çevremiz, kişinin kendine veya insanlara olan güvenlerini yitirmeye sebep olan olaylar, dinler ve teknoloji. Aslında bakıldığında o kadar da belli olmasa da birinci tekil şahısların sayısı gün geçtikçe artıyor ve bizler farkında değiliz… Yazımı ünlü bir replikle bitirmeyi uygun gördüm; “Bu kadar insan yalnızken neden bu kadar insan yalnız?”1 -KAYNAKÇA: Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet / Murat Gülsoy( Can Yayınları 2016 ) 1 Tolga ÖRNEK, “ Kaybedenler Kulübü”. (25 Mart 2011) EZGİ  YASDUR     TURK  102-­‐26   MAVİ...   Gökyüzünün  sonsuzluğu,  denizlerin  enginliği,  ufukların  sınırsızlığıdır  mavi...  Derinliğin,   belirsizliğin,  kayboluşun  rengidir.  Kimi  zaman  bir  kitabın  rengidir;  kimi  zaman  bir  kuşun   TONLAMA   tüyleri  kimi  zaman  yalnız  denizlerin  derinliği...  Bazense  bir  devrimcinin  gözleri...   Parlaklığına,  canlılığına,  derinliğine  kapılırsın  da  ne  başını  bilebilirsin  ne  de  sonunu   sezebilirsin...  Yine  de  alamazsın  gözlerini  gözlerinden...     Her  tarih,  başka  yalnız  kadınlarla,  başka  aç  çocuklarla  aynı  acıları,  aynı  umutları  yazar.   Amaçları  farklı  da  olsa  savaşları  hep  aynıdır;  kimi  düzeni  korumak  için;  kimi  ise  düzeni   baştan  yaratmak  için...  Aynı  inançla,  aynı  kararlılıkla,  tek  yürekte  savaş...  Bir  hayatta   kalma  mücadelesi;  devrimcisiyle,  mavisiyle,  iktidarıyla,  kurşunuyla,  tüm  renkleriyle   benim hikâyem...  Bir  başkaldırı...  Bir  haykırış...       Her  haykırış,  başka  gözlerle,  başka  sözlerle  aynı  nefreti,  aynı  cesareti  anlatır.  Amaçları   farklı  d a  olsa  başlangıçları  hep  aynıdır;  kimi  sesini  duyurmak  için,  kimi  sesleri   susturmak  için...  Aynı  gürlükte,  aynı  acıyla,  tek  nefeste  haykırış...  Bir  varoluş  mücadelesi;   tizleriyle,  pesleriyle,  heceleriyle,  tüm  renkleriyle...  Benim  hikâyem...       BEN...   Ben  bazen  yalnızların  ev  sahibi  olurum...  Hiçbir  yere  sığamayan,  bir  yere  sığınamayan,   kimseyle  yapamayanların...  Hep  bir  ağızdan  söylemeyen,  birliğe  gelmeyenlerin...  Çatlak   seslerin,  kirli  renklerin,  puslu  gözlerin...  Sırayı  bozanların,  tadı  kaçıranların,  düzene   uymayanların  ev  sahibi...  Mücadeleyi  tek  başına  yürütenlerin  hikâyesi...     Ben  bazen  kuvveti  birlikte  arayanların  yerleşkesi  olurum.  Güçlüye,  gücünü   gösterenlerin...  Sabırla  güçlenenlerin,  güce  isyan  edenlerin...  Gücünü  fikirleriyle   büyütenlerin,  sabırla  bekleyenlerin  hikayesi...  Bir  tohumdan  bir  fidanı  yaratanların,   fidandan  ormana  koşanların...  Düzeni  birlikte  kuranların,  sesleri  birlikte  susturanların   yerleşkesi...  Mücadeleyi  omuz  omuza  yürütenlerin  hikâyesi..       Ben,  fikrini  dayatanların  değil,  fikir  üretenlerin  renkleri  uydurma  çabasında  saklıyım.   Seçeneği  sunanlara  inat  seçenek  yaratanların,  cevaplara  inat  soru  soranların,  kilitlere   inat  açılanların  yol  alma  çabasında...  Her  rengi  barındırıp;  hiçbirine  benzemeyenlerin...   Denizlerin,  enginlerin,  ufukların,  sonsuzların  hikâyesinde...       Ben,  sonu  göze  alanların,  cesareti  imza  yapanların  hikayesiyim.  Adımı  fısıldayanların   değil,  bağıranların;  gözlerini  kaçıranların  değil,  derinlere  bakanların...  Korku  nedir   bilmeyenlerin,  usanmayanların,  titremeyenlerin  yüreklerindeyim.  Çoğunluğun  değil,   azınlığın  hikâyesiyim...     ATEŞ...   Kırmızı,  turuncu,  sarı  titrek  bir  kıvılcım...  Her  şeyin  başlangıcı  bir  küçük  kıvılcım;   maviden  ne  kadar  da  uzak  oysa...  Kim  inanır  sarı,  titrek,  küçük  kıvılcımın  sonsuz  maviye   uzanacağına?     Sarı,  küçük,  titrek  kıvılcım  fısıltıyla  ilerliyor  kulaktan  kulağa...  Yayılıyor  yalnızlardan   birliklere...  Büyüyor...   Sarı,  küçük,  titrek  kıvılcım  sessizce  ilerliyor  sokaklarda...  Odalarda,  evlerde  sessizce   ilerliyor...  Yayılıyor  tüm  şehre;  büyüyor.     EZGİ  YASDUR   TURK102-­‐26     Sarı,  küçük  titrek  kıvılcım  turuncuyu  geçiyor;  sırada  ne  var?       Koyulaşıyor,  yoğunlaşıyor;  daha  ağır,  isli,  sıcak...  Bir  o  kadar  da  parlak,  canlı,  ürkütücü...   Artık  koyu  kırmızı;  kan  kırmızı...   Artık  yay  gergin,  kan  kırmızı  kıvılcım  okun  ucunda...  Hedefte  kapitalizm,  sömürü,  açlık,   baskılar  var.  Tek  bir  harekete  bakar.  Cesaretin,  hırsın  tek  bir  hareketine...  Devrimcinin   tek  hareketine...  Yay  artık  daha  gergin;  ok  fırlamaya  hazır.  Hedef  belli...  Nişan  al!   Kan  kırmızı  kıvılcım  artık  hedefte...  Sarı,  küçük,  titrek  kıvılcım  artık  düştüğü  yeri  yakan,   kavuran  dev  bir  ateş  o  hedefte...  Kapitalizmin,  sömürünün,  baskıların  yerinde  duman   tütüyor,  yeller  esiyor...     YOLLAR...   Yollar  sarıdan  maviye,  kırmızıdan  maviye,  duman  karasından  maviye...  Ama  hep   maviye...  Yollar  bir  haykırış,  bir  başkaldırı...  Yollar  bir  devirden  diğerine,  geleceğe...   Yollar  açlıktan  varlığa...  Yollar  ki  özgürlüğe,  birliğe,  huzura  uzandı.  Yollar  ki  ateşlerden   geçti,  tarihleri  yazdı,  isyana  ulaştı.  Tüm  yollar  oyunları  geçti,  gerçeklere  uzandı;  sonunda   zafer  vardı!   Yollar  bana  zaferi,  gözleri  engin  devrimciyi  getirdi...  Artık  kazananı  da  belli  kaybedeni   de;  oyun  bitti!  Oyun,  benimle  bitti.     Ben?     Devrim... Duygu Ergürtuna KABULLEN VE SAVAŞ Sürekli sorulur ; "Issız bir adaya düşseniz yanınıza ne alırsınız?" diye. Derin derin düşünülür ve çekingen bir mmm sesinin ardından annem diyeninden tutun cep telefonum diyenine kadar akla hayale durgunluk veren binlerce cevap alınır. Peki gerçekten de önemi var mıdır yanımızda ne olduğunun? Yoksa aklın yansıması vurduktan sonra mı anlamlı hale gelmeye başlar nesneler? Ve yüreğinin derinlerinden sızan bir parça umut olmasa bu kadar çabalar mı insan hayatta kalmak için? Bazen bir adet Wilson top ve bir adet buz pateni bile size yaşamak için gereken koşulları sağlayabilir. Neyi nasıl kullanacağınızı gösteren bir adet aklınız ve o aklı kullanmanızı sağlayacak hayat enerjiniz, yani sizi bu dünyaya bağlayan birkaç gram umudunuz varsa kurtuldunuz demektir. Hiç beklemediği bir anda, içinde bulunduğu uçak gibi hayatı da darmadağın olan Chuchk'ın hikayesi bu. Tahmin ettiğiniz üzere, ıssız bir adada mahsur kalıyor. Yanındaysa sanki kaderin göz kırpışı gibi bir kargo paketi. Bu paket ki, rotası küçük bir çocuğun elleriyken, koca adamın başucu olmuş, yırtılmayı bekliyor. Hem de çok daha kutsal bir misyonu var artık; en azından top için böyle. Oradan oraya atılmak yerine, köşesine kurulup yarenlik yapacak Chuck'a. Hem ona surat da çizdi, iyi bir adam o. Buz pateni için bir yorum yapamayacağım; her türlü kesme, kırma, parçalama işinden o sorumlu çünkü. N'apalım o da bu kadar güçlü, keskin olmasaydı. Değil mi ama? Chuck ise kıyıya vuran dalgaların bir eseri adeta. Dalgalar vurdukça düşen, yeniden kalkan, düşen, yeniden kalkan… İnsanoğlu nasıl da adapte oluyor her şeye. Şehir beyefendisinden mağara adamına bile dönüşebilirsiniz, şartlar gerektiriyorsa. Kendi dişinizi kendiniz çekebilir, kertenkelelerle yatağınızı paylaşabilir, ellerinizle balık avlayıp çiğ olarak yiyebilirsiniz. Ucunda yaşamak var. Ben de bu aşktan istiyorum dedim izlerken. Öyle ki biteceğini bile bile kullandı fenerini Chuck, aşkından ona kalan, küçücük bir fotoğraf parçasını aydınlatabilmek için. Unutmamak için yüzünü. Döndüğünde nelerle karşılaşacağını bilmiyordu, umursamıyordu, koşulsuz seviyordu çünkü. Sırf onu tekrar görebilmek için bile değerdi çektikleri. Tam dört sene boyunca baktı o fotoğrafa Chuck. Baktı, baktı. Çünkü biliyordu canlısını da görebileceğini, inanıyordu. Sanırım söylememe gerek yok filmin sonunu. Bu kadar kararlı, âşık ve mücadeleci bir adamın önünde ne durabilir ki? Ne zaman kaçıp gitmek, her şeyi arkamda bırakmak istesem bu filmi; Yeni Hayat'ı ve bu adamı hatırlarım. Benim kaçmak istediğim yerden, benim şuanda bulunduğum yere gelebilmek için gösterdiği dirayeti hatırlarım. Ayaklarımın geri geri gitmesine yeter bu da. Her birimiz kendi küçük adacıklarımızda kendi hayat mücadelemizi veriyoruz aslında. Nereye kaçacağız ki? Mağaralarımızı güzelleştirmekten, balık tutmayı öğrenmekten başka çaremiz yok. Dalgaları da durduracak değiliz. Öyleyse neden dalgalarla dans etmeyi öğrenmiyoruz? Arkamıza onun kuvvetini alarak, umutlarımıza yelken açmıyoruz. Henüz tanışmadığımız hayat arkadaşımıza, yeni ofisimizin güzel manzarasına ya da henüz doğmamış çocuğumuzun kokusuna tutunmuyoruz? Sabah yataktan şükrederek değil de küfrederek kalkıp, sürünerek gittiğimiz işimizden, okulumuzdan zevk almayı bekliyoruz. Sevmeden sevilmeyi, vermeden almayı, yorulmadan dinlenmeyi bekliyoruz. Budayıp duruyoruz adamızdaki ağaçları, susturuyoruz kuşları, kirletiyoruz gürül gürül akan derelerimizi. Kendi cehennemimizi yaratıp, birilerinin bizi kurtarmasını bekliyoruz. Daha çok bekleriz. Uyanabildiğimiz her gün, akşam eve adımımızı attığımızda aldığımız yemeğin kokusu ve hatta içtiğimiz suyun her bir damlasının yenilediği hücrelerimiz yetmez mi şükretmek için? Kazandığımız, kazanacağımız zaferlerin düşüncesi bile itmez mi mücadelenin ortasına insanı? Söylüyorum size; hayatın kendisi yaşamak için değer. GÜNEY 1 KARDELEN GÜNEY 21200420 29.06.15 TURK-101 ALİ TURAN GÖRGÜ DEĞERLERİN ÇATIŞMASI Bizi biz yapan değerlerler nelerdir? Bir milletin benliğini koruyan özellikler nelerdir? Cevapları çok basit öyle değil mi? Adalet, hak, hukuk, töre, gelenek görenek, inanç, onur, şeref, saygı. Bu değerler bir bütün olabilmenin en temel unsurlarıdır. O zaman bir bütünü oluşturabilmek ve koruyabilmek için yaşayan Doğu’nun insanlarına cahil denilirken modernleşmek uğruna temel değerlerimizi unutmaya başlayan Batı’nın insanlarına neden kültürlü veya ileri düzey sıfatlarını kullanıyoruz? Doğuda geçen, yaşanan hikayeleri bir araya getiren Ferit Edgü anlamasını bilen için nasıl güzel anlatmış cahil dediğimiz kesimin saflığını, temizliğini “Doğu Öyküleri” adlı kitabında. Biraz törelere bağlılık biraz saflıklarından dolayı yaşadıkları korkaklık, cesaret eksikliği ve bunun getirdiği sonuç olarak gerçekleri görememe biraz töre ve ata dediğimiz oluşumlarının koca yürekli insanlarda yarattıkları hayal kırıklıkları serpiştirilmiş bu kitaba kalemi güçlü olan Ferit Edgü tarafından. İnsanı içine çeken, insanların bakış açılarını değiştiren öyküler var bu kitapta. Ama beni derinden etkileyen öykü “İbramın oğlu İbramın Öyküsü” oldu. Sizi siz yapan, kişiliğinizin oturmasında en çok etkisi olan baba denilen insanın, size yol gösteren, hayatta neler uğruna yaşanmalı sorusunun cevabını size aşılayan babanızın günü gelince sizi en çok yaralayan kişi olacağına inanır mısınız ya da yaşayanlar inanır mıydı? Yaşansaydı bu sizde neleri değiştirirdi? Size ne öğretirdi? Geçmişimizde yaşamış o güzel insanların bize kattığı bir söz vardır: ‘’Her ağacın kurdu kendi özünden, her insanın yarası kendi bedeninden olur,’’ diye. İşte İbramın oğlu İbramın öyküsünün en güzel özetidir bu cümle. Geldiği yaşına kadar izlediği, gördüğü, dinlediği babası İbramın hayatını elinden alıyor. Yattığı koğuş ya da yaşadığı hapis hayatı değildi onu zedeleyen. Babasının sahip olduklarını elinden almasının da katkısı var elbette ama onu asıl yaralayan şey babasının onu üzecek derecede kötü şeyler yapmış olmasını önceden biliyor olması, ilk duyduğunda söylenenlere garip bir şekilde inanmasıydı. Ne acı öyle değil mi canınızdan, kanınızdan birinin size sanki karşısındaki düşmanıymış gibi davranması. Burada, bu hikayede belki hepimizin aklına gelen ilk şey bu hayatta kimseye güvenmememiz gerektiğidir. GÜNEY 2 Oysa sizce değinilmesi gereken farklı bir nokta yok mu bu öyküde? İdeallerinin peşinden koşmak cümlesindeki ideal tam olarak nedir? Sadece iyi bir mesleğe sahip olmak ya da iyi bir eğitim görmek mi idealler arasındadır? Bence İbramın yaptığı şey babasının öğrettiği doğruları, babasına güvenmemesine rağmen, korumaya, sürdürmeğe hatta belki ebediyete taşıma isteğiydi. Diğer bir deyişle ideallerinin peşinden koşmasıydı, bir hayali, hedefi olan herkesin yapabileceği şeylerden birini yapmıştı sadece. İşte asıl sorum burada doğdu. Neden bu temel değerleri korumak uğruna hayatlarını feda eden insanlara cahil denilirken, kendilerini Avrupa’ya yakınlaştırmak uğruna bizi biz yapan değerleri yıkan insanlara modern deniliyor? Bu kitaptan sonra bu dengedeki adaletsizliği sorgulamaya başladım. Bizler para için ün için lüks için kısaca üst sınıf denilen her şey için insani duygularımızı kaybederken, birbirimize düşerken Doğuda yaşayan o güzel, koca yürekli, saf ve temiz insanlar, bu insani duyguları korumak için kendi canlarından vazgeçiyorlar bu değerler uğruna bir bütün olmaya çabalıyorlar. Eğer bir seçme sansınız olsaydı Doğu ve Batı diye bahsedilen bu iki farklı kutuptan hangisinde anılmayı tercih ederdiniz? İnanın bu güzel kitaptan sonra ben Doğu’yu seçerdim. O saflıkla, o temizlikle büyümek, benden sonraki nesillerinde orda büyümesini isterdim. Bu kitap bana sadece Doğu’yu anlatmadı, aynı zamanda benim şehrimde ne uğruna yaşanıldığını anlamamı sağladı. Bizler hep daha fazlası için zamanla insanlığımızı kaybederken, onlar korudukları bu değerlerle daha çok insanlar. Bizler onlar sayesinde ayaktayız ve onlar sayesinde değerlerimiz unutulmayacak. Çünkü böyle güzel yazarlar sayesinde oraya dair birkaç şey okuduğumuzda aramızdaki farkı bir kez daha görüp bir kez daha insanlık duyguları nelermiş onları hatırlayacağız. Sadece İbramın hikayesi olmadı bana bunları düşündüren. Kitapta her insandan öğrendiğim duyguların harmanlanması sonucu bu düşüncem. Bu sebeplerden dolayı onlara cahil diye hitap etmemiz bizim en derin ve aşılayamayacak cahilliğimiz. 16. Yüzyıl Estetiğinin Romanı Üzerine Karalamalar “İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri.” Unutkanlık, en vefasız tarafı büyük insanlığın; belki de yaşamın devamlılığını sağlayan en etkili ilaç. Hürriyetsiz yaşayamayan büyük insanlık, unutmayı da bir nevi hürriyet bellemiş. Koskoca İstanbul’un, 72 milletin anılarının gizlendiği muhteşem şehrin adı bile unutkanlıkla anılıyorsa eğer, belli ki dünyanın her köşesinde hüküm sürmekte bu çelişkili his. Fakat sadece bir maddeye sirayet edememiş bu tarifsiz duygu Şehr-i İstanbul’da, taşlara, Sinan’ın sırlı taşlarına… Elif Şafak’ın bu kitabına başlarken, “Eksik Bir Şey” vardı bende, tıpkı şarkıda olduğu gibi, öyle hissediyordum. Ne zaman kendimi eksik hissetsem yeni bir kitaba başlarım. Beni ancak bir kitabın tamamlayabileceğini düşünürüm. Eksikliğini yaşadığım şeyin ne olduğunu ancak kitabın sonuna doğru fark edebildim, kitabı bitirmeye yakın doldum, taştım o duyguyla, uzun zamandır unuttuğum, eksikliğini bir kitaptan başka hiçbir yerde bulamadığım o his: Estetik. Bu roman öncelikle estetiğin romanı, yeni bir işe başlarken, heyecandan, aceleden hep unutulan ama yazarın unutmadığı estetiğin. İşte Elif Şafak hiçbir romanında unutmadığı estetiği, bu romanın her sayfasına biraz serpiştirmiş. Kâh Hint’ten Osmanlı’ya armağan bembeyaz bir filin haşasında hissedilen kâh karşılıksız bir aşkın sahibi filbaz Cihan’ın, maşuku güzeller güzeli Mihrimah’ın gözlerinde bulduğu estetik, en çok da Sinan’ın taşlardan yaptığı harikaların estetiği… Başkahraman Cihan haklıydı hayatını üçe bölmekte: Ustamdan Evvel, Ustam ve Ustamdan Sonra. Ustasından önceki hayatı bir arayıştı sadece. Herkesin böyle dönemler geçirmez mi hakikatte? Bir arayış içinde olduğu ya da bir arayışın içinde kaybolduğu ama bir yerlere tutunamadığı, mütemadiyen sürüklendiği... Elif Şafak’ın romanına yaptığı klasik bir girişten sonra, hemen Cihan’ın hayatına dönmesi de bundandı. Cihan ki beşerdi aslında, herkesten bir parçaydı. “Ustasından Önceki” arayışı, “Usta”sını buluşu ama onunla yetinemeyişi, “Ustasından Sonra” da onu hep özleyişi… İnsan da böyle değil miydi? Hep bir arayış içindeydi, sonra aradığını buldum zannederdi, bulamazsa özlerdi; bulurdu, değerini bilmez kaybederdi, ama sonu hep bir özlemdi. 12 yaşında tanışmıştı Cihan İstanbul’la. “Her adımda kendini inkâr eden, her mahallede mizaç değiştiren, aynı anda hem nikbin hem bedbin olabilen…” o meşhur şehir ile. “Hep daha fazlasını arzular, tatmin olmazdı…” bu şehir ki, Cihan onun efsununa kapıldığında, şehrin en çok bu huyundan sirayet edecekti her bir zerresine. Neyse ki yalnız değildi, yol arkadaşı, fil de olsa, Çota’sı vardı yanında. Karaya ilk ayak bastığında, Saray’a ilk girişinde, savaşlarda, Sinan’ın eserlerinin yapımında, yolculuklarda, üzüntülerinde, sevincinde, korkularında, şüphelerinde kısacası her an onun yanındaydı bedeni büyük, ismi “Küçük” yoldaşı “Çota”. “Hayatımızın bir haritası varsa şayet, yollarda değil yol ayrımlarında çizilmekte.” demiş yazar. Cihan da filbazlıktan mimar çıraklığına, sonra da kalfalığa böyle geçmişti, ustasına böyle bir yol ayrımında kavuşmuştu. Bir gün Prut Irmağı’nın kenarında Sinan nam bir yabancının elinde köprü yapımında buldu kendini ki bu buluşma onun kaderi olacaktı. O, verdiği bir kararla Usta’sını değil, kendini bulmuştu aslında. Kendini bulmasında ustasının payı kadar yüreğinde filizlenen karşılıksız bir aşkın da payı vardı. Sultan Süleyman’ın biricik kızı, güzeller güzeli Mihrimah’a tutkundu filbaz-çırak Cihan. Topkapı Sarayı’nda Çota’sı ile kaldığı günlerde, Mihrimah önceleri fili görmeye uğrardı yanlarına. Sonrasında ise fil biraz da bahane olmuştu, aralarındaki nazenin aşkın dallanıp budaklanması için yapılır olmuştu bu anlık görüşmeler. Mihrimah, Rüstem Paşa ile evlenecekti bu aşkı yüreğinde saklayarak, Cihan’a ise yüz yaşına kadar yetecekti bu aşkın hayali. Cihan aslında biraz da ismiyle müsemmaydı, cihandan bir katreydi, Sinan’ın dört önemli çırağından birisiydi. Üç hükümdar devri sürmüştü, Sinan’ın ölümüne şahitti, diğer çıraklardan Nikola’nın hüzünlü ölümünü, Yusuf’un dönüşü olmayan gidişini, Davud’un da büyük ihanetini görmüştü gözleri. Her insanın yaşayabileceği türden şeyleri yaşamıştı, ama bunları her insan gibi yaşamamıştı Cihan. Ölümlere çok yakındı, ölümlerden de dönmüştü çok kez; adını “Yusuf” bellediği çırak, Sinan’a ömrünü adayan, onun aşkıyla yanan bir odalık çıkıvermişti ve Davud… Sinan’ın vasiyetiyle Cihan’a bıraktığı “Sermimarlık” unvanını, vasiyeti yok ederek ondan çalan, çok güvendiği dostu, sırdaşı ama ona en büyük ihaneti yapan insandı. Herkes yaşardı böyle şeyler hayatta, Elif Şafak da payını almıştı elbette hayatın bu yönlerinden ve en yoğun şekilde, sanki kalemden kâğıda değil, kalbinden kalplere yazmıştı. “İster küçük ister büyük, ister selatin cami, ister basit bir mahalle çeşmesi olsun, yaptığın her binanın altında, farz et ki kâinatın kalbi atmakta. Sen Arzın Merkezinin üstüne inşa ediyorsun. Öyle düşün. O zaman daha özenle, şefkatle çalışırsın.” Sinan’ın Süleymaniye Camii inşasında çırağına verdiği bu nasihati, Elif Şafak beş yüz sene sonrasına taşıyıp uygulamışçasına büyük izler taşıyor bu roman. Daha önce de dediğim gibi, bu roman estetiğin romanı. “Bir dil öğrendiğinde koskoca bir kalenin anahtarını teslim alırsın.” diyerek yabancı dilin nasıl büyük bir nimet olduğunu da belirtmeden geçmemiş çok yönlü yazar. Osmanlı’dan Roma’ya “Şiirlerin mermere yazıldığı” şehre de uğramadan edememiş. Eserin “Ustam” adlı ikinci kısmında da meraklıları için Leonardo ve Michelangelo’dan da izler var. Hatta fil Çota’nın, Melchior’un ünlü tablosunu nasıl yediğinin hikâyesi de… Yazar, İtalya’ya uzanmışken Dante’nin okkalı bir cümlesiyle bir hayat dersi de vermeyi ihmal etmiyor biz okurlarına “Hayat boyu ne sövgü ne övgü toplayarak yaşayan o pespaye ruhlardan biri olma.” “Kubbe” adını verdiği bir bölüm karşılıyor bizi bütün bunlardan sonra. “Öğrenmek, illa gidip yeni şeyler keşfetmek değil, bazen de kayıp bilgileri hatırlamak demekti.” diyerek yazar neşeli başladığı yılı bir acı, bir hatırlama yılı olarak sürdürüyordu Cihan’ın zihninde. Bizim hayatlarımız da öyle değil mi bir bakıma? Bir şeyler hatırlayınca geçmişe dair, bir gülersek bin acı duyarız her seferinde. İşte tam bu satır aralarında yobazlığın bilime üstün gelişini de acı duyarak görüyoruz. Takiyüddin ile aynı hisleri paylaşarak o zamanın kaybolan biliminin, yıkılan kütüphanelerinin acısını da derinden hissediyoruz. Ama yine de Sinan ve ekibi hayata, acıya direnebilecekleri bir yol olduğunun farkındalar: Çalışmak. Dinlenmeksizin, usanmaksızın çalışmak... Belki de en etkili yöntem unutmak değildi başta dediğim gibi, insan mütemadiyen çalışarak da “Yaşıyorum!” diyebiliyordu. Elif Şafak böylece unutmanın mı bizi daha insan, çalışmanın mı daha güçlü kılacağının tartışmasını da yapıyor bu romanında. Kitabın son bölümü de son olduğunun farkındaymışçasına “Ustamdan Sonra” adını taşıyor. Yitirilmişliklerin, kayıpların ve ilginçtir ki son demlerde yeniden buluşların bölümü. Umudu her zaman, her kitabında fısıldayan yazar, bu romanının sonunda da bu büyüyü kullanıyor. Rotasını yeniden çizen Cihan, sonunu geldiği yerde yazıyor. Hindistan’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan tekrar Hindistan’a yönelen başkahraman “doğduğu yerin”, “doyduğu yerden” üstün olduğunun bilincine varıyor. Sona gelindiğinde bütün bildiklerini unutuyor, geriye bir tek şey kalıyor Cihan’ın aklında, Elif Şafak’ın aklında ve aklımızda: “Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…” Selin Cengiz Dilara ERGÜL Üç yüz Üç Güzel Kadın Günlerden 8 Mart 2016 Çarşamba. Üst üste aldığımız kötü haberlerle, çektiğimiz acılarla dolu koca bir yılın ardından gelen ilk “Kadınlar Günü”. Yüzlerce kadının, genç kızın darp edildiği, tecavüze uğradığı ve hatta öldürüldüğü bir yıldı 2015 bizim için. Öldürülen kadınlarımız için her şey bambaşkaydı 2015 yılı. Özgecan’ın masumiyetiydi o yıllar. Seda’nın gülüşüydü, Dilay’ın gülen gözleriydi, Cansu’nun neşesiydi. Sonra birer birer solmaya başladı kadının elini değdiği yerde açan çiçekler. Sevinç yerini hüzne bıraktı. Özgecan’ın masumiyeti, yerini yanan bedenine bıraktı. Cansu’nun güzelliği öldürülüp atıldığı suda kayboldu, Dilay güzel gözlerini alıp gitti, boğazı kesildi. Seda’nın neşesi kocasından aldığı bıçak kesiğiyle birlikte yok oldu, gitti. Teker teker gittiler hayatımızdan. Sadece dört güzel kadın değildi geride sevdiklerini bırakıp giden, daha niceleri. Tam üç yüz üç kadın bıraktı sevdiklerini arkasında bu yıl. Üç yüz üç kadına sahip çıkamamanın acısı kaldı içimizde. Sahip çıkmalıydık kadınlarımıza çünkü dokunduğu yeri güzelleştirenler kadınlardır bence. Kadının var olmadığı bir hayat düşünülemez, öyle bir toplum yaşanılır olamaz diye düşünüyorum. Doğar, büyür kadın. Kendi hayatından feragat eder, eşinin yanında olur. Eşi mutlu olduğunda onunla sevinir, zor zamanında yanına koşar kadın. Sonra yeni bir cana hayat verir, onu büyütür, yetiştirir. Çocuğu düştüğünde kaldırır, başarısız olduğunda yüreklendirir kadın. Olmazsa olmazdır bence kadın. O yokken her şey karanlık, dayanılmazdır. Bu yüzden kadın önemlidir, değerlidir. Kadının değerini sadece bir gün değil her gün bilmek gerekir diye düşünüyorum fakat yine de kadınlar günü bugün. Kadınlara hediye edilmiş, güzel bir gün. Yeni bir yılın henüz üçüncü ayındayız fakat şimdiden yüzden fazla kadın cinayeti işlendi birkaç ay içerisinde ülkemizde. Yüzün üzerinde kadın sevgiden mahrum bırakıldı. Kimileri giderken çocuklarını annesiz bıraktı, kimileri anne ve babalarını evlatsız. Kadınlar günü bugün. Çiçek açması lazım bütün bahçelerin, ahenkle dans etmeli bütün ağaçlar. Coşkuyla kutlanmalı bugün, tıpkı kadının yeryüzünde var olduğu her günün kutlanması gerektiği gibi. Fakat yine kapkara gökyüzü. Dağların arasından doğan güneş yok bugün, huzuru hissettiren denizin ses yok. Uçurtmalar, balonlar uçuşmuyor gökyüzünde. Küçük bir çocuğun çizdiği resimdeki gibi bacası tüten evin yanından akmıyor nehir. Bugün kalem siyah, kağıt siyah. 8 Mart Kadınlar Günü. Bugün Selin Üzmezler’in “Kadınlar Günü” etkinliği sırasında arkadaşının sevgilisinden dayak yediği gün. Arkadaşı, sevgilisi Murat B. ile kavga ederken araya giren Selin’in darp edildiği kapkara bir gün. Umutla uyandığım bugünde de yine hayal kırıklığı vardı. Hüzün vardı içimizde. Kadınların önemini vurgulamak için düzenlenen bir etkinlikte yirmi bir yaşında bir kızı dövmek de neyin nesiydi? İnternette haberleri okuduğum sırada gördüğüm bu resim bütün gün aynı acıyı hissetmeme sebep olmuştu. Nereye gitsem Selin’in yerdeki o halini görür gibi oluyordum. Yerde acı çeken Selin’e yardım etmek isteyen insanlar, su içirmeye çalışan kadın. Nerede otursam sanki yanıma geliyordu Selin. Yardım istiyor, beni çağırıyordu. Bütün bunları düşünmekten başka şeylere odaklanamaz olmuştum. Aklımda aynı sorular... Fiziksel gücüne güvenerek bir kadını hırpalamak da neydi? Hem de günün anlam ve önemine bu kadar ters düşecek bir şekilde. Selin tek bir kadın değildi. Selin, 2 Özgecan’dı, Cansu’ydu, diğerleriydi. Selin onlar gibi yakılıp, bıçaklanıp öldürülmemişti ama Selin küçük düşürülmüştü, narin bedeninde dayak izleriyle kalmıştı. Bunu onlara yapanları düşünüyorum da bir sene içerisinde üç yüz üç kadını öldüren canavarları, iki ayda yüz kadını öldüren acımasızları. Bir insan nasıl hakaret edebilirdi kadına? Nasıl döverek öldürebilirdi bu kadar acımasızca? Eve döndüğümde ellerimizden kayıp giden üç yüz üç kadın hakkında daha fazla okumaya başlamıştım. Ne yapmıştı bu kadınlar? Neden vahşice öldürülmüşlerdi? Günün sonunda farklı şekillerde öldürülen bu kadınlar hakkında öğrendiğim en önemli şey bunu onlara yapanları hayatlarında istememeleriydi. Karşı koydu diye elleri kesilmişti Özgecan’ın. Karşı koymayıp ne yapacaktı? Yakılmıştı Özgecan üstelik kendini korumak için savunduğu beden kendi bedeniydi. En kötüsü de kendi bedeniyle ilgili karar almak istediği için öldürülmesiydi. 8 Mart 2016. Kadının günü bugün. Tıpkı diğer bütün günlerin olması gerektiği gibi. Kendimi kelimelerle ifade etmem gerekirse “insanoğlunun” değil “insanlığın” günüydü. “Adam akıllı” değil, “doğru düzgün” demenin günüydü. “Adam” olana değil, “insan” olana demenin günüydü bugün. Cinsiyet eşitliğini hayatımızın her alanına yaymaya başlamanın günü gelmişti de geçiyordu. Bugün kadına güç verme günüydü. Zihinsel gücünü kullandığı zaman fiziksel güce yenilmeyecek olan kadına bu gücünü hatırlatmanın tam vaktiydi. Dur demenin günüydü bugün. Kadına kendi bedeniyle ilgili kararlar veremeyeceğini söyleyenlere “Dur!” demenin günüydü. 3 KAYNAKÇA http://www.milliyet.com.tr/kadinlar-gunu-nde-kadina-siddet--gundem- 2206342/ 4 Bal 1 Ramazan Bilâl Bal 21201169 Ali Turan Görgü 13 Temmuz 2015 Newton'un Elması Yaktı Bir Yiğidi Daha Elime bir kitap almayalı uzun zaman olmuştu. Zamanımın çoğunu internette yazılar okuyarak, dizi veya film izleyerek ya da "aslında hangi ünlü filozofsun, senin özel gücün ne?" gibi saçma testler yaparak geçiriyordum. Bu yaptığım testlere inanmadığımı tabii ki söylememe gerek yok. Aksini savunmam için aklımı yitirmiş olmalıyım. İnsanların bu tür testleri yapmalarının nedeni sadece kendini önemli hissetmek. Yoksa hiç kimse bunların gerçekliğine inanmıyor. Neyse bir gün yine bu testlerden birisiyle karşılaştım "Hangi klasik roman senin hayatını anlatıyor". Zaten üç beş soru var deyip teste başladım. Testin sonunda çıkan sonuç Kafka'dan Dönüşüm oldu. Ana sayfaya gelip Dönüşüm yazdım. Çıkan sitelere tek tek girip kitap hakkındaki bilgileri okumaya başladığımda şaşkınlığım artmıştı. Çünkü az kitap okuyan birisi olmamama rağmen bu kitabı hiç duymamış olmak beni utandırmıştı. Kendi kendime "Cahil Köpek" diye söylendim. Dayanamayıp kalktım bilgisayarın başından ve kütüphaneden Kafka'nın Dönüşüm kitabını almaya gittim. Testin etkisiyle birlikte ilk satırdan itibaren kendi hayatımı okuduğumu hayal ettim. Bu andan itibaren başkasının kitabı nasıl yorumladığı umurumda dahi değildi. Kitap benim hayatımdı ve yorum bana aitti. Kabaca baktığım zaman, sevmediği bir işte çalışıp başkalarının emirlerine uymak zorunda olan, hiçbir zaman takdir edilmeyen birisini, kendimle eşleştirmem pek de zor olmadı. Benim okul hayatımı gayet net açıklamıştı. Zavallının işte çalışmasının nedeni ailesinin borçlarını kapatmak, bu da benim okumamın nedeniyle benzerlik gösteriyor. Ailemden kalacak bir mirasım yok, eh pek de zengin olduğumuz söylenmez, bu yüzden ailem Bal 2 okumam için ellerinden geleni yapıyorlar. Buna beni zorlamakta dahil. Bana kalsa bir köyde yaşamayı tercih ederim. Tüm stresten, insanların o yapmacık hareketlerinden uzakta huzur içinde yaşamayı ama ailem hem benim tek varlıklarım hem de benim engellerimi oluşturuyor. yani hiçbirini kaybetmeyi göze alamam. Fakat kitap devam ettikçe benzerlikler azalmaya başladı ya da ben öyle düşündüm. Çünkü benim başıma böyle bir durum gelmesi karşısında, elime geçen bu fırsatı ben çok uzaklara gitmek için kullanırdım ama garibim yerinden kımıldayamadı. Tabii soğuk coğrafyada yaşıyorsa gitmek zor olur, yolda ölür kalırdı. Bu arada kitabın kahramanına zavallı demem bir böceğe dönüşmesinden değil, dönüşümden önceki hayatını yaşamamış olmasından dolayı. Yani tıpkı benim gibi kendisi için değil de başkaları için yaşadığından dolayı zavallı birisi. Kitabın en çok neresi güzel biliyor musunuz? Son kısmı; ama buraya gelmeden önce birkaç olay daha var. Dönüşümden hemen sonra zavallı Gregor Samsa yataktan kalkmakta dahi zorlanıyor. Geçirdiği dönüşümden çok, işe geç kalmaktan korkuyor ve nasıl bir bahane bulması gerektiğini düşünüyor. Ya bu gariban size ne etti? Adam böceğe dönüşmesinin şokunda dahi işini düşünüyor. Bitti mi tabii ki bitmedi. Bir gün rahat bırakın adamı da odasında tek başına bir düşünsün. Buna da izin vermediler, illaki zorladılar kapıyı açması için. Sonra ne oldu peki? babası tarafından atılan elmalardan kaçmak zorunda kaldı. Nasıl insafsız bir babaysa oğlunun sırtına sapladı bir tane elmayı. Antenlerini kıstırıp acıyla odasına döndü zavallı. O elma sırtında çürüdü ve bir Allah'ın kulu da gelip çıkartmadı elmayı. Kız kardeşi biraz iyi gibiydi o da gösterdi sonunda gerçek yüzünü. Adam yıllarca baktı size ama iki ay bakamadılar zavallıya. Her an ölse de kurtulsak durumundaydılar. Sonunda çürüyen elma öldürdü zavallıyı. Fakat o artık bir zavallı değil kahramandı. Çünkü özgürlüğünü kazanmıştı Bal 3 sonunda. Kısacası bu devirde babana bile güvenmeyeceksin. Gregor o kadar yıl ailesine baktı da ne oldu sanki. Aile her şeydir tamam ama her zaman kendin için başka yollar da düşün ve onları uygulamak için hiç bir zaman geç kalma. Unutma! Bu dünyada zavallılar her zaman kaybeder. O yüzden bir zavallı olmayı bırak ve kendi kaderini kendin çiz. Tan 1 Yaşanmışlar ve Yaşanmamışlar Ne yalan söyleyeyim, uzun süredir doğru düzgün bir albüm için fazla heyecan duymadım. Albümü geçtim, yeni çıkan herhangi bir şarkı için dahi heyecanlandığımı hatırlamıyorum. The Endless River için bir blog yazma sebebim de aslında içimde geride kalmış, unutulmuş fakat hala zaman zaman hatırladığım anılardan gelmekte. Pink Floyd’un benim hayatımdaki yerinden bahsetmeliyim öncelikle bunu doğru düzgün anlatabilmek için. Ben daha küçüktüm duymaya başladığımda bu melodileri. Bizim evimizde pikap deyim yerindeyse hiçbir zaman susmak bilmezdi. Ben tam olarak anımsayamıyorum kaç yaşında olduğumu o zamanlar. Fakat benim için zihnimde geriye sadece melodilerin tınıları kaldı. Zaten küçüklüğümü bile doğru düzgün hatırlayamam hiçbir zaman. Annem ve babam birbirleri kadar da müziğe aşıktılar bence. Dünyanın en iyi ikilisiydiler zannımca, hala da öyle olmaya devam ediyorlar. Kim bu yaşında kalkıp Antalya’dan İstanbul’a Roger Waters konserine gidebilir ki başka? Hippi değillerdi, metalci vesaire hiç değillerdi, hiçbir zaman da öyle olmadılar. Normal insanlardı, daha da önemlisi çok iyi birer ebeveyndiler ve müziği daima çok sevdiler. Benim de müzik tutkumun buradan gelmesi çok muhtemel. Hatta olasılıktan çok kesinlik. Tüm küçüklük çağınızı bu tarz hipnotize edici müziklerle geçirince biraz farklı tatlar alıyorsunuz hayattan doğal olarak. Benim de ağzımda o tat kaldı. Ne zaman Pink Floyd dinlesem o melodiden küçüklük çağıma ait tatlar alıyorum hep. Ne kadar tam olarak hatırlayamasam da, bende oluşturduğu hisler bambaşka bir yerde. Sanırım Pink Floyd’a karşı uzun süredir bitmek bilmeyen açlığım hep bu sebepten. Albüm, tabii ki hayal kırıklığına uğratmadı. Çevremdeki herkes uzun süredir bu anı bekliyordu ve herkeste garip bir kuşku vardı. Kuşkunun sebebi ise grup üyelerinden birisi olan Roger Waters’ın eksikliğiydi. Fakat o an sonunda geldi ve herkes kulaklıklarını kafalarına geçirdi. Albüm tabii ki de muazzamdı ve tüylerimizi bir kez daha diken diken etti. ŞunuTan 2 belirtmeliyim ki şarkıların hiçbirinde vokal yok. Fakat vokale gerek dahi yok. Gitar, saksafon, ve daha nice enstrüman adeta kendi kendini konuşturmayı başarmış her bir şarkıda, her bir notada. Hepsi enstrumental, hepsi özgün, hepsinin dili var. Dediğim gibi, şarkıyı anlatan bir insana gerek dahi yok. Albüm dört bölüm ve toplamda on sekiz şarkıdan oluşuyor. Bölümler içerisindeki şarkılar ise geçişsiz, tek şarkı gibi aslında bir bölüm. Bir başlattınız mı albümü, kaçıncı şarkıda olduğunuzu anlayamıyorsunuz bile. Şarkılar albüme de ismini veren sonsuz nehir gibi akıp gidiyor kulaklarınızda, zihninizde… Birkaç şarkıdan ben gerçekten özel olarak çok etkilendim. İlki, Pink Floyd’un 2008 yılında ölen klavyecisine ithaf edildiğini düşündüğüm “Anısına” isimli şarkı. Gitar sololarına eşlik eden klarnet büyüleyici bir biçimde Türk ezgilerini anımsatmakta. Zaten şarkının isminin de Türkçe olduğunu göz önüne aldığımızda gerçekten mükemmel bir jest olmuş bana göre. İkincisi ise, albümün ilk şarkısı olan Things Left Unsaid. Aynı ismi gibi söylenmeden bir köşeye atılmış şeyleri bu şarkı hiçbir şey söylemeden size öyle bir şekilde gösteriyor ki şokundan çıkamıyorsunuz müziğin ilk bir kaç dakika. Afallayıp kalıyorsunuz adeta. Sizi onlarca senelik bir serüvene çıkarıyor parça. Yaptığınız, yapamadığınız ve daha sonrasında unutulup zaman içerisinde kaybolmuş şeyler baş gösteriyor gözlerinizin önünde. Ve üzülüyorsunuz, ve mutlu oluyorsunuz… Ve dinlemeye devam ediyorsunuz. Tarif edemeyeceğim kadar mükemmel bir his bu. İnanın çalıştım, fakat olmuyor. Tam olarak aktaramıyorum dışarıya bu hissettiklerimi. Benim gerçekten kalbimde hissettiğime inandığım bu his, bana sadece geçmişimi anımsatmakla da kalmıyor. Şu an bu yazıyı yazarken bile beni bambaşka dünyalara götürüyor, bambaşka hisleri tattırıyor. Belki yaşadığım ve unuttuğum, belki de daha yaşayamadığım bir çok anı bana mükemmel bir şekilde yaşatıyor. Umut Tan 21201490 POPÜLER EDEBİYAT’A DAİR O rhan Pamuk, yazarlığıyla, fikirleriyle ve aydın duruşuyla Türkiye ve dünya için şüphesiz ki önemli bir insan. Nobel ödülüyle beraber tanınırlığı çok arttı. Pamuk’un kitapları ülkede ve dünyada artık milyonlarca insan tarafından okunuyor ve bu kitaplar hakkında sayısız yazılar, eleştiriler kaleme alınıyor. Genel bir açıdan bakıldığında, yazdığı romanlanlar yerlere göklere sığdırılamıyor. Peki değerlendirmeler hangi ölçütler doğrultusunda yapılıyor? Romanların kalitesi mi, seçilen konular mı ya da Nobel ödülünün etkisi mi? Orhan Pamuk’un bugüne dek iki kitabını okudum: Yeni Hayat ve Kırmızı Saçlı Kadın. Ona yakın romanı bulunan bir yazarı, okuduğum iki romanıyla eleştirmem ya da sorgulamam ne kadar etik olur bilmiyorum ama aslında bu iki roman, karşılaştırılmaya fazlasıyla müsait. Yeni Hayat (Pamuk, 1994), 1994 yılında basılmış, Pamuk’un Nobel’e giden yolda attığı adımları görebilmek için ideal bir kitap. Kırmızı Saçlı Kadın (Pamuk, 2016) ise Pamuk’un 2016 basımı son kitabı. Ciddi bir kıyaslamadan ziyade, Yeni Hayat (Pamuk, 1994) ve bilhassa Kırmızı Saçlı Kadın (Pamuk, 2016) hakkında duygu ve düşüncelerimi belirtmek, Orhan Pamuk hakkında bazı görüşlerimi paylaşmak isterim. Yeni Hayat’ı (Pamuk, 1994) ilk okuduğumda, uzun süre etkisinden kurtulamamıştım. “Bir gün bir roman okudum ve hayatım değişti” (Pamuk, 1994 s.1) cümlesiyle başlayarak akıp giden bir yolculukta, bir otobüsten bir başkasına sürüklenenin bizzat ben olduğum algısına kapılmış ve yaşamımı, yaşadığım hayatta inandığım doğruları, değerleri, kısaca her şeyi sorgulamıştım. Yeni Hayat (Pamuk, 1994), 40’lı yaşlarda bir romancının kaleminden çıkan harika bir kitaptı; kitabın üzerinde büyük bir emeğin olduğu, ziyadesiyle demlenerek bizlere geldiği aşikârdı. Kırmızı Saçlı Kadın’ın (Pamuk, 2016) piyasaya ilk çıktığı günlerde, İstanbul’daki bir arkadaşım, Pamuk’un imza gününe katılacağını söylediğinde, ondan, benim için de bir kitap imzalatmasını istemiştim. İmzalı kitap elime ulaştığında da büyük bir mutlulukla kapağını açmış, hemen okumaya başlamıştım. Fakat roman ilerledikçe, içimdeki coşku yerini hüsrana bıraktı. 40’lı yaşlarda Yeni Hayat (Pamuk, 1994) gibi bir şaheseri yazan romancı, 60’lı yaşlarında gerek kurgu gerekse anlatım yolu bakımından, bende hayal kırıklığı yaratan bir eser ortaya çıkarmıştı. Kırmızı Saçlı Kadın’ın (Pamuk, 2016) bazı bölümlerinde okuyucu, yani biz, öyle küçümseniyor, öyle aptal yerine konuluyoruz ki... İster istemez üzüldüm ve beklentimi bu kadar yüksek tuttuğum için kendime kızdım. Peki tüm bunlar nedendi? Orhan Pamuk gibi kendisini kanıtlamış ve Nobel’i gerçekten hak ederek almış bir yazar, neden böyle bir eser vermişti? Tüm bu soruların cevapları üzerinde uzun uzadıya düşünüp biraz da araştırma yapınca, kendimi tatmin eden bir cevaba vardım: Roman bir senede yazılmıştı. Her kitabını yıllar boyu süren titiz bir çalışmayla oluşturan Pamuk, popüler edebiyatın büyüsüne mi kapılmıştı yoksa? Bilmiyorum. Ülke ve dünya için böylesine önemli bir yazarı, popüler edebiyatın karşısında görmek, öyle olduğuna inanmak istiyorum. Kırmızı Saçlı Kadın’ı (Pamuk, 2016) okurken şaşırdığım, güldüğüm ve üzüldüğüm çok yer vardı: Şaşırdım, çünkü bu bir roman da olsa, Doğu ve Batı efsaneleri olan Firdevsi’nin “Rüstem ve Sührab”ı ile Sophokles’in “Kral Oidipus”u romanın merkezine öyle yerleşmişti ki, bunun için de fazla ve gereksiz bir çaba harcanmış gibiydi. Güldüm, çünkü romanın bazı bölümleri öyle tesadüfler barındırıyordu ki, kendimi Yeşilçam filmi senaryosu okuyor sandım. Üzüldüm, çünkü Pamuk, benim kültürümü sanki ben bilmiyormuşum gibi bana bitmek tükenmek bilmeyen örnekler vererek, basit açıklamalar yaparak anlatıyordu. Üzüldüm, çünkü Pamuk bu romanı Türk olmayanlar için Türkçe yazmış gibiydi. Sanıyorum ki Pamuk ya Nobel’in ve beraberinde getirdiği şöhretin parıltıları arasında bazı şeyleri göremiyor ya da bayrak yarışını popüler edebiyat kazanıyor... KAYNAKÇA Pamuk, Orhan. Yeni Hayat. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994 Pamuk, Orhan. Kırmızı Saçlı Kadın. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016 Zeynep Erdemir Anlat Bakalım Chuck Palahniuk Ambalajlı Hayatlar Binlerce maskeli insanı barındıran yerlerdi büyük şehirler. Birbirlerini yüzlerindeki maskelerden tanır; ama asla göremezlerdi, anlayamazlardı onun ardındakileri. Yabancıydılar. Aynı şehrin birbirlerine, hatta kendilerine bile yabancı sakinleriydi onlar. Uzaklarda ararlardı ihtiyaç duyduklarını. Asla tatmin olmaz, daima tüketirlerdi. Ardından neyi sömürdüklerini unutur ve dakikalar geçmeden bir yenisini ararlardı. Kendilerini anlamaya asla vakitleri olmazdı. Böyle ilerliyordu, şehir hayatının gerektirdiği yaşam tarzı buydu. Birileri de yeteneklerini, güçlerini, güzelliklerini veya prestiji onlara pazarlamak zorundaydı. Yoksa hiçbirinin bir değeri kalmıyordu ve bu değere karar veren de ne yazık ki diğer insanlardı. Onlar için olmayan, onlar arasında kabul veya rağbet göremezdi. Bir şekilde hayatta kalmak zorundaydık, şehrin bizi yutmasına izin veremezdik. Ancak bize ait olanların ticaretini yaparak devam edebilirdik yola. Göz önünde olmayı tercih ettiğimiz noktada da, özel hayatımızı elden çıkarmaya başlardık. Özel hayatımız bile bize ait olmazdı. Ne korkunçtu ki, tümüyle bize ait olması gereken o tek varlığımız bile bir tüketim malzemesi haline gelebiliyordu. Bir parça üne veya itibara sahip olan herkes, kendisine rağbet gösterenlerin istekleri ve beklentileri doğrultusunda bir maske takıyor, onların elinde kuklalaşıyor, kendini yontuyor ve özüyle bağlarını koparmış bir hale geliyordu. Yol ayrımını içinde hissettiği zamanlar ise, inşa ettikleri ile sahip olduklarını kaybetme korkusu ağır basıyor, neticede sürekli kendinden kaybediyordu. Hizmet ettiği kişilere, tüketebilecekleri daha fazla malzeme verebilmek adına kendi içini kazıyor, o güne kadar zorluklarla elde ettiği ne varsa acımadan çıkarıp onların önüne koyabiliyordu. Fakat bu durum bir korkuyu da beraberinde taşıyordu: Ya günün birinde, onlara sunabileceği bir şey kalmazsa içinde? Artık sahip olduğu tek şey olan, içindeki her şeyin sömürüldüğü bomboş kabuğu ile öylece atılırsa? ‘Yine de, ufuktaki bir yıldızı tek bir bakışla değerlendirmek problemlidir. Elsa Maxwell'in dediği gibi: "Kimse o göz kamaştırıcı, parlak objenin doğuyor mu yoksa batıyor mu olduğunu kesin olarak bilemez.” ’(sf: 14) Onun doğuş heyecanıyla mı gökte parlamakta olduğunu, yoksa batmamak için gücünün son demleriyle gökte asılı kalarak hala ışıldamaya çabaladığını ancak bir sonraki bakış ile anlayabiliriz. Doğuş umuttur, daima gökte kalma hevesidir; batış ise çaresizdir. Yatırımlar doğmakta olana yapılır. Herkes onu yaşatmak, onun yanında olmak niyetindedir. Batış ise yapayalnızdır. Kimse sahiplenmez onu. Halbuki başarı kadar başarısızlık da aynı kişinindir. Doğuş da, batış da bizimdir. Tüm inşa ettiklerimiz üzerimize yıkılsa dahi, o enkazın altında kalan ve oradan çıkacak olan yine bizim benliğimizdir. Sahip olduğumuz gücün kaynağı para, insanların övgüleri veya prestij, kısacası bize ait olmayan şeyler olduğu sürece biz kaybetmeye, üzerimize yıkılanların altında kalmaya ve orada yok olmaya mahkumuz. Ancak gücü kendi bilgimizde, inancımızda ve olgunluğumuzda topladığımızda gerçekten ona sahip olabiliriz. Aynı şekilde, ancak bizi hiçbir zaman terk etmeyecek olanların varlığını hissedip onları anlamlandırdıkça, onlara değer kattıkça manevi yönden “değerli” olduğumuzu hissedebiliriz. Yoksa maddesel olarak var olan tüm öğelere, iyi kötü bir değer biçilebilir. Esas olan, içerikleri veya onlara yüklenen anlamlardır. İnsanlar değişmeyecektir, yanlış olduklarını bilseler dahi tüketmekten vazgeçmeyeceklerdir. Para ile prestij alıp gücü buna yüklemekten ve bu şekilde de kendilerini karşılarına çıkan herkese karşı güçlü kılmaya çalışmaktan, her türlü ortamda hiyerarşinin üst katlarında olmak için ruhlarını satmaktan, kendilerini ideallerindeki sahte kimliklerin ardına gizlemekten vazgeçmeyeceklerdir. Değişmeyi istemeyeceklerdir, materyalizmin esirleridir onlar. Tüm yaşamlarını, beklentilerini ve umutlarını sürekli değişim halinde olan yapay döngüler üzerine kurmuşlardır. Hatta güç kavramını somut olan varlıklar ile özdeşleştirmeye öylesine alışmışlardır ki, onları kaybettikleri takdirde ellerinde şimdiye kadar hep yok sayıldığı için son derece zayıf düşmüş özlerinden başka bir şey kalmayacaktır. Yaşama Duyulan İhtiyaç Biz insanlar doğduğumuz andan itibaren doğamız gereği bize hediye olarak verilen bu hayata elimizdeki her şey ile tutunuruz. Bu yaşamın öneminin farkına vardığımızda ise hayatın elimizdeki en değerli şey olduğunu anlarız. İşte o zaman insanın içi bir hırs ile dolup taşar ve elinde bulunan her şey ile sahip olduğu bu hediyeyi korumaya çalışır. İşte uzay da hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Dünyamızdan milyarlarca kilometre uzakta bulunan kızıl gezegen Mars’ta mahsur kalan Mark Watney bizim günlük hayatta karşılaştığımız zorluklara oranla çok daha kötü koşullarda, çok daha büyük zorluklarla karşılaşsa bile hayata tutunmaktan vazgeçmez. Elinde bulunan sınırlı sayıdaki erzak ile kendi becerilerini kullanarak en iyi şekilde yararlanır ve her seferinde kendisine verilen hediyeyi korumayı başarır. Hayat her ne kadar her insan için güzel başlasa bile bu güzelliğini sonuna kadar sürdürmez. Biz insanlar hayatımızın büyük çoğunluğunda engellere takılırız ve tökezleriz. Fakat bu engeller bizi yıldıracağı yerde hayata tutunmamıza yardım eder. Bu hatalardan dersler alarak önümüzdeki engellere daha hazırlıklı oluruz ve yaptığımız hatalar azalmaya başlar. Her seferinde hayata eskisine oranla daha istekli, daha hırslı bir şekilde tutunmaya, yaşamımız için daha çok çaba göstermeye başlarız. Bu dünyada bulunan ve aklı başında olan hiçbir insan yaşamakta olduğu hayatı yaptığı iki ya da üç hatadan dolayı çöpe atmaz. Her seferinde aslında hayatta olduğuna şükredip ne kadar şanslı olduğunun farkına varır. Ona verilmiş olan bu hediyeye sona kadar tutunur ve ondan son nefesini verdiğinde bile vazgeçmez. Hayat bizi çoğunlukla zorluklarla karşılaştırsa da bazen önümüze tüm geleceğimizi değiştirecek olan şanslar da çıkar. İşte Mark Watney’ de insanın hayatında sahip olabileceği nadir armağanlardan biri ile karşı karşıya gelir ve bir gurup insanla beraber Mars’a gitmeye hak kazanır. Ancak Mark’ın hayatı orada yaşadığı bir kaza sonucunda değişir ve Mars’ta tek başına yetersiz miktardaki erzak ile yaşamaya başlar. Fakat Mark doğası gereği yaşamından vazgeçip bir köşede açlıktan ölmeyi beklemek yerine bu kötü koşullarla savaşmaya ve hayata meydan okumaya başlar. Bulunduğu koşullar her geçen gün zorlaşmaya başlasa bile, kurduğu güvenli alan havaya uçsa bile, NASA ile iletişim kuramıyor olsa bile o elinden gelen her şeyi yapmaya devam eder ve mücadelesinde vazgeçmez. Önce sahip olduğu bilgiler yardımıyla bir ilki başarır ve Mars gezegeni üzerinde patates yetiştirmeye başlar, sonra NASA ile iletişim kurmanın bir yolunu bulur ve tüm tümsekleri birer birer aşmayı başarır. Bizler her ne kadar kızıl gezegenin dondurucu ikliminde hayatta olduğumuzdan kimsenin haberi olmadığı bir şekilde sınırlı erzak ile yalnız başımıza hayatta kalmaya çalışmıyor olsak bile günlük hayatta Mark gibi biz de bazı sıkıntılarla yüzleşiriz. Bu sıkıntılar çoğunlukla sonradan çocuklarımıza anlattığımız gülünüp geçilecek anılara dönüşen küçük şeyler olsa bile bazen hayatlarımızda yaşam ve ölüm arasındaki çizginin belli bile olmadığı anlarla karşılaşırız. İşte asıl önemli alan bu tarz seçimlerle karşılaştığımız zaman yılmadan ve asla pes etmeden hayata tutunmaktır. Her ne kadar beynimiz bizi daima kolay olanı seçmeye zorlasa bile biz bütün gayretimizi biz insanların yaşam olarak adlandırdığı hediyeyi korumak için harcamalıyız. Bunu gerçekleştirip beynimiz üzerinde kontrolü sağladığımız zaman gerçek yaşamın ne kadar değerli olduğunu tam anlamıyla anlamış oluruz. Bir anda etrafımızda olup biten her şey daha fazla anlam kazanır, sevdiğimiz insanlara daha çok önem vermeye başlarız. Hatta sevmediğimiz, zaman zaman tartıştığımız insanlarla bile bir hiç uğruna didiştiğimizin farkına varırız. Mehmet Emre BOZKURT Senanur Tosun 21403854 TURK-101.017 Ait olmak İçin Önce Cesaret En büyük mücadelesi ait olmak olmuş Ahmed Arif’in, dünyaya, Anadolu’ya, arkadaşlarına, satırlarına yani “Ahmed Arif”i “Ahmed Arif” yapan ne varsa onlara ait olmak. Zaten asıl anlamamız gereken de bu değil mi? Hayatta olduğumuzu iddia edebilmek, yaşıyor olduğumuzu kanıtlamak için kendimizi insan olarak tanımlayabilmek için iyeliklerimiz kadar aitliklerimizden destek alırız. Nasıl biri olduğumuzu sahip olduğumuz erdemler tanımlarken kim olduğumuzu parçası olduğumuz oluşumlar tanımlar. Ailemiz, sohbet ettiğimiz insanlar, düşüncelerimizi bölüştüğümüz kitaplar, yüreğimizi beslediğimiz ilişkiler yani parçası olduğumuz bütünlükler bizi hayatta birey olarak tanımlayan en temel unsurlar değil midir? Ahmed Arif, okuyan herkesin göğsüne yerleşecek somut, capcanlı samimiyetiyle tek bir satırda bile hayata dair birçok kavramı hatırlatır; mücadele, sahiplenme, mahpusluk, yalnızlık, farkındalık, cesaret, hasret. En önemlisi bütün bu duyguları hissettirmeye çabalamayışıdır. Çırpınmasına gerek yok şairin arayışta olduğunu anlamam için; her bir satırında kim ve ne olduğunu saklamaya ya da kanıtlamaya çalışmadan olduğu kadarıyla o kadar açık ve pürüzsüz ortaya koymuştur çünkü. Yaşam mücadelesinde nereye ait olduğunu yani yolunu bildikten sonra en zorlu sınavlar tatlı birer basamağa dönüşür yeteri kadar cesaretle dolan insana hayat yolunda. O bunu başarmıştır ve ben satırlarında yan yana durmuş bana geceyi anlatan, karayı anlatan kelimelerin arasından görebiliyorum onun bu basamakları elleri cebinde metanetle karşılayışını. Hedefin ufukta net bir nokta olmasına gerek yok kanaatimce. Yolda olmayı hedefleyebilir insan yeter ki nerde olduğunu bilsin. Mensubu olduğu hayati kabullensin. Şairin bizden farkı bu noktada bizim göremediğimizi görmesidir bence. Çünkü o yola ve geceye ve Anadolu’ya aidiyetini insaniyetini bilmiş ve sindirmiştir. Biz hedefimizi somut tuttuğumuza inanıp bir şeylerin mesela bir toplumun bir düşüncenin bir ideolojinin parçası olmak için uğraşırken asil mevzuyu kaçırmışız; varmak istediğimiz yere gelirken de bir şeyler ifade edebilir anlamlı olabilir yaşayabiliriz, yolda olmamak hedefe varmamış olmakla eşdeğer değildir. Bizim gözden kaçırdığımız ve eksik hissetmemize sebep olan bu noktayı niteliklerinin yanında eksikliklerini ve de en önemlisi arayışta olmanın hedefe varmamış olmamın yanlış olmadığını bilme cesaretini gösterdiği için fark edebilmiştir şair. Habire aitlik diyorum cesarettendir diyorum çünkü cesur olan şairdir. Şiirleriyle cesurdur kelimeleriyle cesurdur memleketiyle cesurdur. Gururlu bir Anadoluluyu dinledim her bir satırında mahpushanededir ama yalnız değildir. “ Ben dört duvar arasında değilim Pirinçte, pamukta, tütündeyim, Karacadağ, Çukurova, Cibali’de.” Kelimeler tek başına bu kadar yalın ve sıradanken şu üç satırda hasreti aidiyeti ve ait olduğu Anadolu’yla gururu görüyorum imreniyorum. Ben bugün yaşadığım modern özentisi yarım yamalak hayatta hep bir üst seviyeye ulaşma savaşı verirken, ancak oraya ulaştığımda olmak istediğim kişi olacağıma yani tamamlanacağıma inanırken şu üç satır on kelime yalın çırılçıplak haliyle bir tokat gibi iniyor beynime. Elde edemesem de istediklerim su an sahip olduklarımın ailemin bana miras bıraktığı dünya görüşünün, okuduğum her bir kitapla beslediğim düşüncelerimin memleketimin binbir emekle aldığım eğitimin bugüne kadar beni ben yapmış her bir unsurun yalnızca şu anda gözüme kestirdiğim bir hedefe ulaşmadığım takdirde anlamsız olduğunu düşündüğümü farkadır ve hırpalanıyorum. Bir roman size ikinci elden deneyim katabilir, gerçek hayatta yaşamanız mümkün olmayan heyecanlı maceraları size yaşatabilir; bir hikâye size bir ders öğretebilir, bir makale sizi düşünmeye sevk edebilir, bir şiirinse size hissettirmek ödevi vardır aslında ama öğretmek ya da sadece anlatmak olsa bile. Ama en derinlerinize sizin bile farkında olmadığınız hayallerinize ulaşıp hayat görüşünüzü sarsacak olan yine şiirdir. Nitekim ben bütün kitap boyunca hissettiklerime eşdeğer bir etkiyi Ahmed Arif’in “Yalnız Değiliz” şiirinde hissettim. “Zehirli kör yılanları Ve sıtmasıyla Gün yirmi dört saat insan avında Karacadağ’da çeltikler. Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi - Ayak bileklerinde bir dizi boncuk, Sol omzunda nazarlık, Dağ başında unutulmuş üşümüş, Minicik bir aşiret kızının - Damla-damla, berrak olur pirinci. Kamyonlarla, katır kervanlarıyla Beyler sofrasına gider...” Şiirleri okurken ayrı ayrı bana hissettirdikleri duyguları dolu dolu görebiliyorum tek bir kıtada; küçük kızın unutulmuşluğu ve yalnızlığı aşiretin bahsiyle töre, Anadolu ve memleket hissini, hastalıktan bahsetmesiyle hayatın gerçekliğini sıra sıra en sade haliyle anlatmak nasıl mümkün olabilirdiyse öyle dizmiş Ahmed Arif. Bu şiir dahil ruhumun gezindiği köylerin ve bu yolculuğun beni sürüklediği düşünce silsilesinin sonunda umarım şairin her tavrında gördüğüm cesaret ile kendimi kabullenebilirim. Kaynakça Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim Asil Doğaner 21401066 Geceler Bazı gecelerde tek derdim geceyi atlatabilmek oluyor. Florasan lambanın etrafına üşüşen ufak sinekler, ışık sönünce zihnimin içine giriyorlar sanki. Sağlıklı düşünmeme, muhakeme yeteneğime, geleceğe dair plan ve projelerime sekte vurulan bu anlarda tek istediğim uykuya dalıp sabahın ilk ışıklarıyla birlikte her şeyin geçtiği, zihnimin tekrar eski berraklığına kavuştuğu bir sabaha uyanmak oluyor. Ama bazı geceler hiç bitmiyor. Saniyeler, ağır çekim ilerliyor; ilerlemek ne kelime! Yerinde sayıyorlar. Genç yazarlardan Bora Aşık'ın “Geceyi Atlatabilmek” eseri de tam bu meseleye değiniyor. Güneşin batışıyla bir başına kalan, bir başına kaldığı zaman da kafasının içinde milyonlarca farklı ses duyan insanların hikayesi. Ben de bu insanlardan biri olmam hasebiyle bu romanı oldukça beğendim ve her sayfada yeni dünyalara daldım. Gerçi yeni dünyalar demek yanlış olur, avcumun içi gibi bildiğim şeylerdi bunlar; fakat yine de bu roman kendi iç dünyama biraz daha uzaktan bakmamı sağladı. Bu yazıda da neden bazı insanların sorunları bu kadar derinden yaşadıklarını ya da neden sorunlarını büyüttüklerine değinmek istiyorum. Bence bazı insanlar dertlenmekle ya da dert üretmekle bir ölçüde kendilerine konfor alanı yaratıyorlar ve bu alanı kendi işlevsizlikleri ve pasiflikleri için kılıf olarak kullanıyorlar. Zira depresyona giren bir kişinin dışarı çıkıp hayata dahil olmak, bir şeyler uğruna mücadele etmek için kendince bir nedeni olmuş oluyor: “Depresyondayım.” İşte bu kadar basit! Aslında bu kadar basit değil. Tamamıyla içi boş bir sav bu bana kalırsa. Elbette insanların depresyona girdikleri zamanlar olur, insanlar bunalım yaşayabilirler. İnsan olanın başına her şey gelir, bunda bir itirazım yok. Fakat gözlemlerime göre birçok kişi hayattan korktuğu için, dışarı çıkıp bir şeyler üretmeye cesareti olmadığı için ya da sırf tembelliğinden bunalım kisvesi takıyor. Bu durum bana kalırsa ilk olarak kişinin kendisine yaptığı bir saygısızlıktır. “Şunu yapmak istemiyorum ve yapmayacağım!” yerine “Moralim bozuk, yapamayacağım!” gibi bir bahane ileri sürmek hiç şık bir hareket değil. Ben de bir zamanlar böyle bir insan olduğum için bu konuda rahatça konuşma hakkını kendimde görüyorum. Ancak yaşadıklarım hayatın düşündüğüm gibi olmadığını, bu yaklaşımın insana çok zarar verebileceğini gösterdi. Hayat korkaklığı kaldırmaz. Kaldı ki korkaklık ve tembellik yapmak için yeterince süremiz yok. Zaten az vaktimiz varken neden bu tür bahanelerle yaşayacağımız güzel günlerden çalıyoruz ki? Bununla birlikte illa güzel günler görmek de gerekmiyor. Dediğim gibi hayatta acılar var, tatlılar var, ekşiler var, mayhoşlar var. Her türlü tat var hayatta. Bunların hepsini belli ölçülerde tatmak da gerekiyor bence. Tüm hayatımız boyunca tek bir besin maddesi yiyerek yaşayabiliriz. Her gün makarna yesek, her gün patates yesek ölmeyiz sanırım. Ancak ne damak tadımız kalır ne de sağlığımız yeterince iyi olur. Ama ölmeyiz. Bu da biraz buna benziyor. Yani her duyguyu kararınca yaşamaya gayret etmeli, kendimize türlü nedenlerle işkence etmemeliyiz. Yani geceleri karamsar düşüncelerle geçirmek yerine uyuyarak değerlendirebiliriz pekala! Demem o ki geceyi atlatabilmek bir insanın hayatında bazı şeyleri çözdüğüne işaret eder. Gecenin karanlığını düşüncelere de bulaştırarak zihin ve beden gücünden düşmek yerine dengeli bir hayat sürmenin kişiye son derece büyük faydalar sağlayacağını sanıyorum. “Tüm bu nedenlerden dolayı, gecenin eski ya da mevcut yaralarımızı kanatmamaya gayret göstermeli, gecenin sunduğu sükunet ortamında bu yaraların iyileşmesine ortam sağlamalıyız” derim ben naçizane. KAYNAKÇA Aşık, Bora, Geceyi Atlatabilmek, Everest Yayınları, 2016, Baskı.1. Evrim Karadağ Kaplumbağa Kabuğunda Güzel Sosyoloji derslerinden en akılda kalıcı olanı bizi biz yapan özelliklerin sosyal alanda kimliğimizi oluşturmasıyla alâkalı idi. Konuyla alakalı olarak herkesin kendi kabuğuna çekildiği, kendi olduğu bir yer olduğundan da bahsettik ki benim için vurucu olan, aklımda kalmasını sağlayan da bu oldu. Birden çok yer olamaz mı kişinin kendi olduğu, kendini dinlediği? Oluyormuş işte. En azından benim için durum bu. Belki de bir yerde değil de bir yerlere gitmeyi; yolu kendi kabuğum hâline getirmişimdir. Bilkent göl kenarı, üniversite hayatımda vakit geçirmeyi en sevdiğim yer. İçimdeki huzuru da, melankoliyi de doruklarda yaşayabildiğim izole bir alan. Buz tutunca gölün üzerinde yürümek gibi dengesizliklere de tanıklık etmiş; 20 yaşında bir insana en oturaklı, en olgun hallerini de yaşatmış bir yer. Gitmenin “tehlikeli ve yasak” olarak yansıtılması durumu ise benim bütün duyularıma acı veren biz insanların doğadan kopuşumuzun kanıtı niteliğinde. Ne yazık ki gerçekten de büyük bir kesim için geçerli olan bu söylem benim için geçersiz diyebilirim. Oraya gitmemek hem benim için tehlike arz ediyor hem de sosyal çevrem için. Gündüz gider kuşları dinlerim, hayvanları izlerim. Farelerin deliklerinden çıkıp, tam girerken incecik sesleriyle gözlerimin boş topraklara bakmasına sebep oluşuyla eğlenirim. Baykuşların tamamen sessiz diyebileceğim kanat çırpışlarıyla üstümden geçişi beni öyle heyecanlandırır ki her seferinde; optikten bakmayı vakit kaybı olarak görüp fotoğraf çekemem, çıplak gözlerle takip ederim onları göremeyene kadar. Karda ya da topraktaki ayak izlerinin küçük bir köpeğe mi yoksa bir tilkiye mi ait olduğunu anlamaya çalışmak bile büyük keyif verir bana. Bütün bunları yapamamam yaşama sevincimi eksiltmeye yeter. Dinlemekten büyük haz duyduğum bazı müzikler var, artık oraya aitler. Göl kenarı şarkılarıma sahip oldu. Onlar ki ne zaman dinlesem gözlerim açık da olsa kapalı da yapay ışıklardan uzak, ay ve yıldız ışığı eşliğinde gölde geçirdiğim zamanlara giderim. Ankara ayazına karşı aldığım önlemlerin yanında yüreğime kor olup düşen en derin düşüncelerimin içimi ısıtışı aklıma gelir. Atalarım gibi dertli bir türkü yakıp havalandırmanın eşiğine geldiğim bu özel anlar ki orayı gerçekten benim için farklı kılar. Doğasını sevdiğim okulumun böyle bir doğası olmasa kesinlikle daha zor geçerdi üniversite günlerim. Öyle alışmışım bir kere, melankolimi doğa anamın ellerinde yaşıyorum kendimi bileli. En acımasız sitemimi de, en huzurlu anlarımı da onunla paylaşıyorum. Beni tanıyanlar bilir mesela kendimi doğada bulduğumu. Göl kenarında yaşadıklarıma paralel olarak her yaz Muğla/Akyaka’da da kendimi bulurum doğanın kollarında. Benim için istisnai denilebilecek bir yerden daha bahsetmek isterim. İstisnai bir duruma sebep olan bir yer çünkü bu yer bir bar. Kafe, bar ve türevleri gibi tükettiğimiz şeylere ekstra fiyat koyan; kapan misali dört duvar yerlerden pek hoşlanmam aslında. Ama burası lise anılarımla dolu. O zamanlar da sevmezdim bu tarz yerlere gitmeyi, nasıl oldu bilmem ama iyi ki gitmeyi denemişim. Bir mekân ki müzikleri -abartmak gibi olmasın- tamamen bana hitap ediyor. Bizimle aynı müzik zevkini paylaşan çalışanlarla tanıştığımız günden beri lisedeki arkadaş grubumla ne zaman buluşsak orada bir araya gelir, anılarımızı yâd ederiz. The White Buffalo, The Forest Rangers, HIM, Pink Floyd dinlerken lisedeki halimizle şimdiki halimizi karşılaştırıp bardak tokuştururduk. Yazarken bile “Ne günlerdi değil mi” diyen bir gülümseme beliriyor yüzümde. Kabuğuma çekildiğim zamanlar kimliğimi şekillendirmede en büyük rolü oynuyor; gerek bir göl kenarı olsun, gerek bar, gerekse bunlara giden yollar… Benim “ben” olmam bu yerlerde kendimi bulmamla mümkün oldu. Betül GÜNDOĞDU GÜLMEYİNCE DE OLMUYOR En son ne zaman karnınıza kramplar girecek ve gözünüzden yaşlar gelecek kadar güldüğünüzü hatırlıyor musunuz? Muhtemelen hatırlamıyorsunuzdur. Ben hatırlıyorum, efendim. Mesela 2 gün önce izlediğim bir film sahnesine çok(!) gülmüştüm. Ki ben filmlere aslında çok fazla gülmem, bilmem mizacım böyle. Peki, neden güldüğümüzü hiç düşündük mü ki? Buna hepimizin vereceği birçok cevap var aslında. Kimi zaman insanların kahkahasına karşılık olarak, kimi zaman içimizde kopan fırtınaları gizlemek için ve kimi zamansa en içten gelen duygularımızı açığa çıkarabilmek için gülmez miyiz? “Gülmek” ne kadar irdelenebilir ki demeyiniz. Enis Batur’un Gülmekten Ölmek adlı kitabını alıp okuduğunuz zaman gülmenin aslında hiç de basite indirgenecek bir duygu paylaşımı olmadığını göreceksiniz. Enis Batur Gülmekten Ölmek adlı kitabında gülmenin iki kutuplu bir fiil olduğuna yer yer değinmiş. “İki kutuplu bir fiil mi?” Şaşırdınız değil mi? Evet, bende bu kelime öbeğini ilk gördüğümde biraz garip karşıladım doğrusu. Ama okuduğumda aklıma gelen ilk şey duygu durumları ve karmaşaları oldu aslında. İki kutup demek en uç noktalar demek değil midir? Mesela mutluluk ve hüzün anlarını ele alabiliriz. İnsanlar asıl karmaşayı o zaman yaşamazlar mı? ‘’Ağlasak mı gülsek mi’’ durumlarından bahsediyorum, 1 . Fakat Enis Batur bazı önemli filozofların düşüncelerine değinmişti bu kitapta ki ben onlara katılmıyorum. Descartes ve Hobbes’a göre, bahsedilen filozoflar, gülmenin özellikle kötü amaçlı bir gösteri, alay, olduğunu savunuyorlar. “… Hobbes ama Descartes, gülmenin ve alayın biri(leri)nin ya da bir şey(ler)in zayıflıkları, zaafları üzerinden gerçekleşmesini hoş karşılamamışlardır: Bu durumda kötücül yanı ağır basan bir ifadedir gülme – bir adım ötesine, ibliscil sıfatını yeğleyen Baudelaire’le geçilecektir.” (s.83) Bana fikrimi sorarsanız eğer, gülmenin asla kötü bir şey olmadığını söylerim size. İnsanlar gülerken gözlerinde eşsiz bir pırıltı ve yüzlerinde güzel bir ifade bırakırlar. Fakat alay eden veya bu eylemi kötü yönde kullanmak isteyen bireyler gülerken yüzlerinde acı bir ifade ve gözlerinde donuklukla sahneyi tamamlarlar. İşte bu nedenle gülmenin dünyadaki en saf duygu olduğuna inanıyorum. Çocukları da bu yüzden ağlatmazlar mı zaten? Gülüşlerinin saf olduğunu kanıtlasınlar diye… Duygularınızı bastırmak zorunda olduğunuz bir yerde sokağa çıkıp doyasıya kahkaha atabilir misiniz ki? İçinizden geçen cevabın hayır olduğunu biliyorum çünkü insanlar size “Gülünecek bir şey mi var ?” diyecek veya onu ima eden bakışlarla sizi süzecekler. Ne yapalım gülmekten mi vazgeçelim yahu! Belki acılarımızdan en az sıyrıkla kurtulmanın en güzel yoludur bizim için. Kime ne değil mi? Peki, “Durmadan gülme illetine kapılmak mı, gülme yetisini hepten yitirmek mi?” (s.95). İnsanların içten gelen gülmelerine ve kahkahalarına yadırganacak gözlerle bakıldığı sürece bu sorudan kurtulamayacağız sanırım. Ne acı! Üzgünüm ama bu hayat iki uç noktada yaşanılabilecek bir hayat değil. Ya orta noktayı bulacaksınız ya da kimi zaman bu illete kapılıp gideceksiniz. Tabii gülmekten bir haber olmak da diğer bir seçenek olabilir. “Orta nokta mı?” dediğinizi duyar gibiyim. Orta nokta demek dengeyi tutturmak demektir. Yani her anınız birbirini tutmalı. Eğer siz bu hayatı uçlarda yaşamak isterseniz, bir 2 anınızda kendinizi öldürene kadar gülerken diğer anınızda ise yüz felci geçirmiş bir insan gibi gülmeyi çoktan unutmuş olarak kendinizi bulacaksınız. Gülmek bir başkaldırıdır unutmayınız bunu. Tıpkı Enis Batur’un da değindiği gibi kaynağını doğallıktan alan en masum duygu gösterilerinden biridir. Çünkü gülmek çoğu zaman başrollerde oynar hikâyelerimizde sırf gözyaşlarımız akmasın diye. Bu yüzden gülün! İnsanlara inat gülün. Acılarınızı gözyaşlarınızda görüp size acınası gözlerle bakılması yerine imrenerek bakılmasını kim istemez ki. 3 KAYNAKÇA Batur, Enis, Gülmekten Ölmek, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2016 4 Türkay Can Çekerol 21601177 Türkçe-102 Bir Kedinin Gözünden Ne umursamaz, kibirli hayvanlardır kediler. Gel pisi pisi dersin, canı isterse gelir, muhtemelen gelmez. Zekasının kanıtıdır belki de gelmemesi. Umursamazlığından değil de, başına gelebilecekleri öngördüğündendir. Yok ya, öyle olsa sekiz yıllık kedim neden her çağırdığımda gelmesin? Yoksa benden kötülük geleceğinden mi korkuyor? Evet aslında biraz öyle, zamanında az korkutmadım Bıdık’ı. Ara sıra uyumayı tercih etmesi hakkı. “Bir mahallede insanların nasıl olduğunu öğrenmek istiyorsanız, önce o mahalledeki hayvanlara yaklaşın, sizden korkup kaçıyorlarsa sevgi görmüyorlar demektir, dahası onlara k.tü davranılıyor demektir... Hiç hayvan göremiyorsanız çok dikkat edin, hayvanlar orada barındırılmıyor demektir.. Oysa canlılara sevgi insan ruhunun incelik ve derinliğini gösteren önemli bir detaydır...”[Tirmizî, "Birr ve Sıla", 16; Buhârî, "Edeb", 13]. Çok yerinde ve güzel bir tespit. Ne zor zanaat sokak hayvanı olmak. Hele bir de kedi olmak… Hele bir de siyah bir kedi olmak… İnsanların batıl inançlarıyla kaç siyah kedi hor görüldü, kim bilebilir? Bir sokak kedisi olduğumuzu düşünelim. Şu an dışarda olduğumuzu. Siyah, uzun tüylü, sarı gözlü, koca kulaklı pis bir sokak kedisi. İnsanları gerçekten tanımak için inanılmaz bir fırsat. Bir dilenci gördüğümüzde ne kadar görmezden gelmeye çalıştığımızı bir düşünelim. Bir insandan bile bu kadar kaçabiliyoruz, ya o masum kedilerden? Yemek bulma umuduyla çöp çöp geziyorlar. İyi bir mahallede oturanlar için pek zor bir durum değil. Yine iyi insanlar sizi besleyecektir. Ya insafsız bir mahalledeysek ne olacak? İnsanlar sizi gördüğünde üstünüze su fışkırttığı, bir parça yemek vermediği… Masum masum yürüyorsunuz ve bir anda arkadan bir tekme yiyorsunuz. Allah Allah, niye böyle bir şey yaptı ki? Merak etme kedi kardeş, senin kediliğine özel bir durum değildi, o insanlar, insanlıktan namını almamış kişilerdir ve maalesef her yerdeler. Gel pisi pisi. İyi bir insan, beni seviyor. Kafamı okşuyor, göbeğimi kaşıyor. Yaşasın, dur peşine takılayım. Ne oldu ya, az önce beni seviyordu, şimdi kaçıyor? Evet insanlar bazen seni kullanabilir kedicik. Belki o esnada birine aslında yalan olmasına rağmen kedileri sevdiğini kanıtlamaya çalışıyordu, ya da kendini herhangi bir konuda suçlu hissettiği için sana iyilik yapıp her şeyi düzeltebileceğini umuyordu. Bu kadar da bencil o dev insanlar. Hah, bir de şunlar var kedi kardeş; seni sevmek isteyen ama hayatın akışına o kadar kendini kaptırmış ki seni sevebileceği vakti olmayacağını düşünen. Belki de en kötüsü o be kedi kardeş. İyi ya da kötü bir şeyler yaşar bu insanlar, ama sindiremez bile yaşadıklarını, hep yapmaları gereken bir şeyler vardır. Bu insanlar da yine, senin nezdinde değildir bu yaklaşımları. Bu insanlar ne kedi sevmenin tadını çıkarabilir, ne de herhangi başka bir eğlencenin. Yaşamın kısalığını kavrayamamış, hedef insanları. Şanssız tayfa var bir de kedicik. Seni her şeyden çok seven ama yaklaşamayan. Alerjisi olan tayfa. İşte onların vaziyeti gerçekten üzücü kedi kardeş. Kader mi dersin, şanssızlık mı dersin bilmiyorum ama bir bakıma hayatın bir kısmı yasaklıdır bu kimseler için. Ama neyse, yine şükredilesi durumları bile olabilir. Bir bilsen insanların başına neler neler geliyor, ne hastalıklar, ne kazalar… Utangaç kişilere ne demeli sevgili kedi? Toplumdan bir şekilde öyle korkmuş ki, ne alerjisi var ne acelesi, seni de seviyor, ama yalnızken. Biri bana bir şey diyecek diye kafayı yiyenler. Bu kişilere ne üzülürüm be. Genelde çok alçakgönüllüdürler ama o alçakgönüllülüğü bile gösteremezler. Aslında bunlar o hayatın akışına kaptıranların zıt halidir. Hayatın akışına giremeyenler. Aslında kedi olmak pek de kötü değil be kedi kardeş. Bir deyiş vardır ya; “cehalet mutluluktur” diye, çok da doğru olabilir. Bunları kavrayabilmek mutluluktan çok hüzün veriyor, kedi kardeş. Gerçekten Kadının Adı Yok Mu? Merhaba dostlar! Umarım mutlu bir haftaya adım atmışsınızdır. Bu yazının birinci dönem için size yazacağım son yazı olduğunu hem neşe hem de içimdeki burukluk ile belirtmek istiyorum ama üzülmeyin çünkü bu bir son değil sadece kısa bir ara; çok sevdiğim bloğumdan, okuldan, yorucu bir dönemden sonra nefes almam için vereceğim bir ara. Vereceğim arada evimde; İstanbul’da olacağım, ailemin ve arkadaşlarımın yanında. Çok özlediğim odamda, sahilde ve Kadıköy sokaklarında boş boş dolanıp en sevdiğim şarkıları dinlerken size yazacağım yeni yazılar için konu bulmaya çalışacağım. Hep aklımda olacaksınız yani. Bu hafta kitabından bahsedeceğim yazar, lisede kitaplarını okuduğumda dünyaya bakış açımı tamamen değiştirmiş birisi. Kadının Adı Yok adlı kitabıyla adını tüm Türkiye’ye duyurmuştur Duygu Asena. Hatta bir ara müstehcen bulunup yasaklanmıştır kitap. Kitabın müstehcen bulunup yasaklanması bana göre bir bahane çünkü o zamanlar ülkede tek müstehcen olan şey Duygu Asena’nın kitabı değildi. Sonuçta o zamanlar ülkemizde müstehcen içerikli dergilerde satıştaydı bunu sadece Duygu Asena ile sınırlayamayız. Buradaki asıl hedef kitabın müstehcenliği değil içinde yer alan fikirlerdi. Hoşlarına gitmemişti devlet büyüklerinin ülkenin kadınlara yapılan cinsiyetçi muamelenin dile getirilmesi, kadınların günlük hayatta yaşadığı sorunların belirtilmesi. Ataerkil toplumda baskı ile yetiştirilmiş kadınların ses çıkarmaması ve “namusları” ile yaşaması gerekiyordu. YİRMİ DOKUZ YIL geçti Duygu Asena’nın kitapta oluşturduğu karakter ile çoğumuzun tanık olduğu eşitsizlikleri, baskıları, toplumsal beklentileri dile getireli. Peki, bu yirmi dokuz yıl içinde sizce ne değişti? Sizce de o zamandan bu zamana değişen şeylerin kabarık permalı saçlardan, renklenen televizyonlardan veya İspanyol paça pantolonlardan daha fazlası olması gerekmez mi? Ülkemizde hâlâ namus kavramı kadınlar üzerinden yürütülüyor, kısa etek giymek veya gece dışarı çıkmak tecavüz için haklı bir bahane olarak görülüyor ya da eşleri tarafından sözlü- fiziksel şiddete uğramış kadınlar, polis tarafından “Olur böyle şeyler aile içinde biraz alttan al sen de” denilerek evlerine geri gönderiliyorlar. Cinsiyetçilik; kültürümüzde, dilimizde bile o kadar yer edinmiş ki kimse sorgulama gereği duymuyor. Haysiyeti sadece erkeklere layık görüp kullandığımız “adamın dibi”, “kalıbının adamı olmak” gibi sözcük gruplarıyla günlük hayatımızda tanık olduğumuz bu sorunu nesillerden nesillere aktarıyoruz. Gelenek adı altında düğünlerde gelinlere takılan kırmızı kurdele ile kadının namusunu “tescillemek” ve daha birçoğu… “Nasıl olur da değişir bu düzen, yıllardır aynı olan bu durumu nasıl değiştireceğiz ya da değiştirebilir miyiz ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Değişir efendim, bal gibi değişir. Her şeyin başı aile ile başlayan eğitim. Kadının bir obje olmadığını, kadınlara saygı duymanın bir zorunluluk olduğunu öğretmemiz lazım erkek çocuklarımıza. Kız çocuklarımıza kimsenin onları cinsiyeti yüzünden aşağı göremeyeceğini anlatmalı. Nasıl “namuslu” olacağını değil nasıl iyi bir insan olabileceği öğretilmeli. Aynı şey erkek çocuklarımız için de geçerli, onlara nasıl “namus bekçisi” olunacağı değil nasıl saygılı birer birey olacağı öğretilmeli. Yanlış anlaşılmasın kimseye çocuğunu kötü yetiştiriyorsun demiyorum ancak bir yerde hata yapıyoruz ki bu cinsiyetçi gelenekler hâlâ sürüyor. Toplumumuza veba gibi bulaşan bu sorun ancak herkes üstüne düşeni yaparsa aşılabilir, böylece daha sağlıklı bir çevrede yaşayabilir ve çocuklarımızı yetiştirebiliriz. Bu hafta da benden bu kadar sevgili okurlarım. Sürç-i lisan ettiysem affola. Niyetim Duygu Asena’nın bize miras bıraktığı bu kitap vesilesiyle düşüncelerimi ifade etmekti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce ülkemizde ve dünyada yer alan bu sorunu ortadan nasıl kaldırabiliriz? Geri dönüşlerinizi merakla bekleyeceğim. Gelecek dönemde görüşünceye kadar ben yazarınız Ilgaz Çatak mutlu haftalar diler! Sevgi EROL TURK101-039 21300704 İNTİKAM YOLUNDA YOK OLAN BİR AŞKIN HİKÂYESİ: UĞULTULU TEPELER İngiliz romanının başyapıtları bir çırpıda sayılacak olsa; ilk üçün içinde kesinlikle yer alır şeklinde bir değerlendirmeye tabi tutulması gereken bir kitaptır Uğultulu Tepeler. Klasik ve kült haline dönüşmesinde etken olan faktörlerin ne olduğu incelenecek olursa, ilk bakışta sınıfsal farklılıklar ve bu farklılıkların arasında filizlenen fakat uzun ömürlü olamayan bir aşkın hikâyesiymiş gibi görünse de karakter içsellikleri başarıyla yansıtılmış, korkunç bir intikam romanı olmasıdır denebilir. Her insan içinde kendini bulduğu eseri sahiplenmeye, satırlarda gözünü gezdirirken zihninde oluşan imgelerin sıcaklığı kadar yakındır. Bu bakış açısıyla Brönte’nin söz konusu eseri ele alış ve karakterleri kurgulayış biçimi de okuru böylesine yakınlaştırmış, kendisinden bir şeyler bulmasını sağlayarak kitabı kültler listesine taşımıştır. Rüzgârın hiç dinmediği ve bayırlar arasında âdeta yaşanmışlıkların öfkesini kusarcasına sesler çıkardığı bir yerde, iki malikâne arasındaki ölümcül kavgayla son bulan bir aşktır konu edinilen. Diğer yandan, ana karakter olan Heathcliff incelendiğinde, bir çingene olan küçük çocuğun evlat edinildiği ailede geliştirdiği sevginin sınıfsal farklılıklara takılarak görünmez uçurumlar yaratması ve varoluşun temelindeki sevginin baştan aşağı yıkılarak, yerini maddiyata ve mutsuzluğa bırakmasının geniş bir tezahürünü görmek mümkündür. Kadın doğasının aksine erkeklerin daha ilkel dürtülerle hareket ettiği ve daha sert karakterli olmaya olan yatkınlıkları güçlü bir sembolizme kendini teslim etmiştir. Kibar ve temiz görünüşlü zengin sarışınların aksine, daha sert ve kolay öfkelenen bir yapıya sahip Heathcliff, gönlünü naif ve ince bir kadına kaptırır: Catherine. Bu aşkın onları nelere sürükleyeceğinden habersiz, aynı evin içinde şömineye odun atar gibi her yeni anıyla besledikleri bu sevgilerinin önündeki engelin para olması ve bu sınıf farklılığının günümüzün de popülist yaklaşımı olan davul bile dengi dengine sözünün somutlaşmış örneği haline gelmesi ise Heathcliff’i mahvoluşuna sebebiyet veren acımasız bir intikam duygusuna sürükler. Kitabın kalanında ise bu aşk hikâyesine ve Heathcliff’in Catherine’den olma çocuğuna ve Lindon ailesine eziyet etmesine yer verilmiştir. Yukarıda anılan okurun kendinden bir şeyler bulması olgusu ve kitabın günümüzde dahi halen klasiklerden biri olarak addediliyor olmasının ise yegâne sebebi, yaşam ve teknoloji ilerlemeye ve gelişmeye devam ettikçe, insani içgüdüler ile hırsların tamamen aynı yavanlıkla tekerrür ediyor olmasından kaynaklanmasıdır. Dünyanın en önemli görülen yerlerinden birçoğu ekonomi-hukuk zıtlaşması ve yakınlaşması ile oluşturulan ve kişilerin insani duyguların yerine daha sığ şeyler hissetmeye yönelmesi sonucunda birçok hissin yerine maddiyatın geçirildiği bir sistematiğe dahildir. Örnek vermek gerekirse, Amerika’daki Wall Street, yıkılması ile borsanın çöküşüne sebep olan ikiz kuleler, siyasetin ekonomi üzerindeki doğrudan bağlantısı ve adaletin günümüzde çoğunlukla parası olanlar için çalışması ilk aşamada sıralanabilir. Mutluluğun küçük şeylerde ve hatta yegâne ruhun besini olan sevgide bulunmasını söyleyen ve ruhani felsefeyi, iyiliği ve kalbin huzurunu öncelik tutan Hindu inancının bulunduğu yerlerin sömürülmesi ve parasal açıdan dinin kullanılması da, sınıfsal farklılıkların insani değerlerin çok daha üzerinde bir konuma sahip olduğunu göstermektedir. İnsanoğlunun teknoloji çağına daha çok ayak uydurduğu günümüzde, insanların senede yasal olarak yalnızca iki haftalık bir tatillerinin olması ve ailelerine vakit ayıramayacak kadar çok çalışıyor olması, liberalizm ve özgürlük sloganları altında parası olanın fakirin umudunu sonuna kadar sömürdüğü söz konusu düzende, Heathcliff, Türk filmlerinden de aşina olduğumuz intikam duygusuyla geri dönen “Fakir ama gururlu genç” gibidir. Aşkını sınıfsal farklılıklara, insani duygularını öfke ve intikam gibi sığ duygulara değişen Heathcliff, yıllar sonra fakir ama gururlu genç olarak intikam almak için dönmüştür. Üstelik zengin olma arayışı ile çıktığı bu intikam yoluna, iki evin de sahibi ve yabani olarak dönen bu adam, bütün manevi değerlerini paraya kurban etmiş, kalbi kırık bir adamdan daha fazlasına dönüşmüştür. Abartılı bir tabirle barbar olarak nitelendirilebilecek bu adam, kendi kızını bile intikam yolunda feda eden, âşık olduğunu dile getirdiği kadının bıraktığı yegâne mirası olan bu kızı önemsemeyen biri olmuştur artık. Belki de kitabın yıllardır vermek istediği mesaj hep yanlış yorumlanarak, teknoloji ve parasal değerlerin medeniyet değil aksine ilkellik ve barbarlık getirdiği düşüncesi kenara atılmıştır. Tarihe bakıldığında bütün savaşların da para, toprak yahut din yani diğer bir deyişle güç için yapılması da insanların medenileşme çabası altında ne kadar vahşileşebildiğini gösterir niteliktedir. Soluksuz okunan bu kitap bir aşk romanından daha derin anlamlar taşımaktadır ve herhangi bir okurun derinlemesine incelediği Heathcliff’in günümüzde yansıtmayacağı herhangi bir insan yoktur cümlesi de gelişen olaylar ışığında fazla iddialı olmayacaktır. Hakikatli Olmak Nedir bir gerçeği gerçek olmaktan alıkoyan? Kötü niyetle söylenmiş olması mı, yoksa olmayan bir şeymiş gibi davranması mı bir ifadenin? Dilsel bir çarpıtma olan yalan, her durum ve koşulda ahlaksal olarak yanlış mıdır? Yahut epistemolojik bir problem olarak yalan yani gerçeğin farklı düzlem ve amaçlarda yozlaştırılması ile etik, evrensel bir kategorinin, dürüstlük ilkesinin ihlali olan yalan arasında nasıl bir ilişki vardır? Emine Gürsoy Naskali’nin dünyanın en kadim ‘günah’larından biri üzerine yaptığı inceleme ufuk açıcı bir sorular demetine bizi sürüklerken, yalanın kısa tarihine ilişkin de pek çok şey söylüyor. Her şeyden önce, yalanın doğasının oldukça paradoksal olduğunu belirtmeliyiz. ‘Yalancı’ dediğimiz kimse, esasen, çok yalan söyleyen değil kötü yalan söyleyendir. Yalancının yalanının ortaya çıkması, gizlenen bir gerçeğin yahut ‘hiç de öyle olmayan’ bir durumun dile getirilişi, çok zaman içgüdüsel olarak, yalanın yalanı söyleyen kişiye bir kimlik olarak atfedilmesine sebep olur. ‘Yalancı’ kişi artık güvenilmez, sözüne inanılmaz hatta kişisel olarak sahip olduğu diğer erdemlerinden de şüphe edilir olmuştur. Her ne kadar bu noktada ‘Hakikat tek midir?’ gibi Platoncu bir soru peşimize takılsa da, gündelik hayata ilişkin anlık hakikatlerin, gerçeklik parçalarının mevcut olduğunu kabul ederiz. Ama gerçekten de yalansız bir hayat mümkün müdür? Tek bir yalan söylememiş kişi bulunur mu dünya üzerinde? Bundan önce daha önemli bir soruyu yanıtlamamız gerekebilir: Gerçekliğe ne kadar tahammül edebiliriz ki? ‘Acımasız gerçekler’ diye basit ve gücünü basitliğinden alan bir deyiş vardır. Napolyon Bonaparte’ın ‘Dünyada acı olan tek bir şey vardır, o da gerçektir’ deyişini hatırlayalım. Gerçekliğin tahammül edilemez tabiatının yanında, yalanın da işte böyle kaçınılmaz bir tabiatı vardır. Dinsel ve etik idealler bize dürüstlüğü salık verirken bu kaçınılmazlığın farkındaydılar elbet. Ruhsal bir bütünlük ya da olduğun gibi görünmek meselesinde de bu biraz böyledir. Bir paradoks gibi, ideal olan her şeyde bir parça imkansızlık, imkansız olan her şeyde ise hayatın özgül yasalarına bir aykırılık sözkonusudur. Yaşamda her şey akar, pante rei, iyi ve kötünün ötesindedir bu. Bu akış kimi zaman zarar verir, kimi zaman besleyici bir şeydir. Onun bu kestirilemezliği de ona bir anlamda baş kaldırmamıza, kendi yaşamımıza ilişkin muhtelif kurallar ve idealler kurarken gerçekliğin kendisinden, ‘olduğu gibi olan’ yaşamın kendi gerçekliğinden kopmamıza sebebiyet verir. İnsana ait bir düzende, beşeri bir gerçeklik mefhumu yaratırken, doğaya ait olan, iyi ve kötünün ötesindeki gerçekliğe de ihanet etmiş oluruz. Her ne kadar kültürün inşası için elzem bir ihanet olsa da bu, dürüstlüğün temel prensip olduğu dünyanın hırsızlık, rüşvet, aldatmalar ve yolsuzluklarla kirlenmişliği tam da bunun göstergesidir. Peki hakikatın ve yalanın dereceleri var mıdır? Her şey doğru ve yanlış arasındaki sarkaçta sallanırken, kimi zaman yaşam o ara noktalardadır. Beyaz yalanlar, sözgelimi, söyleyenin kötü niyet beslemediği, çarpıtılan gerçekliğin birinin yararına olduğu ya da olası bir zararı önlediği durumlarda yalan söyleyen kişiyi nasıl etik bir soruşturmaya tabi tutacağız? Yahut doğru bilinen bir gerçeğin dile getirilmesi durumunda o şeyin gerçeklik olmaktan çıkması o kişiyi yalancı kılar mı? Gün içinde etkisinde olduğumuz binlerce duygulanım varken, gerçeğe ne kadar sadık olabilir, içimizi ve içimizden geçenleri hakikatin kendisi gibi görmekten nasıl kaçınabiliriz ki? Yalan Kitabı’nın esinlediği tüm bu soruların her biri ‘hakikat’li sorulardır; şayet ben tüm bunları gerçekten düşünmüş, bu sayfanın önüne tüm içtenliğimle gelmiş ve bunları şimdi şuracıkta uydurmadıysam. Kendine Uğramak Issız bir adaya düşseniz yanınıza alamadıklarınıza mı üzülürsünüz yoksa geride kalanlardan kurtulduğunuza mı sevinirsiniz? Öyle tahmin ediyorum ki geride bıraktıklarına sevinecek insan sayısı giderek artıyor. Hayatından memnun olan yok. Bu uzaklaşma isteği bulunduğumuz ortamdan çok kendi içimizde yaşadıklarımızdan kaynaklanıyor olabilir. Hayatımız boyunca bize eşlik edecek olan tek kişiyi, kendimizi, yeteri kadar tanımıyor oluşumuz kendimizden uzaklaşma isteğini doğuruyor. Kendimizi başkalarıyla kıyaslıyoruz; başkalarının bizi acımasızca eleştirmesine izin veriyor, bunun bizi geliştireceğini düşünüyoruz. Bizi eleştiren kişi ailemizin bir bireyi, yakın bir arkadaşımız ya da fikirlerine saygı duyduğumuz biri olabilir. Ama eleştiriler arttıkça ilişkiler bozulur ya da karşı tarafı üzmemek, ilişkiyi bozmamak için sessiz kalmak kişiyi içten içe mutsuzluğa sürükler. Eleştirel insanlarla yaşamak bizi birçok yönden etkiler. Sürekli ve sık eleştiriye maruz kalmak özgüveni yıpratır. Hata yapma korkusunu artırır, hatta kişinin nerede nasıl davranacağını bile bilmemesine neden olur. Kişinin eksikliklerini doğru tanımaması, aldığı her yerginin doğru olduğuna inanması, kendisini adaletsiz yargılamasına neden olacaktır. Bunun sonucunda kendinden uzaklaşma isteği kaçınılmaz. Sürekli eleştirilmek insan için ne kadar sakıncalıysa aşırı övgü de bir o kadar zararlı olabilir. Hepimiz övülmeyi çok seviyor, özgüvenimizi artırdığını düşünüyoruz. Doğru yer ve zamanda yapılan övgü çok iyi sonuçlar verirken, devamlı olması övgünün amacından uzaklaşıp olumsuz bir etki bırakmasına neden olur. Çocukluğumuzda ebeveynlerimiz tarafından yapılan ölçüsüz övgüler kişiliklerimizi olumsuz yönde etkiliyor. Küçüklükten itibaren ailemizle oynadığımız oyunlarda her zaman birinci ilan edilmek o an bir şakadan ibarettir. Ancak bunun ayrımını o yaşlarda yapamayız. Bu ayrımı yapmayı öğrenemememiz, hayatımızın geri kalanında başarısızlığı kabul edememekle birlikte birçok kişilik bozukluğunu da beraberinde getirir. Abartılı övgüler aynı zamanda özgüveni zedeleyebilir. Aldığımız abartılı övgünün altında gizli bir mesaj da arıyoruz. Bizi olumlu yönde etkilemesi beklenen övgü eksikliklerimizi vurguluyor gibi görünebilir. Kişinin kendi bakış açısıyla örtüşmeyen övgüler bireyin iç dünyasında karmaşa yaratabilir. Kendimizle ilgili görüşlerimizi çok da kolay değiştiremeyiz. Bunun yerine karşı tarafı samimiyetsizlikle suçlayabiliriz. Gereksiz övgülerin altında farklı bir mesaj aldığımı ve bunun beni olumsuz yönde etkilediğini spor eğitmenimin bir yorumunda anladım. Kolaylıkla yapabileceğimi düşündüğüm bir hareket için “Hadi yapabilirsin!” dediğinde bozulmuştum. Amacı beni incitmek olmasa da altında eksiklik belirten bir mesaj olduğunu düşünmemek imkansızdı. Bana göre, övgüsüyle beni yargılamıştı ve üzerimde stres yaratmıştı. Oysaki benim performansımla ilgili geri bildirim almaya ihtiyacım vardı. Çünkü kendimi tanımamı ve becerilerimi geliştirmemi sağlayacak olan övgü değil, geri bildirimdi. İhtiyaç duyduğumuz güç kendi içimizde saklı. Çok uzakta aramak anlamsız. Kişi öncelikle kendini tanımalıdır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığını anlamamız aldığımız eleştirilere olan bakış açımızı da değiştirecektir. Güçlü ve zayıf yönlerini objektif olarak görebilen kişi, kendinden ve dolayısıyla diğer insanlardan uzaklaşma ihtiyacı duymayacaktır. Bir birey toplumda ancak yeteneklerinin farkında olursa üretken bir konumda yer alabilir. Yetenekleri ve ilgi alanlarına yöneldikçe mutlu olur. Kendimizi sevmenin, olumlu ve olumsuz yönleriyle kişiliğimize saygı duymanın mutlu bir hayat için gerekli olduğunu bana hatırlatan, önemini vurgulayan Güneş Çavması adlı kitap; sevilmek, toplumda kabul görülmek istediği için kişiliğini reddedenler hakkında hikayeleri bize sunuyor. Anlatmak istediklerimi Esra Van der Wiel çok güzel özetlemiş: “Kendini başkalarından bilme! Başkalarının övgüsüyle sevinen, başkalarının yergisiyle de yıkılır! Kendine uğramadan gitme bu dünyadan!” (Van der Wiel, 563) Ekin Bayram Kaynakça: Van der Wiel, Esra. Güneş Çavması. İstanbul: Epsilon Yayınları, 2015. HAYALLER İÇİNDE HAYATLAR Her gece hepimiz bir sürü rüya görürüz. Bazılarını hatırlarız, bazılarını hatırlamayız. Hatırladıklarımızı da genelde o gün içinde unutmuş oluruz. Bunlar bizim için hep gündelik ve sıradandır. “Acaba ben bu rüyayı neden gördüm?” , “Bu rüyayı kafamda nasıl canlandırdım?” diye hiç sorgulamayız. Sorgulasak bile ne kadar derine inebiliriz ki? Sonuçta kendiliğinden gerçekleşen bir olay. Bizim müdahale etmemiz olanaksız. Nasıl gerçekleştiğini bile bilmiyoruz. Peki bu kadar küçük ve sıradan gibi gözüken rüya görme işlemi ya aslında ardında çok fazla gizem barındırıyorsa? Öncelikle biraz rüya kavramından bahsetmek istiyorum. Bilimsel çalışmalara göre rüyalar, görsel ve işitsel algı ve duygulardan ibarettir. Rüyalarla ilgili çalışmalar yapan bilim dalına “oneiroloji” denir. Bir sürü bilimsel çalışma yapılmasına rağmen hâlâ rüyalar hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Bu konunun çözülebilmesi için daha da zamana ihtiyacımız varmış gibi gözüküyor. Ben rüya kavramını böyle standart bir işleme indirgemektense ondan daha derin anlamlar çıkarmak istiyorum. Mesela konuya şöyle girebilirim: Rüyalarımızda gördüğümüz bütün insanların yüzlerini daha önce gerçek yaşantımızda bir zaman bir yerde gördüğümüz, bilinçaltımıza kaydettiğimiz ve onları rüyalarımızda tekrar su üstüne çıkardığımız söylenir. Fakat bu yüzleri gerçek yaşantımızda kafamızda canlandırmaya çalışsak daha ne canlandırmamız gerektiğini kavrayamayız bile. Bundan farklı olarak rüyalarımızda kurguladığımız olaylar örnek verilebilir. Rüyalarımızda kurguladığımız olayları uyanıkken asla bu kadar detaylı kurgulayamayız. Bu biz uyurken beynimizi uyanıkken kullandığımızdan daha çok kullanıyoruz anlamına mı geliyor? Hani olur ya; bir kelime dilimizin ucundadır ama bir türlü ağzımızdan çıkartamayız, anlamını biliriz ama kelimeyi söyleyemeyiz ama sonra kelimeyi bir yerde gördüğümüzde veya birinden duyduğumuzda hatırlayıveririz. Bunu bahsettiğim yüz olayına benzetmeye çalışalım. İkisini aynı durumlar olarak değerlendirebilir miyiz? Pek sanmıyorum çünkü uykudayken bilincimiz kapalı oluyor. Bilincimizin kapalı olması demek yatağımızda yatan kişinin aslında biz olmaması, vücut fonksiyonlarımızın işlevsel olmayıp sadece beynimizin kendi başına faaliyet göstermesi demek. Yani unuttuğumuz bir şeyi görerek hatırlamakla alakasız bir şekilde istemsizce kafanda canlandırmak aynı görülemez. Çok ilgimi çeken başka bir nokta ise rüyamızda öldüğümüz an uyanmamız. Öldükten sonra ne olacağını bilmediğimiz için uyanmamız bana biraz eksik geliyor. Madem bütün bir rüyayı o kadar kurgulayabiliyoruz, öldükten sonra neler olabileceğini neden kurgulayamayalım? Hayal gücümüzün sınırı gerçekten orada çekmesi biraz şaşırtıcı. Demek istediğimi biraz daha açmak gerekirse rüyamızda öldüğümüzde ya aslında gerçekten ölümü yaşamış oluyorsak? Böyle deyince biraz uçukmuş gibi duyuluyor. Fakat aslında akla mantıklı gelen tarafları var. Mesela uyandığımızda o gece gördüğümüz rüyaların çok az bir kısmını parça parça hatırlayabiliyoruz. Hatta birkaç saat sonrasında onlar bile beynimizden silinip gidiyor. Peki ya biz sadece rüyalarımızı sadece uyandığımızda hatırladığımız kadar yaşamıyorsak? Aslında uykumuzda gerçek bir hayat yaşıyorsak? Rüyamızda zamanın daha hızlı gittiğini zaten hissedebiliyoruz ama ne kadar hızlı gittiğini asla bilemeyiz. Aynı zamanda hiçbir rüyamızın nasıl başladığını da asla hatırlayamayız. Yani gördüğümüz rüyanın önceleri de var ve biz bunu uyandığımızda hatırlamıyoruz demek yanlış olmaz. Şimdi bu konuyu başka bir noktaya taşımak istiyorum. Eğer rüyalarımızda aslında kurguladığımız başka hayatlar yaşıyorsak şu an içinde bulunduğumuz, benim bu yazıyı yazdığım hayat da bir rüyadan ibaret olabilir mi? Yani ben şu an başka bir benin rüyasında bu hayatı yaşıyor olabilir miyim? Bu durumda ben öldüğüm zaman aslında başka bir evrendeki ben uyanmış olacak. O da uyandığında olaylar aynı şekilde gerçekleşecek. Belki de rüya içinde rüya gördüğümüzde bu olaylar zinciri yaşanıyordur. Başka bir ilginç nokta ise rüyalarımızda gördüğümüz olaylar bize göre kurgulanıyorsa o zaman bu evrendeki her insan, her varlık benim hayal ürünüm, yani maddi olarak var değil demek oluyor. Bu da tek gerçekliğin ben olduğunu gösteriyor. Bunun yanında bu düşüncemi çürütecek durumlar da yok değil. Örneğin, bazen rüyalarımızda rüyada olduğumuzu fark ederiz ve rüyamızı kontrol edebiliriz. İçinde bulunduğumuz hayatta bunun olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Açıkçası ben başka bir boyuttan benin uykusunda şu an bu yazıyı yazan beni kontrol edebilmesini imkânsız olarak görüyorum. Ya da biri bizi aniden uyandırdığında rüyamızın bir anda kesilmesi… Belki bize kesiliyormuş gibi geliyordur ama aslında rüya biz uyanmadan tamamlanıyordur. Bunları da doğal olarak asla bilemeyiz. Zaten savunduğum düşüncemin genel anlamıyla gerçekliğini bilemeyiz. Fakat gerçekten ilgi çekici ve düşündürücü bir konu olduğu tartışılmaz. Kaynakça: Resim – norobilim.com KAAN GÖNÇ Özçay 1 İnanç Özçay 21402317 Başak BernaCordan Turk-101-13 6.ÖdevFinal 22.12.2014 DÜZENİBOZMAK GERÇEKTEN MÜMKÜNMÜ? Hollywoodtarafından üretilmişfilmleringenellikleparagüdüsüyleçekildikleri günümüzdeartıkbirgerçek. Heraklıbaşındasinemaizleyicisinin farkınavarabileceğibirdurum buvebunuanlayabilmekiçinöyleçok dafazlabilgisahibiolmayagerek yok. Bununörnekleri aşırıfazlamiktardaveen barizvekolaygörünenleriserihalindeolan veüstüsteyıllardaçekilen filmlerolabilirveyadahadaspesifeetmeyeçalışırsak,süperkahramanfilmleriörnek gösterilebilir. Yıllaröncesindenöykülerivekurgularıyazılmışsayısızsüperkahramanmevcutve Hollywoodhersenebudipsizkuyudanbirsüperkahramanseçipdahaöncesenaryolaştırılmamış biröyküsünüfilmyapıpseyirciyesunuyorveoldukçaazyaratıcılıklahaddindenfazlahasılatelde ediyor. Üstelik neredeyseherfilmde,öncekifilmlearasındakısabirzaman dilimiolmasına rağmençabucak ilerleyenteknolojiningetirildiğiyeniçekim olanakları kullanılmadan,çoğunlukla görselveteknikselolarak birbirineçok benzeyen filmlereimzaatılıyor. Örneğin bundan yaklaşık beşseneöncekullanılmaya başlanan3boyutlufilmtekniklerihâlâemeklemesafhasında. Biraz dahafazlabütçeayrılıpemek harcansa3boyutluçekimlergerçekten birfark yaratacakve izleyiciyeolağandışıbirdeneyimyaşatacakfakat bukadarteknolojik olanağa rağmen bu teknik yıllardıryerindesayıyor.Sanat yapmanıngerçek amacından sapıpsadeceseyirciyifilme çekebilmeyeveanlıkzevklerletatmin etmeye odaklandığıbu filmanlayışındateknikten öte içerik olarak dahiç tatminkârsonuçlargörünmüyor. İzleyicisinefikirvedüşünceaktarmayı başaramayan filmbencegerçekten birfilmolaraknitelendirilmemeli. Günümüz dünyasının hâlâ trendleriarasındakendisineoldukçabüyükbiryeredinen vegüncelolan birsektörfilmsektörü, fakat bu tarzanlayışlarsebebiyleüzerindekidikkativeilgiyisadecekendiçıkarınakullanıp bencilcedavranmaktaöteyegidemiyor.Özçay 2 Tümbunların yanında,LordofWarisimlifilmşahanebirişbaşararak bu kötü beklentileriboşaçıkarıyor. Hollywood’dan çıkmış,içindeadısanıbilinen birçok aktöriçeren, misalNicholas Cage,birfilmvarkarşımızda. Filminkonusunadeğinmek gerekirse,Yuri Orlov isimlibiradamınsilah ticaretinebaşlaması vedevamındayaşadıklarıanlatılıyor. Burayakadar herşeynormalgörünüyor. Fakatişinilginçtarafışu:Hollywood,herkesin bildiği gibiAmerika’nın öndegelenyapılarındanvedünyanıngözbebeğifilmkuruluşların birtanesi. Bugerekçelerle Hollywoodtarafındaüretilen filmlergünümüz dünyasınınişleyişindeönemliyer sahibiolan bazı sistemlerveoluşumlarafazlasözsöyleyemiyorveya söylemiyor. Diğerbirdeyişleeleştiri kapasitesioldukçaazveböylebirişegirişirseçokfazladikkatçekeceği aşikâr. Tümbunlarbir taraftadururken yönetmenAndrew Niccol,kapalıveya açık eleştiribileyapmaksızın,tümfilmi, silahticaretini,silah ticaretinin dünyanın işleyişindeki yerinivebukonulardadevletlerin yaptığı iğrenç işleriaçıkaçıkanlatarak,izleyicilerdekolaycaoluşabilecek birfarkındalık yaratmaya adamış. Gözlerden uzak fakatbirokadardahayatıniçindevefarkınavarıldığındainsanıncanını yakan,dünya hayatınıyönetensistemlereveinsanlaragüveninisarsanbirçok olayı olağanüstü birbaşarıylaizah etmiş. Filmin birdiğerbaşarılıtarafıise,sonunun açık uçlu bırakılarak anlatılmak istenenlerin veverilmek istenen mesajlarınizleyicininkendiyorumuylave düşüncesiyleanlamasınaolanaktanımasıolmuş.Hollywood’un yukarıdabahsettiğimfilm anlayışının yerlebiredip vesadecebunu yapmaklakalmayıpbudüzendebeklenenin tamzıddını gerçekleştirerek sektöredamgasınavuracak nitelikleresahipbirfilm LordofWar. Kaynakça - Niccol,Andrew. “Lordof War”Lions GateFilms.2005. Zehra Nur ÇETİNEL 21502970 TÜKENİYORUZ Tüketiyoruz. Düşünmeden, sonu ne olur demeden bitiriyoruz önümüze gelen her şeyi. Savaşlar çıkardık önce, birbirimizi öldürdük. Birbirimize saygı duymayı unuttuk, sevgiyi kaybettik. Çok kaptırdık kendimizi modern dünyaya; sosyal medya, telefon derken insanlarla iletişim kurma yeteneğimizi kaybettik. Moda takip etmekten, herkes gibi giyinip herkes gibi konuşmaktan benliğimizi yok ettik. Öldürdüklerimiz, kaybettiklerimiz, unuttuklarımız, yok ettiklerimiz yetmedi şimdi de içinde yaşadığımız gezegeni tüketiyoruz. Kendi topuğumuza sıkıyoruz aslında ama farkında değiliz. Farkındaysak bile harekete geçmiyoruz. Korkarım bu hızla tüketmeye devam edersek, gelecek nesillerimizin nefes alabilecekleri, yaşayabilecekleri ve içinde ölebilecekleri bir dünya kalmayacak. Zehra Nur ÇETİNEL 21502970 Her geçen gün katledilen ormanların yerine yeni ve lüks konutlar yükseliyor. Betonla kaplanan yeşilliklerin üzerinde son model lüks arabalar geziyor. Her geçen günle birlikte bir canlının daha yaşam alanı insanlar tarafından zapt ediliyor. Her tarafımızı cansız, ruhsuz betonlarla kapladık; bize nefes olan ağaçları bile acımasızca kestik. Ne zaman gerçek anlamda farkına varacağız içinde bulunduğumuz tehlikenin merak ediyorum. Gelecek nesiller için olan endişem geliyor aklıma bu resme bakarken. Henüz beş yaşında olan kardeşimi düşünüyorum. Onun büyüdüğü dünyanın nasıl bir yer olacağını merak ediyorum. Pek umutlu değilim geleceğimizden. Zaman geçtikçe her şeyin iyiye gitmek yerine daha da kötü olduğunu görüyorum. Ben küçükken, yani bundan on dokuz yıl önce rahatça sokaklarda oynayabildiğimizi hatırlıyorum. Annelerimiz hiç korkmadan gönderirdi bizi parkta oynamaya. Komşularımızın evine giderdik komşu çocuklarıyla eğlenmek için. İnsanlar birbirine güvenirdi, kapılarımızı kilitlemezdik dışarı çıkarken. Şimdi her şey çok değişti. Birbirimize olan güvenimizi tükettiğimizden beri ne komşuluk kaldı ne de dışarda oynayan çocuklar. Korkar olduk birbirimizden, ne komşuluk bağı kaldı ne de aile bağı. Bir tek çocuklar aynı kaldı. Çocuklar, hepimizin ortak noktası. Hangi anne ve baba sevmez ki çocuğunu, hangi anne ve baba evlatlarına güzel bir gelecek kurmak istemez? Ama dünyamızın bu derece kirletilmesinden ve küresel ısınmadan en çok etkilenecek olanlar onlar. Hâlbuki en masumlarımız ve güzel bir dünyada yaşamayı en çok hak edenler de onlar. Ne yazık ki annelerinin, babalarının, dedelerinin, ananelerinin ve ablalarının onlara bıraktığı dünya, pek de içinde yaşamak istenilecek türden bir yer değil. Gelecek kuşaklara zaten çocukların savaşlarda öldüğü, güven denilen bir şeyin kalmadığı ve insanların iyice kötüleştiği bir dünya bırakıyoruz; vakit geçirmeden harekete geçelim de en azından nefes alabilecekleri bir atmosferleri ve suyundan faydalanabilecekleri gölleri, dereleri ve kaynakları kısaca üzerinde yaşayabilecekleri dünyaları olsun. Artık bir şekilde “Dur!” demeliyiz doğanın bu şekilde katledilmesine. Hepimiz ufak da olsa bir adım atmalıyız. Durumun ciddiyetinin farkında olmayanlara da fark ettirmeliyiz. Öncelikle birer birey olarak ciddi önlemler almalıyız. Ben de çok yaşadım, çok duydum o yüzden biliyorum ne kadar çok Zehra Nur ÇETİNEL 21502970 kişinin “Ben dikkat etsem ne değişecek sanki?” diye düşündüğünü. Hepimiz teker teker böyle düşünmeyip dikkat etsek, özel arabamızı kullanmak yerine toplu taşıma kullansak mesela ya da su israfı yapmamaya dikkat etsek değişir. Asıl sen öyle düşünüp dikkat etmezsen, ben öyle düşünüp dikkat etmezsem nasıl düzelecek bu düzen? Unutmayalım, biz sadece yaşadığımız dünyayı tüketmiyoruz aynı zamanda kendi kendimiz tükeniyoruz. Henüz keşfedilmiş başka bir dünya yok. Gelin hep birlikte gelecek nesillerimize, kardeşlerimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza yaşanabilecek bir dünya bırakmak için çabalayalım. Kendi hatalarımızın bedelini onlara ödetmeyelim. KAYNAKÇA Atilla, Erdoğan. Bu Kadar Mı Erken? 2012. FotoKritik. Web. . Birgisu KARAMANCI Billie Holiday’in Garip Meyve’si Strange Fruit, Türkçesi Garip Meyve Billie, Holiday tarafından 1939’da bestelenip söylenmiştir. Fakat şarkı aslında bir ilkokul öğretmeni olan Abel Meeropol tarafından Afrikalı Amerikalıların sadece tenin rengi farklı diye asılıp, yakılıp, linç edilmesini protesto etmek amaçlı yazılmıştır. Şiirin esinlenildiği fotoğraf ise şudur: Fotoğraf Lawrance Beitler’e aittir. Linç edilmiş insanların adı Thomas Shipp ve Abraham Smith’tir. Fotoğraf ile ilk karşılaştığımda internette geziniyordum. “Buzzfeed” adlı bir sosyal medya kanalını zevkle takip etmekteyim uzun süredir ve çoğu zaman içinde bazen eğlenceli, bazen garip, bazen de ilginç tam olarak hangi yazı türü kategorisine sokmam gerektiğini bilmediğim başlıklar oluyor. Bu seferki başlık diğerlerinden biraz daha farklıydı. Başlık: “Amerikan Tarihinde Yaşanmış En Utanç Verici 10 Olay” Dikkatimi çekti. Tıkladım internet adresine. Orada okuduğum her şeyin yanında bu fotoğrafı gördüm ve daha fazla merak etmeye başladım. Araştırdıkça araştırdım, videolar izledim. Ve anladım ki 1930’larda yaşamış olan siyahilere karşı bu kadar nefret beslemek ve hepsini linç etmeye çalışmak, sadece Amerikalıların değil, tüm insanlığın ayıbıdır bence. Ben utandım. Daha sonra gördüm ki bununla ilgili bir şarkı var. Beni tanıyanlar bilir, müzik dinlemek şu dünyada yapmaktan en keyif aldığım şeylerden biridir. Ve açtım şarkıyı, kapadım gözlerimi ve şarkıyı dinledim. Sonra bir kez daha dinledim. Sonra bir kez daha dinledim. Sıkılmadan dört beş kez dinlemiş olmam lazım ki, bir daha dinlediğimde sözlerin birkaçının ağzımdan döküldüğünü fark ettim. Şarkıyı ilk dinlediğimde sözlerine o kadar dikkat etmemiştim, melodisi beni kendine âşık etmişti. Ama şarkının sözlerini iyice dinleyince kanım dondu. O kadar hüzünlü ki. Şarkının ilk cümlesi şu: Güney’deki ağaçlar garip meyveye sahip. Şimdi, bu konuda araştırma yapmamış olsaydım, konu hakkında bilgi sahibi olmasaydım, pek bir şey anlamazdım. Ama Billie Holiday’in söylemeye çalıştığı şey şu: Siyahi insanların linç edilmesi tüm Amerika’da yaygın olsa da ölümlerin daha çok Amerika’nın güneyinde gerçekleştiğini görürüz. Güneydeki ağaçların her zaman verdiği meyvelerden farklı olarak bu sefer çok garip bir meyve verdiğinden bahseder: insanlar. Düşünsenize evinize gidiyorsunuz, yemyeşil, çiçeklerle dolu bir tarladan geçiyorsunuz. Temiz havayı içinize çekmek için bir yavaşlayıp pencerenizi açıyorsunuz ve tek koklayabildiğiniz şey: yanık et kokusu. Ben hayal bile edemiyorum bir insana bunun yapılmasını. Bunu yapan insanlar nasıl bu kadar acımasız olabilmişler bilmiyorum. Sadece teninin rengi farklı diye otobüslerde yer vermemişler, hatta otobüse almamışlar. Sadece farklı diye aynı musluktan su içmemişler. Muslukları ayırmışlar, “Beyaz Olanlar” ve “Renkli Olanlar” diye. “Beyaz” aileler protesto etmiş, siyahi çocukların olduğu okulda biz çocuklarımızı okutmayız diye. Nerede görseler linç etmişler. Yakmışlar. Öldürmüşler. İşledikleri her suçu zavallı insancıkların üstüne atmışlar, kimse de karşı çıkmamış, “Teni daha açık renkli ya, o yüzden haklıdır.” diye. Gerçi şimdi de böyle olaylar yok değil. Hâlâ sırf derisi farklı renk diye ırkçılığa maruz kalan insanlar var. Sırf dini farklı olduğu için hapse atılan insanlar var. Sırf farklı görünüyor diye ciddiye alınmayıp, hayata tutunamayan insanlar var. Kadın diye işe alınmayan insanlar var. Cinsel tercihi farklı diye dışlanan, öldürülen insanlar var hâlâ. 1930’dan beri çok şey değişti. Teknoloji aldı başını gitti, hâlâ gelişmeye devam ediyor. Trendler ve moda değişti, hatta hâlâ değişim hâlinde. Kıtalar değişim hâlinde. Şehirler eskisine göre tanınamaz hâlde. Dilimiz değişti, eklenen kelimeler oldu, değiştirilen harfler oldu. Değişmeyen tek şey insanlar oldu. İçimizdeki nefret ne zaman son bulacak? İnsanlar neden hâlâ aynı? MEHMET ALİ KAPLAN DOMESTİK DUVARLAR Bu hayatta bize verilen hiçbir şeyi biz seçmedik. Anne ve babamız; saç ve göz rengimiz; doğduğumuz yer ve milliyetimiz, ve daha bir çok şey kimilerine göre ilahi bir düzende kimilerine göre ise rastgele bir şekilde bize verilmekte. Üstelik, bizden bağımsız belirlenen bu faktörler bir ömür boyu kişilik ve karakterimizi belli yönlere itmeye çalışarak asıl ‘biz’i bizden saptırıyor. Kimimiz ailemizin istekleri doğrultusunda belli bir meslek için yetiştiriyoruz kendimizi, kimimiz de ailemizin bize dayattığı dini dogmalar yüzünden bağnaz bireyler haline geliyoruz. Yazarımız Jeanette Winterson’un da tecrübe ettiği gibi bu “Domestik duvarlar” asıl benliğimizi bizden koparıyor, koparamadığı takdirde ise ruhumuza ektiği tohumlarla bir ömür boyu ruhumuzu sızlatıyor. Bu cümlemin ardından “Domestik duvarlar”ın ne demek oldunu bana sorar gibi olduğunuzu hissetmekteyim. Domestik; iç, evcil ve yerel anlamlarına gelen bir kelime* ama ‘domestik duvarlar’ ise yukarıda bahsetmiş olduğum, bizden bağımsız olarak belirlenmiş, bizi sınırlayan faktörleri ve ait olduğumuz ailenin veya toplumun bize baskıyla kabul ettirmeye çalıştığı yolları kapsayan kişisel bir tabirimdir. “Bu domestik duvarlar bütün insanlığın karşılaştığı bir sorun.” desem yanlış olacağını ise hiç sanmıyorum; çünkü ayrı ayrı bireyler olarak hepimiz benliğimizi keşfetme yolunda mutlaka domestik duvarlarla karşılaşmış ve hatta onlarla mücadele etmeye çalışıp yenik bile düşmüş olabiliriz. Yazarımız küçük yaşta üvey ailesi yüzünden her gün dört kilometrelik kilise yolunu yürümek zorunda bırakıldığını kitabın ilk sayfalarında itiraf ederek böyle acımasız ve bağnaz ailelere olan nefretimi tekrardan hissetmeme sebep oluyor. Üstelik, ailesinin sözünü dileyen ve itaatkâr bir çocuk olan yazarımız hiçbir zaman onların sevgisini kazanamadığını da ayrıca belirtiyor. Böyle bir çocukluğu kim yaşamak isterki? Çevremizin bu gibi aptal ve aynı zamanda acımasız inançları bizi anı yaşamaktan ve benliğimizi keşfedebileceğimiz en verimli zamanlarımızı değerlendirebilmekten alıkoyuyor. Ancak; asıl suçlu domestik duvarlarla çocuk yetiştirmeye çalışanlar değil, o domestik duvarları inşa edenler. Belki benim bu yazımı okuyanlar beni ateist ve isyankâr biri düşünebilir ama aksine ben evrenin belli bir düzeni ve yaratıcısı olduğuna ancak bizim onu karmaşıklaştırıp zor hale soktuğumuza inanıyorum. Dikkatle doğayı gözlemlediğimizde anlayacağız ki kendi türü ve diğer türlerle sorunu olan sadece biz insanlarız. Aptal gibi yüzlerce yıl birbirimizi katlettik ve birkaç yüzyıldır olanca gücümüzle diğer türler olan hayvan ve bitki alemlerinin de kökünü kazıyoruz. Siz hiç tüm aslanların birleşip ormandaki diğer hayvaları gereksiz yere öldürdüğünü işittiniz mi. Belgeseller sayesinde görüyoruz ki sadece doyacak kadar avlanan bu hayvanlar karınlarını doyurduktan sonra kalanları diğer hayvanlara bile bırakıyor. Biz insanlar ise yemeğimizi ve malımızı birçok zaman kendi dostlarımızdan bile sakınıyoruz. Yazarımız onca karşılaştığı zorluklara rağmen kendi beniğini nasıl keşfedebileceğini ve nasıl mutlu olabileceğini nihayetinde buluyor. İlim irfan kaynağı olan kitaplar onun o domestik duvarlar arasındaki tek dostu ve tek ışık kaynağı oluyor. O kitaplar ki bize de çevremizdeki duvarları yıkmada yardımcı olabilir. Aynı zamanda kendimizi keşfetme yolunda da güçlü bir destek. Yazarımız gibi ben de hayatıma başladığımda etrafımda sayısız domestik duvarla karşılaştım. Kimisi hâlâ beni sınırlamaya devam etse de neyse ki bazılarını aşabilmiş bulunmaktayım. “Nasıl?” diye sorarsanız ben de yazarımız gibi kitaplar sayesinde buldum amacımı ve benliğimi. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum ‘Spartacus’ uğruna yazılan kitaplardan biriyle karşılaşmam benim hayatımı değiştirdi. Elbette Spartacus çok büyük bir savaşçıydı ve herkesin ona hayran kalması çok normal ama ben onun sayesinde ölümden korkmamayı ve yaşadığım şey uğruna ölümü bile göze almayı öğrendim. Benim doğduğum ortamın bana yıllarca dikte ettiği ölüm sonrası hayatta yok şuna yok buna göre hesaba çekilecek olmam benim hem hayattan zevk almamı hem de ölüm gerçeğini kafamın dışına itmemi engellerken ben Spartacus efsanesi sayesinde anladım ki çevremiz ve ailemiz bile bizi korkutarak belli kalıplara sokmaya çalışıyor. Siz siz olun bu oyunlara gelmeyin, domestik duvarlar arasında kaybolup gitmeyin. Kendinize ve çevrenize faydalı hedefler ile yararlı ama başkalarının esiri olmayan bireyler olabilmeniz dileğiyle... Kaynakça: *: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5846f4d8523365.074 63216 http://www.muslmh.com/save/66/data/AM_yara3.gif http://www.hesperuspress.com/media/catalog/product/cache/1/image/400x624/9df78eab33525d0 8d6e5fb8d27136e95/s/p/spartacus_3.jpg Erdem Arda ŞAHİN Dünya Dönmediği Zaman Git Dünyam, ruhum, ömrüm, huzurum, canıma can bildiğim… Sevgiliye hitap ederken kullandığımız sözcüklerle bu şekilde uzayıp giden bir liste oluşturabiliriz. Evet, genciz. Evet, belki de hayatımıza katmamız gereken hâlâ birçok tecrübe var. Belki de o yolun yarısında olmamız gereken otuz beş yaşın yalnızca üçte ikilik kısmını tamamladık henüz. Ama şu yadsınamaz bir gerçek ki, hepimiz ayrı ayrı hayatların başrolleriyiz. Zaten kendi hayatımızın yan rollerinden birine sahip olmak biraz utanç verici olurdu. Ancak başrolü paylaşabiliriz. Âşık olmak sizce de dünyadaki en mükemmel olaylardan biri değil mi? Ufacık bir hoşlanmak ile başlıyor her şey. Bazen orada kalıyor, bazen de bir anda sırılsıklam âşık oluveriyoruz. Atalarımız boş bulunup “Büyük aşklar nefretle başlar.” gibi bir söz söylemişler. Aşkın ve nefretin asla bir arada bulunamayacağını düşünüyorum. Küçük zıtlaşmalar, nefretle karıştırılmamalı. İki insan bir şekilde tanışır, beraber vakit geçirir, birbirlerinden etkilenip bir anda kendilerini “kara sevda”nın içinde bulurlar. Acaba gerçekten kara mıdır bu sevdalar? Çünkü eğer öyleyse gerçekten bize çok yazık. Günümüzde çok kısa süren ilişkiler türemeye başladı. Kabullen(e)meme, bu durumun önde gelen sebeplerinden biri. İnsanlar, âşık oldukları kişiyi bir süre sonra değiştirmeye çalışıyorlar. Bu durum bir raddeden sonra, doğal olarak, beraberinde kaçınılmaz olan ayrılığı getiriyor. Bir kadın ve bir erkek düşünün. Yıldırım aşkı ile tutuluyorlar birbirlerine. Sonrasında bir ilişki başlıyor ve birlikte geçirdikleri tüm zamanlar hoş geliyor bu kişilere. Daha sonra o iki âşık insan birbirlerini değiştirmek için adeta bir savaş veriyorlar. Gün geçtikçe saygı yitiriliyor aşk yerini eziyete bırakıyor. Sonra, sevgi de azalmaya başlıyor. Belki bitmiyor. Ama azalıyor. Gece uyumadan önce birbirlerine sarf ettikleri sevgi sözcükleri, yerini kavgalara, ağza dahi alınamayacak kabalıkta sözlere bırakıyor. Sonrasında da ilişki artık geri dönülemez bir “yok oluş” yoluna giriyor. O “dünya” artık dönmemeye başlıyor. İnsan unutuyor. Kime âşık olduğunu hatırlamıyor. Bu, bence günümüz ilişkilerinin en büyük yoksunluklarından birisi. Kız arkadaşıma her zaman “Eğer bir gün senden, sen dışında birini olmanı istersem bil ki beni terk etme zamanın gelmiştir”. Açıkçası; kendi doğrularımı ve benliğimi tehdit etmedikçe ondan değişmesini beklemem bencilce bir davranış olur. Bir de şu var ki; aşağı yukarı her ilişki, kısa bir süre dahi olsa, böyle serzenişler içeren bir dönemden geçiyor. Önemli olan insanın kime, neden âşık olduğunu unutmamasıdır. Bir diğer unsur ise yapılması gereken tercihler. Günlük hayatımızda sık sık iki tercih arasında kaldığımız oluyor. Fark ettiyseniz yaptığımız seçimlerin sonunda iki farklı sonuç meydana geliyor: keşke ya da iyi ki. Elbette yürüdüğümüz bu “yaşam” yolunda arkamıza dönüp baktığımızda “keşke” demek yerine “iyi ki be” demeyi tercih ederiz. Evet, insanoğlu pişmanlıklarından ders çıkaran bir varlık. Ama bazen “Ah be, keşke yapmasaydım” diyebilmemiz için o şeyi yitirmemiz gerekiyor. Dolayısıyla ben her zaman “iyi ki” taraftarı oldum. Eğer önünüzde iki farklı sahne var ve birisi “tek oyunculuk” ise durup düşünmeden karar vermemelisiniz. Belki şimdi aşkınız için fedakârlık yapmak hoş geliyor. Ama bundan 3-5 sene sonra bugününüze “dün” olarak baktığınızda yapmış olduğunuz o fedakârlıkları, vermiş olduğunuz o tavizleri “keşke” olarak görecekseniz bunları “bugününüzde” yapmaktan kaçınmalısınız. Eğer “dünya” durduysa ve siz birazcık da olsa bunun farkındaysanız, gitmeyi yarına ertelememelisiniz. Bu yüzden, gelecek zaman diliminde arkanızda “keşkeler” ile dolu bir geçmişe bakmak istemiyorsanız; dünya dönmediği zaman gitmelisiniz. Turhan 1 Hayati Mert Turhan 21400171 TURK 101 Ali Turan Görgü 16.07.2015 Yaşamın Doyumsuzluğu “Doğanın, yaşamın, düşlerin, duyguların bana sunabildiğinden daha çoğunu yaşamam, daha çoğunu algılamam, daha büyüğünü duymam gerek.” (Özlü, 33) Bir süredir kendimi evden dışarı atıp, sokakları, caddeleri, binaları gezme gibi bir alışkanlık edinmiş buluyorum kendimde. Aslında bir süredir değil, epeyce uzun bir süredir. İnsanları, eylemleri, eski taşları, yeni dikilen binaları incelemek, kafamda kendimle birlikte bir bütün haline getirmek hoşuma gidiyor. Sokaklarda olan biten her şeyin bir hikâyesi, bize sunduğu sayısız anılar var. Var, ama bunlara ulaşmak nasıl mümkün olabilir ki? Turhan 2 İster Türkiye’nin sokakları, ister Almanya’nın otogarları, ister İsviçre’nin parkları olsun, hepsinin kendine özgü bir yaşanmışlığı var. Yapılışından şuan bulunduğumuz zamana kadar, kim bilir neler gördü geçirdi bu yapılar... Bu gezme alışkanlığım nerden geliyor diye soracak olursanız, büyük bir ihtimalle yaşama karşı sahip olduğum doyumsuz açlıktan kaynaklı. Bir şeylere anlam yükleyebilme açlığı bu. İnsan egemenliğindeki bu dünyanın var oluş sebebi mesela. Hepimiz neden geldik, nasıl olduk gibi soruları küçüklüğünde sormuştur, ben hâlâ soruyorum. İnsanlığın başlangıcından beri her insanın bir doyumsuzluğu olmamış mıdır zaten? İlk insanların avlanma, keşfetme doyumsuzluğu, kapitalist düzendekilerin para doyumsuzluğu... Benimki de anlam doyumsuzluğu işte, merak etmeden, üstüne kafa yormadan edemiyorum. Akılsız bir ruh gibi, kalpsiz bir bedende hapsolmuş gibi bazen her şeyi kaçırıyormuşum hissine kapılıyorum nedense. Bu koşuşturma, hızlı yaşama arzusu ne diye? Sürat değil midir aslında zamanımızı yok eden? Hangi kıta, hangi ülke, hangi şehir olursa olsun, yollarından yavaş yavaş, sindire sindire yürümeyi denediniz mi hiç? Deniz kenarında otururken gözlerinizi kapatıp, deniz kokusunu hissetmeye çalıştınız mı ya da? Bir saniyelik tatmin duygusu, kaç saatlik anlamsız koşuşturmaya bedel... Ne yazık ki böyle düşünen tek benmişim gibi geliyor, o yüzden de mantıksız olan ben miyim acaba diye düşünmeden edemiyorum. Belki de yazımın başlarında bahsettiğim doyumsuzluğum her zaman güneş batımından daha çok şey beklememden kaynaklanıyor, güneş ufuktayken daha nefes kesici renkler bekliyorum. Belki de bu beklentim diğer insanlardan beni ayırıyor. Kim bilir? Ama her ne olursa olsun yalnız olmadığımı biliyorum, azınlık yalnızlık anlamına gelmek zorunda değil ne de olsa. Turhan 3 “Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok.” (Özlü, 12). Herkes kendi düşüncelerinde kayboluyor çünkü. Öyle anlar oluyor ki, ben bile kendimi anlamakta zorlanıyorum. Gece olmadan gündüz yaşanabilir mi? Yalnızlık olmadan sevgi tadılabilir mi? Acı çekmeden mutluluğa ulaşılabilir mi? Kendimi başkalarına nasıl anlatacağımı hiçbir zaman bilemedim. Ama yazmak şuana kadarki en mantıklı çözümüm oldu. Gerçi başka insanların beni anlamasına ihtiyacım yok. Eminim ki Tezer Özlü’nün de olmamıştır. Belki de amacım kendimi Türk edebiyatının gamsız prensesiyle özdeşleştirebilmek... “Daha sanki hiçbir şey, yaşamın hiçbir olgusu, algılanan, duygularla tutulan güçle kavranmamış, yaşanmamış.” (Özlü, 12). Ne kadar da doğru... Tezer Özlü anlatısı boyunca Kafka, Svevo ve Pavese ile kendini bağdaştırmış, onlardan alıntılarla kendini ifade etme sanatını güçlendirmiş. Ben de aynısını Tezer Özlü ile bu yazımda yapmak istedim. Çünkü Tezer Özlü benim için tüm yazarlara bedel... Yorgunum. Alışkanlık edindiğim gezintilerin yorgunluğu mu bu, yoksa düşüncelerimin aklımdan sayısız kere geçmesinden mi kaynaklı, kestiremiyorum. Tek bildiğim, uyandığımda uyumadan önceki yorgunluğumla uyanacağım. Madem öyle, uyanayım yeni güne... Turhan 4 Kaynakça Özlü, Tezer. Yaşamın Ucuna Yolculuk. Yapı Kredi Yayınları. 23. Baskı. Ocak, 2015. İstanbul. Üstübal1 ÜSTÜBAL1 21101924 Gizem Deniz Üstübal Ebru Onay Turk102.sec-19 GUERNİKA'NIN SIRRI Ünlü İspanyol Pablo Picasso tarafından yapılan bu şaheser Almanya'ya atılan ve yüzlerce insanın ölmesine neden olan bombanın soyut şekilde yansıtılmış resmidir. Bu tabloya ilk bakıldığında fazla bir şey anlayamıyoruz fakat resim tam olarak bir bulmacanın parçaları gibi. Her şekil her resim bize bir şey anlatıyor. Resim sadece bir odanın içinde yaşanan olayları anlatmaktadır ve resimde bir çok insanın bedeninin yarısının yerde yattığını ve bazı uzuvlarının başka karelerde yer aldığını görüyoruz. Bazı insan figürleri ellerini yardım beklermişcesine, bazı insanlar ise ağızlarını açarak çığlık atarmış gibi çizilmişler. Bu insanlar bize yaşanan faciayı, dramı ve acıyı yansıtmaktadır. Resimde yine bazı hayvan şekillerinin yer aldığını da görebiliyoruz. Bu hayvanlar ise yine o dönemlerde bir çok insanın geçim kaynağı olan hayvancılık sektörüne nasıl zarar verdiğini anlatmaktadır . Bu insanları hayvan yerine koyup nasıl eziyet ettiklerini anlatıyor yani acıyı temsil ediyor. Aynı zamanda resimde yer alan bu boğa İspanyanın simgesidir. Bu vahşet ile İspanya olan ilişkilerinide mahvetmekle kalmayıp. İspanyayı artık düşman olarak görüceklerini anlatmaktadır. Bir insanın üzerine yıkılmış askeri görüyoruz resimde. Askerin elinde bir kılıç ve kılıcın üzerinde çiçekler var. Bu kılıç ve çiçeğin bir arada çizilmesinin nedeni ise ; savaşın bir çözüm olmadığını ve savaşların durması gerektiğini anlatmaktadır. Bir kadının kucağında bebeği var. Bence acıyı en belirgin şekilde resimeden kısım ise tabloda sol üst köşede yer alan karedir çünkü bir anne çocuğunun ölü bedenini kucağına alarak bağırıyor ve dünyada annenin evladını kaybetmesi hayatta yaşayabileceği en büyük acı. Bu ağlayan kadının, çocukların ve resmin tam ortasında duran atın dilleri hançer olarak çizilmiştir çünkü bu hançerler çığlıkları temsil eder.Resmin sağ köşesinden yalpalayarak, kopmuş bacağını taşıyarak resmin merkezine doğru yürüyen bir kadın vardır. Bu kadın korku dolu gözlerle kapıdan uzatılan gaz lambasına bakmaktadır çünkü artık hayatları kararmıştır. Aynı zamanda tablonun üst kısmında gördüğümüz açık bir gözmüş gibi çizilen göz aslında bize şunu anlatmaktadır. Göz kapalı bir şekilde durmaktadır çünkü çizilen gözün üst kısmında kirpikler yoktur. Düşündüğümüzde insanlar genelde ağlarken yere bakarak ağlar ve göz kapalıymış gibi gözükür. Bu göz bize yaşanılan bu vahşetin aslında ne kadar üzücü ve utanç verici bir durum olduğunu yansıtmaktadır. Hatta Alman generali bir gün Pablo Picasso ya bu resmi siz mi çizdiniz diye sorar ve Picasso şu cevabi verir ''Hayır resmi ben değil siz çizdiniz''. Demek istediği,i bu vahşetin nedeni sizdiniz ve benim bu resmi çizmeme neden sizdiniz. Eğer siz bu vahşeti yaşatmasaydınız ben böyle bir resim çizmeyecektim. Pablo Picasso bu resimde yaşadığı bütün üzüntü ve nefreti bu resimde yansıtmıştır. Çocuğunun ölü bedenini elinde tutan kadın aynı zamanda Meryem ana ve İsa'nın öldüğü zamanki resmini sembolize etmektedir. Picasso savaşa olan nefretini sözle, yazıyla, nutukla anlatmaktansa düşüncelerini resmederek anlatmaktadır. Bu tutum medeniyeti en güzel yansıtmanın en güzel yoludur. Picasso Almanya'yı acı ve üzüntünün içine boğan alman askerlerine duyduğu nefreti en güzel şekilde yansıtmıştır. Sadece Alman Askerlerine değil acı ve şiddete neden olan bütün savaşlara ve savaşa destek veren herkese nefretini resimleri ile göstermiştir. Son olarak tablonun sağ alt kısmında açık bir kapıyla siyah bir duvar vardır. Bu çizim ise sonsuz bir karanlığa açılan insanların hayatlarını ve karanlığa gömülen Almanya'yı sembolize etmektedir. Barış Bilgin Şenol 21703020 Zaman Şelalesi Zaman deyince herkesin kafasında bir şeyler beliriverir fakat kimse hemen dökemez düşüncelerini söze. Nedir peki zamanın tanımı? Sapasağlam kayaçları kıra parçalaya gün ışığına coşkuyla bıkmadan yorulmadan tüm gücüyle koşan, ama duvarların, setlerin sıkıştırıp tutamayacağı su mudur yoksa değişimin vücut bulmuş hali, bir parçacığın evrendeki tüm parçacıklara oranı kadar kısa insan ömrü müdür? Bilimin temel ve önemli büyüklüklerinden birinden mi ibarettir, yoksa insanın aydınlık ile başlayıp karanlık ile son bulan yolunda beynine kazınan, geçmiş gibi değişmeyen bir tür nüfus, tarih kitabı mıdır? Belki de takvimdeki aylar, aylardaki haftalar ve günlerdir sadece. Zamanın ne olduğu belli olmasa da kesin olan bir şey vardır. O da insanın yaşadıkları ve zamanın geçtiğidir. Bir de zaman zaman insanın düştüğü o düşük mutluluk durumunda teselli için söylenen “Zaman her şeye iyi gelir.” sözü vardır. Peki gerçekten iyi gelir mi diye sormuş Şu Yağmur Bir Yağsa’da Kâmil Erdem ve cevabını da kendi öykü kahramanına verdirtmiş: “Zaman her şeye iyi gelir derler ya, iyi gelir mi gerçekten? Kayıpların, kahırların, üstünü örter, tozlandırır sadece”. Bence de öyledir. Her hata, her kötülük bir hançer gibi saplanır vücudumuza. Zaman, sadece bu yaralara kabuk bağlatır. Kabuk döküldükten sonra düşünürüz eskiye döndüğünü, ama nasıl yaralı vücut iyileştikten sonra eski vücut değil ise biz de eski biz değilizdir. Hançer de zamanın yıkıcılığına dayanamaz ama yine de bir parçasını bırakır içimizde. O hançerler olur vücudumuzun bir parçası, benliğimizin taşlarının arasına yerleşir. Bütünlüğümüzün harcına katılır. O sonu karanlık yolda hedefe ulaşana kadar yerlerinden oynamadan da durabilirler, yarı yolda hırçın bir rüzgâr yüzünden tozları, örtüsü de uçabilir. O rüzgârın ardından şiddetle, ilk seferki gibi yeniden kan fışkırır, bizi ayakta tutan, yükümüzü yüklediğimiz kolonlar çatlar. Bu durumda da yapacak tek şey çatlakları sıvayıp yola devam etmeye çalışmaktır. Fırtınalardan önce, daha tazeyken, baharda açan çiçek gibiyken, köklerini salan bir fidan iken sanki bütün dünya avucumuzun içindedir. Dağlar, tepeler, uygarlık, düzen... Hepsini bir elimize çekiç diğerine iskarpelamızı alıp keyfimizce şekillendirip yontabiliriz. Gerek yeniyi keşfettikçe körüklenen, içimizde alev alev yanan ateşin parlaklığı, gerekse yolun başına vuran güneşin kızgın ışınları yüzünden görmez gözümüz ressam Whaley’in yolun ilerisindeki Whaley, Liz. Into the Light. şafak öncesi karanlık gibi siyahlıktan bize baktığını. Yolda biraz daha ilerleyince, güneşin can sıkıntısıyla, milyonlarca yıldır tekrar tekrar görmekten duyduğu bıkkınlıkla bundan da bir iş olmayacak diyerek ışığını üzerimizden çekip gitmesiyle sadece kendi ışığımızla yalnız kalınca azalır çekice vuruş şiddeti. “İşte ben bu ağarmayan sabahları, kalleş karayelleri, güvensiz iskeleleri değiştirecektim. Kargalara biraz usul erkan, solfej, makam öğretecektim. Ama yoruldum, kemiklerime yarım yüzyılın sızıları birikmişti” diyen öykü kahramanı gibi ateşimizi kendi içinde boğar zaman. İmkansızın sıradan olduğunu, kaskatı kuralların değişir olduğunu gösteren; yıkılmaz, aşılmaz denilen dağları parçalayarak yarıp gözde küçülten, bir alev topundan hayat çıkartan zamanın karşısında hangi duygu, hangi ateş, hangi insan durabilir? Duramaz kimse o tek değişmezin önünde. O akıp giderken, insan sonsuzluğundan kendini alamadığı ufukları, daha doğacak günleri gözler durur boşu boşuna. Hep sonrasında, ufuğun vardığı yerde çekicini indirdiğini düşler, yağmuru bekler. Sağanak başladığında ne içinde ateş kalır ne de indirebilecek bir çekiç. Anlamıyordur insan ama belki de içindeki ateşi zamandan çok resmin sonuna ilerledikçe gördüğü manzaradan dolayı kendi söndürüyordur. Buna rağmen en kuvvetli, hiddetli akan akarsuların bile önünde durup bunları ehlileştirebilen insan, zamanı zindanlarda mahkûm edemiyorsa bükemediği eli öpme misali öğrenmeli zamana uymayı. Zifiri karanlığa varmadan içindeki ateşi zaman şelalesi söndürmeden saat tik-tak derken düşünde değil, bu yerkürede çekiç seslerini başarmalıdır yankılandırmayı. Kaynakça Erdem, Kâmil. Şu Yağmur Bir Yağsa. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016. Baskı. Whaley, Liz. Into the Ligth. Alınan Tarih: 15.11.2017. http://www.lizwfineart.com/art-gallery/light-abstract-painting/ Ekin Dağlı 21601373 ŞEYTAN VE İRADE ÜZERİNE İnsanın en büyük düşmanlarından birisi kibir ve güce olan bağlılığıdır. Güç ve kibir insanın kişiliğini esir aldığı zaman, insan sadece kendi çıkarını düşünmeye başlar. Kendi çıkarını düşünen insan, kendini daha iyi bir konuma getirebilmek için her türlü yolsuzluğa başvurabilir. Suçluyu suçsuz gösterir, iyiye kötüymüş gibi davranır. Dostluk ve arkadaşlığı çıkarları uğruna kurar. Arkadaşları, onun başarısına engel oluyorlarsa arkadaşlık haklarını kaybederler. Bir anda çıkarı uğruna arkadaşlarına düşman kesilebilir. Güce olan bağlılık ve kibir insanın kişiliğini sömüren, benliğini kendi elinde tutan insan yerine şeytanın himayesi altında olan bir insan yaratan temel faktörlerdendir. Bu fikre kapılmamda ki en büyük etken şüphesiz ki 2 gün evvel izlediğim Şeytanın Avukatı filmiydi. Taylor Hackford’un yönetmen koltuğunda oturduğu 1997 tarihli filmin başrollerinde muhteşem oyunculuğuyla Al Pacino, Keanu Reeves ve Charlize Theron’u izlerken Al Pacino’nun içine şeytan kaçmışçasına canlandırdığı şeytan karakteri, insanın içgüdülerinin ve isteklerinin kendi elinde olduğunu bana bir kez daha göstermiş oldu. İnsan, isteklerine ve arzularına kendi benliğini kaybetmeyi göze alacak şekilde kulak vermemelidir. Bizi zorlayan ve uyaran dürtülerimiz, kendimizi kontrol etmemizi zorlaştırır. Önemli olan kontrolü sağlayabilmektir. İnsanın arzuları ve hırsı baskın gelirse, hırsı ve arzusu uğruna yakınlarına zarar verebilir. Onun yanlış yolda olduğunun farkına varan yakınlarına karşı çıkabilir ve onların zarar görmesine yol açabilir. Şeytanın Avukatı filminde şeytan rolündeki Al Pacino, hedefindeki Keanu Reeves’i yoldan çıkartmak ve kendine yaklaştırmak için ona zaferi ve arzularını tattırmış ve iradesini Şeytan’a teslim etmesini istemiştir. Şeytan figürü burada insanlara istediklerini vererek, onların kendisine hizmet etmesini hedeflemiştir. Sözde insanlara “Özgür İrade” verecektir, ama o özgür irade bir nevi şeytana bağlılık yemini gibidir. Özgür irade, kul hakkı yenilerek, adaleti yok sayarak, nüfuzlu insanların suçlarını ört pas edip onların gücünün arkasına sığınılarak elde edilebilecek kadar ucuz bir değer değildir. Özgür irade, başkalarının özgürlük alanına girmeden sağlanabiliyorsa özgür iradedir. Şeytanın sunduğu özgür iradede suçlular cezasız kalmış, bir bünyeye yönlendirdiği kibir ve arzu, başka bir insanın ciddiye alınmamasına ve ölümüne yol açmıştır. Tepeden inme başarı tehlikelidir. Kartallar, avını öldürmeden önce ulaşabileceği en yüksek noktaya kadar pençelerini sıkıca kilitleyerek çıkardıktan sonra avını aşağı bırakırlarmış. Filmde şeytana baktığımız zaman insanları bir anda olmak istedikleri yere getirebiliyor ama aynı zamanda olmak istedikleri yere getirilmiş olan bu insanlar, özgür irade yalanı altında kendi iradelerini şeytana teslim ediyorlar. Eğer biri sizi gereğinden fazla yüceltiyorsa, siz başarılı olduğunuz için değil, o kişi sizi amacına ulaşırken kullandığı bir araç olduğunuz için yüceltiyordur. İnsanın bu yanılgıya düşmemesi gerekir. İnsan, pohpohlanmadan da kendi ayakları üstünde durabilir. Yeter ki ne istediğini bilsin. Kendine bir hedef belirlemişse kişi, başkalarının yaşam sınırlarını daraltmadan o hedef doğrultusunda ilerlemeli ve hayatını, kendisinin kılavuz olarak kullanacağı temel değerler üstüne inşaat etmelidir. Kılavuz olarak kullanacağı temel değerleri benimsemiş birinin karşısına, her türlü ağız sulandıracak tekliflerle şeytan çıkmış olsa dahi, kişi temel değerlerinin ışığında, erdemli bir şekilde hayatını devam ettirebilmelidir. Bunu başarmış olan insan gerçek iradenin sahibi olmuştur. İşte gerçek özgür irade sahibi olarak tanımlayabileceğimiz insan tipi de böyle olmamalı mıdır? İnsan, kendi mutluluğu uğruna başkalarının mutluluklarını elinden almamalıdır. Başkalarını incitmeden amacına ulaşabiliyorsa var mı ondan mutlusu? Erdem ve temel değerler üstüne kurulmuş bir hayatı olan kişinin elinden kimse özgür iradesini alamaz. KAYNAKÇA Taylor Hackford (Yönetmen). (1997). Devil’s Advocat(Film). ABD Sahte Özgürlüğün Bedeli Özgürlük tüm nefes alanların en düşkün olduğu kavramlardan biri. Yerden göğe , tarihin yazılmamış sayfalarından dünyanın mutlak sonuna kadar tüm canlılar için de böyledir ve böyle olacaktır. Tarih boyu dünya topraklarını insanoğlunun özgürlük için döktüğü kanlarla suladı, ağaçlarını yeşertti. Hayvanlar ve insanlar da birlikte bu ağaçların etrafında özgürce koşuştu. Özgürlüğü hep serbestlik, kimsenin tasması ve zorlaması olmadan karar alabilme ve yaşayabilme olarak bildik. Öyle bilmemiz de gayet normal çünkü bir sözlüğü açıp özgürlük kelimesinin olduğu satıra baksak herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestlik olarak tanımlandığını görürüz. Peki uğruna bu kadar mücadele ettiğimiz özgürlüğü yaşarken hiçbir şarta bağlı değil miyiz? Koşullarla yaşanılan özgürlük gerçek özgürlük müdür? Bizim özgürlüğümüz başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter mi? Koşulsuz özgürlük yani tam özgürlük mümkün mü? Maalesef değil. İnsanoğlu her kararında ve hareketinde dün geceki uykusu, havanın durumu, kıyafetlerinin rahatlığı gibi çok küçük etkenler tarafında belli bir kararı vermeye yönelik zorlanıyor. İnsanlar olarak kısıtlı bir zekâya sahip olduğumuzu biliyoruz. Peki kısıtlı bir zekâ ile özgürce karar vermemiz mümkün mü? Eğer daha spesifik bir örnek verirsem eminim ki daha iyi anlayacaksınız. Mesela zihinsel engeli bulunan bir genç çok katlı bir binaya giriyor. Asansör girişini görüyor fakat onun yukarı çıkmasını sağlayacağını anlayamıyor ve merdivenleri kullanıyor. Bu yaptığı hareket özgür bir hareket midir? Özgürlük bir kısıtlama olmadan karar verme demiştik. Ama örnekte ki gencin zekâsı asansör seçeneğini kavrayamadı ve merdiveni çıkmak zorunda bıraktı. Biz daha önümüzdeki seçenekleri açıkça göremezken aldığımız kararları nasıl özgürce verilmiş kararlar olarak adlandırabiliyoruz anlayamıyorum. Bu yüzden ben tam özgürlüğü tanrısal bir özgürlük olarak düşünürüm. Her şeye gücünün yetmesi ve sınırsız bir zekâ gerekir bunları yapabilmek, tamamen “özgür” olabilmek için... İnsanoğlu olarak gerek fiziki gerek mental koşulsuz bir özgürlüğe kavuşmamız tabii ki mümkün değil. Özgürlük ne kadar tanrısal bir kavram olsa da insanlara uyarladığımızda bazı keskin uçlarını kesiyoruz özgürlüğün, fiziki ve zekâ seviyemizle çiziyoruz sınırlarını. Bu alanda parkta oynayan bir çocuk gibi mutlu mesut yaşamaya çalışıyoruz. O sınıra boyun eğdirildiğimizi, o parkta oynamaya zorlandığımızı unutuyoruz çoğu zaman. İsteğimiz dışında bir nevi anne rahmine atılarak geldiğimiz bu dünyadaki başlangıcımız bile özgürlükten zerre nasibini almamışken biz insanlar hâla özgürlüğü kovaladığımızı sanıyoruz. Şuan için başka insanın ve ya sosyal organizmanın mandasında olmamak bizim gibi sınırlı özgürlük içinde en fazlasını isteyen varlıklar için temel yegane şey. Özgürlük hakkında canımı sıkan diğer konu özgürlüğümüzün başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitmesi. Başka insanlara zarar verebilmek de özgürlük değilmidir? Gidip birkaç insanın canını sıkacağım için yazmıyorum bunu. Özgürlük toplumsal bir şey midir bunu anlayamıyorum. Yani özgürlükler iç içe mi yaşanır? Ben özgürlüğü önceden de söylediğim gibi sınırsız serbestlik olarak tanımlıyorum. Bu serbestlik karşısında engeller pek tabii olacaktır ama bu da özgürlüğün bedelidir. Örnek vermek gerekirse her insanın dağa çıkabileceğini düşünüyorum. Ben de elime silah alıp dağa çıkabilirim bu özgürlüğüm var. Başka insanların bundan zarar görmesi etiklikle ilgili bir meseledir ve etiklik özgürlüğü kısıtlayacak bir konu değildir. Ama ben dağa çıkınca karşıma çıkacak birinin beni vurup öldürmesi ihtimalini kabullenmem gerekir. Özgürce yaptığım bu hareketin bedeli budur. Özgürlüğün nerede biteceğini söyleyen bu sözün toplumsal ahlak bilincini oluşturmak ve korumak için söylendiğini biliyorum. Yine de düşüncemi bu söz üzerinden açıklamam gerektiğini düşündüm. Bu sınırlı özgürlüğün bile çok büyük bedelleri var. Ömer Faruk Eş HER GÜN, HER HAFTA, HER AY Bu gece de çok gece kalmadan yatmalıyız ki yarını sorun yaşamadan atlatabilelim. En azından, uyku sorunu yaşamadan. Çünkü uykusuzluk gerçek bir baş belasıdır. Sinirlerimizi zayıflatır, sabrımızı sınar ve verimimizi düşürür. Bilinçaltımızın kolayca açığa vurulmasına hizmet eder ve bin bir uğraşla yaptığımız maskemizi düşürebilir. Oysa çoktan unutulan, hafızanın derinliklerine gömülmüş düşüncelerle uygunsuz anlarda karşılaşmak, sisteme uyum sağlamış, başını kaşıyacak vakti olmayan bir insanın başına gelebilecek belki de en kötü şeydir. Her sabah işe veya okula gitmek için belki saatleri yolda geçiren insanları görüyorum. Aralıksız her gün, haftalar boyu, şansa tatil denk gelmezse aylarca; sabahları ve akşamları yolda geçirmek için uyanabilmek bana dünyadaki en mükemmel bir iş gibi geliyor, özellikle de bu durumdan zerre haz etmese de sesini çıkarmayan insanların oranını düşününce. Bir insanın kendinden böyle bir ödün verip her sabah kalkması için bir nedeni olmalı. Gerçek anlamda bu dayanıklılığa erişebilmek için ne yapmak gerektiği konusunda bir fikrim yok. Eğer içinde bulunduğumuz durumdan memnun değilsek, birbirinin aynısı bu kadar çok günün altından nasıl kalkarız? Kendimizi memnun olmaya mı ikna ederiz ya da daha iyi bir geleceğin inancıyla mı geçiririz yoldaki dakikaları? Bir diğer kuvvetli ihtimal, zamana bırakınca her şeyin çözüleceğini söyleyerek biz sadece “delirmemeye” mi bakarız? Yol ve zaman kavramları her ne kadar önemli noktalar olsalar da, insan hayatında konumu bunlara göre üstün olan başka meseleler de söz konusu. Bunları ilişkiler anahtar kelimesinde birleştirelim. Sosyal bir varlık olan insanın, kendini en sınırlamış olanında bile ilişkiler göz ardı edilemeyecek öneme sahiptir. Var olan ilişkilerin türleri ve sıkıntıları bir yana, var olmayan ilişkilerin yaratabileceği sorunlar da ayrı can yakar. Kimi insan için işyerindeki hiyerarşi ve üstlerin iktidarı bunaltıcıyken kimisi evindeki, çevresindeki insanlarla olan karmaşık ilişkilerinden mustariptir. “Bugün kendisiyle karşılaşmamayı” dileyen anlatıcımız için bunlardan bazıları kocası Paul, eski kocası ve onun ailesi, arkadaşı Lilli ve binbaşı Albu ile olan ilişkileri. Geçmişe dair pek mutlu anısı yok. Yalnızlığı, bir başınalığı var daha çok. Belki de yeryüzünde her insanın kendine özgü problemleri varken, hayatın son hızla devam ediyor ve kimse için durmuyor olması tüm bu sorunların sindirilmiş düşüncelere dönüşmesine ön ayak oluyor. Dışarıdan bakınca göze batan bir durum tespit etmek neredeyse imkansız hale geliyor. Tüm bunlar demek oluyor ki, her birimiz sorunlarla baş etmek için aslında kendi başımızayız. Ancak sorunları çözmek çoğunlukla hayatımızın gidişatında büyükçe bir değişiklik gerektirdiğinden müdahale edebilecek olanağımız pek yok. Bunun yerine beynimizin ve savunma sistemimizin bizlere bir hediyesi olarak, adapte olma, unutma, kanıksama davranışlarını sergilemeye başlıyoruz. Bizi çileden çıkaracak bir etken olmazsa bu süreci idame ettirmede de ciddi şekilde başarılıyız. Çözüme ulaşmak için kendimize yabancılaşmamız, otoriteye boyun eğmemiz, sessiz sessiz işini gören bireyler olmamız gerekse de kalbimizde bir yerde, sabrın sonunun selamet olacağı inancı ve isteğiyle bunları fazla tereddüt etmeden yerine getiriyoruz. Kimimiz de kendine yeni bir kimlik yaratmanın peşine düşüyor. Anlatıcının İtalyan erkeklerinin yakışıklı ve zengin olduğunu okuduğu için İtalya’ya gidip evlenmeyi planlaması ne kadar gerçekçi bir plan? Bu onu düştüğü derin boşluktan çıkarabilir mi? Geçmişteki acılarını unutturabilir mi ya da? Aslında bazı terslikler yaşamasa belki de başarıyla sonuçlanacak bir plandı ama sonuçta yine kendini avutacak düşler kurarken, ardında kalan insanları izlediği tramvay yolculuklarında buluyor. Acaba kendisiyle karşılaşmasa bir süre, her şey yoluna girer mi biraz da olsa? Hande Çubukcu TURK-101-039 “KLİŞE” OLAYLAR ZİNCİRİ Mİ YOKSA NATÜRALİZM Mİ DERSİNİZ? /SELİN ERDEM Zorunlu kelimesi beni oldum olası tedirgin eder ve zorunlu olan her şey benim gözümde çin işkencesi gibidir. Bu duruma en güzel örnek ise okulda okunması zorunlu olan kitaplardır. Birçok öğrencinin, ortaokul ve lise hayatı boyunca tüylerini ürperten kitaplar da diyebiliriz onlara. Dürüst olmak gerekirse zorla okuduğum onlarca kitap arasında da beni etkileyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hatta iyi ki okumuşum diyebileceğim tek bir zorunlu kitap var o da Emile Zola'nın natüralist yapıtı Therese Raquin. Yapıt özetle, odak figür Therese ile halası tarafından evlendirildiği hastalıklı kuzeni Camille’in iş arkadaşı, aynı zamanda Therese’in “yasak aşkı” olan Laurent’in ilişkisini konu alarak çevre faktörünün insan üzerindeki etkisini irdelemektedir. Therese ve Laurent’in yaşadığı bastırılmış duyguların ve çıkarların eseri olan yasak aşk ve bu aşkın sonucu olarak Camille’i öldürmelerinin üzerlerindeki etkisi insan doğasının fizyolojisini ve suç psikolojisi en gerçekçi haliyle okuyucuya anlatmaktadır. Yapıt Therese ve Laurent işledikleri cinayetin bedeline dayanamayıp intihar etmeleriyle sonuçlanmaktadır. Therese’in Camille figürü ışığında suça ve intihara gitmesi aslında beklenen bir sonuçtur çünkü o, ışığı elinden alınmış, bir kafesin içinde hapsolmuş bir kuştur, kurbandır. Yapıtın genel hatları incelendiğinde okuyucuyu depresif bir ruh haline büründürecek unsurlar taşıdığı aslında apaçık ortada. Çoğu arkadaşıma kitabı sevip sevmediklerini sorduğumda da neredeyse hiçbirinden olumlu bir cevap alamamıştım. Peki, onca roman arasında, herkesin olumsuz düşüncelerinin aksine neden sadece Therese Raquin’i sevdin diye sorarsanız cevabı çok açık: ana karakter Therese'in baskılanmış içgüdüleri ve özgürlük arzusu için savaşı. Yapıtta yasak aşk, cinayet ve intihar gibi olguların ön planda olması başta oldukça klişe bir yapıt izlenimi uyandırabilir. Romanı ilk okuduğumda ben de bu izlenime kapılıp, aldanmıştım. İkinci okuyuşumda ise yapıtta bu olgulara ilgi çekici bir olay örgüsü oluşturmak için yer verilmediğini fark ettim. Çoğu yapıtın aksine bu olgular Therese Raquin’de olabildiğince sıradanlaştırılmıştı ve çevrenin insan psikolojisi üzerinde ne denli etkili olabileceğini kanıtlamaktaydı. Yapıtı okurken her sayfada kendime “Therese’in yerinde olsaydın ne yapardın?” sorusunu sormuştum ve bunu her sorduğumda “Muhtemelen elimden hiçbir şey gelmezdi.” cevabını vermiştim. Therese’in zorla evlendiği kuzeni Camille’i uzaktan akrabası olan Laurent ile aldatıp devamında onu öldürmesi, Türk sinemasında veya edebiyatında sıkça rastlanan ve alışık olduğumuz kötü kadın figürlerinden de beter bir izlenim bırakıyor olabilir. Bana göre ise Therese, hapsolduğu kısır döngüden büyük bir cesaretle kopmayı başarmış çoğu yönden takdir edilesi bir figürdür. Therese’in, Cezayirli annesinden aldığı tutkulu yapısı ve özgür doğası nedeniyle her an patlamaya hazır içgüdülere sahip olması, özgürlüğü için suç işlemeyi göze alması beni fazlasıyla etkilemişti. Bu düşüncelerimi ne zaman kitabı okuyan başka arkadaşlarımla paylaşsam yüz ifadelerinden şaşkınlıklarını fark ediyorum ve nedenini anlıyorum. Bu durum yapıtın benim için diğer kitaplardan farklı olmasının bir diğer nedeni aslında. Hayal ürünü olan her eserde iyinin tarafını tutarken, söz konusu Therese Raquin olduğunda kötülüğe yönelenene sempati duymam... Therese karakterine karşı içten içe duyduğum hayranlığı bir kenara bırakıp romanı benim için etkileyici kalan bir diğer karakter olan François’ten de bahsetmek istiyorum. François’in ismine aldanıp onu sıradan bir aile ferdi veya dostu zannetmeyin çünkü o Raquin ailesinin tekir kedisi. O yapıt boyunca Therese ve Laurent’in inişli çıkışlı ilişkisini seyrediyor, ilk öpüştükleri andan intihar ettikleri ana kadar. Düşününce insana oldukça komik geliyor olsa da ikili gün geçtikçe François’in ,Camille’in yerine geçip onları yargıladığını , aşağıladığını düşünüp işledikleri cinayetin de etkisiyle iyice paranoyaklaşıyorlar. François’in benim için neden etkileyici bir “karakter” olduğuna gelirsek, onu kitabı okuduğumdan beri senelerdir gerekmedikçe odamdan ayrılmayan kedime benzetmem. Kedim Banvit bana her baktığında (özellikle annemlerden gizli bir şeyler çevirdiğimde) beni sorguladığı izlenimine kapılıyorum ve aklıma François geliyor. ŞEN1 Sinem Şen 21202054 TURK 102-16 Ebru ONAY 17.12.2014 KENDİ KİMLİĞİMİZİ ARAMAK Küçük bir çocukken hepimiz çok meraklıydık. Sürekli soru sorardık gördüğümüz ya da duyduğumuz şeylerin ne olduğunu, ne işe yaradığını öğrenmek için. O yaştayken başlar aslında kendi kimliğimizi arayışımız. Kendi kimliğimizi aramamıza rağmen karşımızdaki kişi soruları ya geçiştirir ya da büyüdükçe hayata dair bu sorulara yanıt bulacağımızı söyler. Bu durum zamanla sorularımızın yavaş yavaş azalmasına ve cevaplarımızı ilerde öğreneceğimizden beklememiz gerektiğini ifade eder. Bu yüzden de bir an önce büyüyüp o sorulara yanıt bulmak isteriz ama bilmeyiz ki büyüdükçe daha az soru sorduğumuzdan hayal gücümüz kaybolacak ve hatta belki de bitecek, yerini ise gerçeklik alacaktır. Ne kadar hayal gücümüzün yerini gerçeklik alsa da bir soru vardır ki o hiç çıkmaz aklımızdan: Biz kimiz? Hayatta daha emin adımlar atmak için bu sorunun cevabını öğrenmeliydim. Peki ya nereden başlayacaktım? Zaman öyle hızlı geçti ki ne zaman bu yaşa gelip otuzumdan gün aldığımı bir türlü anlamadım. Hâlbuki kendimi doğru düzgün bile tanımıyorum. Etrafımdaki ŞEN2 insanlara baktığımda herkes kendini ve yapmak istedikleri şeyleri anlamış ya amaçlarını gerçekleştirmiş ya da onları gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Ben daha kendimi bile anlayamamışken hem de... Sorun bende mi yoksa onlarda mı bilmiyorum. Bir onlara bakıyorum bir de kendime. Ne işe yarıyorum ki şu koskoca dünyada nefes almaktan başka? Onlara baktığımdaysa her şey o kadar güzel ki... Aileleri var en azından. Olmayanlarsa aile kurmaya çalışıyor. Bense yapayalnızım. Neden hiçbir şey istediğim gibi gitmiyor ki? Ben mi mutluluğu hep yanlış yerlerde arıyorum acaba? Belki de öyle. Peki ya onların iş hayatları? O da mı yolunda? Ben hiçbir şeyden tatmin olamazken, onlar en güzel günlerini yaşıyor belki de iş ve aile bakımından. Kendime bakıyorum tekrardan. O kadar bıktım ki her şeyden. Bu depresif hâlimden bile sıkıldım. Hiçbir şey yapasım gelmiyor. Yaşayan bir ölüyüm sanki. Yaşım ilerledikçe daha da hırçınlaşıyorum. Aşk desen, mutluluk desen yok. İş desen o hiç yok, aylak bir adamım ben. Sanırım yıllardır aradığım ama cevabını bir türlü bulamadığım sandığım sorunun yanıtı bu: aylak bir adamım ben. Hâlâ kafamda bir soru işareti var, ya değilsem, diye ama neyse belki cevap bu kadar basit ve de oldukça yakınımda. Aylak Adam C. kendini ve yaşadıklarını anlatırken bu kelimeleri ya da bu cümleleri seçer miydi, emin değilim ama ben kitabı okurken C.’nin bu duyguları yaşadığını hissettim. Hayattaki anlamımızı, yaşamamızın sebebini, kendi kişiliğimizi öğrenmek en zor sorulardan olsa gerek, hele de kendimizi kimsesizmiş gibi hissediyorken. Belki de yanımızda birileri ŞEN3 varken onlardan güç alıp bu sorulara yanıt bulmak çok daha kolay. Aylak Adamın yanında birileri olsa kendi kimliğini ararken çok daha güçlü bir duruş sergileyebileceğinin kanaatindeyim. Ne kadar mutsuz, huysuz bir adam da olsa derinlerde çok tatlı bir adam olduğunu düşünüyorum. Kendinizi onun yerine koyun. Her şey o kadar kötüyken nasıl hayata tozpembe gözlüklerle bakıp her şey güzelmiş gibi davranabilirsiniz ki? Huysuzluğu, hayatının kötü gitmesinden kaynaklanıyor. Belki de asıl sorun bizde ama biz bunun farkında bile değiliz. Etrafımıza baktığımızda herkes birbiriyle aynı olma yarışında hem kıyafet tarzı hem de düşünce yapısı olarak. Belki de bu kadar aynı olma çok da iyi bir şey değil. Kim bilebilir belki de Aylak Adam doğru olanı yapıyor bizse yanlış olanı yapıyoruzdur kendi kişiliğimizi ararken? ŞEN4 KAYNAKÇA Atılgan, Yusuf.Aylak Adam.İstanbul:Yapı Kredi Yayınları, 2014. Büşra Rana Kulaksız KAHRAMANIM Çocukluğumuzda izlediğimiz çizgi filmler, çoğumuzun hayallerini süslemiştir. Onların renkli dünyasının içinde olmak ya da sevdiğimiz bir karakterle tanışmak istemişizdir. Mesela ben Şirinler’i izleyen jenerasyondan biri olarak şirinler köyünü görmeyi, çimlerinde yuvarlanmayı, Güzel Şirin’in aynasına bakmayı çok istemişimdir. Hatta itiraf edeyim, gerçekten de öyle bir yer olduğunu düşünüyordum. Çok uzaklarda bir köy olduğunu ve ormanın derinliklerinde Şirinler’in yaşadığına inanmıştım. O dönemler, doğum günümde bile hep onların yanına gitmeyi dilerdim. Özellikle Şirine’ye çok üzülürdüm. Onun kendini yalnız hissettiğini düşünürdüm, sonuçta o kadar erkeğin içinde tek kız. Sonra biraz büyüdüğümde, bu çok sevdiğim köyün oluşumunu sorgulamaya başladım haliyle. Şirinler’in hepsi kardeş miydi? Şirin Baba gerçekten onların babası mıydı? Eğer öyleyse anneleri neredeydi? Çocuklukta kurduğum hayaller, gerçekliklerle beraber birer birer suya düştü. Yaptığım kumdan kaleler, denizin dalgalarına kapılıp gittiler… Fakat, bunun etkisi ben de pek de uzun sürmedi. Çok yıkıcı veya travmatik bir süreç geçirdim diyemem. Çünkü benim kahramanlarım hiçbir zaman Şirinler’den biri olmadı, hatta televizyonda izlediğim karakterlerden ya da çizgi romanlarda gördüğüm çizimlerden biri de değildi. Benim daha gerçekçi, tabiri caizse daha elle tutulabilir gözle görülebilir bir kahramanım vardı: Babam… Geçenlerde okuduğum bir kitap, bu gerçekliği tekrar gün yüzüne çıkardı benim için. Sunay Akın’ın Hayal Kahramanları adlı eserini okumaya başladığım ilk anda (hatta kitabı elime alıp başlığı okuduğum anda), babamı düşünmeye başladım ve son sayfasını okurken de hâlâ aynı şekilde babamı düşünüyordum. Hayal kahramanı, Sunay Akın’ın gözünde daha çok çizgifilm karakterleri şeklinde canlanmış; belki de öyle olması gerekirdi benim için de. Ama ben “kahraman” sözcüğünün içinde geçtiği her cümleye babamı dahil etmeden, ona yakışacak bir anlam çıkarmadan duramıyorum. Elbette, çoğu kız evlat babasına düşkün olur; bizim toplumumuzda bu şekilde kabul edilmiş bir olgu olduğu inkâr edilemez. Babalar da, kızlarına çok düşkün olur, onları ömür boyu oluşabilecek her tehlikeden korumak isterler. Ama benim hissettiklerim bu içgüdüsel koruma kalkanının biraz ötesinde gibi geliyor bana. Babamın olduğu her yerde hissettiğim güven, sadece fiziksel değil; zihinsel olarak da babamın beni koruyacağını biliyorum. Beni üzme potansiyeli olan şeyleri bana söylemeden halletmek gibi ya da hayattaki bütün amacı beni mutlu etmekmiş gibi davranması mesela. Aslında biliyorum, benim babam için hissettiklerimi en doğru karşılayan kelime “idol” kelimesidir. Bunu ilk fark ettiğim an ise, insanların babama saygı duydukları gibi ileride bana da saygı duymalarını istediğimi anladığım andır. Çoğu kız arkadaşımdan duyduğum anılara göre, kız çocuklarının babalarına hayran olduğu bir yaş grubu var ya, o dönemlerde babasının yaptığı mesleği yapmak isteyenlerin sayısı gerçekten çok. Benim hikayemde ise, tam tersi bir durum söz konusu, ben çocukken doktor olmak isterdim. Tam da kendi kararlarımı bilinçli olarak verebileceğim yaşlara geldiğimde, on dört veya on beş yaşımda, babamın mesleğini yapmak istediğime karar verdim. Daha doğru ifade etmem gerekirse, babamın alanında uzmanlaşmak ve yolumu o alanda belirlemek istediğime emindim. Belli bir süre çevremdekileri ve ailemi bu fikre alıştıramamış olsam da şuan durduğum yer hepsine gerçekten bu mesleği istediğimi kanıtlıyor. Aynı Sunay Akın’ın kitabı okumaya başladığım gibi, Hukuk Fakültesi’ne başladığımda da babamı düşünüyordum. Babamın benimle gurur duymasını istiyordum, hâlâ istiyorum. Fakat bu ifadem yanlış anlaşılmasın, babamın benimle gurur duymasının tek yolu hukuk okumam değildi. Babam her zaman olduğu gibi kendime farklı bir yol çizsem de arkamda durup desteğini esirgemeyecektir. Ama benim mesleğimde ulaşmak istediğim nokta, babamın durduğu kadar saygı duyulan bir noktadır. Hukuk Fakültesi’ni bitirdiğim gün, aynı Akın’ın bu kitabının son sayfasını okuduğum gün gibi, babamı düşüneceğime eminim. Deniz Dicle Arman TURK-101-60 22.12.14 Neşe Çetiner Sistemin İçinde Kaybolan İnsanlar 6 Aralık 2014 Cumartesi günü,Ulus,Küçük Tiyatro’daki “Ramiz ile Jülide” adlı oyunu seyretmeye gittim.Uzun zamandır fırsat bulup tiyatro seyretmeye gidememiştim ve bana çok iyi geldi.Tiyatro seyretmek gerçekten insanın ruhunu aydınlatıyor.”Ramiz ile Jülide” geçtiğimiz sezon sahnelenmeye başlanan,ancak şimdi vakit vakit bulup gidebildiğim bir oyun.Öğrendiğime göre başrol oyuncusu da değişmiş.Önce oyunun özetinden ve sanat ekibinden bahsedip daha sonra değerlendirmesini yapmak istiyorum.Ramiz ile Jülide orta yaşlarında,bir dönem ün sahibi olmuş,şimdilerde ise hayattaki mutluluk yolunu arayan insanlardır.İnatlarından sıyrılabilseler belki de bir kuş kadar özgür olacaklardır.Ama bu tamamen onların elindedir.Oyunun başrol oyuncuları : Faruk Günuğur,Seda Oksal,Şirin Ergüven,Müge Taşpınar,Cihan Korkmaz ve Bade Balkanlı.Yazan Refik Erduran, rejisör ise Ali Hürol.Dekor tasarımı Sertel Çetiner’e (Ankara Sanat Tiyatrosu “Halktan Biri” oyununun da tasarımcısı) giysi tasarımı Gülümser Erigür’e, ışık tasarımı Çetin Atay’a, müzikleri ise Kemal Günüç’e ait. Gelelim oyunun değerlendirme kısmına...Oyunda ele alınan üç ana konu var.Bunlardan ilki var olan sistemin içinde insanların “öz”lerinden farklı davranıyor oluşu.İkincisi erkeklerin kadınlara olan tutumu.Üçüncüsü ise anne sevgisi. Günümüz dünyası kapitalist sistemin kurulu düzeni içindedir.Kapitalism ise “Özel mülkiyetin, üretim araçlarının büyük bölümüne sahip olduğu ve işlettiği yatırım,gelir dağılımı,üretim mal ve hizmet fiyatlarının arz ve talebin buluştuğu piyasa ekonomisi tarafından belirlendiği sosyal ve ekonomik sistemdir.” “Ramiz ile Jülide” deki üç ana figür,odak figür,Ramiz,Jülide ve Sadiye var olan sistemde kendi yollarını çizebilmek için sisteme ayak uydurmuşlardır.Özellikle “Sadiye” sol görüşün içinde bildiriler dağıtıp,eylemlere katılan bir birey iken, günümüzde şirketler için koşturup,komisyon alan biri haline dönüşmüştür.Ramiz,eski bir milli futbolcu iken Sadiye’nin girişimleri ile,telefonda insanların dertlerini dinleyip,ya onlara tavsiye veren, ya da onları aşağılayan biri olmuştur.Tabii bol para karşılığında.Son olarak Jülide ise şu anda Ramiz ile aynı işi yapıp, geçmişte de sistemin sayesinde kötü ir üne sahip olan bir kadındır. Oyunun ikinci ana konusu “erkeklerin kadınlara olan tutumu” na gelirsek, oyunun kaba erkek figürü Ramiz, bir yandan hayat yoldaşı arar, ama bir yandan da sevdiği Jülide’yi bir meta olarak görür.Onun fikirlerine saygı duymaz ve küçümser. “Ramiz ile Jülide” nin ana sorunsalı bence bu.Ataerkil bir toplumda yaşıyoruz ve erkekler,kadınlara gereken önemi vermiyor.Oysaki kadınlar,hayatın bütün yükünü sırtlarına alır.Onlar hem annedirler,hem eş,hem abla,hem kardeş... Kadınsız bir yaşam, dünyada hiçbir şekilde mümkün değildir.Ah bir de bunu erkekler anlayabilse...Bence yazar Refik Erduran, “Ramiz ile Jülide” ile ülkemizdeki kadın sorunsalını irdelemek istemiş.Böylece belki erkek seyirciler biraz da olsa anlar diye. Son olarak üçüncü ve son konu ise “anne sevgisi” dir oyunda. “Ramiz ile Jülide” de yazar Refik Erduran anne sevgisini odak figür,ana figür Jülide’nin bütün dertlerini annesinin duvardaki resmi ile paylaşmasıyla ele almıştır.Jülide fotoğraftan annesinin bakışlarını ve öğütlerini hissediyor.Örnek olarak,tam bir sigara yakmak üzere iken annesi ile göz göze geliyor ve anında bırakıyor sigarayı.Bu oyunla birlikte annelerimizin ne kadar kıymetli ve özel olduğunun altını çizmiş yazar.Annemizin gölgesini üstümüzde hissetmek her zaman güç , güven ve mutluluk verir bize.Anneler her zaman çocuklarının iyiliğini isterler ve bunun için babalardan daha çok çaba harcarlar.Oyunda, annesinin bakışları,Jülide’ye güven aşılar ve ondan aldığı güven ile hayatta tek başına kalır, zorluklarla mücadele eder.Son olarak oyun, vermek istediği mesajlar açısından son derece güzel ve eğlenceliydi.İyi ki gelmişim dedim.Keyifli iki saat geçirmek,düşünmek,sorgulamak isteyenler için ideal bir oyun.Herkes Vildan Rabia Tamer Nefret Cepheler arasında koşmak, yeni savaşlar başlatmak insanlığa antik zamanlardan kalan bir mirastır. Aynı zamanda gittikçe bağımlılığa dönüşen bir alışkanlıktır bu. İnsanın sahip olduğu küçük ya da büyük hiçbir şeyle yetinememesinden kaynaklanır bu bağımlılık. Kıskançlık, bireyin içini kemirip onun doğuştan sahip olduğu nefreti gün yüzüne çıkarmasına neden olur. Nefret aşktan daha tehlikeli olan tek motivasyondur. İnsanı gerçekliğe karşı kör edip karanlıkta yapayalnız bırakır. Aşk ise daha çok güneşi izleyen bir insanın gözlerinin kamaşmasına benzer, hiçbir cismi ya da varlığı fark edemez halde bırakır kişiyi. Hem aşk hem nefret bir şekilde gerçekleri insanın algısından ve bilincinden gizler. Fakat nefretin yarattığı yıkım, ayrılıkla veya karşılıksız aşkla karşılaştırılamayacak şekilde yıkıcı olur. “Eski içgüdülerin kışkırtması sonucu belli zamanlar insanoğlunu güvenli şehirlerden ormanlara ve geniş ovalara sürükleyen kimyasal maddelerce fırlatılan kurşunlarla can almak”(37) nefretin, öfkenin ve kıskançlığın sebebiyet verdiği en büyük yıkımdır. Tarih boyunca bu doyumsuzluğun mahvedici sonuçları insanoğlundan başkasına zarar vermemiştir. Bütün dünyayı içine alan savaşlar, bu savaşlarda ölen milyonlarca insan sadece bir anlık öfkenin uğruna yitip gitmiş hayatlardır. Nefreti köreltmenin bir yolu var mıdır? İnsanı bütün olumsuz duygu ve düşüncelerden kurtarıp zincirlerini kırmanın bir yolu var mıdır? İnsanın içinden nefreti söküp alırsak savunmasız, korumasız kalır belki de. En derin içgüdülerden biri olan korunmanın bir uzantısı olarak da görülebilir nefret. İnsan, kendine tehlikeyi çağrıştıran herhangi bir şeyden nefret edebilir ve ona karşı kendini korumak için bir strateji belirleyebilir. Bu korunma dürtüsü arada kalan masum varlıklara zarar vermediği sürece gayet basit ve etkili bir yoldur. Fakat konu insanın hayvani dürtüleri olunca sınırlar gerçekten belirsizleşebilir. Doğru ve yanlış birbirine girer ya da bu kavramlar büyük ölçüde önemini yitirir. Bu yüzden insan kendini ve sevdiklerini korurken kendine başka motivasyonlar bulmalıdır. Korumadaki öncelik tehdide karşı duyulan nefret değil de insanın kendisine ve koruduklarına karşı duyduğu sevgi olmalıdır. Bu bütün insanlığın yararına olduğu kadar aynı zamanda bireyin iç dünyasında da huzuru yakalayıp rahat bir nefes almasını sağlar. Çünkü nefret sadece çevremize zarar veren bir duygu değildir. Aynı zamanda insanın içini parçalayıp onu içeriden çürütür. Yani gerçekten kontrollü bir insan belki duyduğu nefretle masumlara zarar vermeyebilir fakat kendisinin zarar göreceği kesindir. Nefretin tek başına varlığı yetmezmiş gibi bir de bu duyguyu kontrol altında tutmaya çalışırken kendi kendini mahveder. İnsanın en derin ve en eski dürtülerinden biri olan kana susamışlık ve nefretin temel sebeplerinden biri de insanın kendini güçsüz ve yalnız hissetmesidir. Bir topluluk ile birlikte yaşamak kendisini daha yüce görmesini sağlarken içindeki nefreti gömmesine ya da en azından yokmuş gibi davranmasına yardımcı olur. Toplumla yaşamanın tamamen nefreti köreltmesini öngöremeyeceğimiz gibi bazı durumlarda bu duyguyu güçlendirdiği de kabul edilmelidir. Örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının temel nedenlerinden uluslaşma ve topluluğa aidiyetin olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak birilerine bağlanmak kimi zaman insanlar üzerinde sakinleştirici bir etki yaratırken kimi zaman da bazı negatif içgüdüleri kamçılamıştır. İşte bu yüzden insan hiçbir zaman içinde bulunduğu durumun suçlusu ya da çözümü olarak başkalarını görmemelidir. Sevdiklerimiz her zaman bir dayanak noktası oluştursa da kişi çözüm noktasının kendisinden geçtiğini bilmek zorundadır. Sevginin birleştirici gücü ve kendine olan inanç nefreti dünyadan, toplumumuzdan atıp derin bir nefes almamıza yardım edecek yegane şeylerdir. Böylece insan ilişkileri de dünya ile birlikte temizlenmiş olur. Kaynakça: Jack London, Vahşetin Çağrısı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009 Mert GÜNDOĞAN 21302360 Turk-101 Section:025 Bir Araba Dolusu Sefalet Kısmayın şimdi gözlerinizi, şu birleşen dişlerinizi de ayırın. Fotoğraf seçimimden yana gücenmeyin bana ve gözlerinizi de kaçırmaktan vazgeçin. Bakın, el arabasının içinde ki bir insan! Fotoğrafa bakınca aklınıza hemen bir yer gelmiştir eminim. Amerika mı? Yoksa Avrupa mı? Hayır, tabi ki sizin de aklınıza gelen tek kelime Afrika. Kısaca özetleyeyim fotoğrafı, yer Somali el arabasının içinde bir insan vebalı falan değil sadece aç, öylesine zayıf ki ayırt edilemiyor erkek mi?, kadın mı? Aslında erkek yada kadın olması pekte mühim değil, nereli olduğu, teninin rengi ve dini bunların hiçbiri ne benim için nede onun için pekte mühim değil. Onun aklında açlığı benimse aklımda tokluğun utancı var sadece. Bir fotoğraftan ne kadar çok şey alabilirse insan işte o kadar çok şey katıyor bu fotoğraf bana. Önce bir acıma ve hüzün arka plandaki kişinin kemiklerine dalıyor gözlerim daha sonra ve düşünüyorum, insan sırtında ne kadar da çok kemik varmış. Üzüntü hissine alıştıktan sonra hepiniz gibi ben de küçük bir empati kuruyorum ve birkaç saat aç olduğum günleri düşünüyorum bir de onların günlerce süren açlıklarını. Bizler açlıktan ölüyorum cümlesini çok kurarız ancak bu çok aç olduğumuzu belirten bir mecazdır bizler için. Küçüklüğümde babamın işten eve gelişini hatırlıyorum, salona girer ve açlıktan ölüyorum derdi. Halbuki ufak bir şaka zannedip gülerdim ben buna, o yıllarda gelmezdi aklıma insanın açlıktan ölebileceği. Şimdilerde el arabasının içinde yatan kişinin bitkinliğine ve yüzündeki yorgunluğa bakıyorum saatlerdir. Neler düşünüyor olabilir ve ben onun yerinde olsaydım ne düşünürdüm? İki düşünce geliyor aklıma ilki ölümün benim için iyi olabileceği bir diğeri ise fotoğrafları çeken insanların nasıl bu kadar sağlıklı olduğu? Bir belgeselde izlemiştim, Afrika'nın bazı bölgelerinde insanlar beyaz tenli insanların çikolata yediği için onlardan daha sağlıklı ve uzun yaşadığını düşünüyorlarmış. Ne kadar da gülünç aynı zamanda da korkunç bir düşünce değil mi? Empati düşüncesi de bittikten sonra utanç başlıyor. Utanç duygusu insana cümleler kurdurmak yerine sorular sorduruyor. Sorduğum ilk soru ise paylaşma eylemimizdeki adaletsizlik ile ilgili oluyor. Dünya'da altın arabalarını altın kaplatanlar öte yandan el arabasında açlıktan ölmeyi bekleyenler olduğunu düşünmek neden atalarımızın dünyaya adaletsiz dediklerini daha iyi anlamama olanak sağlıyor. Biliyorum sizin de kafanızda aynı düşünce var. Bu düşünce ne yapabiliriz ,bizler güçlü insanlar değiliz Afrika'daki bütün açları nasıl doyuralım diye soruyorsunuz kendinize. Belki de böyle su serpiyoruz yanan vicdanlarımıza ve ben bir şey yapamam diyerek hayatlarımıza olduğu gibi devam ediyoruz. Ancak Afrika'nın ücra köşelerine bakmamıza gerek var mı? Hayır tabiki, sokağa çıkıp üç, beş semt değiştirerek gezerseniz sadece Dünya'nın belirli bölgeleri arasında değil kendi şehrinizde dahi uçurumlar olduğunu fark edeceksiniz. Bizi en iyi bizler biliriz ve aynaya bakıp yalan söylemekten vazgeçmeliyiz. Komşumuz açken tok yatmamak için zengin mahallelerine taşınıyoruz, vicdanlarımıza hep su serpmeye çalışıyoruz. Yoksul ve aç insanları gördüğümüz zaman kafalarımız çeviriyoruz. Sonuç olarak, açlık ve yoksulluk sadece Afrika kıtasında yaşanan bir durum değil, sadece Dünya'da en yoğun yaşandığı yerdir. Halbuki kafamızı kaldırdığımızda Dünya'nın her yerinde adaletsiz paylaşımı görebiliriz. Bu fotoğraf bende tüm bu hissiyat yoğunluğunu bıraktı ve hala bu fotoğrafa baktığım zaman düşündüğüm şey el arabasındaki kişinin yada yanındaki kişinin nereli olduğu, teninin rengi veya dini değil sadece insan olması ve bu insanlar Dünya'nın her yerinde bizlerin çöpe döktüğü yemek kadar yiyecek bir şeyleri olmadığı için ölüyorlar. Fotoğrafı kafamda en güzel özetleyen Pir Sultan Abdalın şu cümleleri ile bitirmek istiyorum yazımı "Demiri demirle dövdüler; biri sıcak biri soğuktu... İnsanı insanla kırdılar; biri aç biri toktu..." "Famine in Somalia | 100 Photographs | The Most Influential Images of All Time." Time. Time, n.d. Web. 31 Mar. 2017. Pir Sultan Abdal Büşra Naz Çolban 21501386 Yukarıda Bir Yerde İnsana müzik kadar özgürlük verebilen başka bir şey var mı şu dünyada? Müzik dinlerken beni dünyaya bağlayan tüm zincirlerden kopup kendime ait bir boyuta geçiyorum sanki. Tamamen benden, bana ait düşüncelerden ve benim istediğim her şeyden oluşan ama istemediğim şeyleri de barındırmayan bambaşka bir boyut. Belki de kendi oluşturduğum dünyadan o kadar memnunum ki bu yüzden konserlere gitmekten aldığım hazzı başka bir şeyde kolay kolay bulamıyorum. Geçenlerde gittiğim Boğaziçi Caz Korosu’nun konseriyle de yine kendime doğru bir yolculuğa çıktım. Konser salonuna girmemle zaten zincirlerimden birkaçının çözüldüğünü, hafiflediğimi hissettim. Yerime oturup durakta otobüsünün gelmesini bekleyen yolcular gibi gözüm yollarda ‘o anın’ gelmesini beklemeye başladım. Çünkü o otobüsü bekleyen insanlar, otobüse bindikleri an nasıl arkalarında bir şeyler bırakarak gideceklerse ben de müziğin başlamasıyla hayatımda istemediğim her şeyden uzaklaşıp, her şeyi geride bırakarak bir saat için de olsa olmak istediğim yere gidecektim. O insanların ağzından çıkan her bir ses beni sıkışıp kaldığım bu yerden kurtarıp bambaşka yerlere götürecekti. Müziğin başlamasıyla ayaklarıma takılı o son zincirler de çözüldü ve benim yolculuğum başladı. O andan itibaren salonda benden mutlusunu bulamazdınız. İçim kıpır kıpırdı. Müziğin sesi yükseldikçe gözlerimi örten perde kalkıyordu sanki. Dünyanın göremediğim harikalarını da görmeye başlamıştım ve bu, hayattan aldığım keyfi artırıyor gibiydi. Önce yükselebildiğim kadar yükseldim. Bulutlar bile benim için çok aşağılarda kalmıştı. Artık bambaşka bir yerdeydim. Öyle bir yerdi ki burası herkesin güldüğünü düşünün. Kimsenin gözünde nefret yok. Gözlerde saf ve derin bir sevgi var sadece. Herkes yaptığı iyiliği gerçekten yapmak istediği için yapıyor, önce kendi menfaatini düşünmek kimsenin aklının ucundan bile geçmiyor. Paranın mutlulukla aynı şey olarak düşünülmediği, paradan daha değerli şeylerin olduğu bir yer. Bir tebessüm mesela… Bir tebessümün alamayacağı şeyin olmadığı bir yer, müziğin başlamasıyla yükseldiğim yer. İnsanlar mutlu çünkü kötülük düşünen insanlar onlardan çok aşağıda, bulutlardan bile aşağıda kalmış. Sanatın, müziğin olmadığı, insanların birbirine güzelce bakmayı unuttuğu bir yerde kalmış art niyet ve fesatlık. Bulunduğum yerden o kadar mutluyum ki keşke hep burada kalabilsem… Müziğin bitmesiyle yavaşça aşağıda bıraktığım yere geri dönüyorum. Alçaldıkça mutluluğum azalıyor. Yukarıda kalan, mutluluktan oluşan o yere geri gitmek için neler vermezdim ama her şeyin bir sonu var maalesef. Sanatçıların seyirciyi selamlayıp sahneyi terk etmesiyle yavaşça süzülürken bir anda yere sertçe çakılıyorum. Bu kadar sert bir şekilde gerçek dünyaya dönmek istemiyorum. Ellerim patlarcasına alkışlıyorum. Koronun her bir üyesi için ayrı ayrı… Benim için son dakikalar yukarıdaki o yerle aramda bir bağlantı olan konser salonunda. Yerimden kalkmak istemiyorum. Belki daha çok alkışlarsam son bir şarkı için geri dönerler ve beş dakika da olsa yeniden yükselirim. Sonuçta ne kadar olursa olsun, ne önemi var. Orda geçirdiğim her dakika benim için değerli. İstediğim oluyor. Tekrar yükseliyorum bambaşka yerlere. Kısa da olsa mutluluğu hissediyorum son kez. Bu sefer yere düşüşüm daha hızlı oluyor ve farkındayım ki bu sefer gerçekten son. Alkışlarımın onları geri getirmeyeceğini de biliyorum ama olsun. Hem bana yaşattıkları bu kısa süreli mutluluk için minnetimden hem de gerçekten emeklerine olan sonsuz saygımdan alkışlamayı bırakmıyorum. Salondaki son seyirci de çıkana kadar bekliyorum. Son kişi de çıkınca artık anlıyorum ki vakit tamam. Ağır ağır yerimden kalkıp kapıya yöneliyorum ancak aklımda bir sonraki konserin planıyla… Kaynakça Boğaziçi Caz Korosu. Masis Aram Gözbek. Bilkent Konser Salonu. BSO. 20 Kasım 2016 Şükrü KIRMAN İNANMAK İnsanlar… Bizler… Neden hep bir şeylere körü körüne inanmak ve güven duymak istiyoruz? Çünkü içimizde var; bir şeylere inanmak, güven duymak, yardım ummak. Evet, bu yazıyı aslında cahilce, hiçbir şey bilmeden yazıyor gibi hissediyorum ama bu konudaki gözlemlerimi ve düşüncelerimi sizinle paylaşmaya, kendime engel olmak istemiyorum. Dünyada yüzlerce dini inanış var ve hepsinin de birbirinden farklı gerektirmeleri var değil mi? Peki bu dinlerin temel yapıtaşı ne diye sorduğumda kendime, insan gibi insan olmak geliyor aklıma. İnsan gibi insan olmak? İnsan gibi insanla karşılaştım mı ki ben acaba da insan gibi insan olabileyim diye soruyorum kendime. Bana en insani gelen varlık annemdi o da büyük ihtimalle evladı olduğum içindir, bir başkasına da o şekilde davranamıyorsa ne kadar insan gibi insan olabilirdi ki? Bende aynı şekilde… Ben uzun süredir hayatımı, yaşayış amacımı, yaratıldıysam ne amaç için yaratıldığımı alabildiğine sorguluyorum… Ama ne yazık ki hala tatmin edici bir sebeple karşılaşamadım. İnandığımız bu dinler neden varlar, nereden geldiler, ne kadar doğrular? Bunun gibi sorular neredeyse her gece yatmadan beyin kıvrımlarım arasından taşıp, bütün düşüncelerimi istila ediyor adeta ve bu düşünceler, bu bilinmezlik çok acı verici oluyor. Bilinmezlik diyorum ya, acaba insanlık bilinmezlikten bu kadar korktuğu için mi çıkageliyor bu sonu olmayan dini inanışlar? Aslında bütün dinleri ayrı ayrı incelediğinizde hepsi size ütopik bir dünyayı vaat ediyor fakat bunun gerçek olması için ise bütün insanlığın aynı görüşe sahip olması gerekiyor. Dünyada o kadar farklı din ve insan varken, elbette hiçbir dini topluluk bu sonuca ulaşamıyor. Hatta ait oldukları dini görüşteki insanlar, bunun aksine kendinden farklı olanı da kendilerine benzetmeye ya da onları dışlamaya çalışıyor. İşte bu davranışta insanı insan olmaktan çıkartıp, etrafına nefret saçan bir canavara dönüştürüyor adeta. Zülfü Livaneli’nin uzun süredir okumak istediğim romanı olan Huzursuzluk’ta tam da karşılaşıyorum aslında bütün insanlığın huzursuz olması gereken huzursuzluklarımla. Birbirini seven farklı dinden iki genç, bu dışlanma ve gördüğü şiddet yüzünden hayatlarına kıyan nice çocuk yaşta insan. Ve son sözünde ‘ben bir insandım abla’ diyen Nergis… Tek suçları sadece onlardan farklı olmaları olan bu genç insanların hayatları bu kadar mı değersiz? Biz ki bu kadar mı çıktık insanlıktan da yanı başımızda ölen onca cana göz yumar olduk? O cehennemden kaçıp gelenlere yardım edemez olduk? Biz nasıl insanlar olduk böyle? Öncelikle kimsenin görüşüne, inanışına, görünüşüne saygısızlık etmek istemem ancak durup düşünmenizi ve inandığınız şeyleri sorgulamanızı istiyorum sizden, hangi dinden hangi ırktan hangi cinsten olursa olsun karşınızdaki insanın öncelikle bir insan olduğunun farkına varmanızı istiyorum. Belki de bütün dinlerin temelinde yapmamız gereken budur, insanları farklılıklarıyla kabullenmek, onları değiştirmeye zorlamamak. Bence her insan farklı ve onu da insan yapan o farklılıklar. Bunu değiştirmeye çalışmak o insanın farklılıklarını ortadan kaldırmak belki de ve bu yapılabilecek en acımasızca, en insani olmayan şey gibi geliyor bana. Ve bu duruma o kadar alıştık ve alıştırıldık ki kendi görüşümüzü paylaşmayan, farklı dinden insanların çektiği acıları umursamazca uzaktan izler olduk. Her köşe başında gördüğümüz solup giden hayatlar kimin umurunda? Yüzlerine bakmaya yüzümüzün olmayacağı insanları görmezden geliyoruz her gün hem de yüzlerce defa… Nasıl insanlar olduk bizler böyle? Yararlanılan Kaynaklar Livaneli, Zülfü. Huzursuzluk. İstanbul: Doğan Kitap, 2017. Beklenmedik Hayatlar Eğer Yaşarsam Her genç kızın imrendiği bir aşk hikâyesi Mia ile Adam'ın ilişkisi. Farklı zevklerine rağmen birbirlerinden başkasını görmeyip birbirlerine körü körüne âşık oldular. Son zamanlardaki filmlerin çoğunda olduğu gibi bu film de bir kitaptan uyarlanmıştır. Aslında önce kitabını okumak istemiştim. Genellikle önce kitap sonra film şeklinde bir prensibim var. Fakat önce filmi duyduğum için filmle başlamış oldum. Filmi ilk sinemada izledim. Yetmedi. En az iki ya da üç kez daha evde bilgisayarda izledim. Film beni öylesine kendine çekiyor ki sonunu biliyor olmam hiçbir şeyi etkilemiyor. Peki bu filmde beni bu kadar etkileyen ne? Adam ile Mia'nın yaşadıkları, ilişkileri, fikirleri, görüşleri bana klasik aşk filmlerindekinden çok daha orjinal geldi. Çok klasikleşmiş aşklardan değildi. Film anılar ile şimdiki zaman arasında gidip geliyor. Adam ile ilişkileri bittikten sonra Mia'nın evde ailesiyle kahvaltı yapması ile başlıyor film. Mia'nın annesi gazetede Adam'la ilgili bir haberi gösterir Mia'ya ve sahne değişir. Mia Adam ile ilk tanışmasından bahsetmeye başlar. Mia'nın anlattığına göre Adam zaten okulda tanınan bir insan. Bir punk rock grubunun baş gitaristi ve solisti olan yakışıklı bir çocuk neden tanınmasın ki zaten. Mia müzik odasında kendini kaptırmış bir şekilde çellosunu çalarken Adam bu müziğin sesini duyup müziğe doğru ilerler ve kapının camından Mia'yı izlemeye başlar, ta ki Mia'nın arkadaşı Kim gelene kadar. Mia'yı en sevdiği işi yaparken öylesine bir hayranlıkla izliyor ki Adam, sen de heyecanla tanışmalarını bekliyorsun. Sonra tanışıyorlar ve sahne yeniden ailesiyle olan kahvaltıya dönüyor. Mia'nın Julliard'a başvurduğundan bahsediliyor. Ailecek kar tatilini avantaja çevirme isteğiyle yola çıkıyorlar. Birkaç güzel ve sevimli sahne daha derken, trafik kazası geçiriyorlar. Rutin bir yaşantımız varken bir anda bitebiliyor her şey. Örneğin mutlu bir hayatınız vardır. Mükemmel bir eşiniz ve sevimli çocuklarınız vardır. Mesleğinizden memnunsunuzdur. Para sıkıntısı çekmiyorsunuzdur. Ailenizle geziyor, eğleniyorsunuzdur. Sonra pat diye birden her şey yok olur. Ya kaza geçirirsiniz, ya ailenizden birisi hastalanır ya da belki de iflas edersiniz, parasız kalırsınız. İyi günde birlikte olabildiğiniz bu aileyle kötü günde sabredebilecek misiniz? Ya da direk onlarsız bu hayata sabrededebilcek misiniz? Aslında her şey bundan ibaret. Sabretmek... Başka bir örnek daha verecek olursam sefalet içinde yaşıyor olabilirsiniz. Bir aileniz, işiniz, hatta kalabileceğiniz bir yeriniz bile olmayabilir. Sonra yine bir anda her şey değişebilir. Tabi ki bu kadar büyük değişiklikler olmasına gerek yok. En basitinden 2 ay önce Bilkent'e gelmeye dair aklımda hiçbir şey yokken şimdi Bilkent'te okuyor olmam yeterince güzel bir örnek bence. Neyse konuya geri dönecek olursam, kazayı duyan Adam dehşete düşmüş bir şekilde geliyor hastaneye. Öyle üzülüyorsunuz ki çocuğun durumuna. 2 aydır görmediği ve hala sevdiği eski sevgilisi kaza geçirmiş ve hayati tehlikesi var. Düşündükçe üzülüyorum. Daha da üzücü olan şey, Mia hem annesini, hem babasını, hem de kardeşi Teddy'yi kaybediyor bu kazada. Ve olanların da farkında. Herkes sizin uyanmanızı beklerken siz böyle bir dünyaya uyanmak ister miydiniz? Çevrenizdekiler ne kadar iyi olursa olsun, ailenizin olmadığı bir dünyaya uyanmak... Mia'nın hayata tutunabilmesi için ayrı ayrı herkesin gelip Mia'yla konuşmaları çok mutlu ediyor beni. Her konuşma da ayrı bir duygulanıyorum. Dedesiyle olan kısmından en yakın arkadışına ve en son Adam'a kadar... Hayatın ne zaman, ne şekilde ne getireceğini asla bilemeyiz. En mutlu anlarımızda bize tokat gibi gelebilecek olaylara karşı hazırlıklı olmalı, aynı şekilde en kötü anlarımızda küçük bir olayla bir anda her şeyin daha iyi olabileceğini de bilmeliyiz. Kısacası anı yaşamalıyız. Ekstra bir öneri, Adam gibi bir insan bulmalı ve onu elimizden kaçırmamalıyız. NOTALARIN VE SÖZLERİN CANLANMASI Şarkı. Oldukça geniş anlama sahip bir kelime. Kulağımızın ulaştığı her yerde herhangi bir şarkıya rastlamak oldukça mümkün. Asıl zor olan şey, bunca şarkının arasında bestesiyle veya sözleriyle fark yaratanların arasında olabilmek. İşte bu yüzden her şarkıyı aynı kefeye koymak mümkün değil. Her ne kadar ‘’şarkı’’ genel bir kelime olsa da kendini genelin içerisinden sıyıranları fark edebilmek gerekiyor. Bestesinin her notasında, sözlerinin her kelimesinde farklı bir anı, hüzün veya mutluluk barındıran şarkılar anında sıyrılıyor ve farklılıklarını hissettiriyor. İşte bu farklılıklar Beethoven’ı Beethoven, Mozart’ı Mozart ve daha birçok ismi ayrıcalıklı yapmayı sağlayan detaylar. Örneğin, Beethoven sağırdı. Bu durumun içerisinde yarattığı hüznü, acıyı belki de isyanı besteleriyle dile getirdi. Onun sağır ve besteci olması birçoğumuz için şaşılacak bir durumdu. Ancak o, kusuruna isyan niteliğinde hemen hemen hiç kimsenin başaramayacağı ve inanamayacağı bir şeyi yaparak besteci oldu. Belki de sağır olmasa bunca eseri hâlâ ve muhtemelen yıllar sonra yeniden bestelenmeye, senfoni orkestralarının vazgeçilmez parçaları olmaya devam edemeyecekti. Mozart ise hasta karısı için ilaç bulmalı, para kazanmalı aynı zamanda da evinin geçimini üstlenmeliydi. İşte bu yüzden hiç durmadan besteliyor ve turnelere çıkıyordu. Hiçbir zaman besteleri ‘’işe yaramaz’’ ya da ‘’beş para etmez’’ olmadı. Çünkü o bestelerin içinde çektiği zorlukların hüznü, öfkesi belki de anıları saklıydı. Bu yüzden ne kadar hızlı bestelerse bestelesin, hâlâ kendinden bahsettiren bir besteci olmayı başardı. Tıpkı bu iki isim gibi birçok bestecinin kendilerine ait anıları, hayat hikâyeleri ve yaşamlarındaki zorlukları birçoğumuzdan daha fazla. Bunların hepsi tesadüf mü? Bence kesinlikle değil. Çünkü bu bestelerin kaynağı acının, hüznün ve öfkenin yarattığı tükenmişlik hissinin, kimi zaman ise mutluluğun vermiş olduğu coşkunluğun izleri. Bu bestelerin her biri bir yaşanmışlık, tükenmişlik, dibe vurmuşluk veya mutluluk taşıyor. Kimi zaman bestecilerin hayatlarındaki insanların nefesleri, cümleleri ve varlıkları onların bestelerini etkiliyor. Bu yüzden o bestelerin hiçbiri can sıkıntısından ve boşluktan yazılmıyor. Onların her biri bir yere, bir insana veya bir duyguya ait oluyor. Tıpkı Kazuo Ishiguro’nun Noktürnler: Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler kitabında besteleri, müzik aletlerini ve notaları farklı anılara bölmesi gibi o insanlarda bestelerini farklı anlara bölüyor. Onlar notaya can veriyor. Şarkı, müzik, beste ve nota gibi oldukça geniş anlamlara sahip kavramları yeniden yorumluyor. Eğer onlar notaya can vermeselerdi bunca yıldan sonra hâlâ aramızda olmayı başarabilirler miydi? Ya da biz onların şarkılarını dinlediğimizde kendimizi dingin, uyuşmuş ve arınmış hissedebilir miydik? En önemlisi ise doymuşluk hissini ruhumuzun içinde bulabilir miydik? Kazuo Ishiguro’nun eseri gibi notalar Venedik’te, Güney İngiltere’de veya Londra’da farklı anıların ve hikâyelerin kahramanları olabilecek kadar canlanabilirler miydi? Bunun yanında, beste her ne kadar geniş bir kavram olsa da her bestesi olana ‘’besteci’’ demenin zor olduğu gibi her şarkısı olana ‘’şarkıcı’’ demek oldukça zor. Tıpkı hayatlarında barındırdıkları duyguları notalarına yansıtmayı başarmış bu besteciler gibi hayatları boyunca karşılaşmış oldukları duyguları sözlerine yansıtmış şarkıcılar da saygı duyulmayı hak ediyor. Örneğin, Whitney Houston’un bir eseri olan ‘’I Will Always Love You’’ dünya çapında yaygın bir üne sahip. Bunun nedeni şüphesiz ki bestesinin yanında şarkının sözleri ve bu sözlerin insanlara hissettirmiş oldukları. Bu insanlar, tıpkı notaları canlı birer varlıkmış hâline getiren besteciler gibi şarkıların sözlerini ve bu sözlerin tınılarını yaşamla bütünleştirmeyi başarıyor. Sözlerin içerisinde acıyı, mutluluğu, hüznü ve yaşanmışlıkları başarılı bir şekilde taşıyabiliyor. Bu sayede bu duyguları insanlara yansıttıklarında insanlarda bir anda bu duygulara barınabiliyor. Mutluyken hüzne, hüzünlüyken mutluluğa geçiş yapabiliyor. İşte bu yüzden, şarkı ve beste gibi kavramları tek bir anlam içerisinde değerlendirmek zorunda olsak dahi; notalara can vermiş, sözleri ruha sahip varlıklar haline getirmiş insanları genellemenin içerisinden ayırmak gerekiyor. Ayşe Gökçe Çelik En Çok ve En Uzun Anısı ben olayım şarkıların, sözlerin, hem hüzünle hem mutlulukla kapanan gözlerin, dansların, ışıkların, çığlıkların, haykırışların, içilen sigaraların, yıldızlara bakarak dolan gözlerin, deli gibi zıplayanların… Ben olayım ki güzelleştireyim, renklendireyim hayatımı yeniden. Korkmadan, insanların bakışlarını önemsemeden bilinçli bir şekilde kendimi kaybedeyim, kaybettikçe bilincimi yitireyim ve o bilinç kendini şarkılarla ifade etsin. Bana ait olmayan sözlerle kendimi ifade etmenin rahatlığını yaşayayım. Bunların hayali ile yaşarken bütün –ım/im arzularım, Ankara’da gerçekleşen Milyonfest konserinde hayat buldular, bana can kattılar. Sanki yarın uzak değil de şimdiki zamana bağlanan bir anmış gibi hissettirdiler. Konser alanı başta değişken, zamanla romantikleşen, ânı yaşadıkça canlanan bir organizmaydı. Alana girdiğim an, ortamı benimsedim. Tanımadığım birinin yaşadıklarımı, duygularımı, umutlarımı ve umutsuzluklarımı şarkı söyleyerek ifade etmesiyle benim deliye vurmam eş zamanlı gerçekleşti. Bütün hayatım boyunca yapmak istediğim şeyi -bir saniye bile düşüncelere yer vermeyip gözlerimi kapatarak var olan bütün gücümle dans etmek- gerçekleştiriyordum. Alanda bulunan herkese kendimi yakın hissediyordum. Hiçbirini tanımıyordum, hatta gözlerim kapalı olduğu için onları görmüyordum bile ama biliyordum ki, hepimiz kendimizi kaybetmek için oradaydık. Bizi büyük bir açlıkla eğlenmeye, kendi sesimizi duymamak için çırpınmaya iten sebepler farklıydı. Belki de aynıydı. Bu hayatta gerçek olan sebepler değil hiçbir zaman zaten. Sonuçlar da değil. Bu sonuçlara nasıl tepki verildiği. Bizler delirerek tepki gösteriyorduk. Konser, benim için iki bölümden ibaretti. Birinci kısımda ellerimle ve ayaklarımla tempo tutarak ve saçlarımı savurarak içimden geldiği gibi dans ettim. Yeni bir şarkının başlamasıyla değişen ışıklar, figürlerimi belirliyordu. Kırmızı, daha yavaş salınmam gerektiğini söylerken; mavi ve sarı, büyük bir coşkuyla zıplamam gerektiğini haykırıyordu. Beyaz ise kafama göre takılmam gerektiğini işaret ediyordu. İtiraf etmeliyim ki, arada sanatçının hareketlerini de taklit etmeye çalışıyordum. Bazı sanatçıların hareketleri şarkıyla o kadar bütünleşmiş duruyordu ki, farklı bir tarz benimsemek saygısızlık olurdu. Öyle bir içselleştirme… Bu süreçte yeni bir durum keşfettim: Dans ederken ya da şarkı söylerken bireysel olarak tanıştığım insanlarla daha çabuk kaynaşıyorum. Sanki birbirimize söyleyecek sözlerimizi yıllarca biriktirmişiz, öyle bir konuşkanlık. Birlikte geçirdiğimiz anları harcamaktan kaçınıyormuş gibi sürekli hareketlilik. Her ne kadar o insanları bir daha göremeyeceğimi düşünsem de bu hayatta bana benzeyen insanların var olduğunu bilmek rahatlatıyordu. Etrafımdaki tekdüzeliğin geçici olduğunu, bunun gibi daha çok güzel anı biriktireceğimi gösteriyordu. İkinci kısımda, geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği birlikte yaşadığımı söyleyebilirim. Geçmişte yaşananlar olmasaydı şu an nerede olabileceğimi sorgulayıp durdum. Aslında hayatım boyunca nerede olmak istediğimi düşlemedim hiç. O yüzden yaşananlar olmasaydı, hayatımın şimdiki zamanının farklı olacağına inanmayı reddettim. Sadece yıldızlara baktım. Işık cümbüşünün içinde dahi o kadar parlaktılar ki… Kafası karışık bir insan olmak istemediğime karar verdim ama yaptıklarımın, yaşadıklarımın nedenini açıklayamadığımı biliyordum. Benimki kendini rahatlatmaydı. Benim sevinçlerimin hüzün kokan bir tadı, gidip dönmeyi bilmeyen bir yanı vardı. Teoman, “Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?” dedikçe keyif aldığım lâkin gözlerimi buğulandıran bir hayatım olduğunu düşündüm. Dibe batmayı mı daha çok seviyordum yoksa en dipten kurtulmak için verdiğim emeği mi? Beni değerli kılanın, emeğimin karşılığını görmek olduğunu biliyordum, o zaman niye durağan kalmayı tercih etmiştim, işte bunu bilmiyordum. Ben zaten bu hayatta en çok bilmiyorum. Bilmediğim için utanç duymuyorum. Sadece bekliyorum, hayatın karşıma ne çıkaracağını merakla bekliyorum. Konsere gitmek, yolculuğa çıkmaktan farksızdı. Kalabalıkta yine kendimle baş başaydım. Yakın hissettiğim insanların hepsi, birdi, tekti ve bendim. Benden ibaret olan o kalabalık, âna ait olan mutluluğumun özgürlüğümün üzerine gölge düşürmesini engellemekteydi. Ait olma korkumun üzerini örtüyordu ya da aidiyet isteğimin kabul edilmemesi ihtimaline karşı kendimi koruyordum. Korkuyordum. Bu öyle bir korku ki sevilmeme, anlaşılmama ve görülmeme üçgeninden çıkamıyordum. Biliyorum ama bu hayatta en çok gürültüsüz sözcüklere, kahve eşliğindeki eş-dost sohbetlerine, sıkı sıkı sarılabileceğim insanlara inanırsam karanlıklar dağılır. Kırıklarımı toparlayabileceğim bir hayat umuduyla… MelinOkandan PARMAKLIKLARIN ARDINDAN NAZIM’I İZLEMEK Oldumolası sevmişimdirNazım Hikmet’i, buyüzden Nazım’ınhapisyıllarını anlatan bir oyunun tiyatrolardaoynadığını öğrendiğimdebilet almakta hiç tereddüt etmedim. Şairin bir şiiriyle aynıadıpaylaşan buoyunun adı“Yaşamaya Dair”idi. Oysa mahpushane köşelerinde çürüyüpgitmekte olan biradamınyaşamaya dairsöyleyecek neyi olabilir? Düşünüyorum dainsan ölmeyi düşlemez miböyle çaresizken? “Ne ölümden korkmak ayıp nededüşünmek ölümü”diyor Nazım oyunda; aklımagelenlerin aksine, tutunacak birdal yaratıyor ölümden. OyundabiryandanNazım’ıcanlandıranGencoErkal’ıkodestevoltaatarkenizliyoruz, öbür yandanevdeörgüöreneşinigörüyoruzonun;içimiburkanbirtablodurbu.Birbekleyeniolması insanınkavuşmakyakındeğilken...Ölümgibibirhayatyaşıyordu şairbesbellioyunda;buna rağmenbudünyaya kazıkçakacakmışizleniminivermeyibaşarıyordubana,okuduğusevda sözleriyle.Kimbilir,aşkbelkideyaşamayadairençarpıcışeydiNazımiçin. Oyuncular,Nazım ileeşinin birbirineyazdığı mektupları okurken çokça duygulandığımı söyleyebilirim. Ne varki şairin mahkûm hayatıyaşamasına rağmen toplumculuktan kopmayışını vebarışçı tutumundan tavizvermeyişini izliyor olmak beni daha çoketkiledi. Öyle ki, Hiroşima’ya bomba atıldıktan sonra kaleme aldığı “KızÇocuğu” şiiritüylerimi diken diken etti.Genco Erkal “Çocuklar öldürülmesin şeker deyiyebilsinler” dizesini okuduğundaonunsırf kendi halkınındeğil, tüm insanlığınkahramanı olduğunudüşündüm, buesnadasalondaki herkes gözyaşları içindeydi. YaşamayaDairoyunuoynanmasaydıbile,“Senyanmasan,benyanmasam,bizyanmasak,nasıl çıkarkaranlıklaraydınlığa?”dizesiniokuyanherkesNazım’ıninsanlığasunduğufedakârlık örneğinigörebilirdi.Nevarkiokumuyorkenkimsebudizeleri,GencoErkal’ınonlarıtümsalona haykırmasıbeniçokmutluetti.İnsanlarıngörselliğeönemverdiğinidüşünüyorum,işteburada oyunşiirinyapamadığınıyapıyorbence.Böyle olmasınıistemesemdeizleyicilere bakarak oyunun onlarda insan sevgisini vefedakarlığı yeni yeni alevlendirerek yıllarönce yazılmış şiirlerin üstüneçıkabildiğini görüyorum neyazıkki. Oyunda beni etkileyen yalnızcaNazımdeğilditabii ki. Nazım Hikmet’ineşi bir karakter olarak oyunda büyükbiryer tutmasada Nazım’asunduğuaşklabir destekçirolündeydi. İzlenimlerimegöre şairin barış vekardeşlikyolundaki davasınakatılan birkadından çok, ümitsizcekocasını bekleyen veonunsevdasını perçinleyen biriydi. Oyunda da onunsürekli birpencerenin kenarındave evin içindecanlandırılması budüşüncemi güçlendirdi. Hapiste olan Nazım’ınbilekavaklarınaltındayürüdüğünügörünce birevkadınıyla bir dava adamınınaşkınıizlediğimizianladım. Tümbunlarınyanında,izlediğimoyunbendeNazım’ınzekibiradamolduğukanısınıyarattı. Onunaşkladoluptaşanbirkalbiolduğunubilsemdesözlerininböyleinceliklesöylendiğiniher nasılsafark etmemiştimdahaönce.Şairinkarakterinehayranlıkbeslememerağmenşiirlerinin banahitapetmediğinidüşünürdümhep.Oşiirlerinbuoyundaçarpıcıbiredaylaokunması,ne kadarzekicekalemealındıklarınıfarketmemisağladı.OyundaGencoErkal“Karıcığım”diyor, “budünyasoğuyacak”.Zannediyorumkihüzün,aşkve zekâbircümledebirbirinidahagüzel bulamazdı.Bizzat“YaşamayaDair”şiirindenalınan“Budünya soğuyacak”dizesiniböylehoş biruyarlamaylasunmalarıiçimiürpertecekkadaretkiledibeni. Yazımınsonunagelirken, belirtmek istiyorum ki benim buoyunda gördüğüm şey ne Nazım’ınhayatıyla ilgiliydi ne degerçeklerden birkesitti. Benim gözlemlediklerim yaşamaya dairçıkarımlardabulunan biradamınbilge sözlerinden ibaretti. Düşünüyorum da soğumazdı budünya herkes böyle güzel bakabilseydi hayata. El eleverip ısıtırdıkdünyamızı, Genco Erkal’ındolaştığı kayınormanlarına karlar hüzünle yağmazdı.Beklemezdi evlerinde çaresiz sevgililervebelki en önemlisibilseydik birşeyler yaşamaya dair, kapanırdı kodesler. Kaynakça: Yaşamaya Dair. Yön.Genco Erkal. Oy. Tülay Günal, Genco Erkal. KadıköyHalk Eğitim Merkezi. 6Nisan 2017.Tiyatro. Hikmet,Nazım. “Karlı KayınOrmanında.”Siir.gen. y.y. 14Mart 1956. Hikmet,Nazım. “Kız Çocuğu.”Siir.gen.y.y. 1956. Hikmet,Nazım. “Kerem Gibi.” Siir.gen.y.y. Mayıs1930. Hikmet,Nazım. “Yaşamaya Dair.”Siir.gen.y.y. 1948. O Beğenmediğiniz Sokaklarda Yaşar Masumiyet Cahit Zarifoğlu'nun "Ne çok acı var." sözü aklıma geldi "Masumiyet" i izleyince. Ne çok acı var dedim hayatta ve bu filmde, bizden uzak. Sağır ve dilsiz sefillik içinde sürüklenen bir kız çocuğu, kardeşinin kurşunuyla dili parçalanmış konuşamayan bir abla, depremde ailesini kaybetmiş ve namus davasına on yıl hapis yatmış bir genç, sahipsiz kalıp çaresizce ortalığa düşmüş bir kadın, âşık olduğu kadının yanında olabilmek pahasına başkalarıyla düşüp kalkmasına göz yuman, peşinden sürüklenen çaresiz bir adam... Ne kadar şımarık, memnuniyetsiz, kıymet bilmez, ukala bir insanım ben diye düşündüm ekranda oyuncuların ismi aşağıdan yukarı kayarken, ilk defa bu kısmını kapatmadım bir filmin, daldım. Hayatımda ciddi bir zorlukla karşılaşmamışım, başımın çaresine bakmak zorunda kalmamışım, bedensel engelim yok, büyük kayıplar vermemişim, dost kazığı yememişim, başkasının yüzünden on yıl hapis yatmamışım... Ben diyorum da, çoğumuz öyle değil miyiz yeni nesil olarak? Dertten, tasadan uzak, el bebek gül bebek yetiştirilmişiz ebeveynlerimiz tarafından, hayatın sillesini yememişiz, ayağımız kaymamış fazla. Ha ama yok, afra tafranın en kralı yine bizde. Annem bana "gak" dedi bunalıma gireyim, babam bana "höt" dedi üç gün konuşmayayım, arkadaşım mesajıma geç cevap verdi tavır koyayım, bu ne ya? Gerçekten çok büyük dertlerimiz var Allah düşman başına vermesin. Bunun en büyük sorumlusu ise bence ebeveynler. Aman burnu kanamasın, kötü söz öğrenmesin, derslerinde iyi olsun da ne olursa olsun deyip çocuklarını sokaktan, gerçek hayattan alıkoyan ebeveynler. Bırak kardeşim çocuğunun burnu da kanasın, kötü söz de öğrensin, dersleri de kötü gitsin bazen. Sonra dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan seri üretim, özelliksiz bireyler oluyor bu çocuklar. Sahiden de insanda ne eksikse insan ona özeniyor, asıl gariban olanlar mutlu olmak istiyor, yediği önünde yemediği arkasında olan bizler ise mutsuz olmak, şikayet etmek için fırsat kolluyoruz adeta. "Ne cız etmesi, tornavida yemiş gibi oldum." diyor Haluk Bilginer, filmdeki o meşhur sekiz dakikalık tiradında. Ben hiç tornavida yemiş gibi olmadım şu hayatta, bu demektir ki en mutsuz anım bile bir lütuf bana, tornavida yemiş gibi hissettirmediği için. Bir kitap okudum hayatım değişti derler ya, bu film de benim hayatıma dokundu. Garip aslında her yanından trajedi taşan bu filmi izledikten sonra daha pozitif bakan bir insan oldum her şeye, dertlerim küçüldü resmen, daha büyüklerini çok çarpıcı bir şekilde gösterdi çünkü bana "Masumiyet". Masumiyet kavramına bakış açımı da değiştirdi bu film. Temiz yüzlü, dürüst insanlara biraz da bebeklere yakıştırırdım bu sıfatı. Oysa bu filmde bu tanımlara taban tabana zıt insanlar vardı ve hepsinin masum olduğunu düşündüm. Bana bunu düşündürense bu insanların başka hiçbir şeyi umursamadan, menfaat hesabı yapmadan, sevdiklerinin peşine düşmeleriydi perişan olacaklarını bile bile. Perişan olmak dert değildi onlar için istediklerini yaptıktan sonra. İşte bu masumiyetti. Bütün o kirli, anlamsız çıkar hesaplarını boşverip, içinden geleni yapmak. Bunu ancak masum olanlar yapardı çünkü mantığını, çıkarını duygusunun önüne koyanlar masum olamazdı, onlar masumiyetini yitirenler, kirlenenlerdi. Filmi izledikten sonra düşünürken çocukluğuma gitti aklım istemeden, tebessüm ettim. İyi ki dedim, iyi ki sokakta büyümüşüm, iyi ki babam çok istediğim, beni robotlaştıracak o cep telefonunu almamış bana, iyi ki en sevdiğim arkadaşımla kavga edip gizli gizli ağlamışım, iyi ki haksızlığa uğradığım için, gücümün yetmediği benden büyük abiye diklenip sonra yine ağlamışım, iyi ki gecenin bir vakti beş parasız gezmişim beni karşılıksız seven kardeşlerimle. Beni ben yapan, bana hayatı öğreten işte bu hayatla yüzleştiğim anlardır, Allah sayılarını artırsın. Bu tecrübeler sayesinde ben düşüp dizimi kanattığımda ağlayarak annemin babamın yanına koşmadım, dişimi sıkıp tuttum gözyaşlarımı. İlker DEMİREL ANKARA 09.03.2016 Bengisu Kestir Sesimi Duyan Var Mı? ‘’ Allah’ım bir şey olsun artık hayatımda, bir mucize olsun.’’ Bugünlerde ne yaptığımı, ne istediğimi sorguluyorum. Büyümek dedikleri böyle bir şey mi? Kararsızlık mı, boşlukta hissetmek mi, aniden gelen hissizlik ya da aşırı duygusallık mı? Düşünüyorum sadece. Hatta o kadar düşünüyorum ki kendi düşüncelerimde boğuluyorum. Eskiden en çok geleceği düşünürdüm; ne olmak istiyorum, ideallerim neler vs. En çok da büyüyünce şunları yapacağım diye onlarca hayal kurardım, hayal üstüne de plan… Fakat hayat tam tersiymiş. En ummadığımız anda en ummadığımız şekilde kişiler, olaylar çıkarıyor; yeni yollar açıyormuş bize. Çünkü fark ettim ki neyi ne kadar çok istediysek o kadar farklı şekilde çıkıyormuş karşımıza. Tam istediğim şey olmadığında yıkıldım derken daha güzeli belki haftalar, aylar sonra çıktı ya da olmayan şey daha kötüsü çıkarak beni daha çok üzdü beklentilerim suya düştü. Ama hayatı nasıl kontrol edebilirim henüz gerçekten bu yaşta bilmiyorum ve şu an öyle bir hâldeyim ki dağınık gibiyim, adeta boşlukta gibi… Üniversiteye çok büyük hayaller ile içim kıpır kıpır başladım. Yeni hayatlar, yeni arkadaşlıklar, devam edecek sıkı dostluklar… Ama diye devam etmeyeceğim çünkü her şeye en başından şu şekilde başlamak istiyorum. Okula hayatımda çok değer verdiğim bir insanla birlikte tercih yaparak girdik. En kötü anımda yanıma koşan, en sevinçli zamanlarımda da ilk onunla paylaştığım özel bir insanla… Fakat bazen öyle olması gerekiyordur ya işler benim beklemediğim şekilde gitti ve en çok üzüldüğüm de çok değer verdiğim bir insanı kaybetmiş oldum. Daha sonra ne yazık ki ortama, çevreye, arkadaşlıklara, okula, derslere daha çok yeni olmamdan alışamadım ve onun yokluğu çok daha kendini gösterdi. Sanırım bu kayıp benim bazı şeyleri çok daha fazla sorgulamama ve düşünmeme neden oldu. Eskiden hayat dolu, capcanlı, kolay kolay üzülmeyen her zaman mutlu olabilen hatta etrafa enerji saçan bir insanmışım. Beni üzebilecek bir olaya rağmen kendimi hep bir şekilde toparlamayı biliyordum. Bu eğlenceli hâlim de çevremde çokça insanın olmasına yol açtı tabii. İyi kötü bir sürü insan. O sıralarda belki de büyüyor olmamın etkisiyle bazı şeyleri daha çok sorgulamaya başladığımdan her şeyin çok sıradan, aynı monotonlukta gittiğini fark ettim. Son dört-beş yılım hep aynı kişiler aynı yüzler aynı olaylar, aile okul arkadaşlıklar üçgeninde aynı şekilde dönüyordu. Hayal ettiklerim, yapmak istediklerim umduğum gibi gitmiyordu ve tam o zamanlarda bir destek aradığımda karşıma hiç bu şekilde beklemediğim bir mucize çıktı. Çok güzel bir insan… Her düştüğümde destek oldu, kaldırdı ve en çok ihtiyacım olan şeyi önemsenmeyi verdi. Değer kelimesinin ne demek olduğunu da zaten ondan sonra anladım. Çünkü o gittikten sonra ve gerçekten o değeri görüp gerçek sevgiyi öğrendikten sonra aslında insanların nasıl bana değer vermediğini gördüm. Çoğu kişi çoğu olay anlamsız, samimiyetsiz gelmeye başladı. Şu an düşünüyorum da eğlenip mutluluk olarak gördüğüm şeyler anlamsız, uğraştığım, üzüldüğüm şeyler de gereksizmiş. Evet, belki şu an onun yokluğunu hissediyorum, hâlâ üzülüyorum ama gittiği için de kesinlikle kızgın değilim. Çünkü kesinlikle fark etmem gereken şeyleri fark ettirdiği ve beni olgunlaştırmaya başladığını düşündüğüm için ona teşekkür ediyorum. Belki kafam karışık, git geldeyim, bazen çok mutlu bazen çok hüzünlüyüm evet ama şu an bulunduğum süreç benim için ne kadar zor olursa olsun bu da çözmem ve kendi başıma halletmem gereken bir zorluk. Ne olursa olsun en sonunda bana yine en yakın olabilecek, beni en çok anlayabilecek ve kurtarabilecek yine kendimim. Bu yüzden hayatta sürekli seni düştüğünde kaldırabilecek bir insan arayışının gereksiz olduğunu anladım. Ne kadar dağılırsam dağılayım yine de üstesinden gelebilmek için yine ben varım. Şu an hayatımın en zorlayıcı dönemi olmayadabilir. Önüme ne zorlukların çıkacağını bilmiyorum ve şu an üzüldüğüm şeylere yeri geldiğinde üzülmemin ne kadar gereksiz olduğunu anlayacağım. Ne yazık ki bazı üzüntüleri yaşamadan, düşüp kalkmadan, en yıkıldığımızı düşündüğümüz zamanları yaşamadan olgunlaşamıyoruz. İşte bu yüzden belki çok klasik gelecek fakat şu aralar en çok bulunduğum duruma, yaşadığım hayata, sahip olduklarıma şükrediyorum. Yanımdan eksik olmayan herkese, bana en çok değer veren her zaman destek olan aileme, sağlığıma ve kendime şükrediyorum… Kaynakça Umur TURAGAY. İkimizin Yerine. 2016. Türkiye Haritadan Bir Yer Seç İnsan yaşadığını ne zaman fark eder? Yanlış anlamayın, yaşamaktan kastım nefes almak değil. E tabii onun da kendine has bir güzelliği vardır ama yaşamak daha ağır bir mesele. Burundan alıp ağızdan verdiğiniz havayı gözünüzde büyütüp yaşadığınızı iddia edemezseniz. O kadar basite indirgenecek bir yolculuk değil bu kısacası. Yaşadım diyebilmek için neye ihtiyacınız var biliyor musunuz? Mesela her sabah bir şişeyi bitirmeye yemin ettiğiniz, o çok sevdiğiniz parfümü düşünün. Kokusu burnunuza kadar geldi değil mi? Ben de sizdenim, güzel kokulara olan zaafımı saklamaya niyetim yok. Ama ben bunu zaaftan ziyade, üzerimde taşıdığım bir imza olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Esen her rüzgarda beni başkalarına hatırlatacak olan o koku, aitlik duygusunu kazanmanın en kolay yolu bence. İnsanoğlu ait olduğunu hissettiği anda yaşamaya başlıyor aslında fark etmeden. İyelik ekinin gücünü yadsıyacak halimiz yok. Ait olmak, sahip olmanın ötesinde; bir şeye, bir yere değer katmak çünkü. Kim bilir belki de ruhun bedenin dışında yeni bir ev arayışıdır. Peki ya ait olmak bir yere bağlı kalmak mıdır? Bir insan birden çok kokuya aşık olabilir birden çok rengi aynı anda sevebilir. Zaten hayatın tek bir renkten ibaret olmadığını hepimiz gayet iyi biliyoruz. O zaman aitlik duygusunun büyüsüne kapılıp tek bir yerin veya zamanın mahkumu olmayı reddetmeyi teklif ediyorum. Ne bileyim, parfüm kokusundan başka bir kokunun peşine düşmek gibi mesela. Toprağı kucaklayan çiçeklerin, yağan yağmurun ya da yeni baharatların kısacası size yeni bir benlik kazandıracak olanın kokusunun peşine düşelim biraz da. Esen rüzgarla burnumuzun ucuna gelmesini beklemek hem tembellik hem de ertelemek bir yerde yaşamaya çalıştığımız hayatı. Zıt yönde esen rüzgarın götürdüğü yere gidelim bakalım, bir de öyle deneyelim “doya, doya” yaşamayı. Yeni bir yer keşfetmenin, tek bir sırt çantasının verdiği özgürlüğe dayanarak attığım adımların heyecanını ait olduğum yerde ve hatta kişilerde yaşayamıyorum. Evde televizyonun karşısında her gün üstüme giydiğim kıyafetlerle, oturduğum koltukla aramda ki bağ alışkanlık olmuş, alışkanlık olan da sıradan gelmeye başlamış... Sonsuz bir yeniliğin peşine düşmek isteyip aitlikten vazgeçemeyecek kadar korkak olduğumu yeni yeni fark etmeye başladım belki de. Ait olunandan vazgeçmek çok yaşanılası bir hayat değil benim için zaten ama tüm seçenekleri değerlendirmek ve tabii değerlendirebilmek için gezmek gerek. Küçükken kaç kere elime dünya haritasını alıp, gözümü kapatıp adını bile okuyamadığım ülkelere gitmek istemiştim hatırlamıyorum bile. Bilinmeyenin gizemini çözmek haritada tek boyut olarak görünenin içine girmek hem mucizevi hem de sıradışı gelmiştir her zaman. Dilini bile bilmediğiniz bir ülkeye gidip oranın yerlisi gibi aylak aylak dolaşmak, aynı dinden olmadığını bilerek kiliseye girip bir şekilde aynı tanrıya ulaştığını bildiğin için dua etmek, farklı bir tarihin içinde kalelerin, surların arasında kendi senaryonu yazmak. Yıllarca yaşadığın ülkende hiç tatmadığın lezzetleri, asla yemem dediklerinin oranın yerlileri tarafından nasıl iştahla yendiğini görüp “e bir tadayım bari” demenin bile ayrı bir havası var. İşte tam da bu yüzden çok gezenin çok bildiğine inananlardanım. Ayak izlerime güvenip, farklılıklara, yeniliklere, ait olmadığıma ama belki de ileride olmak isteyeceğime olan yolculuğum bu. Belki bir tanışma hikâyesi belki de yıllardır görmediğim bir dost ziyareti... Herkesin hayalinde görmek istediği bir yer vardır. Hayallerimiz Ankara-İstanbul otoyoluyla sınırlı değil ya. Bir bisikletle dünyayı gezen, kazandığı iki kuruş parayla doğunun, batının tüm gizemini çözen insanlar var. Yani demek istediğim, yeni kokuların peşine düşmek için için illa “bussiness class” yolcusu olmanıza gerek yok, hayal edin ve hatta “Gitmesem, Ölürdüm” (Göçmen, 2015) diyecek kadar isteseniz yeter. Unutmayın; bir kokunun, yeni bir rengin peşine düşüp geldik bu noktaya. Burdan sonrası, ayaklarınızın ve kafanızda ki haritanın bileceği iş. İyi yolculuklar dilerim. Irmak Kocabay 21602475 Kaynakça Göçmen, N. (2015). Gitmeseydim Ölecektim. Kanes Yayınları. Derya Zülal Uğurlu 21602520 Yetmiş Günlük Yalnızlık Yetmiş gün oldu. Bana diretilen ve layık görülen yalnızlığın; tercihlerim arasına sıvışıp sağ kalmaya çalışması gibi, hayatta kalmaya çalışmamın yetmişinci günü. Yalnızlığı tercih ettiğime dair kendi besleyip büyüttüğüm yalanlara inanmaya çalışmak; en az hakikat ile yalanı ayırt edebilen mantığımla kırık bir yumurtanın sağlam olduğuna inanmak kadar zor. Kendini kandırabilme yetisine sahip olan aklım, aynı zamanda bu saflığı eyleme geçirdiği zaman sonumun "Yeraltından Notlar" romanındaki Yeraltı Adamı'na benzeme ihtimalinden çekinerek yazıyorum bu satırları. Yeraltı Adamı, hayatı kitaplardan öğrenebileceğini sanan, bir böcek gibi itilip kakılmış kibirli bir yeraltı sakinidir. Yalnızlığını bizzat kendisi seçtiğini vurgulasa da, koşullara ayak uydurabilmek adına dışlanmışlığına kılıf uydurmaya çalışmıştır. Hayatı boyunca yaşadığı olumsuzluklara karşı bilinçsiz olarak geliştirdiği ve benliğinden kalanları korumaya yönelik savunma mekanizması oluşturmuştur. Kendi savunma mekanizmamın da beni nasıl bir insana dönüştüreceğinden bihaber; emrivaki gelen bu yalnızlık sonucunda nasıl davranacağımı unutmaktan, kelimeleri dizdiğim sıradan her defasında rahatsız olup cümle kuramayacak hale gelmekten korkuyorum. Kalabalığa dahil olduğum zamanlarda en önemsiz olaylara ve sözcüklere gösterdiğim bağışıklığı kaybetmeye ve beraber güldüğüm insanlardan ayrı ağlamaya başladım. Beni korkutanların başında ise bu duruma aynı Yeraltı Adamı gibi alışıp öfke ve acıyı dört elle sarıp sarmalamak, aklıma mantığıma yatırdıktan sonra bu düşünceyi gerimde bırakamamak var. Bedenen hissettiğim yalnızlığa ek olarak en derinlerimdeki tek kalmışlık da ana yemeğin yanında gelen bir künefe gibi. Yanık tadı damağımda kalmış künefem konusunda bir iki kelam etmek iyi olacak. Zira çevresinde etten kemikten beden bulamamaktan öte bir kimsesizlikten bahsediyorum, hatta normal olmak için çaba sarf etmeyenlerin aradığını bulamamasından öte. Bir bardak suyun kenarından akan damla kadar küçük ölçekli, lakin tonlarca ağırlıktaki binaları yerinden sökebilecek okyanus gücündeki yalnızlık benimkisi, örnek uzayı beden olan. Sevgi ve tutkunun daha nicelerine gebe olabileceği yerde, bu iki âşığın soy ağacı kökünden kazındı içimde. Geri döndürülemez bir vazgeçiş ve kabulleniş içerisindeyim. Işık vurunca tertemiz beyaz rengiyle gözünüzü alabilecek umutlarımın, ışığı yansıtamaz hale gelişine tanıklık etmeye zorlandım. "Burama kadar geldi" sitemlerim, göz ucuyla arkama baktığımda şekli şemali seçilemeyecek kadar geride kaldı. İçimdeki kast sisteminin soyluları olan öfke ve acı, köleleşmiş sevgiyi hırpaladıkça hırpalıyor, tutku ise öldü mü kaldı mı belli değil. Sözün özü, içimde iyi olarak adlandırabileceğim ne varsa ya azınlık ya da ayakkabımın altına yapışmış ve gün boyu ezilmeye mahkum bir sakız. Bir insanı bu derece çoğulluktan uzaklaştıran ve canlı hayattan koparıp yeraltında yaşamaya iten şey ne olabilir? Bir olay veya bir durum buna sebep olabilir mi? Peki ya bir insan? Bir insan başka bir insanı ne kadar etkileyebilir? Sorular ne biter, ne de bir başkasını doğurmaktan vazgeçer. Cevap değişmez ama, temelinde hep yeterli dozda hayal kırıklığı bulunur, yeraltına yöneltir. Kırılan hayallerin çatlaklarından kaçar gider kalp eritenler. Çatlakları tamir etmek ve etmemek, iki eş boğaya dönüşür ve en derinlerle kafa kafaya tokuşur. Her çarpışma sesiyle yeniden irkilirsiniz. Bir şeyleri düzeltme isteğiyle hem dolup taşarsınız, hem de taştıkça hiç dolmamışçasına boşluğu hissedersiniz. Tutarsızlıklar sadece bu konuda baş göstermez. Yavaş yavaş iyileşen yaranın kabuğuyla oynar gibi, size sunulan hayatın acılarından da tat almaya başlarsınız. Bir süredir süregelen bir alışkanlık mıdır yoksa uzunca bir süre yeşermesine gönül verdiğiniz sevgi ve tutku eksikliğinden midir bilinmez. En sonunda Yeraltı Adamı gibi kalakalırsınız elinizde acıyla, üç çocuğuyla terk edilmiş analar gibi. Derya Zülal Uğurlu 21602520 Kaynakça Dostoyevski, Fyodor. "Yeraltından Notlar". Çev. Ergin Altay. İstanbul: Can Yayınları, 2017. Baskı Kendini Kaybetmek İnsanoğlu,diğer canlı türlerinden ayrı olsa da çok ilginç bir varlıktır.Hem var eder hem de yıkar...İnsanoğlunun iyi özellikleri dünyayı yaşanabilir kılar.Küçük yaşlardan itibaren insana iyilik,dürüstlük,hoşgörü,saygı,sevgi öğretilir.Ama nedense iyi insan sayısı dünyada çok azdır.Çünkü dünya ile yüzleşemeyip kötülüğü seçerler.İnsanlar “iyi” olduklarında çevrelerindeki huzuru da arttırırlar.Bu huzur ile birçok güzel şey yaşanır.Herkes içindeki insani değerleri öldürmeden önce bir kez daha düşünse dünyada hiçbir savaş,yıkım,ölüm,facia olmazdı.Küçük yaştan beri verilen “iyilik ve sevgi” eğitiminde herşeyden önce çocuğun iyilik kavramını içselleştirmesi gerekmektedir.Böylece hayatta doğru yolu bulabilir. İnsanoğlunun hep iyi bir yanı var olsa da, kötülüğü, kötü yanı hep daha baskın gelir.Kötü yanının sebebi de dünya ile yüzleşememesidir.İnsanlar kötü olduklarında aynı zamanda çok acımasız olurlar.Bu acımasızlık,kimi zaman en değerli varlığına eziyet etmektir, kimi zaman çalmak,kimi zaman öldürmek,kimi zaman ise savaş çıkarmak... İnsanoğlunun içindeki iyilik gibi var olan kötülük insanı korkunç durumlara sürükleyebilir.Bu durumları engellemek insanın elindedir ancak çoğu zaman kendine hakim olamaz.Bir insanı çekirdekten itibaren kötülükten uzak tutmak için,ondaki bütün içsel hırsları yok etmek gerekir.Çünkü hırs insanı kötülüğe,yanlışa,umutsuzluğa,içsel çöküşe sürükleyen en büyük etkenlerden biridir. Bireyi birey yapan en büyük etkenlerden biri de bir aileye sahipi olmasıdır.Aile bireyin kolu kanadıdır.Ailesiz birey kanadı kırılmış bir kuşa benzer.Sevgi dolu, güven ortamı olan bir ailede yetişmek insanın kişiliğini büyük ölçüde etkiler,özsaygısını geliştirir.Çocukluk çağında bireyin ailesiyle olan ilişkisi insanlar ile olan ilişkisinde büyük rol oynar.Çocukluk çağında ailesiyle ilişkisi kötü olan hatta şiddet gören bireyler yetişkinlik döneminde çevrelerine karşı çok öfkeli olurlar.Bu nedenle, ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumu çok ama çok önemlidir.Yetişkinler yani ebeveynler hayat şartları ne kadar çetin de olsa,hırslarını,öfkelerini,mutsuzluklarını,hayal kırıklıklarını,umutsuzluklarını çocuklarından çıkarmamalılar.Ancak karşılıklı sevgi-saygı çerçevesinde güvenli,huzurlu bir aile ortamı oluşabilir. Önceki üç paragrafta, iyilik-kötülük ve aile kavramlarından bahsettim çünkü başrollerini Nergis Öztürk,Mert Fırat, Sema Çeyrekbaşı, Sercan Badur ve Zeynep Oral’ın üstlendiği,senaristliğini Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın yaptığı , yönetmenliğini yine İlksen Başarır’ın üstlendiği 2010 yapımı 47.Altın Portakal Film Festivali ödülü sahibi “Atlıkarınca” adlı filmde Türkiye’nin acı gerçeklerinden biri olan aile içi cinsel istismar(ensest) ele alınmıştır.Özellikle Türkiye gibi Müslüman ve muhafazakar ülkelerde aile içi cinsel istismar üstü kapatılan kimsenin kabullenmek istemediği , kabullendiğinde ise aile ve toplum içinde fırtınalar koparan çok acı ve korkunç bir konudur.Muhafazarkarlığın getirdiği cinsel tabular bireyin insani değerlerini yitirip kendini kaybetmesine adeta bir canavara dönüşmesine neden olmaktadır.Filmin özetini kısaca belirtmek isterim.Erdem (baba) , Sevil (anne) ,Edip ve Sevgi dört kişilik bir ailedir.Küçük bir kasabada yaşadıkları sırada, Sevil’in annesi felç geçirir ve İstanbul’a taşınırlar.İstanbul’daki yaşam hayatlarında değişime sebep olur.Evin oğlu Edip,çocukluğunda babasının cinsel istismarına maruz kaldığı için evden uzaklaşıp yatılı okula yerleşmiştir fakat gidiş sebebini sadece babası ve kendisi bilmektedir.Baba Erdem ise iyi bir yazar olma çabası içindedir.Anne Sevil,kızının tuhaf tavırlarından evdeki gizemi çözmeye uğraşır.Çözdüğünde ise herşey tamamen değişir. Atlıkarınca,Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olan ensest sorununu ele almasıyla 47.Altın Portakal Film Festivali “En İyi Senaryo” ödülüne layık görülmüştür.Film gerçekten çok düşündürücü ve çarpıcı.Müzikleri de bir o kadar etkileyici. “Sevgi” rolündeki Zeynep Oral’ın permormansı tüyleri diken diken ediyor.Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biriydi diyebilirim.Mert Fırat (Erdem) ise gerçekçi bir performans sergiliyor.Bir yetişkinin, bir babanın “kendini nasıl kaybedebildiğini” incelemesi açısından özellikle psikolog ve psikiyatristlerin seyretmesi gereken bir film. Deniz Dicle Arman 21402142 Bankacılık-Finans Deniz Önder Olasılık Olasılık da, tıpkı pek çok sözcüğün olduğu gibi, çift değerlidir. Bir yandan olasılıkların varlığı yaşam yollarının birden fazla oluşu anlamına gelerek tek bir yönde ilerlemek zorunluluğundan, çıkmaz sokaklara saplanıp kalma tehlikesinden korunmamızı sağlarken – ki bu olumlu yanıdır olasılığın- olasılıkların fazlalığının kişinin başını döndürdüğü, özgürlük sarhoşluğuna yol açarak karar almayı güçleştirdiği durumlar da oldukça fazladır. Bir örnekle anlatmaya çalışacağım: A şehrinden B şehrine gitmek için önümüzde birden fazla yol seçeneği olsun. Yollardan bir tanesinde iki şehir arasındaki mesafe kısa olduğu halde yolun bozuk olması durumun avantajını azaltıyor. Diğer yol ise hem kısa hem de bozuk değil ancak pek çok araç tarafından kullanıldığı için trafiğin yoğunluğu dolayısıyla sıkışma riski var. Kullanılabilecek bir üçüncü yol ücretli oluşu dolayısıyla düşündürücüyken sonuncusu da uzunluğu nedeniyle dezavantajlı. İki şehir arasında dört farklı ulaşım olasılığımız var, her biri avantaja ve dezavantaja sahip. Bu olasılıklar arasında hangi yolu seçeceğimizi belirleyen o anki ihtiyacımız ve maddi imkânlarımız olacaktır. Aracımıza güveniyorsak bozuk yola girebilir, parayı düşünmeyecek denli acelemiz varsa ücretli yolu tercih edebilir ya da vaktimiz varsa uzun yoldan gidebiliriz. Olasılıklar bu örnekte olduğu gibi somut durumlardan oluşuyorsa bilincimiz ihtiyaç doğrultusunda karar almamızı sağlayacak kadar pratik işler. Ancak her zaman ihtiyaçlara göre şekil alan durumlarla karşılaşmayız ve olasılıklar bulutu da yukarıda bahsi geçen dört yol kadar belirgin olmayabilir. Birbiriyle çatıştığı için aynı hedefe götürmeyen yol ayrımları ortaya çıkınca bunlar arasında bir seçim yapılmalı, yollardan biri tercih edilmelidir. İki şeyi de aynı anda isteyebileceğimiz bir an geldiğinde isteklerimiz arasından birini elememiz gerekir. Olasılıklara sahip oluşumuz bir zenginlik gibi görünse de, içlerinden birini seçmemiz, diğer tüm fırsatları yok saymamız da her zaman başka bir seçenek olduğundan yanlış yaptığımızı düşünmeye yol açabilir. Yaşam yollarının çokluğu anlamına da gelebilecek olan olasılığı beslemek, aceleci kararlara vararak tek bir yolu seçmemekle mümkün olabilir. Peki, aldığımızın kararın aceleci olup olmadığını anlamamızın bir yolu var mıdır? Kararın aceleyle alınmamasının kendisi de ertelemeye dönüşerek eylemsizliğe yol açmaz mı? Olasılıklar karşısında nasıl davranılacağına ilişkin genel geçer bir kural bilmiyorum. İnsanlardan bazıları olasılıkları bir an önce teke düşürmek ve bildikleri yolda ilerlemek isterlerken, bazı insanlarsa olasılıkların çokluğunu korumak adına karara varmakta zorlanacaklardır. Olasılıkların olgunlaşmaları için fırsat tanımak en doğrusudur belki de. Sonuçta insanın istekleri arasında çatışmalar olsa ve bu çatışmalar yaşam boyunca defalarca yinelense de, hiçbir çatışma sonsuza değin sürmeyecektir. Olasılıklardan biri diğerini geride bırakarak ön plana çıkacak, kendini gösterecektir. Bunun gerçekleşmesi için yapılması gereken tek şey sakinlik içinde olasılıkları değerlendirmektir. Paniklediğimiz anlar olasılıklardan en fazla korktuğumuz anlardır. Böyle zamanlarda aceleci kararlar alır ve çoğu zaman da aldığımız kararlardan pişmanlık duyarız. Acelecilik belki de olasılıkların karşısına çıkabilecek en kötü durumdur. Aceleciliğin gerisinde korku, panik, endişe gibi ruh halleri vardır. Bu sözcüklerle ifadesini bulan ruh hallerinde sakin kalmayı başaramayız ve bir an önce kurtulmak için eyleme geçmek zorunda hissederiz kendimizi. Olasılıkların varlığının tadını çıkarabilmek, izlenmesi gereken tek bir yolun olmayışından zevk alabilmek, deneyime açık olabilmek için gereken anahtar sakin bir ruh halidir. Eğer sakinsek, olasılıklar içinde seçim yapma zorunluluğundan sıyrılır ve kendimizi olasılıkların içine bırakarak bilinmeyeni, yeni olanı deneyimleyebiliriz. Olasılık karşısında takındığımız tutum nasıl bir ruh hali içinde olduğumuzu açığa çıkarması açısından değerlidir. En azından şu iki ruh hali arasında bir ayrımı kavramamıza yol açar: Sakinlik mi panik mi? İSTANBUL’UN ASIL YÜZÜ İnsan kendini bir anda alışık olduğu yerden başka bir yerde bulunca ne yapacağını bilemez. Birçok insan şehir şehir gezer sevdiklerini, ailesini yanında sürükler. Asker kızı olarak ben de bu durumu bütün hayatım boyunca yaşadım. Tekirdağ’da doğmama rağmen kendimi hiçbir zaman oraya ait hissetmedim çünkü hayatımın sadece iki yılını orada geçirmişim. O zamanki anılarımdan hiçbir şey hatırlayamıyorum. Daha sonradan Ankara’ya geldim babamın tayini dolayısıyla. Burada sekiz senem geçti. Sanki Ankara’da doğup büyümüşüm gibiydi her şey. Oturduğumuz yere, okuluma, arkadaşlarıma çok alışmışken bir anda Malatya’ya gittik. Küçüklüğümün verdiği heyecanla yeni bir yere gittiğim için çok mutluyum. Zaten annem kardeşime hamileydi ve onu beraber orada büyütecektik. Üç sene boyunca Malatya’da kaldım ama hiçbir zaman kendimi Ankara’da olduğum gibi hissetmedim. Babamın tayininin tekrardan Ankara’ya çıkması için can atarken kendimi bir anda İstanbul’da, o kalabalık şehrin içinde buldum. Belki bana deli diyebilirsiniz ama bunu söylemeden geçemeyeceğim; İstanbul’u sevmiyorum. Kendimi orada hep dışlanmış hissediyordum. Bir an önce buradan kurtulmam lazım diye düşündüm İstanbul’da kaldığım 5 sene boyunca. Sonunda lise bitmişti ve üniversite için bir karar vermek zorundayım. Ailemin yanında kalıp o can sıkıcı, bunaltıcı trafiği olan şehirde mi kalmalıydım yoksa kendimi evimde gibi hissettiğim bir yere mi gitmeliydim? Ailemden ayrı yaşamak zor olsa da kendimi ait hissettiğim yere gitmek istedim ve kendimi Bilkent’in içinde buldum. İstanbul’u sevmediğimden bahsetmiştim size. Nefret etmiyorum sadece orada yaşamayı, okumayı sevmiyorum. Lise hayatım boyunca sabah sekiz buçukta başlayan dersime sabahın en erken saatinde, altında, servise binip hiçbir zaman tam zamanında yetişemedim. Belki de bu yüzden İstanbul beni çok fazla yordu, kendinden soğuttu. Zülfü Livaneli’nin ‘Konstantiniyye Oteli’ kitabını okurken geçen bir cümle yine bu duygularımı yüz üstüne çıkardı. Aslen Napoléon Bonaparte’a ait olan “Dünya tek ülke olsaydı başkenti Konstantiniyye olurdu.” cümlesi eski anılarımı canlandırmıştı. Kendimi hiçbir zaman ait hissetmediğim bir yer nasıl olur da bütün dünyanın diline dolanır? Herkesin duyguları ve düşünceleri farklı olmasına rağmen bu şekilde hisseden bir tek ben değilimdir diye düşünüyorum. İstanbul’da yaşayan, o zorlukları ve sıkıntıları yaşayan çoğu kişinin de böyle düşündüğünü biliyorum. Nereden mi biliyorum? İstanbul’a gidip de orada yaşayan insanların gözlerinin içine baktınız mı hiç? Eğer gerçekten bakıp anlayabilseydiniz benim düşüncelerim karşısında şaşırıp kalmazdınız. Tarihi güzelliğinin dillere destan olmasının yanı sıra yaşanması en zor şehirlerden biri olan İstanbul’da beş yılınızı geçirseydiniz sizler de bu denli sevmezdiniz orayı. Turistik olarak insanları büyüleyen bir şehirdir İstanbul. Kimi insan hayatında aksiyonu sever kimisi sakinliği... Doğduğumuz yeri değil de doyduğumuz yeri benimsemek sözü ne kadar da doğru bir sözmüş. Her zaman, her koşulda bulunduğu ortama hemen alışan ve oralarda hiç yabancılık çekmeyen Ece hayatının beş senesinin her sabahına bir an önce yaşadığı yerden, İstanbul’dan, gitme hayaliyle uyanmıştı. Kalbimin derinliklerinde beni Ankara’ya bağlayan bir şeyler olduğunu her zaman hissediyordum. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini kazanmam ve Ankara’ya ait olduğum yere gelmem içimde sevinç rüzgârlarının esmesini sağlamıştı. Her tatilde İstanbul’a dönmek içimde ne kadar sıkıntıya sebep olsa da ailemi göreceğim için mutlu oluyordum. Keşke ailemi ve bütün arkadaşlarımı da yanıma alabilsem, ancak herkesin olmak istediği her bambaşkadır. Hayatın beni nereye sürükleyeceğini bilmiyorum, belki tekrardan İstanbul’a belki de çok çok uzak bir yerlere, ama her zaman bir parçam kendimi ait hissettiğim ilk yeri unutmayacak. İleride İstanbul’a sadece tarihi güzelliklerini görmeye gideceğim ve bundan sonuna kadar keyif alacağım çünkü gelecekte asıl doyduğum yeri bulunca İstanbul artık beni içine çekemeyecek. Ece Gülberk ESEN KAYNAKÇA 1. Livaneli, Zülfü. Konstanniye Oteli. 2015. İstanbul; Doğan Kitap. Seçim Yapmak Zordur Yaptığımız seçimler bizi her seferinde farklı bir tarafa sürükler. Belki çikolatalı yerine çilekli dondurma seçmek, belki o gün ne giyeceğinize karar vermek, belki de birine söyleyeceğiniz en küçük söz bile sizin hayatınızı veya karşınızdakinin hayatını başka bir yönde şekillendirebilir. O an ağzınızdan çıkıvermiş olan küçücük bir kelime... Bu kelimenin ağzımızdan çıkmasını biz seçmişizdir fakat o an bize çok doğru gelen o sözcük sonrasında büyük pişmanlıklara veya bir daha geri dönemeyeceğimiz bir hayata götürür bizi. Bir yandan da bilmek isteriz eğer o sözcüğü söylemeseydik neler olacağını. Eğer o kapıdan içeri girmeseydik, eğer o yoldan sağa dönmeseydik, eğer onu bir başkasına tercih etmeseydik... Hayatımızda eğer dediğimiz her an aslında kaçırmış olduğumuz başka bir hayattır. Biz ise yalnızca hayal edebiliriz diğer seçeneğin bize neler sunacağını. Seçim yapmak bu yüzden zordur. Hepimizin hayal ettiğini yaşayan ve yaşatan bir film Mr. Nobody(Bay Hiç kimse). Bizlere aslında yaptığımız seçimlerin hayatımızı ne kadar etkilediğini gösteriyor. Düşünün ki yaşayacağınız her şeyi biliyorsunuz. Yalnızca bunu bilmekle kalmıyor aynı zamanda yapacağınız seçimlerin sizi ne yönde etkilediğini ve bunlarla birlikte gelişen ihtimalleri de biliyorsunuz. Sanki binlerce hayat yaşıyor ve bunların hepsini de aynı anda hatırlıyorsunuz. Ana karakterimiz Nemo’nun hatırladıkları üzerine ilerliyor film. Nasıl her ihtimali hafızasında bulundurduğunu ise şu şekilde açıklıyor: “Doğmadan önce her şeyi biliriz. Gerçekleşecek olan her şeyi. Sıra sana geldiğinde Unutuluş Melekleri bir parmaklarını ağzının üstüne koyar. Böylece üst dudağında bir iz bırakır. Bu her şeyi unuttuğun anlamına gelir. Ama melekler beni atlamıştı.” Her şeyi biliyordur Nemo. Bizim bilmek istediklerimizi o yaşıyordur. İlk seçimini ise annesiyle gitmek ve babasıyla kalmak arasında yaşar. Ancak onun için tek seçenek yoktur. Bu film bir yanıyla da zaman kavramını sorgulatıyor insana. Acaba biz miyiz zamanı anlamayan yoksa zaman mı bize oyun oynayan? Biz yaşadığımızı görmüyorsak bu bir şeylerin, yani yapmadığımız seçimlerin yaşanmadığı anlamına gelir mi? Belki de bir insan binlerce ihtimali aynı anda yaşıyor ancak yalnızca bildiğini doğru saydığı için diğer gerçeklikleri görmezden geliyor. Nemo bu ihtimaller denizinde yaptığı seçimlerin kendisine sunduklarını görebiliyor. Aynı zamanda yaptığı seçimlerden geri dönüşün olmadığının da farkında. Bu nedenle şeçim yapmanın ne kadar zor olduğunu şöyle anlatıyor: “ Püreyle salçayı karıştırırsanız sonradan onları birbirinden ayıramazsınız. Mümkün değildir. Duman, babamın sigarasından çıkar; ama asla geri dönmez. Biz de geri dönemeyiz. Bu yüzden seçim yapmak zordur.” Yani seçimlerimizden geri dönemeyiz ancak onlara göre yaşayacağımız birçok hayat vardır önümüzde. Bu yüzden bazen zamanı anlamayan biziz, aslında geri döndürmemizin mümkün olmadığını biliyorsak da çok hızlı unutuyoruz bildiklerimizi. Bazen ise odur bizimle oynayan yaptığımız seçimleri tekrar yapmamızı istemesiyle ve aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymasıyla. Zamanın içerisinde sürüklenip giden ancak düşünebilmesiyle, iradesiyle diğer canlılardanfarklı olanlar bizleriz. Bizi en çok zorlayan şeyler aynı zamanda bizi etrafımızdakilerden farklı kılanlar. Önümüze seçenekler konuluyor ve biz düşünüyoruz. Bir karar vermemiz gerekiyor ancak bu kararı verirken önceden neyin iyi olacağını bilemiyoruz. Seçim yapmak bu yüzden zordur. İnsanız irademiz var diyoruz. Bu irade bu güne kadar gördüklerimizle veya bize öğretilen yargılarla şekillenmiştir. İrademize karşı gelmek isteriz çünkü öylesi genellikle daha eğlencelidir. Biz ise mantığı seçmeyi tercih ederiz. Mantık bize daha iyiyi verir. Bu yüzden seçim yapmak zordur. İyinin kesin bir tanımı da yoktur. Bazen neyin iyi olduğunu bilemeyiz. Yalnızca bir şey seçmek zorundayızdır. Seçmemek gibi bir şanssımızda yoktur çünkü zaman bizi oraya sürüklemiştir ve o an bizden bir yönelim bekler. Sonra bize bakıp der ki neler kaçırdığını bilmiyorsun. Sen ise yalnızca hayal edersin, merak edersin neler kaçırmış olabileceğini. Kendini ne kadar iyi bilsen de, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, ne kadar iyi ayırt etsen de, insanları ne kadar tanıdığını zannetsen de seçim yapmak herkes için zordur. Elif Nur Özbek Ekin Bircan Boşdurmaz Geçmişin Farkında Olmak Akıllı telefonların, daha doğrusu akıllı telefonların ön kameralarının daha sık kullanılmasıyla ortaya çıkmış ve çok hızlı bir şekilde yayılan bir terimdi, selfie. Anlamı ise kendi fotoğrafını çekmek olarak yorumlanabilirdi. Ülkemizde de yaygınlaşmasıyla dil konusunda önde gelen otoriteler bu kelime için Türkçe bir karşılık bulmak istediler. İlk önerilen kelime ise “özçekim” oldu. İşte bahsetmek istediğim ve başlıktan da anlayacağınız mesele burada başlıyor. Sunay Akın’ın Hayal Kahramanları adlı kitabında aktardığı gibi Emrullah Âli Yıldız, Yeşilköy Tayyare Makinist Mektebi’ni birincilikle bitirmiştir ve daha sonralarında ise adını havacılık tarihimize altın harflerle yazdıracaktır. Fakat Âli Yıldız’ın tek uğraşı bu değildir elbette. Bursa’da kardeşleriyle birlikte fotoğrafçılık yapmaktadır. İnsanların kendi kendilerinin fotoğrafta nasıl çıkacaklarını görerek fotoğrafını çekmelerini sağlayan bir makine tasarlar ve yapar. Tıpkı şu an cep telefonlarımızla yaptığımız özçekimler gibi. Makineye verdiği isim ise şimdilik aramızda sır olarak kalsın. İşte tam bu noktada ise Emrullah Yıldız’ın öyküsüne ufak bir ara verip sizlere – benim açımdan da olsa- geçmişin öneminden bahsetmek istiyorum. Geçmiş aslında bir nevi yaşadığımız hayatın kullanma kılavuzudur fakat alışılagelmişin aksine bu görevi size talimatlar vererek yerine getirmez. Bunun yerine size daha önceden yapılmış birtakım davranışların nasıl sonuçlar doğurduğunu gösterir. Bu açıdan geçmişi bir neden-sonuç yumağı olarak tanımlayabiliriz. Asıl marifet bu yumağı çözerek ondan güzel bir kumaş çıkartmaktadır. Bu işi yapabilen insanlar veyahut topluluklar, geleceklerini çok daha tutarlı bir şekilde öngörebilir ya da kendi geleceklerine kendileri karar verebilir. “Bütün bunları niye anlattın Ekin?” diye soracak olursanız size cevabım şudur: Belki de dil konusunda en çok otoriteye sahip bir kurumun, kendi ülkesinin geçmişine –üstelik çok da uzak olmayan geçmişine- yeterince detaylı bir şekilde bakmadan dışarıdan karşılaştığı bir sözcüğe sıfırdan bir karşılık bulmaya çalışması beni derinden üzdü. Siz de hak vereceksiniz ki olan bir temel üstüne inşa etmek sıfırdan başlamaktan çok daha kolaydır. Beni üzen daha doğrusu anlayamadığım nokta şudur: Neden böylesine fazladan bir çaba sarf edildi? Birden ortaya çıkan bir akımı kendi dilimizde tanımlamak için neden ülke çapında anketler yapıldı? Ne yazık ki geçmişimizin farkında olmayışımızın bir acı sonucuyla daha karşı karşıya kaldık, bu denli basit bir mesele de bile. Bu durumu da yumağımızın içine katıp o yumağı tekrar çözmeye çalışmalıyız. Ben her ne kadar çözülmez gibi görülse de eninde sonunda bu yumağın çözülüp belki de harika bir kazak olacağına inanıyorum. Yeter ki bu konu üzerinde yeterince çalışılsın ve önceden yapılmış olanları yok saymak yerine onları da kabul ederek devam edilsin. Yukarıda da söylediğim gibi –belki tekrara düşmek olacak ama- böylesine basit bir mesele için bu kadar çaba anlamsız. Her şey gibi bu de gereğince olmalıydı. Bu arada yukarıda bahsettiğim sırrımı açıklamadan önce sizlere geçmişinizle barışık yaşayacağınız huzurlu bir gelecek diliyorum. Emrullah Âli Yıldız’ın ufak bir kabin içinde tasarladığı ve günümüzdeki özçekimin karşılığı olan makinenin adı –yani ufak sırrımız- “görçek”. Bu kelime ise Sunay Akın’ın ve onun okurlarının çabaları sayesinde artık özçekim yerine kullanılıyor. Bu da geçmişimizin belki de kültürümüzün en önemli zenginliklerinden ve gerçekliklerinden birisidir. Son olarak Sunay Akın’ın da yazılarında sıklıkla kullandığı bir sözle sizlere son mesajımı veriyorum: “Bir milletin zenginliği hisse senetleri değil, hissi senetleridir. Hissi senetlerini unutan toplum yoksullaşmaya ve yok olmaya mahkûmdur.” Kaynakça  Akın, Sunay. Hayal Kahramanları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, 1. Basım Ahmet Kağan Kaya DURDURULAMAYAN HOLİGANLIK VE KAYBEDEN TÜRK FUTBOLU Futbolu, her ne kadar bizler icat etmemiş olsak da, sevdiğimiz hatta hayatımızın önemli bir parçası haline getirdiğimiz aşikâr. Zaten dünya çapında belli bir popülaritesi olan bu oyun, ülkemizde son 10 yıl içerisinde yapılan büyük yatırımlar sayesinde adından çokça söz ettirmeye başladı. Sadece maçları yayınlamak için oluşturulmuş bir kanalın olması ve her takımın kendi ürünlerini sattığı mağazalarının olması gösteriyor ki futbol artık basit bir eğlence oyunu olmanın ötesine geçti. Bazı insanlar için hayatın anlamı haline gelmiş olan oyun, ülkemizdeki bilinçsiz kültür ve futbol adına yapılan yanlış uygulamalar yüzünden birçok holigana yetişme ortamı sağlıyor. Yanlış bir karar verdiği için hakemi dövecek, takımı maçı kaybedince stadyumu harabeye döndürecek kadar çılgınlaşmış bu insanları, yetersiz önlemler yüzünden kontrol altına alamıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren yetişme ortamının baskısı sayesinde güçlenen fanatizm, futbol yönetim birimlerinin yaptığı yanlış uygulamalar yüzünden holiganlığa dönüşüyor ve maalesef biz holiganlar yüzünden günlük hayatta görmek istemeyeceğimiz manzaralara şahit oluyoruz. Futbol, Türk insanının hayatında doğumundan itibaren yer edinmeye başlıyor. Doğumundan önce forması hazırlanan bir erkek çocuk 2-3 yaşından itibaren tuttuğu takımın ismini babası sayesinde söylemeye başlıyor. 4-5 yaşında oynamaya başladığı futbolu 8-9 yaşlarından itibaren televizyondan da takip etmeye başlıyor. Yani sıradan bir Türk genci futbol ile doğuyor ve büyüyor. Fakat ülkemizin futbol anlayışı, çocukların futbolu ve takımları yeterince incelemesine olanak sağlamıyor. Hayatını sadece futbola endekslemiş insanlardan oluşan bir çevrede kişinin kendi isteği ile bir takımı tutması pek mümkün gözükmüyor çünkü bir futbol takımı, toplumumuz için babadan oğula geçen ve kabul edilmemesi faciaya sebep olabilecek bir mirastır. Bu miras, toplumumuz için diğer takımlara karşı düşmanlık beslemeyi de gerektiriyor. Bu koşullar altında çocuklara toplum tarafından işlenen "ölümüne tarafgirlik" duygusu, yetişkinlik döneminde de insanların diğer takımlara karşı adil düşünmesini engelliyor. Öte yandan futbola en büyük desteği vermesi gerekenlerin aslında en büyük zararları verdiği çok aşikâr. Federasyon, bahis şirketleri ve bunlar gibi birçok kurum daha fazla para kazanmak için futbol maçlarını kendi menfaatlerine uygun bir biçimde şekillendiriyorlar. Lider takımın hakem hataları ile puan kaybetmesi veya takipçi takımların kaybedeceği maçı "olağanüstü" olaylar sayesinde kazanması sağlanarak ligin 34 hafta boyunca heyecanlı ve çekişmeli olması sağlanıyor. Bu sayede de hem yayıncı kuruluş hem de bahis şirketleri para kazanıyor. Yapılan bariz haksızlıklara karşı kayıtsız kalamayan birçok taraftar ise hıncını hakeme saldırarak, meşale atarak, küfür ederek çıkartıyor. Öte yandan, kulüp başkanlarının ve futbolcuların diğer takımlara karşı tavrı da çoğu taraftarın içindeki ateşin körüklenmesine sebep olabiliyor. Özellikle bütün ülkenin nefesini tuttuğu, bilet alabilmek için günlerce beklediği derbilerde "ezeli rekabet ebedi dostluk" sloganı durmadan tekrarlansa da maçtan önce yöneticiler tarafından yapılan kışkırtıcı yorumlar ve futbolcuların taraftarlara karşı tavrı yüzünden çoğu zaman topu değil meşaleleri izlemek zorunda kalıyoruz. Saha kapatma cezası, para cezası derken kaybeden yine biz ve Türk futbolu oluyor. Futbol, Türk insanı için her zaman vazgeçilmez olmuştur. Özellikle 2004 Dünya Kupası ve 2008 Avrupa Şampiyonası'nda kazandığımız başarılar ile birlikte futbol bizim için çok daha farklı bir konuma ulaştı. Son 10 yıl içerisinde, önemli isimlerin futbola yapmış olduğu yatırımlar sayesinde futbol piyasası da oldukça büyümüş ve güçlenmiştir. Artık futbolcuların transferleri ve maaşları için gerekli paralardan bahsedilirken milyon dolar ölçü olarak kullanılıyor. Fakat futbolun vazgeçilmez parçası olan taraftarlar da bu değişikliklerden nasibini aldı. Zaten toplum tarafından sorgulama fırsatı verilmeden bir futbol takımına bağlanan kişiler, para uğruna futbolu katleden insanların icraatları yüzünden canavarlara dönüşüyor. Bu canavarların dinamit fitilinin hiç sönmemesi için taraftar kavgaları, hakeme saldırılar gibi futbol adına görmek istemeyeceğimiz birçok olaya gerekli cezalar verilmiyor. Bu durum ülkemizde holiganların sayısının artmasına ve futbol kalitesinin düşmesine sebep oluyor. Açıkça görülüyor ki, Türk futbolunun yönetim kademelerine taze kan olarak donanımlı ve menfaat düşkünü olmayan insanlar getirilmediği sürece maçların değil, maçların ardından ekrana gelen ve futbolun pis yüzünü göstermekten çekinmeyen futbol programlarının daha çok ilgi çektiği ve izlendiği bir ülke olmaya devam edeceğiz. Kaynak http://www.sabah.com.tr/spor/futbol/2017/08/19/holigan-operasyonu-1503099155 . Hüdaverdi Alperen Demirok Hayat’a Bakış Açılarını “Kav”ramak Hayat tıpkı bir kitap gibidir ve yaşamımız da bir kitabın bölümleri gibi değişik aşamalardan oluşmaktadır. Birbirinin devamı, ancak zaman içinde birbirinden farklılaşan bölümler. Ayrıca, birlikte yaşadığımız kişiler veya aynı ortamı paylaştığımız insanlar değişik kişiliğe ve bakış açısına da sahip olabilmektedirler. Tıpkı Doğan Yazıcı’nın Kav adlı kitabında görüldüğü gibi gerçek hayatta da her insan bu “Hayat” denilen kitabın bir bölümünü oluşturmaktadır. Yazıcı’nın kitabında aynı ortamda bulunan insanların sergiledikleri kişilik ve davranış farklılıklarını kolayca görebiliyoruz. Örneğin, kitapta geçen vergi dairesi önünde bekleyen insanların bazılarının mutsuz ve yorgun oldukları anlatılırken, kitabın diğer bir bölümunde, başka bir adamın nasıl bir fakirlik içerisinde mücadele ettiği anlatılıyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında ise bir adamın sırf bir bardak su için karısına teşekkür ettiği belirtilerek insanların küçük şeylerden bile nasıl mutluluk duyabileceği vurgulanmaya çalışılıyor. Gerçek yaşamımızda da insanların küçük şeylerden bile mutluluk çıkarabileceğini görebiliriz. Gercek yaşam, filmlerde olduğu gibi her zaman güllük gülistanlık değildir. Hayat acı ve tatlı gerçeklerle dolu bir sahnedir. Bizim mutlu olup olamayacağımızı belirleyen en önemli unsur da hayata kendi bakış açımızdır. Kendimden örnek verecek olursam; hayata genellikle olumlu bakmayı, bardağın dolu tarafını görmek isteyen bir kişiliğe sahip olduğumu söyleyebilirim. Ancak, tüm bu olumsuzluklara rağmen hayat devam ediyor ve biz bu yaşamı sürdürmek durumundayız. Bu somut gerçekten yola çıkarak hayata geniş bir açıdan bakan ve hayallerini gerçekleştrmeye çalışan bir insan olduğumu söyleyebilirim. Mutlu bir aile ortamına sahip olmam, sağlığımın yerinde olması ve hayallerimi süsleyen bir üniversitede okuyor olmam yaşama olumlu bakmamda büyük rol oynamaktadır. Ayrıca, elinde bulunanlarla yetinmenin ve şükrün en büyük zenginlik olduğu inancına sahip olmam da beni mutlu ve huzurlu birisi yapıyor. Ama, herkes için durum aynı olmayabiliyor. Sokaklarda, televizyonda ve sanal alemde zor durumlarda yaşayan insanları da sıkça görüyoruz. İçinde bulundukları zor durum doğal olarak bu insanların hayata bakış açılarının olumlu olmasını güçleştirmektedir. Parasız, aç, susuz bir insanın mutlu olmasını beklemek de çok gerçekçi bir bakış açısı olamaz. Sahip olduğumuz hayal gücünün de hayata bakış açımız üzerinde önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Hayal dünyası geniş insanlar diğerlerine göre yaşamdan daha büyük mutluluk alabilmektedirler. Tıpkı Kati’nin oynadığı oyuncaklar ile limon tezgahı kurması gibi. Buna kendi yaşamımdan da çokca örnek verebilirim. Mesela, ne zaman bir oyuncak ile oynamaya başlasam, hayal dünyama ışınlanıp, senaryosunu kendimin yazdığı dünyamda mutlu olurum. Sizi mutlu eden şeyler, hayal dünyanızın oluşmasında meraklarınız ve ilgileriniz de önemli bir rol oynamaktadır. Küçüklüğümden bu yana arabalara karşı olan sevgim nedeniyle canım sıkıldığında sevdiğim arabaları hayal ederek üzüntümü unutmaya çalışırım. İnsanların hayalleri de zaman içinde değişmektedir. Şimdi arabalara ilgi duyarken bir zamanlar Transformers adlı oyuncakların hayranıydım. Bu oyuncaklarımı o kadar çok seviyordum ki, her yalnız kaldığımda kendime hep onlardan oluşan bir hayal dünyası kurardım ve mutlu olurdum. Yani, hayal gücü sayesinde bir insan, kendisini mutlu edebilecek yollar bulur ve bu da hayata olumlu bir şekilde bakmaya çalışır. Hayatımızı mutlu hale getirecek anahtar kelimelerden birisi de şükretmek olduğunu düşünüyorum. Hayallerin ve beklentilerin bir üst sınırı yoktur ve bu herkes için geçerlidir. Hayata olumlu bakabilmek için Warren Buffett ya da William Henry Gates III (ya da halk arasındaki ismi ile Bill Gates) kadar zengin olmaya gerek yoktur. Bu nedenle, sahip olduklarınızla yetinebilmek ve buna şükretmek yaşama olumlu bakmamıza da yardımcı olmaktadır. Her insanın mutlu olabilmesi için mutlaka sahip olduğu birşeyler vardır. Yeter ki biz mutlu olmayı, bunun için gayret sarfetmeyi bilelim. Boş hayaller peşinde koşmak yerine, acısıyla tatlısıyla hayatın gerçeklerini kabul etmek, sahip olduklarımızla yetinmenin tadına varmak yaşama bakış açımızı olumlu yönde değiştirecektir ve bizim daha mutlu bir yaşam sürdürmemize katkıda bulunacaktır. KAYNAKÇA Yarıcı, Doğan. Kav. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2014. Ulaşılmaz Yalnızlık Bana kalırsa hiç kimse yalnız değil bu dünyada. Fakat her yerde yalnızlığından yakınıp duran insanlar bulabiliriz. Yalnızlık üzerine yazılmış milyonlarca şarkı dinleyebilir, hemen her yerde “Yalnızlık aslında şudur.” diye başlayıp öğütlere dönüşen yazılar okuyabiliriz. Ama bence yalnızlık insanın sahip olabileceği milyonlarca şey arasında yer almıyor ne yazık ki. Yalnızlığı kendimce tanımlayıp öyle savunmak istiyorum kimsenin yalnız olamayacağına dair düşüncelerimi. Yalnızlık insanın kendi kişiliğiyle baş başa kalmasıdır bana göre. İnsanın kişilik geliştirmesi ise tek başına başarabileceği şey değildir. İnsan, kişiliğini dış etmenlere gösterdiği tepkilerle oluşturur. Mesela sigara içen bir annenin kızı, sigara içmeye başlayabileceği gibi sigaradan nefret etmeye de başlayabilir. Bu kişi tek başına sigara içtiğinde bile “yalnız” olamaz bana göre. Bu kötü alışkanlığa sahip olmasındaki bütün etmenler de orada onunla beraberdir. Kendimden de bir örnek vermem gerektiğini düşünüyorum bu konu hakkında. Madem sigaradan başladık örnek vermeye, oradan devam edelim bari. Eski sevgilim, sigaramı bitirip hâlâ yanan bir biçimde yere attığımda ayağıyla hemen sigarayı söndürüp bana gülümserdi. Aylar geçtikçe onun bulunmadığı hemen her yerde sigarayı ayağımla söndürür oldum ben de. Şimdi ayrılalı yıllar olmasına rağmen hâlâ bu alışkanlığımdan vazgeçmedim ve bence ayağımın altında can veren her sigarayla o insan yanımda beliriveriyor. Yalnızlığı bir de aşkla bağdaştıranlar var ki onlara hepten uyuz oluyorum. Âşık olmadığımızda birinin elini tutup gözlerine içli içli bakmadığımızda “yalnız” oluyoruz bu insanlara göre. Bir sevgiliniz olmadığını öğrendiklerinde ise size resmen acıyarak bakıyor bu tarz insanlar. Neden? E yalnızsınız çünkü. Yalnız olduğunuz için acınasısınız onlar için. Bana kalırsa yanlış bir tutum bu. Ancak bir bakıma bu insanlarla benzer bir yönümüz olduğunu düşünüyorum. Yaşadıkları her anı bir insanın fiziksel varlığı ile doldurduklarında yalnız olmadıklarını düşünüyor bu insanlar. Bense yaşadığımız her anda zaten bir başka varlıkla ya da insanla birlikte olduğumuzu fakat yalnızlığımız ile fiziksel varlığımız arasında herhangi bir bağ bulunmadığını savunuyorum. Pablo Neruda’nın Yeryüzünde Konaklama adlı kitabını okumaya başladığımda bambaşka bir insanın da benim gibi düşündüğünü zannettim. Şiirlerin her mısrasında yalnızlığa ve aşka atıflar sezebiliyordum. Ne yazık ki Neruda’nın da yalnızlığını yüzüme vurduğunu hissettiğimde hayal kırıklığına uğradım. Sanki bana uzatılan yardım eli ansızın suratımda bir tokata dönüşmüştü. Neruda’nın da o ölesiye gıcık olduğum insanlar gibi aşkın varolmayışını yalnızlıkla bir tuttuğunun farkına vardığımda ise çok daha kötü hissettim kendimi. O bir tokat oldu size on tokat. Bir an sıcaklığını hissedebildiğim o güvenli yerin bir an sonra yok olduğuna tanık oldum resmen. Neruda’ya beni böylesine yanılttığı için kızdım. Yalnızlığa hem mesafeli olup hem de nasıl bu denli yakın olduğunu anlayamadım. Kendimi kandırılmış hissettim bir süre. Fakat şiirleri okumaya ve bu konu üzerinde kafa yormaya devam ettikçe anladım ki ben de yalnız olmak istiyorum. Dış etmenlere kapalı, monoton bir hayat sürüp diğer insanların beni etkileyebileceği durumları azaltmak istiyorum. Fakat yukarıda da savunduğum üzere hiç kimsenin tamamıyla yalnız olamayacağı gibi bir görüşe sahibim. Neruda’nın şehirden uzak, küçük, pasaklı sahil evinde yaşamak istiyorum bir süre. Uyanır uyanmaz odamdan içeri giren güneş ışığında uçuşan tozlara odaklanıp yalnız olduğumu hissetmek istiyorum. Dağınık mutfağıma girip çok da lezzetli olmayan bir kahve hazırlayıp terasımda sessiz sessiz içmek istiyorum kahvemi. Fakat toplumdan ve diğer insanlardan ne kadar izole olursam olayım asla tamamıyla yalnız olamayacağımın bilincindeyim. Tabii bu da benim için yalnızlığı bir nevi fanteziye dönüştürüyor. Belki de en başta yalnızlığa bu denli ters yaklaşmamın sebebi kedi ile ulaşılmaz ciğerin öyküsünden pek de farklı değildir. Bu düşünceme ve Neruda’nın her mısrada hissedilen yalnızlığına karşı duyduğum açlığa rağmen hâlâ hiçbir insanın yalnız olamayacağına gönülden inanıyorum. AYTEKİN-1 R. İrem AYTEKİN 21201244 TURK102- Sec 026 Aslı Uçar 09.10.2014 Değişik bir yazardan değişik bir kitap "Romanı, saatte 300 km. gidebilen bir spor araba gibi tasarlıyorum. Dileyen okur yavaş yol alabilir, fakat hızlı okunmaya elverişli bir anlatımı benimsiyorum." sözleriyle anlatımını özetleyen Murat Menteş’in ne demek istediğini Dublörün Dilemması'nı okuduktan sonra daha iyi anladım. Türk Edebiyatı’nda pek de karşılaşmadığımız bir tarzı olan Murat Menteş, bu kitabında da tarzını yansıtmış. Kelime oyunları ve farklı yerlere yapılan vurgular okumayı daha da keyifli bir hale getiriyor. Asıl olay farklı karakterlerin bakış açılarından anlatıldığından kitap dört bölümden oluşmaktadır. Aynı olayın farklı görüş açılarından anlatılması okuyucuda hem merak uyandırıyor hem de zihinde olayın değişik biçimlerde canlandırılmasına olanak sağlıyor. İsimleri ile karakterleri benzer özellik taşıyan kitabın başkahramanı olan Nuh Tufan halüsinasyonlar gören bir albino ve adından da anlaşılacağı gibi tufan gibi ortalığı karıştırabilen, sivri zekâlı bir insan. En yakın arkadaşı ise kitap okumayı aşırı derecede seven ve farklı bilimsel deneyler yapan İbrahim Kurban. Kurban, yaptığı deneyler sonucu insanların yüzlerinin kopyalandığı üç boyutlu bir maske yapmayı başarır. Bunun üzerine Nuh Tufan ile beraber aynı anda iki yerde olmak isteyen insanların yerine geçebilecekleri bir iş kurarlar. Ferruh Ferman adlı karakter burada olay örgüsüne katılır. Nuh Tufan, Ferruh Ferman’ın yerine geçer. Tufan, Ferman’ın sevgilisi olan Dilara Dilemma’ya da bu sırada âşık olur. Nuh Tufan sırf Dilara Dilemma’ya daha yakın olabilmek için hayatı pahasına dublörlük işine davam eder. Arkadaşı İbrahim Kurban ise onu bu durumdan kurtarmaya çalışır.AYTEKİN-2 Yazar kitabı yazarken sadece bir olayı anlatmak yerine farklı konularla ilgili farklı noktalara da değinmiş. Örneğin bir önceki yazımda Lucy adlı filmden bahsetmiştim. Filmde kullanılan hipotezlere göre Lucy bilinen ilk insandır. Murat Menteş'te, Ferruh Ferman'ın bakış açısını anlattığı bölümde buraya değinmiş. Kitapta her türden bilgiyle karşılaşmak münkün ve birazda şaşırtıcı. Nuh Tufan'ın dublörlük yapmak dışında kendisine ait "Çöplük" adlı bir mekânı da vardır. Burada çöplerden bulunan eşyalara gerekli bakım yapıldıktan sonra satışa sunulur. Nuh Tufan bu malzemeleri satarken insanları şoke edecek hikâyeler uydurarak satışlarını gerçekleştirir. Buraya gelen müşteriler ise bazen anlatılanlara inanmamalarına rağmen duymak istedikleri şeyleri duydukları için ya da anlatılanlar hoş geldiği için elleri boş çıkmazlar. İbrahim Kurban ile beraber Baudrillard konferansına basın numarasıyla girip, tez sunumu hazırlayan öğrenci numarasıyla önemli misafirler için ayrılmış koltuklara oturmaları Nuh Tufan'ın kurnazlığını anlatmada çok etkili bir yöntem olmuş. Kitapta en beğendiğim kısımlardan ilki uyuşturucu kullanan genç ile ibadet yapmaya başlayan genç arasındaki benzerliklerin anlatıldığı "Seccadede dikiş tutturmak" (2005) adlı bölüm. İbrahim ve eniştesi arasında gerçekleşen konuşmada geçen benzerlikleri Menteş'in farklı bakış açısına çok yakıştırdım. En beğendiğim kısımların ikincisi ise “İskoç usulü adam kaçırma” başlıklı bölüm. Sorulan soruya soruyla karşılık vererek gerçekleştirilen konuşmada, "bu sorudan sonra daha ne sorulabilir ki?" dediniz anda gelen sıradaki soru akıcı anlatımı bozmayıp tam tersine anlatıma hoş bir tat katmış. Absürt anlatım tarzına sahip olduklarından Dublörün Dilemması bana "Leyla ile Mecnun" tadında bir kitap gibi geldi. Kitabı okurken Nuh Tufan karakteri zihnimde dizideki Mecnun olarak canlandı. Bu nedenden dolayı, kitabın bir filmi çekilecekAYTEKİN-3 olsaydı bana göre Nuh Tufan kesinlikle Mecnun tiplemesiyle oynayan Ali Atay olmalı. Leyla ile Mecnundan bahsetmişken dizide Murat Menteş'e iki romanına (Dublörün Dilemması, Korkma Ben Varım) yapılan hoş bir göndermeyi de aşağıda paylaşmak isterim1. Videolinki:http://www.youtube.com/watch?v=JW854fOvuZs Sonuç olarak, Dublörün Dilemması biraz felsefe ve absürt komedi sevenler için okunabilecek güzel kitaplardan birisi. Kitabın anlatım tarzını özetlemesi açısından yazımı kitapta yer alan şu sözlerle bitirmek istiyorum; " Yaptığınızı, bir budalanın bunu sizden beklediğini düşündüğünüz için yapıyorsanız, onun sizden bunları beklemesi de, sizin onun bunları beklediğini umduğunuzu sanmasından ileri geliyorsa, herkes istemediği bir şeyi yapıyor demektir. O zaman ortaya hakikaten budalaca bir durum çıkar." (2005) 1 http://www.youtube.com/watch?v=JW854fOvuZs 1Videolinki:AYTEKİN-4 Kaynakça Menteş, Murat. Dublörün Dilemması. İstanbul: İletişim Yayınları, 2005. "Murat Menteş" (14 Ocak 2014) 09.10.2014. KOZMİK UFKUN ÖTESİNİ GÖRMEK küçük parlakçıklar (cid:373)ıydı i(cid:374)sa(cid:374)ı düşü(cid:374)(cid:373)eye ite(cid:374) yoksa gökyüzü(cid:374)ü(cid:374) Geceleri gökyüzündeki (cid:271)u(cid:272)aksızlığı (cid:373)ı? Asıl a(cid:373)a(cid:272)ı(cid:373)ız yıldızlara (cid:373)ı ulaş(cid:373)aktı uçsuz yoksa bilinen evrenin de mi ulaş(cid:373)ak uzaklarda aradığı(cid:373)ız (cid:858)(cid:859)şey(cid:859)(cid:859) (cid:374)e, (cid:272)e(cid:448)apla(cid:373)a(cid:373)ız ötesine, ötesinin de mi ötesine ? Peki, Kısa(cid:272)ası (cid:858)(cid:859)turtles all the gereken soru ne? Bir neden sorusu mu yoksa nedenin nedeni mi? (cid:449)ay(cid:859)(cid:859) … (cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı uğraştığı(cid:373)ızı (cid:271)ilsek de ihtişa(cid:373)ı * Yine de olmayan bir soruyla evrenin bizi her (cid:271)aşta(cid:374) çıkara(cid:272)ak (cid:448)e (cid:271)iz çalış(cid:373)aya de(cid:448)a(cid:373) ede(cid:272)eğiz. türlü koz(cid:373)osu(cid:374) aslı(cid:374)da so(cid:374)lu ola(cid:271)ildiği(cid:374)i öğre(cid:374)diği(cid:373)de ço(cid:272)ukları(cid:374) (cid:373)asal Bize sonsuz görünen kitapları okuduğu (cid:271)ir yaştaydı(cid:373) aslı(cid:374)da. Çok heye(cid:272)a(cid:374)la(cid:374)(cid:373)ıştı(cid:373) sa(cid:374)ki e(cid:448)re(cid:374) artık (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) istediği(cid:373) rdi(cid:373). İ(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u e(cid:448)re(cid:374)i(cid:374) sı(cid:374)ırları(cid:374)a ellerimdeydi ve onu gibi kontrol edebili çalıştıra(cid:272)ak çalışıyor ği(cid:373) götürecek uzay gemisini enerjiyi bulmaya , insan ömrünün uzata bildi kadar uzatıyordu(cid:373).Baze(cid:374) ulaştığı(cid:373)da oluyordu doğa(cid:374)ı(cid:374) ama daha ötesi sadece spekülasyon ka(cid:374)u(cid:374)ları artık orada işle(cid:373)iyordu Bütü(cid:374) yollar so(cid:374)suzluğa açılıyordu a(cid:373)a so(cid:374)suzu(cid:374) aslı(cid:374)da . (cid:448)ar ol(cid:373)adığı(cid:374)ı (cid:271)iliyordu(cid:373). E(cid:374) (cid:271)üyük (cid:373)erakı(cid:373)e(cid:448)re(cid:374)i kaplaya(cid:374) gize(cid:373)li (cid:858)(cid:859)şey(cid:859)(cid:859) e doku(cid:374)(cid:373)ak , onu hayalin ötesinde fiziksel olarak hissetmekti. Maddesel miydi yoksa bir ruh gibi belirsiz Dışı(cid:374)da yaratı(cid:272)ı (cid:373)ı, (cid:271)aşka miydi? bizi bekleyen bir evrenler mi yoksa sadece ta(cid:374)ı(cid:373)laya(cid:373)adığı(cid:373)ız (cid:271)ir (cid:448)ardı? a(cid:374)lar her şeyi(cid:374) çözü(cid:373)ü(cid:374)ü hiçlik mi O zam n kolayca (cid:271)ulu(cid:374)a(cid:272)ağı(cid:374)ı düşü(cid:374)ürdü(cid:373), her şey hayal kur(cid:373)ak kadar kolay şi(cid:373)diki gi(cid:271)i görünürdü yani değildi(cid:373). Daha so(cid:374)ra kar delikleri (cid:448)e i(cid:374)sa(cid:374) aklı(cid:374)ı(cid:374) kolay(cid:272)a idrak ede(cid:373)eye(cid:272)eği umutsuz a (cid:271)oyutları(cid:374) (cid:448)ar olduğu(cid:374)uöğre(cid:374)di(cid:373) ki(cid:373)i(cid:271)oyutlar eğil(cid:373)iş, (cid:271)ükül(cid:373)üş, ke(cid:374)di(cid:374)i diğer (cid:271)oyutlara kapat(cid:373)ış ki(cid:373)isi ise (cid:271)ir(cid:271)irleri(cid:374)e geç(cid:373)iş kar(cid:373)aşık (cid:271)ir yu(cid:373)ağa dö(cid:374)(cid:373)üştü. A(cid:373)a her şey içi(cid:374) (cid:448)ardıki o da(cid:859)(cid:859)za(cid:373)a(cid:374)(cid:859)(cid:859)dı. Ke(cid:374)disiyle (cid:271)ir alıp (cid:448)ere(cid:373)ediği(cid:373)iz (cid:448)ardı kesin olan bir tek boyut . Vefasız (cid:271)ir dost, söz di(cid:374)le(cid:373)ez (cid:271)ir soytarıydı gözü(cid:373)de (cid:448)e o(cid:374)u ko(cid:374)trol altı(cid:374)a al(cid:373)a(cid:373)ızı(cid:374) tek yolu ışıkhızı(cid:374)ı geçe(cid:271)il(cid:373)ekti. )a(cid:373)a(cid:374) türlü paradokslar yaratarak akıyordu evrende. Einstein ışık hızı(cid:374)da(cid:374) daha hızlı uçarke(cid:374) eli(cid:374)de (cid:271)ir ay(cid:374)a tutuyor, ay(cid:374)ada görü(cid:374)tüyü göre(cid:373)iyor (cid:448)e kara(cid:374)lık e(cid:448)re(cid:374)de za(cid:373)a(cid:374)da istediği yere gide(cid:271)iliyordu. Herkes ke(cid:374)di(cid:374)i tarihi(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir za(cid:373)a(cid:374) dili(cid:373)i(cid:374)de yaşarke(cid:374) hayal et(cid:373)iştir. B ilim kurgu (cid:272)ayip tek(cid:374)olojiye ulaş(cid:373)ak iste(cid:373)iş, ke(cid:374)di(cid:374)i ortaçağı(cid:374) ya da a(cid:374)tik fantezilerinde gösterilen a çağı(cid:374) gize(cid:373)i(cid:374)e (cid:271)ırak(cid:373)ıştır. Ki (cid:271)e(cid:374) aslı(cid:374)da (cid:271)ir ortaçağ i(cid:374)sa(cid:374)ı olduğu(cid:373)u defalar(cid:272)a sa(cid:448)u(cid:374)(cid:373)uşu(cid:373)dur.O çağı(cid:374) kara(cid:374)lığı(cid:374)da, toplu(cid:373)da(cid:374) yalıtıl(cid:373)ış, gerçeklere karşı elleri kolları (cid:271)ağla(cid:374)(cid:373)ış (cid:271)ir (cid:373)e(cid:448)(cid:272)udiyet (cid:271)e(cid:374)i(cid:373) ki, şu a(cid:374) yaşadığı(cid:373)ız çağda(cid:374) pek farklı ol(cid:373)ayarak Peki, o za(cid:373)a(cid:374)larla ulaşa(cid:373)ıyoruz Ha(cid:449)ki(cid:374)g(cid:859)le, ‘i(cid:272)hard Gott neden o yerlere derken Steven **ve daha pak çoklarıyla daha ta(cid:374)ıştı(cid:373) yol(cid:272)uluğu(cid:374)u ö(cid:374)e(cid:373)siz . Kimisi zaman da zaman dilimleriyle sı(cid:374)ırlıyor ise e(cid:448)re(cid:374)deki solu(cid:272)a(cid:374)ları(cid:374) (cid:271)ıraktığı izlerde(cid:374) geçtiği(cid:373)iz za(cid:373)a(cid:374) (cid:271)ili(cid:374)e(cid:374)de(cid:374) ayrı , kimisi âle(cid:373)lere ulaşa(cid:271)ile(cid:272)eği(cid:373)izi (cid:271)elirtiyordu iği(cid:374)(cid:272)e (cid:271)ir şeyler ortaya . Hepsi hayal güçlerinin el verd atıyordu. A(cid:373)a her şey her za(cid:373)a(cid:374)ki gi(cid:271)i düşte(cid:374) i(cid:271)aretti ıkta(cid:374) so(cid:374)ra ve kâbus bunu anlad (cid:271)aşlıyordu. Bili(cid:373) (cid:271)elki yıl ol(cid:373)adı (cid:1005)(cid:1004)(cid:1004)(cid:1004) yıl so(cid:374)ra za(cid:373)a(cid:374)ı i(cid:374)sa(cid:374)oğlu(cid:374)u(cid:374) oyu(cid:374)(cid:272)ağı yapa(cid:271)ilir 100 (cid:271)elki a(cid:373)a ya (cid:271)e(cid:374), (cid:271)e(cid:374) göre(cid:373)ediği(cid:373) süre(cid:272)e (cid:271)aşkaları içi(cid:374) ça(cid:271)ala(cid:373)a(cid:373)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı (cid:374)eydi. Biraz(cid:272)ık öfkeyle düşü(cid:374) raz(cid:272)ık (cid:271)e(cid:374)(cid:272)il (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)e a(cid:373)a yi(cid:374)ede… İ yaşardı kia(cid:373)açları(cid:374)a ülen bi nsan niye ulaşa(cid:373)aya(cid:272)ağı(cid:374)ı , yaşa(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) a(cid:374)la(cid:373)ı (cid:448)ar (cid:373)ıydı? bilerek (cid:858)(cid:859)Nede(cid:374)(cid:859)(cid:859) soruları(cid:374)ı sor(cid:373)ayı da (cid:271)ıraktı(cid:373) rtık sade(cid:272)e (cid:858)(cid:859)(cid:374)asıl(cid:859)(cid:859)lar (cid:448)ar. Bu(cid:374)u(cid:374)la (cid:271)aş et(cid:373)ek . A uçarı hayaller de yok eriye sade(cid:272)e gerçeklerle (cid:271)ağla(cid:374)tılı (cid:271)ili(cid:374)e(cid:374) soruları(cid:374) bile zor. Eskisi gibi . G (cid:272)e(cid:448)apları(cid:448)ar. Düşü(cid:374)(cid:373)ek, tartış(cid:373)akta yok. ko(cid:373)utları (cid:448)eril(cid:373)iş (cid:271)ir (cid:271)ilgisayar Kendimi progra(cid:373)ı(cid:374)a dö(cid:374)üştürdü(cid:373). Yaşa(cid:373)ı(cid:373) za(cid:373)a(cid:374)da (cid:271)ir a(cid:374)ı olarak kalacak ve zamanla unutulacak a(cid:373)a (cid:271)e(cid:374) u(cid:374)utul(cid:373)ak, yok ol(cid:373)ak iste(cid:373)iyoru(cid:373). Yaşa(cid:373)ı se(cid:448)iyoru(cid:373) a(cid:373) a karşı a bir yandan da on ey(cid:374)i(cid:373)de (cid:272)e(cid:448)apsız (cid:271)ir yaşıyoru(cid:373). olan hiddetimi yok edemiyorum. B kozmosla ***(cid:859)(cid:859)turtles all the (cid:449)ay(cid:859)(cid:859): Bir filozofla (cid:894)ki o kişi(cid:374)i(cid:374) Bertra(cid:374)d ‘ussel olduğu söyle(cid:374)ir(cid:895) (cid:271)irkadı(cid:374) arası(cid:374)da ki (cid:271)ir ko(cid:374)uş(cid:373)a(cid:374)ı(cid:374) ü(cid:374)lü (cid:271)ir söz(cid:272)üğüdür. Filozof öğre(cid:374)(cid:272)ilere dü(cid:374)yayı (cid:448)e gü(cid:374)eş siste(cid:373)i(cid:374)i a(cid:374)latırke(cid:374) kadı(cid:374) (cid:271)ilgileri(cid:374) çöpte(cid:374) i(cid:271)aret olduğu(cid:374)u tek gerçeği(cid:374) dü(cid:374)ya(cid:374)ı(cid:374) bütün bu u(cid:373)(cid:271)ağa(cid:374)ı(cid:374) sırtı(cid:374)da olduğu(cid:374)u söyl ğa(cid:374)ı(cid:374) üstü(cid:374)de olduğu(cid:374)u bir kapl er. Filozof, kaplumba neyin soru(cid:374)(cid:272)a kadı(cid:374) (cid:271)u (cid:373)eşhur(cid:272)e(cid:448)a(cid:271)ı (cid:448)erir: (cid:858)(cid:859)Boşu(cid:374)a uğraş(cid:373)atü(cid:373) yol kaplu(cid:373)(cid:271)ağa.(cid:859)(cid:859) ey(cid:374)i dışı(cid:374)da hiç(cid:271)ir orga(cid:374)ı(cid:374)ı kulla(cid:374)a(cid:373)a(cid:373)ası, düşü(cid:374)(cid:272)eleri(cid:374)i aktardığı ***Steven Hawking: B (cid:271)ilgisayarı(cid:374) ro(cid:271)otik sesiyle (cid:448)e Ta(cid:374)rı(cid:859)(cid:374)ı(cid:374) ol(cid:373)adığı(cid:374)a dair i(cid:374)sa(cid:374)lar üzeri(cid:374)de yarattığı etkiyle (cid:271)ili(cid:374)e(cid:374) İ(cid:374)giliz (cid:271)ili(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)ı. Bili(cid:373)e e(cid:374) (cid:271)üyük katkısı kara delikleri(cid:374) aslı(cid:374)da gerçekte(cid:374) kara ol(cid:373)adığı(cid:374)ı, (cid:271)elli freka(cid:374)slarda e(cid:374)erji salı(cid:373)ı yaptığı(cid:374)ı teorik olarak ortaya at(cid:373)asıdır. ‘i(cid:272)hard gott: A(cid:373)erikalı (cid:271)ili(cid:373) i(cid:374)sa(cid:374)ı. Uzay ra delikler üzeri(cid:374)de çalış(cid:373)aktadır. - zaman ve ka )a(cid:373)a(cid:374)da oluşa(cid:374) paradoksları yakala(cid:373)ış (cid:271)u(cid:374)ları çöz(cid:373)eye çalış(cid:373)ıştır. (cid:858)(cid:859) Einstein Evreninde )a(cid:373)a(cid:374) Yol(cid:272)uluğu(cid:859)(cid:859) (cid:271)u çalış(cid:373)aları(cid:374)ı(cid:374) (cid:271)ir kıs(cid:373)ı(cid:374)ı aktara(cid:374) e(cid:374) ö(cid:374)e(cid:373)li kita(cid:271)ıdır. HELİN KARAKUŞ BEN HEP FERİDUN OLMAK İSTERİM Sizin hiç başınıza geldi mi; sorunlarınızdan, hayatınızdan hatta bazen tümüyle koskoca benliğinizden kaçmak istediğiniz? Hani olur ya bazı anlar, gerçekten artık dayanamayacağınızı hissettiğiniz ve bir çıkar yol için çırpınıp durduğunuz; nereye giderseniz, kimle olursanız, ne yaparsanız yapın kendinizden kaçamadığınızı fark ettiğiniz o manidar anlar. Gerçekten de ne ilginçtir değil mi, her şeyi mekanınızı, davranışınızı hatta boydan boya görünüşünüzü bile değiştirebilirsiniz ama bir türlü o bedende can bulan ruhu, duyguları, düşünceleri değiştiremezsiniz, içinizde açılan bir yarayı bıçakla kesip atamazsınız, nerede olursanız olun o da sizinledir. İşte Mahir Ünsal Eriş’in Olduğu Kadar Güzeldik kitabından “Benim Adım Feridun” adlı öykü kendi benliğinden kısa süreliğine de olsa sıyrılıp bir başkası olabilen çaresiz bir adamın öyküsü. Aşk acısı acıların en büyüğüdür der kimileri. Ben bu fikre katılmam, daha büyük acılar vardır hayatta ama aşk acısı insanı yiyip bitiren türdendir, aklından çıkarabilene kadar her anında seninledir. Kafanda kurup sorular sormana, hep bir iç savaş vermene neden olur. O yüzden en acısı demek doğru değildir belki ama en yoruculardan biridir bence. Kafanda karıncalar dolanıp dururken sadece onları daha az hissettiğin anlar olur ama onlar hep ordadır çünkü sen Ayşe misin Ayşe hep bedeninde, Ali misin Ali en eğlenceli anlarında bile içindedir. Peki çözümü var mıdır bunun, bir başkası olsan mesela sen o olmasan artık. Yine de Ali’nin acısını duyar mısın? Feridun ise mesela ismin, başka bir ailen varsa, hiç tanımadığın insanların düğünündeysen, Feridun’a sorulan soruların cevapları sendeyse yine de Ali’nin aşk acısını çeker misin? İnsan bencil bir varlık değil midir? Birine üzülmekten daha çok yapabildiğimiz bir şey var mı sanki hani onun yerine acı duydum falan diyoruz ya hayır efendim düpedüz palavra. Olsa olsa sen onun acısına üzülürsün ama onun acısını hissetmezsin. Boşuna mı denmiş “el elin nesine gülerek gider yasına” diye. İşte bundan dolayıdır ki kendi acından tamamen kaçmanın tek bir yolu vardır: Ali, Mehmet her kimsen bir başkası olmak, Feridun olmak mesela. Feridun’un kendi ailesi var ne de olsa, kendi arkadaşları, akrabaları hatta kendi sorunları bile. Feridun ne yapabilir ki ancak içindeki Ali’nin acısına üzülür, Ali kız arkadaşını yad ettikçe onun için en iyisini diler, Feridun’un sorunu değildir ya! İsterse çok halsiz, çok kötü hissettiği bir günde olsun Feridun Ali’nin kız arkadaşlarıyla sorunlarını düşünüp acaba şöyle yapsalar mutlu olurlar mıydı, sorunsuz hallederler miydi, der mi? Haydi diyelim dedi, o karıncalar en fazla beş dakika Feridun’un kafasını kurcalar, peki ya sonra? Feridun işini gücünü yapar, amcasıyla dayısıyla gittiği düğünde oynar, düğün bitince onlara gider orda da birkaç posta içip ertesi sabah hayatına kaldığı yerden devam eder. E ne yapalım yani Feridun mu olalım hepimiz dediğinizi duyar gibiyim. Mesele Feridun olmak değil elbet. Sen istediğin kadar “benim adım Feridun” de birkaç günden fazla Feridun olmak mümkün mü zaten? Demem o ki hepimizin içinde bir yaradır, hele de içimizdeki yaralar kocamanken bir başka ruhla hayatımıza devam edebilmek arzusu. Ne güzel olurdu değil mi tak diye düşsek sıfırdan bir hayata Feridun deseler artık bize, tam karmakarışık sorunların ortasındayken sevenlerimiz çıkıverse, Feridun’a çok değer veriyor olsalar mesela, sorunlarımız yok olsa birden. Feridun’un mu sıkıntıları başladı bu kez de “Fehmi” olalım efendim, kaçalım hep sorunlarımızdan, kurtulalım artık kafamızdaki şu karıncalardan onlar bizi yiyip bitirmeden. Sonuç olarak, birkaç günlüğüne de olsa “Feridun” olmaya razı benim gönlüm. Sadece kısa bir süre için bile olsa yeni bir ruhta hayat bulmak, yeni bir kimliğe sığınıp sorunlardan kaçmak sanırım sadece benim değil, hepimizin ihtiyacı olan bir şey. Fuat Arınç Pehlivan 21501112 Yaratıcılığın Kırbacı İşte yine yazı yazmanın son güne kaldığı akşamlardan biri, yazımı vermeye bir buçuk saat kadar az bir vakit kalmışken önümde bomboş ve yazılmayı bekleyen bir kağıt. Ne zaman bir yazıya başlasam, kalemi elime bir dertle, sıkıntıyla alıyorum, yazmaya başladığım zaman ise kalem sanki daha da ağırlaşıyor, kalemim sanki kağıtta kaymıyor ben onu zorla sürüklüyorum. Fakat hayattaki diğer zorunluluklar gibi kendime çeki düzen verip, bu yazıyı bitirmem gerektiğini söylüyorum, yazı yazmayı bir eğlence gibi değil de zaman geçtikçe daha da büyüyen bir sorumluluk olarak görüyorum ve bu bakış açısı beni bütün bu yazma işleminden soğutuyor ve kendimi bu şekilde düşünmekten alıkoyamıyorum. Yazıyı yazmaya başladığımda ise, çok güzel bir konu seçsem dahi aklımdan tek bir tane düşünce bile geçmiyor, çünkü o sırada aklımdan sadece bu işi hızlıca bitirmek geçiyor. Dikkatimi zor da olsa toparlıyorum, benim için her ne kadar zor da olsa birkaç giriş cümlesi yazıyorum, fakat sonra kendimi başka bir işle haşır neşir bir şekilde buluyorum, çünkü her yazıda olduğu gibi dikkatimi yazdığım yazıya veremiyorum, sonra beş yüz kelimelik minimum limiti olan bir ödeve de sadece yüz yirmi kelime yazabildiğimi görüyorum, bu beni korkuyor çünkü yanımdaki insanların düşüncelerine sayfalar yetmezken benim sadece yüz ya da yüz yirmi kelime yazabildiğimi görmek beni üzüyor, büyük hayallerle açtığım bu Word dosyası bir hüzünle kapanıyor. Belki de sözcükler düşünceleri aktarmada benim için doğru bir yöntem değildir. Boş bir tuvalde gördüğüm potansiyeli kelimelerde göremiyorum, kelimelere baktığımda prangalar görüyorum. Fırçanın bir darbesi belki de bin kelimenin anlatacağı şeyi anlatabilir. Bir tabloyu kelimelerle anlatamazsınız ama bir romanı resmedebiliriz. Bir metin bir düşünceyle yazılmışken, bir resim birçok duygunun karmaşasıdır, yazar kelimelerini bir kalıba sokup dondurmuşken, ressamın çizdikleri değişkendir bakan göze göre farklı görünür, çünkü herkes kendinden bir parça bulur, yaşayan bir parça… Yazı yazmayı sanki zoraki bir ilişki olarak görüyorum, o ne kadar beni sevse de, elimden tutup beni çekiştirse de yapamıyorum, sevmiyorum işte! Ona her baktığımda zaten bitecek bir ilişki görüyorum ama söyleyemiyorum. Sonu belli olan bir ilişkiyi yürütmekte beni yoruyor. Çünkü nedense onun benden aldıkları benim ondan aldıklarımdan hep daha fazla ve bu da beni bitiriyor. Ama biraz da hoşuma gidiyor, çünkü ne zaman beni konuşturmaya başlasa bir türlü susamıyorum. Yazı yazmaya çalışırken, kafamdaki sözcükler ile savaşıyorum, bir türlü bir araya gelmiyor, birleşip yoğunlaşamıyorlar. Bu da beni çıldırtıyor, bir buçuk saat sonunda sanki elimde hiçbir şey yokmuş gibi hissetmek beni çaresiz kılıyor. Sadece bu da değil etrafımdaki insanların kelimeler ile yaptığı hokkabazlıklar ve ödevlerden tam puan almaları beni kendimi sorgulamaya itiyor, nerede hata yapıyorum? Onların benden bildikleri farklı şey ne? Şimdi de geldik bir buçuk saatin sonuna, yazımı teslim etmem gerek süreye on beş dakika kalmışken, ben kuru kelimelerle beş yüz kelimelik sınırı doldurmaya çalışıyorum. Fakat buradaki sorun süre değil buradaki sorun benim kendimi ifade etmemdeki acı yetersizlik, liseden kalan alışkanlıklarımızı nasıl bir anda yıkabiliriz ki nasıl benden istenilen bu şeylere bir anda adapte olabilirim ki. Yıllardır sadece beş şık arasında gidip geldim ve şimdi ucu açık bir sınavdayım. Eskiden doğrunun beş şık arasında olduğunu bilirken, şimdi kendi doğrumu yaratmaya çalışıyorum. Berke Asil Yalan Gerçekler Televizyonda izlediklerimiz ya da sosyal medyada takip ettiklerimiz gerçeği yansıtıyor mu yoksa bizi, düşüncelerimizi, inandıklarımızı şekillendirmek için oluşturulan kurgular mı? Kime, neye, ne kadar güveneceğimizi nasıl seçeceğimizi düşünmekten paranoyaklığa doğru giden bir toplum oluşturuyoruz. İnsanların güven duygusunun şekillenmesinde ki önemli etkenlerden biri taraftarı oldukları siyasi ya da sosyal oluşumlardır. Herkesin satın aldıkları gazeteler, dergiler ya da takip ettikleri sosyal medya kuruluşları kendilerine ideolojik olarak yakın buldukları ya da doğruluğuna daha çok inandıklarıdır. Yanlı haberlerin varlığı bazı insanları rahatsız etmeyebilir. Bu durumda asıl düşünülmesi gereken yapılan haberlerin yanlılığından çok gerçekliği. Sadece belli bir ideolojiye, inanca ait haberleri yapmak o bilgilerin doğru olmadığı anlamına gelmez. Haberlerin ne kadar gerçek olduğunu irdelemeye Gezi olayları sırasında başladım. Sokaklarda yaşananlarla, gerçekten olanlarla haberlerde gösterilenler birbirlerinin tam tersiydi. Var olduğunu bildiğimiz şeyler yok olarak gösterildi. O anlarda sokaklarda olmayan, evlerinden izleyen insanlar da televizyonlarına inandılar. Medyanın gerçekliğe olan etkisini yakından gözlemlemiş oldum böylece. Bir karikatür görmüştüm aynı karenin farklı yerden ikiye ayrılarak aslında olan şeyin nasıl farklı görüldüğüyle, nasıl manipüle edildiğiyle ilgili. Polis şiddetinden kaçan bir çocuğun ayakkabısı, polisi kovalayan bir bıçak gibi gözüküyordu. Bütün bunlardan anladığım şey şu ki güç kimdeyse gerçekleri şekillendirme yetkisine de sahip oluyor. Gerçekleri şekillendirmek sadece olan şeyleri farklı yansıtmak demek değil, aynı zamanda hiç olmayan şeyleri var etmektir. Haberlere dikkat edin gündemde ne zaman önemli ve tartışılması gereken bir konu olsa bir gün sonra bambaşka bir konu ortaya çıkıyor. Bu çok da şaşırılacak bir durum değil belki de ama insan bazen düşünüyor bu konu neden şimdi ortaya atıldı diye. Başkanın Adamları (Wag the Dog) bu haber şekillendirmeye çok güzel bir bakış açısı getiriyor. Başkanların var olan kişisel krizlerini veya devletin içinde meydana gelen krizleri, olmayan sorunlar ya da çatışmalar çıkararak ortadan kaldıran bir meslek türü olduğunu düşünün. Siyaset biliminde “spin doctors” olarak geçen bu meslek türü gerçeklikle oynayarak var olan problemleri ortadan kaldırır. Yozlaşmayla gündeme düşen bir başkanı bu sorundan kurtarmak için olmayan bir savaş yaratarak insanların algısını değiştirmek mümkün. Dahası insanların hassas olan noktalarını bulup onlar üstüne yoğunlaşarak toplumu başkan tarafında olmaya ikna ederler. Aslında olmayan bir savaş enkazından kurtarılan küçük bir kız çocuğu, yozlaşma haberlerini anında alt eder ve iki gün önce hakaretler saydırılan başkan bugün kahraman olur. İşte bütün bu yoktan var etmeler, insanların güvenini zedeliyor. Yaşanan şeyler gerçek mi yoksa gerçek gibi mi gösteriliyor anlaşılamadığı için insanlar ya her şeye kayıtsız kalıp hiçbir şeye inanmıyorlar ve altta hep bir çapanoğlu arıyorlar ya da her yansıtılana inanıp hiçbir şeyi sorgulamıyorlar. Gerçeklik sorgulanmak zorunda bırakılmamalı. Basit yanılsamalarla, basit dokunuşlarla olmayan şeylerden bir gerçeklik yaratmak, gerçekten gerçek olan şeylerden şüphe etmeye sebep olur. Medya bu şüpheyi ortaya çıkaran en büyük organdır. İnsanların haberlerde, sosyal medyada okudukları haberlerin doğruluğunu sorgulaması ya paranoyaya ya da duyarsızlaşmaya doğru iter onları. Yapılan haber gerçek mi yoksa yalan mı ya da amaç gerçekten o haberi yansıtmak mı yoksa başka bir haberi ört bas etmek mi diye düşünen insanlarla, haberlerin aslında insan hayatına bir şey katmadığını düşünüp duyarsızlaşıp ve hissizleşen insanların birbirine karışmasına sebep oluyor medyanın bu fütursuz kullanımı. Kaynakça Levinson, Barry, yönetmen. Wag the Dog (Başkanın Adamları). New Line Cinema. 1997. Murat Deniz Parmaksız 21301145 TURK102 15 Aralık 2014 Rüzgârla Dans Etmek Denizin ve rüzgarın bizi sıcağın bunaltıcı etkisinden kurtardığı yaz aylarında, hem serinlemek hem de keyifli bir aktivite yapmak için iyi bir seçenek olan rüzgar sörfü ülkemizde de son yıllarda Alaçatı’nın önemli bir sörf merkezine dönüşmesiyle gençler tarafından daha fazla rağbet görmeye başladı. Benim de memleketim Çanakkale’nin sörfe uygun olan Güzelyalı bölgesinde başladığım ve devam ettiğim rüzgar sörfü, benim için özgürlüğü iliklerimde hissetmek ve bir nebze de olsa doğanın gücünü tadabilmektir. Rüzgar sörfü diğer sporlara nazaran tam bir tutku işidir, benim gibi bir kere gönlünü kaptıran da bir daha kolay kolay bırakamaz. Her sene okul bitse de sörfe gitsek diye Haziran ayı iple çekilir, şafak sayan askerler gibi tek tek gün sayılır. Sonunda o gün geldiğinde artık heyecan doruktadır. Sörfe gidilecek gün sabahın ilk işi yüz yıkandıktan sonra rüzgar hızını kontrol etmek olur. Eğer rüzgar da güçlüyse demeyin keyfimize, kahvaltı yapılıp mayolar giyilir ve hemen sörf merkezine koşulur. Uzun bir yılın ardından sörf hocamızla hasret giderip hemen ekipmanlarımızı hazırlarız ve kendimizi rüzgara bırakmaya hazır hâle geliriz. Bir sörf tahtası, bir yelken ve rüzgarın gücü ile yavaşça kıyıdan uzaklaşır, masmavi denize açıldıkça yalnızlaşırız. Burada insanoğlunun hapsedemediği tek şey olan rüzgarla dans eder onun özgürlüğünden pay alırız. Eğer doğru açı ve pozisyon yakalanırsa gücümüzü aldığımız rüzgardan hızlı gitmek bile mümkün. Her ne kadar ilk seferinde korkmuş olsam da boğazda yunuslarla karşılaşmak ve onlarla birlikte yol almak da insana doğayla iç içe yaşamak adına tarif edilemez bir tecrübe kazandırıyor. Rüzgar sörfü diğer sporlardan farklı olarak özellikle başlangıçta sağlam denge, kararlılık ve sabır isteyen bir spor. Bunu da ince bir tahta üstünde bir yandan dalgalarla boğuşurken diğer yandan rüzgarın yönü ve şiddetine göre pozisyon almak zorunda olmamıza bağlayabiliriz. Her spor gibi sörfün de doğru ve dikkatli yapılmadığı takdirde sakatlanma riski olduğu için can yeleği, deniz ayakkabısı, eldiven gibi güvenlik ekipmanlarının giyilmesi zorunlu tutuluyor. Ardından vücudumuza ve sörf tecrübelerimize göre uygun sörf tahtası ve yelken de seçildikten sonra bu ikisini mafsal aracılığıyla birleştirip engin denize açılmaya hazır hâle geliriz. Başlangıç seviyesinde ilk günlerde yelkensiz tahta üzerinde denge çalışmaları yapılırken, ardından yelken monte edilerek tahta üzerinde duruş ve kısa mesafe gidiş geliş öğrenilir. Bir yandan da teorik eğitimlerle rüzgar tipleri ve bunlara göre duruş ve dönüş pozisyonları gösterilir. Bundan sonrası tamamen kişinin azmine ve yeteneğine bağlı olsa da genellikle bir iki ay içinde güvenli bir şekilde yüksek hızlara ve keyfe ulaşmak mümkün. Dalgalı denizde rüzgarın ürettiği güç ile ilerlerken ince bir tahta üzerinde dengede kalmak, siz farkında olmasanız bile vücudunuzun bütün kas gruplarını dengeyi sağlamak adına çalıştırıyor. Bu sayede rüzgar sörfü vücudu oldukça zinde tutan ve dengeli bir şekilde geliştiren bir spor hâline de geliyor. Tabii bu yüzden ertesi gün gelen ağrılar da kaçınılmaz oluyor ama işin tadına vardıktan sonra bu ağrılar da insanı yıldırmıyor. Aynı zamanda rüzgar sörfü, sahile uzanıp seyretmesi de yapması kadar keyifli olan bir spor. Şezlonga uzanıp rüzgar yüzünüzü ve bedeninizi okşarken onlarca yelkenin oluşturduğu renk cümbüşünü izlemek apayrı bir haz oluşturuyor. Her ne kadar ülkemizde rüzgar sörfü denilince akla ilk gelen yer Alaçatı olsa da daha sakin, daha sempatik ve daha uygun fiyatlara bu keyfi tatmak isteyenler için Çanakkale, Güzelyalı eşsiz bir fırsat sunuyor. Zeynep Kantarcı ID: 21301413 TURK 102-4 Eser Güler POSTMODERN TARİH KURMACASI: PUSLU KITALAR ATLASI İhsan Oktay Anar’ın ilk kitabı olan Puslu Kıtalar Atlası, postmodernizm akımı doğrultusunda yazılmış, kurgusu tarihsel kurmacalar ve fantastik ögelerle yoğrulmuş bir eserdir. Postmodern romanlarda kurmaca olan mekânlar, olaylar ve kişiler gerçeklerle bir arada verilir. Gerçek olanın absürtlüğü ile kurmaca olanın albenisini vurgulamak amacıyla kullanılan bu tezat, postmodern romanın en önemli özelliklerindendir. İhsan Oktay Anar’ın, eserinde Türkçe ve Osmanlıcayı mezcederek kullanması, bu bağlamda Doğu ve Batı tarzlarına bir arada yer vermesi ve geleneksel değerlere karşı çıkması ancak bir yandan onlardan vazgeçememesi, postmodernizmin ikili çelişkisine en güzel örnektir. Kitapta ülkemizin ve tarihimizin barındırdığı eşsiz etnik dokuları ve en önemlisi bizi biz yapan olguları tadıyoruz. Öyle ki, her karakterin hayatın en içinden, özgün bir hikâyesi var; herhangi bir yerde görebileceğimiz sıradan bir esnaf, nargile içen yaşlı bir adam ya da Teşkilat-ı Hümayun’un kılık değiştirmiş casusu… Hepsi bizden biri ve her bir hikâye aslında bizim hikâyemiz. Eserin tarihsel bir kurmaca olarak nitelendirilmesinin asıl sebebi, tarihi olaylara, şahıslara ya da mekânlara atıflarda bulunarak hikâyeye bir fon oluşturmasıdır. Postmodernizmin önemli tekniklerinden biri olan “tarihsel üst kurmacası” için fon olarak İstanbul’u seçen Anar, ana tema olarak kullandığı insan-şeytan çekişmesini, İstanbul’un kozmopolit yapısına ve Doğu- Batı sentezine yedirerek okuyucuya sunmuştur. İstanbul’un muhayyile sınırlarını zorlayan bir tezatlar şehri oluşu, Anar’a iyilik ve kötülük timsali karakterler yaratabilmesi için eşsiz bir ortam sağlamıştır. Kitabın ilk cümlesi, Anar’ın kurguladığı fantastik dünyaya, okuyucuyu tarih unsuru ve sözlü kültüre ait geleneksel dili kullanarak çektiğini kanıtlar niteliktedir; “Ulema, cühela ve ehl-i dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Kostantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.” (Puslu Kıtalar Atlası, s.13) Anar, postmodern üslubunun da etkisiyle, okuyucuyu şaşırtmayı sever ve sık sık alışılmışın dışında kalıplar kullanır. Yer yer “rivayet olunur ki” gibi geleneksel üslupta yazılmış edebiyat eserlerinde görmeye alışık olduğumuz kalıpları kullanır; geleneksel hikâye anlatım tekniklerini başarıyla uygular. Öyle ki, kullandığı ağır dil roman ilerledikçe size hafif gelmeye başlar ve zekice kurgulanmış fantastik hikâye kendi içinde çökmeden ve okuru sıkmadan akıp gider. Yazarın roman dilini oluştururken ya da olay örgüsünü kurgularken yararlandığı metinler kolayca anlaşılabilir. Doğu anlatılarından olduğu kadar Batı anlatılarından da etkilenen Anar’ın ilk eserinin yoğun bir bilgi birikiminin ürünü olduğu açıktır ancak kurgunun ve dilin klasik metinlere zoraki yakınsaması da gözden kaçmamıştır. Bu dayatmanın bir sonucu olarak, Anar’ın eserlerine genel olarak baktığımızda gelenekselden moderne ve modernden postmoderne akan bir üslup vardır. Felsefeci karakterine binaen kutsal metinlerden sıkça yararlanır ve karakterlerine bu metinlerden bir kimlik ve sorunsal yaratır. Kuran-ı Kerim’i, Tevrat’ı ve İncil’i kullanarak şeytanı, kötülüğü, dünya hayatının beyhudeliğini, kıyamet alâmetlerini farklı bakış açılarıyla işlemiştir. Dil ve kurguda kullandığı bu motiflerle İhsan Oktay Anar, eserin tarihi atmosferini pekiştirmiş, fantastik ve felsefi ögeleri kullanmaktan geri durmayarak çizdiği oryantal havayı desteklemiştir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kaynakça:  Anar, İhsan Oktay. “Puslu Kıtalar Atlası” İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.  Bayram, Yavuz. “Postmodernizm (Modernizm Ötesi)”(İstanbul 2006) 6 Aralık 2014.< http://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20EDEBIYATI/yavuz_bayram_postmoderniz m.pdf>  Tatlı, Osman. “Postmodernizmde Metinlerarasılık ve Pastiş” 6 Aralık 2014.  Hüsmüllü, İlkay. “Puslu Kıtalar Atlası” 21 Mart 2014 (6 Aralık 2014) http://blog.milliyet.com.tr/puslu-kitalar-atlasi--ihsan-oktay-anar-- inceleme/Blog/?BlogNo=453959 Umut Yolculuğu Uzun süredir yoldaydı. Aklında ve dualarında oraya ulaşmak o kadar büyük bir yer tutuyordu ki, artık ne zaman yola çıktığını bile hatırlamıyordu. Bir varabilseydi, her şey bitecekti , tüm korkuları sona erecekti, onun ve ailesinin başına yıllardır çöreklenmiş kapkara sefalet bulutları dağılacaktı. Sonuçta Kaliforniya dedikleri yer fırsatlar diyarıydı, havası bile ılık ve insan dostuydu. Bu yüzden ulaşmalılardı oraya, sürekli değişip geçirdiği her değişimle daha da acımasız hale gelen dünyada hayatta kalabilmek için Oklahoma'da buğday yetiştirmek kafi gelmiyordu pek. Fırsat topraklarına yolculuk edip şanslarını Kaliforniya'nın umut tarlalarını hasat ederek denemeleri gerekiyordu artık. Ne olmuştu da ona ve atalarına yıllarca vefayla hizmet etmiş topraklar birdenbire düşman kesilmişti şimdi, anlayamıyordu. Kimi diyordu Büyük Bunalım, kimi Kara Perşembe ile başladı dedi, başkaları hisse değerlerinden bahsetti. Artık her ne olduysa, birileri uzakta bazı taşları yerinden oynatmış ve bu birilerinin yaptıkları onun tarlasının temellerini sarsmıştı. Belki de kendiliğinden olmuştur diye düşündü bir an, yıllardır insanlar birbirlerine savaş açıp düşmanlık besliyordu, savaş açma sırası tabiat anaya gelmişti belki. Olası tüm nedenler zamanın bulanık sisi içinde belli belirsiz dolaşıyordu ve çoğu insan da onları rahatsız etme zahmetine girmiyordu pek. Nedenler belirsizdi belki ama sonuçları çok gerçekçiydi ve acımasızdı. Bu ekonomik düşüş, artık ne sebepten meydana çıktıysa, yöresindeki tüm aileleri açlık ve sefaletin eline teslim etmişti. Onun çocukken giydiği elbiseleri giyemez, yediği yemekleri yiyemez olmuştu kendi çocukları. Yediği her yemek bir öncekini özletiyordu, aldığı her hasat ayrı bir hayal kırıklığı yaratıyordu. Zamanında rüzgar estiğinde başakları birbirine çarpıştırıp bir neşe senfonisi sunardı hasatçılara, bereket kokusu taşırdı hava. Ya şimdi... Hava kuraklığın zalimliğiyle toprakları kavuruyor, boş topraklar açlık adlı canavara yaşayanları kurban ediyordu. Esen rüzgar keyifli tınıları değil, ölümün ıslığını getiriyordu dinleyenlerin kulağına. Karar kalıp acıyla kıvranmakla kaçmak arasındaysa, herkesin yapacağını yapmıştı o. En azından ailesine sahip olduğu en iyi şansı tanımalıydı. İmkansızlıkların içinde yeni bir fırsat doğmuştu bu yolculukla işte. Dünya artık hiç olmadığı kadar hızlı değişiyordu, belki sıra da onların çiftliğine gelmişti. Eski düzeni düşündü, ekip biçebildiği bir şeyler olduğu müddetçe aç kalmazlardı eskiden. Ekebilirlerse tabii, ki artık o bile fazlasıyla zordu. Modern olup çağa ayak uydurmaları gerekiyordu onların da, hayatta kalmak isteyen her aile gibi dönüşmeleri gerekiyordu, yalnızca bu dönüşüm eski çiftlikleri üzerinde olmayacaktı. İş olanakları ve sağladığı imkanlarıyla, daha doğrusu sahip olduğu söylenen imkanlarıyla, Kaliforniya onlar için yeni bir şafaktı, fakat bu defa Güneş batıdan doğmuştu. Onlarınki böyle bir umut yolculuğuydu, en iyimser tabirle; en kötümser ifadeyle, belki de bir hayatta kalma yarışıydı. Hedefindeki topraklara yolculuğu ise umut dolu olsa da, onu hayatında hiçbir şeyin korkutmadığı kadar korkutuyordu. Pek seçeneği olmayabilirdi, ama bu korku onda yine de tereddüt etmesine neden olmuştu uzun süre. En sonunda diğer ailelere uymuşlardı onlar da. Tek umudu, uçuruma birbirlerini izleyerek atlayan koyunlarınki gibi bitmemesiydi onların hikayesinin. Gittikleri yer çok şey vaat ediyormuş gibi görünse de, o yüreğinden atamıyordu tereddüdü. Yola odaklanmaya çalıştı, en sonunda attı bu düşünceleri de zihninin ücra bir köşesine, Kaliforniya'nın altın portakalları gibi pasparlak bir gelecek bekliyordu onu ve ailesini. İşte Tom Joad ve ailesi bu şeklide göç etti Kaliforniya'ya. Gazap Üzümleri, Büyük Bunalım sonrası çiftçilerin yaşadığı zorlukları ve göç etmek zorunda kalmalarını anlatıyor, Joad ailesinin yaşadıklarını merkeze alarak. Steinbeck, çiftçilerin yaşadığı problemleri, onların umutlarını ve korkularını aktarıyor okurlarına gerçek hayattan esinlenerek. Ortaya koyduğu roman ise, yukarıda anlatmaya çalıştığım şekilde, pek çok şekilde anlamamızı sağlıyor o dönemin insanlarını. Kaynak: Steinbeck, John. Gazap Üzümleri. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2008. Hüseyin BEYAN Mehmet Fehim Açıkel 21400307 YENİŞEHİR’DE BİR ‘PİKNİK’ VAKTİ Bugün bile Kızılay’a gidince karşıma“Piknik” çıkıyor. Daha doğrusu piknikler… Bugün bile Yenişehir’de Bir Öğle Vakti dendiğinde akla ilk Piknik geliyor. Daha doğrusu Piknikler. Herkesin kendi dünyasında kurup şekillendirdiği, biraz oradan biraz buradan bir şeyler kattığı kurmaca dünyalar. Modern bir fast food edası ile mazinin izlerini üzerlerinden atma eğilimde geçmişten kalma isimlerinden vazgeçememiş yeni yeni piknikler… Aba Piknik, Hosta Piknik falan… “Piknik” deyip döner satmak, rafa dantel dizmek kolay iş tabii, kasıtları ne ise “piknik”ten. Kastımız ne ise dönerin yanında “fast food”dan. Herkesin kendi dünyasında kurup şekillendirdiği mekânlar, insanı kendi dünyasında kurup şekillendiren mekânlar. İşte bu yüzden herkesin çözüm yeri Piknik, herkesin kendini arayıp ekmek arası sosis bulduğu dantel raflı İtalyan mimarisi. Soysal’ın romanı, Ankara Yenişehir’de bir kavak ağacının devrilişinin uzun bir öyküsüdür aslında. Aslında Soysal’ın romanı, Yenişehir’de bir kavak ağacının devrilişinin uzun anlamsızlık sürecidir. Hiçbir suçu yoktur kavağın, onca kötü insana rağmen olan kavağa olur. Yalnız gitmek istemezcesine roman boyunca Piknik’in bir parçası olamamış kapıcıyı da yanında sürükler. Kendi düzenine yapışmış fakir bir kapıcı, Yenişehir’de Bir Piknik Vakti’nde elbette kendine yer olmadığını anlamışçasına Piknik’e gitmemenin cezasını hayatıyla öder. Devrilmesi muhtemel kavak ağacı, onca Sebastian Piknik’te demleme çaylarını yudumlarken, gidip biricik kader ortağı kapıcıyla Piknik’e girememenin üzüntüsünü paylaşmak ister. Nihayetinde kapıcıyı da alıp yeni “Pikniklerine” giderlerken, Soysal, dikili son ağacını da kaybetmişçesine romanına son verir. Kim kalır geriye sorusunun cevabı sorulurken, bir yandan da tezgâhtar Ahmet sevgilisi Şükran’ı alıp Piknik’te sandviç yerken, öteki tarafta ukala zengin Güngör metresi ile yine Piknik’te yemek yemektedir; her geçen gün arayışını ekmek arası sosiste bulabileceğini düşünen onlarca çiftin yaptığı gibi. Ahmet, Hatice Hanım, Güngör, Necip Bey, Doğan, Olcay, Ali… Hepsi toplumun içerisinden özenle seçilmiş derya kuzuları. Hepsinin kıyıdan köşeden Piknik’i şöyle bir sorgulamışlıkları var. Piknik, kimi zaman Ali’nin düşünceleri ile bir olmuş, kimi zaman Güngör’ün kendini beğenmiş tavırlarına bürünmüş. Bazen içinde Olcay için sımsıcak bir sevgi beslemiş. Belki de onu kitap boyunca bahsedilen ‘sevgisizlik çemberi’nden çıkarmak istemiş, soğuk duvarları ısınacak gibi olmuş bir an. Sonra düşünmüş Piknik: Onca zaman, onca insan gelip gitmiş Piknik’e, bakmış, eğlenmiş hepsi. Hiçbiri yatıya gelmemiş, hiçbiri duvarları okşamaya da gelmemiş. Hepsi bir şeyler aramış da Piknik’te, hiçbiri Piknik’i Mehmet Fehim Açıkel 21400307 aramamış. Bunca insan gelip geçmiş de biri de döktüğü ketçapı kendi temizlemeye yeltenmemiş. Hep aramışlar, denemişler, ama kimsenin ne kendi ketçap lekesine ne de birbirine karışan onca ne idüğü belirsiz ayrıntının içinde kaybolup giden ekmek arası sosis kıvamında melun düzene bakmak aklına gelmemiş. Ucuza doyurdukları karınlarının ve hesaplı kullandıkları akıllarının yegâne birleşim noktası olmuş Piknik. O güzelim kavak devrilmiş de, dimdik kalmış Piknik. Amerikan tarzının özenilmeye başlandığı 1950’li yıllarda açılmış olan Piknik, Ankara’da fast food kültürünü başlatan restoran olarak tarihe geçmiş, dört duvar bu mekân tarihe geçerken zavallı kavak ağacı devrildiğiyle kalmış. Kanaatimce biraz da bu sebepledir ki Sevgi Soysal okuruna yaşamın dört duvardan ibaret olmadığını, dış dünyanın yeşilliklerinin de var olduğunu ve sona gelinene kadar kimsenin farkına bile varmadığını da göstermek istemiştir. Oysa her şeye rağmen banka gibi para bastığı söylenen bu mazlum, yalnız dediğim dört duvar öyle güçlü çıkar ki, kaybedilen hiçbir değer artık insanları etkilememeye başlar. Ekmek arası sosislerde, beyaz çoraplı Sebastianlardadır artık yaşamın şifresi. Bir kavak devrilir, bir kişi ölür. Piknik devrilmez, aranan Piknik olmuştur çünkü artık, kendi yalnızlığında boğulan dantel raflı İtalyan mimarisi ekmek arası sosis merkezi. Geçiş aşamasında olan bir toplumun mekâna yansımış halidir o. Yenişehir’de Bir öğle Vakti’nde işte tam bu sebeple toplumun her kesiminden insan kendisine Piknik’te yer bulabilmektedir, kendine bulmak istediği yerin Piknik olduğuna kendisini inandırabilmektedir ya da. Ucuza karnını doyurup, aklını hesaplı kullanmaktır önemli olan sonuçta. Piknik, geleneklerinden kopamayan, öte yandan da yeni düzen karşısında ne yapacağını kestiremeyen Ankara halkının önüne bir değişim menüsü sunar, ancak çare olmaktan ziyade kültür çatışmasını körükleyecek şekilde biçimlendirilmiştir ki kendisinin de neyin uzantısı olduğu meçhuldür. Necip Bey’in patates kızartması yerine garson çocuktan patates püresi istemesi, geleneksel anlayışın yerini batı düşüncesine bırakmaya başladığının ama halkın buna uyum sağlamakta zorlandığının mekân üzerinden oldukça gülünesi bir örneği. Güldüm. Dört duvarı arasında onca insana rağmen yalnızlıktan bitap düşmüş para makinesi Piknik, Soysal’ın okuyucusuna sunduğu mekânsal bir eleştiri niteliği taşır, aklını hesaplı kullanmayanlar için elbet vesselam. Doruk Uğurer 21202796 Türkçe 101-25 Çocuk ve Savaş Steven Spielberg’ün tüm filmlerinden güzel tatlar almışımdır ancak bu filmi benim için bir ayrı güzeldi. Sahneler, kurgu, olayların birbirine bağlanması her şey çok başarılıydı. Spielberg her zamanki gibi beni şaşırtmadı; devasa binlerce kişiden oluşan kargaşa, şavaş sahnelerini ve de ümitsizlik-keder konularını çok iyi şekilde kamerasına almış. Ayrıca hangi muzikleri arka planda kullanıp insanların tüylerini diken diken edebileceğini çok iyi biliyor. Empire of the Sun; savaş filmleri arasında yer alıpta hem savaştan uzak olup hem de savaşın nasıl oldunu, insanları nasıl etkilediğini anlatan en iyi filmlerden birisidir. Böyle usta ellerden çıkıp, müthiş dramatize edilip ve etkileyici dozu bu derece yüksek olan bu filmde artik Chistian Bale’a hiç tereddütsüz en yetenekli oyuncu sıfatını yükledim. John malkovich'in yanında oynayıptaonun performansını ikinci planda kalmasını sağlamak kolay olmasa gerek. Filmde 1941yılında japonların shanghai’i ele geçirirler, Chistian Bale burada yaşayan aristokrat bir ailenin çoçuğudur. Kargaşada anne ve babasını ve babasını bulamayıp bir japon esir kampına düşer ve orada başına gelenleri ve yaşadıklarını çok zeki, hiperaktif ve yerinde durmayan bir çocuğun gözünden anlatır film. Film çekilirken yalnızca 13 yaşında olan Chistian Bale’ın bu denli etkileyici performansı bu nasıl bir çocukmuş sorusunu düşündürttü bana sürekli. O yaşında çocuk yüzünden beliren tüm mimikler, hiperaktif ve sinir bozucu bir çocuğu çok iy bir şekilde oynamış. Filmde Chistian Bale’ın çocukluğu anlatılırken savaş hikayenin arkafonu olmuş. Film öyle kurgulanmışki çocuk ne savaş alanına aittir ne de savaştan uzaktadır.Çocuğun psikolojik durumu, sinirlenişi, kayıp olması, zekası ve bulunması; bir insanın çocukta olsa savaş yüzünden kişiliğinin, dünyaya bakış açısının, hayat ile yüz yüze nasıl gelindiğini hesaplaşıldığını en güzel şekilde göstermiş. Diğer bir değişle Chistian Bale kendi gözlüyle bu dünyada adaletin olmadığını ve olmayacağını görüyor. Küçük Chistian Bale’ın hayatta kalma çabası insanın içine işliyor. Hayatta kalabilmek uğruna kendini parçalıyor adeta. Aristokrat ailesinin ona sağladığı hiç bir tehdit içermeyen bir dünyadan birden bire kendisini savaş ortamında bulan ve yaşamaya devam etmeye çalışan bir çocuk. Öyle ki yaşından dolayı onun için savaş yalnızca göklerde uçan uçaklardan oluşmaktadır. Kuleye çıkıp savaş uçaklarının onu etkilediği için pilotlara el sallamaktadır. Bu bolluk içinde büyüyen çocuk görmezden gelinse de, dayak yese de bulunduğu her yeni ortamda yeni bir hayat kurmaya çabalıyor. Aniden yapayalnız kalan ve hayatta kalmaya çalışan çocuk filmde insanı derinden etkiliyor. Örnek olarak: zenginlik içinde büyümüş bir çoçuğun aç kalıp basit bir patates parçasına saldırışı çarpıcıdır gerçekten. Esir kampına düştüğünde Chistian Bale kendisine arkadaşlık eden iki büyüğü ile tanışmıştır ve onlardan şunu öğrenir: gerekli proteini sağlamak için böcekleri yemesini ve hergün verilen patatesten bulabileceğini. Arada sırada da çıksa verilen o kurtlu patateslerden çocuk kurtları elinde zevkle toplayıp yer. Aynı zamanda küçük bir çocuktan "yeni bir kelime ogrendim: atom bombasi." cümlesini duymak, üzmüştür beni bayağı ve sonra bunu tanrının adeta bir resim çekmesine benzetmiştir. Vakit geçtikçe tanrıdan da ümidini kesmektedir küçük çocuk. Tanrının belki de tenis oynayıp onu bu yüzden görmezden geldiğini düşünmediğini hayal etmektedir. Bana kalırsa en hüzünlü sahne filmin sonunda anne ve babasıyla kavuştuğu andır. Esir olmaktan kurtulup ailesin bulduğunda, anne ve babasına boş gözlerle bakar, sonra gözlerine inanamayıp annesinin rujuna dokunur, elini tutup elindeki ojeyi inceler en son olarakta yapılı saçlarına. Bu bir kavuşma anıdır fakat insanın boğazına bir yumruk iner, çünkü o artık ne çocuktur ne de onlar gibi. 50 KİLOMETRE ARASINDA GEÇEN HİKAYE Aslında bu kitabı okumaya evimin kütüphanesindeyken karar verdim. Kendimi biraz zorlamak istedim bu özeti yazarken o yüzden de biraz kalın bir kitap seçtim. Okuduğum kitabın da dünya klasiklerinden biri olmasına da dikkat ettim. Kitabı seçerken de kitabın arka kapağında yazan yazılara baktım ve en ilgi çekici hikaye olarak karşıma çıkan roman da yazarı Charles Dİckens olan '' İki Şehrin Hikayesi '' ydi. Oliver Twist kitabından da tanıdığım için bu yazarın kitabını seçmiştim biraz da. Kitap çok uzun gelmişti başta. İlk otuz sayfasında oldukça da sıkılmıştım. Kitabı bir ara bırakmayı başka bir kitaba geçmeyi de düşünmedim değil. Zorluğu seven biri olduğumdan inat ettim ve okumaya devam ettim. İyi de yapmışım çünkü kitabın kalan kısmında insanın okudukça okuyası geliyordu. Bazı akşamlar uykumdan ödün verip gece üçlere kadar okuduğum bile oluyordu. Peki nedir bu kitabı bu kadar ilginç kılan şey? Romanın başta sıkıcı geldiğini söylemiştim. Çünkü romanın başında geçen hiçbir olay örgüsünü anlayamıyordum. Hepsi birbirinden bağımsız o kadar çok hikaye vardı ki hiçbiri aklımda kalmıyordu. Bir hikaye bitiyor hemen arkasından onunla alakasız başka bir hikaye başlıyordu. Kitaba ertesi gün okumaya devam ettiğimde başta okuduğum kısım hakkında biraz bilgi eksikliği de oluyordu haliyle. En az dört kişinin hikayesinden bahsediyordu romanda. Hepsinin hikayeleri de çok farklıydı. Kimininki İngiltere'de, kimininki ise Fransa'da geçiyordu. Bu yüzden bazı yerlerde kopukluklar yaşayabiliyordum başlarda. Zaten kitapta da genel olarak İngiltere ve Fransa arasındaki yönetim benzerliğinden söz edilmekte. Charles Dickens, Fransa'da uygulanan sistem ile İngiltere'de uygulanan sistemi çok güzel özetlemiş arada da eleştiri yapmaktan kaçınmamış. Kitabın çeyrek kısımlık bölümünde de hikayeler kopuk kopuk devam ediyordu. İleriki bölümler hakkında pek bir umudum kalmamıştı... Kitabın ortalarına doğru olaylar değişmeye başladı. O birbirinden bağımsız sandığım insanların aslında birbirinden bağımsız olmadığını anladım. Çünkü romanın başında anlatılan her kahramanın bir diğer kahramanla bir etkileşimi vardı. Mesela kitapta doktor olarak tanıtılan Dr.Mannette'ın kızı Lucie ile kitabın ana karakteri Charles Darnay evleniyor, Dr.Mannette, Charles Darnay'i duruşmada savunuyor, Jarvis Lorry adında başka bir kahraman ise Dr.Mannette'ın en yakın dostu olarak karşımıza çıkıyor. Kahramanlarımız anlayacağınız gibi olaylarda hiçbir zaman birbirlerinden kopuk değiller. Kitabın bana kalırsa ilgi çekici özelliklerinden biri de buydu. Çünkü ben hiçbir şekilde bu insanların bir araya gelebilme ihtimalini düşünmemiştim. Biri doktor, biri avukat, biri banka çalışanı, biri de iyi bir vatansever olan dört farklı insanın nasıl olur da ortak bir noktası olabilirdi ki? Usta yazar Charles Dickens bu kahramanları ve hikayelerini çok güzel bir biçimde birbirine bağlamış. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de asıl kahramanlar yavaş yavaş ortaya çıkmakta. Özellikle iki kahramanın bu konuda diğerlerinden sıyrıldığını görüyoruz. Bunlar 'Charles Darnay' ve 'Sydney Carton' karakterleri. Syndney Carton için olaylarda çok ön planda olmayan ama hikayenin sonunda ortaya çıkıp olayları tamamen değiştiren bir karakter diyebilirim. Charles Darnay ise olayların içinde hep var olan ve hikayedeki bütün kişileri birbirine bağlayan karakter olarak göze çarpıyor. Okuyucuların da okurken bu karakterler ve onların hikayeleri üzerinde daha fazla düşünmelerini öneririm. Başta okurken açıkçası pek hoşlanmadığım Syndey Carton karakteri, romanın sonuna doğru öyle bir yerde öyle bir şey yapıyor ki insanı o karakteri sevmediğine pişman ediyor ve bu yöntemle Charles Dickens romanında okuru çok güzel ters köşeye yatırıyor. Romanın da ilgi çekici başka bir özelliğinin de bu olduğunu söyleyebilirim. Bu romandan sonra kafamdaki bazı düşüncelerin olgunlaştığını hissettim. Artık ülkelerde uygulanan yönetim biçimleri hakkında düzgün yorumlar yapabileceğimi biliyorum. Ayrıca bu kitapta soylular ve köylüler sınıfı olarak adlandırılan sistemin oldukça yanlış olduğunu romanda gösterilen örnekler ile birlikte daha iyi anladım. Okurlara tavsiyem kitabı okurken başta sıkılabilirler fakat vazgeçmemeliler ve okumaya devam etmeliler. Çünkü romanı dikkatli ve düzgün bir şekilde okurlarsa bir süre sonra romanın onlara farklı yolları bir noktada kesiştirdiğini göreceklerdir ve romanın daha eğlenceli bir hal almaya başlayacağını anlayacaklardır. Kaliteli bir yazardan usta işi bir roman. Ters köşe olmak istiyor ve farklı hikayelerin nasıl ortak bir bütün oluşturduğunu görmek istiyorsanız bu roman tam size göre... Hastalık       Quentin Tarantino’nun birçok filmini izlemiş birisi olarak belirtmek isterim ki; Tarantino gerçekten ününü hak eden bir sanatçıdır. Anlaşılması güçtür filmleri. Öyle her sokaktan geçen kavrayamaz bu başyapıtların arkasında yatan derin anlamları. Bende uzun yıllar sıkıntı yaşadığımı itiraf etmeliyim aslında bu konuda. Yaşımdan mı, yeterli olgunlukta olmamamdan mı kaynaklıdır bilinmez, ancak üniversiteye başladığımda anlayabildim bu büyük ustanın izleyicisine aktarmak istediklerini. Anlayabildim derken, beklide birer kum tanesiydi benim çıkardıklarım Tarantino’nun zihni olan uçsuz bucaksız çölde. “Pulp Fiction” dı filmin adı, soğuk bir Ankara gecesi, battaniyemin altında, sehpaya koyduğum kahvenin o taze kokusu burnumda bir solukta izleyip bitirmiştim o filmi. Anlamadığım bir şeyler vardı bu filmde beni içine çeken. Hiç unutmam, o hafta tam üç kere başa sardım ve izledim Ringo ve Yolanda’nın hikâyesini. Onlar gibi düşünüyor, onlar gibi hissediyor olmuştum artık. Tarantino zehri başarıyla salmıştı damarlarıma… Ve artık kalbimin her atışında bir parça oksijenle, bir parça Jules, Vincent, Tarantino, akıyordu beynime. “Tanrı inancı” tüm o üst anlamların altında, derinde bir yerlerde sorgulamak, sorgulatmak istediği buydu Tarantino’nun. Tanrı inancı, insanlık için bir tehlikedir diyordu Quentin Tarantino. Dünyanın binlerce yıllık gelişimden sonra bile bu kadar hassas olduğu bir konuda, böyle bir sav ortaya atmak, Romalı gladyatörler için bile fazlasıyla cesurca bir hareket olurdu. İşte bu yüzden, bunca yıl anlamamıştım Tarantinoyu. Öyle bir dahiydi ki Tarantino, bir cerrahın el hassasiyetiyle hazırladığı filmlerinden hangi anlamın çıkacağını izleyiciye bırakmıyordu, kendisi belirliyordu. Ancak okumuş insan görebiliyordu aslında Taratinonun kafasının içini. Ya da yalnızca küçük bir kısmını... Ne kadar kültür, o kadar Tarantino… İşte tam da bu noktada belirtmek gerekir ki, bağnazlık ve cehalet birbirlerinden çokta uzak kavramlar değillerdir aslında. Sözlük anlamına bakılır ise bağnazlığın; “Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünememe durumu, taassup” olduğu görülür. “Bir inanış”. Tanrılar ve dinler. Çağımızın, geçmişin, ırklardan, milletlerden bağımsız tüm insanlığın ortak hastalığı… Tırnak içinde “inanç anksiyetesi”. Obsesif bir ırktır “homosapien”. Korkaktır da biraz. Yalnızlıktan, tecrübelenmediği her türlü yeni olgudan korkar, bilinmeyenden ise koşarak kaçar. Ama gelin görün ki, tüm bu korkularını hafifletmek için, bir bilinmeyene inanmayı seçer. İster Tanrı olsun ismi, ister Allah, ister Güneş, ister Put. Binyıllardır bu döner kürenin içerisinde yaşamaktadır insan. Çok şey değişmiştir ona dair. Ancak değişmeyen tek bir olgu vardır, takvim yaprakları hangi tarihi gösterirse göstersin, hep inanacak bir şey bulmuştur insanlık. Ve bu inançlar, her seferinde gelişiminin önünü bir bıçak gibi kesmiştir insanlığın. Bu bir fikir değil. Bir olgudur. Nasıl iki kere iki dört ise, Rönesans’a kadar Roma Katolik Klisesinin dini kullanarak dünyanın bir bölümünü sömürmesi en az o kadar dörttür. Din adına yapılmış, yapılmakta olan savaşlar, patlayan bombalar, ölen masum insanlar, akan kanlar… Bağnazlığın olduğu yerde değişim beklemek yersizdir. Geçen yıllar maalesef yalnızca birer rakamdan ibarettir ve insanlığın son yıllardaki en büyük mucizesi internetin de bize tek getirisi, inanç uğruna kesilen kelleri canlı yayında YouTube’dan izleyebilme serbestîsidir. Dünya’da inanç kadar kuvvetli bir etki unsuru daha yoktur insan üzerinde. Ancak ne yazık ki, her filmin sonunda iyiler kazanmadığı gibi, her zaman da iyilerin elinde olmamıştır bu araç. İnsanın doğasıdır belki de, Thomas Hobbes’un “Canavar”’ında söylediği gibi, özünde bencildir, kötüdür insanoğlu. Bir avantaj arar her fırsatta rakibinin önüne geçmek, ona üstünlüğünü göstermek veya kimi zaman onu kullanmak için. Akıllı olan ve inancın gücünü gören insanlar tarih boyunca almıştır bu avantajı ellerine ve dinleri birer araç olarak kullanmışlardır kitlelerin üzerinde, hala da böyle sürüp gitmektedir bu düzen. Yine doğanın kanunudur belki, ne kadar zekide olsa, bencilce istek ve arzularına hayır diyememiştir gücü eline alan insan. İşte bu düzenedir Tarantino’ nun yakarışı. Eğer ki insanoğlu, bu hastalığı tedavi edemez, bu bağnazlığı atamaz ise bedeninden, bin yıllar da geçse şu günün üzerinden, değişim gelmeyecek, akan kan durmayacak ve kullanılan her daim “insan” olmaya devam edecektir. Rüya Gibi Gerçek Hepimiz hayatımız boyunca sayısız rüya görürüz. Kimi zaman gördüğümüz rüyalar canımızı sıkar ve uyanarak bir an önce kurtulmak isteriz. Kimi zamansa öyle güzel rüyalar görürüz ki uyanıp gerçek hayatla yüzleşmeyi hiç istemeyiz. Bu iki durumla da sıkça karşılaşmış biri olarak, yaşadığım anın rüya olmaması için adeta dua ettiğim sadece tek bir anım var… Çok değil bundan yaklaşık bir yıl önce, hazırlığın beni fazlasıyla yorduğu bir derste her dersten sıkılışımda yaptığım gibi elime telefonumu alıp internette geziniyordum. Küçük bir haber gözüme çarptı, gerçek olamayacak kadar güzeldi: Justin Timberlake, İstanbul’da konser verecekti. (Bu ekran görüntüsü, gerçekten haberi okuduğum güne ve saate ait. Anı olarak saklıyorum.) Haberin coşkusuyla attığım sevinç nidası dersin sessiz ve iç karartıcı havasını bir anda bozmuştu, dersi sabote ettiğim için üzgündüm fakat içime durdurulamayan bir coşku seli hâkimdi. Bu güzel haberi en sevdiğim insanlarla paylaşmak ve onlarla plan yapmak için sabırsızlanıyordum. Dersin bitmesini bekleyemeden hemen arkadaşlarıma toplu bir mesaj yolladım. Ana tema aşağıdaki fotoğrafta da görülebileceği üzere konseri kaçırmamaktı. Kızlar grubu olarak hepimiz çok sevinmiştik fakat ortada bir sorun vardı. 26 Mayıs 2014 Pazartesi gününe denk geliyordu bu okul var demekti, işin daha kötü o gün final haftamıza denk geliyordu. Gürül gürül çağlayan neşemiz yerini sessizliğe bırakmıştı. Bir tek ben her ne olursa olsun gitmekte ısrar ediyordum. Gerekirse finale girmemeyi bile göze almıştım. Hemen biletlerin nerede ve nasıl satılacağını araştırmaya başladım. Bulduğum sonuçlar pek iç açıcı değildi, en önde izlemenin bedeli bir hayli yüksekti. Saha içinde izlemek de bana göre değildi, aşırı kalabalık pek tekin olmazdı. Bilet satışları üç gün sonra başlayacaktı, acilen bir karar verip biletleri almam gerekiyordu. Haberi duyduğumdan beri aklımda gitmek istediğim tek bir isim vardı, onunla hayalimiz hep birlikte İstanbul’u gezmekti. Eğer bu konsere gidebilirsek bir taşla iki kuş vurmuş olacaktık, hem de ne güzel kuşlar… Onunla hayallerimizi gerçekleştirebilmemizin güzelliği hakkında bir yarım saat konuştuktan sonra, B. bu güzel haberi biriyle daha paylaşmam gerektiğini hatırlattı. Kendisi çok uzun zamandır hayatımda olan, her şeyimi anlattığım, iyisiyle kötüsüyle her anımda yanımda olan bir erkek arkadaşımdı. Mantığına ve çözüm üretme kabiliyetine de her zaman inandığım birisi olarak önce heyecanımı paylaşıp ardından ne yapmam gerektiğine dair bir çözümünün olup olmadığı sordum. İlk kez bir çözümü yoktu. “Sınavın olabilir, gitme.” dedi. Şaşırmıştım, Justin Timberlake’e olan hayranlığımı, sevgimi bu derece bilmesine rağmen heyecanımı bile yeteri kadar paylaşmamış çok yüzeysel davranmıştı. Bir anlam verememiştim, “neyse” diyerek konuşmayı bitirip kendi kendime heyecanlanmaya devam ettim. İki gün sonra yine derste sıkıldığım bir vakitte telefonuma bir mesaj geldi, A. okula geldiğini belirten bir mesaj atmıştı. Yine kendi gibi değildi, çünkü o ziyaret için hep önceden haber verirdi. Bu sefer bir değişiklik yapmış sanırım diye fazla irdelemeden yanına gittim. Kısa bir muhabbetin ardından buraya gelmesinin bir amacı olduğunu söyledi, neyi kastettiğini anlamamıştım. Ta ki cebinden iki konser biletini çıkarana kadar… Şoke olmuştum, dilim tutulmuş tek bir kelime dahi söyleyemiyordum. Derin bir nefes alıp en sonunda sadece “Nasıl yani?” diyebildim. Elime tutuşturduğu bu biletlerin bana ait olduğuna inanamıyor, elimle santim santim inceliyordum. Bilet satışının ertesi gün başlayacağını biliyordum, bu biletleri nasıl almıştı hiçbir fikrim yoktu. Ben ona heyecanla bu konser haberini anlattığım sırada kendisi de bir araştırma yapmış ve biletlerin ön *İsimler, gerçek bir hikâye olduğu için gizliliği korumak adına özellikle tam olarak belirtilmedi. satışla nasıl alınabileceğini öğrenmiş, sabahın ilk ışıklarında da daha kimse sistemden biletleri almazken benim için bu biletleri almış olduğunu öğrendim. Belimle ilgili bir rahatsızlığım olduğunu bildiğinden dolayı yerleri tribünden, ama sahneye en yakın tribünden seçmişti. Bu inceliğinin mahcubiyeti karşısında ezilmiş, biletlerin parasını almayı kabul etmediği için de bunu kabul edemeyeceğimi söyleyerek biletleri geri vermek istemiştim fakat tabii ki bu isteğim reddedilmişti. Ona beraber gitmeyi teklif ettim, muhtemelen o da bunu bekliyordu haklı olarak, memnuniyetle kabul etti. Kendisi bu tarz müzikle hiç ilgilenmez aksine nefret ederdi ama bu konser onu da mutlu etmişti. Yani en azından ben onu mutlu edenin konser olduğunu düşünüyordum… Gerçeği bir ay sonra onun ağzından kendi kulaklarımla duymuştum, beni sadece arkadaşı olarak görmüyor, arkadaştan öte olabileceğimizi düşünüyordu. Bu benim için tamamen beklenmedik bir durumdu, yıllardır onu arkadaşım, çok yakın arkadaşım olarak görüyordum. Daha ötesinin olamayacağını dile getirmemle birlikte, yıllardır sahip olduğumuz arkadaşlığımız da yıkılıvermişti. En üzücü kısmı artık onun hayatımda olmayacağı gerçeğiydi, alışmam zaman alacaktı. Elimde birçok güzel anıyla birlikte bana sürpriz yaptığı konser biletleri kalmıştı, geri vermek istedim. Artık bende durması hoş olmayacaktı fakat çok sert bir dille geri çevirerek bunun mevzu bahis dahi olmayacağını defalarca vurguladığı için el mahkûm biletleri evimin en güzel köşesinde saklamaya devam ettim. Kader benden yana olmuş, bütün finallerim konser sonrasına kalmıştı. B.’yle diğer bir hayalimiz olan beraber İstanbul gezisi yapmayı da gerçekleştirmek için konser gününden birkaç gün önce İstanbul’a doğru yola koyulduk. İstiklâl Caddesi’nden Beşiktaş’a, Beşiktaş’tan Sarıyer’e aklımıza esen her yere doğru ufak çapta geziler düzenledik. Hatta bir ara o kadar kendimizi kaptırdık ki İstanbul’un arka sokaklarının birinde kaybolduk. Hiçbir fikri olmayan yerli turist hâlimizle gördüğümüz ilk çıkışa benzer sokağa girdik. Şans bu yana karşımıza en çok görmek istediğimiz yerlerden biri olan, buram buram tarih kokan “Pera Palas” çıktı. İstanbul’un bize şans getirdiğine inanmaya başlamıştık. Zaten en büyük şansımız ertesi gün Justin Timberlake’i canlı canlı görecek oluşumuzdu. Konserden önceki gece, otel odamızda küçük çapta bir Timberlake konseri vererek ön hazırlık yapalım demiştik fakat bu bizi hazırlamak yerine ertesi gün için bizim daha çok heyecanlanmamıza neden olmuştu. 26 Mayıs 2014, inanılması güç bir hayalin gerçek oluşu… Uyanır uyanmaz önce B.’yle birbirimize baktık ardından hemen çantalarımıza yönelip konser biletlerimizin varlığını kontrol ettik, elimizde biletleri tutuyorduk tutmasına ama sanki hâlâ gerçek değilmiş gibi geliyordu. Heyecandan yarım yamalak bir kahvaltı yapıp hemen rüyaya yolcuğumuza doğru yola çıkmıştık. İTÜ Stadyum’una geldiğimizde bizim gibi heyecandan içi içine sığmayan, ellerinde kollarında Justin’le alakalı birçok şey olan yüzlerce hatta binlerce insanın varlığıyla karşılaştık. Kapı açılış saatine daha çok olmasına rağmen, herkes bu rüyanın bir saniyesini dahi kaçırmamak adına erken gelmişti, tabii biz de öyle. Saatler birbirini kovalamış ve konser saatine yaklaşılmıştı. Kapıların açılmasıyla birlikte herkesin heyecanı bir nebze daha artmış, etrafta çığlık atan insanlar çoğalmıştı. Bizim sabırsız insanlarımız sıraya girmek yerine önlere doğru atılmayı seçmişlerdi ve ne yazık ki saha içinde ayakta izleyecek olanların tarafına kargaşa hâkim olmuştu. Bizse çok rahattık, yerlerimiz belliydi. Hemen telefonlarımızı, tabletlerimizi ayarlayıp beklemeye başlamıştık. O sırada tek düşündüğüm dakikalar sonra hayranı olduğum adamı canlı görecek oluşum değildi, bana bu şansı sunan dileğimi gerçekleştiren benim için her zaman yerinin farklı olacağını bildiğim birine tekrar teşekkür etmeyi de düşünüyordum. Düşünmekle kalmayıp bulunduğumuz konumun da fotoğrafını mesaja ekleyerek içi bol minnet dolu bir teşekkür mesajı yazdım, teşekkür edilecek bir şey olmadığını sadece mutlu olmamın yeteceğini söylediği bir mesajla karşılık verdi. Aylar sonra ilk kez konuşmuş olmak da yüzümü gülümsetmişti, yılların dostluğunu tek kalemde silmek bana göre olmadığındandı bu zor kabullenişim. Hava kararmış, nefesler tutulmuştu. Herkes onu bekliyordu, sonra birden adı duyuldu: “Juustin Timberlaaakee.” Ve o an gelmişti, Justin Timberlake’yle aramda sadece metreler vardı… Nefesim kesilmişti, açılışı “Pusher Love Girl” şarkısıyla yapmıştı. Şarkı bitiminde bu binlerce hayran kitlesinin coşkusu onu şaşırtmış, defalarca teşekkür etmişti. Bizse her “İstanbul, you’re awesome”* demesiyle birbirimize bakıp “Aaay” nidaları atıyorduk. Bir yandan video çekip bir yandan da şarkılara eşlik ederek kendimizi bu inanılmaz rüyaya gittikçe kaptırıyorduk. “TKO”, “Suit&Tie” gibi en yeni şarkılarının yanı sıra “Cry Me a River”, “Sexyback” gibi eski şarkılarını da bu muhteşem konser için repertuarında harmanlamıştı. Sahne şovlarıyla desteklediği şarkıları adeta büyülüyordu. *”İstanbul, sen harikasın.” Sonlara doğru yaklaşırken piyanonun başına geçerek gerçekten çok etkileyici bir vuruş yaptı: Sıradaki şarkıyı o zaman daha yeni yaşadığımız Soma faciasında ölen çok sevgili emektar madencilerimize ithaf etti. Bunu dile getirmesine bütün konser halkı olarak etrafı inletircesine alkış ederek teşekkür ettik, bu ince düşüncesi beni kendisine bir kez daha hayran bırakmıştı. Artık daha ne kadar hayran kalabilirdim, bilmiyordum. (Hepimiz ışıklarımızı yakıp şarkıya eşlik ettik.) En başından beri canlı olarak söylemesini istediğim tek bir parça vardı: “Mirrors”. Hep şimdi çalacak, bundan sonra çalacak diye beklerken konser sonu gelmişti. Hayallerim yıkılmış, tribündeki koltuğuma konser başlangıcından beri ilk kez oturmuştum. Derken o başlangıç melodisini duydum, kalbim ağzımda atıyordu adeta. İstemsiz bir şekilde gözlerim doldu, şimdi bunları paylaşırken bile hafif bir tebessümle birlikte gözlerim hâlâ doluyor. İçimde hissettiklerimi kelimelere dökmem mümkün değil, şarkıyı videoya çekerken hissettiğim bütün duygular dışa vurmuş elim titremeye başlamıştı. Neyse ki B., benim için videoya devam etmiş bense kendimi şarkının sözlerinde, Justin’in sesinde kaybetmiştim… Son parçasıydı “Mirrors”, inanılmaz güzel bir şekilde son noktayı koymuştu. Justin Türkçe bir şekilde “Sizi seviyorum” demiş, “Hoşça kalın” diyerek veda etmişti. Bizse konserin bitmesinin üzerinden dakikalar geçmesine rağmen o atmosferden çıkamamış, “Mirrors” söylemeye devam ediyorduk. Dış dünyayla o kadar bağlantımızı kesmiştik ki konser sonrası çekim yapan kameraların bizi şarkı söylerken çektiğini ertesi sabah bir hocamın beni arayıp “Seni televizyonda gördüm, konsere gitmişsin.” demesi sayesinde öğrenmiştik. Bu muhteşem deneyim, bana unutulmayacak güzel hisler bıraktı. Şimdi hâlâ ara sıra bunun bir rüya olmadığını hatırlatmak için fotoğraflara bakar, videoları yeniden izlerim. Bir anda kendimi yine o büyüleyici atmosferin içinde bulurken, içimde büyükçe bir minnet duygusuyla hayatta böylesi güzel şeylerin de var olduğunu ve bunların benim de başıma geldiğini hatırlayarak hayata karşı tutumumu umutla doldururum. FANTEZİNİN EFENDİSİ Böylesi büyük bir eserin incelemesini yazmaya nereden başlasam bilemiyorum. Sanki bir yerden başlasam öbür tarafa haksızlık yapmış olacağım, en ufak bir hata ile girsem saygısızlık olacak. Fantastik edebiyat üstünde etkisi işte bu kadar büyük olan bir eserden söz ediyoruz. Yalnız fantastik edebiyatta değil dünya edebiyatında da büyük bir iz bırakmış, modern İngiliz edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan bir eser. Türü sevmeyen kişiler tarafından bile kötü yorum almayan bir eser. İşte karşınızda: Yüzüklerin Efendisi. On dokuzuncu yüzyılın en büyük yazarlarından biri kabul edilen J.R.R. Tolkien, taslağını bir toplantıya alelacele yazarak yetiştirdiği ve aslında bir çocuk kitabı olması amaçlanan Hobbit isimli kitabıyla Orta Dünya olarak adlandırılan yeni bir evrenin kapılarını açar. Yarattığı bu evreni yalnızca bu kitapla sınırlamayıp ömrü boyunca durmaksızın aldığı notlar, birbiri ardına gelen düzeltmeler ve basılan kitaplarının haricinde taslak hâlinde kalan onca çalışmasıyla o kadar genişletir ki o evrende birbirinden eşsiz onlarca öykü ortaya çıkar. Öyle ki bu öykülerin başı gelir; evrenin yaratılışına, zamanın başlangıcına dayanır. Çoğu romanın ya da kitapların geçtiği evrenlerin belli bir zaman diliminde geçtğini ve hatta kendi dünyamız hakkında bile o kadar geniş bir bilgiye sahip olmadığımızı düşünürsek ne kadar yaratıcı bir düşünce ürünü olduğunu daha rahat anlarız. Orta Dünya’da geçen ve (Tolkien’in yazdıklarından ortaya çıktığı kadarıyla) kronolojik olarak son sırada yer alan öykü de Yüzüklerin Efendisi adı altında kitaba dönüştürülür. Aslında eser üç adet kitaptan oluşsa da çoğu kesim tarafından tek kitap olarak alınır. Yüzlerce sayfa not ile oluşturulan bu kitapta tabii olarak o kadar çok detay vardır ki okuyanların içinde kaybolmasına sebep olur. Ülkemizde kısmen geç yayınlanmış olsa da İthaki yayınevinin harika bir çeviriyle okuyuculara sunduğu kitap ülkemizde de gerek fantastik edebiyatseverler gerek diğer edebi kesim tarafından saygıyla karşılanmıştır. Zaten İthaki, bu gibi ağırbaşlı ve büyük potansiyelli kitapların çevirisini hakkını vererek yapmasıyla tanınmıştır. Yapay olarak eksiksiz şekilde bir dil oluşturan, modern fantastik ögelerin temellerini atmış ve kahramanlar ile olayların geçtiği çevreyi böyle detaylandıran bir kitabın saygıyla karşılanmamasını beklemek yanlış olurdu zaten. Dünya çapında da büyük ilgiyle karşılanan eser üzerine yirmi birinci yüzyılın başında çekilen üç adet film ve aynı tarihlerde çıkan bilgisayar oyunları da bunun göstergesidir zaten. Filmlerin yakaladığı apayrı başarıdan sonra zaten bir popüler kültür ögesine dönüşmemesi imkânsızdır. Burada ayrıca film müziklerinin bestecisi Howard Shore’a ve seslendirdiği o muhteşem aryalar için Enya’ya teşekkür etmek gerekir. Yakalanan bu başarının ardında o efsanevi, yıllar sonra bile dinleyince insanın tüylerini diken diken edebilen şarkıların yeri yadsınamaz. Üç kitabın toplamı yaklaşık olarak bin yüz sayfadan oluşuyor ve bu sayfalara Tolkien’in (ölümünden sonraki baskılarında oğlunun) eklediği evren hakkındaki ansiklopedik bilgiler dâhil değil. Üç kitabı ayrı ayrı alabileceğiniz gibi tek ciltlik özel sürüm olarak da bulabileceğiniz kitabın arka kısmında dünya hakkında akıl almaz derecede bilgi, elf dilinin kuralları ve etimolojik bir sözlük bulunuyor. Şayet koca eser yetmezse açlığınızı buradan da giderebilirsiniz. Ben, şahsen elflerin isimlerini anlama kısmında bu sözlüğü çokça kullandım. Her birinin belirli bir olay ya da özellik yüzünden koyulduğunu örünce epey şaşırıyor insan. Aslında eser her ne kadar fantastik edebiyat içinde geçse de romantizm, felsefe ve birçok başka çerçeveden bakıldığında da oldukça doyurucu. Örneğin kolay kolay duygulanmayan biri olarak ben kitabı okurken (başında, sonunda, birçok yerinde) duygu seline kapıldım. Ne hissedeceğimi bilemediğim yerler oldu. Film müziklerinden de en az bir tane açar dinlerim her gün. Yani orklar, hobbitler ve elflerle alakanız olmasa bile işlediği çeşitli konulardan birine kapılacaksınız. Buna emin olun. Evreni çok beğendiğiniz takdirde internette yapacağınız ufak bir araştırmayla karşınıza çıkabilecek onlarca forum sitesi ve yüzlerce konudan oluşan incelemeler var. Benim önerim ise önce olayların başını anlamak için Hobbit’i, sonra hem okuduğum en iyi drama olması hem de evrendeki birçok olayı şekillendirmesi sebebiyle Hurin’in Çocukları adlı kitabı sonra da bütün bunların nihai bir anlama kavuşabilmesi için evrenin tarihini baştan sona anlatan Silmarillion isimli destansı eseri okumanızdır. İnanın bana tamamen farklı bir gerçeklik içine çekileceksiniz. Eser hakkında ve evreni hakkında söylenebilecek daha yüzlerce söz, yazılabilecek onlarca sayfa yazı var fakat hepsini anlatmaya kalkarsam ne ben altından kalkabilirim ne de siz kitapları okumuş olma zevkini tadabilirsiniz. En iyisi mi en yakın kütüphanede bir adet bulunduğundan emin olduğum bu kitabı gidip derhal okuyun da ne dediğimi daha iyi anlayın. Mehmet Selim AHİ DEĞİŞİM ŞİMDİ Efsaneler ve masallar: Bizim belki de dünyaya ayak basışımızdan beri var olduğuna inandığımız veya inanmak istediğimiz ama ne tür varlık olduklarını tanımlamakta da epey zorlandığımız şeyler. Ancak bunların gerçekten var olup olmamasının bizim için gerçekten bir önemi yok. Çünkü biz zaten bir şeye - o şey gerçek de olsa hayal de olsa – var demişsek o zaten vardır. Bunun sebebi ise varlık kavramının esasını insan zihninden alması. Bu anlamda insan zihni her şeyi var edebilir, yani yaratabilir; aynı zamanda her şeyi de – bu, apaçık bir gerçek de olsa- onu kabul etmeyebilir, yani yok edebilir kudrette. Zaten zihnimizde yarattıklarımızdan yine zihnimizde yok ettiklerimizi çıkardıktan sonra geriye kalan şeyleri temel alıp onun üzerine inşa ettiklerimizdir hayat boyunca verdiğimiz kararlar. Bütün bu zihinsel işleyişin sonucu olan kararlarımızla gerçekleştirmeyi amaçladığımız rüyalarımız ve hayallerimizin de efsane ve masallarla gibi tanım itibariyle pek bir farkının olmadığı hepsinin de fantezi olarak tanımlanabileceği açık. Ortak noktası insan zihninin uydurması olan bütün bu fantezilerin zamansal olarak karşıt olduğu söylenebilir. Efsaneler, masallar gücünü geçmişten alır. Adı üstünde geçmiş: olmuş, bitmiş. Bizse artık şimdiki zamandayız. Ne kadar doğru acaba geçmişteki gerçeği veya masalı aklımıza getirmek? Geçmişi bir paçavra misali bir kenara atıp şu ana odaklanmaya çalışsak, onun daha iyi olması için çalışsak ya! Kime ne yararı var gerçek de olsa masal da olsa geçmişi akla getirmenin, onun peşine düşmenin, adeta ona takılı halde şimdiyi yaşamanın? Ona da yaşamak denirse tabii. Yaşamak bununla kalsa yine iyi. Bu noktada geçmiş sadece bizim yaptıklarımızın sonucu olmayabiliyor, aynı zamanda şu anda da yaşamımıza kuvvetli bir şekilde yön verebilecek hal alabiliyor dinler ve inanç sistemleriyle. Dinler, inançlar hepsi geçmişte. Yüzyıllar öncesinden kendisinden sonraki binlerce yıllık bir zaman dilimine hükmetmeyi istiyor hepsi. İnsanların tümüne hitap ediyor ve kendilerine tamamen teslim olmalarını amaçlıyorlar. İnsanlar da buna amenna diyor dinlerin emirleriyle hem bu dünyalarını hem de var olduklarına inandıkları öteki dünyalarını mutlu geçirecekleri inancına sarılarak. Fakat çoğu zaman da asla dışarı vurulmayan hayal kırıklıklarıyla bitiyor bütün bu maceralar. Çünkü imkânsızdır dinlerin o kadar zaman dilimi öncesinden simdiyi düzenleyebilmesi. Ama yine de neden milyarlarca insan bu eski mi eski inançlara teslim oluyor acı çekmeye hatta acı çektirmeyi de göze alarak? Korkuyor da ondan. Değişmek ve değiştirmekten korkuyor. Çünkü değişim doğası gereği sadece ama sadece şimdiki zamana ait bir kavramdır. Ancak zordur şimdiyi her türlü değiştirme fikrine sahip olmak ve bu yönde adım atmak. Ama insanoğlu işte. Hazır tarifler, ezberler o kadar kolay ve bir o kadar da tatlı ki kendisi için. Zaten geçmişteki bir insan, din veya ilah olduğuna inandığın varlık senin yerine senin hayatını düzenleme görevini üstüne almış. Bırak da hayatını onların statik kurallarına göre yaşa. Daha garanti ve güvenli olan bu yolu senden sonra gelenlere de aktar. Ve böylece insan yüzyıllardır süregelen bir kördüğümün içinde buluyor kendini. Aynı durum gelecek için de geçerli. Hayallerimiz, ideallerimiz hepsi gücünü gelecekten alıyor. Ancak geleceğin şimdinin bir sonucu olduğunu farketmek ve buna göre davranmak zor. Bu olmayınca da insan geçmişteki hazır reçetelerde olduğu gibi gelecekteki hayallerle avutuyor kendini. Ama bunun yerine geçen her saniyenin hatta her salisenin yerini geleceğe bıraktığını, şimdiyi değiştirebildiğin ölçüde geleceğin değiştirdiğini bir bilse. Ne var ki bundan habersiz; sanki ideallerinin bir gün beyaz atlı bir prens gibi karşısına çıkacağını öylece umuyor. Umduğunu bulamayınca da kader adlı başka bir fanteziyi üretiyor. Bütün bu çıkarımlarda bulunabilecek duruma geliyor insan Orhan Pamuk’ un Kırmızı Saçlı Kadın adlı romanını okuduktan sonra. Romanın ve yazarın ismine bakınca yüksek kalitede bir edebî dille yazılmış bir aşk romanı okumayı beklerken zaman adlı kavramı algılama biçimimizi değiştiren eserle karşılaşıyoruz. Ve şunu demeden edemiyoruz: Bu kitabı okurken içinde bulunduğum şimdiki zaman yerini geçmiş zamana bırakırken an be an geleceğimi de değiştiriyor veya beni değiştirebileceğime inandırıyor. Berkay Aydın 21401465 Yaşlılığın Ulvi Ve Müspet Yanları ​ İnsanoğlunu bir bukalemuna benzetmek yanlış olmaz bence. İstediği ortama, hayat tarzına ve çevresine adapte olabilecek yaratılışından gelen bazı özellikleri barındırdığını düşünüyorum. Aynı zamanda sinirli, asabi ve hayattan keyif almamalarının nedeni olarakta kendilerini kapattıkları o fanusun derin ve uçsuz boşluğunu suçluyorum. Elbette zaman zaman bazı tatsız olaylara şahit olduğumuz oluyor. Kim istemez ki her istenilen, gönülden koptuğu gibi tahakkuk etmesin. Hayatın akışıyla kavga etmek yerine mümkün mertebe olumlu bakmaya çalışmalıyız şu kısacık ömre. Gündelik koşturmalarımız, aile yaşantımız ve gelecek kaygımız derken eninde sonunda yüzleşeceğimiz yaşlılık sendromunu çok kafaya takmamalı, yaşadığımız hayattan keyif almalıyız. Sonuçta, bir kelebek kadar ömrümüz kısa olmayabilir kabul ama bir kaplumbağa kadar da uzun ve sade değil. Yaşlılığın tecelli edişini hepimiz kabul etmiş durumdayız. Fakat genç ve güzel kalabilme ihtirasımıza yenik düştüğümüz bir yana sakinliğimizi bile koruyamıyoruz. Hayatın beyhudeliğinden ve boşluğundan bahsederek serzenişte bulunuyor, kısa ömrümüzü heba ediyoruz. Kanımca, her insan her gününü, saatini ve dakikasını son zamanlarıymış gibi yaşamalı ve yaşatmalıdır. Bunları yaparken altın kural olarak nitelendirebileceğimiz temel şeyleri de kaçırmamalıdır. Örnek olarak, kalp kırmak kadar amaçsız ve kahredici habis bir şey yoktur. Ne olur ki konuşmadan önce iki veya üç kere düşünsek. Ne olur ki şu uçsuz bucaksız gibi görünen okyanusların dalgalarını hissedecek kadar ağır ve mütevazı olsak. Selama selam ile karşılık versek, yanlış yorumlardan kaçınıp incitmemeyi öğrensek. Öğrenemiyoruz işte. Devamlı olarak sitem ettiğimiz yaşlılık sendromu da başaramadığımız mütevazı insan profilinin olmayışından kaynaklanıyor bence. Genç ve güzel olmak neden bu kadar gözümüzü kör ediyor? Neden bunca insan daha güzel olmak için bıçak sırtına yatmayı kabul ediyor? Bütün bunların nedeni içimizdeki durdurulamaz üsten bakma içgüdüsünü meydana getiriyor bence. http://www.e-psikiyatri.com/etiket/yaslilik​ (10.4.2017) Dikkatimi son zamanlarda ünlü isimlerin ölümünden sonraki durumu çekiyor. Onca ünlü isim vefat ettikten sonraki ilk haftalar toplum nezdinde aynı havayı sağlayabiliyor. Fakat, günler geçtikçe aheste aheste televizyondaki yeri eksilmeye başlıyor. Sanki bir ceylanın büyünce annesi tarafından doğaya ayak uydurmak için yalnız bırakılmasına benziyor. Toplum da aynı şekilde başka bir aleme göç edenleri yalnız bırakabiliyor. İnsanoğlunun toplum tarafından unutulması bu kadar kolay olması, onların bugüne endekslenmesi gerekliliğini vurgular nitelikte zannedersem. Wilhelm Schmid’in Sakin Olmak- Yaşlanırken ​ Kazandıklarımız adlı incelemesinin temelinde yatan hazine de bu bana kalırsa. Bu hazinenin ​ anahtarına ulaşmamıza sağlayan yol ise sakin olmaktan geçiyor. Peki anahtarı nereden bulacağız? Çok basit. O parıl parıl parlayan ve insanı mutlak huzura ulaştırabilecek gücü barındırdığına herkesi ikna edebilecek ışıltıyı saçan sandığın anahtarı âdemoğlunun ta kendisi bence. insanlığın geniş bir bakış açısı olabileceğine inanıyor ve bu bakış açılarını hayatta başlarına kötü bir şey gelse bile iyi yolda yormaları konusunda yardımcı olabilecek bir unsur olarak görüyorum. http://blog.milliyet.com.tr/Yaslilik/Blog/?BlogNo=556630(10.4.2017) Dünyevi hislerden bahsederken insanların bir sürü psikolojisi içerisinde olduklarını ve başkalarının hareketlerinin kendileri için önem arz ettiğini de unutmamız gerekiyor. Olayları buram buram yaşayan kişilerin başka insanlarda negatif etki uyandırması son derece şiddetli olabilir. Bu nedenle, etrafımızda mutlu ve huzurlu insanların var olması gerektiğine inanıyorum. Hayatın mutedil yönlerine odaklanmalı ve doya doya bu eşsiz dünyayı içimize çekmeliyiz. Lakin aynı zamanda unutmamız gerekiyor ki, iyisiyle kötüsüyle yaşadığımız şu dünyada elimiz kaşık tutuyor, dilimiz, aklımızdan geçenleri sözlere dökebiliyor, ayaklarımız bizleri istediğimiz yere ulaştırıyor ve en önemlisi zekamız da bize hayatta güzel bir muvaffakiyet sağlayabiliyorsa bütün bunların bilincinde olup sahip olduklarımız için teşekkür etmeyi de ihmal etmemeliyiz. Kaynakça Schmid, Wilhelm. ​Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız. İletişim ​ Yayıncılık. 2015. Baskı. Ege KESMECİ EGOLARIMIZA HAPSOLMAK Ben, konuşarak ve tartışarak hemen her şeyin çözülebileceğine inanırım. Konuşup tartışmak derken ses tonumuzu belli bir seviyenin altında tutarak tabii ve en önemlisi de egolarımızı biraz olsun bastırarak. Ben insanların egosunu tamamen bastırabileceğine de inanmam çünkü. Ego denilen şey insan olmanın ta kendisidir bence. Beraber doğar, büyür ve ölürler. Çoğu insan bunun özgüven olduğunu savunur ama egoya sahip olmak için özgüvene de ihtiyaç yoktur. Bir insanın hiçbir yeteneği, hayatta bir amacı, çevresine ve kendisine bir yararı olmasa dahi o insanın içinde büyük küçük bir ego olduğunu savunmuşumdur her zaman. İşte bu yüzdendir ki, konuşarak anlaşabileceğine inanırken işin içinden egolarımızı çıkarmamız gerektiğine inanıyorum. Yoksa insan egosunu dinlemekten karşı tarafı da dinleyemez, kendini de. Dinleyip anlamadıktan sonra ise konuşmanın bir önemi kalır mı ki? Osman Çakmakçı Konuşmanın İmkânsızlığı Üstüne Bir Diyalog adlı denemesinde işte tam da bu konuya değiniyor ve konuşmanın karşılıklı ilerlediğini fakat iki taraf da birbirini anlamadıktan sonra imkânsızlaştığını belirtiyor ve ekliyor, bu sorunların nedeni egolarımızın savaşmasıdır diyerek. Hepimizin tek bir hassas noktası var aslında bu hayatta. Yeter ki egolarımıza zarar gelmesin, ne dışarıdan ne de içeriden hiçbir şey zedeleyemesin. Hemen her insanın yaptığı gibi bende kabullenmekte zorlanıyorum bazı hatalarımı. Özür dilemek, suçluyum evet hepsi benim hatam demek zor geliyor biz insanlara. Bunları kendi kendimize itiraf edemediğimiz için belki de, başka birinin karşımıza dikilip yüzümüze bunları demesi sindirmemizi daha da zorlaştırıyor. Sonuçta ben daha kendime itiraf edememişken kulaklarımın bunları duyması ne kadar yıkıcı değil mi? Tüm o tartışmalar ve hatta kavgalar da tam olarak bu yüzden ortaya çıkmıyor mu zaten? Önce karşımızdakini inandırmaya çalışıyoruz haklı olduğumuza ki sonra belki kendimiz inanırız diye. Evet, boşa bir çaba belki fakat karşımızdakini susturduğumuz zaman söylediklerinin önemsiz olacağını, unutulacağını düşünüyoruz. Peki, ya kabullensek nasıl olur? Başarmanın yarısı inanmaktır mantığıyla baktığımız zaman kabullenince, hatalarımızın farkına varınca ortadan kalkmaz mı bu sorunlar? İnsanın karşısındakini anlaması için kendini anlaması gerektiğini düşünmüşümdür hep. En önemlisi de empati kurması gerektiğini… Empati kurmak kendini başkasının yerine koymak ise eğer, önce kendimizi anlamamız gerekir çünkü. Ben bu durumda olsaydım ne yapardım, diye sormak gerekir. Bu sorunun cevabını veremeyen insan kendini bilmez, karşıdakini hiç bilmez çünkü yazarın deyimiyle kabuklarını daha soymamıştır. “Konuşmak insanın kendi kabuğunu soymasıdır.” diyor yazar denemesinde. Peki, ya nasıl yaparız bunu ya da en önemlisi neden yapamayız diye düşündürüyor bu soru beni. Elbet herkesin vardır bir tanıdığı, derdini anlattıktan sonra aman o da bir şey mi boş ver diyen veya dinler gibi yapıp aslında umursamayan. Evet, belki oturup düşünmüyoruz bu tanıdığımız insanların konuşmayı imkânsız hale getirenlerden olduğunu veya egolarının kabuklarını soymadıkları için böyle tepkiler verdiklerini fakat içten içe farkında değil miyiz? Farkında olmasak bu sevincimizi, hüznümüzü, başarımızı bu insanlarla paylaşmak istemez miydik? Ama yapmıyoruz, paylaşımda bulunacağımız insanları bile özenle seçiyoruz çünkü. Belki onların egolarının kabukları altından yattığını içten içe farkındayız ya da belki alacağımız tepkilerden korktuğumuz için kendi egolarımızın kabuklarından çıkmıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz için içimizde yalnızlığı seçiyoruz aslında bunu yaparak ve bu yüzden kendimizi başkalarına açma fikri bize bu denli korkutucu geliyordur. İnsanlar dertlerini anlatınca, biriyle konuştukça rahatlar derler fakat belki de, tam tersi olmasından korktuğumuz için içimize kapanıyor hatta rol yapıyoruzdur. Bu kitabı okuyana kadar konuşmak üzerine bu denli düşünmedim belki hiç fakat derine inince sessiz kalmanın altında ne büyük nedenler yattığını daha net kavradım. Kaynakça Çakmakçı, O. (2105). Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Doğancan Karaman / 21601957 TURK101-18 İYİ OLMAK MÜMKÜN MÜ? “Bir film izledim hayatım değişti.” ifadesi hem klişedir hem de düşünecek olursak film izlemek hayat değiştirmez. Ancak Dogville’in birçok yönden beni değiştirdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Yaşadığım hayatı, karakterimi, eylemlerimi, içinde bulunduğum toplumu ve ahlaki değerlerimi hatta vicdanımın olup olmadığını bile bana sorgulatan ve hala cevaplayamadığım sorularla beni karşı karşıya bırakan muhteşem bir sanat eseri olarak kabul ediyorum Dogville’i.Benim için filmin en vurucu noktası kendimi filmi izlediğim güne kadar “iyi” biri olarak değerlendirirken o günden sonra iyi biri olup olmadığımı sorgulatması değildi, ondan da önemlisiydi. Dogville’den sonra iyi olup olmamanın mümkün olmadığını sorgulamaya başlamıştım. Önceden iyi olmanın basit prensipleri yerine getirerek sağlanabilir olduğunu düşünürdüm. Bu prensiplere örnek vermek gerekirse bize iyilik yapan birisine vefa göstermek ve iyi niyetini suistimal etmemek ya da en azından zarar vermemek veya bize zarar veremeyecek birisine, örneğin küçük bir çocuğa ya da savunmasız bir sokak hayvanına karşı güç uygulamamak gibi şeyler. Bunlara ek olarak yardımımıza ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz birine ya da birilerine elimizden geldiğince yardım etmek gibi bazı temel prensipleri takip ederek iyi bir insan olunabileceğini düşünürdüm. Bana göre iyi olmak genel hatlarıyla böyle tanımlanabilirdi. Aslında sadece iyilik de değil, iyi adı altında affetmek, merhamet göstermek, yardım etmek gibi davranışlar. Örneğin merhamet kavramını ele alalım. Normalde birine merhamet gösterdiğimde ya da bazı davranışları tolere ettiğimde bunu iyi olduğum için yaptığımı düşünür, hatta bir erdem olarak görürdüm.Örneğin bir arkadaşımın bana yalan söylediğini fark ettiğimde onu affetmek ya da birisi bana karşı sorumluluklarını yerine getirmediğinde sorunu büyütmemek gibi aslında herkesin uyguladığı basit davranışlar. Daha spesifik örnek vermek gerekirse yeni aldığım kulaklığımı düşürüp bozan kardeşime bağırmayıp affetmek gibi. Bütün bu örneklerde aslında aynı yanılgı içinde olduğumu ise Dogville fark ettirdi bana. Bu eylemleri yapmaya beni iten sebepler aslında erdemli, yüksek karakterli veya vicdanlı birisi olmam değildi, çok sonradan fark ettim ama kibirdi. Mesela küçük kardeşimi bilmeden kırdığı kulaklık için affederken aslında büyüklük yapmıyordum, kendim daha üstün olduğumu düşündüğüm için küçük kardeşimi yargılamama yolunu seçmiştim. Çünkü eğer davranışını yargılasaydım ve işlediği suçtan dolayı kardeşimi sorumlu tutsaydım aslında eşit olduğumuzu kabul edecektim. Ben ise kibrimden dolayı onu küçük gördüğüm için onun yaptığı eylemden sorumlu olamayacağına karar vermiştim. Tıpkı filmde de “Asıl kibirlilik; insanın kendine göre daha bilgisiz saydığı kişilerin yanlışlarına hoşgörüyle bakması, bunları düzeltmeden anlayışla karşılamasıdır.” repliği ile bahsedildiği gibiydi durumum. Belki de doğru davranışgerçekten kızmamaktı ama burada önemli olan bu davranışımdaki motivasyonumun kibrim olmasıydı bana göre. Bilmeden de olsa egom buna izin vermedi ve kibrim sayesinde merhamet gösterdim. Farkına vardığım bu gerçeklerden, daha doğrusu kabullenişlerimden sonra başka sorularla karşı karşıya kalmam kaçınılmaz oldu elbette. Eğer iyi zannettiğimiz davranışları aslında kibirli olduğumuz için yapıyorsak, o zaman iyinin tanımı nedir ya da iyi olmak mümkün müdür? Eğer yaptığımız her eylemin arkasında aslında egomuz gizliyse, mesela sevdiğimiz insanları gerçekten mi seviyoruz yoksa içimizdeki kibir öyleymiş gibi düşünmemizi mi sağlıyor? Bunlar elbette filozofların ve davranış bilimcilerin bile yüzyıllardır net cevaplayamadıkları sorular ancak kısaca söylemem gerekirse bence egoyu ve kibri bizi biz yapan unsurlar arasında kabul edersek o zaman bu sorulara yaklaşmak da daha kolay ve daha az sarsıcı olaraktır. Nasıl vücudumuz kan, et ve kemikten oluşuyorsa karakterimiz de kibir içerir ve bu bize bağlı değildir. Örneğin en iyi arkadaşımızı aslında çıkarlarımız doğrultusunda hayatımızda tutuyorsak ve o yüzden seviyorsak bunun etik olarak yanlış bir yanıolduğunu düşünmek zorunda değiliz. Egomuzun bizi yönlendirmesiyle çıkarlarımız doğrultusunda hareket etmek önlenemez bir şeyse o zaman onu kabul edip o doğrultuda yaşamamız en pragmatik yoldur. Yani eğer en yakın arkadaşımızı aslında belli çıkarlar ve egomuzu tatmin ettiği için seviyorsak, en yakın arkadaşımızın da bizi bu yüzden sevdiğini kabul etmeliyiz. Aynı zamanda bunu hayatımızdaki herkes için kabul edip öyle yaşamalıyız. Tıpkı filmin son sahnesinde Grace’in babası ile yaptığı konuşmada aslında insanlara sürekli merhamet göstermesinin aslında kibrinden kaynaklandığını anlaması gibi. Anladıktan hemen sonra merhamet göstermeyi bırakıp kasabayı yok etmeye karar vermesi ise Grace’in aslında kim olduğunu ilk kez kabul ettiği sahnedir bana göre. Yani Grace aslında iyilik yaptığını düşünürken aslında yalnızca kibrini beslemek amacıya kasabadaki insanlara merhamet göstererek kötülüklerinin artmasına sebep oluyordu. Kötülüğün tedavi edilemez olduğunu ve çözümünün merhamet olmadığını kesin olarak anladıktan sonra ise filmin son sahnesinde yapılması gerekeni yapıp mutlu olmasa da doğru bir sonla bitiriyordu filmi Grace karakteri.Sonuç olarak, iyi olduğumuzu düşündüğümüz için gerçekleştirdiğimiz eylemler aslında kibrimizden ve egomuzu tatmin etme ihtiyacımızdan kaynaklanıyordur biz farkına varamasak da. Kibrimiz tarafından aslında adeta tutsak olduğumuz gerçeği karşısında izlenebilecek en iyi yol ise bu gerçeği kabul edip öyle yaşamaktır bana göre. Sevim Ceren Özgül (21502313) Türkçe 101-31 10 Ekim 2016 Macbeth’e Dair Hızlı bir yükselişin aslında yavaş bir düşüş olabileceğini düşündünüz mü hiç? Hırs insani değerleri yok edecek kadar fazla olduğunda , gözleriniz, önünüzdekileri değil yalnızca yukarıda ne olduğunu görmeye odaklanır. Önünüzdekileri göremedikçe tökezlemeye başlarsınız ve sonrası hazin bir son olur. Macbeth işte bu yükselişin ve düşüşün hikayesidir. Macbeth, aşık olduğu kadının stratejilerini izleyen, sırtını ona yaslayarak adımlar atan iyi bir savaşçı. Vücudunu ve sahip olduğu gücü savaş alanlarında çok iyi şekilde kullanıp adından övgüyle bahsettiren bir savaşçı olmasına rağmen, Lady Macbeth’e ve onun verdiği tavsiyelere karşı oldukça savunmasız. Macbeth yaşayacağı tüm olaylara karşı önsezilere ve hisleri kuvvetli ve düş gücü yüksek bir karaktere sahip. Yükseliş ve kral olmak fikri ona başından beri mutluluk vermesine rağmen, yapacağı kötülükleri düşündükçe vicdan azabı çeken, kendi içinde hesaplaşmalar yaşayan bir karakter. Macbeth’in eşi Lady Macbeth, erkek olmayı güçlü ve acımasız olmakla bir tutan, başarmak için şiddet uygulamaktan ve insanların canına kıymaktan çekinmeyen bir kadın. Lady Macbeth eşinin yükselmek için oynadığı oyunlarda arka planda kalarak, masum ve etkisiz bir imaj çizmesine rağmen birçok durumda Macbeth’i daha fazlasını yapmak için cesaretlendiren en büyük etken. Ölümü ve uyumayı aynı olarak kabul eden ve birini öldürmeye çekinmeyecek kadar korkusuz ve acımasız bir kadın. Belki de üstünde düşünülmesi ve incelenmesi gereken asıl karakter Lady Macbeth’dir çünkü Lady Macbeth hakkında düşünmeye başladığınız zaman, bir kadının bu kadar acımasız olabilmesine şaşırıyorsunuz. Oyunda savaş sahneleri ve politik konuşmaların olduğu sahneler ön planda olsa bile, incelenmesi gereken en önemli konulardan birinin karakterlerin psikolojileri üzerine olması gerektiğini düşünüyorum. Bu karakterleri incelereyerek günümüzde hala geçerli olan birçok çıkarıma ulaşabiliriz. Bir insan nasıl kötü bir insana dönüşür? İnsan kötü biri haline gelirken ne gibi aşamalardan geçer? Hırs gözlerini nasıl karartır? Bizleri ne kötü yapar? Sonrasında nasıl bir psikolojik travma ile karşı karşıya gelir? Hep hayalini kurduğu yere ulaştıktan sonra nasıl bir hayata sahip olur? Sahip olunan yer en üstteki mevki olsa bile onu mutlu ediyor mudur? Lady Macbeth kötülükleri yaparken sahip olduğu tüm soğukkanlılığa rağmen, oyunun sonunda intihar ederek yaşamına son veriyor. En kötü dediğimiz kişinin içinde de onu her an rahatsız eden bir vicdan azabı var mıdır? Lady Macbeth’in ellerindeki kanı, ellerini yüzlerce kez yıkamasına rağmen çıkaramadığını anlattığı sahneyi izlerken kötünün içindeki iyiliği, Macbeth’in adım adım onurlu bir askerden elini kana bulamış hırslı bir adama dönüşümesini izlerken de iyinin içindeki kötülüğü görüyorsunuz. Her birimizin içinde iyiliğe ve kötülüğe dair kırıntılar olduğuna inanıyorum. Önümüze çıkan şeyler, sahip olduğumuz koşullar ve nasıl bir çevrede yetiştirildiğimiz bu yönlerden hangisinin ağır basacağını belirler. İçinde bulunduğumuz şartlarla birlikte iyi veya kötü yönümüzü beslemeye başlarız. Bu mesajın karakterlere, sahneye ve bir tiyatro metnine aktarılmış en güzel hallerinden biridir Macbeth. Belki de bu oyunla ilgili defalarca araştırma yapmamın, sahnede izlediğimde çok etkilenmemin sebebi de bu oyunu bir savaş oyunu olarak değil, bir psikolojik çıkarım olarak görüyor olmamdır. Sevim Ceren Özgül (21502313) Türkçe 101-31 10 Ekim 2016 Macbeth aslında siyasette, insan ilişkilerinde veya tarihte karşılaştığımız güçlü ve kötü insanların dönüşüm hikayelerinin iki perdelik bir özeti. Bu oyun insana dair böylesine gerçek ve değişmez bir özelliğin bir temsili olduğu için bu kadar kalıcı ve bu kadar değerli bir yere sahiptir belki de. Oyunu izledikten kendi kendime tekrar ettiğim cümlelerden biri de; “Önemli olan nerede durduğun değil, durduğun yerde ne kadar huzurlu olduğun ve oraya kendini ne kadar ait hissettiğindir.” demek oldu. Umarım herkes bir gün böyle bir oyun izleyip kendi insani değerlerini gözden geçirme fırsatı bulur. Y. Ezgi Çavuş 16.12.2014 21301807 TURK102-8 Gönenç Tuzcu Gençlik, Güzellik, Sanat ve Dorian Gray Sanat beş harfli, iki hece, ortalama Türkçe kelimelere göre nispeten kısa kelime... Oysa gerçek anlamını anlamak, sanatın ne olduğunu somutlamak ne kadar zor. Yüzyıllardır sanat için milyonlarca tanım yapılmış. Bunları fırsat buldukça okumaya, anlamlandırmaya, anlamaya çalışırım. Hatta bunları harmanlayarak “sanat”ın tanımını kendi kelimelerimle bir cümleye indirgemeye çalıştığım da doğrudur. Ne var ki elimdeki kelimelere dönüp baktığımda tanımım tam bir hayal kırıklığıydı. Birbirinden bağımsız, tutarsız, kötü bir cümleden başka bir şey değildi elimde olan. Bu tecrübeden sonra sanatı “içgüdüsel” olarak anlamlandırmanın doğru olacağına karar kıldım. Ne de olsa sanatın başlangıcı kabul edilen mağara resimleri de “içgüdüsel” eserler değil miydi? Elbette ki estetik, güzellik tasası olmayan mağara adamının kaygılardan bağımsız yaptığı bu eserleri nedeniyle bugün birçok tanımın temelini oluşturan bu kavramları inkâr edecek değilim. Tersine sanatın içimizde oluşturduğu güzel duygular nedeniyle güzellikle olan organik bağı kaçınılmazdır. Ne var ki farklı kavramları odak olan “sanat” tanımı için kendimi “sanatçı” tanımını tekrar sorguluyor olarak buluyorum. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi’nde yaptığı sanat tanımıyla, hatta farklı karakterler üzerinden yaptığı farklı sanat tanımlarıyla, sanat ve sanatçı üzerine okuyucuyu düşündürüyor. Sanat güzellikten başka bir şey değildir. Güzellik ise gençlikte gizlidir. Gençlik güzelliğin yapı taşı hatta güzele ulaşmanın ön koşuludur. Wilde, bu düşünceleri Dorian Gray’in Portresi boyunca okuyucuya hatırlatmakla kalmayıp bu düşünce üzerinde okuyucuyu kitap boyunca ve kitaptan sonra yoğun bir biçimde düşündürüyor. Dorian Gray’in Portresi’nde kitabın ilk sayfasından itibaren göze batan unsurlar şunlar olsa gerek: Gençlik ve güzellik. Ressam Basil, portrelerinde model olarak kullandığı Dorian Gray’i güzelliği nedeniyle seçmiştir. Basil dâhil kitaptaki karakterlerin tümü tablonun güzelliğinin sırrını Dorian Gray’in güzelliği olarak görür. Tablonun güzelliğinin altında yatan neden Basil’in yeteneği veya yaratıcılığı değil, genç Dorian’ın güzelliğidir. Tabloyu sanat eserine dönüştüren model Dorian olarak işlenmiştir. Durum bu şekilde işlenince de “öyleyse bu tablonun sanatçısı kim?” sorusu geliyor ilk olarak akıllara. “Sanatçı” kavramını sorgulamaya başlıyoruz. Tabloyu yaratan Basil mi yoksa tablonun bu şekilde olmasını sağlayan Dorian mı? Klasik sanat felsefesinin tanımlarını temel alırsak elbette ki bu soruya Basil yanıtını vermek içten değil. Ne var ki güzellikle bu derece bağdaşlaştırılan bu sanat anlayışında Dorian Gray’e sanatçı demek o kadar da yanlış gelmiyor. Ne de olsa Dorian Gray’in olağanüstü çekiciliği olmasaydı böyle bir eserin ortaya çıkması söz konusu bile değildi. Ne var ki bunu öne sürerek işin içinden çıkmak o kadar da kolay değil. Çünkü bu sefer de şu soru bırakmıyor yakanızı: Bu güzelliği tuvale döken bir ressam olmasaydı da tablonun varlığı mümkün olmayacaktı. O halde sanatçı Basil midir? Kitapta özellikle Dorian’ın ilgilendiği bir başka unsur daha göze çarpıyor. O da güzelliğin kaynağı olarak görülen “gençlik”. Dorian ve Lord Henry eserin güzelliğinin Dorian’ın gençliğinden kaynaklı güzelliği olduğunu düşünürken, ressam Basil’in en korktuğu şey Dorian’ın ruhunu kaybetmesidir. Basil Dorian’ın ruhu sayesinde eserinin bu derece başarılı olduğuna inanmaktadır. Bununla birlikte Dorian gençlikten gelen güzelliğe o kadar inanmıştır ki portrenin genç kalıp kendisinin yaşlanacağı düşüncesine katlanamaz hale gelir. Öyle ki, portrenin yaşlanıp kendisinin genç kalmasını istemeye kadar götürmüştür bu gençliğe olan 1 Çavuş,2 düşkünlüğünü. Peki, eğer portre yaşlanıp Dorian genç kalsaydı sanata ne olurdu? Sanattan bahsetmek mümkün olur muydu? Elbette ki mümkün olmazdı. Çünkü o tablo artık Basil’in yarattığı tablo olmayacaktır, Dorian’ın güzelliği de tabloda kalmadığına göre sanattan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Elimizde sadece kendiliğinden yaşlanan korkunç bir tablo ile hep on yedi yaşında gözüken dolayısıyla her yaşın güzelliğini tadamayacak Dorian’dan başka bir şey kalmayacaktır. Dorian Gray’in Portresi aslında sanatın farklı tanımlarını içinde barındıran, bunların sorgulanmasını sağlayan bir eser. Farklı karakterler üzerinden sanatı farklı bakış açılarıyla ele alıyor. Her ne kadar Wilde’ın sanat dünyası güzellik ve estetikle sınırlanmış gibi dursa da satır aralarında bu bakış açısının uç noktalarda benimsenmesine olan eleştirileri de göz ardı etmemek gerekir. 2 UMUDUN MEYVESİ Acaba, gerçekten de uzun bir nefes gibi olabilir mi aşk? Yoksa tek nefeste biten bir sigara gibi mi oluyor her zaman? Yarım kalan bir elma gibidir, belki de. Yarısı Adem’in boğazında, diğer yarısı ise Havva’nın elinde... Bana kalırsa her aşkın bir son kullanma tarihi vardır, ama önemli olan mesele bu tarihin mezarda mı yoksa ezanda mı bittiğidir. Hangimiz ağlamadık bir kadın ya da bir adamın arkasından ya da hangimiz yumruklamadık gerçekliklerin oluşturduğu ağlama duvarını? Eğer bu duvar gerçekten somut bir duvar ise; yine iyi. Ama eğer içindeki öfkeyi atabileceğin bir şey bulamıyorsan kendini yiyip bitirebiliyorsun, meyvesini bitirdiğin gibi aşk ağacının. Hayat denilen bu sonsuzluğun ortasında kalmış birer yabancı gibi olabiliyorsun. Bir o kadar şaşkın, bir o kadar meraklı, ve bir o kadar sorgulayıcı... Geçtiğin yollar geliyor aklına, tanıdığın insanlar, verdiğin molalar... Yanıyor için, ayakların ve ellerin nasır tutmuş yürümekten. Ve sonuç? Sonuç: yolun ortasında bir başınasın. Bir tarafın uçurum, öteki yanın ise cennetten bir bahçe olmasına rağmen sen uçurumu kendine daha yakın görüyorsun. Çünkü gururlusun. Korkma, utanılacak bir şey değil gururlu olmak. Ama ya sen gururlu olduğunu zannediyorsan? İşte o zaman işler değişiyor, çünkü gurur zannettiğin duygu bazen korku olabiliyor. Herkesin dediği gibi; eğer korkunu yenmek istiyorsan korkunu yeneceksin, yani ne yapıp edip o bahçeye yeniden girmenin bir yolunu bulacaksın. Yoksa ya tek başına yoluna devam edersin ya da buyur; sağ tarafın uçurum. Neden bu kadar kötü bir şey gibi geliyor insana yolda kalmak? Ne bu yalnız kalma korkusu? Korkma bu kadar kendinden çünkü, kimse –annen ve baban dahil kimse- seni, senin seni bildiğin gibi tanıyamaz. Biraz zaman tanımalısın belki de kendine, biraz kendini tanımalısın ki karşındakine daha iyi tanıtabilesin kendini. Sen yarı yolda kaldım diye boğazındaki elmayı yutmazsan eğer, bu elma orada çürür ve aklın başına geldiğinde çoktan hastalık kapmış olursun. Dön bak dünyaya, nerede yarım kalmış bir aşk var ise; orada bulabilirsin tarlalarda umut toplayan çocukları. Dön bak bir arkana, üzerinde çıplak ayaklarınla yürüdüğün bir toprak yol var. Ve ceplerinde elma ve umudun tohumları... Her zaman sağ tarafındaki uçurumu görmek zorunda değilsin, bir de sol tarafına bak. O bahçeden akmıyor mu sanki buz gibi suyun çağlayanları. Gerekirse avuçlarınla tek tek sulayacaksın ektiğin tohumları. Ancak bu şekilde bir değeri olabilir geçtiğin yolun. Ama göz yaşlarını silmelisin ki toprağa değmesin, tuzlu su çok da iyi gelmiyor çünkü ekinlere. Yarım kalmış bir aşk denildiğinde hep kara bir duman sarıyor etrafı ama, bu böyle olmak zorunda değil her zaman. Bir aşkın yarım kalmasının sebebi senin gerçeklerle yüzleşememendir. Hiç böyle düşündün mü? Çünkü karşı taraf elindeki yarımı bıraktıysa, sen ne diye hâla tutunuyorsun kendininkine? Bırak ki ortada bir aşk kalmasın, bırak ki bir yerlerde bir umut ağacı filizlensin. Evet, tamam, sen de haklısın, biliyorum o kadar kolay değil verdiğin emekleri bir anda küllerine bozmak. Ama aşk olsa olsa bir güvercin olabilir, küllerinden doğamaz bir anka kuşu gibi. Yapsan, yapsan kırılmış kanadını sarabilirsin. Ama unutma ki iyileşmiş olsa bile bu güvercin, ne yüksek hızlara çıkmaya cesareti ne de güveni olur kendisine. O yüzden bitti diye üzülme hiçbir zaman. Yaşandı diye de sevinme ama çünkü çok klasik bir laf oldu artık bu. Yaşandığını bil sadece. Elif İpek Çakar İnsanın En Karanlık Yüzü İnsanlık tarihinin en korkunç kâbuslarından biridir savaş. İnsanlık tarihi kadar da eskidir. Lafın gelişi değil, gerçekten de ilk insana dayanır savaşın doğum tarihi. İnsanın, en insan dışı davranışı olduğunu gösterecek en uygun örnek, Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesidir kuşkusuz. Anlaşmazlıklara, kavgalara bulunan en eski çözüm yoludur ya da bir çözüm olduğu varsayılır; ancak durum hiç de böyle olmamıştır. Tarih boyunca yapılan hiçbir savaşta, kitaplarda anlatıldığı gibi, kazanan bir tarafın ve kaybeden bir tarafın varlığından söz edilemez. Savaşın kazanan tarafı olamaz. Ne yazık ki tüm savaşlar, devletlerin başındakiler tarafından tasarlanmış ve halkı kendi çıkarları adına feda eden o bencil insanlar için yapılmıştır. Tepedeki insanlar, kimin veya kaç kişinin öldüğünü umursamazlar. Savaştaki kayıplar, onlar için birer sayıdan ibarettir. Öte yandan halkın kendisine göre, durum bundan çok farklıdır. Savaşan onlardır, çoğu zaman kim için, ne için diye sorgulamadan feda eden onlardır ve kaybeden yine onlardır. Kazanan ise birinin çıkarıdır. Tarih boyunca hiçbir savaş yaşanmamıştır ki halk bundan zarar görmesin, kazançlı çıksın. Devrimin Kızı’nın yazarı John Reed, bir savaş muhabiri olması dolayısıyla savaşların, toplumu etkileyen taraflarını çok yakından inceleme fırsatı bulmuş birisi. Filler tepişir, çimler ezilir sözünün ne kadar da doğru olduğunu onun yazdıkları vesilesiyle bir kez daha fark ettim. Tarih boyunca yapılan her savaşta halk zarar görmüştür ve bugünün dünyasında da farklı bir durum söz konusu değildir. Bugün de Orta Doğu, savaşın en korkunç yanlarını gördüğümüz tabloyla karşı karşıya. Her geçen gün tablo, daha da renksizleşiyor üstelik. Bilançosu korkunç, yok olan şehirler korkunç, açgözlü dünyanın gözlerini onlara dikip olanı biteni izlemesi çok daha korkunç. Yitip giden hayatlar, yok olan aileler bu insanlık dramının ne denli şiddetli yaşandığını yeterince gözler önüne seriyor. İnsanın, kendi çıkarı için ne kadar vahşileşebileceğini ve ne kadar vurdumduymaz olabileceğini de fazlasıyla görme imkânı veriyor bu olup bitenler. Sonra, tüm bunlara akıl sır erdiremeyen insan; kendi ırkına mensup, insanlıktan bihaber bu vahşi yaratıklara nefret beslemeye başlıyor haklı olarak. Bu kin ve nefret duyguları, daha da uzaklaştırıyor iyi ve kötüyü birbirinden. Yaşananlar gitgide korkunçlaşıyor; dünya daha da anlaşılmaz bir yer olmaya başlıyor. Savaşın, kavganın, anlaşmazlıkların insanlara yaşattığı sıkıntılar görülmesine rağmen, her geçen gün bunlara bir yenisi daha ekleniyor ve kimse yaşadıklarından ders çıkarmıyor ne yazık ki. Daha iyiye adım atmaya çabalamak, barışı sağlamaya çalışmak yerine uçurumdan aşağı yuvarlanıyor ve hızla yok oluşa doğru gidiyor dünya. Savaşlar, tüm insanların hayatını etkilediği için bir an önce ele alınması gereken problemlerin başını çekiyor. İnsanoğlunun en çetin sorunlarından biri bana göre savaşmak, bir diğer deyişle de kendi isteğiyle bir başkasını öldürmek. Savaşı bir de böyle tanımlamak pek de yanlış sayılmaz herhalde. Başını avuçları arasına alıp etraflıca düşününce, anlam vermek hiç mümkün değil, insanın savaştan sonra yaşananları göre göre yine de bunu yapmak istemesine. Sonsuz yaşamın olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. O halde her şeyi elde etme isteği ve aşırı hırsın sebebi ne? İnsan hayatından daha değerli ne olabilir ki sonunda ölüm olan bir dünyada? Bu sorulara cevap vermek, vicdanını yitirmiş insanların pek işine gelmiyor. Dünyayı her geçen gün daha da çekilmez bir yer haline dönüştürmek için sayısız hesaplar yapan çıkarcı ve bencil insana göre, cevap bulmak için vakit harcamaya değer türden bulacakları sorular değil bunlar. İnsan, ne kadar üzülürse üzülsün, savaşsız bir dünyanın hayalini ne kadar çok kurarsa kursun; maalesef bu bir insanlık gerçeği. Nasıl insanla birlikte var olmuşsa, insan yok olduğunda o da yok olacak. Kaynak: Devrimin Kızı, John Reed (2015, Alakarga Yayınevi) – Çeviri: Ayşem Dur Ersavaş, Merve. Gazete Bilkent. 2015 Özgürlük Savaşı Özgürlüğün kıymetini içinde bulunduğumuz dünyada belki anlayamıyoruz, belki rahat yaşamımız bizlere özgür olduğumuzu hissettiriyor ama işin aslı gerçekten de öyle mi? Sıradan şehir insanı elinin altında bulunan modern imkanlar ile kendini özgür addederken, daha doğrusu kendini öyle görmeyi isterken Halldor Laxnes Özgür İnsanlar romanı ile bizi sıradan bir çiftçinin çileli hayatının tam orta yerine atıveriyor ve onun özgürlük mücadelesini iliklerimize kadar hissettiriyor. Özgür olduğumu zanneden ben, bir çiftçinin verdiği onur ve haysiyet mücadelesini okuyunca çizilen sınırlar içinde, birilerinin gizliden verdiği yönergeler ile aslında bir robot gibi yaşadığımızı farkettim. Bizim sahip olduğumuzu sandığımız özgürlüğün aslında bir hiç olduğunu, gerçek mücadelenin ve azmin bir çiftçinin hayatında nasıl da anlamlı ve çetin bir şekilde yer aldığını gördüm. Düşünün ki yıllarca emek vererek, alın teri ile bir birikim yapıyorsunuz ve sonra o birikim ile kendinizi ve ailenizi tam olarak özgür, bağımsız yapacak bir şey alıyorsunuz. Herkesin özgürlük anlayışı farklı olduğu için, kim kendine neyi uygun görürse onu alıyor. Fakat herkesin amacı aynı, tam bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmak. Yıllarca bunun savaşını vermişsiniz, ne badireler atlatıp, kimlere boyun eğmemişsiniz sırf o hedefinize ulaşmak için. Tam o an geliyor, artık özgür ve rahat olacağınızı düşünüyorsunuz ama bir bakıyorsunuz bırakın tam olmayı daha çeyreği kadar bile özgür değilsiniz çünkü yeni sorunlar hep pat diye hayatımızın tam orta yerine düşüverir. E bu da inat değil mi? Yıllarca çalışıp, çabalayıp emek vermiş biri pes eder mi? Hiç de bile, inadına bütün zorluklara göğüs germek lazım değil mi? İşin aslı tam da bu noktada başlıyor, insan denen varlık sınırlarını ne kadar zorlayabilir? Ne kadar savaşabilir özgürlüğü ve bağımsızlığı için? Bjartur adında ki bu roman kahramanı tam da bu soruların cevabını veriyor. Hayatın her safhasında bir düşüyor, bir kalkıyoruz. İstediğimiz zenginliğe ulaşalım, arzuladığımız hedefimizi gerçekleştirelim yine de her zaman bir sorun buluyoruz. Aslında bir sorun mu buluyoruz yoksa yeni bir mücadele mi arıyoruz emin değilim. İnsana rahat batıyor olabilir, bu yüzden hayatta hangi noktaya ulaşırsak ulaşalım yine de bir mücadelenin içinde buluyoruz kendimizi. Bazen ise bu mücadele akıl almayacak kadar çetin ve uzun sürüyor. Bazı anlar o kadar çok şeye göğüs geriyoruz ki nasıl yaptığımıza, nasıl direndiğimize, nasıl ayakta kaldığımıza şaşırıyoruz. Şaşıyoruz şaşmasına da o mücadelemizi bir türlü unutmuyoruz, unutamıyoruz. Bir parçamız hep geçmişte kalıyor, bir parçamız hep acılara tutunuyor hatta yeri geldiğinde ondan besleniyor. Fakat bu durum, acıları taze tutmaktan başka hiçbir ise yaramıyor, işin kötüsü bu taze acılar yeri geliyor bizi hayattan alıkoyuyor. Unutamadığımız, anısına hakaret etmek istemediğimiz bir kişi gibi davranıyoruz geçmişimize ve karşımıza çıkan yeni insanları, yeni gelişmeleri de sırf bu sebepten dolayı elimizin tersi ile itiyoruz. Neden yaptığımızı bilmiyorum ama geçmişe sarılıp kalıyoruz, yeniliklere kapatıyoruz kendimizi, acıları usanmadan besleyerek büyütüyoruz. Acıyı beslememek lazım, arkaya dönüp bakmamak ve unutmak lazım. Bir kara sayfanın üzerine inatla ve hırsla yeni bir beyaz sayfa örtmek lazım, eğer o beyaz da kirlenirse bir beyaz sayfa daha eklemek lazım. Özgürlüğün peşinden ısrarla koştuğumuz zaman insan olmanın erdemine kavuşuruz, boyun eğmediğimiz zaman değerimizi anlarız. Her ne olursa olsun, kim ne derse desin, yolumuz dikenli teller ile kaplı da olsa çiçekli yollara ulaşmak için var gücümüzle mücadele etmeliyiz. Pes etmek mi? Tabii ki HAYIR. Hasan Tarık Yılmaz 21401060 KANARYALAR Tarihimiz, insanın insana zulmüyle örülmüş genişçe bir örümcek ağından ibarettir, ki sadece insanı değil, arada sinekleri de yakalar. Efsane der ki, 19. yüzyıl İngiltere’sinde, Endüstri Devrimi’nin en harlı zamanlarında, madencilerin yoldaşları kanaryalarmış. Bu güçsüz, ufak, hiçbir şeyden haberi olmayan kuşlar, gaz kaçağına karşı dayanıksız oldukları için bir alarm niyetine madencilerin yanında, kafeslerin içinde inerlermiş madene. İnsandan önce can versin de uyarmış olsun diye, kara elmas için listeden bir çentik eksiltircesine. “ Zifiri karanlık ve yıldızsız bir gecede Marchiends’den Montsou’ya giden yolda, pancar tarlaları arasında bir adam tek başına yürüyordu. ”. Devrimci kahramanımız Etienne’in hikayesi böyle başlar kitapta. Açlığın, sefaletin ve doğal olarak da adaletsizliğin kol gezdiği 1860’ların Kuzey Fransa coğrafyasında, doğal bir başkaldırının çocuğudur Etienne. Germinal’in başında idealist, sessiz ve çalışkan bir genç olarak tasvir edilen bu adam, ilerleyen sayfalarda işçileri örgütleyerek, grev bayrağını çekerek, dövüşerek ve severek hayata olan öfkesini yansıtmıştır, önceleri sadece içki içtiğinde gösterebildiği öfkesini. Tarihi bir göreve kalkıştığının ‘solcu’ kitapları okumadan önce farkında değildir, ancak kendi hikayesini anlatırken eski işinde şefini tokatladığını söylediğinde direngen bir kana sahip olduğunu sezdirir bizlere. Her devrimci gibi, hayatı yaşamayı bilen adamdır Etienne, hayatı seven ve insanı sevmeyi bilen. Gerçekçi –realist- romanın ne demek olduğunu burada gösterir Emile Zola, başkaldırının her adımını, sefaletin her kelimesini, bencilliğin her hücresini yaşarız içimizde. Kitapta Etienne’in mücadelesi somutlanırken karanlıktır arka plan, o madene indiğinde nefes alamayız, işçi kasabasında kesin bir dille pembe yoktur, ağzımıza kömür kaçar Germinal’i okurken. Kahramanımızın içinde bulunduğu buhran sadece o günün dünyasına ait değildir, geleceğe dönüktür, teorik bilgisizliğinden ötürü doğan ütopik sosyalist hayallerini etrafındaki işçilere giydirememektedir. Toplumun yozlaşmış ahlakı, fırsat bulduğunda içki içip fuhuş yapan insanı, kitapta çokça geçen ‘devrimci proletarya’ olamaz Etienne’e göre, ki sonuna kadar haklıdır da. Ne olursa olsun umuttur onun içindeki devrim ateşinin yanmasını sağlayan, soğuğun, açlığın, sefaletin işçi sınıfını ezeceği yerde nefretini keskinleştirmesini görür, aldıkları maaşlarla hayvani bir hayata mahkum edilen işçilerin isyanı çıkaracak kıvılcımı bekleyişlerini görür. Ve o kıvılcım olmanın sorumluluğunu boynuna asmış, insanların canını feda ederek enternasyonal mücadeleye bir destek vermeye çalışmıştır, grevin başarısızlığı sonucunda da ‘tembeller’ diye nitelendirdiği en büyük düşmanı burjuvazinin kurduğu masada oyunu kaybetmiştir nihayetinde. Oyunu kuralına göre kazanmak değil, oyun masasını yakmak isteyen bir zihniyetle karşılaşırız burada, Souvarin. Anarşinin şahbazı Bakunin’in bir siluetidir bu adam, inşa etmeden önce her şeyi yıkmanın kesinliğine inanır. Etienne ile çokça tartışır, işçilere küfreder fütursuzca. Kuralsızlığın getirdiği özgürlüğün mirasçısı Souvarin, aslında bir Rus soylusudur ve kendi sınıfını düşünmeden tekmelemiştir. Ağzından küfürler de burada çıkar işte, oyunun kuralları arasında kendilerine yer bulan işçiler, parayı da bulurlarsa burjuva olup çıkacaklardır ona göre, sınıfına ihanet etmekten başka bir şey yapmayacak hainlerdir hepsi. Anarşist felsefeye uygun olarak kaybedecek bir şeyi olmayan bu adamın düşüncesi şu cümleyle özetlenebilir; en iyi ekinler ancak toprak kanla sulanırsa çıkacaktır. Burada salt şiddet aşkından çok daha öteye bakmak şarttır, yeni bir dünyanın inşasına uzanan bu fikir, romanda o uğursuz madeni havaya uçuran barutun ve alevlerin içinde doğar adeta, bir anka kuşu misali kendi küllerinden tekrar doğacak insanoğlu tasviridir. Germinal tohum demektir Fransızca’da. Bir umuttur Germinal, insanların birbirini kanaryalar yerine koyduğu, sömürdüğü, ezdiği bu irin dolu dünyada, 150 sene önceden miras kalan bir gerçekliktir. Geleceği inşa eden ellerden, kömürle siyaha boyanmış ellerden kanatlanan birkaç kanaryadır Germinal, özgür insanların sınıfsız ve sınırsız bir dünyaya yolculuğudur. Kırmızı ve siyahın omuz omuza döğüştüğü, yeşile karşı verdikleri mücadeledir. Her işçiye ‘eğer bir tanrı yoksa bile, bizim işverenlerden intikamımızı almak için mutlaka bir tanrı doğacaktır’ dedirtendir, prangalarla, zindanlarla, kurşunlarla engellenmeye çalışılan devrimdir, bir küçük kanaryadır Germinal, gerektiğinde yoldaşı için canını verendir. Mehmet Behnan Türkeri Bellek Candır Belleğinizi ya da diğer bir adıyla hafızanızı sever misiniz? Ben severim. Kendim çok kullanıyorum da ondan. Hafızamı yani. Birazdan neden bu konu hakkında konuştuğumu anlayacaksınız. Ondan önce şunu sorayım: Ezberleme veya mantığını anlama yöntemleri arasından hangisini tercih edersiniz? Eğer tercihiniz ezberden yanaysa bu yazıda kendinizden bir şeyler bulacaksınız, eminim. Fakat işlerinizin çoğunu mantıkla yürütüyorsanız, uğurlar olsun. Ona bir şey diyemem. Şimdi konumuza gelelim. Size neden bu ilginç konuyu ele aldığımı ve neler önerebileceğimi açıklamaya çalışayım. Ben kendimce bir sürü ezberleme yöntemi buldum. Çoğu sınava da bu yöntemlerle girdim. Birinci yöntemim, yaşadığım bütün anları daha sonra kullanabileceğim şekilde kafamda fotoğraflamak. Örneğin, matematik sınavlarına çalışırken katiyen mantığını anlamaya gayret göstermem. Çok şükür güçlü bir hafızam var ama Matematik dersinin mantığını çözmekte pek iyi değilim ne yazık ki. Ben de tabii ki hafızama başvuruyorum. En iyisi. Taktik ne? Eğer test çözüyorsam mutlaka müzik dinlerim. Sadece Matematik testi değil herhangi bir başka dersle uğraşırken de olabilir. Soruyu okudum, çözmeye başladım ya işte tam o anda müziğin hangi kısmını dinlediğime de dikkat ediyorum ki sınavda bu konular karşıma çıkınca kafamda o müziği başlatıp gerekli saniyeye geldiğimde “Ding!” diye gelsin cevap aklıma. Ne taktik ama? Rahatlıkla deneyebileceğiniz püf noktalara hızla devam ediyoruz. Bir sonraki taktik birçok kişi tarafından biliniyor veya denenmiş olabilir, yine de bahsedeceğim. Yabancı dildeki derslere çalışırken kelimeleri Türkçe kelimelere benzeterek hikâyeler oluşturmak. Bu noktada da müziği yine işin içine karıştırırsak, ekstra mutlu edici bir sonuçla karşılaşmamız muhtemeldir. Velhasıl, kreşe giden çocuklar için anlatılan masallar gibi bu hikâyeleri de ezberleyiverelim ne olacak? Bakın burada şunun önemli olduğunu düşünüyorum: Yaptığımız ezberleme işi biraz sıra dışı da olsa etrafımızdakilerden çekinmemeliyiz. Diğer insanların bizden farkı neler ki? Bize gülseler başımıza bir şey mi gelir? Gelmez. İşte bu yüzden Mehmet Behnan Türkeri hafızanızın gücü ne kadarmış onu keşfedip dilediğinizce kullanmaya bakın derim. Mesela ilginç bir anımdan bahsedeyim yeri gelmişken. Ben lisedeyken ikinci yabancı dil olarak Fransızca öğreniyordum, zaten ikinci ve diğer tek seçenek Almanca idi. Hiçbir bilgim olmadığı halde Almanca dersini seçen arkadaşlarıma Almanca çalıştırmıştım. Çalıştıkları kelimeleri ve gramer kurallarını hemen ezberleyip yardımcı olmuştum onlara. Şaşırıp kalmışlardı doğal olarak. Çok övdüm kendimi inşallah başıma bir şey gelmez. Şimdi ise neden bazı şeylerin mantığını anlamak yerine onu ezberlemenizi tavsiye ettiğimi söyleyeyim. Mesela Edebiyat dersi, tamamen ezberle yapılabilecek bir ders. Sanat akımlarıdır, dilbilgisidir, söz sanatlarıdır bunların hepsi ancak ezberleyerek yapılabilir. Matematik dersi ise mantığı anlanarak yapılır. En azından insanlar böyle düşünüyor. Ama ben diyorum ki Matematik de sadece ezberle yapılabilir. Zaten formül kısımları direkt ezberle yapılıyor. Şimdi diyeceksiniz ki formül olmayan kısımların, ancak hakkında bolca test çözülerek mantığı oturtulur ve konu bu şekilde anlaşılır. Ben yine diyorum ki o bolca soru türünün çözümlerini anlamadan ezberleyebilirim. Sadece Matematikte de değil, Coğrafya dersindeki coğrafi olaylar ve Kimya dersindeki tepkimelerle ilgili konuları da ezberleyerek yapabilirim. Olayların sebeplerini sorgulamadan; şöyle olunca böyle oluyor şeklinde ezberlerim, örneğin. Şimdi aynı yöntemi Edebiyat dersi üzerinde inceleyelim. Edebiyat değil, Tarih dersi de olur hiç fark etmez. Ezberle yapılır dedik. Peki mantığını anlayabileceğimiz bir tarafı var mı? Yok. Mesela Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu isimli bir romanının olduğu gerçeğinde herhangi bir mantık yok ama özellikle LYS sınavına çalışırken bu gibi pek çok romanın isimlerini ezberlemek durumundayız. Böylece sözel zekânın, sayısal zekâdan daha işlevsel olduğu da ortaya çıkıyor aynı zamanda. Çünkü her şey ezberlenebilirken, bazılarının mantığı olmayabiliyor. Bu durumda şu sonuca ulaşıyoruz: Mantığını anlama, sadece belirli bir mekanizması olan şeylerde kullanılırken; hafızaya alma, her şeyde kullanılabiliyor. Mehmet Behnan Türkeri Sonuç olarak bellek böyle bir şey. Öyle mantık filan aramakla olmuyor bazı durumlarda. Bir kelimeye benzetin, hikâye oluşturun veya başka bir şekil deneyin. Belki de benim bulamadığım daha da ilginç yöntemler bulursunuz. Buradaki maksat, size bedava verilenleri kullanabilmek aslında. Ekstra bir cihaza, alete gerek kalmadan azıcık limitleri zorlayarak kendini keşfedebilmek… Gerçek sizi keşfedin. Gizli hafıza yeteneklerinizi açığa çıkarın. Yeterince gaza geldiniz mi acaba? Eğer gelmediyseniz sizi tetikleyecek bir olay söyleyeyim. En basitinden Pi Günü’nde Pi sayısını ezbere okuyarak büyük ödüller kazanabileceğiniz bir yarışmaya katılabilirsiniz. Pi Günü ne zamandı hatırlamıyorum ama bu yarışma neredeyse her yıl düzenleniyor, onu biliyorum. Ne kadar basit değil mi? Gidin ve numara ezberleyin, nihayetinde de büyük ödüller kazanın. Mesela bizim okuldaki yarışmada Iphone hediye edilmişti. Artık hazırsınız. Yaşasın bellek gücü! Ellialtıoğlu, 1 Sözdeki Sihir Günde kaç kelime geçiriyoruzdur zihnimizden ve bunların kaçını olumsuz düşünceler oluşturuyordur? Hiç iyi ya da kötü hissettiğiniz zaman neden böyle hissettiğinizi düşündüğünüz oldu mu? Farkında olmadan veya farkındalıkla kaç kere olumsuz yargılarda bulunup durumumuzdan şikayetçi olduğumuzu belirten sözcük tekrarlarına düştük? Düşüncelerimiz duygularımızı ve bu ikisi de davranışlarımızı, olaylar karşısındaki duruşumuzu belirliyor. Bunlar da, aslında seçtiğimiz hayatı oluşturuyor. Seçtiğimiz hayatı oluşturmasından ziyade asıl anlatmaya çalıştığım şey şu: Düşünmeyi seçtiğimiz düşünceler, söylemeyi seçtiğimiz kelimeler doğrultusunda bir hayat oluşturuyoruz kendimize. Kelimeler bizi ne denli etkiliyor, gerçekten aklımızdan tekrar tekrar geçirdiğimiz düşünceler bizi etkileyebilir mi diye merak ediyordum. Bir yerde –sanıyorum ki gazete kupürüydü– yapılan psikolojik bir çalışma hakkında bir yazı okumuştum. Küçük yaştaki öğrencileri birkaç gruba ayırmışlar ve bunların bir kısmına iyi çağrışım yapan kelimeler (festival, palyaço, geçit töreni), bir kısmına ise kötü çağrışım yapan kelimeler (kanser, hamamböceği) gösterilmiş sübliminal bir şekilde. Sonrasında bilinçli olarak durumun farkında olmamakla birlikte kötü kelimelere maruz bırakılan çocukların daha üzgün bir duygu durumu sergiledikleri gözlemlenmiş. Bu deney, somut olarak sorularımı cevaplamaya yetmiş olsa da yepyeni cevaplanması gereken sorular bırakmıştı kafamda. Zihnimizde oluşan düşüncelerimizin ya da sürekli olarak beliren kelimelerin, duygulara daha sonra da hayatlarımıza etki etme süreci nasıl gerçekleşiyordu? Öğrendim ki aslında duygularımızı ve düşüncelerimizi enerjiler oluşturuyormuş, kendileri başlı başına enerjiymiş yani. Ağzımızdan çıkan en küçük söz bile tüm bedenimize ve hatta tüm evrene yaydığımız bir enerji, bir istekmiş. Kulağa bir klişe gibi gelse de özüne bakıldığında çok gerçekçi ve bir o kadar da doğru olan ‘evrene pozitif mesaj yollamak’ tam olarak öğrendiklerimi, yazdıklarımı özetler nitelikte diyebilirim. Bu düşünceyi açmak Ellialtıoğlu, 2 gerekirse, herhangi bir söz, size edilen veya sizin söylediğiniz, hayatınızı etkileyebilir. Bugüne kadar size hakkınızda neler söylendi? Sırf insanlar öyle söyledi diye hiç sorgulamadığınız, hemen kabullendiğiniz hangi yargı ve eleştiriler yapışmış üstünüze? Bu dünyada en değerli olan ‘siz’ e, kendinize hangi olumsuz düşünceleri layık gördünüz? İster inanın ister inanmayın hepimizin kendi hakkında kabullenişleri, düşünce kalıpları var. “Ben kötü biriyim.” “Ne kadar aptalım!” “Çok göbeğim var.” diyen düşünceler… İşte bu düşünceler diğer her düşünce gibi bir duygu yaratıyor ve bu duyguya kapılmış olarak hayatımıza devam ediyoruz. Duygularımızı yansıttığımız şekilde yaşıyor, onlara göre deneyimler çağırıyoruz kendimize. Çevreden gelen veya bizzat kendimizin oluşturduğu olumsuz düşünceler birikiminin bedelini yine biz kendimiz ödüyoruz; fiziksel, zihinsel veyahut duygusal olarak. Fakat inanıyorum ki düşüncelerimizi değiştirebiliriz. Olumsuz düşünce kalıplarımızı artık yanımızda taşımanın, onlara bağlı yaşamanın anlamı yok, önemli olan şu anda ve bugün nasıl bir ‘ben’ yaratmak istediğimiz, özgür olmayı seçmek önemli olan. Farkındalık sahibi olmayı sağladıktan sonra geriye sadece istemek kalıyor. “İstediğim onca şey gerçekleşmedikten sonra niye hala istemeye devam edeyim ki?” “İsteyince olsaydı zor durumlarda yaşayan insanlar olmazdı.” gibi düşünceler dolaşıyor olabilir zihninizde ya da “Bak olmadı işte! Ne istesem olmuyor.” gibi, bu sebeple önce kendi kendinizin önüne koyduğunuz egosal ve düşüncesel engelleri temizleyerek başlamalısınız istemeye. İçinde bulunduğumuz şartlar, finansal durumumuz, ülke şartları ne olursa olsun iç dünyamızı, içsel sesimizi değiştirdiğimiz an, yaşadıklarımızın da aynı doğrultuda değiştiğini gözlemler hale geliriz. Düşüncelerimizin somutlaşmış hali olan sözlerimizi kullanarak hayatımızda çok belirgin etkileri olduğunu görebiliyor oluruz. Her ne kadar anlamsız gibi görünse de eski çağlardaki hekimlerin, günümüzdeki sihirbazların kullandığı bir söz kısaca tüm bu durumu anlatıyor: Abrakadabra, yani “Söylediğim gibi yaratacağım.”… Bu cümlenin dillendirilmesi aslında oldukça mantıklı, biz de tam olarak bu nedenle kullandığımız her sözcüğü özenle Ellialtıoğlu, 3 seçmeliyiz. Çünkü söylediğimiz sözler, odaklandığımız düşünceler bir süre sonra bizim gerçekliğimiz oluyor. Kısacası, hayatınızın dümenini elinize almanız, düşüncelerinizin duygulara ve duygularınızın da yaşamınıza dönüştüğünü bilmekten geçiyor. Ebru Ellialtıoğlu 21704156 21100509 Mert Gökhan Zootopia 90’ların başından beri gelişen animasyon film sektörünün yeni meyvesi Zootopia. Walt Disney Animation Stüdyolarının yeni işi olan bu film size bambaşka şeyler vaad ediyor. İşim gereği Türkiye’de çıkmadan bir süre önce izlediğim ve yeğenimle beraber tekrar gittiğim bu filme söyleyecek söz, edilecek yorum bulamıyorum. Yıllardır animasyon filmleriyle büyümüş biri olarak –Tarzanlar, Mulanlar vs.- Zootopia bambaşka bir şey olabilmiş. Gelişen teknoloji animasyon filmlerine çok fazla katkı yapsa dahi, bence, hala, önemli olan konu ve hikaye. Genel olarak başarılı, kendisini kanıtlamış pek çok animasyon filmi var ama öve öve bitiremediğim Zootopia sadece animasyon değil, film olmayı da başarabilmiş. Konusu ise çok basit filmin. Yıllardır geyik muhabbetlerine pelesenk olan hayvanlar bizim gibi yaşasaydı ne olurdu sorusunun cevabını aramış film. Ve öyle bir dünya yaratmayı başarmış ki Walt Disney Animasyon Stüdyoları, ağzınız açık izliyorsunuz tüm filmi. Hele ana karakterimiz Judy’nin tren ile şehire gidiş sahnesi benim için şu güne kadar izlediğim en iyi 3 animasyon sahnesi arasında. Biyomların değişimi, anlamları, her biyomda farklı hayvanların yaşaması, çeşitlilik.. Kısacası yepyeni bir dünya vaad ediyor size Zootopia Genelde “çizgi film” olarak görülen animasyon filmlerinin yükselişi son hız devam ediyor. Aslında konu, mekan, sahne ve karakter çeşitliliğinin zirvesinde olsa da bu filmler, bir mesaj kaygısı içermek zorunda kalıyorlar. Özellikle dostluk, sevgi, arkadaşlık bunların güzel örneklerinden. Zootopia’da böyle. Tek farkı vereceği derslerden hangisini alacağınıza sizin karar veriyor olmanız. Kısacası evet, Zootopia bir çizgi film. Fakat film kısımları o kadar iyi işlenmiş ki, yeri geldiğinde çocuk gibi gülüyor yeri geldiğinde oluşturdukları dünyanın hayranı oluyorsunuz. Kült filmlere göndermeler, hayvanlar arası ırk esprileri ve niceleri. Ben Walt Disney Animasyon Stüdyolarının bu filmi tamamen büyükler için yaptığına inanıyorum. Benim ilgimi çektiler en azından. Animasyon filmlerinde önemli olan, benim için, işlenen duyguyu size geçirebilmesi. Normal filmlerde aktörün ya da aktrisin yapması gerek görevi bir sanal karaktere vermek ciddi anlamda zor ve yorucu bir iş. Bunu yapabilmek ise her baba yiğidin harcı değil. Fakat Walt Disney Animasyon Stüdyoları bunu yapmayı başarmış. Judy’yi öyle bir karakter yapmışlar ki, onun üzülmesi sizi üzüyor, mutluluğu ise mutlu ediyor. Duygularını, hislerini paylaşabiliyorsunuz Judy’nin. Herkesin yaşadığı günlük sıkıntıların üzerinden bir tavşanın geçmesi ise olayı daha da trajikomik bir hale getiriyor. Judy size duygularını gösterirken hiç çekinmiyor, sizinle paylaşıyor. Kültürel farklılıklardan tutun da, kendini kötü hissetmesi bile sizi parçalıyor, “yok abi iyi kız ya üzülmesin daha” diyorsunuz. Çünkü gerçek hayatın insanın iyi ya da kötü olmasına bakmadığını biliyorsunuz. Ne kadar övsem az filmi. Övdükçe övesim geliyor açıkçası. Biyomları, karakter çeşitliliği, çizimlerin harikalığı, Judy, verilen duygular.. 100 üzerinden 100’lük bir film olmuş. Ben İngilizce izledim fakat Türkçe dublaj izlemesi daha keyifli. Özellikle Türkçeye ve Türk kültürüne has esprileri kullanmışlar çeviride. Başarılı da olmuş. Müzikleri de bir o kadar güzel. Shakira filmde hem oynamış (Gazelle) hem de filme bir şarkısını coverlayıp hediye etmiş. Tekrar tekrar izlediğim, yeğenimle gittim diyerek bahane ürettiğim bir film oldu kısaca. Eksiği olmadığı gibi artısı da inanılmaz fazla. 2 kere gittim ve 3.ye gitmek için gidebilecek insan arıyorum. Son dönemlerin en iyi işlerinden biri olan Zootopia size yepyeni, hareketli ve duygulu bir dünya vaad ediyor. SEN YETİR, SEN GETİR ÜMİDİ Gün gelmiyor ki güzel haberlerle uyanalım derin uykumuzdan.Yine gün gelmiyor ki uyumanın cezası bu kadar acı olmasın. Ercan Kesal, hiç uyumamış yazarlardan bir tanesi. Memleket sevdasına, nöbet tutar gibi, kağıda dökmüş doktorluğu boyunca tüm gözlemlediklerini.Ölümlerden bahsetmiş bazı zaman, yetimlerin hakkını da es geçmemiş diğer zamanda. Her harfinden kan damlarcasına eskitmiş sayfalarını. Silse de çıkmak bilmemiş gibi izleri. Anadolu’yu getiriyor ayaklarımıza Kesal , yalın, öyküleyici ve bir o kadar da gerçek bir anlatımla. İsyan eder gibi bir hali oluyor ara sıra; varolan, varolmaya devam etmesinden korktuğu sisteme. ”Vicdanımız kuruyor.Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacak göğüsler çoktan çöktü,farkında mısınız?” (PeriGazozu,Kesal,2013) Farkında mıyız gerçekten? İnsanlığımızı kaybettiğimizin, birbirimize düşüp kavgalar ettiğimizin, memleket sevdasını unutup hatta çıkarlarımız uğruna onu her gün, her hafta sattığımızın farkında mıyız? Her ne kadar “artık burnumuzda sıcak ekmek kokusu yerine kan kokusu” olsa da, empati kurmanın nasıl birşey olduğunu unutsak da, “ülkeyi yönetenler bir ölüm uykusunda”olsa da ve yine her ne kadar “ölülerini unutanların ülkesi” olmaya yüz tutsak da bu memleket bizim! Ve biz ancak Ercan Kesal ile birlikte anlayabiliyoruz memleketin bu sıcak ekmek kokulu, “diğerkam”lı, uyanık ve daima hatırlayan hallerini özlediğimizi. Derler ya hani “ bir şeyin değerini anlayabilmek için önce onu kaybetmek gerekir” diye.Kesal’da bir nebze , kaybettiği her şeyin değerini fazlasıyla anlamış gibi sanki. Her ölüm, her tanık olduğu olay ona unutamayacağı anılar bırakıp gitmiş. Bu yüzdendir ki geri dönemeyen şeylerin gidişleri pek bir seslidir. Ömür boyu kulağınız çınlar durur. Öte yandan bu “Memleket Hikayeleri” tadındaki romanın bana kattığı sayısız insaniyet olduğunu söyleyebilirim.İçinde barındırdığı 31 karakter ve onların- “bir damla” vicdanınız varsa- hayret edilecek hayat hikayeleri beni hem yetim bıraktı, hem astı defalarca kez kimi zaman bir seren direğine, hem de dayanılmaz lekelerle kirletti çocukluğumu. Her sayfada kanım dondu, her sayfada tekrar tekrar sorguladım kendimi, ailemi, ülkemi ve en önemlisi kahvedeki amcayı, çıraklık yapan çocuğun akrabasını ve kızını geri çeviren babayı. Kitabın kapağını her kapattığımda gözlerimi de sımsıkı kapattım.”Bütün bunları gerçekten yaşadım mı Allahım?” diye sordum Kesal’ı tekrarlayarak. Bütün bunlar gerçekten yaşanmış olabilir miydi? Ardından kulaklarımı da kapattım; duyacağım cevabı sindiremeyecekmişcesine. Nasıl sindireyim, nasıl sindirilsin? Dünün Reyhan’ı , İhsan’ı, Şahe’si, Bektaş’ı ve daha niceleri, bugün ben olsaydım ne yapardım onlarla aynı sonu seçmekten başka? Yetmiyor.Ne günler ne aylar ne de yıllar yetmiyor ki bütün bu olanları bir daha hiç yaşanmamış sayalım.Sonra da ne bir kadın dövülsün kocası tarafından sadece sofraya bir çatal koymayı unuttuğu için, ne de tecavüzlerin iğrençliğine tanık olalım haberlerde. Keza Ercan Kesal’da kötüleme veyahut bir cezalandırma isteğiyle yazmamış Peri Gazozu’nu. “Farkına var!” demiş kısaca. Farkına var; etrafında olup bitenlerin.Farkına var; durduramasan da “Dur!” diyebileceğinin. Sessizlerin sesi, çığlıkların tercümanı olabileceğinin farkına var.Alışma ve arın bütün çaresizliğinden.İnsanlığını hatırla.İnsanız, hatırla! “Bundan sonra da yeter mi bilmem. Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hâlâ.” (Peri Gazozu,Kesal,2013) Zeynep Düzgün Referans Ercan Kesal Peri Gazozu 2013 İletişim Yayıncılık. Müge Özdemir MASUM YOL ARKADAŞLARI Hayat belki de hiçbir zaman yetişemeyeceğimiz bir hızla akıp gidiyor, sürekli yenileniyor ve kendini tekrar ediyor. Çevremdeki onlarca insan, yetişmem gereken yerler, yerine getirmem gereken sorumluluklar… Hepsi o kadar hızlı bir şekilde değişiyor ve arka arkaya geliyor ki bazen kendimi bütün bunların arasında sıkışıp kalmış buluyorum. Biraz durup düşünmeye ihtiyacım oluyor. Kendimi, yaptıklarımı ve hayatımı… Böyle zamanlarda yalnız kalmak kendi düşünce ve hislerimle yüzleşmemi sağlıyor. Her ne kadar yalnızlığı sevmesem de benim de yalnız kalmayı tercih ettiğim böyle zamanlar var. Belki de bu hayatta aslında her zaman yalnız olduğumuz gerçeğini kabul etmek istemediğim içindir genellikle yalnız kalmayı tercih etmemem. Hayatta karşılaştığım sorunlar, aksaklıklar ve zorluklarla tek başıma mücadele etmek istemiyorum. Herkesin karşılaşılan zorluk ve sorunlara karşı tavrı farklı olsa da genellikle hepimiz çevremizde bize yardım edecek birilerine ihtiyaç duyuyoruz. İlk başta akla aile, arkadaşlar ve sevdiğimiz insanlar geliyor. Onlarla birlikte yaşamak, sorunlara çözüm aramak, dertleşmek… Her ne kadar yaşam yolculuğumuzda yalnız olsak da yolculuğumuz aynı zamana ve mekana denk gelmiş bu insanlarla yani yol arkadaşlarımızla bu yolculuğu güzelleştirmeye çalışıyoruz. İnsanlar olarak birbirimize yardımımız kadar zararımız da oluyor. Kimi zaman bilerek yapıyoruz bu kötülükleri kimi zaman bilmeden. Kırılıyoruz, kırıyoruz, üzülüyoruz… Durup hayatımı düşündüğümde yüzlerce anı geliyor aklıma farklı insanlarla yaşadığım. Üzüldüğüm, sevindiğim, korktuğum hatta kimi zaman ne hissetmem, düşünmem gerektiğine karar veremediğim karışık zor anlar… İnsanlar ve onlarla yaşadıklarım bana o kadar karışık geliyor ki geride kalmış veya hâlen yanımda olan insanları düşündüğüm çoğu zaman net bir yargıda bulunamıyorum onlar hakkında. Anlaşılması güç yaşamın ve aslında bu yaşamı karmaşıklaştıran insanların içinde olmak ve onlardan biri olmak yoruyor beni çoğu zaman. Bu karmaşıklığı bir kenara bırakmak istiyorum. Bu hızlı ve zor hayatta daha az karışık olan ama bana yardım edebilecek ve yalnızlığımı gidermemi sağlayacak bir şeylere ihtiyaç duyuyorum. Çocukluğumdan beri bu şey benim için hayvanlar olmuştur. İnsanlar olarak yaşamın zoruklarıyla mücadele etme yöntemlerimiz farklı olduğu gibi hayvanlara bakışımız da farklı. Belki doğuştan gelen ve kişiliğimde olan bir şey belki de annemin de onlara karşı sahip olduğu sevgiyi görmemle artan bir sevgi bu. Aslında sevgi kelimesi bakış açımı açıklamak için yetersiz bir kelime. Karışık ve zor yaşamın içinde bana karşılıksız, çıkarsız ve basit bir şekilde yaklaşabilecek tıpkı küçük bir bebek gibi masum ve güzel canlılar… Ernst Ludwig Kirchner’in Artistin-Marcella adlı tablosunu gördüğümde dikkatimi ilk çeken şeyin küçük kedi olması raslantı değil belki de. Hayvanlara karşı sahip olduğum duygu ve düşüncelerimin resme aktarılmış hâli âdeta. Resimdeki gibi hüzünlü bir parçası yaşamın ya da mutlu bir hâli… Ne olursa olsun saf duygulara sahip olan canlılarla her zaman hızlıca kurabildiğim güçlü bir bağ var. Küçükken baktığım hayvanlarla değil sadece bu bağ. Sokakta gördüğüm bir kedi de olabilir. Ona elimi uzatmak, her ne kadar anlamasa da dilimden onunla konuşmak ve ona yaklaşmak… Bütün bunları karşıdaki o küçük canlı nasıl algılıyor bilmiyorum ama onun da bana verdiği tepkilerle aramızda farklı bir bağ ve iletişim oluyor. Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi farklı tepkiler veriyor, farklı yaklaşıyor ve kendilerine özgü karakterlere sahip oluyor. Her ne kadar bu özellikleri değişse de değişmeyen bir yanları var. O da insanlara karşı olan saf, sade ve karşılıksız yaklaşımları. Bu yaklaşımları onları yarı yolda bırakmayan, her zaman hâlimizden anlayan ve desteğini hep veren masum yol arkadaşları yapıyor. KAYNAKÇA Kirchner, Ernst Ludwig. Artistin-Marcella. 1910. Yağlıboya. Brücke-Museum. Berlin. Kaan Aktürk 21401120 Turk 101-71 Rukiye Aslıhan Aksoy Sheridan 04.10.2015 Empatiyle Çözülebilecek Bir Sorun: IRKÇILIK Zaman ilerliyor, bilim ve teknoloji gelişiyor. Peki, insanlığa neler oluyor? Bu sorunun cevabını matematiksel olarak düşündüğümüzde seçeneklerimiz: a) Zaman, bilim ve teknolojide olduğu gibi doğru orantıyla gelişiyor. b) Gelişmenin aksine ters orantıyla geriliyor. c) Sabit oranla istikrarını koruyor. …şeklinde olabilir. Hepimizin bu soruya cevabı farklı olabilir. Bazılarımız ‘’A’’ şıkkını seçip bazı Batı ülkelerini örnek gösterebilir. Bazılarımız ise ‘’B’’ şıkkını seçip sebebini başka ülkelerde arayabilir. Bana sorarsanız da cevabım ‘’C’’ şıkkı olur. Çünkü her ne kadar ırkçılık sorunundan kaynaklanan şiddetin azaldığı bizlere gösterilse de aslında bazı toplumların zihniyetinde olması gereken derecede bir değişiklik olmamıştır. İnsanların ırkçılık hakkındaki sığ düşüncelerini değiştirmenin çözümünün eğitim ile bağlantılı olduğu savunulmasına rağmen aslında çözüm sadece insan olmayı gerektiriyor. Çünkü insan aslında bebekliğinden gelen ama kullanmayı çok tercih etmediği ve empati diye adlandırılan eşsiz bir yeteneğe sahiptir. Ne zaman insan insanı tam olarak anlayabilirse işte o zaman dünyadaki sosyal sorunların önüne geçilebilir ve dünya yaşanılabilecek bir yer hâline gelebilir. Siyahîlerin ve beyazların arasındaki çatışma dünyanın dört bir tarafında görülse de çoğumuzun aklına ilk önce Amerika gelir. Amerika’nın Sivil Savaş dönemi siyahîler için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü o dönemden sonra ırk ırktan üstündür düşüncesi yasal olarak geçerliliğini kaybedip siyahîlere özgürlük vaat edilmiştir Empati yapmaktan bahsetmişken aynaya bakın ve bir siyahî olduğunuzu düşünün. Ağır şartlar altında çalışmaktan ellerinizde oluşan nasırları, giydiğiniz ince tabanlı bez ayakkabının sebep olduğu, ayak tabanlarınızda oluşan yaraları hayal edin. Her gün bu duruma katlanmak zorundasınız ve en küçük bir hata olasılığını bile aklınıza getiremiyorsunuz. Çünkü karşınızda oturan ağzında sigarasıyla elinden hiç düşürmediği, birçok kölenin kâbusu olan kırbacı tutan adamın dikkatini çekmek istemiyorsunuz. Eğer o kişinin dikkatini çekerseniz sırtınızda kırbacın etkisiyle oluşacak olan acıya katlanmak yerine, kolay bir kaçış yolu gibi görülen ölümü tercih etmek zorunda kalabilirsiniz. Buna rağmen ölümü seçmek yerine gelecekte özgür olabileceğinizin hayalini kurup özgürlüğü dayanak noktanız olarak seçebilirsiniz. Bu dediklerimi yapamadıysanız ve aklınızda sorular oluştuysa bu soruların cevaplarını belki de 12 Yıllık Esaret filmi size bulmanız için yardımcı olabilir. 19. yüzyılın acı gerçeklerini bir kez daha gözler önüne seren, yürekleri tekrar burkan, acıları tazeleyen bu filmin herkes tarafından izlenilmesi gerekiyor. Çünkü empati yapmanız gereken kişi filmin ana karakteri olan Solomon Northup’tur. Geçmişinde özgür bir adam olan Northup çoğumuzun yapamayacağı gibi acıya ve ırkçı söylemlere katlanmıştır. Çünkü onun dayanak noktası ailesine kavuşabilmektir. Siyahîlere uygulanan insanlık dışı muameleleri, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve acımasızlıkları Northup’ın hayatını izleyerek öğrenebilirsiniz. Film bittikten sonra ayna karşısına geçip tekrar kendinizi siyahî olarak hayal edin ve aklınıza Solomon Northup’ın gözlerindeki korkuyu ve endişeyi getirin. Günümüzde hassasiyetliğini koruyan ırkçılık meselesi filmlere konu olurken birçok tartışmaya sebep olabiliyor. Mesela bu filmin Oskar ödülü alması filmin başarılı olmasından mı kaynaklı, yoksa filmin Oskar ödülüne layık görülmemesinin sebebinin ırkçılığa dayandırılmasından sonra oluşabilecek kargaşayı önlemek için mi? Bir beyazın siyahîlerin esareti hakkında bir film yapmasının esas amacı geçmişte yapılan hataları telafi etmek ya da kendi tarihiyle yüzleşmek midir? Bu sorular tam olarak cevaplanamaz, çünkü toplumda düşünce ayrılıklarına sebep olabilecek türden güce sahiptir. Bu tartışmalardan çıkarılabilecek doğru sonuç ise ırkçılığın 21. yüzyılda olması gereken pozisyonda olmadığı, yani yok olmadığıdır. Her ne kadar ırkçılık temalı filmler polemiklere sebep olsa da izleyiciler üstünde inkâr edilemez bir etkisi vardır. Bu filmlerle bir siyahî, bir beyazın gözünden olayları inceleyebiliyor aynı şekilde bir beyaz da olayı bir siyahînin gözünden izleyebiliyor. Böylece her iki taraf da empatiden mahrum kalmamış, karşı tarafı anlamış oluyor. Zeynep Gürakın 21501361 TURK101 BUL KENDİNİ Hiçbir yere ait olamamak nasıl bir histir, bilir misiniz? Ya da sorumu şu şekilde değiştireyim; hiçbir yere ait olduğunu hissedememek nasıl bir histir? Çünkü illâ ki bir şeylere ait olmuşuzdur bu hayatta; ailemize, ailemiz yoksa arkadaşlarımıza, mahalledeki komşulara, her gün aynı yolu yürürken karşılaştığımız simitçiye… Asıl mevzu ise bütün bunlara rağmen kendini bir yere ait hissedememek… Açıkçası ben sorduğum sorunun cevabını bilmiyorum. Çünkü bugüne kadar kendimi hep bir şeylerin parçası olarak hissedebildim. İki çocuklu bir ailenin en küçük ve tek kız çocuğu olarak, tek kız torun olarak, arkadaşlarım arasında eğlenceli görülen biri olarak, bir abinin can kız kardeşi olarak, küçük karşı komşum yedi yaşındaki Eda’nın Zeynep ablası olarak… Farklı yerlere, kişilere aidiyetimi hissettim çoğu zaman. Bu insanlar tarafından sevildiğimi, yokluğumun onlar tarafından hissedildiğini, değer gördüğümü hayatımın her anında olmasa da hissedebildim, bunun için mutluyum ve şükür de ediyorum. Sanırım ben şanslı doğanlardanım; insan ailesini seçemiyor ama eğer seçebilecek olsaydım yine kendi ailemi seçerdim. Bir yandan da sanırım şansımı kendim yaratanlardanım; çünkü etrafımızdaki çoğu şeyi kendi seçimlerimizle yapıyoruz, bazı kararlar vererek, bazı köprülerden karşıyı görmeden geçmeye cesaret ederek. Dediğim gibi, ben bu konularda hayatın yüzüme güldüğü nadir kişilerdenim sanırım, Jeanet’in aksine. Aslında Jeanet’in bizden tek farkı zaten kendine ait olmayan ailesine ait olmadığını düşünmesi. Bazı dönemlerde insan kendiyle bile zor anlaşır; bu hepimize oluyordur, insanoğluyuz sonuçta her anımız bir diğerini tutmaz. Ailemiz içinde bile yalnız hissederiz kendimizi; ama aslında biliriz içten içe, biz gerçekten de o ailenin bir parçasıyızdır fakat aynı şey Jeanet için geçerli değil. O, uzun süren iç hesaplaşmalardan sonra gerçekten de o aileye ait olduğunu hissedemez. Fakat bunun haricinde Jeanet’in bizden bir farkı yok. Tıpkı o da bizim gibi kendi benliğini arıyor. Hayat da bu değil midir zaten? Kendimizi bulma, keşfetme macerası… Durağan bir süreç gibi gözüktüğüne bakmayın, her gün yeni bir özelliğimizi keşfederiz bu macerada. Her sabah güneşin doğuşuyla yeniden başlayan bir macera bu; üstelik her gün birbirinden farklı, başımıza neler geleceği meçhul ve dolayısıyla bu olaylara vereceğimiz tepkiler, düşüneceğimiz şeyler de birbirinden farklı. Hadi ama hepinizin başına gelmiştir; geçmişte verdiğiniz bir kararı hatırlayıp “ Aa ben nasıl dedim öyle bir şey?” diye kendinize şaşırmadınız mı hiç? İşte böyle geçmişi hatırlayıp verdiğimiz kararlara ya da düşündüğümüz şeylere bakıp da olgunlaştığımızı görmek çok güzel bu, ilerleme kaydetmişiz demektir. Fakat ne yazık ki insan her zaman doğru kararlar veremiyor ya da her özelliğini sevemiyor, benimseyemiyor. Hepimizin vardır kendinde sevmediği özellikleri; alınganlık, sivri dillilik, sinirlilik… İşte bu macerada olumluların yanı sıra olumsuz özelliklerimiz olduğunu da fark etmeliyiz ve bunları törpülemek için elimizden geleni yapmamız gerek. Aslında insan kendini de seçemiyor, ne yaparsak yapalım kurtulamadığımız bazı kötü özelliklerimiz ya da zayıflıklarımız mevcut fakat eninde sonunda kendini kabullenmen gereken bir yer var; işte o da kendini keşfetme macerasının, hayat denen bu oyunun son perdesi sanırım. Hayat gerçekten çok kısa ve bitirmemiz gereken bir yolculuk, üstelik bizdeki anlamı çok büyük; en sonunda kendi benliğini keşfediyorsun, ben buymuşum diyorsun. Evet, herkes aynı şartlarda oynamıyor bu oyunu, ne yazık ki adil değil fakat herkesin öğrendiği ya da keşfettiği şeyler de birbirinden farklı. Tek bir amaç var, kalıplarını kırarak ve kendini sevmeyi, eleştirmeyi bilerek benliğini keşfetmek, tıpkı Jeanet gibi. Umarım seneler sonra kendi yazdığım bu yazıyı okurken benliğimi bulmuş olmanın verdiği gururla yüzüme büyük bir tebessüm yerleşmiş olur. Haluk Emir Özkurt Gerçeğe Dönüşen Bir Hayal İlkokul ve lise yıllarımda ders çalışırken bunaldığımda ya da dikkatim dağıldığında odamın duvarında asılı olan dünya haritasına bakar, gitmek ve görmek istediğim yerlerle ilgili hayaller kurardım. Gitmek istediğim ülke ve şehirleri işaretler, o şehir ve ülkelerle ilgili araştırmalar yapardım. Bir gün görmeyi hayal ettiğim bu şehirleri gerçekten görebileceğim düşüncesi ise hep çok uzak bir ihtimaldi benim için. Üniversitenin ilk senesinde aynı hayali paylaştığım arkadaşlar edinince bu uzak ihtimal git gide olası bir hâl almaya başladı. Hepimizin ilk başlarda “Yapsak çok güzel olur da, olmaz herhalde.” diye düşündüğümüz Avrupa turu yapma düşüncesi ufak bir kâğıda yaptığımız karalamalarla yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyordu. İlk taslak bittiğinde on iki ülke ve on altı şehri otuz günde gezmeyi planlıyorduk. Daha sonra yaptığımız araştırmalar ve düzenlemeler sonucu gezimizi on bir ülke ve on dört şehri otuz iki günde gezilecek şekilde planladık. Sıra kalınacak yer ve ulaşımı ayarlamaya geldiğinde bizi bekleyen yolculuğun ne kadar zor ve yorucu olacağını anlamıştık. Kalınacak yerlerin ve ulaşım biletlerinin mümkün olan en ucuzunu ayarlamaya çalışmak başlı başına büyük bir uğraştı. Konaklamaların ve biletlerin hepsini ayarladığımızda en zor kısmı atlattığımızı düşünmüştük, ne yazık ki yanılmışız. Otuz günlük bir gezi için vize almanın ne kadar zor olacağını henüz bilmiyorduk tabii ki. Tüm gerekli belgeleri hazırlayıp vize randevusunu aldığımızda da en zor kısmı atlattığımızı düşündük ve bir kez daha yanıldık. Randevu günü geldiğinde belgeler arasında boğulurken “O kadar da hazırlanmıştık, yazık oldu emeklerimize.” diye içimizden geçirirken o sıcak İstanbul gününde uyanıkken bir kâbus yaşamıştık. Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi ve pasaportlarımızı içinde bizi planladığımız tur boyunca Avrupa’da bulunmamızı sağlayacak vizelerle birlikte teslim aldık. Bu sefer gerçekten de en zor kısmı atlatmıştık. Artık tek yapmamız gereken bizi Budapeşte’ye götürecek olan uçağı beklemekti. Beklediğimiz gün gelmişti uçak Budapeşte’ye indi ve otuz gün sürecek yolculuğumuz başlamış oldu. Üç gün kaldığımız Budapeşte ucuz bir şehir olması nedeniyle para birimi avro olan, daha pahalı şehirleri gezmeye başladığımızda bize ne kadar kıymetli bir şehir olduğunu fark ettirecekti. Budapeşte’deki dördüncü günümüzün sabahında Bratislava’ya doğru hareket ettik. Tur boyunca gezdiğimiz en ufak şehir olmasına rağmen Bratislava asla benim aklımdan çıkmayacak. Günübirlik gitmemiz nedeniyle bütün şehri on beş kiloluk çantalarımızla güneşin kavurucu sıcağında gezmek zorunda kaldık çünkü. Gerçekten unutamayacağım bir şehir oldu bu nedenle. Ama bu tatsız tecrübeden de bir ders çıkarıp ilerleyen günlerde günübirlik gezdiğimiz başka bir şehir olan Brüksel’de çantalarımızı tren garındaki kilitli dolaplara bırakıp aynı işkenceyi ikinci kez yaşamadık. Şimdi dönüp baktığımda bu tatilin bana kazandırdığı en önemli şeyler “Ben burayı görmüştüm.” ya da “Ben o yemeği asıl yerinde yedim.” diyebilmek değil de yaşadığımız zorluklardan ve olaylardan çıkardığım dersler olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Otuz iki gün boyunca daha önce hiç bulunmadığım yerlerde başımın çaresine bakmayı, daha uyumlu bir insan olmayı öğrendiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi geceleri yatağa yattığımda neredeyse her gece gezdiğimiz şehirlere bir kez daha gidiyorum kafamda. O güzel anıları ve şehirleri tekrar tekrar geziyorum. Hem gün içinde yaşadığım sorunlardan uzaklaşmak için, hem de oralara belki bir daha gidemezsem diye unutmamak için. Böyle bir macerada insan kendiyle ilgili farkına vardığı şeylerin yanında gezdiği şehirlerle kendi yaşadığı yerleri de karşılaştırmaya başlıyor ister istemez. “ Avrupa’da şehirler çok düzenli.” gibi klişe cümleler kullanmayacağım tabii ama yine de gezdiğim şehirlerle kendi ülkemdeki şehirlerin arasında bariz farklar var. İstanbul ya da Ankara sokaklarında yürürken hissedeceklerinizle, herhangi mütevazı bir Avrupa şehrinin sokaklarında yürürken hissedecekleriniz gerçekten çok farklı. Umarım bir gün kendi ülkemde de ön yargı, korku ve endişeden uzak; pozitif ve huzurlu insanların bulunduğu sokaklarda yürüyebilirim. Kutay Göçer 21501553 Firar İnsan hayatı birkaç küçük hikâyeden oluşmaktadır. Her hikaye insan için farklı bir dönüm noktasını sembol eder. İnsan, her biri farklı bir konuyu sembol eden hikâyelerini belirli başlıklar altında toplar. Bu başlıklar insanı geçmişte yaptıklarıyla yüzleştirir. Böylece kişi, geçmişte yaptıklarından ve yaşadıklarından deneyim kazanır. İnsan bu deneyimlerini birkaç kavram ile ifade eder ve bu kavramlar aslında hikâyelerimizin başlıklarını oluşturur. İnsanlar, Alice Munro gibi yaşadığı dönüm noktalarını belirli kavramlar ile ifade eder ve bu kavramlar onların hikâyelerinin başlıklarını oluşturur. Firar, şans, güç, hata, Munro’nun ve aslında hepimizin yaşadığı dönüm noktalarının sembolüdür ve aynı zamanda hayat hikâyelerimizin konusudur. Firar, insanın ilkel dürtülerinin sonucudur. İnsan korkuyla veya çaresizlikle yüzleştiğinde içinde bulunulan durumdan kurtulmak için sahip olduğu bütün enerjiyi kaçmak için kullanır. İnsanın bu ilkel dürtüsü hayatta kalmasını sağlayan en büyük özelliğidir. Çoğumuzun günlük hayatında bir problemle karşılaştığında ilk düşündüğü kaçmaktır. Ancak hepimizin bildiği üzere, kaçmak problemlere çözüm üretmek değildir ve bu çözülmemiş problemler gelecekte başka problemleri ortaya çıkarır. Örneğin insanoğlu toplayıcılıkla karnını doyuramaz hale geldiğinde göç etseydi hiçbir zaman tarım ortaya çıkmazdı ve aç insan hâlâ aç olarak kalırdı. Buna ek olarak eğer insanlar soğuktan kaçsaydı, hiçbiri ateşi günümüzde kullandığımız gibi kullanmazdı. İnsanın tabiatında bulunan soru sorma yeteneği, insanı yeni problemleri çözmeye teşvik eder. Zihninde bir soru oluşturmuş insan için artık iki durum söz konusudur ya çözüm üretmek ya da problemi görmezden gelmek ki bu da sorulardan kaçmak demektir. Aslında insan kendi ürettiği problemlere çözüm arar başka bir deyişle problem yokken problem oluşturur. İnsanın bu problem oluşturmasındaki temel sebep hayatta kalma içgüdüsüdür. Örneğin insan için yırtıcı hayvanlar bir problemdi ancak bu insanın bakış açısından kaynaklanan bir problemdi. Yırtıcı hayvan için her şey karnını doyurmaktır dolayısıyla avlanmaktır. Bu av insan olduğunda insan için bir problem oluşmaktadır ve bu problem yine iki farklı tercihi ortaya çıkaracaktır. İlk tercih içgüdülerimizden dolayı firar etmek olacaktır ancak insan nereye kadar kaçabilir. İkince tercih ise insanı çözüm aramaya sevk eder ki bu tercih bugünkü hayatımızı oluşturur. Firar, kaçışın beraberinde getirdiği bir arayıştır. Problemler ve beraberinde gelen arayışlar hayatımızın hikâyesini yani dönüm noktalarını oluşturur. Bazen bu arayışlar sırasında insanın yaptıkları, içinde bulunulan durumu değiştirmeye yetmez ve bu durumlarda insana gerekli olan sadece biraz şanstır. Şans, insanın içinde bulunduğu çıkmazı açan bir ana tardır. İnsanın tabiatında bulunan problemlere çözüm arama içgüdüsü bazen o problemlere çözüm üretemez. Bu durumda insanı etkileyen diğer faktörlerin bir rastlantı dizisi halinde değişmesi şans kavramını ortaya çıkarır. Bu kavram işler yolunda gittiği zaman plan, işler plana uymadığı ve sonucu yine aynı olduğunda da talih adını alır. Aslında insanlar yaptıkları işlere göre bir beklenti içine girer ve şanslarının yaptıkları işe küçük olsa da bir destek vermesini ister. Şansın getirmiş olduğu destek insana farklı bir güç kazandırır. Ancak bu güç her zaman insanın kontörlünde olmaz başka bir deyişle rastlantılar kontrol edilemez . Bu sebepten dolayı, insan kontrolü dışında gelişen olaylardan ve bunun ortaya çıkardığı durumlardan çok kolay etkilenir. Doğasından dolayı insan, şansa kazandırdıkça güven duyar ve bu güven insana hata yaptırır. Hatalar insanları yine kendi ürettiği problemleri çözmeye teşvik eder ve insan tecrübelerinden ders çıkarır. Bu kazanılan tecrübeler insanların hayatlarında dönüm noktalarını oluşturur ve bu noktalar insanın hayat hikâyelerinin konularını oluşturur. Firar, şans, güç ve hata kavramları zihnimizde oluşturduğumuz ve geçmişten tecrübe edinerek öğrendiğimiz konuları temsil eder. Bu kavramlar aynı zamanda hayatımızın dönüm noktalarıdır. Eğer insan hayatı birkaç hikâyeden oluşsaydı, hafızamızda yer alan bu kavramlar ve onları ortaya çıkaran dönüm noktaları hikâyelerin konusunu oluştururdu. MUTLULUĞUN ÖNÜNDEKĠ ENGEL Mutlu olmak eskiden daha mı kolaydı yoksa bana mı öyle geliyor? Büyüklerimiz bunu hep böyle dile getirir ancak bu durumu gözlemleyebilmek için yaĢınızın çok da büyük olmasına gerek yok. Eskiden mutlu olmanın daha kolay olduğunu insanların günden güne asılan suratlarından, atılan kahkahaların azlığından anlıyorum. Günler torbaya girmiĢçesine, bugün para kazanılmazsa bir daha hiç kazanılamayacakmıĢçasına bir telaĢ, bir endiĢe var bugünlerde herkeste.18 yaĢında, üniversiteye yeni girmiĢ gençlerden tutun da büyüklerin, çalıĢanların kısacası herkesin ağzında aynı sözler, aynı gelecek korkusu. Geleceğini güvenceye almak için anı yaĢayamayan, daha da acısı en güzel yıllarını bu uğurda harcayan pek çok insan… YaĢadığımız zamanla ilgili beni en çok endiĢelendiren Ģey de bu. Maddiyata olan düĢkünlüğümüz o kadar arttı ki yüzümüzü ondan baĢka bir Ģey güldüremez oldu. Ah bu bitmek tükenmek bilmeyen zenginlik hırsı yok mu? Bence günümüzde insanları mutsuzluğa iten en büyük sebep de budur. Fark ettim ki bu hırs yüzünden istediği mesleği seç(e)meyen birçok tanıdığım var ve sayıları gittikçe artmakta. Onlara bir örnek de Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk adlı kitabın ana karakteri Gerhard Warlich. Bu durumu Ģu sözlerden anlıyoruz : “Felsefe öğrenimimi yeni tamamlamıĢtım ve eğitim düzeyime uygun bir iĢi ne üniversitede ne de üniversite dıĢında bulabilmiĢtim; ama para kazanmam gerekiyordu, hem de bir an önce; çünkü sekiz yıl boyunca aldığım öğrenim kredisini eğitimimi tamamlar tamamlamaz geri ödemeye mecburdum”(13) . Bence Gerhard’ın yapması gereken kendini sevdiği, eğitimini aldığı konuda geliĢtirmesiydi ancak o, para kazanma gerekliliğinden dolayı gerekli sabrı gösteremeyen bir örnek olmakla yetiniyor. Bu durum bizim ülkemizde daha üzücü tablolar çıkarıyor ortaya. Belli mesleklere yüklenen fazlaca saygı, para kazanma imkânı maalesef pek çok farklı meslek dalını gölgelemekte hatta bu meslekleri uzak durulması gereken ĢeylermiĢ gibi göstermekte. Bu durumu da gerek eğitim sistemimiz gerekse sosyal yapımız fazlasıyla desteklemekte. Çocuklarının meslek tercihlerine saygı duymayan aileler mi dersiniz, meslek olarak seçmek istedikleri dalı hobi olarak yapmakla yetinen gençler mi dersiniz… Bahsettiğim durumdaki insanlar mutsuzluğa mahkum olan insanlara verilebilecek örnekler. Aslında felsefeye ilgisi olan mühendislerin, siyasetle ilgilenmek isteyen doktorların mutlu olabilmesini nasıl bekleriz ki? Bir de bu durumu bilinçli olarak yaĢayan insanlar var ki bence onlar mutsuzluğunu dile getirmeye hakkı olmayanlar. Bir insan yeteneği olmadığı halde sırf dolgun bir maaĢ, garanti bir emeklilik uğruna nasıl tüm hayatını sevmediği bir iĢle geçirebilir aklım almıyor. Geçen yirmi yılın ardından alınan çok basamaklı bir emeklilik maaĢı telafi edebilir mi geçen o yılları? Ya da onca yılı mutsuz geçirmeye, hayattan zevk almamaya değer mi? Hiç sanmıyorum. Oysa insan mutlu olduğu ölçüde zengin değil midir? ġahsen ben bu konuyla ilgili her zaman kalbimin sesini dinledim. Seçtiğim mesleği, okul hayatımda ve sonrasında yapacaklarımı beni gerçek mutluluğa götürecek Ģeyler olarak gördüm hep. Kendimi geliĢtirme çabam da bundandır. Fazla para kazanmak değil yani olay. Önemli olan sabah yataktan kalktığımda iĢime gidecek enerjiyi kendimde bulabilmekte. ĠĢ arkadaĢlarımla içebileceğim sıcak bir kahvede, masama oturduğumda üretken olabilmenin verdiği mutlulukta... En önemlisi de gece yastığa baĢımı koyduğumda yaptığım iĢten memnun olmakta ve ertesi günü iple çekebilmekte. ĠĢte gerçek mutluluk tüm bu saydıklarımda gizlidir. Umarım toplum olarak günü kurtaracak mutluluklara değil de, bir ömür sürecek mutluluklara yöneliriz bir gün. Umarım daha çok insana geleceği hakkında söz sahibi olma hakkı ve gerekli imkanlar verilir. Son olarak da dilerim artan doktor, mühendis sayısının yanında gülen yüz sayısı da artar. Buse Halıç Kaynakça: Genazino, Wilhelm. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk. Ayrıntı Yayınları, 2015